07 Nisan 2016

Pişmanlıklar



Pişmanlıklar

Şirk koştukları halde iman ettiklerini zanneden inkârcıların ahirette ne kadar perişan bir durumda kalacaklarını Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“O günahkârları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak:
‘Ey Rabbimiz! Gördük ve işittik. Bizi dünyaya geri gönder de, sâlih bir amel işleyelim. Artık biz kesin olarak inandık!’ derken bir görsen!” (Secde: 12)
Fakat bu temennileri neticesiz kalır.
Allah-u Teâlâ bir imtihan sahnesi olan dünyada insanları kendi serbest iradeleriyle başbaşa bırakmış, iradelerini küfre sarfeden insan ve cinlere ebedî azabı haber vermiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Dileseydik herkese hidayet verirdik.
Fakat: ‘Andolsun ki cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla tamamen dolduracağım!’ diye benden kesin söz çıkmıştır.” (Secde: 13)
Allah-u Teâlâ onların ilâhi dâveti reddedeceklerini bilmiştir ve onlar cehennemden kurtulamayacaklardır.
Allah-u Teâlâ onlara şöyle hitap eder:
“Bu gününüzle karşılaşmayı unutmanizin cezasını tadın! Dogrusu biz de sizi unuttuk.” (Secde: 14)
Tabii ki Allah-u Teâlâ hiç kimseyi unutmaz. Fakat onlar unutulmuş muamelesi görerek cehennemde terkolunacaklardır.
“Yaptıklarınızdan ötürü ebedi azabı tadın!” (Secde: 14)
Bu hitap, onların azaplarını şiddetlendirir, hasretlerini arttırır, yaralarının üzerine tuz biber eker.
“Yoldan çıkanların barınacakları yer ateştir.
Ne zaman oradan çıkmak isteseler, yine oraya döndürülürler.” (Secde: 20)
Zebaniler demir balyozlarla başlarina vururlar ve onları tekrar cehennemin dibine indirirler.
Azaptan kaçıp kurtulacakları yerde:
“Onlara ‘Yalanlamakta olduğunuz ateş azabını tadın!’ denir.” (Secde: 20)
Dünyada iken kendilerine bu azabı haber veren uyarıcılara kulak vermiyorlardı, başlarına böyle bir felâketin geleceğini hiç hesaba katmıyorlardı.
Allah-u Teâlâ onlara dünyada vereceği azap ile tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz onlara, en büyük azaptan önce de mutlaka yakın azaptan tattıracağız. Umulur ki dönerler.” (Secde: 21)
Allah-u Teâlâ onların ne halde devam edeceklerini bilir, bir hikmete göre haklarında böyle bir muamelede bulunur. Onların artık bir mazeret ileri sürmelerine imkân kalmamış olur.
“Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız!” (Secde: 22)

Çünkü onlar kendilerinden intikam almaya müstehak olmuşlardır.

Kimlerle Mücadele Ediliyor?



Kimlerle Mücadele Ediliyor?

Deccalden daha beter olan sapıtıcı imamlarla, gökkubbe altında bulunan insanların en şerirleri olan âhir zaman ulemâsı ile.
Bunlar dokuz fırkadırlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Sizin için Deccal’dan daha çok Deccal olmayandan korkarım.
- Onlar kimlerdir?
Saptırıcı imamlardır.” (Ahmed bin Hanbel)
Niçin Deccal’den daha korkunç ve daha tehlikelidir bu sapıtıcı imamlar?
Deccal resmen Deccal olarak çıkacak. İşaretleri de bellidir, doğrudan doğruya Allahlık dâvâsı ile çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.
Ve fakat bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler, İslâm’ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller bu kitleleri görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kurdukları dini ayakta tutabilmek için İslâm dininin haram kıldığı hükümleri helâl saydılar. Dinlerini bu şekilde ayakta tutmaya çalıştılar ve kitleler halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını soydular ve yoldular.
İşte deccal bunu yapamaz. Deccal’den beter oluşlari, sûret-i haktan görünüşlerinden oldu. Böylece birçok müslümanlari hem imanlarindan soydular, aldilar, hem dünyalarini hem âhiretlerini yok ettiler.
Nitekim onlarin sapitmasi ile yoldan sapanlarin âhirette cehenneme düştükleri zaman bu sapiticilara şöyle söyleyecekleri Âyet-i kerime’de haber verilmektedir:
“Siz bize sağdan gelir, sûret-i haktan görünürdünüz.” (Saffat: 28)
Firavun, âhirette avanesinin önünde cehenneme gittiği gibi, bu sapıtıcı imamlar da küfre kaydırdığı kimselerin hepsinin cehennemde öncüleridir.
Oysa Allah-u Teâlâ’nın dini İslâm dinidir. Onun hükümleri ayrıdır. Hepsi de halkı o kadar soydular ki, hepsinin trilyonları var. Trilyonlar vurdular, bankalar kurdular. Allah-u Teâlâ ile harbe tutuştular. Hazret-i Allah’a ve Resul’üne hasım kesildiler. Hem din-i mübin’e hem de vatanımıza ihanet ettiler. Hem dini hem vatanı parçalamak istediler ve bu zümreler müslümanlara karşı cephe aldılar, düşman kesildiler.
Allah’ım! Nurunla bu fitne ateşini söndür. Sapıtıcı imamlar ile İslâm’a düşman olan kâfirleri kahret ve öldür.
Evvelâ Erbakan kendi dinini ilân etti. “Hak geldi bâtıl gitti” diye ortalığı çınlattılar. Saf müslümanlar onlara kandı ve hak zannı ile saflarına geçti. Çünkü imana susamıştı.
Etrafında bir kalabalık olduğunu görünce kendilerini ilâh kabul ettiler. İmanları para oldu ve halkı da kaz gibi yoldular. Dinlerini ilân edince oraya batanların hepsi imanlarından soyundu.
Bu sapıtıcı imamlar, dinlerini ilân edip ilâhlık dâvâsında bulunduklarından din-i İslâm’dan çıktılar, onlara tâbi olup ilâh kabul edenleri de dinden çıkardılar. Hepsi iman hırsızı oldular yani imanlarından soyundular, küfre kaydılar.
Çünkü apaçık din kurdu. “Refah’tan başka Islâm yoktur.” dedi.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah katında din İslâm’dır.” buyuruyor. (Âl-i imran: 19)
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, o ise bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyor ve böyle söylüyor. Bu sözü ile alenen Hazret-i Allah’a karşi geldigini resmen ilân etti.
Diger taraftan kendi dinini ayakta tutmak için: “Refah partisinden olmayanlar patates dinindendir.” diyerek, Allah-u Teâlâ’nın dinini patatese çevirdi. Kendi dinini yüceltmek için İslâm dinini küçülttükçe küçülttü.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktir.” (Âl-i imran: 85)
Bu Âyet-i kerime onun bu beyanını çürüttü, reddetti.
Gerek din kurmakla, gerekse bu Âyet-i kerime’leri inkâr etmekle bu adam Allahlık dâvâsı gütmüştür ve bu Âyet-i kerime’ler mucibince küfre kaymıştır. Çünkü bir tek Âyet-i kerime’yi inkâr eden kâfir olur. Bu böyledir, bunu katiyetle bilin.
Deccalden daha beter olan ikinci imam:
Bunlar da sûret-i haktan göründüler. İslâm’ın ön safında görünerek halkı avladılar. Sonra lüzumlu olan maddeyi elde edince ve etraflarında kalabalıkları görünce, kendilerinde bir güç gördüler ve dinlerini ilân ettiler, ilâh kesildiler.
Yemekli toplantılar düzenlerlerdi. Halkı mahçup etmek suretiyle senet imzalatırlardı ve bu senetleri ödemeyenleri icrâ ile tahsil ederlerdi, halka bu kadar zulmederlerdi.
Yani halkı kaz yerine koyarlardı. Bütün bunların hepsi dini dünyaya âlet etmek suretiyle oluyordu. Bütün bu sapıtıcı imamlar bu şekilde yapıyordu.
Oysa Allah-u Teâlâ:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’si ile onların doğru olmadığını bildirdiği halde, halk onların doğru yolda olmadığını bilemedi. Onları müslüman zannetti ve yardım etti.
Haram lokma midelerine girince, hemen Refah’tan daha çok para toplamak yoluna girdiler. Refah’tan görerek onlar da sürekli para toplamaya başladilar, para toplamada onu da çok geçtiler ve bu husustaki Âyet-i kerime’leri tamamen inkâr ettiler. O kadar para topladılar ki, nihayet arzu ettikleri noktaya gelince paralarını muhafaza edemez oldular ve koyacak yer bulamadılar. Allah-u Teâlâ’nın en çok buğzettiği haramlardan birisi fâiz olduğu halde onlar banka kurdular.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 278-279)
Âyet-i kerime’lerinde haber verildiği üzere, doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân ettiler.
Bu nur çıkınca, içyüzlerini açığa vurunca bunların soygunları bitti. Bu para toplama hırsı onları İslâm dininden rahatça çıkardı.
Bu da yetmiyormuş gibi imanlı talebeleri yavaş yavaş küfre meylettirdiler. Papazlarla anlaştılar, papazları resmen hazret olarak kabul ettiler. “Küfrü hoş görün!” diye milyonlarca müslümanı küfre kaydırdılar. Nitekim papaya yazdığı mektup ve muhtevası gazetelerde neşredildi.
Alenen Hazret-i Allah’a karşi geldi ve küfrü hoş gördü, hoşgörüyü ilân etti ve bütün müslümanlari kâfir olmaya dâvet etti.
Ona tâbi olanlar ona uydular, papazlarini hazret olarak kabul ettiler ve onlara tâbi oldular, hepsi birden küfre kaydilar.
Böylece kendilerine tâbi olanlari, o masum yavrularin hepsini küfrün kucagina attilar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
Bunların vasıfları daha önce “Nurcu” iken, bu hallerinden ötürü “Nurcu” isimlerini “Narcı” olarak vasıflandırdık. Bu ismi onlara biz verdik ve artık “Narcı” olarak tanınıyorlar. Nurculuk Said-i Nursî Hazretlerinde ve onun yolunda olanlarda kaldı.
Çünkü bunlar papazlarını hazret kabul ettikleri için, bunlara nurcu demek, İslâm’a büyük bir zillet getirir.
Allah-u Teâlâ mümine izzet, kâfire ise zillet vermiştir. Bu zillete düşenlere izzet vermek, Islâm’ın izzetini yok etmek demektir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” buyuruyor. (Mâide: 51)
Küfrü hoş görmeyi, her yerde küfrün soluklanmasini ilân edince, hepsi de kabul ettiler. Onu ilâh olarak kabul edenler böylece küfre kaymiş oldu ve küfür içinde donup kaldilar.
Üçüncü bir sapıtıcı imam:
Süleymancılar kendi dinlerini kurunca: “Bizim dinimize göre fâiz helâldir.” diyerek fâizin helâl olduğunu ilân ettiler. Bu inkârlarını alevlendirerek bütün Türkiye’ye ve dünyaya duyurdular, halkı fâize bulaştırdılar.
Hazret-i Allah’a ve Resul’üne harp ilân etmekle, din-i İslâm’dan çıkmakla kalmadılar, Hazret-i Allah’ı ve Kitabullah’ı şikâyete kalktılar.
İlk fâizin helâl olduğunu söylediler. Para, öşür ne varsa topladılar, böylece ilk çığırı açmış oldular.
Oysa fâizin azı da çoğu da İslâm dinine göre şiddetle haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadir:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 278-279)
Âyet-i kerime’lerinde haber verildiği üzere, doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân ettiler, böylece ebedî hayatlarını kaybettiler.
Âyet-i kerime’de geçen “Harp” ifadesi, başka hiçbir tahrim Âyet-i kerime’sinde görülmez.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadir:
“Fâiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. Bunlarin en hafifi, kişinin anasi ile zinâ etmesi gibidir.” (İbn-i Mâce: 2274)
Dinleri Süleymancılık, imanları para, has huyları gasp, meslekleri de dilencilik olan Süleymancılar; ellerinden gelen her türlü gasbı yaparlardı, yurtlarına aldıkları çocukları her tarafta dilendirirlerdi.
Dolayısıyla hem paralarını, hem imanlarını aldılar. İşte bunu da deccal yapamaz.
Ve hepsini birden cehenneme attılar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık.” buyuruyor. (Kasas: 41)
İşte o imamlar bunlardır.
Dördüncü bir sapıtıcı imam:
Küfür diyarında İslâm halifeliğini ilân eden nankör ve sahtekâr Kaplan ve oğlu evvelâ Almanya’nın kuklası idiler, sonra şeytanın maskarası oldular.
Diğerleri gibi bunlar da para topluyorlardı ve halkı yoluyorlardı. Böylece Kaplancılık dinini yaymaya çalışıyorlardı.
Bunların hepsi hakkında kitaplar yazıldığı gibi; bu dinine ve vatanına ihanet eden nankörün hakkında da kitap yazıldı.
Âhir zaman ulemasına gelince; bunlar da sûret-i haktan göründüler. Her biri din-i İslâm’ı ifsat etmek için, tahrip ve tahrif etmek için gerek televizyonlarda gerekse gazeteler vasıtasıyla bütün güçleri ile çalıştılar.
Bu sapıtıcı imamların kimisi imamlığını ilân etti, Allahlık dâvâsında bulunanlar da oldu.
Bunların içlerinden Yaşar Nuri Öztürk, Edip Yüksel, İskender Evrenesoğlu, Nazmi Sakallıoğlu, Refet Kayserilioğlu hakkında da “Âhir Zaman Âlimleri” adı ile bir kitap yazıldı. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle hepsine bir bir cevap verildi.
Bunların içinde kimisi “İmam benim” dedi, kimisi sahte İsa, kimisi sahte Mehdi kesildi, kimisi “Ben Dabbet’ül arz’ım” dedi, Yaşar Nuri gibi kimileri çok şiddetli ifsatçi.
Bu gibilerin fesatlarini, sahte, yalanci olduklarini ve küfre kaydiklarini ortaya koymak için her mevzuda Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah ve ispat ettik.
Ve hiçbir fert Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le cevap veremedikleri için, onlara isnat edilen küfrü ister istemez kabullendiler.
Bu suretle İslâm dinini ortadan kaldırmaya çalışan bu dokuz muhalif fırka ortalığı kararttıkça kararttılar, müslümanları kararsız hale getirdiler.
Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal’den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imansız imamlar bu halkı kandırmaya çalışıyorlar. Acaba Cenâb-ı Hakk’ı da kandırmaya çalışacaklar mı?
Oysa Cenâb-ı Hakk Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruyor:
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:
‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki, aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.’” (Tirmizî)
Buna da âmil olan, İslâm maskesi altında Din-i mübin’e yaptıkları büyük tahribattır.
Fakat bu nur-i ilâhî çıkınca zulümâtı deldi. Nur yayıldı, hem de dünyanın birçok yerlerine.
Bunların içyüzleri meydana çıktı, küfürleri meydanda kaldı. Ne cevap verebildiler, ne de tevbe ettiler, şaşırıp kaldılar.
İstanbul’dan ciltçi bir kardeşimiz soruyor.
“Siz niçin bu kitapları bu kadar ucuz veriyorsunuz? Zira biz bir kitabı iki milyona ciltliyoruz. Siz ise en güzel kâğıttan, en güzel baskı ile, cildi ile iki milyona veriyorsunuz. Bizi burada hayrete düşürüyorsunuz?”
Mecmuayı ise maliyetine veriyoruz. Bunun sebebi ve içyüzü şudur:
Allah ehli Allah için çalışır. Nûr-i Muhammedî’nin yayılması, müslümanların Allah ve Resul’ünde birleşmesi için çalişir.
Dinimizi ve vatanimizi bölmek isteyen bölücü kâfirleri kahretmek için mücadele ve mücahede eder.
Zira açiktan açiga dinimize ve vatanimiza düşman kesildiler.
Binaenaleyh, Allah ehli Allah için çalişir. Âlim nefsi için çalişir. Yazar da cebi için çalişir.

Onlar ücretlerini daha dünyada iken aldilar. Ahiret kazancini geriye attilar. Esas budur.

Yaşanan Bunca Hadiseler, Olacak Nice Büyük Hadiselerin Habercisidir



Yaşanan Bunca Hadiseler, Olacak Nice Büyük Hadiselerin Habercisidir

Hâtem-i veli’den sonra gelecek ikinci bir veli yok. Ancak Hazret-i Mehdi gelecek. Veli gelse de kendi çapında. Yani resulden sonra gelen nebiler gibi olacak. Fakat irşâda mezun değildir. Bundan sonra kimseden bir şey beklemeyin. Bu kitaplara tutunun. Çünkü bu mühürdür. Hâtem-i nebi’den sonra bir peygamber çıksa inanılır mı? Çıkar, fakat sahteler çıkar. Onlar yalancıdırlar.
Bu meyanda ortalık çok bozulacak, daha da karışacak. Çok büyük sıkıntılar olacak. Harp sıkıntıları, geçim sıkıntıları, telâşlar başgösterecek.
Dikkat ederseniz hadiseler başladı. Bu zelzeleler, yere batmalar, kılık değiştirmeler şimdiden başladı. Dünyanın birçok yerleri sallanıyor. Artık bu dalga böyle gidiyor. Bu zelzele hadisenin başıdır, sonu değil.
Öteden beri şunu duyardık: “Âhir son zamanda bina ile zinâ çok olacak.”
Binaya ne kadar önem verildi, amma o binanın içinde hep zinâ. Hiç nikâh yok. Bugün nikâh bilinmiyor, yapılmıyor, mehir zaten bilinmiyor.
Amma görülüyor ki bina da gitti, zinâ da gitti, hepsi gitti. Dün yıkanmayı kibrine yediremeyen, bugün yıkanmadan gömülüyor. Dün saraylara sığmayan bugün barakalarda sığınmaya çalışıyor. Ne ibretler var!
Onun için gün bugün ve bugünün de sonundayız. Dünyanın ömrü pek uzun değil. Fakat insanlar devrenin ucuna geldiğinin farkında değiller. Dünya ile meşgul olacak, dünyaya meyledecek zaman değil.
Ancak ihtiyacını, maişetini temin et, ebedî hayatını kazanmak için gayret et!
Zira bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardir:
“Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan ihtiyacından fazlasını alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur.” (C. Sağir)
Haram ve nâmeşru kazançlara gelince:
“Dünya bir cîfedir, onun taliplisi köpeklerdir.”
Yani kelp olarak âhirete çıkacak. Ne oldu? Kazandı! Neyi kazandı? Ateşi kazandı!
Hâtemlikle ıslahat başladı. Birinci ıslahat nurla, hatemlikle olacak. Mehdi Hazretleri kılıçla ıslahat yapacağı gibi, İsa Aleyhisselâm da müslümanlarla hıristiyanlar arasında hakemlik yapacak ve Deccal’i öldürecek.
Bu üç vazife merdiven gibidir.
Bu nur çığır açıyor, karanlıkları deliyor. Bu çığır Mehdi Hazretlerinin zamanına kadar gidecek. Nur da yayılacak, türemeler de türeyecek. Bunlar daima birbirine karşı olacaklar.
Mehdi Hazretleri zuhur ettiği zaman, ona en çok buğz eden ve karşı gelen, imansız imamlarla türemeleri olacak. İmanları yok çünkü. İmamları var, imanları yok.
İşte Mehdi Hazretleri o zamanki fukaha ile, o zamanki imansız imamlarla çarpışacak.
Bizim bu bölücülerle cihadımız, sanmayın ki küçük bir çarpışmadır. Bütün bölücülerle karşı karşıya gelmiş durumdayız. Nasipdar olan tenvir oluyor, nasibini alıyor. Nasibi olmayan görmüyor.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadir:

“İşte bu yol Allah’ın hidayet yoludur. Allah kullarından dilediğini bu yola eriştirir (kime dilerse ona nasip eder).” (En’am: 88)

Üç Merdiven



Üç Merdiven

Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, onunla o ifsadı kaldırır.
Hele dünyanın son zamanında; dinsizliğin, ahlâksızlıkların her türlüsünün son haddine vardığı, bilhassa Deccâl’den daha beter olan sapıtıcı imamların türeyip, din-i İslâm’ı aslından çıkarmak istedikleri bir anda, Allah-u Teâlâ yeni bir din değil de, ancak İslâm dinini kuvvetlendirmek, halkı imana dâvet etmek için bir dâvetçi gönderir.
Bu en büyük fitne zamanında ise; Allah-u Teâlâ hükümlerini ayakta tutmak için, kâfirlerin küfrünü ortaya koymak için, bu fesadı yok etmek için Hâtem-i veli’yi gönderir.
Nitekim Hakim-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
“Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştirilip seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem’ül-velâye’den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah’ın hücceti olmaya muvaffak olur.”
Dikkat edilirse “Ondan başka adaleti ayakta tutacak kimse bulunmaz.” buyuruyor.
Bu söz sadece Türkiye’yi değil dünyayı kapsıyor. Bu nur değil Türkiye’ye bütün dünyaya yayılıyor.
Bu beyanı ile Hazret-i Mehdi gelmeden evvel adâleti ayakta tutmakla, her ikisini bitiştirmiş oluyor.
Daha önce belirtildiği üzere, bu ilim bugün indi. Eğer bu devir olmasaydı, bu ilim inmezdi. Böyle bir devire mukabil Allah-u Teâlâ adâletini ayakta tutmak için bu ilmi bugün indirdi. Bu devir böyle gidiyor ve hamdolsun mücadele devam ediyor.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri çok kesin ve açık olarak beyan ediyor. “Mehdiden evvel adâlet-i ilâhîyi ayakta tutacak başka kimse olmayacak .” buyuruyor.
Hâtem-i veli’nin Türkiye’de gelmesinin ve vazifelendirilmesinin sebebi; bölücüler, türemeler hep Türkiye’de türedi.
Büyük fitne Türkiye’de koptu ve Allah-u Teâlâ bu ilmi Türkiye’ye indirdi. Sonra Hicaz tarafında çok büyük fitne kopacak, Allah-u Teâlâ o zaman da Mehdi Hazretlerini gönderecek. Bugün buraya gönderdi, o gün oraya gönderecek. Yerine göre, zamana göre tayin ediyor.
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş. Yoksa bu bölücüler İslâm dininin hiçbir esasını bırakmayacaklardı. Hak ile bâtıl tamamen birbirine karışmıştı ve bâtıl galebe etmişti. Niçin galebe etti? Onları müslüman zannıyla çoğunluk onlara kaydı. İslâm’ı bölüm bölüm böldüler ve parsellediler, dinde şirket kurdular. Her biri kendi ismiyle bir din kurdu, dini dünyaya âlet ederek halkı alabildiğine yoldular ve soydular. Hem imandan ettiler, hem de maddelerini aldılar. “Sen çalış bana ver!” Sahte şeyhler gibi.
Fakat Allah-u Teâlâ’nın izniyle “Bu küfürdür, bunlar kâfirdir.” deyince küfürleri meydanda kaldı. Nur galip geldi, küfrün üzerini ezdi geçti.
Bu sapıtıcı imamların ve türemelerinin örümcek ağı gibi örmek istedikleri tuzakları bu cihadla bertaraf edildi.
Musa Aleyhisselâm’ın asasının sihirbazların sihirlerini yuttuğu gibi, hakikat da ortaya çıkınca sahtelerin hepsini yuttu gitti. Ancak donan dondu, imanını kurtaramadı.
Bu nurun girdiği yerde zulümât çökmeye, yok olmaya mahkumdur.

Allah-u Teâlâ dilerse nurunu yayacak, bu nur bu zulümâtı delecek, bunlara bu sahayı bırakmayacak. Buna emin olun.

Bediüzzaman Said Nursî -kuddise sırruh



Bediüzzaman Said Nursî -kuddise sırruh

Her bir velinin bu hususta beyanları var ise de, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri “Emirdağ Lahikası” isimli eserinde Mehdi Aleyhisselâm’ın vazifesinden bahsederken, Mehdi Aleyhisselâm’dan evvel gelecek bu zâttan haber vermiş; bu ilmin, bu kitaplarin Mehdi Aleyhisselâm’a hazır bir program olarak hazırlandığını işaret ve ifade ederek şöyle buyurmuşlardır:
“Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imani kurtarmaktir.
Ehl-i imani dalâletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi birakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiginden, Hazret-i Mehdi’nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade etmez. Çünki hilafet-i Muhammediye (Aleyhisselâm) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir tâife bir cihette görecek. O zât, o tâifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.
Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şâkirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.” (Emirdağ Lâhikası, sh: 259)

Bu hususta daha birçok Evliyâullah Hazerâtı’nın beyanları mevcuttur.

İsmâil Hakkı Bursevî -kuddise sırruh



İsmâil Hakkı Bursevî -kuddise sırruh

İsmâil Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri “Kenz-i Mahfi” adlı eserinin “10. Bahis”inde Hâtem-i veli’nin ilmi hususunda mühim ifşaatlarda bulunmuş; bu zâtin diger velilerden üstün oluşuna delil olarak neşredecegi kitaplari göstermiştir.
Müellif, eserinin 123. ve 162. sayfalarinda, kendisinden ikiyüz sene sonra dünyaya gelecek olan zâttan ve eserlerinden şöyle bahsetmiştir:
“Vâris-i nebi olanlar arasında, kendilerine ilim nasib edilen, bir de bu ilim üzerine eser yazabilen, elbette ki yazamayandan daha kuvvetlidir.”
“Hatem’ül-velî ise -kuddise sırruh-, bütün velîlerden üstündür. Çünkü, en kâmil varis odur. Buna delil ise, tasnif ettiği eserlerinin pek çok olacağıdır. Nasıl ki bu, ehline gizli değildir.”

“Her asırda mevcud olan insan-ı kâmil, Peygamber makamına oturmuştur ve hatem-i velâyetin üflediği nefesidir.”

Abdülgâni Nablusî -kuddise sırruh



Abdülgâni Nablusî -kuddise sırruh

Abdülgâni Nablusî -kuddise sirruh- Hazretleri “Cevâhirü’n-Nusûs” adlı eserinde, velâyet ilimlerinin alındığı asıl kaynak olan Hâtem-i velâyet kandili ile ilgili olarak şu malûmatı vermiştir:
“Kıyâmet gününe kadar her devirdeki veliler bu ilmi ancak Hâtem-i velî’nin, o zamandaki velâyet kandilinin nûrundan görebilirler.” (Cevâhirü’n-Nusûs, sh: 36)
Hazret eserinde: “Âdem su ile toprak arasında iken ben Peygamber idim.” Hadis-i şerif’inin tefsir ve izâhını yaparken, mevzunun bir noktasında, Hâtem-i velâyet mevzusu ile ilgili en gizli sırlardan birisine temas ederek şöyle buyurmuştur:

“Bahsettiğimiz türlerden üçüncüsü olan Hâtemü’l-evliya da velî iken, Âdem henüz su ile toprak arasında idi. Çünkü o, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in kademi üzerindedir.”(Cevâhirü’n-Nusûs, sh: 38)

İmâm-I Rabbânî -kuddise sırruh



İmâm-I Rabbânî -kuddise sırruh

İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Mektûbat” adlı eserinin “260. Mektub”unda Hâtem-i veli’den bahsederken şöyle buyurmuştur:
“Kutb-u irşad, ferdî kemâlâtı dahi üzerinde topladığı için pek değerli bir şahıstır.”
Allah-u Teâlâ o zamanda böyle bir kimseyi gönderecek ve kendisinde tecelli edecek.
“Nice uzun asırlardan ve çok uzun zamanlar geçtikten sonra böyle bir cevher dünyaya gelir.”
Görülüyor ki İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri çok ileriyi görmüş ve çok ileriyi tarif etmiş. Kendisinin “İkinci Bin Yılının Müceddidi” olmadığını, çok uzun asırlardan sonra geleceğini beyan ediyor. Nitekim dört asır sonra geldi.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Mektubat” adlı eserinin “261. Mektub”unda bu ilmin Allah-u Teâlâ tarafından geldiğini ve bu devrin Asr-ı saâdet’e benzeyeceğini, diğer Evliyâullah hazerâtının bu ilmi açıklamadığını, gizli ve kapalı kısımların açılacağını ve izahının yapılacağını, fakat birçok kimsenin anlamayacağını beyan etmişlerdir.
Buyururlar ki:
“Bu öyle bir kemâlât, öyle bir üstünlüktür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bin sene sonra meydana çıkmıştır. Öyle bir sondur ki, baş tarafa benzemektedir.”
Ve şu Hadis-i şerif’i delil olarak getirmişlerdir:
“Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez.” (Tirmizi)

Evvelkilerden murad Asr-ı saâdettir. Sonrakiler ise ikinci bin seneden sonra gelen ve Hâtem-i veli ile başlayan cihad devresidir.

Mevlânâ -kuddise sırruh-:


Mevlânâ -kuddise sırruh

Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri de Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin buyurduğu “Bayraklılar”ı tarif ediyor ve tâbi olup iman etmeye teşvik ediyor.
“Açtılar kenz-i füyûzu olunuz hil’at-pûş
Mustafa geldi yine cümleniz iman ediniz.”
“Mustafa: ‘Ne mutlu benim yüzümü görene, ne mutlu yüzümü göreni görene.’ dedi.
Bir mumdan yakılan mumu gören, gerçekten de asıl mumu görmüştür. Böylece o mumun ışığı, yüz muma nakledilse, o mumdan yüzlerce mum yakılsa, sonuncusunu gören bile asıl ilk mumu görmüş sayılır.
Işığı istersen son mumdan al; istersen can mumundan, hiç bir fark yoktur.
İstersen son mumun ışığını gör, istersen geçmişlerin mumunu gör.” (Mesnevi: c. 1 sh. 380)

O nurun nurudur. İster ilk mumdan al, ister son mumdan al. Çünkü ilk de O’nun nuru, son da O’nun nuru.

Şeyh’ül-Ekber Muhyiddîn-i İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh-:



Şeyh’ül-Ekber Muhyiddîn-i İbn’ül-Arabî-kuddise sırruh

Fusûsu’l-Hikem isimli eserinde Hatem-i veli’nin ilmi hususunda şöyle buyurmaktadir:
“Bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir.
Bu ilmi, Nebî ve Resûl’lerden görebilenler ancak Hâtem-i nübüvvet olan Muhammed Aleyhisselâm’ın mişkâtından (kandilinden) görürler. Velilerden görebilenler de ancak onun mirasçısı olan hâtem-i veli’nin mişkâtindan görürler, hatta peygamberler, o ilmi ne zaman müşahede etseler ancak Hâtem-i velâyet kandilinin işigiyla görürler. Çünkü Resullük ve Nebilik keyfiyeti sona ermiştir. Velilik ise aslâ nihayete ermez.” (Fusûsu’l-Hikem, sh: 43-44, çeviren N. Gençosman)
Hâtem-ül Enbiya ve Hâtem-ül Evliya mevzusunun en gizli sırlarından birisi, Muhyiddin-i İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretlerinin; velilerin sonuncusu olan Hâtem-ül evliya’nın da Âdem Aleyhisselâm’ın su ile toprak arasında iken veli olduğu hakkındaki beyanlarıdır.
Şöyle buyuruyorlar:
“...Keza velilerin sonuncusu Hâtem-i evliya da Âdem su ile toprak arasında iken veli idi.
Diğer veliler, ancak ilâhî ahlâk cümlesinden olan velilik şartlarını kazandıktan, Allah’ın Veli ve Hamid isimlerinin feyzine mazhar olduktan sonra veli oldular.
Şu hale göre sonuncu Peygamber’in veliliği yönünden sonuncu veliye nisbeti Resul ve Nebilerin ona nisbeti gibidir. Bu itibarla Resullerin sonuncusu hem Veli, hem Nebi, hem de Resul’dür. Hâtem-i evliya ise irfanı aslından alan Vâris’tir. Mertebeleri müşahede eder.

Ve o, şefaat kapisinin fethinde Âdem oglunun seyyidi ve cemâatin mukaddemi olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in hasenâtindan bir hasenedir.” (Fusûsu’l-Hikem. Çeviren: N. Gençosman. Sh: 46)

Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh-:



Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh-:

Hâtem-i veli’nin gelişini ve cihadini Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh- Hazretleri “Feth’ur-Rabbânî” adlı eserinin “60. Meclis”inde beyan buyuruyorlar:
“Kim ki bu hale ererse, artık Aziz ve Celil olan Allah’ın kapısından onu hiçbir engel alıkoyamaz. Bayrağı indirilemez.”
Bu ifşaatinda üç nokta var.
O, Hakk tarafindan gönderilmiştir, Hakk onu destekliyor. Onun içindir ki onu hiç kimse maglup edemez.
Ona öyle bir bayrak verilmiştir ki, o bayrak nübüvvet bayragidir. Onu o taşiyor.
Hadis-i şerif’te Hazret-i Mehdi’den evvel siyah bayraklıların çıkacağı beyan buyuruluyor. Siyah bayrak Resulullah Efendimize âittir, o bayrağı o taşıyor.
“Askeri mağlup edilemez. Hakk’ı haykıran sesi susturulamaz.”
Allah-u Teâlâ onu desteklediği gibi, askerini de ordusunu da destekliyor.
Bu husus şu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer:
“Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter.” (Enfâl: 64)
“Tevhid kılıcı için bir hudud çizilemez.”
Allah-u Teâlâ öyle geniş, öyle hudutsuz bir irşad ihsan buyuracak ki, kilicini her tarafa sallayacak.
Lütfu ile onu öyle hallendirmiş ki, kendi lütuf tecelliyatindan başka içindekileri hep atmiş.
“İhlâs adımları yürümekle yorulmaz.”
O, O’nun tecelliyatı ile yürüyor. Allah-u Teâlâ onda rızâ-i ilâhî’den gayrı ne gaye, ne maksat, ne menfaat, hiçbir şey bırakmamış.
“Hiçbir iş ona güç gelmez.”
Allah-u Teâlâ ona öyle bir azim ve irade vermiş ki, Allah-u Teâlâ onu destekledigi için, o azamet ile her güç iş kolay geliyor.
“Hiçbir kapı, önünde kapalı durmaz, açılınca da kapanmaz.”
Nitekim bu ilmin dünyanın her tarafına yayılışının sebebi ve sırrı budur.
“Bütün kapalı kapıların kanatları uçuşur, bütün yönler açılır.”
İlâhî bir lütuf bu, başka bir şey değil.
“O, Hakk Teâlâ’nın huzuruna varıncaya kadar, hiç kimse onu durdurmaya güç yetiremez.”
“Rabbinin huzuruna vardığı an, O da ona lütfeder, ikramlarda bulunur. Onu kendi hücresinde uyutur. Lütuf ve fazlından yedirir, ülfet bâdesinden içirir. Bunları bulduktan sonra, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırına gelmeyen hârikulâdelikleri görür.”
“Hakk Teâlâ’nın fazlını, keremini bulduktan sonra, o büyük insan halk arasına yine katılır.”
“Sebebi; onlara hidayet yolunu göstermesi ve mülk sahibi kılmasıdır. Çünkü o kul, sonsuz mânevî bir mülke sahiptir.”
“Ulaşmiş oldugu mertebelerin bereketiyle diger insanlara feyz saçar, rehberlik ve hidayet öncülügü eder.
O öyle bir kuldur ki, Hakk’a vâsıl olmuş, O’nu görmüş ve mâsiva denen Hakk’ın zâtından gayrı şeyleri bilmiştir.”
“Artık işi halkla uğraşmaktır. Yerine göre halkın tepesine bir tokmak olur. Hak olanla bâtıl olanı birbirinden ayırt eder.”
Bu ilâhi bir lütuftur. “Bu haktır, bu bâtıldır.” diye rahat ayırt eder.
“Onları Aziz ve Celil olan Allah’ın katına götürmek için bir elçi, bir kılavuz olur.”
“Bu zâta melekût âleminde Azîm yani büyük kişi ismi verilir.”
“Bütün halk onun kalbinin ayakları altında durur ve onun gölgesinde gölgelenir.”

“Bu halleri işitip heyecana kapilma.” (60. Meclis)

Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh-:



Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh-:

Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Allah-u Teâlâ’nın, âhir zaman müceddidi Hâtemü’l-evliyâ’yı göndermedikçe, onunla hüccet ve delillerini yeniden ayağa kaldırmadıkça kıyâmeti koparmayacağını on asır öncesinden müşâhade ederek şöyle buyurmuştur:
“Allah Hâtemü’l-evliyâ’yı getirmedikçe dünyâ yıkılmaz. O ilâhî hücceti (âyet ve delilleri) ayakta tutar. O’nun makâmı Melik’in mülkünde, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in makâmına en yakın makamdır. O’nun payı ise ferdiyyet yani tekliktir.” (Hatmü’l-evliyâ, sh. 441)
Kendisinden bin küsur sene sonra gelecek olan ve hakkında müstakil bir eser yazdığı zâttan şu şekilde bahsetmiştir:
“Peygamber Aleyhisselâm, doğruluk ayağını bütün peygamberlerden ileriye atmıştır. O, bütün peygamberlerin hâtemidir...”
“... Dünyanın zeval vakti gelince Allah bir veli gönderir. Bu veliyi seçmiş, kendine yaklaştırmıştır. Evliyâya verdiğini buna vermiş, buna hâtem’ül-velâye de denmiştir.
Bu, kiyamet gününe kadar Allah’ın, diğer velilere hücceti olur. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in nübüvvet sıdkı bulunduğu gibi, bunun velâyet sıdkı vardır. Ona şeytan musallat olamaz, nefis onu velâyetten alıp zevkine düşüremez.”
“Bu Hâtem’ül-evliyâ, bütün velilerin seyyididir. Nasıl ki Muhammed Aleyhisselâm peygamberlerin seyyidi ise o da evliyânın seyyididir.” (Hatm’ül-evliya, sh: 342-346)
Her peygamber yerinden sürülmüştür. Hakîm-i Tirmizi -kuddise sirruh- Hazretleri de “Hatm’ül-evliyâ” isimli kitabını yazması, Allah-u Teâlâ’nın Hâtem-i veli hakkında ona ihsan ettiği bilgileri açığa vurması sebebiyle memleketinden sürülmüştür.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
“Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem’ül-velâye’den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah’ın hücceti olmaya muvaffak olur.
İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlâ’nın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemü’n-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur.”
Dikkat edilirse “Ondan başka adaleti ayakta tutacak kimse bulunmaz.” buyuruyor.

Ona haber verdiği gibi birçok veliye de haber verilmiş, onlar da bu zâttan bahsetmişlerdir.

İkinci Bin Senenin İçinde, İslâm Dininin Üç Yapıcısı:



İkinci Bin Senenin İçinde,  İslâm Dininin Üç Yapıcısı:


Hazret-i Allah’ın sevdiği, seçtiği ve hususiyetle ikinci bin yılda, ahir zamanda göndereceği bu üç yapıcı zevât-ı kirâm, bu fitne ve zulümâtı kaldırmak için çalışacaklar ve birbirlerini tamamlayıp, Allah-u Teâlâ’nın izniyle ve inayetiyle muzaffer olacaklardır.

Bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in haber verdiği Hadis-i şerif’ler ile bilinir. Evliyaullah Hazerâtının izahlarıyla anlaşılır.

Hâtem’ül Veli:

Hâtem-i Evliya; ahir son zamanda gelecek velilerin sonuncusu demektir.
Naim bin Hammad’ın Ka’b -radiyallahu anh-dan rivayet ettiği Hadis-i şerif’te Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardir:
“Mehdi’nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi’nden ayağı sakat bir adamın bulunduğu bayraklıların çıkmasıdır.” (İmâm-ı Suyûtî, Kitab’ü-l Arf’il Verdi Fi Ahbâr’il Mehdi)
Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz Hâtem-i velinin beş işaretini beyan buyuruyorlar, bu işaretler ile anlaşilir, zira hatem meselesi gizlidir. Resulullah Aleyhisselâm biliyordu, varisi olan evliyaullah’a da bildirdiler.
Sevban -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Sizin hazinenizin yanında, hepsi de bir halifenin oğulları olan üç kişi öldürülür ve bu hazine hiçbirisine nasip olmaz.
Sonra Doğu tarafından siyah bayraklılar çıkarak hiçbir kavmin yapmadığı bir şekilde savaş yaparlar ve ardından Allah’ın halifesi Mehdi gelir.
Siz onun ismini işittiğinizde kar üzerinde sürünerek de olsa ona gelin ve ona biat ediniz. Çünkü o, Allah’ın halifesi Mehdi’dir.” (Hâkim)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz üçüncü olarak Abdullah bin el-Hâris bin Cez’iz-Zübeydi -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardir:
“Doğudan bir takım insanlar çıkacak ve Mehdi için zemin hazırlayacak.”
Ravi der ki: “O, Mehdi’nin hakimiyetini kastediyor.” (İbn-i Mâce: 4088)


Hazret-i Mehdi:

Mehdi; kelime olarak hidayet kökünden gelir. Allah-u Teâlâ’nın hidayetine ermiş mânâsını taşır. “Allah-u Teâlâ’nın izniyle hidayete erdirecek.” mânâsını da ifade eder.
Allah-u Teâlâ kıyametin kopmasına çok az bir zaman kala Hazret-i Mehdi’yi ümmet-i Muhammed’in başina gönderecek, bu zât-i muhterem dogrudan dogruya Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin vekâletini taşiyacak, onun vazifesini yapacak, garip duruma düşen Islâm’ı gariplikten kurtarmaya çalışacak. Çünkü bunun için gönderilecek. Allah-u Teâlâ onu muzaffer edecektir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde Mehdi Hazretlerini haber veriyorlar:
“Kıyametin kopmasına bir gün bile kalsa, Allah-u Teâlâ o günü uzatarak benim soyumdan bir kişi gönderecektir. Adı adımın, babasının adı babamın adının aynısı olacak, zulüm ve zorbalık altında inleyen yeryüzünü huzur ve adaletle dolduracaktır.” (Ebu Davud, Tirmizî)

“O zât insanlar içerisinde Peygamber’in -sallallahu aleyhi ve sellem- sünneti ile amel eder. İslâm yeryüzüne tam mânâsı ile yerleşir. Yeryüzünde yedi sene kalır, sonra vefat eder ve müslümanlar onun üzerine namaz kılarlar.” (Ebû Dâvud. 4286)

İsa Aleyhisselâm:

İsa Aleyhisselâm’ın geleceğini bize Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz 1400 sene evvel haber veriyorlar:
Deccalin fitnesi ile müslümanların iyice bunaldığı bir sırada yeryüzüne inecek ve icraatlarını gerçekleştirecektir.
İsa Aleyhisselâm’ın halen sağ olduğuna, âhir zamanda mutlaka yeryüzüne inerek Muhammed Aleyhisselâm’ın şeriatı ile hükmedeceğine ve Allah yolunda mücadele, mücahede edeceğine inanmak farzdır.
Bu husus tevatür derecesine ulaşmış; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabit olmuştur.
Ümmet-i Muhammed’in her asırdaki âlimlerinin ileri gelenleri, İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir zamanda ineceği hakkında icmâ etmişler, muhalefette bulunmamışlardır. Ancak bir takım filozoflar inkâra kalkışmışlardır.
İsa Aleyhisselâm’ı çok sevmeli ve gelmesini de beklemeliyiz, ancak henüz daha gelmiş değil. Bu yüzden bu çıkanların hepsi sahtedir, yalancıdır, soytarıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Şüphesiz ki o, kiyametin kopacagini gösteren bir bilgidir.” (Zuhruf: 61)
İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir zamanda ineceğine dair Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, çok sürmez Meryem oğlu İsa adil bir hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak ve mal o kadar çoğalacak ki, onu kabul eden kimse bulunmayacak.” (Buhâri, Tecrid-i sarih: 1018)
Binaenaleyh İsa Aleyhisselam inecek ve Mehdi Aleyhisselâm’ın arkasında namaz kılacaktır. Beraberce cihad edecekler, Deccal’i öldüreceklerdir.
“İsa bin Meryem’in, arkasında namaz kılacağı kişi bizdendir.” (İmam-ı Suyûtî)
Bir diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Mehdi bu ümmettendir ve Hazret-i İsa’ya imam olacaktır.” (İmam-ı Suyûtî)
Bu devir, müslümanların paramparça olduğu, bölücülerin her yeri işgal ettiği, saptırıcı imamların, âhir zaman âlimlerinin insanları hak yoldan uzaklaştırdığı ve imansızlık girdabına düşürdüğü bir devirdir. Dünya kurulalı beri böyle bir devir gelmiş değil.
Maddecilik, dünyaya aşırı muhabbet gönülleri tutuşturmuş, medya insanların zihinlerini bulandırmış, felsefe fikirlerde kararsızlık husule getirmiş ve nice insanları imandan, İslam’dan uzaklaştirmiştir.
Binaenaleyh ilk iman kurtarma cihadini Hâtem-i veli başlatacak, onun ardindan Hazret-i Mehdi, onun ardindan da Hazret-i Isa Aleyhisselâm gelecek, bu cihadi tamamlayacaklar, birbirleriyle mütemmim olacaklar. Bu noktada üçü de birbirine baglaniyor. Bu merdiven üçtür, üçü birdir.
Çünkü bu iman kurtarma cihadi bu birinci merdivenden başladi. Hâtem-i veli, Hazret-i Mehdi ve Isa Aleyhisselâm, üçü de birbiri ardindan geliyor. Birisi kalemle, birisi kiliçla, birisi islahatla vazifeli olacak. Her birinin vazifesi ayri olacak.

Evliyaullah Hazerâtı'nın Hâtem'ül Veli Hakkında İfşaatları

Bu üç zevât-ı kiram’ı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz haber vermişlerdir. Hazret-i Mehdi ve İsa Aleyhisselâm açık olarak beyan edilmiş, tarif edilmiştir.
Ve fakat Hatemiyet meselesi gizli olduğundan yalnızca, Allah-u Teâlâ’nın sevdiği seçtiği birçok veli kulları Hatem-i veli’nin ahir son zamanda gönderileceğini Allah-u Teâlâ kendilerine bildirdiği için biliyorlardı.
İnsana hakikatı bildirecek olan, her şeyden kemâliyle haberdar olan Zât-ı kibriyâ’dır.
Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde:
“Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez.” buyurmaktadır. (Fâtır: 14)
Her bir velinin ayrı ifşaatı var. Birine verdiğini diğerine vermemiş, birine gösterdiğini diğerine göstermemiş. İki beyan birbirini tutmuyor. Her birisi bir noktaya temas etmiş.

Onu Levh-i mahfuz’da görmüş, Ümmül-kitab’ı okumuş, tâ asırlar sonra geleceğini bilmiş ve yazmı

“Sapıtıcı İmamlar”:



“Sapıtıcı İmamlar”:

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardir:
“Ahir zamanda ümmetimden bazı insanlar çıkacak. Sizlere ne sizin ve ne de atalarınızın duymadığı şeyler anlatacaklar. Onlardan uzak durun.” (C. Sağîr: 4780)
Küfür ortalığı öyle istilâ edecek ki, imanın yerine küfrü yerleştirmeye çalışacaklar, söylediklerini tatbik ettirmeye gayret edecekler. Onların isteklerini tatbik edenler onların yolundadır.
Ve onlar o kadar çoğalacaklar ki, bölük bölük, alay alay insanlar küfre kayacaklar. Buna sebep de sapıtıcı imamlarla zâlim âmirler olacak.
Dünyaya aşırı muhabbetten ötürü dünyaya kayacaklar. Bunların hepsi de cehennemdedir. İmandan yoksun oldukları için bu hale düşmüşlerdir.
Bütün sapıtıcı imamlar, ilâhî emirleri arkaya attılar. Sûret-i haktan göründüler, müslüman gibi göründüler. Müslümanları kendilerine celbetmek için İslâm’ın ön safında gibi hareket ettiler. Kendilerinde biraz kuvvet bulunca asliyetlerini ortaya koydular. Dikkat ederseniz sapıtıcı imamların hepsinin doğru yoldan, din-i İslâm’dan ilk sapış şekli Yâsin sûre-i şerif’inin 21. Âyet-i kerime’si oldu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Buyurduğu halde, evvelâ halkı İslâm namına soymaya, yolmaya başladılar. Dini bıraktılar, dünyaya daldılar, yani dünyayı dine tercih ettiler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki bunlar dinlerini dünyalığa alet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:
‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki, aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.” (Tirmizi)
O zamanın kurtları koyun postuna bürünerek halkın karşısına çıkarlar.
Hep yalan söylerler, hiç utanmazlar.
Dini ve devleti tahrip etmek için ihaneti apaşikâr yaparlar.

İyileri yok etmek, kötüleri ve kötülüğü ortaya koymak, düzeni bozmak için tahripleri çoktur.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...