26 Haziran 2018

Türkiye Merkez Bankasının Kuruluşunda Rockefeller’in hisse payı var!


Türkiye Merkez Bankasının Kuruluşunda Rockefeller’in hisse payı var!



İki hafta önce Skyturk TV’de ilginç bir program yaptım. 
Konuğum uluslar arası finans danışmanı Mete Akıncı’ydı. 
Akıncı programda birbirinden ilginç o kadar çok bilgi verdi ki izleyiciler gibi bende şoka girdim. Yayın sırasında mail box’ım çöktü, reji gelen telefonlardan kilitlendi. Program bir kez daha yayınlandı. Akıncı’ya göre Suriye’den sonraki durak Yemen olacaktı. Ama asıl sırada Arabistan vardı. Çünkü Fahd’ın Batı’daki bankalarda çok yüklü miktarda parası vardı ve bu para iflasın eşiğindeki Amerika’nın ağzının suyunu akıtıyordu.
Sıra ona da gelecekti. Akıncı “Arap Baharının” nedenlerini ise bambaşka bir açıdan değerlendiriyordu. Amerika ve Avrupa’nın derinden yaşadığı ekonomik kriz dolayısıyla isyanlar ‘çıkartılıyordu.’ Daha doğrusu ABD ve Avrupa krizden de öte resmen iflasın eşiğine gelmişlerdi. Bunun için yapılacak en iyi şey yeni hazinelere açılmaktı.
İşte Mete Akıncı tam bu noktada ‘dünyanın sahibi’ iki aileden söz etti. Rockefeller ve Rothschild’ler…
Rothschild ailesinden bir temsilcinin, geçtiğimiz yılın son aylarında Tunus’u ziyaret ettiğini ve Zeynel Abidin Bin Ali’den Tunus Merkez Bankasının % 15’ini istediğini söyledi. Bin Ali itiraz edememişti. Sir Eveleyn De Rothschild aynı talebi Mısır’ın lideri Hüsnü Mübarek’e de götürmüştü. “Merkez Bankası’nın % 15’ini bana devrediyorsun!” Mübarek itiraz edecek gibi olmuştu. Ama başına gelenleri görüyoruz. Yayının ertesi günü bu anlatılanlar bilim-kurgu bir film gibi gözümde canlanırken asıl beni sarsan Akıncı’nın bir başka iddiası oldu.
“Türkiye Merkez Bankası’nın da % 15’i İngilizlere aittir.” 
Bu yüzde on beş oranını duyunca aklıma şu soru takılıverdi. Yoksa biz de “arap baharı”nı yıllar önce mi yaşadık? O halde buyurun…1928 ve 29 daki dünya ekonomik krizi ve bize dayatılan Osmanlı’nın borç sarmalının gölgesinde kurulan Merkez Bankamızın hikayesine… Son Kuruşuna Kadar Osmanlı’nın Borçlarını Ödüyoruz…Peki Ama Niye? Sorulması gereken soru şudur. Osmanlı’nın A’dan Z’ye tüm mirasını reddederken neden borçlarını üstlendik? Şimdi düşünelim. Hem 7 düvele karşı savaş kazandınız. Hem de yıktığınız devletin tüm borçlarını üstleniyorsunuz. Üstelik Misak-ı Milli olarak ilan ettiğiniz en kıymetli topraklar olan Musul ve Kerkük’ü İngilizlere bırakıyorsunuz…
Sormadan edemiyor insan…Peki niye?
Önce Osmanlı’dan devraldığımız borç sarmalına bir göz atalım. 24 Temmuz 1923 de imzalanan Lozan anlaşmasına göre Osmanlı’nın borçları tasfiye edilmesine karar verildi. Lozan’da alınan karar, 1928 de imzalanan Paris anlaşmasıyla ödeme planına bağlandı. (Ama dikkat edin…Dünya tam da tarihin en büyük ekonomik krizinin eşiğindeyken…)
Borçtan, imparatorluğun bakiyesi 14 ülke daha sorumlu tutuldu. Arnavutluk, İtalya, Filistin , Bulgaristan, Irak, Lübnan, Yunanistan, Yugoslavya gibi Osmanlı imparatorluğundan doğmuş ülkelerde bu borçtan sorumluydular.
Aklınız karışmasın…
1912 den önceki borçların % 62 si, 1912 den sonraki borçların ise %75 i Türkiye Cumhuriyet’ine ait sayıldı. Yani borçların ¾’ünden fazlası bizim sayıldı. Kalan ¼ lük bölüm ise 14 ülke arasında pay edildi. Bu ülkelerin çoğu bu borcu ödemedi. Sadece İtalya ve birkaç Arap ülkesi paylarına düşen küçük miktardaki borcu kapattılar. Yunanistan, Arnavutluk, Yugoslavya, Arabistan, Yemen ise tek kuruş ödemediler. Biz ise son kuruşuna kadar ödedik… Peki borçların tasfiyesi nasıl yapıldı?
Osmanlı imparatorluğunun kaybedilen topraklarının, Türkiye’ye düşen toplam borçtan indirilmesi esas alındı. Yani Türkiye’nin sınırları dışında kalmış imparatorluk topraklarının “değer”i borçtan düşülecekti.
İyi de nasıl? Toprak değeri nasıl ölçülecekti? O zamanki adı Cemiyet-i Akvam olan Milletler Cemiyeti bu durumun çözümü için bir hukuk profesörü hakem belirledi.
İsviçreli bir Yahudi olan olan Eugene Borel ! Borel, sınırlarımız dışında bıraktığımız toprakların ‘emlak değer’inin baz alınması gerektiğini savunuyordu. Ama toprağın salt emlak değeriyle ele almak bizim için intihar demekti. Örneğin altında petrol kaynadığı anlaşılmış olan Musul’la, Bulgaristan’daki ıssız bir dağ köyü aynı sayılacaktı.
Türkiye’nin Osmanlı’dan devraldığı borç sarmalını ayrıntılarıyla inceleyen hesap uzmanı Hüseyin Perviz Pur bakın bu duruma nasıl itiraz ediyor. Kanımızca; Türk Maliyesi ve yetkililerin verimli, verimsizliğin borç ödemede kıstas alınmasında önceki kararlarından vazgeçerek doğrudan alınan vergi gelirine dönmesi hatalı bir davranış olmuştu. Bugün verimsiz arazi gelecekte verimli olabilir, ayrıca petrol gelirleri de arazi gelirine dahil edilebilirdi. Hata burada yapılmıştı. Osmanlı’nın işgal edilen topraklarının bedeli yer altı ve yer üstü değerleri ile borç ödemede kullanılmalı idi.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’nin Borç Prangası / Hüseyin Perviz Pur
Bu tuhaflık dönemin meclisinde de gündeme geldi. 
Denizli milletvekili Mazhar  Müfit Bey bu tuhaf takası eleştirdi.
“Maalesef ben meseleyi o kadar pembe görmüyorum. Tamamen Osmanlı imparatorluğuna ait olan ve cümlemizin malumu vechile müvellidi servet olmak üzere değil, zevk-i safaya, safahata saif edilmiş olan bu milyonlara varan borcun ne suretle ödeyeceğimize dair elimize gelen bu sözleşme ve ekleri çok ağırdır.
Acaba bize miras olarak, yüksek binaları, varidatı hayvanatı, vs. ile bir çiftlik mi kaldı? Yanmış yıkılmış,işçileri boğazlanmış, hatta toprağı zapt edilmiş, varisleri kovulmuş böyle bir vaziyet hadis olmuştu.
Biz canımızı feda edelim, kanımızı akıtalım, o yerleri karış karış alalım fazla olarak tahrip edilen bu yerler için mağlup tarafından Avrupa’nın diğer galipleri olduğu gibi “10” para bile verilmesin, sonra sen gel imparatorluğun yüzlerce milyon borcunu ver…
Bana tamirat için on para vermediniz ki benden almak istiyorsunuz. Avrupa’da böyle mi olur? Fransa borçlarını vermek için Almanya’dan tamirat parasını alayım da vereyim. Aynı teraneyi İngiltere’de Amerika’ya söylüyor. Bize gelince anlaşılıyor ki Garp(Batı) sermayedarları, sen elem içinde çalış, bütün mahsulünü ben zevk-ü sefa içinde yiyeceğim diyor. Mazhar Müfit Bey isyanında haklıydı. Kazandığımız bir savaş sonrasında bu kadar çok taviz verilir miydi? Ya da soruyu tersten soralım. Osmanlı’nın borçlarını genç cumhuriyetin omzuna kim yıktı? Ve daha da yakıcı soru…Musul’u ve Kerkük’ü bırakmamızı kimler istedi? Neyse… (Unutumadan belirteyim. Türkiye Osmanlı borçlarının son taksitini 1954 yılında kapattı. Hem de tüm faizleriyle… ) Dönelim Merkez Bankasına… Güçlü bir Maliye’nin kurulabilmesi için para politikalarının düzenlenmesi gerekiyordu. Bunun önünde de iki büyük engel vardı. Birincisi Osmanlı’dan devralınan borçlar, ikincisi bir merkez bankasının olmayışı. Birincisi halledilmişti. En azından ödeme planına bağlanmıştı. Ama merkez bankasının olmayışı ciddi sorundu. Halen devletin tüm parası ve işlemler Osmanlı Bankası üzerinden yürütülüyordu. İsmet Paşa’nın hükümet programında dile getirdiği “Devlet Bankasına ait kanun taslaklarını bu sene Büyük meclise takdim edeceğiz. Bir seneye kadar bir zaman zarfında da Cumhuriyet Bankası’nın küşadının çıkacağını ümit ediyorum.” şeklindeki sözleri Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasının kuruluşunun ilk ve en önemli sinyali oldu. 
Aslında Lozan’a göre banknot ihraç etme yetkisine sahip Osmanlı Bankasının 1924 yılında sözleşmesi sona erecekti. Ancak Osmanlı Bankasını bir devlet bankasına dönüştürme çabalarının sonuçsuz kalmasıyla sözleşmenin yeniden uzatılması gerekliliği doğdu. Hükümetin bazı isteklerini de yerine getirme karşılığında Osmanlı Bankasının sözleşmesi uzatıldı.
Bununla beraber merkez bankasının kuruluşunda öncü rolü oynamak üzere bir yarışta başlamıştı. Ziraat Bankası ve İş Bankası Merkez bankasının kuruluş sürecinde etkin rol almak üzere birbirleriyle yarış halindeydiler.
Ama bu iki milli bankamıza banknot ihraç etme yetkisi verilmedi. Yeni ve bağımsız bir banka kurulacaktı. 1928 yılında Türkiye’ye davet edilen Hollanda Merkez Bankası İdare Meclisi Üyesi Dr. G. Vissering, özerk merkez bankası için bir rapor hazırladı. Onu İtalyan Uzman Kont Volpi izledi.
Lozan Üniversitesinden Prof. Leon Morf’un desteğiyle Merkez Bankası yasa tasarısı hazırlandı. Tasarı, TBMM’de 11 Haziran 1930 tarihinde kabul edildi.
Artık bizim de bir Merkez Bankamız vardı.
Ama durun…Peki ya hisseler kime aitti? Öyle ya…Yüzde yüz türk hissedarların oluşturduğu Ziraat ve İş Bankası tercih edilmediğine göre…Bankanın hisseleri (A), (B), (C) ve (D) sınıflarına ayrıldı. A sınıfı hisseler Hazineye ait olacaktı. B sınıfı hisseler milli bankalara, C sınıfı hisseler yabancı bankalar ile imtiyazlı şirketlere, D sınıfı hisseler ise Türk ticaret kuruluşlarıyla Türk uyruklu gerçek ve tüzel kişilere ayrılmıştı.
Kuruluşunda özerkliği korumak için sadece % 15 i hazinenin elinde tutuluyordu. Kalan hisseler dağıtılmıştı.
İşte dağıtılan bu hisselerin bir kısmı da İngiliz Bankaları ve yatırımcılarınındı. Daha doğrusu İngiliz tefeci ve bankerlerin. Başka ülkelerde vardı hissedar olan. Fransız , İtalyan, vs.
Bugün ise Merkez Bankamızın % 54.73’ü hazineye ait.
Kalan 45.27 lük hisse ise milli bankalar, diğer bankalar ve şahıslara dağılmış durumda. Diğer Bankaların içerisinde yabancı bankalarda var. İngiliz ve İtalyan Bankaları ilk sırada. Şahıslar kimler diye araştırdım. Şahıs olarak en büyük hissedar Ankaralı bir Yahudi vatandaşımız çıktı. Evet işte böyle… Yine Küresel bir soygun var…Yine ona bağlı bir küresel ekonomik kriz var…Ve yine iki ailenin güdümündeki emperyalizm Ortadoğu ülkelerinin başına çöküyor. Ve yine Merkez Bankasından talep edilen oran değişmiyor. % 15! Tıpkı 1929 da yaşadığımız gibi… 
GÜRKAN HACIR / AKŞAM 
 Kim kimi kandırıyor? “Türkiye’ye Açık Davet” Bu başlık kaç gündür Hürriyet’in başlığında. Siz okuyunca ne anladınız? Ben, her normal akıllı biri gibi, anladım ki, yurtdışından bir ülke bize davet göndermiş. Bize bir çağrı yapmış. Açık bir çağrı. Açık mektup gibi. Devlete yapılmış. (Türkiye’ye) Öyle mi ? Değil! İçerden yapılan bir çağrıymış bu. Bize, bizim içimizden birileri çağrı yapıyor ve Türkiye’ye çağrı (davet) diyor. Tuhaf değil mi sizce? Millet ve devlet kavramı karışmış. Bir kere, davetin başlığı, amacı belli ediyor. Millete sesleniyorlar aslında ama milletin adını yazamadıkları için, yani bir milletimiz olmadığı için onlara göre, Türkiye’ye demişler. Yakında bu Türkiye adından da rahatsızlık başlarsa şaşırmayın. Çünkü çok bir Anadolu adının sevdalısı oldular bunlar. TRT radyolarının bilgiağı adresi “ Anadolu kuşağı diye başlıyor. Nedense, yurdumuzun Avrupa topraklarındaki bölümünü söylemeyi unutuyorlar. Oradan bağlanan bir radyo adı yok. İstanbul’da iş bitiyor. Bir de İzmir var. Bu söze yani Anadolu sözüne vurgunlar. Gelecek plânlarına uyuyor olmalı bu ad. Bir de ülkemizi bölge bölge saymayı pek bir seviyorlar. 
Ağızlarından bal damlıyor bunlar saymaya başladı mı, “Burası Diyarbakır Radyosu, Antalya Radyosu…” Mersin’den yayın yapan radyonun adı da “Çukurova Radyosu.” Adana’yı silmişler, önemi kalmamış, demek ki bu günler için Mersin önemli, bölücülerin isteklerine orası uygun olmalı. Deniz kıyısı ya. “Trabzon Radyosu” demeyi de aynı Diyarbakır derken ki coşkuyla söylüyorlar. Bir dakika içinde beş kere on kere…Niye? Eh bunu da biliverin artık… Bu iktidarın ikinci seçiminden sonra başladı bu bölgecilik, bu bölük pörçek bölge radyolarıyla sırasıyla yayın yapmak. Bunların adlarını sayıp dökmek her bir saatte, her iki saatte bir. 
Gelelim habere: Yukardaki habere göre yanıtlar tek tek değerlendirilecekmiş. Herkes anayasaya katkı sağlayacakmış… Birileri birini kandırıyor ama kimi? Bu anayasa değişikliğinin, ilk dört maddenin değiştirilmesi için yapıldığını Mısır’daki sağır sultan duydu da bizden duymayan mı var acaba? Sahi, daha geçen gün ben Kürdüm diyene, her hakkı, bilgi, eğitim, dil, kültür, kimlik hakkı ne varsa vereceğiz diyen kimdi acaba? İktidarın ikinci kişisi değil miydi bunları söyleyen. 
Ben Türküm demek de yanlışmış. Toplumsal barışı bozuyormuş. Atatürk’ün, “ Ne mutlu Türküm diyene!” sözü değil mi bizi millet yapan, birleştiren? Bu zihniyete göre ise tam tersi. Biz milletsiziz. Adımız yok! Yoksa barış (?) bozulurmuş… CHP’den bir ufacık uyarı bile almayan, kös kös dinlenilen, yenilen yutulan bu sözleri unuttuk mu yoksa hemen?… Ben Arabım diyeni de ayırmayacak tabii bu anlayış. Lâzım diyen, Zazayım, falanım diyen, filanım diyen, kimlik hakkını, eğitim hakkını, dil hakkını alacak bu açıklamaya göre. 
Geriye ne kalacak? Un ufak edilmiş, kırk parçaya bölünmüş veya bölünme sürecine girmiş, dış müdahaleye açık hâle getirilmiş bir ülke… Bu söylenen sözleri ilk dört maddesiyle karşılaştırın bakalım anayasamızın. Neresi uyuyor? Uymuyorsa bu sözler neden söyleniyor? Nabız mı yoklanıyor? Kıyamet kopmadığına göre işimize bakalım mı deniyor? PKK ile müzakere açıklandığında ne dedilerdi? Bakın kıyamet kopmadı. Demek ki doğru yoldayız… Bir zamanlar ülkeyi idare eden bir ufak boylu adam, Yunan’a fırsat vermiş duydunuz bunu da değil mi? Sözde orman yangınlarına misilleme yapılmışmış bunun zamanında, öyle demişmiş bu unutulan eski siyasetçi. Yunan havalarda… 

Belki para krizine çözüm bulacak böylece. Yolunacak kaz bulmuş gibi sevinçli. Ermenilerden de toprak talebinin peşinatının adı konarak bize istek gelmiş. Ağrı Dağı peşinat olabilirmiş… Bir de bazı kişiler onur ödülü almışlar Çankaya’dan. En çok, bir hat sanatçısına verilene şaşırdım. Yüzlerce sanatçı arasından hat sanatçısına. Onlarca sanatçıya verilir, aralarında biri de hat sanatçısı olabilir, o zaman, neden olmasın? Ama sanat adına tek bir ödül. O da hat sanatçısına. Cumhuriyetle birlikte önemini kaybeden eski bir sanata veriliyor bu ödül. 
Tarihin sayfalarında kalması gereken bir sanat dalına. Uygulama alanı neredeyse kalmayan bir sanat. Yazı sanatı (hüsn-i hat). Nasıl bir yazının sanatı? Arapça yazının. Arap harfleri sanatının. “Arap yazısını estetik ölçülere bağlı kalıp, güzel bir şekilde yazma sanatıdır bu. Kim ödül alıyor basından? Doğan Hızlan. İktidarın tavuğuna aman ha bir kez bile kış demeyen, Hürriyet’te ılımlı uyumlu yazılar döktüren… 

Sezai Karakoç, ünlü Diriliş’te, milletim milletim diye seslenir. Kimdir bu millet? Türk Milleti mi? Atatürk’ün Onuncu Yıl Nutkunda, “Büyük Türk Milleti” diye seslendiği milletimiz mi? Hangi millet bu? İşte kendi sözleriyle: “Yüreğim Milletimin hainden kanlıdır. Böylece bir milletin, İslâm Milletinin düştüğü acı bölünme, cehalet, maddî ve mânevî batış hali beni tarifsiz sıkıntılara düşürür ama yine Allah’ın rahmeti gelir, beni ye’se düşmekten kurtarır.” (Sezai Karakoç, Diriliş Neslinin Âmentüsü, II, s.17) “Bir gün gelecek, yine Yüce İslâm Milleti, bilinçlenecektir. Nerelerden nerelere geldiğini öğrenecek ve bu onu uyandıracaktır.” 
(Sezai Karakoç, Diriliş Neslinin Âmentüsü, II, s.17) Semavi Eyice, sanat tarihi ödülü almış. Bizantolog’muş. (Türkolog olacak değil ya) Sanat tarihçisiymiş. Hangi sanatın tarihçisi? Bizans sanatının.(Türk sanatı mı sandınızdı?) İstanbul’da Son Devir Bizans Mimarisi kitabı ile doçentliğini almış, İstanbul Üniversitesi’nde Bizans kürsüsü açmış. İstanbul tarihi, Osmanlı tarihi (Cumhuriyet tarihi uzmanı olacak değil elbette), Bizans tarihi uzmanıymış. Yine öğrendiğimize göre Belçika Krallık Akademisi ve Almanya Arkeoloji Enstitüleri üyeliği de bulunan tarihçinin ayrıca “Legion d’Honneur Nişanı” bulunmaktaymış. 
Büyük Onur Ödülleri bu kişilere neden niçin verilmiş dersiniz? Sonra biliyorsunuz Atatürk’e ve Atatürkçülüğe karşı olduklarını açıkça söyleyen kişiler Atatürk’ün kurumunun başına kondu.. İki zaman yazarı. Sonra TRT, her sabah onlarca Türk gazetesi varken devamlı bu Zaman gazetesinin başlıklarını okuyor. Bir de siz boşuna kendi çapınızda Fransa’ya yaptırım uygulamayın. Tutmaz. 
Ekonomi Bakanı demiş ki: “Herhangi bir ambargo veya ticarette kısıtlama yok. Türkiye’de Fransız yatırımları var. Başımız üstünde yerleri var, öyle de kalacak.” Şimdi anladık mı neden Kanuni’nin tarih kitaplarında bir öykü gibi okutulması gereken mektubu uluorta Fransa’ya karşı okundu? Muhteşem Süleymanı televizyon dizisinde oynayan oyuncunun da at sırtında sirk canbazı gibi gülünç mü gülünç görünen fotoğrafı yayınlandı bu haberlerle beraber. 
Gülelim mi ağlayalım mı bilemedik… 
Fransa’ya gezi turları kaldırıldı mı? Bizim milletimiz soykırım yapmadı, asıl Ermeniler Fransızların, Rusların kışkırtmasıyla milletimize bunu yaptılar, bizi arkadan vurdular, köylerde kasabalarda büyük Ermenistan ideali için topluca katliam yaptılar dendi mi? Bunun yerine alan razı veren razı örneği Cezayir olayları gösterildi. Sanki Arabın kendi dili yok! Dün, Diyarbakır’ın Bismil ilçesinde devriye gezen polis aracına saldırılmış. Bir polisimiz şehit olmuş. Biri ağır yaralı. Şehidimiz Zafer Sayıl tarih öğretmeniymiş. 
Ataması yapılmayınca polisliğe müracaat etmiş. İki çocuk babası bir genç adam. 32 yaşında. Ana Babası Malatyalı. Babası emekli işçi. Bu konuda bir şey söyleyen var mı? Caniler yakalanmış mı? Yakalandılarsa hemen mahkeme edilip gereken cezayı geciktirilmeden alacaklar mı? Hâlâ haberlerde terör örgütü yandaşları deniyor orada burada olay çıkaran, güvenlik güçlerine saldıranlara. Can alanlara, katillere yandaşlık olur mu? Buna nasıl izin veriliyor? Terör örgütünün inine girilmiş de, en büyük iniymiş de, bunları yazıyor güdümlü basın. Yumurta atan rektörler haber oluyor. Çikolatalı yumurta atmışlarmış meğerse… Gıdıklayın da gülelim halimize diyesi geliyor insanın… 
Bu gün Ankara’nın bayramıydı. Aslında bütün yurdun bayramıydı: Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Ankara’ya gelişinin yıldönümü. 27 Aralık 1919. Doksan iki yıl önce, Atatürk’ün Ankara’ya gelişiyle millî mücadelenin merkezi Ankara oldu. Bu, Ankara’nın başkent oluşunun ilk adımıdır. Askerimiz Atatürk koşusu yapar bugünü anmak için. Ankara bayraklarla süslenir, seymenler gösteriler yaparlar. Geçen yıl ilk kez bu koşu tıpkı bu yıl Cumhuriyet Bayramımızın kutlanmasının yasaklanması gibi yasaklanmıştı. Trafik zorlanıyormuş… Bu gün bu koşu (Garnizon Koşusu) yapıldı mı bilmiyorum. Çünkü bilgiağı gazetelerinde tek satır haberi yok. Bunun yerine fasa fiso haberlerle millet oyalanıyor. Sanki 27 Aralık, çok çok önemli bir gün değil! Gerçek gündemimiz yerine güdümlü uyduruk haberler yayında. Suriye düşmanlığı körükleniyor. Sınırda çatışma varmış. Yok şöyleymiş yok böyleymiş… Birileri, birilerini kandırıyor ama, kim kimi kandırıyor bilemiyorum… 

Belki siz bilirsiniz… 
Feza Tiryaki, 27 Aralık 2011 İLK KURŞUN 
Ortadoğu’yu İngiliz Bankaları Karıştırıyor ! Sabah Yazarı Süleyman Yaşar’ın yazısı: “ABD seçimleri öncesinde bankaların manipülasyonları tek tek ortaya çıkarılıyor. Önce faiz lobisi yakalandı. Barclays bankası başta olmak üzere bankaların aralarında anlaşıp, “libor”u yani Londra bankalararası borçlanma faiz oranlarını nasıl sabitledikleri ve vatandaşın cebinden nasıl haksız kazanç sağladıkları ortaya döküldü. Bunun üzerine Barclays bankasının üst yöneticileri istifa etti ve banka 453 milyon dolar ceza ödemeyi kabul etti. Ardından HSBC bankasının, İran ve Meksika’da yasadışı işlemlerden elde edilmiş paraları akladığı belgelendi. HSBC özür diledi ve 2 milyar dolar ceza ödemek için para ayırdı. Yine vergi cennetlerinde kayıt dışı 21 trilyon doların biriktiği, haksız elde edilen ve vergilendirilemeyen bu karanlık kazançların hangi yollardan gizlendiği aydınlatıldı. Bu arada Türkiye’den giden 158 milyar doların vergi cennetlerinde olduğu da açıklandı. 

SAKLANAN TİCARİ İLİŞKİLER! 
Gelelim yeni ortaya çıkan bir büyük skandala daha… Önceki gün Standard Chartered bankasının İran’ın nükleer programının finansmanı için 250 milyar dolar akladığı duyuruldu. Bankanın “işlemlerin yüzde 99’u kurallara uygundur” itirazına rağmen New York finansal hizmetler regülatörü, 2001-2010 arasında Standard Chartered’in İran’la gerçekleştirdiği 60 bin işlemi regülatörden sakladığını, kayıtları manipüle ettiğini açığa çıkardı. Peki skandal nasıl anlaşıldı? New York finansal hizmetler regülatörü, dokuz ay çalışıp otuz bin evrakı inceledi. Ve Standart Chartered’in İran Merkez Bankası ve Bank Saderat ile işbirliği yaparak, nükleer silah projesi ve diğer silah projeleri için alınan malzemenin para transferlerini yaptığını tespit etti. İşte bu yapılan işlemlerin cezalarının bankaya 5.5 milyar dolara mal olabileceği tahmin ediliyor şimdi. Ayrıca bankanın ABD’de işlem yapma lisansının iptali de söz konusu. Çünkü regülatör, bankayı “haydut kuruluş” olarak ilan ediyor. Ayrıca banka hisseleri bu olayın duyulmasının ardından dün öğle saatlerinde yüzde 23 değer kaybetti. 

İRAN’LA SAVAŞ HEDEFLENİYOR MU? 
Gelelim konunun önemine… Batılı ülkelerin hemen hepsi İran’ın nükleer programına karşı çıkıyorlar. İran’ın silah alımlarının yasaklanmasını istiyorlar. Ayrıca İsrail sürekli İran’ın nükleer tesislerini vurmaktan, İran’la savaşmaktan bahsediyor. Dolayısıyla bu gergin ortamda piyasalar geriliyor, dünya ekonomisinin büyüme hızı beklenenin altına gerilediği halde petrol fiyatları hızla yükseliyor. Petrol fiyatlarının artışının ekonomik açıdan haklı bir gerekçesi ortada yokken, petroldeki hızlı fiyat artışları hem İran’ın hem de petrol firmalarının kârlarına kâr katıyor. İşte bu oyunda en önemli rolü İngiliz bankalarının oynadığı da şimdi tek tek ortaya çıkıyor. Her ne kadar itiraz etseler de özellikle HSBC ve ardından Standart Chartered’in İran’la gizli finansman ilişkisi kurması ve bunların açığa çıkması, Ortadoğu’daki gerilimde İngiliz bankalarının önemli rol oynadığını gözler önüne seriyor.
Anlayacağınız, Türkiye ve diğer gelişmekte olan ülkelere “İran’la iş yapmayın” diyenlerin kendi bankalarının İran’la uzun süredir yoğun işbirliği içinde olduğu görüldü. Bu işbirliğinin özellikle silah ve savaşa yönelik olması düşündürücü. 
PETROL, SİLAH,VERGİ CENNETİ 
Bu savaş piyasası şöyle çalışıyor. Savaş çıkacak endişesiyle önce piyasalar geriliyor, ardından yükselen petrol fiyatlarıyla elde edilen haksız kazançlar tekrar silaha yatırılıyor. Bu kara paranın aklanması işini de işte söz konusu İngiliz bankaları yapıyor. Tabii bu paraların “haksız yüksek petrol fiyatı-silah-vergi cennetleri üçgeninde” döndüğü artık açık bir gerçek olarak gözler önüne serildi. Bu arada çok ilginçtir, Türkiye’de genel seçimlerde oyların hangi partiye verilmesi gerektiğini bile yazan, Türkiye toplumuna yön vermeye çalışan The Economist dergisi, bu konulara hiç değinmiyor. Ne yakalanan faiz lobisine, ne vergi cennetlerine, ne de Ortadoğu’da İngiliz bankalarının girdiği kirli ilişkilere hiç değinmiyor. 
BU KONULAR İŞLERİNE GELMİYOR 
Anlaşılan The Economist’in bu konular işine gelmiyor. Başkan Obama, seçim öncesinde İngiliz bankalarının kirli hesaplarını bir bir ortaya dökerken, peş peşe skandallar patlarken, The Economist’te tek kelime yok. The Economist’in bu suskunluğundan anlaşılıyor ki, 2011 genel seçimlerinde nasıl Türkiye’de Erdoğan’ın başbakan seçilmesini istemediyse şimdi de Obama’nın tekrar başkan seçilmesini istemiyor.

Türkiye Merkez Bankasının Kuruluşunda Rockefeller’in hisse payı var!

Türkiye Merkez Bankasının Kuruluşunda Rockefeller’in hisse payı var!

Bugün, hiç de “ilgim olmayan” bir konuya, evet “faiz” ve “para” meselesine girmek istiyorum... Girmek istiyorum, çünkü Başbakan Tayyip Erdoğan ile Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı arasındaki “faiz tartışması”nın kökü, hem“çok eskilere” hem de “çok derinlere” uzanıyor.
Malûm; Başbakan Tayyip Erdoğan, Merkez Bankası’nın “faiz indirimi”ne gitmemesi üzerine şöyle demişti:
“Merkez Bankası bağımsızdır ama kanaat açıklamak da bir Başbakan’ın hakkıdır. Çünkü enflasyon yükselince vatandaş hesabını Merkez Bankası’na sormaz. Faizi yükseltirken 5 puan birden yükseltiyorsun, şimdi geliyorsun yarım puan indiriyorsun. Sen dalga mı geçiyorsun?” 
Ve eklemişti:
“Faiz yüksek olunca, enflasyon da yüksek oluyor... Çünkü faiz sebeptir, enflasyon neticedir... Bakın, enflasyon düşmüyor... Niye?.. Çünkü, faiz yüksek!”
İNGİLTERE’DEKİ TOPLANTI
Başbakan “faizin düşürülmesini” isterken, Merkez Bankası, buna niye direniyor?
Takvim’den Ergün Diler önceki günkü yazısında, Erdem Başçı’nın, yaklaşık 6 ay önce İngiltere’ye gittiğini... Orada “çok özel temaslar”da bulunduğunu... Görüşmelerde ana konunun “Türkiye” olduğunu... Yemekler yenildikten, kahveler içildikten sonra, Erdem Başçı’nın İngilizlere; “Siz hiç merak etmeyin, ben faizi asla indirmem” sözünü verdiğini iddia ediyordu.
“Faizlerin indirilmemesi”nde, bu “görüşme”nin ve bu “iddia”nın rolü var mıdır, elbette bilemiyorum.
Ama benim, “Merkez Bankası” ile ilgili “çok daha derin kuşkularım” var... Ve bu kuşkularımı da, “bundan 11 yıl önce” yani 2 Haziran 2003’teki Ayna’da dile getirmiştim. Başbakan Tayyip Erdoğan, 31 Mayıs 2003’te yapılan TOBB Genel Kurulu’nda da, yine “yüksek faiz”den yakınıyor ve diyordu ki;
“Şu anda, piyasalardan sadece döviz toplamakla bu iş çözülmez... Aynı zamanda faiz oranlarını da düşürmeye mecburuz!” 
İyi de, kim düşürecek faizi?.. 
Elbette Merkez Bankası!.. 
CEBİNİZDEKİ PARAYA BAKIN!
İşte, bütün “yakınmaların adresi” olan Merkez Bankası’nı bu olay vesilesiyle merak etmiş ve o günlerde birkaç telefon görüşmesi yapmıştım...
“Uzman”ların bana söyledikleri şu olmuştu: “Madem Merkez Bankası’nı merak ediyorsun; işe, önce cebindeki kâğıt paradan başla!” 
Başladım... 
Cebimdeki irili-ufaklı bütün “banknot”ları çıkarıp, serdim masanın üzerine... 
Ve “bugüne kadar fark etmediğim”, belki sizlerin de fark etmediği bir şeyi fark ettim. 
Bütün “kâğıt para”ların üzerinde, “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası”yazıyordu!..  Dikkat edin; “Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası” değil, “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası!” 
İlk önce, bir “baskı hatası” olduğunu düşündüm!... 
Ama, hepsi de “hatalı” olamazdı ya!.. 
Gerçekten “hata” değilmiş...
Bu durum, “Merkez Bankası’nın tarihsel gelişimi” ile ilgiliymiş...
Merkez Bankası, 1930 yılında çıkan bir kanunla karma yapıda bir anonim şirketolarak kurulmuş!.. Banka kurulduğunda “devletin payı” sadece “yüzde 15” imiş ve ilk isminde “Türkiye” ibaresi de yokmuş. 
Banka kurulduğunda, hisseleri halka ilân ile satılan, “çok sayıda yerli ve yabancı ortağı olan karma yapıda bir anonim şirket” görünümündeymiş!... Bankanın adına “Cumhuriyet” kelimesi, o zamana kadar “para basma hakkı”nı elinde bulunduran Osmanlı Bankası’ndan farklı olduğunu ve “Cumhuriyet dönemi”nde kurulduğunu göstermek için konulmuş!.. 
Anlayacağınız; ilk kurulduğunda “Cumhuriyet Merkez Bankası” imiş!.. 
“Türkiye” ibaresi çok sonradan eklenmiş!
Ne var ki; “devlet payı”nın sadece “yüzde 15” olması ve “karma yapıda bir anonim şirket” özelliği taşıması dolayısıyla, bankanın adında yer alan “Cumhuriyet” kelimesine “devlete aidiyet”ini gösteren “İ” harfi ilâve edilmemiş!.. 
Sizin anlayacağınız; Merkez Bankası, “Türkiye Cumhuriyeti’ne ait” değil!.. “Türk Liraları”nı basıyor ama Türkiye Cumhuriyeti’ne ait değil!.. 
“Karma” yapıda, bir “anonim” şirket!.. 
İLK ORTAKLARI KİMDİ? 
1930 yılında “devlet payı”nın sadece “yüzde 15” olduğu Merkez Bankası’nda, “başka pay sahipleri” de varmış!.. 
Merak ettim, geri kalan “yüzde 85 pay” acaba kimlere aitti?.. 
Hepsi “yerli” miydi, yoksa “yabancılar” da var mıydı aralarında?.. 
Eğer varsa; 
Bu “yabancı”lar “hangi ülke”nin vatandaşlarıydı ve “hangi din”e mensuptular?
Uzmanlar;
“Orada kal” demişlerdi.
Kalmıştım ama sormuştum:
“Devlet payı, hâlâ aynı oranda mı?..” 
Öyle ya; hâlâ “Cumhuriyeti” değil, “Cumhuriyet” yazıyor banknotların üzerinde!
“Hayır” demişti uzmanlar; 
“Gerçi anonim şirket olma özelliği aynen devam ediyor ama, devletin payı epey yükseldi!” 
Yüzde 51’i Hazine’nin, yüzde 21’i de Ziraat Bankası’nınmış!.. 
Geri kalan “yüzde 28” kimin?.. 
Dedik ya; 
“Anonim!” 
Yani, irili-ufaklı herkesin payı var!.. 
Ve de; 
“Merkez Bankası’nın kararları”nda; az veya çok, bu “ortak”lar da söz sahibi!.. 
Dolayısıyla; 
“Yüzde 51 payı” olmasına rağmen, tek başına Hazine’nin sözü geçmiyor!.. 
Geçemiyor!.. Geçirtmiyorlar!.. 
HAZİNE’YE “KAPİK” YOK! 
Alın size bir “ilginçlik” daha... 
“1211 Sayılı Kanun”la kurulan Merkez Bankası’nın “görev”leri arasında, “ülke ve hükümet menfaatlerini gözetmek” gibi bir ifade varmış!.. 
Ama, yakın bir zamanda çıkarılmış bu madde!.. 
Ne zaman mı?.. 
Kemal Derwish, ABD’den “ithal” edildikten sonra!.. 
Hani, Meclis’te IMF’nin dayattığı “15 günde 15 yasa” görüşmeleri vardı ya, işte o zaman!.. 
4. Madde’nin, 25.4.2001 tarih ve 4651 Sayılı Kanun’la değiştirilen şeklinde, öyle bir ifade konulmuş ki; gel de dokun, dokunabilirsen Merkez’e!.. 
O madde, şöyleymiş: 
“Bankanın temel amacı fiyat istikrarını sağlamaktır. Banka, fiyat istikrarını sağlamak için uygulayacağı para politikasını ve kullanacağı para politikası araçlarını doğrudan kendisi belirler...” 
Duruun, daha bitmedi!.. 
Merkez Bankası Kanunu’nda değişiklik yapılmasına dair 25 Nisan 2001 tarihli ve 4651 sayılı bu Kanun’un 56. maddesi, 5 Kasım 2001 tarihinde yürürlüğe girmiş!.. Buna göre, Merkez Bankası, 5 Kasım 2001’den itibaren Hazine ile kamu kurum ve kuruluşlarına avans veremeyecek, kredi açamayacak bir hüviyete büründürülmüş!
Düşünebiliyor musunuz; 
Merkez Bankası’ndaki “Hazine’nin payı yüzde 51”dir ama; Banka’nın Hazine’ye “avans” vermesi, ya da “kredi” açması engellenmiş!.. 
Böylece; bir anlamda “başına buyruk” bir hüviyete büründürülmüş banka!.. 
Bunu öğrenince, merakla sordum “uzman”lara: 
“Bu durumda hiç mi müdahale edilemez Merkez Bankası’na?.. Ne yani, devletten bağımsız bir kuruluş mu bu?” 
“İşte” dedi; 
“Olayın püf noktası, bu soruda!” 
Devam etti; 
“Evet, Merkez Bankası özerktir, ama bağımsız değildir!.. Türk Ticaret Kanunu’na tabidir!.. Hazine; büyük ortak olarak; eğer bir sakatlık görürse, hesaplarını ibra etmeyebilir!.. Ya da olağanüstü kongre talebinde bulunur ve hesap sorabilir!.. Ama, her ne hikmetse, her kongrede ibra edilir bu hesaplar!.. Yani, aklarlar Merkez Bankası yönetimini!.. 
Hesap sormazlar!..”
HAZİNE’NİN PAYI YÜZDE 55
Haa, 1930 yılında, yani Atatürk döneminde kurulan ve o yıllarda “Devlet’in payının sadece yüzde 15 olduğu” Merkez Bankası, hep böyle mi kalmış?..
Elbette hayır!..
Devletin ana damarı olan Merkez Bankası’nda 1931’den 1970’e kadar Devlet’in yüzde 15, Devlet dışındakilerin yüzde 85 hissesi vardı... 1970’de Devletin hissesi yüzde 51’e çıkarıldı. 
2002’de iktidara gelen AK Parti Hükümeti ise, “Devletin payı”nı “yüzde 55”lere çıkardı!..
Merkez Bankası’nda, Hazine ve Ziraat Bankası’nın dışında, başka banka ve kuruluşların “toplam yüzde 13 hisse”leri var... Hazine ve Ziraat’in toplam hisselerinin “yüzde 74” olduğu düşünüldüğünde, geri kalan “yüzde 12’lik hisse”nin “kimlere ait olduğu” bir “sır” gibi saklanıyor ve asla açıklanmıyor!.. O hisseler, “diğer” bahsinde geçiyor ama o “diğer”ler kimdir, belli değil!’
YÜZDE 12 KİMLERİN?
Bu “yüzde 12’de”; meselâ “İngilizler”in, ya da Rotschild veya Rockefellerailelerinin payı var mıdır?..
Yoksa niye açıklanmıyor?..
Varsa niye açıklanmıyor?.
Gördünüz ya; “faizlerin yüksekliği”nden ve cebimizdeki “banknot”lardan yola çıkıp, nerelere geldik?
Doğrusu, bu “para denizi”nde kulaç ata ata yoruldum. 
Ve sordum kendi kendime: 
“Merkez Bankası bizim mi?” 
Bizimse; paraların üzerinden niye “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası”yazıyor?
“Aidiyet” eki olan “İ” nerede?.. 
Ve ayrıca; “yüzde 55 pay sahibi” olmasına rağmen, Hazine, niye “hesap”soramıyor, “faiz”leri niye düşürtemiyor?.. 
Sözün özü; 
“Özerk”liğin de ötesinde, “bağımsız” mı bu banka?.. 
Ya da; “kime, kimlere bağlı?”
*****************************************
Isparta Senirkent... “Kampanya” mı, “Kurtlu kumanya” mı?
Isparta Senirkent’te, AK Parti, 4 seçimdir istediğini alamıyor... 30 Mart’taki seçimde de, başkanlık; “altın tepsi” içinde MHP’ye teslim edilmiş!..
Kimi il ve ilçe yönetimlerinin “başarısızlık”tan, kiminin de “çeşitli gerekçeler”le “görevden alındıkları” şu günlerde, “Senirkent İlçe Yönetimi” de, başarısızlıktan olsa gerek, görevden alınmış!.. Başarısızlık, çünkü MHP’nin adayı yüzde 51.4 oy alırken, AK Parti’nin adayı yüzde 48.1’de kalmış!..
Kulağıma gelenlere göre; bu “başarısızlık”ta, en büyük sebep, “kumanya”meselesi... Efendim, geçen yıl “Ramazan Ayı”nda, fakir aileler için “gıda paketleri” hazırlanmış!..
Ama, “dağıtılmamış!”
Ya ne yapılmış?.. Bir kenara istiflenmiş ve taa “28 Mart gecesi”, yani “seçimden 2 gün önce” dağıtılmış, iyi mi?.. Paketlerdeki gıdalar kurtlanmış mıdır, kokmuş mudur, belli değil!.. Şu hale bakın; 2013’ün Ramazan kumanyaları, 2014’ün Mart’ında dağıtılıyor?.. Siz olsanız, bu “hakaret”e rıza gösterir misiniz?..
Bunu yapan adamları; değil yönetime almak, “AK Parti binası”nın yanına  bile yaklaştırmamak lâzım!..
Yoksa, yine MHP kazanır!

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...