10 Mayıs 2012

İNSAN DAVRANIŞLARINDA BİLİMSELLİK


Yalan,samimiyetsizlik ve şüphe
"İnsan yalan söylerken ne yapar?" veya "Bir insanın yalan söylediğini nasıl anlayabilirim?" sorusu bu seminerler sırasında en çok sorulan sorulardan biriydi. Bu sebeple bu konuyu ayrı bir başlık altında toplamayı ve konuyla ilgili yapılan araştırmaları, bu araştırmalardan elde edilen bilgileri ve en önemlisi bu bilgilerin geçerlilik derecelerini özel bir bölümde toplamayı uygun bulduk. Sosyal hayatta birçok durumda, insan kendi gerçek duygularını gizlemek ister, ancak herhangi bir biçimde kendisini ele verir. Bir topluluk içinde kişi sinirli, gergin ve hatta korkuyor olabilir fakat yüzüne iliştirdiği bir gülümsemeyle mutluluk maskesi taşıması mümkündür. Dikkatli bir gözün algılayabileceği bazı küçük ipuçları iç ve dış dünyalar arasındaki bu farkın anlaşılmasına yardımcı olur. İnsanlar yalan söyledikleri zaman en başarılı şekilde kontrol ettikleri, yüz ifadeleridir; İnsan en çok mimiklerinin farkında olduğu için yalan söylerken en çok ve en iyi yüzünü kontrol eder. Çünkü insan yalan söyleyeceği zaman yüz mimiklerini kontrol etmek için bilinçli bir çaba harcamaktadır. Hiç şüphesiz çok dikkatli bir gözlemci veya uzman için yalan söyleyen biri mimikleriyle de çok sayıda ipucu vermektedir. Ancak genel olarak düşünüldüğünün aksine, bir kişinin yalanını yüzüne veya gözüne bakarak anlamak pek kolay değildir.


Yalan Çeşitleri

İnsanların birbirlerine söyledikleri yalanları dört grupta değerlendirmek mümkündür. Birinci grupta kişinin söylediği yalanın, karşısındaki tarafından bilindiği fakat karşı çıkılmadığı ortak-yalanlar vardır. Kendisine yapılan akşam yemeği önerisinden hoşnut kalmayan hanım, daveti yapan kişiye "işim var veya "başkasına sözüm var" der. Bunu söylerken karşısındakinin söylediği yalanı anladığını bilir. Ancak iki taraf için de durumun bu şekilde algılanması uygundur. Daveti yapan kişi, konuyu mazeret yönünde geliştirebilir ve şehir hayatında herkesin programının kaçınılmaz olarak çok yüklü olduğunu söyler. Bu şekildeki ortak-yalanlar insanların gündelik hayatlarında önemli bir yer tutar. İkinci grupta yer alan yalanlar, doğrusu ortaya konamayacağı için karşı çıkılmayan yalanlardır. Buna örnek eşi kendisini terk eden birinin bir kokteyl partide mutlu bir görüntü sergilemesidir. Bu kişi beraberliğini bitirmekten ötürü çok mutlu olduğunu ifade eder ve dinleyenler bunun doğru olmadığını bilirler. Ancak buna kimse karşı çıkamaz. Bu kişi gece boyunca izlenecek olursa, söyledikleriyle iç dünyası arasındaki çelişkiyi ortaya koyacak birçok açık verebilir. Ancak bu yalanın ortaya çıkması kimseye yarar sağlamayacağı için, kimse konunun üzerine gitmez. Üçüncü grupta profesyonel yalancıların söyledikleri. yalanlar bulunur. Burada "profesyonel yalancı" tanımı "mesleği gereği yalan söylemek zorunda olan" anlamında kullanılmaktadır. Diplomatlar, politikacılar, avukatlar, reklamcılar, halkla ilişkiler şirketlerinin temsilcileri, falcılar, sihirbazlar, eski eşya satıcıları (antikacılar) için yalan bir hayat biçimidir. Bu kimseler, karşılarındaki kişilere konuyla ilgili olarak sadece onların hoşlarına gidecek olanları söylemekte çok ustadırlar.Bu kimseler yalan söyleme becerilerini öylesine geliştirip parlatırlar ki, insanlar bu yalanları duymak için can atarlar, teşvik ederler ve bundan mutluluk duyarlar. Bu grupta yer alanlar yalan işaretlerinin çok azını gösterirler.Dördüncü grupta ise, işi yalan söylemek olmayan sıradan insanların söyledikleri ve kendilerine yarar sağlayan küçük veya büyük yalanlar gelir. Bunlar fark edildiği zaman "yalan" diye adlandırılan adi yalanlardır. Kitapta daha önce yer verdiğimiz önemli bir gerçeği burada bir kere daha hatırlatalım: "İnsan ağzıyla yalan söyleyebilir ancak bedeniyle asla". Bu sebeple söylediğinde dürüst olmayan birinin, davranışlarıyla sözlerinin doğru olmadığı konusunda bazı ipuçlarıyla kendisini ele vermesi kaçınılmazdır.


Yalan İşaretleri

Yalan söylerken insanların davranışlarında gözlenen farklılıklar çok sayıda araştırmaya konu olmuştur. Bu araştırmalardan çıkan sonuçlar şöyle özetlenebilir:

1- Yalan söyleyen kişilerin elleriyle yaptıkları jestler azalmaktadır. Normal olarak el jestleri ifadeyi güçlendirmek amacıyla yapılır. Kişi büyük çoğunlukla konuşulan kelimelerin anlamını artırmak için yaptığı el hareketlerinin farkında değildir. İnsan konuşurken elini salladığını bilir ancak ellerinin gerçekte ne yaptığını bilmez. Ellerinin bir şeyler yaptığını bilmek, ancak ne yaptığını tam olarak bilmemek kişiyi şüpheye düşürür ve böylece ellerin hareketleri azalır. Belki de insan içinde yaşadığı çelişkiden ötürü ellerinin kendisini ele vereceğinden çekinir ve ellerini ya cebine sokar, ya üzerine oturur veya bir eliyle diğerini tutar. Bu kendi kendine temas zor zamanda anne elinin tutulması yerine geçerek, iç gerginliği de hafifletir.

2- Yalan söyleyen kişinin elini yüzüne götürme ve yüz çevresine değdirme sayısı artmaktadır. Bir konuşma sırasında insan elini arada sırada yüzüne götürür. Ancak kişinin samimi olmadığı bir görüşme sırasında bu jestin sayısında çok büyük ölçüde artış görülmektedir. Elin yüze gitmesi sırasında yapılan hareketler çeneyi tutmak, dudaklara bastırmak, ağzı örtmek, burna değmek, yanağı ovuşturmak, gözün altını kaşımak, kulak memesini çekmek ve saçla oynamaktır. Bir yalan sırasında bütün bu jestlerin sayısında artış görülmekle beraber ağzı örtmek ve burna değmek jestlerinde adeta patlama olur. İnsan yalan söylerken neden ağzını kapatır? Bunu tahmin etmek çok zor değildir. İnsan ağzından çıkacak kelimeleri tutmak ve yaptığını örtmek ihtiyacındadır. Elin ağzı örtmesi çeşitli biçimlerde olur. Parmaklar dudakların üzerinde trampet çalabilir, işaret parmağı üst dudak üzerinde durabilir veya el ağzın hemen yanında durabilir. Çocuklar yalan söylerken elleriyle ağızlarını kapatırlar. Hiç şüphesiz yetişkinler için elin ağza gitmesi, kişinin yalan söylediği konusunda tek belirleyici hareket değildir. Kişi söylediği konusunda tereddüt içindeyse, hata yapmaktan korkuyorsa, zaman kazanmak istiyorsa da eli ağız çevresinde olabilir. Bu sebeple elin burna gitmesi, ağzı örtmesine kıyasla daha gelişmiş, ince ve soyutlanmış bir harekettir. Ağızı örtmeye gelen el, hemen yukarda bulunan burna uzanır ve böylece daha sembolik ve stilize bir hareket yapılmış olur. Yalan söyleyen veya ağzından çıkanlar konusunda yeterince samimi olmayan bir insanın elinin burnuna gitmesinin en önemli sebebi fizyolojiktir. Çünkü yalan söylediği sırada bir iç gerginlik yaşayan insanın bedeninde birçok fizyolojik değişiklik olur. Kan basıncının yükselmesi, kalp vurum sayısının artması, ter bezi faaliyetlerinin artması gibi yalan söylerken kaydedilen fizyolojik değişikliklerin yanı sıra burunda bir kaşınma duygusu yaşanır. Coldoni nin ünlü masalında yalan söyleyen Pinokyo nun burnunun büyümesi sebepsiz değildir. Yazar son derece önemli bir gerçeği yakalamış ve abartarak çocuk literatürüne geçirmiştir.

3- Yalan söyleyen bir insamn konuşurken beden hareketlerinde bir artış olmaktadır. Yalan söylendiği zaman duyulan rahatsızlık ve huzursuzluk, özellikle otururken kişinin durumunda değişiklik yapmasına, oturduğu koltukta öne-arkaya veya sağa-sola hareket ederek, pozisyon değiştirmesine sebep olmaktadır. Bu pozisyon değişikliğinin ardında büyük bir ihtimalle "Keşke başka bir yerde olsaydım" duygusu yatmaktadır. Oturur durumda artan beden hareketleri televizyondaki açık oturum, panel veya sohbet türü programlarda sık sık görülmektedir. Özellikle "Kırmızı Koltuk" programında birçok konuk kendilerini güç durumda bırakan sorularda koltuğun sınırlarını zorlayan hareketler ve koltuk üzerinde mini gezintiler yapmaktadır.

4- Yalan söyleyen bir kişinin el jestleri azalırken, el sallama hareketi artmaktadır. Belki de böylece kişi elini silkme biçiminde hafif hafif sallayarak, sözleriyle ilgili sorumluluğun kendisine ait olmadığını anlatmak istemektedir.

5- Yalan söyleyen bir insanın yüz ifadesi büyük çoğunlukla normale çok yakındır. Bu alanda uzmanlaşmadan, bir kişinin mimiklerine bakarak yalan söylediğini anlamak çok güçtür. Yüz ifadesinde yalanı ele veren en önemli ipucu, kişinin gözlerini sık sık konuştuğu kişiden kaçırmasıdır.

Bu araştırmalardan elde edilen bilgileri mutlak doğrular olarak değil, geçerIiliği tekrarlanmasına ve izlediği sıraya bağlı her şeyden önemlisi kişinin içinde bulunduğu bağlamın değerlendirilmesiyle anlam kazanan bir anahtar olarak kabul etmek gerekir. Yukarıda sıralanan özelliklerin varlığı kişinin yalan söylediğini değil, yalan söyleme ihtimalinin olduğunu gösterir. Bu araştırmaları sınamak için çalışmalar yapan başka araştırmacılar, yukarda sıralanan davranışların yalan veya samimiyetsizliği ortaya çıkartmak için kulIanılacak anahtarın kendisi değil, ancak bir parçası olduğunu söylemektedirler. Örneğin, bir konuşma sırasında birdenbire büyük bir suçlamayla karşılaşmamız durumunda, bocalamamız, birçok kere elimizi yüzümüze götürmemiz, oturduğumuz yerde huzursuzluğumuzu yansıtan hareketler yapmamız mümkündür. Bu durumda suçlamaları yerinde, savunmalarımızı da gerçek dıŞl olarak mı kabul etmek gerekir? Benzer şekilde iş için mülakata çağrılan bir kişi, kendisine sorulan sorularla bunaldığı zaman elini birçok defa yüzüne götürebilir ve oturduğu yerde huzursuzluk işaretleri gösterebilir. Bütün bunların, adayın vereceği bilgilerin nasıl değerlendirileceğini bilememesinden ve hata yapmak endişesinden kaynaklanmaSi da muhtemeldir.Sıralanan sebeplerden ötürü bu işaretleri yalan söylemenin aşikar delilleri olarak değil, beynimizin içindeki düşünceler ve gerçek duygularla, dış dünyaya yansıyan ifadelerin bir çelişkisi olarak kabul etmek daha yerinde olur. Bu çelişki gerçek bir yalan olabileceği gibi, samimiyetsizlik, tereddüt veya şüphe de olabilir.



ABD li hipnoterapist David J. Lieberman, Size Kimse Yalan Söyleyemez adlı kitabında, kandırılanlar için Yalan dedektörü olmanın ipuçlarını veriyor. Klinik psikoloji alanında dünyaca tanınan ve kısa süreli terapide devrim niteliği taşıyan Nöro Dinamik Analiz in kurucusu Lieberman ın ilginç bilgiler içeren kitabı, piyasaya çıktı. 
Kitabında insanoğlunun günümüzde kandırmaca dolu bir dünyada yaşadığına dikkati çeken Lieberman, Birilerinin bize yalan söylemesine engel olamayız ama bizi inandırmalarına engel olabiliriz görüşüne yer veriyor. 
Kitabın her bölümünde yalanın farklı bir yüzünün ortaya konulduğunu belirten Lieberman, kitaptaki yeni teknikler sayesinde herkesin kendilerine yalan söylenip söylenmediğini anlayabileceğini kaydediyor. 
YALAN SÖYLÜYORSA... 
Lieberman ın araştırmalarına göre, birinin yalan söyleyip söylemediğini aşağıdaki ipuçlarıyla anlayabilirsiniz: 
- Yalan söyleyen kişi göz temasından kaçınır, göz göze gelmemek için elinden geleni yapar. 
- Yalan söyleyen ya da bir gerçeği saklayan kişi, ellerini ve kollarını daha az kullanır. 
- Kendisine soru sorulduğunda elleri sımsıkı kapanıyorsa ya da avuçları aşağı dönükse bu yalanın ya da kandırmanın sinyalidir. 
- Ellerini yüzüne ya da boynuna doğru götürüyor olabilir ama bedeniyle teması sadece bu kısımlarla sınırlı kalır. 
- Verdiği cevap nedeniyle içinin rahat olduğunu göstermeye çalışan kişi belli belirsiz kaçamak bir şekilde omzunu silker. 
- Kişinin el kol hareketleri ile söylediği sözler arasında zamanlama hatası vardır. Baş hareketleri mekaniktir. 
- Şaşırmış, korkmuş ya da mutluymuş rolü yapıyorsa, yüzünde beliren ifade, ağız bölgesiyle sınırlı kalacaktır. 
- Yalan söyleyen kişi ayakta dururken ya da otururken konuşma sırasında sırtını dik tutmaz. 
- Kendisini itham eden insandan uzaklaşmak isteğiyle muhtemelen bakışlarını kapıya doğru çevirir. 
- Konuştuğu insanla ya çok az fiziksel temas kurar ya da hiç kurmaz. 
- İşaret parmağını ikna etmek istediği kişiye yöneltmez. 
- Kendisini itham eden kişiyle arasına bir takım nesneler koyar. 
- Bilinçaltından sızan gerçek duygular, düşünceler ve niyetler dil sürçmesi şeklinde ortaya çıkar. 
- Karşısındaki kişi anlattığı hikayeye inanana kadar fazladan bilgi vermeye devam eder. 
- Sorulara asla doğrudan cevap vermez, dolaylı olarak ima eder. 
- Yalan söyleyen kişi, ben, biz ve bizim gibi zamirleri ya çok az kullanır ya da hiç kullanmaz. 
- Kullandığı kelimeler açık ve net olmayabilir. 
- Sorulan soruya oranla aşırı bir tepki gösterir. 
- Yalan söyleyen kişi, bütün sorularınıza cevap verebilir ama kendisi size soru sormaz 
- David J. Liberman ın araştırmasına göre, yalan söyleyen kişi, konu değiştirildiğinde rahatlar ve gerginliği azalır. Yalancıları tanımanın diğer yolları da şöyle: 
- Haksız yere suçlandığına sinirlenmez. 
- Gerçeği söylemek gerekirse , Dürüst olmak gerekirse ve Neden yalan söyleyeyim ki gibi cümleler kullanır. 
- Soruyu önceden düşünmüş ve cevabı hazırlamıştır. 
- Sorunuzu tekrar etmenizi ister ya da soruya soruyla karşılık verir. 
- Konuşmasına, Yanlış anlamanı istemem ama gibi bir cümleyle başlar. 
- İlginizi dağıtmak için şaka yapar ya da dalga geçer. 
- Daha ayrıntılı açıklama gerektiren konuları sıradan bir şeymiş gibi aktarır. 
- Hikayesi o kadar inanılmazdır ki, sırf bu yüzden inanırsınız.


FİZYONOMİ (FİZYOGNOMİ): YÜZ OKUMA SANATI 
Fizyonomi (Fizyognomi) terimi, Yunanca physis doğa ve gnomon yorum kelimelerinin birleşimidir. Giovanni Battista Della Porta (1535-1615) ya göre gnomon, aynı zamanda yasa, kural anlamına gelmektedir; yani, fizyonomi "doğa yasası" demektir. Della Porta ya göre, doğanın belli kurallarına uyarak "belli vücut biçimlerine göre belli ruh hallerini" öğrenebiliriz. 

Çok eski dönemlerden başlayarak, bilginler insanın yüz yapısı ile karakteri arasında bir ilişki kurmağa çalışmışlardı. Bu yöntemin temelinde insanın beden yapısı ve psikolojisi arasında doğal bir bağlantının olduğu inancı yatmaktaydı. Bilimsel temelden yoksun olmasına rağmen fizyonomi, karakter özelliklerinin tipolojisi için önayak olmuştur. 

Gelişimi 

Fizyonomi, sistemli bir şekilde ilk kez Çin de gelişmiştir. Çinliler, insanların yüz biçimlerine göre insanların karakter özelliklerini okuma yöntemini kullanmış, ayrıca başarı düzeylerini belirleme yöntemini kullanmışlardı. Sonraki dönemlerde değişik uygarlık merkezlerinde fizyonomiye ilişkin bilgiler sistemleştirilip geliştirilirken, belli özelliklere sahip değişik ekoller ve sistemler ortaya çıkmıştır. 

Eski Çin yüz okuma uzmanlarına göre, yüzü oluşturan unsurlardan beşi çok önemlidir. Bunlar kaşlar, gözler, ağız, burun ve kulaklardır. Eski metinlerde onlar beş önemli organ olarak geçmektedir. Bu organlardan birisinin bile dengeli bir biçimde olması en az 10 yıl mutlu yaşam demektir. Tüm organların aynı şekilde dengeli biçimde olması bu mutluluğu orantılı şekilde arttırıyor. Bu organların incelenmesinden sonra sırada alın, elmacık kemikleri, şakaklar, çene ve kırışıklar gelmekte, en sonunda ise derinin rengi, ayrıca, gözlerin parlaklığı, biçimi, göz küresi ve göz kapaklan inceleniyor. 

Çin fizyonomi uzmanlarına göre, onların sistemi insanların uzun ömürlü olmaları konusundaki gerçekleri bulacaktır. Çin sistemine göre, insan yüzünde belli konumlar ve çizgiler mevcuttur. Bunların her biri belli bir yaşı belirlemektedir. Onlar, bir dizi "uzun ömürlülük belirtileri"ni de tespit etmişler. Çinlilerin fizyonomi sistemi bugün de incelenmekte ve geliştirilmektedir. 

Aristo nun Fizyonomiye İlişkin Görüşleri 

Fizyonomi ile ilgili bilgilere Hipokrat, Aristo ve Pluto gibi eski Yunan düşünürlerinin eserlerinde rastlanmıştır. Aristo, fizyonomiyi kişilerin ruh halini öğrenmek için kullanırken, Hipokrat bu usulle hastalara teşhis koymuştur. Onun ölmüş insanın yüz şeklini tasvir edişi bugün de doktorlar tarafından "Hipokrat maskesi" olarak kullanılmaktadır. 

Aristo nun "De Natura Animalium" (1. Kitap) isimli çalışmasında beden ve yüz yapısı ile insanın karakter özellikleri arasında bağlantı kurulmaktadır. 

Aristo ya göre, insanın beden ve yüz yapısının belli bir hayvana benzemesi, onun karakter özelliklerini ortaya koymaktadır. Aristo insanın yüz yapısı, gözleri, alnı, kafa yapısı, derisinin rengi, saçının rengi,gözünün rengi, bedenin tüy örtüsü, sesinin tonu, yürüyüşü, beden hareketleri, bakışları, boyu ile ilgili karakter özelliklerini hayvanlardaki benzer özelliklerle kıyaslamaktadır. 

Aristo, daha sonra devamcıları Polemon (M.Ö. II yy.) ve At-hamanti (M.Ö. IV yy.) fizyonomi yöntemiyle kendi dönemlerinde yaşamış bir çok şahısın karakter özelliklerine ilişkin yazılar yazmışlardır. Aristo nun yöntemi uzun müddet kendinden sonraki bilginler için bir kaynak olmuştur. 

15. ve 16. yüzyıllardan itibaren fizyonomi kişilerin karakter özelliklerinin belirlenmesinde sıkı bir şekilde kullanılmıştır. Fizyonomi; doktorlar, din görevlileri, filozof ve hakimlerin başvurdukları bir yöntem olmuş ve büyük toplumsal ilgi görmüştür. 

17 yüzyılda engizisyon mahkemeleri yüz ve beden yapısına göre "gerçekliği" tespit ediyorlardı. Buna göre de, fizyonomi; kehanet, falcılık, astroloji vs. ile sıkı bir şekilde kullanılıyordu. Fizyonomi alanında Avrupa da bu konudaki önemli gelişme Johann Caspar Lavater in çalışmaları sonucu gerçekleşmiştir. Lavater in ve ondan sonra Franz Jozef Gall ın söz konusu incelemeleri Avrupa da bu konu üzerine büyük tartışmalara yol açmıştır. 

Johann Caspar Lavater (1741-1801) 

Fizyonomi alanındaki önemli gelişmenin temeli 15 Ekim 1741 de Zürih te doğmuş İsviçreli ilahiyatçı, fizyonomist ve yazar Johann Caspar Lavater (17411801) tarafından atılmıştır. 

Lavater 1769 dan yaşamının sonuna dek din görevlisi olarak çalışmıştır. 1775 yılında Leypsig de "İnsan Doğasının Tanımlanmasına Yardımcı Olacak Fizyonomik Fragmanlar" (Physiognomische Fragmente zur Beförderung derMenschen-kenntnis und Menschenliebe, 1775-1778) eseri o dönemde eşsiz bir yankı uyandırmıştır. Johann Caspar Lavater e göre yüzün her bir öğesi; göz, alın, burun, kulak, ağız, çene vs. ayrı ayrı ve birbirine olan ilişkileri içinde psikolojik anlam taşır, kişilik özelliklerini gösterir. Lavater in bu çalışmasının bilimselliği üzerinde tartışmalar olmuşsa da, söz konusu eser konuyu daha da popülerkılmıştır. 

Lavater, Zürih in Fransızlar tarafından alınması zamanı yaralanmış, 2 Ocak 1801 yılında ölmüştür.
Aristo ya göre, belli özelliğe sahip insanlar, benzeri oldukları hayvanların karakter özelliklerini taşımaktadırlar. Yüz yapısı ve insan karakteri arasındaki ilişki, Aristo nun eserinde aşağıdaki şekilde geçmektedir . 
Dudaklar 
Dudakları ince ve ağız kenarları, dudaklar ileri uzandığında üst dudağın alttakinin üzerine çıkacak şekilde gevşek olan insanlar alçakgönüllüdürler. Bu aslan tipine uygun gelmektedir. Aynı şeyi büyük ve küçük köpeklerde de görebiliriz. Dudakları ince, sert ve köpek dişleri hizasında yukarıya doğru çekilmiş olan insanlar aşağı ve bayağıdırlar. Bu domuz tipine uygun gelmektedir. Dudakları kalın ve üst dudak alttakinin üzerine çıkan insanlar aptaldırlar. Bu eşek ve maymun tipine uygun gelmektedir. Üst dudağı ve üst damağı öne doğru çıkan insanlar huysuz ve kavgacıdırlar. Bu, köpek tipine uygundur. 
Burun 
Burun deliklerinin duvarları kalın olan insanlar iyi kalplidirler. Bu öküz tipine uygun gelmektedir. Burun deliklerinin duvarları ince olan insanlar hırçın bir yapıya ve karaktere sahiptiler; bu köpek tipine uygun gelmektedir. Burun delikleri dairevi olan insanlar alçak gönüllüdürler. Bu durum aslanlarla benzerlik oluşturmaktadır. 
Burnu ensiz olan insanlar (sivri burunlular) kuşlara benzemektedirler. Burnunun ucu enli olan insanlar aptaldırlar. Bu domuzlara uygun gelmektedir.Direk alından başlayan gaga burunlu insanlar arsızdırlar; bu, karga tipine uygun gelmektedir. Alından keskin bir şekilde ayrılan gaga burunlu insanlar alçak gönüllüdürler. Bu kartal tipine uygun gelmektedir. 
Burnun alınla birleştiği yerde çökük, burun kavisi yukarıya doğru eğilmiş olan insanlar şehvetli ve ihtiraslıdırlar. Bu horoz tipine uygun gelmektedir. Düz ve kalkık burunlu insanlar şehvetli ve ihtiraslıdırlar; bu geyik tipine uygun gelmektedir. Burun delikleri geniş olan insanlar sinirlidirler. Bilindiği gibi bu durum sinirlilik halinde ortaya çıkmaktadır. 
Yüz Yapısı
Yüzü enli ve etli olan insanlar iyi kalplidirler; bu öküz tipine uygun gelmektedir. Kemikli yüze sahip olan insanlar tedbirli, etli olan insanlar ise korkaktırlar. Bunlar sırasıyla eşek ve geyik tiplerine uygun gelmektedir. 
Küçük yüzlü insanlar cesaretsiz ve iradesizdirler; bu kedi ve maymun tipine uygun gelmektedir. Büyük yüzlü insanlar tembeldirler; bu eşek ve öküz tipine uygun gelmektedir. Dolayısıyla, yüz ne büyük, ne de küçük olmalıdır. En iyisi orta büyüklükte olmasıdır. Yüzü aşırı küçük olan insanlar aşağı ve bayağıdırlar. Asık suratlı insanlar somurtkan karakterlidirler. Allıkla boyanmış gibi yüze sahip olan insanlar utangaçtırlar. Bilindiği gibi bu durum insan bir şeyden utandığı zaman ortaya çıkmaktadır. Yanakları allanan insanlar alkoliktirler. Bilindiği gibi insan alkol aldığı zaman yanakları allanıyor. 
Gözler 
Gözlerinin altı torbalaşmış insanlar alkoliktirler. Yüzünün bu bölgesi şişkin olan insanlar ise yatmayı çok sevenlerdir. Nitekim, uykudan yeni kalkmış insanın gözünün çemberinde şişkinlikler bulunur. Küçük gözlü insanlar cesaretsiz ve iradesizdirler; bu maymun tipine uygun gelmektedir. Büyük gözlü insanlar tembeldirler; bu öküz tipine uygun gelmektedir. Gözleri ne aşırı büyük, ne de aşırı küçük olarak doğmuş birisi asil bir karaktere sahip olacaktır. 
Çukur gözlü insanlar gaddardırlar; bu maymun tipine uygun gelmektedir. Patlak gözlü insanlar aptaldırlar; bu eşek tipine uygun gelmektedir. Dolayısıyla, gözler ne aşırı patlak, ne de aşırı çukur olmalıdır; en iyisi orta büyüklükte olmasıdır. Gözü hafiften çökük olan insanlar alçak gönüllüdürler. Bu aslan tipine uygun gelmektedir. Eğer aşırı çökük ise sakin ve usludurlar. Büyük öküz tipine uygun gelmektedir. Buğulu gözlü insanlar hüzünlüdürler. Bilindiği gibi insan hüzünlenince gözleri buğulanır. 
Alın 
Alnı küçük olan insanlar aptaldırlar. Bu domuz tipine uygun gelmektedir. Alnı aşırı büyük olan insanlar ağır kanlıdırlar. Bu öküz tipine uygun gelmektedir.Alnı daire şeklinde olanlar aptaldırlar. Bu eşek tipine uygun gelmektedir. Alın yüzeyi büyük olan insanlar hassas, basiretli ve anlayışlıdırlar; bu köpek tipine uygun gelmektedir. Alnı düzgün kare eklinde olan insanlar alçak gönüllüdürler;bu aslan tipine uygun gelmektedir. Alnı kırışık olan insanlar mağrurdurlar; bu boğa ve aslan tipine uygun gelmektedir. Alnında kırışıklar olmayan insanlar yalakadırlar. Dolayısıyla, alnın düz kırışıklı durumu kibirlilik, kırışıksız durumu ise yalakalığı ifade ettiği için, en iyisi orta durum olacaktır. 
Baş 
Başı büyük olan insanlar hassastırlar. Bu köpek tipine uygun gelmektedir. Başı küçük olan insanlar duygusuzdurlar; bu domuz tipine uygun gelmektedir. Kafası, yukarıya doğru en-sizleşen insanlar (yumurta kafalı) arsız ve yüzsüzdürler; bu eğri tırnaklı kuş tipine uygun gelmektedir. Kulağı küçük olanlar maymuna,büyük olanlar ise eşeğe benzemektedirler. Köpeklerde ise kulaklar daha orantılıdır. 
Derinin Rengi 
Aşırı esmer olanlar korkaktırlar; bu Mısırlı ve Habeş tipine uygun gelmektedir.Aynı şekilde beyaz yüzlü insanlar da korkaktırlar. Bu kadın tipine uygun gelmektedir. Dolayısıyla, mertliği ve cesurluğu ifade eden renk orta kıvamda olmalıdır. 
Saçın Rengi 
Sarışın saçlı insanlar cesurdurlar; bu aslan tipine uygun gelmektedir. Saçları aşırı kızılı olan insanlar kurnazdırlar; bu tilki tipine uygun gelmektedir. Yüz rengi solgun ve değişik tonda olan insanlar korkaktırlar. Bu korku anında ortaya çıkan duruma uygun gelmektedir. Bal sarısı renginde olan insanlar soğukturlar. Soğuk olan insanlar ise yavaş hareketlidirler. 
Vücut hareketleri yavaş olan insanlar ise ağır kanlıdırlar. Kırmızı renkliler çabukturlar. Zira, hareketten ısınan vücut kızarıyor. Ateş kırmızısı renginde olanlar çılgınlığa meyillidirler. Şöyle ki, bir cismin aşın ısınmış parçaları alev rengini alıyor. Aşırı hırçın insanlar ise deliliğe yatkındırlar. Göğsünde renk beliren insanlar sinirlidir. Bilindiği gibi insan sinirlenince göğüs bölgesinde bir yangı oluşuyor. 
Gözlerin Rengi 
Gözleri kızaran insanlar çabuk sinirlenirler. Göz rengi siyah olan insanlar korkaktırlar. Bellidir ki, siyah renk korkaklığı sembolize eder. Gözleri tam siyah değil de, kestane rengine yakın olan insanlar dengeli bir karaktere sahiptirler. 
Parlak mavi renkli veya beyazımsı renkli gözleri olan insanlar korkaktırlar. Bellidir ki, beyazımsı renk korkaklığı sembolize eder. Gözleri mavi değil de, kestane renginde olanlar cesurdurlar. Bu aslan veya kartal rengine uygun gelmektedir. 
Gözleri koyu kestane renkli olan insanlar şehvetlidirler. Bunlar keçilere benzetilebilir. Gözleri alev renginde olanlar arsız ve yüzsüzdürler. Bunlar köpeklere benzetilebilir. 
Parlak, fakat belirgin bir rengi olmayan göze sahip insanlar korkaktırlar. Gözleri parlak olan insanlar ihtiraslıdırlar. Bunlar horozlara ve kargalara benzetilebilir. 
Tüy Örtüsü 
Bacakları kıllı olan insanlar şehvetlidirler. Bu keçi tipine uygun gelir. 
Göğsü ve karın bölgesi aşırı kıllı olan insanlar başladıkları işi hiçbir zaman bitirmezler. Bu kuş tipine uygun gelmektedir. Göğsü tamamen tüysüz olan insanlar arsız ve yüzsüzdürler.Bu kadın tipine uygun gelmektedir. Bu yüzden ne fazla kıllı, ne de fazla kılsız olması gerekir. 
Omuzları kıllı olan insanlar da başladıkları işi bitirmezler. Bu kuş tipine uygun gelmektedir. Boynunun arka tarafı tüylü olan insanlar asildirler. Bu aslan tipine uygun gelmektedir. 
Sakalı seyrek olan insanlar dengeli karaktere sahiptirler. Bu köpek tipine uygun gelmektedir. 
Kaşları kalın olan insanlar somurtkandırlar. Kaşları, burun tarafta aşağıya doğru sarkan ve şakaklara doğru yukarı kalkan insanlar saftırlar. Bu domuz tipine uygun gelmektedir. 
Baştaki Tüyler 
Saçları düz olan insanlar korkaktırlar. Kıvırcık saçlı insanlar da korkaktırlar. Bu Habeş tipine uygun gelmektedir. Dolayısıyla, gerek düz, gerekse kıvırcık saçlar korkaklığı sembolize ettiği için az dalgalı saçlar yüksek manevi değerleri ifade etmektedir. Bu aslan tipine uygun gelmektedir. 
Alın üzerinde yukarıya ve arkaya doğru yönelen saçlara sahip kişiler asildirler. Bu aslan tipine uygun gelmektedir. Burun hizasında alının ortasına doğru saçları olan insanlar aşağı ve bayağıdırlar. Nitekim bu durum kölelere özgüdür. 
Ses 
Ses tonu aşağı olan insanlar küstahtırlar. Bu eşek tipine uygun gelmektedir.Alçak tondan başlayıp yüksek tonla bitiren insanlar tatmin olmayan ve şikayetçi insanlardır. Bu öküz tipine uygun gelmektedir. Yüksek, alçak ve kırılan bir sesle konuşanlar sapıktırlar. Bu kadın tipine uygun gelmektedir. Yüksek ve düzgün bir sesle konuşanlar köpeklere benzetilebilir. Zayıf, gevşek bir sesle konuşanlar sakindirler. Bunlar koyun tipine uygun gelmektedirler. Yüksek sesle konuşan ve bağıran insanlar şehvetlidirler. Bunlar keçilere benzemektedir. 
Yaşamda Bakışlar
Tarih boyunca göz ve insan davranışı üzerindeki etkileriyle uğraştık durduk. Hepimiz Gözleriyle onu parçaladı , Kocaman bebek gözleri var , Gözlerini kaçırıp duruyor , Çok davetkar gözleri var , Gözünde öyle bir pırıltı vardı ya da Bana en kötü bakışıyla baktı gibi ifadeler kullanmışızdır. Bu gibi ifadeleri kullandığımızda farkında olmadan kişinin gözbebeklerinin büyüklüğünden ve bakışla ilgili davranışlarından bahsederiz. The Tell-Tale Eye ad11 kitabında Hess, vücudun odak noktası olduklarından ve gözbebekleri de bağımsız hareket ettiğinden gözlerin tüm insan iletişim işaretleri arasında en açıklayıcı ve doğru bilgileri verdiğini söylemiştir.Belli ışık durumlarında, kişinin ruh hali ve tavrı olumludan olumsuza veya olumsuzdan olumluya geçerken gözbebekleri küçülür veya büyür. Heyecanlanan birisinin gözbebekleri normal büyüklüklerinin dört katına çıkabilir. Tam tersine, kızgın, olumsuz bir ruh hali gözbebeklerinin minik boncuk gözler ya da yılan gözleri olarak bilinen şekilde küçülmesine yol açar. Flört sırasında gözler oldukça fazla kullanılır, kadınlar gözlerini vurgulamak için göz makyajı yaparlar. Bir kadın bir erkeği severse ona bakarken gözbebeklerini büyütecek ve erkek de farkında olmadan bu bilgiyi doğru yorumlayacaktır. Bu nedenle romantik buluşmalar gözbebeklerinin büyümesine neden olan loş yerlerde gerçekleşir.Birbirlerinin gözlerine bakan genç aşıklar farkında olmadan gözbebeklerinin büyüyüp büyümediğine bakmaktadırlar. Her birİ diğerinin gözbebeklerinin büyümesinden heyecanlanır. Araştırmalar, kadın ve erkekleri cinsel pozisyonlarda gösteren pornografik filmler erkeklere gösterildiğinde gözbebeklerinin normal büyüklüklerinin üç katına kadar çıkabildiğini göstermiştir. Aynı filmler kadınlara gösterildiğinde gözbebeklerindeki büyüme erkeklerdekinden daha fazladır. Bu da kadınların pornografiden erkeklere göre daha az etkilendikleri iddiasıyla ilgili şüphelere neden olmaktadır.Bebekler ve çocukların gözbebekleri yetişkinlerinkinden daha büyüktür yetişkinlerin yanındayken onlara olabildiğince çekici görünerek sürekli olarak dikkatlerini çekme çabasıyla gözbebekleri sürekli olarak büyür.Uzman kağıt oyuncularıyla yapılan deneylerde rakipleri koyu renk gözlük taktığında oyuncuların daha az el kazandıkları görülmüştür. Örneğin, bir poker oyununda rakibine dört as gelmesi durumunda uzman onun gözbebeklerindeki hızlı büyümeyi bilinçli olmadan fark edecek ve bu elde oyunu yükseltmemesi gerektiğini hissedecektir. Rakiplerin koyu gözlük takması gözbebeği işaretlerini ortadan kaldırarak uzmanların daha az el kazanmalarına neden oldu. Gözbebeği takibi fiyat pazarlığı sırasında alıcıların gözbebeği büyümesini izleyen eski Çinli mücevher tacirleri tarafından kullanılırdı. Yüzyıllar önce, fahişeler gözbebeklerini büyüterek daha arzulanır olabilmek için gözlerine dulavratotu losyonu damlatırlardı. Merhum Aristotle Onassis in düşüncelerinin gözlerinden okunmaması için iş görüşmeleri sırasında koyu renk gözlük taktığı bilinirdi.

Bakışlarla İlgili Davranışlar

İletişim için gerçek bir temel ancak karşınızdakiyle göz göze geldiğinizde atılabilir. Bazı insanlarla konuşurken kendimizi çok rahat hissederken başkalarıyla rahatsız olur hatta bazılarını da güvenilmez buluruz. Bu aslında bize baktıkları veya konuşurken bakışlarımıza karşılık verdikleri süreyle ilişkilidir. Birisi dürüst değilse veya bir şeyler gizliyorsa bakışları bizimkilerle toplam zamanın üçte birinden daha az oranda karşılaşacaktır. Bakışlarınız karşınızdakinin bakışlarıyla toplam zamanın üçte ikisinden daha uzun süreyle karşılaşıyorsa bunun anlamı şunlardan biridir: birincisi sizi çok ilginç veya çekici buluyordur; ikincisi de size karşı saldırgan bir tavrı vardır ve gözbebekleri de büzüşüyorsa sözel olmayan bir meydan okumada bulunuyor olabilir. Argyle a göre A, B den hoşlanıyorsa ona çok bakacaktır. Bu da B nin A nın kendisinden hoşlandığını düşünmesine neden olacak ve bunun sonucu olarak B de A dan hoşlanacaktır. Başka deyişle başka birisiyle iyi bir ilişki. kurmak için toplam zamanın yüzde 60- 70 inde onunla göz göze gelmeniz gerekir. Bu onun sizden hoşlanmasını da sağlayacaktır. Bu nedenle bakışları sizinkilerle toplam zamanın üçte birinden daha az süreyle karşılaşan çekingen ve utangaç birine pek güven duymamanız çok normaldir.Görüşmeler sırasında karşınızdakilerin kendilerin süzdüğünüz hissine kapılmamaları için koyu renk gözlük takmaktan kaçınmalısınız.Vücut dili ve hareketlerin çoğu gibi bir insanın başka birisine bakış süresi de kültüre bağlı bir şeydir. Güney Avrupalıların başkalarına rahatsız edici gelebilecek yüksek bir bakış sıklığı varken Japonlar da konuşurken karşıdakinin yüzü yerine boynuna bakarlar. Bakışın süresi kadar bakışınızı karşınızdakinin yüzünün hangi coğrafi bölgesine yönlendirdiğiniz de önemlidir. Bu da bir görüşmenin sonucunu etkileyebilir. Bu işaretler sözel olmayan şekillerle iletilir ve alınır ve alıcı tarafından da doğru şekilde yorumlanır.


İnsan Davranışlarında Bacak Bacak üstüne Atmak
Bacak bacak üstüne atma biçimi çok sayıda anlam taşır ve kişinin iç dünyasıyla ilgili çok değerli ipuçları yansıtır. Ayrıca bacak bacak üstüne atmak, kalça ve bacak kaslarına değişik hareketler sağladığı için uzun süre yorulmadan oturmaya imkan verir. Bu yönüyle de bacak bacak üstüne atmak amaçlı bir harekettir.

İnsanlar, ağlamak gibi bazı davranışlarıyla birlikte doğarlar. Bu davranışlar sosyal çevre tarafından büyük ölçüde yönlendirilir. Çocukluktaki sesli ağlama yetişkinlikte yerini sessiz gözyaşlarına veya bastırılmış hıçkırıklara terk eder. İnsanlar ağlamak gibi doğuştan getirdikleri davranışların yanı sıra bacak bacak üstüne atmak gibi bazı davranışları da keşfederek sonradan kazanırlar. Keşfedilen (ikincil) davranışlar da farkında olmadan sosyal modaların izinden giderek büyük ölçüde değişikliklere uğrarlar. Bacak bacak üstüne atmak modanın değiştirdiği keşfedilmiş davranışlardan biridir. Çocuk bacak bacak üstüne atarak oturmanın hoşuna giden rahat bir beden duruşu sağladığını düşünür. Kısa bir süre sonra çocuğun içinde yaşadığı çevrenin yazılı olmayan kuralları bu oturma biçimini köklü bir şekilde etkiler. Çocuklar büyüdükçe, hiçbir şekilde farkına varmadan, içinde bulundukları yaş grubu, sosyal sınıf ve aynı cinsiyetten olan arkadaşları gibi bacak bacak üstüne atmaya başlarlar. Geçen yüzyılda İngiltere de (Victoria Döneminde) iyi yetişmiş bir genç kız ve kadın hiçbir şekilde bacak bacak üstüne atmazdı. Bugün de bu eğitimin izlerini Kraliyet ailesinde görmek mümkündür. Kraliçe Elizabeth bacak bacak üstüne atmak yerine, ancak ayaklarını bileklerinden kavuşturur. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında sosyal davranışlarda meydana gelen büyük değişiklikler karşısında, kadınların bacak bacak üstüne atmalarını ayıplamak mümkün değildir. Ancak yine de bacak bacak üstüne attığı zaman oluşturacağı görüntü birçok kadın için kaygı kaynağıdır. Dizleri hizasında veya daha kısa etek giyen bazı kadınlar sürekli eteklerini çekiştirerek bu kaygıyı dışarıya yansıtırlar. Bir topluluk içinde bacak bacak üstüne atarak bacaklarını ortaya koyan bir kadının tutumu, çevredeki erkekler tarafından "davet edici" olarak yorumlanabilir. Bu sebeple kadınların bacak bacak üstüne atma davranışlarına özen göstermeleri, geçen yüzyıldan kalan bir sosyal kuralın oldukça zayıflamış bir biçimde devam etmesidir. Kolların kavuşturulması arkaik olarak nasıl kalbi korumak amacını taşıyorsa, bacakların kavuşturulması da cinsel organların korunması amacına yöneliktir. Bacak bacak üstüne atma davranışı, kavuşturulmuş kollar kadar olumsuz duyguları yansıtan bir özellik taşımaz. Ancak bu davranışın da dikkatle değerlendirilmesi özellikle üçlü ve dörtlü ilişkilerde büyük önem taşır. Bacak bacak üstüne atmak olumsuz ve savunucu bir tutumun ve artmış olan iç gerginliğin işareti olabileceği gibi, karşılıklı ilişkideki incelik ve zerafeti de yansıtabilir.

Bu jest Batı kültürünün etkisi altında kalarak yetişen insanların geleneksel oturma biçimi olarak da tanımlanabilir. Bu oturma biçimini tek başına olumsuz bir işaret olarak değerlendirmek hatalı olur. Çünkü uzun süre bir toplantıyı izlemek veya ders dinlemek gibi sebeplerle çok rahat olmayan bir sandalyede oturmak zorunda kalanlar da zaman zaman bu oturma biçimlerini kullanırlar. Bu oturma biçimine kolların kavuşturulması eklendiği takdirde, kişinin hoşnutsuzluğunun bir ifadesi olarak değerlendirilir. Bu durumda oturan birine, özellikle "evet" veya "hayır" diye cevaplandırabileceği sorular sormamak daha yerinde olur. Çünkü bu şekilde oturan kişiden olumsuz cevap alma ihtimali çok yüksektir. Bu oturuş biçimine bir topluluk içinde eşlerinden veya erkek arkadaşlarından memnun olmayan kadınlarda, dinledikleri konferans veya seminerden memnun kalmayanlarda da rastlanır.

"Dört" Durumu

Bu şekilde bacak bacak üstüne atmak tartışmaya veya rekabete dönük bir durumun varlığının işaretidir ve kaynağını Amerikan kültüründen almaktadır. Sadece bu oturma biçimine bakarak bir yorum yapmak zordur. Ancak bu oturma biçimi yukarıdaki ayağın bir veya iki el ile tutulması biçimindeyse, bu şekilde oturan kişinin fikirlerini değiştirmeye niyeti olmayan katı ve inatçı bir insan olduğunu düşünmek hatalı olmaz.

Savunmada mı Üşümüş mü?

Çoğu kişi savunmaya geçmediklerini ama kol veya bacaklarını üşüdükleri için kavuşturduklarını iddia ederler. Genellikle bu sadece bir bahanedir ve savunmada duruşla üşüyen birinin duruşu arasındaki farklara bakmak ilginç olabilir. Öncelikle ellerini ısıtmak isteyen birisi bunları savunma kol kavuşturmasındaki gibi dirseklerini altına koymak yerine koltuk altlarına sokar. İkinci olarak üşüyen birisi kollarını kavuştururken bir tür kendini kucaklama hareketi yapar ve bacaklarını kavuşturduğunda da bacakları düz, kaskatı ve sıkışmış ve tuvalete gitmek istiyor da birbirine yapışmış durumdadır. Oysa savunma duruşunda bacaklar daha rahattır. Kollarını veya bacaklarını kavuşturmak alışkanlığında olan kişiler üşüdüklerini veya böyle rahat ettiklerini söylemeyi sinirli, utangaç veya savunmada olduklarını itiraf etmeye tercih edebilirler.



İnsan Davranışında Eller ve Parmaklar
Eller insanın kendini ifadesinde en duyarlı ve etkili organlarıdır. İnsanın elinin becerisinin gelişmesi, beynin biyolojik gelişimine paraleldir. insan beyninin düşünüp hayal ettiğini, eller gerçekleştirir. Ellerin tecrübeleri beyne yeni düşünce ufukları açmıştır. İnsanın işaretparmağı ve başparmağının evrimi, bilim ve tekniğin bugüne kadar geliştiremediği olağanüstü duyarlıkta hareketli bir organın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bir çocuğun parmağının ucunda bir santimetre karede 6.000 sinir hücresi sonlanmaktadır. Bu inanılmaz kapasite ile insan, parmakları arasındaki bir saç kılını veya bir toz zerresini algılayabilir. İnsan kor halindeki demiri elindeki çekiçle döverek, ona uygun sertliği verebildiği gibi; piyanonun tuşlarında veya kemanın tellerinde bir saniyede on iki notayı, gerekli dinamizm, ritim ve duyguyla çalabilir. İnsan eli sadece kendisine verilen araçları biçimlendirmez. Parmak, el ve kol eklemleri aracılığıyla boşluk içinde uzanabilir, düz ve eğimli çizgiler, köşeler, daire ve yuvarlak hareketler yapabilir; tutar, temas eder, kavrar, okşar, çarpar, iter, çevirir, vurur, parçalar. Elin önemi sadece son derece duyarlı hareket ve hissetme becerisine sahip olmasından değil, aynı zamanda el ve beyin arasındaki karşılıklı bağlantıların zenginliğinden kaynaklanmaktadır. İnsan beyninde başparmak ve işaretparmağını kontrol eden hücrelerin kapladığı alan, baş ve bütün duyu organlarının kapladığı alana eşit, ayağın kapladığı alandan da on kat fazladır. İnsan bir şeyi almak veya vermek, bir şeyi tutmak veya yakalamak istediği zaman elleri bedeninden uzaklaşır. Böyle bir işlem sırasında, kişinin bedeni, ellerin ve kolların koruyuculuğunun sağladığı güvene ihtiyaç duyar. Aksi takdirde el ve kolların bedeni örtme imkanından yararlanmak için, kollar bedenden fazla uzaklaştırılmaz. Kolların hareketi özel bir önem taşır. Bu hareket göğsü öne çıkartan, insanı harekete geçiren aktif bir duygusal enerjiyi yansıtır. Duygusal açıdan açık insanlar karşılarındaki kişilerden kendilerine yansıyan duygu ve düşünceleri kabul etmeye hazır olarak, doğal bir kendine güven içinde kollarını bedenlerinden açarak hareket ettirirler.

Küçük El Hareketleri İle Anlattıklarımız

Okşayan bir el, yumuşak hareketlerle cismin şeklini, yüzeyini ve sıcaklığını algılamaya çalışır ve böylece kişiyle cisim arasında bir yaşantı doğar. Temas ederek hissetmek yoluyla kazanılmış olan duygu, entelektüel bilgi yoluyla elde edilenden çok farklıdır. Bir tavşan postuna gözle bakmak, mikroskop altında incelemek ve elle okşamanın doğurduğu izlenimler bütünüyle farklıdır. Temasın yarattığı farklılığı hepimiz biliriz, ancak çoğunlukla bundan uzak dururuz. Fakat çok kere küçük bir temas insanın içinde bir özlem doğurur ve teması tekrarlama isteğini ortaya çıkarır. Benzer şekilde kişi kendisinde duygusal yük doğuran bir konuda konuştuğu zaman, duyarlılığı, parmakları ve avuç içi ile adeta kelime yüzeylerine daha farklı bir anlam vermek istemesinde ortaya çıkar. Böylece insanın sinir uçları uyarılarak, kelimelerin, dolayısıyla da konuşmanın anlamı artar.Bir eşyanın veya durumun ellerle anlatılması, kaynağını çok eskilerden alır. insanların kendilerini kelime ve çizgiyle ifade edemedikleri dönemde, tek iletişim araçları el işaretleriydi. Geçmişte el işaretleriyle cisimler, izlenimler, duygular ve düşünceler anlatılmıştır. Ancak insanın dil becerisinin ileri düzeyde geliştiği günümüzde el işaretleri, hala ifadeyi tamamlayıcı ve anlamı pekiştirici etkilere sahiptir. Hatta, bazen kişi karşısındakinin anlatmak istediğini bir tek el işaretinden bütünüyle anlayabilir. Örneğin güzel bir kadını tarif etmek için avuç içlerinin yukarıdan aşağı orta noktada daralarak hareket etmesi; bir konudaki tartışmayı bitirmek için elin yatay bir şekilde hareket etmesi; kişinin acıktığını anlatmak için elini midesine vurması veya parmaklarını toplayarak elini ağzına götürmesi yeterlidir.

"Gel" Hareketinin Türkiye de Algılanışı

"Gel," "git," "dur," "hoşçakal" anlamına gelen el hareketlerinin anlatımımızda çok önemli yeri vardır."Gel" anlamına gelen hareketlerin Türkiye deki algılanış biçimi konusunda yaptığımız araştırma sonucunda Resim 20(A) ve 20(B) de görülen iki el hareketinin de aynı anlamda algılandığı anlaşılmaktadır. Çeşitli kültürlerde yaşayan insanlar birbirlerini farklı biçimde selamlayıp, farklı biçimde vedalaşırlar. İstanbul da yaşayanlar arasında "hoşçakal" anlamında el sallama hareketinin, %71 gibi büyük bir çoğunlukla Resim 21 (B) de görüldüğü gibi yapıldığı saptanmıştır. Grafik 3, Fransızların "hoşçakal" deyiş biçiminin %55 oranında Resim 21 / A daki gibi olduğunu göstermektedir. Resim 21/B de görülen Türkiye de "hoşçakal" olarak kullanılan el hareketinin çeşitli Batı Avrupa ülkelerinde ne oranda aynı biçimde algılandığı Grafik 41e görülmektedir. Buna göre, Türkiye deki vedalaşma jesti en çok İngiltere, en az da İtalya ile benzerlik göstermektedir. İtalyanların "hoşçakal" olarak kullandıkları işaretin Resim 21/D deki gibi olduğu ve bu ülkenin dışında araştırmanın yapıldığı hiçbir ülkede bu işaretin "hoşçakal" anlamında kullanılmadığı görülmüştür. Çeşitli kültürlerde yaşayan insanlar birbirlerini farklı biçimde selamlayıp, farklı biçimde vedalaşırlar. Bu veriler Türkiye de İtalyanlarla benzeştiğimiz konusundaki yaygın inançla bütünüyle çelişen bir sonuç vermiştir. İtalyanlar söz konusu jestler açısından Batı Avrupa ülkeleri arasında Türkiye ile en az benzerlik gösteren toplum olma özelliğine sahiptir.

Kültürel Ve Sosyal Farklar

Türkiye, Yunanistan, Japonya, Fransa (güney bölgesi) ve İtalya gibi Akdeniz ülkelerinde insanların önemli bir bölümü açık jestlerle konuşurlar. Kuzey Avrupa ya doğru çıktıkça, özellikle endüstrileşmenin yoğun olduğu bölgelerde kollar bedene yakın tutulur ve oldukça az hareket ettirilir.Güney ülkelerinde jestlerle yapılan vurgulamalar, kuzey ülkelerinden daha fazladır. Araştırma filmleri üzerinde yapılan incelemeler, aralarında Türkiye nin de bulunduğu Akdeniz ülkelerinde jestlerin Kuzey Avrupa ülkelerinden daha sık ve daha büyük hareketlerle kullanıldığını göstermiştir. Yapılan araştırmalar bu farkın coğrafi bölge özelliklerinden değil, sıcaklık farklarından kaynaklandığını ortaya koymuştur. Ancak sıcaklık farklarının hangi sebeplerle jestlerde böyle bir farklılığa yol açtığı açıklanamamıştır. Orta Avrupa ve İngiltere de aristokrat ailelerin çocuklarına eğitim veren yatılı okullarda, yemek yerken öğrencilerin koltuklarının altına kitap yerleştirilir ve hareketleri sınırlandırılır. Yapılan uygulamalar sonucunda çocuklar aldıklarını ve verdiklerini disiplin altına sokarlar, başkalarından bir şeyler almaları ve onlara bir şeyler vermeleri bedensel olarak sınırlanır. Bu eğitimin amacı öğrencilere, davranışlarını azaltarak duygularını bastırmayı öğretmektir. Böyle bir eğitim kaçınılmaz olarak insanları sıkıştırır ve sınırlı kalıplar içinde düşünmeye zorlar. Zamanla insanlar toplumsal zorunluluklar ve kurallarla sınırlanır, duygularına yabancılaşır ve duygularını ortaya koymakta zorluk çekerler. Benzer durumu çeşitli sahne gösterilerinde de gözlemek mümkündür. Alt sosyo-kültürel topluluklar bir konser sırasında takdir, hayranlık ve beğenilerini coşkuyla ifade ederken, üst sosyo-kültürel topluluklar hayran oldukları sanatçıları bile son derece sönük bir şekilde alkışlamaktadırlar. Buna karşılık büyük insan toplulukları önüne çıkan bir politikacı kollarını açar, büyük ve geniş jestler yapar, topluluğu adeta kucaklar ve bu yolla topluluğu etkilemeye çalışır. Bir lider ne ölçüde önemli fikirler taşırsa taşısın, donuk bir ifadeyle konuşarak karşısındaki topluluğu etkileyemez ve onları fikirlerinin peşinden sürükleyemez. Böyle bir konuşma sırasında ellerin havaya kaldırılması, yumruk yapılması başarıyı, gücü ve mücadeleyi hissettirdiği için, topluluğu heyecanlandırır ve olumlu yönde etkiler.


nsan Yaşamaında El Hareketleri
Elleri Ovuşturmak

Geçenlerde yakın bir arkadaşımız gideceğimiz bir kayak tatilinin ayrıntılarını tartışmak üzere bize geldi. Konuşmamız sırasında birdenbire arkadaşımız sandalyesinde dikleşti, geniş bir gülümsemeyle ellerini ovuşturdu ve Beklemeye dayanamayacağım! dedi. Sözel olmayan mesajlarıyla bize gezinin çok başarılı olmasını umduğunu iletmişti.Ellerini ovuşturmak insanların olumlu beklentilerini ilettikleri sözel olmayan yollardan biridir. Zar atan kazanma umudunu göstermek için zarı ellerinin arasında ovuşturur, tören düzen1eyici elleriI1i ovuşturarak izleyicilere Bir sonraki konuşmacıyı din1emeyi uzun süredir istiyorduk der ve heyecanla pazarlamacı satış müdürünün odasına dalar ve ellerini ovuşturarak Büyük bir sipariş aldık, patron! der. Ancak, akşamın sonunda ellerini ovuşturarak masanıza gelen ve Başka bir arzunuz var mı? diye soran garson, sözel olmayan yollarla size bahşiş beklediğini bildirmektedir.Kişinin ellerini ovuşturma hızı beklenen olumlu sonuçların kimin yararına olacağını düşündüğünü gösterir. Örneğin, bir ev almak istediğinizi ve emlakçıya gittiğinizi varsayalım. Nasıl bir ev istediğinizi dinledikten sonra emlakçı ellerini hızlı hızlı ovuşturarak Tam size göre ur yerim var! der. Emlakçı sonucun sizin için olumlu olmasını beklediğini göstermiştir. Ama eğer ellerini yavaş yavaş ovuşturarak sizin için ideal evi bildiğini söyleseydi kendinizi nasıl hissederdiniz? Bu durumda büyük olasılıkla üçkağıtçı veya çıkarcı birisi gibi görünecek ve sonuçların sizden çok onun iyiliğine olacağı hissine kapılacaktınız. Pazarlamacılara müşterilerine ürün veya hizmet tanıtımı yaparken ellerini ovuşturacak olurlarsa alıcının savunmaya geçmemesi için hareketi hızlı hızlı yapmaları söylenir. Öte yandan alıcı ellerini ovuşturarak pazarlamacıya Neleriniz var bir bakalım? derse bu alıcının iyi bir şey görmeyi umduğu ve satın alma olasılığının yüksek olduğu anlamına gelir. Küçük bir uyarı: otobüs durağında soğuk bir kış günü beklerken ellerini ovuşturan birisi büyük olasılıkla bunu otobüs beklediğinden yapmıyordur. Sadece elleri üşümüştür!

Başparmağm Parmağa Sürtülmesi

Başparmağın parmak uçlarına veya işaret parmağına sürtülmesi genellikle bir para bekleme hareketi olarak kullanılır. GenelIikle başparmaklarını parmaklarına sürterek müşterilerine Size %40 indirim öneriyorum diyen satıcılar veya başparmağını işaret parmağına sürterek arkadaşına Bana on milyon borç ver diyen birisi tarafından kullanılır. Bu hareketin profesyonel birisi tarafından müşterileriyle ilişki sırasında kullanılmaması gerektiği açıktır.

Kenetlenmiş E1ler

Bu hareketi kullanan kişiler genellikle gülümseyip mutlu göründüklerinden başlangıçta bu hareket bir güven hareketi gibi görünür. Ancak bir sefer, henüz kaçırdığı bir satışı anlatan bir pazarIamacıyı izledik. Hikayesi ilerledikçe sadece ellerini kenetlemekle kalmadığını ve parmaklarının sanki birbirlerine yapışmış gibi beyazlaşmaya başladıklarını gördük. Buna göre bu hareket hayal kırıklığına uğramış veya saldırgan bir durumu göstermekteydi. Nierenberg ve Calero kenetlenmiş eller üzerine yaptıkları araştırmalar sonucunda bunun kişinin olumsuz bir yaklaşımı dizginlemeye çalıştığını gösteren bir hayal kırıklığı hareketi olduğuna karar verdiler. Hareketin üç ana konumu vardır: eller yüzün karşısında kenetlenmiş, otururken eller masanın üzerinde veya kucakta ve ayaktayken eller apış arası hizasında. Ayrıca ellerin tutulduğu yükseklikle kişinin olumsuz duygularının derecesi arasında da bir ilişki varmış gibi görünmektedir. Tüm olumsuz hareketler gibi saldırgan yaklaşımın ortadan kalkması için kişinin ellerini çözerek avuçların ve vücudun ön tarafının açık olacağı duruma getirilmesi için bir şeyler yapılması gerekmektedir.
KAYNAK: MAXIMUMBILGI


ABOOOWWW

Hayatımızın Olmazsa Olmazı
Para,Para,Para 
isinizhazir.com

İNSANIN HAYATA BAKIŞI NASIL OLMALIDIR?

İnsanın hayata bakış açısı, onun yaşamı açısından çok önemlidir. Çünkü süreceği yaşam onun hayat hakkındaki anlayışına göre şekil alır. Temel dinamik ve kişinin hayat hakkında kabul ettiği temel fikir ne olursa, süreceği yaşam da onun üzerine binâ edilecektir. Kişi şu soruları kendisine sormalı, cevap verirken de insaflı davranmalı, cevaplarda kesinlik ve katiyyet aramalıdır. Bu kesinlik ve katiyyet onda imanı meydana getirecektir. İman kelimesi şeksiz, şüphesiz emin olma anlamına gelir.
İslâm'ın hayat hakkında ortaya koyduğu fikir, her şeyin öncesinde bir yaratıcının varlığına iman ki o da; Allahu Teala'dır. Hayat sonrasına da iman etmek gerekir ki o da; Ahiret günüdür. Hayat ile hayat öncesi arasındaki münasebet iki konuyu kapsar. Yaratıcı, yaratık ilişkisi ve Allah'ın emirleri. Hayat ile hayat sonrası arasındaki münasebet de iki şeyi kapsar. Ölümden sonra dirilme, haşr-u neşr ve insanın dünyada yaptığı fiillerinden sorulması.
a-) Allah'a İman
Allah'a iman yani onun varlığına iman, bizler için atalarımızdan kalma geleneksel bir iman olmaktan çıkıp, daha delilli ve tahkiki olmalıdır. Yani insan Allah'a iman etmesi gerektiğini araştırma ve incelemeler sonunda ikna olarak anlamalı ve bundan emin olmalıdır. Aksi taktirde kişinin Müslüman anne ve babadan doğması bir avantaj kabul edilebilir. Kişi tahkiki imanı gerçekleştirdiği takdirde Yahudi bir anne babadan veya dinsiz bir anne babadan olması onu etkilemeyecektir. Çünkü o araştırması sonucu Allahu Teala'yı tespit edecektir. Geleneksel olarak iman eden kişi Hıristiyan bir anne babadan doğdu ise Hıristiyan, Yahudi anne babadansa Yahudi ve ateist anne babadansa ateist olur. Çünkü o kişide taklitçilik mevcuttur. Bu anlamda Müslüman Allah'a olan inancını delilleriyle, kanıtlarıyla tahkiki olarak kabul etmesi gerekir.
Allahu Teala'nın varlığını şu üç yolla bulabiliriz:
1-) İnsanoğlu aciz bir varlıktır. Bu sebeple aciz olmayana yönelir.
2-) İnsanoğlunda mevcut olan içgüdülerden 'tapınma içgüdüsü' onu bir yaratıcıya kulluk etmeye zorlar.
3-) Eşyayı kontrol ettiğinde ve onu incelediğinde (asi olan insan haricinde) her şeyin görevini harfiyen yerine getirdiğini ve insanın müdahalesi olmadığı sürece tabiatın müthiş bir düzene sahip olduğunu görür. Bu düzenin içindeki varlık birbiri ile ilişkili ve birbirine bağımlıdır. Bu da göz önünde bulundurulduğunda kendiliğinden oluşması imkansızdır. Sonuç itibariyle mutlak yaratıcıya ihtiyaç vardır. Bazı ideolojiler varoluşu tesadüflere bağlamışlardır. Bazıları için ise, varoluşun sebebinin yaratılmışlık veya tesadüfîlik olmasının o kadar da önemli olmadığı kanaatini taşımaktadır. Müslümanlar için, yukarıda saydığımız şıklardaki esaslar önem arzeder. Çünkü temel budur. Baştan söylediğimiz gibi temel sağlam ise bina sağlam olur, temel bozuk ise bina ihtişamına rağmen yıkılmaya mahkûmdur.
Yukarıda bahsedilen maddeleri örneklerle açıklayacak olursak:
İnsanın acizliği
İnsan, belli bir mesafeye kadar görebilir, belli bir mesafeden ses işitebilir veya belli bir mesafeye sesini ulaştırabilir, belli bir hızda koşabilir ve yaşam süresini kendisi belirleyemez. Bu saydıklarımız daha da arttırılabilir. Bu sebeple zaafa düştüğü aciz kaldığı zamanlar ve muhtaç olduğu zamanlar çoktur. İşte bu zamanlarda kendisini düştüğü bu çıkmazdan-açmazdan kurtaracak bir güç arar veya hayatın devamını sağladığını zannettiği bir güce yönelerek onu ilah edinir. Bu aynı zamanda onda mevcut olan tapınma içgüdüsünün tecellisidir. Çevresini aydın bir bakışa sahip olmadan incelediğinde şöyle bir tespit yapabilir: Güneş suyun buharlaşmasını, bu da yağmur bulutlarının meydana gelmesini, bunun sonucu olarak da yağan yağmurla nebatın meydana geldiğini, aynı zamanda güneşin olmaması halinde bunların meydana gelmeyeceğini düşünerek güneşi yaratan edinebilir. Nitekim, geçmişte yaşamış buna benzer birçok toplumlar vardır ve ilahları kainat içindeki varlıklardan oluşmaktadır. İşte bu, problemin esasını teşkil etmektedir. Çünkü, insan duyu organlarıyla algıladıklarını sınıflandırırsa karşısına kainat, bu kainatta bulunan canlı, cansız varlığın yaşam süreci, kainatın içinde bulunmasına rağmen onlardan düşünme yetisi ve karar verme yetisiyle ayrılan insan gerçeğiyle karşılaşacaktır. Bu algıladıklarının hepsi insanın kendisi gibi acizdir ve sınırlıdır. O halde bu aşama da bu aciz ve muhtaç varlık aleminin öncesinde ne vardır? sorusu akla gelmektedir. Çünkü aciz ve muhtaç olanın, aciz ve muhtaç olmayan bir düzenleyiciye (daha net bir ifade ile) yaratana ihtiyacı vardır ki, bu da her şeyi yoktan var eden Allah'u Teala'dır.
Bu gelinen aşamadan sonra şu sorular insanın aklını kurcalayabilir: Yaratıcı yarattı, peki ben yaratıcımla nasıl alâka kuracağım ve yaratıcının yaratmasındaki maksat nedir? İşte bu sorunun akabinde devreye peygamberler girmektedir. Yani Allah'ın elçileri. Onlar yaratan tarafından aramızdan seçilmişler ve Allahu Teala'nın yaratmasındaki maksadını bizlere bildirmişlerdir. Bu maksat Kuran’da şöyle zikredilmektedir:
"Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zariyat 56)
Buraya kadar yaratıcının varlığı ve yaratılış gayemizin ne olduğu açıklandığına göre sınırlı olan bu kainatın yok oluşundan sonra ne var? sorusu akla gelir ki, bu da Ahirete imanla bağlantılı bir husustur.
b-) Ahirete iman.
Yeniden dirilme ve hesap gününe iman, Cennet ve Cehenneme iman gibi hususlar hayata bakışın esası ve açısı olmalı. İslâm akidesinin ve ona imanın önemi, ayrıca hayatla bağlantısı kavranmalıdır.
İster Mü’min, ister kafir olsun bütün insanlar bu hayatın bir sonunun (ölümün) olduğunu kabul etmektedir. Ancak ölümün varlığını kabul etmek bizi kurtarmaz. Düşünen insan, ölümden sonra ne var? sorusunu kendisine sormalıdır.
Bu soruya işaretle Allahu Teala Kur-an’ı Kerim de şöyle buyurmaktadır:
“O Allah ki hanginizin daha güzel amel (Kur-an ve Sünnete uygun iş) işleyeceğini imtihan için ölümü ve hayatı yaratmıştır....” (Mülk 2)
Bu ayet gösteriyor ki; hayatın sonunda ölüm vardır, hayata gelişin gayesi kulluktur (iman edip salih amel işlemektir), öldükten sonra ise, diriliş, hesaba çekiliş, ceza ve mükafat vardır.
Dinimiz bu konuyu iki ana kaynakta detayları ile işlemiştir.
İnsan, hayat, kainat ve bunlara ait düzenlerin yok olacağını, bozulacağını şöyle bildirmektedir:
“Sur’a bir üfürüş üfürüldüğü, yer ve dağlar kaldırılıp bir vuruşla birbirine çarpıldığı zaman, işte o gün olacak olur, kıyamet kopar. Gök yarılır, o gün düzeni bozulur. Melekler onun çevresindedirler, o gün Rabbinin arşını onlardan başka sekiz tanesi yüklenir.” (Hakka 13-17)
İçinde bulunduğumuz kainatın, mevcut olan düzenin nasıl yok olacağını ise:
“Güneş dürülüp ışığı kalmadığı zaman. Yıldızlar düşüp, söndüğü zaman. Dağlar yürütüldüğü zaman. Doğurması yaklaşmış develer başıboş bırakıldığı zaman. Yabani hayvanlar bir araya toplatıldığı zaman. Denizler kaynaştırıldığı zaman. Canlar bedenlerle birleştirildiği zaman. Kız çocuğunun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman. Amel defterleri açıldığı zaman. Gök yerinden oynatıldığı zaman. Cehennem alevlendirildiği zaman Cennet yaklaştırıldığı zaman. İnsanoğlu önceden ne hazırladığını görecektir.” (Tekvir 1-14)
Kıyametin anını Rabbimiz şöyle bildirmiştir:
“Kıyameti gören her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş gibi görürsün, oysa sarhoş değillerdir, fakat bu sadece Allah’ın azabının çetin olmasındandır.” (Hac 2)
“Çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak bir tek çığlık beklerler.” (Yasin 49)
Bu ayet önce sur’un üfürülüşten bahsetmektedir. Böylece insanların tamamı ölür.
“Sur’a üflenince, kabirlerinden Rablerine koşarak çıkarlar.” (Yasin 51)
Bu ayet sur’a ikinci defa üfürülüşte insanların mezarlarından kalkarak Rablerine gideceklerini bildirmektedir.
“Tek bir çığlık kopar, hepsi hemen huzurumuza getirilmiş olur.” (Yasin 53)
Böylece insanlar Allahu Teala’nın huzuruna getirilirler ve daha sonra;
“Yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanır, kitap açılır, peygamber ve şahitler getirilir ve onlara haksızlık yapılmadan, aralarında adaletle hüküm verilir.” (Zümer 69)
Hesap günü; Resule gelen Risalete (Kur-an ve Sünnet ölçülerine) iman edip etmediğimiz, Şeri hükme bağlı kalıp kalmadığımız hususunda hesaba çekileceğiz.
Efendimiz (sav) muhakeme ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“Kişi ....şu beş değişik şahitler ile mahkemeye gelir. Bir ameli işlerken yeryüzü, onun lehine ve aleyhine şahittir, vücudundaki bütün uzuvlar onun lehine aleyhine şahittir, amel defterleri onun lehine aleyhine şahittir, yazıcı melekler onun lehine aleyhine şahittir ve her şeyi bilen Allah (C.C) onun lehine aleyhine hüküm verir.”
Başka bir Hadis-i Şerifte Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
“Kişi Rabbimin mahkemesinde iken Kur-an’ı Kerim gelir o kişi lehinde aleyhinde şahitlik eder” (İbn-i Kesir Furkan suresi 32’nci ayetin tefsiri)
Yukarıda geçen şahitlik hususunda Rabbimiz Kitab-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır;
“İnsanın : Buna ne oluyor? dediği zaman; İşte o gün, yer, Rabbinin ona vahiy etmesiyle kendi haberlerini anlatır.” (Zilzal 3-5)

“Allah’ın düşmanları o gün cehenneme sürülürler. Hepsi bir aradadırlar. Sonunda oraya varılınca, kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında onların aleyhine şahitlik ederler.” (Fussilet 19-20)
“İşte o gün ağızlarını mühürleriz, bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıklarına şahitlik eder.” (Yasin 65)
“Amel defteri ortaya konunca, suçluların, onda yazılı olanlardan korktuklarını görürsün, ‘Vah bize, eyvah bize! Bu defter nasıl olmuşta küçük büyük bir şey bırakmadan hepsini saymış!’derler. İşlediklerini hazır bulurlar. Rabbin kimseye haksızlık etmez” (Kehf 49)
“Her can, kendisiyle beraber bir sürücü ve şahit bulunduğu halde gelir.” (Kaf 21)
“Yanındaki melek ‘İşte bu yanımdaki hazırdır’ der” (Kaf 23)
Buraya kadar yapılan açıklamalardan şu anlaşılmaktadır ki Kur-an ve Sünnet, dünya hayatında yaptığımız bir işten, söylediğimiz bir sözden dolayı hesap günü beş değişik şahidin şahitliğinde, muhakeme olacağımızı bildirmektedir. Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
“Aişe (r.anhâ) hesap günü insanların durumunu sorar. Efendimiz; ‘Ya Aişe insanlar kıyamet günü yalın ayak, sünnetsiz olarak, çırılçıplak anadan doğma bir şekilde haşr olacak.’ dedi.

Aişe: “Ben utanırım Ya Rasulullah’ dedi. Efendimiz; ‘Ya Aişe, durum senin anladığın gibi değil, o gün her insan kendi nefsinin kurtuluşu derdine düşecek, o yanındakinin cinsiyetine bakmaktan daha büyük bir işle karşı karşıya kalacak.” buyurdu.” (Müslim 1193)
Aişe (ra) annemiz anlatıyor: "Ateşi hatırlayıp ağladım, Resûlullah (sav):"Niye ağlıyorsun?" diye sordu. "Cehennemi hatırladım da onun için ağladım! Siz, Kıyamet günü, ailenizi hatırlayacak mısınız?" dedim.
"Üç yerde kimse kimseyi hatırlamaz: Mizan yanında; tartısı ağır mı geldi hafif mi öğreninceye kadar. Sahifelerin uçuştuğu zaman; kendi defteri nereye düşecek, öğreninceye kadar; sağına mı soluna mı yoksa arkasına mı? Sırat'ın yanında; cehennemin iki yakası ortasına kurulunca, bunu geçinceye kadar." (Ebu Davud, Sünen 28, 4755)
Rabbimiz bu anları Kur-an’ı Kerim de şöyle açıklıyor:
“O gün, kişi kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün, herkesin kendine yeter derdi vardır.” (Abese 34-37)
Evet, bu mahkemeden sonra insanlar Cennet veya Cehenneme doldurulurlar. Bu anı Rabbimiz şöyle bildiriyor:
“Fakat kitabı kendisine solundan verilen kimse ‘Kitabım keşke bana verilmeseydi, keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim, bu iş keşke son bulmuş olsaydı, malım bana fayda vermedi, gücümde kalmadı’ derler. İlgililere şöyle buyrulur; ‘Onu alın, bağlayın. Sonra Cehenneme yaslayın. Sonra onu boyu yetmiş arşın olan zincire vurun. Çünkü, o, yüce Allah’a inanmazdı.” (Hakka 25-33)

“İnkar edenler bölük bölük Cehenneme sürülür. Oraya vardıklarında kapıları açılır, bekçileri onlara; ’Size içinizden Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bu güne kavuşacağınızı ihtar eden Peygamberler gelmedi mi?’ derler. ‘Evet geldi’ derler. Lakin azap sözü, inkarcıların aleyhine gerçekleşir.’ ‘Onlara; ‘Temelli kalacağınız Cehennemin kapılarından girin; böbürlenenlerin durağı ne kötüdür! ’ denir.” (Zümer 71-72)
“Oraya atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler.” (Mülk7)
“Nerede ise öfkesinden paralanacak! İçine her bir toplumun atılmasında, bekçileri onlara; ’Size bir uyarıcı gelmemiş miydi? ’diye sorarlar.” (Mülk 8)
“Onlar; ‘Evet doğrusu bize bir uyarıcı geldi, fakat biz yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir, siz büyük bir sapıklık içindesiniz demiştik’ derler.” (Mülk-9)
“Eğer kulak vermiş veya akıl etmiş olsaydık, çılgın alevli Cehennemlikler içinde olmazdık.’ derler.” (Mülk-10)
“Böylece günahlarını itiraf ederler. Çılgın alevli Cehennemlikler yokolsunlar!” (Mülk-11)
Bu ayeti kerimelerde, kendilerine gelen peygamberi inkar edip, onu dinlemeyerek onun getirdiklerine uymayanların gideceği yerin korkunçluğu bir şekilde bize anlatmaktadır. Kafirleri gerçekten çok kötü bir akıbet beklemektedir. İbni Abbas’tan Efendimiz (Sav) şöyle buyurdu;
“Ey inananlar! Allah’tan sakınılması gerektiği gibi sakının, sizler, ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Ali İmran-102) ayetini okuyup şöyle buyurdu;
“Eğer zakkumdan bir damla yere damlatılmış olsaydı o damla dünyadaki canlıların geçim vesilesi (olan tüm gıda maddelerini) bozardı. Artık zakkumdan başka yiyeceği olmayanın (Cehennem halkının) hali nasıldır?”(İbni Mace 4325)

“Biz o ağacı, zalimler için bir dert yaptık. O, Cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları şeytan başı gibidir. İşte Cehennemlikler bundan yerler, karınlarını onunla doldururlar.” (Saffat 63-66)
“Sonra, siz ey sapıklar, yalanlayanlar! Doğrusu zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı onunla dolduracaksınız. Onun üzerine kaynar su içeceksiniz. Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz. İşte onlara, ceza günü sunulacak konukluk budur.” (Vakıa 51-56)
“Yakıcı ateşe yaslanırlar, kızgın bir kaynaktan içirilirler. Onlar için kuru dikenden başka yemek yoktur. O ise ne besler ne de açlığı giderir.” (Gaşiye 4-7)
“İnkar edenlere Cehennem ateşi vardır. Ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler, kendilerinden Cehennemin azabı da hafifletilmez. Her inkarcıyı böylece cezalandırırız.” (Fatır 36)
“Cehennemde şöyle seslenirler; Ey nöbetçi! Rabbin hiç değilse canımızı alsın. Nöbetçi; ‘Siz böyle kalacaksınız.’ der.” (Zuhruf 77)
“Doğrusu ayetlerimizi inkar edenleri ateşe sokacağız, derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Allah güçlüdür, hakimdir.” (Nisa 56)
Hasan-ı Basri (ra.) bu ayeti şöyle tefsir etmiştir: Ateş onları her gün yetmiş bin defa yiyip bitirir. Onları her bitirdikçe onlara, ‘eski halinize dönün denir.’ Onlar eski hallerine dönerler.
“Onlar için Cehennemden bir yatak ve üstlerine de örtüler vardır. Zalimleri böyle cezalandırırız.” (Araf 41)

“O gün, suçluları zincire vurulmuş olarak görürsün. Gömlekleri katrandan olacak, yüzlerini ateş bürüyecektir.” (İbrahim 49-50)
“Ve de ki: Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin. Biz, zalimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları kendilerini çepe çevre kuşatmıştır. (Susuzluktan) imdat dileyecek olsalar imdatlarına, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne fena bir içecek ve ne kötü bir kalma yeri!” (Kehf 29)
Buraya kadar naklettiğimiz ayetler kafirler, iman etmeyenler, Allah’a eş koşanlar, tağutlar, münafıklar, hainler ve bazıları da günahkar mü’minler hakkındadır. Ancak günahkar mü’min iman sahibi olduğu için ebedi olarak Cehennemde kalmayacaktır. Allah (cc) şöyle buyurdu:
“Rabbinin dilediği hariç, (onlar) gökler ve yer durdukça o ateşte ebedi kalacaklardır. Çünkü Rabbin, istediğini hakkıyla yapandır.” (Hûd 107)
Bu ayetlerdeki vasfedilen kişilerin dünya hayatlarına bakıldığında iman etmedikleri, Peygamberi tanımadıkları, vahyi dünya hayatlarına hakem kılmadıkları görülür ve bundan dolayı da kötü son ile karşılaşacak, ebedi bu hal üzere kalacaklardır. Rabbimiz, iman etmeyenlerin dünya hayatındaki amellerinin hiçbir değerinin olmadığını yüce kitabında şöyle bildiriyor:
“İnkâr edenlere gelince, onların amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir ki susayan onu su zanneder; nihayet ona vardığında orada herhangi bir şey bulamamış, üstelik yanı başında da (inanmadığı, kendisinden sakınmadığı) Allah'ı bulmuştur; Allah ise, onun hesabını tastamam görmüştür. Allah hesabı çok çabuk görür.” (Nur 39)

“Durmadan çalışır, (fakat boşuna) yorulur, kızgın ateşe girer.” (Gaşiye 3)
Bir topluluk vardır ki, samimi olmalarına rağmen farz sınırlarını gözetmeyerek bazı önderlerin arkasından gitmişlerdir. Bunların da kötü bir sona ulaşacaklarını Rabb’imiz kitabında şöyle bildirdi:
“Yüzleri ateşte evirilip çevirildiği gün: Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygambere de itaat etseydik! derler. Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.” (Ahzap 66-68)

“Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov. Yazık bana! Keşke falancayı (bâtıl yolcusunu) dost edinmeseydim!” (Furkan 27-28)
“Allah buyuracak ki: "Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında siz de ateşe girin!" Her ümmet girdikçe yoldaşlarına lânet edecekler. Hepsi birbiri ardından orada (cehennemde) toplanınca, sonrakiler öncekiler için, "Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver!" diyecekler. Allah da: Zaten herkes için bir kat daha fazla azap vardır, fakat siz bilmezsiniz, diyecektir.” (Araf 38)
“İşte o zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve (o anda her iki taraf da) azabı görmüş, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır. (Kötülere) uyanlar şöyle derler: Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık! Böylece Allah onlara, işlerini, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar. Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helal ve temiz olanlarından yeyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır.” (Bakara 166-168)
Bu ayetlerden anlaşılıyor ki; kişi kimi takip ediyorsa, hangi kitle ile çalışıyorsa, nasıl bir devlete ve idareciye tabii ise, kimi yardımcı edindiyse, kimi dost seçiyorsa onlarla beraber haşrolunacaktır. Eğer Kur-an ve Sünneti ölçü alınıp; marufu emreden, münkerden sakındıranlarla beraber olursak Allah’ın (cc) rızasına nail olabiliriz. Aksi takdirde sonuç, ayetlerde belirtildiği gibi hüsran ile bitebilir.
Rabb’imizin, akîbeti kötü olanlar için Kur’an da verdiği misal gerçekten akıllara durgunluk verecek derecededir. Şöyle buyuruyor:
“İnkarcılara o gün şöyle denir; Yalanlayıp durduğunuz şeye gidin. Gölge yapmayan ve ateşten de korumayan Cehennem dumanının üç kollu gölgesine gidin. O gölgenin saldığı her bir kıvılcım sanki birer sarı devedir, konak gibi de büyüktür. Yalanlamış olanların o gün vay haline.” (Mürselat 29-34)
Efendimiz (sav) Cehennem ateşinin ısısını şöyle anlatıyor:
“Allah’u Teala, Cehennemin bin sene yanmasını emir buyurdu. Ta ki ateşi kıpkızıl kesildi. Sonra bin sene daha yakıldı. Ta ki ateş bembeyaz kesildi. Sonra bin sene daha yakıldı. Ta ki ateşi simsiyah kesildi. Binaenaleyh Cehennem simsiyah ve karanlıktır.” (Tirmizi)

“Muhakkak ki, dünya ateşi rahmet sularıyla yetmiş defa yıkanmıştır. Dünya ehlinin kendisinden istifade edebileceği bir duruma getirilmiştir.” (İbni Abdulberr)
Ahiret gününde ne kadar korkunç bir son ile karşı karşıya kalabileceğimizin hesabını şimdiden yapmalı ve kendimize bir çeki-düzen vermeliyiz. Allah ve Rasulüne teslim olmalıyız.
Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
“İman etmeyenlerin içinde en hafif azabı amcam Ebu Talib’e çektirilir ki, onun ayağına bir terlik giydirilir ve Cehennemin bir katmanında gezdirilir. Ayağından aldığı ısıdan dolayı beyni kaynar. Diğer taraftan azılı kafirler ateş içinde cezalandırılırken ateşin sıcaklığından dolayı su ister ona bir kase içinde su verilir, onun içinde kan, irin karışımı vardır. O kaseyi içmek için ağzına yaklaştırdığında, kasenin içindeki su karışımının sıcaklığından dolayı yüzünün deri ve etleri kaseye dökülür, böyle olmasına rağmen o kişi bu suyu içer çünkü içinde bulunduğu ateş daha sıcaktır.”
Şu bir gerçektir ki, Cennet ve Cehennem hakkındaki bütün deliller akla hitap eder ve de her akıl sahibi bu delilleri anlayabilir, ona göre de kendisine bir istikamet seçebilir.
Dünya hayatında iman eden ve salih amel işleyenlerin durumu, yukarıda anlatmaya çalıştığımız isyan ehlinin durumundan çok farklıdır. Bu durumu Rabb’imiz mü’minler için nur ve hidayet kaynağı olan Kur-an’ı Kerim de şöyle anlatır:
“Kitabı sağından verilen; Alın kitabımı okuyun, doğrusu bir hesaplama ile karşılaşacağımı umuyordum, der. Artık o meyveleri sarkmış, yüksek bir bahçede, hoş bir yaşayış içindedir. Onlara şöyle denir; Geçmiş günlerde, peşinen işlediklerinize karşılık afiyetle yiyiniz içiniz.” (Hakka 19-24)

“Orada tahtlara yaslanırlar, orada yakıcı sıcak ve dondurucu soğuk görmezler. Meyve ağaçlarının gölgeleri, üzerine sarkmış ve onların koparılması kolaylaştırılmıştır. Çevrelerinde gümüş kaplar ve billur kaseler dolaştırılır. Billurları gümüş gibi parlaktır, onları ölçüp ölçüp dağıtırlar. Orada zencefil karışık bir tasla içirilirler. O pınara selsebil (tatlı su) denir. Yanlarında ölümsüz gençler dolaşır. Onları gördüğünde saçılmış birer inci sanırsın. Oranın neresine baksan, nimet ve büyük bir saltanat görürsün. Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır. Gümüş bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz içecekler içirir. İşte bu sizin işlediklerinizin karşılığıdır, çalışmalarınız şükre değer, denir.” (İnsan 13-22)
“İnanıp yararlı iş işleyenleri, içinde temelli ve ebedi kalacakları, içlerinden ırmaklar akan Cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Onları en koyu gölgeliklere yerleştireceğiz.” (Nisa 57)
“Doğrusu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara kurtuluş vardır. Bahçeler, bağlar, göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar ve dolu kadehler vardır. Orada boş ve yalan söz işitmezler. Bunlar Rabbinin katından, hesapları karşılığı verilenlerdir.” (Nebe 31-36)
“Rablerine karşı gelmekten sakınanlar, bölük bölük cennete götürülürler. Oraya varıp da kapıları açıldığında, bekçileri onlara; Selam size, hoş geldiniz. Temelli olarak buraya girin, derler. Onlar; Bize verdiği sözde duran ve bizi bu yere varis kılan Allah’a hamdolsun. Cennette istediğimiz yerde oturabiliriz. Yararlı iş işleyenlerin ecri ne güzelmiş, derler.” (Zümer 73-74)
“Allah’a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen Cennet şöyledir; Orada temiz su ırmakları, tadı bozulmayan süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları, süzme bal ırmakları vardır. Onlara orada her türlü ürün ve Rablerinden mağfiret vardır. Bunların durumu, ateşte temelli kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?” (Muhammed 15)
Enes İbn-i Malik (R.a)’dan Peygamber (Sav) şöyle dedi: “Pak ve yüce olan Allah Cehennemliklerin en hafif azaplısına ‘Dünya ve dünyadaki her şey senin olsa şu azaptan kurtulmak için onu fidye eder miydin? buyurur.’ O kul; ‘Evet fidye ederdim.’ der. Allah; ‘Sen ademin sülbünde iken ben senden bu fedakarlıktan daha ehven bir şey istemiştim. Bu bana ortak koşmamandı. (Ravi şöyle dediğini de zannediyorum dedi.) Ben de seni ateşe katmayacaktım. Fakat sen (dünyaya gelince tevhitten) imtina ettin de şirkten ayrılmadın, buyurdu.”
Enes İbn-i Malik (ra) şöyle dedi: “Rasulullah (sav) şöyle buyurdu; ‘Cehennemliklerden dünya ehlinin en nimetli ve refahlısı olan kimse kıyamet gününde getirilir ve ateşe bir daldırılış daldırılır. Sonra ‘Ya Adem oğlu, sen hiçbir hayır gördün mü? Sana herhangi bir nimet uğradı mı? diye sorulur. O kul; ‘Hayır vallahi ya Rab, der. Cennet ehlinden olup da en çetin ve meşakkatli hayat süren bir kişi getirilir ve Cennete bir daldırılış ile daldırılır. Müteakiben ona da; ‘Ey Adem oğlu, sen hiçbir çetinlik ve sıkıntı gördün mü? sana herhangi bir sıkıntı ve zorluk uğradı mı? diye sorulur. O da; Hayır vallahi ya Rab. Bana asla şiddetli fakirlik ve ihtiyaçtan dolayı fena bir hal arız olmamıştır. Ben asla bir hayat çetinliği ve zorluğu görmedim, der.” (Müslim 2807)
Ebu Hüreyre (ra) den Peygamber (sav) şöyle dedi: “Aziz ve Celil olan Allah;‘Ben iyi kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulun işitmediği ve hiçbir beşer kalbine gelmedik şeyler hazırladım.’ buyurdu.”
Rabb’imiz bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Yaptıklarına karşılık onlar için saklanan müjdeyi kimse bilmez.” (Secde 17)
İmam Malik İbn-İ Enes, Zeyd İbn-i Estem’den, o da Ata İbn-i Yesar’dan, o da Ebu Said Hudri (ra) den tahsis etti ki, Efendimiz (Sav) şöyle demiştir: “Allah, Cennet ahalisine; ‘Ey Cennet ahalisi’ diye buyurur. Onlar; Ey Rabbimiz ferman buyur, emrini ifaya her zaman hazır ve kullukta daimiz. Hayır senin iki elindedir’ derler. Allah; ‘Nasıl bu halinizden razı mısınız?’ buyurur. Kullar; ‘Ya Rab nasıl razı olmayalım? Sen bize mahlukatından hiçbir kimseye vermediğin bunca nimetleri ihsan buyurdun’ derler. Allah; ‘Ben sizlere muhakkak bunlardan daha faziletli ve daha şerefli bir nimet vereceğim’ buyurur. Kullar; ‘Ey Rabbimiz bu nimetlerden daha faziletli ve daha kıymetli hangi nimet vardır ki?’ derler. Bunun üzerine Allah; ‘Ben sizin üzerinize Rıdvan’ımı (Razı ve hoşnut olmamı) indiriyorum ve artık bundan sonra sizlere ebediyen darılmayacağım’ buyurur.” (Müslim 2892)
İbn-i Abbas (ra) şöyle rivayet etti. Rasul (sav) buyurdu ki:
“Ey insanlar! Muhakkak sizler Allah’ın huzuruna yalın ayakla, çıplaklar ve sünnetsizler olarak toplanacaksınız.”
“Göğü, kitap dürer gibi dürdüğümüz zaman, yaratmaya ilk başladığımız gibi - katımızdan verilmiş bir söz olarak - onu tekrar var edeceğiz. Doğrusu biz yaparız.” (Enbiya 104)
“Haberiniz olsun ki kıyamet günü mahlukat içinde ilk olarak elbise giydirilecek kimse İbrahim (as)’dır. Şu da; haberiniz olsun ki ümmetimden bir takım insanlar getirilecek onlar yakalanıp sol tarafa (Cehennem tarafına) götürülürler. Hemen ben, Ey Rabbim onlar benim Sahabelerimdir, diye sesleneceğim de, bana, sen onların senden sonra (dinde) neler icat ettiklerini bilmezsin, denilir. Ben de Allah’ın salih kulu ve Peygamberi olan (Meryem oğlu İsa’nın) dediği gibi derim; "... Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir gözcü idim. Fakat vakta ki sen beni (içlerinden) aldın üstlerinde gözetici ancak Sen kaldın ve Sen hakkıyla şahitsin. Eğer kendilerine azap edersen, şüphe yok ki onlar Senin kullarındır. Eğer onları mağfiret edersen yine şüphesiz ki mutlak galip ve yegane hüküm ve hikmet sahibi olan Sensin.” (Maide 117-118) Rasul (sav), “Bunun üzerine bana; ‘emin ol ki sen bunlardan ayrıldığından beri onlar ökçelerine basarak, geri dönmüş, mürtetler olmakta devam etmişlerdir’ denilir.” (Müslim 2860)
Bu gün ümmet nasıl da topuklarının üzerine dönmüştür! Hiç şüphesiz buna en büyük neden Hilafetin yıkılması ve Şer-i hükmün hayat sahasından kaldırılması ile olmuştur. Ne yazık ki ümmet, İslam’ın öngörmediği işleri yapmakta ve küfür nizamlarından kaynaklanan bir çok şeylere itikat eder olmuşlardır. Bunlar; demokrasi, laiklik, kapitalist ideolojiyi, komünizm, tasavvuf, körü körüne şahıslara bağlanma ve onları hüküm koyucu konumuna yükseltme, mantık, felsefe, atalar dini, fayda-zarar, kolay-zor, menfaatçilik, tedricilik, milliyetçilik, vatancılık, heva ve nefsi hüküm koyucu edinme vs. dir. Bunlara daha sonra detaylı olarak değineceğiz. İnşallah...
Cennet ve Cehennem hakkında Ebu Said’ten (ra) rivayetle Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
“Kıyamet günü Cennet ehli Cennete, Cehennem ehli Cehenneme ayrıldıktan sonra, ölüm, aklı karalı alaca bir koyun suretinde getirilir. Cennet ile Cehennem arasında durdurulur. Müteakiben, Ey Cennet ahalisi! ‘sizler bunu tanıyor musunuz’ denilir. Cennetlikler hemen boyunlarını uzatıp başlarını ona doğru kaldırırlar ve ona bakarlar. Ardından; ‘evet tanıyoruz bu ölümdür’ derler. Sonra, Ey Cehennem ahalisi! ‘sizler bunu tanıyor musunuz’ diye sorulur. Onlar da başlarını kaldırıp bakarlar ve ‘evet tanıyoruz bu ölümdür’ derler. Bunu takiben koyun suretindeki ölümün Cennet ile Cehennem arasında kesilmesi emrolunur ve derhal boğazlanır. Bundan sonra Ey Cennet halkı! ‘Cennette ebedi yaşayacaksınız artık ölüm yoktur. Ve Cehennem halkı sizler de karargahınızda ebedisiniz, artık ölüm yoktur’ denilir.”
Bundan sonra Efendimiz (sav) şu ayeti okudu:
“Ey Muhammed! Hâlâ gaflet içinde bulundukları ve hâlâ inanmayanları, onları, işin bitmiş olacağı o haslet günü ile uyar. Şüphesiz biz bütün yeryüzüne ve üzerinde bulunanlara varis olacağız. Onlar bize döneceklerdir.” (Meryem-39-40)

“Efendimiz bu ayeti okurken eliyle dünyaya işaret etmiştir.” (Müslim 2849)
“Cennetlikler Cehennemliklere ‘Biz Rabbimizin bize vadettiğini gerçek bulduk, Rabbinizin size de vadettiğini gerçek buldunuz mu? diye seslenirler. Evet, derler. Aralarında bir münadi, Allah’ın laneti Allah yolundan alıkoyan, o yolun eğriliğini isteyen ve ahireti inkar eden zalimleredir, diye seslenir.” (Araf 44-45)
“İki taraf arasında bir perde ve burçlar üzerinde her iki tarafı da simalarından tanıyan adamlar vardır. Cennetliklere, Size selam olsun derler. Bunlar henüz girmeyen fakat Cenneti uman kimselerdir.” (Araf 46)
“Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce de: Ey Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma! derler.” (Araf 47)
“ (Yine) A'râf ehli simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek derler ki: "Ne çokluğunuz ne de taslamakta olduğunuz büyüklük size hiçbir yarar sağlamadı.” (Araf 48)
“Allah'ın, kendilerini hiçbir rahmete erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı?" (ve cennet ehline dönerek): "Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz" (derler).” (Araf 49)
“Cehennem ehli, cennet ehline: Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızktan biraz da bize verin! diye seslenirler. Onlar da: Allah bunları dinlerini alay ve eğlenceye alan, dünya hayatına aldanan inkarcılara ikisini de haram kılmıştır, derler.” (Araf 50)
Buraya kadar aktardıklarımızdan da anlaşılacağı gibi Ahiret günü hesap, haşru neşr’in gerçekten çok çetin geçeceğidir. Rabb’imiz şöyle buyurmuştur:
“Bunlar, büyük bir günde tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı? O gün insanlar alemlerin Rabbinin huzurunda dururlar.” (Mutaffifin 4-6)

“Sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Müminun 115)
“Öyle bir günden korkun ki, o günde hiç kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz; hiç kimseden (Allah izin vermedikçe) şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz; onlara asla yardım da yapılmaz.” (Bakara 48)
“O gün hiç kimse başkası için bir şey yapamaz. O gün iş Allah’a kalmıştır.” (İnfitar 19)
“Ruh (Cebrail) ve melekler saf saf olup durduğu gün, Rahmânın izin verdiklerinden başkaları konuşmazlar; konuşan da doğruyu söyler.” (Nebe 38)
“Biz, yakın bir azap ile sizi uyardık. O gün kişi önceden yaptıklarına bakacak ve inkârcı kişi: "Keşke toprak olsaydım!" diyecektir.” (Nebe 40)

“De ki: Bütün şefâat Allah'ındır. Göklerin ve yerin hükümranlığı Onundur. Sonra Ona döndürüleceksiniz.” (Zümer 44)
“(Ey insanlar) Nereye gidiyorsunuz?” (Tekvir 26)
“Ey insanlar! Allah'ın vaâdi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. Allah’ın affına güvendirerek (şeytan) sizi ayartmasın!” (Fatır 5)
“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir. Cehennem ehliyle cennet ehli bir olmaz. Cennet ehli, kurtuluşa erişenlerdir.” (Haşr 18-20)
“Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan pek haşin melekler vardır.” (Tahrim 6)
Ey Ademoğlu! Öyle bir mahkemeden geçeceksin ki orada torpil yok, aracı yok, rüşvet yok, Allah izin vermezse şefaatçi yok, her yönden çepeçevre kuşatılmışsın, yaptığın her iş ve sözde, beş ayrı şahit ile Yüceler Yücesi Allahu Teala’nın mahkemesine geleceksin. Gel yol yakın iken, yaşarken, kendi kendini muhakeme et... Yol yakın iken hidayete tabi ol, kalıcı olan nimetlere bağlan, talep et... Allah (cc) katında hayırlı olan nimetlere bağlan. Allah’a ve Allah’tan gelen iman ve yaşam esaslarına sımsıkı sarıl, akideni yeniden gözden geçir, kontrol et, amellerinin ölçüsünü nereden alıyorsun ona bir bak, yanlışsa o ölçüleri terk et, tövbe et. Böylece ahiret gününde yüzleri ağaranlardan ol, yüzleri kararanlardan değil...
Şunu bil ki, Allah’ı asla kandıramazsın. Sözünde özünde dosdoğru ol...“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ilahi emrine Efendimiz (sav) sımsıkı sarılmıştı sende rehberini takip et, ona uy...
LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDURRASULULLAH
Bu emre göre yaşa ki, iki cihanda Allah’ın rızasını kazanasın, hüsrana uğramayasın. Aksini yaparsan o mahkemede “Eyvah!” dersin, pişman olursun ama o pişmanlık fayda vermez. Esasen Allah’u Teala insanlığın ilk atasını yeryüzüne gönderirken şöyle buyurmuştu:
“Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler. İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliktir, onlar orada ebedî kalırlar.” (Bakara 38-39)
Allah ve Rasulüne iman edip salih amel işleyenlerin, şer-i hükme tabi olanların yeri Cennet olacaktır. Bu kişiler Allah’ın rızasına nail olmuşlardır. İnkar edenlerin yeri ise Cehennemdir. Bunlarda Allah’ın gazabına uğrayacaklardır.
Burada ince bir noktayı da ayırmak gereklidir. Efendimiz (sav) bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyuruyor: “Hiçbir kimse ameline güvenerek Cennete gireceğini sanmasın. Sahabe; ‘Ya Rasulullah sen de mi?’ deyince, ‘Ben de’ buyurdu. ‘Şu kadar ki Allah bana kendinden bir Rahmet ile yetişir.” (Müslim 74)
Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâhınızın, sadece bir İlâh olduğu vahiy olunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf 110)
Bu ayette, yapılan bir işin Allah katında makbuliyeti için iki şart koşulmuştur.Birincisi; yaptığı ibadeti Şer-i hükme uygun ve işi yalnızca Allah için yapmalı.İkincisi; Allah için yaptığı salih ameli Şer-i hükmün sınırları içinde yapmalı ve yukarıdaki Hadis-i Şerifi de göz önüne alarak bu ibadetin Allah katında kabulünü ummalıdır. Böylece ne ameline güvenip dengesini sarsmalı, ne de amel etmekten geri durmalı. Yani korku ile ümit arasında olmalı ki amellerinde devamlılık olsun, hesap gününü gözetsin, şer-i hükme uygun amel işlesin, yaptığı ibadette hiç kimseyi O’na ortak etmesin. Bu durumda o kişi dünya hayatında kulluğun kamil manada gerçekleşmesi için çalışır. Bu düşünce onu kamil manada kulluğu yapmayı engelleyen nedenleri araştırıp, bulup, bu noktada şerîatın ona ne yükümlülük yüklediğine karar vermeye, varılan sonucu tahkik ettirmek için hareket etmeye sürükler. Bu sonuç ise, dinin diğer dinler üzerine hakim olmasını gerekli kılar. Aksi takdirde Allah’ın hükmü yerine getirilmiş olmaz. Dinin diğer dinler üzerine hakim olmasının yolu ise Kur-an ve Sünnette belirlenmiştir.
Şer-i hükmün belirlediği yol ise kitlesel, siyasi bir hizip ile çalışmaktır. O hizbin, şeriata uygun bir metodu, hedefi ve o hizipte kişileri birbirlerine bağlayan fikri rabıta ve İslam kardeşliği olmalıdır. Bu hizip, toplumda var olan fikir ve fikrin tezahürü, sevgi ve nefret, nizamların değişmesi, nefislerde ve toplumda olan şeylerin değişmesi için var gücü ile çalışmalıdır.
Bilelim ki; ölüm bizim için bir kaledir ve her nefis ölümü tadacaktır. Ancak iman eden mü’minlerin iman esaslarından biri; öldükten sonra diriliş ve hesaba çekiliştir. Ahirette dünyada yaşadığımız müddet içerisinde iman ve şeriata uyup uymadığımız hakkında hesaba çekileceğiz. Muhakemenin sonu ceza veya mükafattır.
Mükafatı istiyorsak; ‘ya Hilafet ya Şahadet’ parolası ile yürüyelim. Bilelim ki; sebep ve sonuç Allah'ın yanındadır, yardım da Allah’ın yanındadır.
Eğer iman eder, dinin ve şeriatın hayata hakimiyeti için hareket edersek Allah’ın (cc) yardımı ulaşacak ve vaadi mutlaka bir gün gerçekleşecektir. Eğer bu uğurda şahadete ulaşırsak bu bizim için kurtuluştur. Bu kurtuluş ise, kul hakkı hariç Allah’ın üzerimizdeki kulluk hakkından kurtuluştur.
Haydi! Ey Müslüman!.. 100 yıldır yattığın uykundan uyan! 13 asır dünyaya nuru ve hidayeti götüren ümmetin çocukları gelin hayırda yarışalım, iyiliği emredip kötülüğü nehyedelim. Allah ve Rasulünün bize hayat verdiği şeye (Kur-an ve Sünnete) koşalım. Hilafeti en kısa zamanda nasbedelim. Allah (cc) şöyle buyuruyor:
Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!” (Ali İmran 133)
“Bunlar, Allah'ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a ve Peygamberine karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (Nisa 13-14)
Bu ayetlerde dünya hayatının Ahiret ile bağlantısı ortaya konuyor.
c-) Dünya hayatının kıymeti: Daha önce de değindiğimiz gibi, dünya hayatı başlangıcı ve sonu belli olan, içerisinde insanların, hayvanların ve daha başka canlı cansız birçok varlığın bulunduğu bir hayattır. Bu dünya hayatında var olan her yaratık Alemlerin Rabbi olan Allah (cc) tarafından kendileri için tayin edilen sınırlar çerçevesinde hareket etmekle sorumludurlar. Her birinin belirlenmiş bir yaratılış gayesi ve amacı vardır. Bu konuya işareten Alemlerin Rabbi olan Allah (cc) bize şöyle seslenmektedir:
"Size yeryüzünü boyun eğdiren O'dur. O halde yerin sırtlarında yürüyün. O'nun rızkından yiyin, nihayet dönüş O'nadır." (Mülk 15)
"Görmedin mi ki göklerde ve yerde bulunanlar, saf saf uçan kuşlar Allah'ı tesbih etmektedirler. Her biri kendi duasını tesbihini bilir. Allah, onların yaptıklarını bilendir." (Nur 41)
Ayetlere baktığımızda, konu ile ilgili olarak insanların ve cinlerin dışında kainatta bulunan tüm varlıkların yaratılış amaçlarına uygun olarak hareket ettiklerini görürüz. Hayvanlar, diğer canlı-cansız varlıklar, hem Allah'ı tesbih ederler hem de Mülk suresi 15. ayette belirtildiği üzere insanların hizmetine hazır halde bulunurlar. Kesinlikle bunun tersine hareket etmezler. Ancak insanların kainatta var olan eşyalardan yararlanabilmeleri için Allah (cc) tarafından her bir madde ve eşya ile ilgili özellikleri keşfetmeleri ve buna uygun olarak hareket etmeleri gereklidir. İnsanlar bu özellikleri keşfettikleri zaman bu eşyalar Sünnetullaha aykırı tavır takınmazlar. Çünkü, onların yaratılış gayeleri içerisinde hem Allah'ın kendilerine öğrettiği şekilde Onu tesbih etmek, hem de yaratılış özellikleri çerçevesinde insanlara hizmet etmek yer almaktadır. Kainatta var olan cansız varlıkların birtakım sorumluluk taşımakla karşı karşıya kaldıklarının bir başka delili de Allah (cc)'ın şu sözüdür:
"Gerçekte biz emaneti göklere, yeryüzüne ve dağlara sundukta onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve korkup titrediler. Onu insan yüklendi. Doğrusu insan pek zalim ve pek cahil oldu." (Ahzap 72)
Kainatta var olan mahluklar içerisinde insanların ve cinlerin dışında kalanların yaratılış gayeleri ve sorumlulukları ile ilgili durum budur. İnsanların ve cinlerin yaratılış gayeleri ise ayette şöyle belirtilmektedir:
"İnsanları ve cinleri ancak bana kulluk etmeleri için yarattım." (Zariyat 56)
Ancak, cinler meselesi konumuzla alakalı olmadığı için onlarla ilgili durumu burada ele almaya gerek duymuyoruz. İnsan olmamız hasebiyle bizim asıl konumuz insan dairesi çerçevesindedir. Dolayısıyla ciddi bir şekilde ele alınması ve hakkında çözümler ortaya konulması gereken varlık da insandır. Zira cinlerin nasıl bir varlık olduklarını ve detaylıca özelliklerini bilmediğimiz için onlar hakkında birtakım değerlendirmelerde bulunmamız kesinlikle doğru olmaz. İnsanların ve cinlerin dışında kalan diğer canlı ve cansız varlıklarla ilgili çok kısa ve net olarak söylenebilecekleri ise yukarıda belirtmiştik. Öyleyse dünya hayatının değeri ve hayat tasviri konusunu insanla ilgili boyutuyla ele almak gerekmektedir.
Zariyat suresi 56. ayette de belirtildiği üzere insanların yaratılış gayeleri; insanı, hayatı ve kainatı yaratmış olan Yüce Yaratıcı'ya hakkıyla kullukta bulunmaktır. İnsanların bu kulluk görevlerini layıkıyla yerine getirebilmeleri için ise yine, Alemlerin Rabbi'nden gelen emir ve yasaklara kulak vermeleri mutlak surette gereklidir. Ne yazıktır ki, Osmanlı Hilâfet Devleti'nin yıkılmasının ardından İslâm'ın pratik olarak tüm insanların hayatından silinmesiyle birlikte Müslümanlar pusulalarını şaşırdılar ve kendilerine kendi dinlerinden olmayan kimseleri rehber edinmeye başladılar. Sahip oldukları İslâmi düşünceleri yanlış, küfür fikirlerini ise doğru fikirler olarak algılamaya başladılar. İslâm'ın kesin nassıyla bilinen apaçık ve net hükümlerini bırakarak küfür fikirlerine uymaya başladılar. Kendileri uyduğu gibi hükümleri de küfür düşüncelerine uydurmaya çalışmaktadırlar. Delaleti ve sübûtu kati naslarla her türlüsünün haram kılındığı faize cevaz verdiler. Hayata bakış açılarını ve hayat tasvirlerini İslâm'ın istediği şeklin dışında (batı düşüncesi çerçevesinde) demokratik normlara göre değerlendirdiler. Hayatlarında yapacakları işlerin doğruluğunu veya yanlışlığını şer'i hükümlere göre belirlemek yerine batı düşüncesinde olduğu gibi akla göre, fayda veya zarar kavramlarına göre belirlemeye başladılar. Allah'ın kalplerine yerleştirmiş olduğu imanın gücüne ve üstünlüğüne güvenmek yerine makama, mevkie, zenginliğe güvenmeye ve değer vermeye başladılar. Güçlü-kuvvetli olabilmek, bu türden unsurları elde etmek için uğraşırken yaptıkları işlerin şer'i hükümlere uygunluğunu veya uygunsuzluğunu kesinlikle hesaba katmadılar. Böyle bir şeye gereksinim duydukları zaman ise; ya karşılaştıkları şer'i hükümleri akıllarına göre yorumlama, ya da şer'i usûllere uygun olmayan çıkarımları kullanarak getirdikleri delillerle ispatlama yoluna gittiler.
Rasulullah (sav)'in Medine'ye hicret etmesiyle başlayıp Osmanlı Hilâfet Devleti'nin yıkılmasına kadar 13 asır boyunca yeryüzünde hakim olan İslâm devletinin ve İslâm hükümlerinin, hayatın her alanından uzaklaştırılmasının ardından Müslümanların karşı karşıya kaldıkları sıkıntıların, problemlerin ve hatalı davranışlarının nedenlerini ve çözüm yollarını ortaya koyma ayrı bir çalışmayı beraberinde getireceği için biz burada konuyu daha fazla uzatmak istemiyoruz.
Dünya hayatının değeri ve hayat tasviri
Allah’ın (cc) Rasulü şöyle buyurmaktadır: "Ümmetler ve milletler (din mensupları) birbirlerini sofraya davet ettikleri gibi birbirlerini sizin üzerinize davet edecekler ve üzerinize üşüşecekler." Bu sözü duyanlardan birisi: -Bizim azlığımızdan mı? -"Hayır! Aksine siz o gün çok olacaksınız. Fakat sizin çokluğunuz tıpkı selin önüne katıp sürüklediği çer çöp gibi olacaktır. Allah düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalbinize vehn bırakacak." Yine bu sözü duyanlardan birisi: -Ya Rasulallah! Vehn nedir? "Ölüme karşı isteksizlik ve dünya sevgisi." dir.
Bu hadiste Rasulullah (sav), 14 asır önce yaptığı bir tasvirle adeta günümüz Müslümanlarının durumunu ortaya koymaktadır. Hadisin sonunda yer alan“Ölüme karşı isteksizlik ve dünya sevgisi” ifadeleri gerçekten bugün karşı karşıya kaldığımız sorunlardan birisidir. Günümüzün Müslümanları olarak bizler dünya hayatına ne kadar değer verip-vermememiz gerektiği hususunda şaşkın bir hale geldik. Müslümanlar sahip oldukları inançlarından kaynaklanan düşüncelerden vazgeçip batı fikirlerini benimsemekle dünya hayatına bakışları değişti.
Kafirler nezdinde dünya hayatı; Allah'a ve Resulüne inanmayan, Allah'ın dinini tek din olarak kabul etmeyen kişilerin yaşamında, nimetlerinden sınırsız bir şekilde, en üst düzeyde faydalanılması gereken bir yer olarak algılanmaktadır. Çünkü, kafirlerin bir kısmı ahiret hayatına kesinlikle inanmamakta ve ahiret inançları şeklî olmaktan öteye geçmemektedir. Onlar için yaşanabilecek tek hayat bu dünya hayatıdır. Onların ahiretteki nasipleri ise ancak cehennemdir.
Evet, gerçekten bu dünya hayatı kafirlere süslü gösterilmiş bir hayattır. Onların bu hayata sahip çıkmaktan başka yapabilecekleri bir şey yoktur. Çünkü onlar ahirette hüsran içerisinde olacaklardır. Müslüman ise, kafirler veya müşrikler gibi değildir. Müslümanlar için ahirette içinde ebedi kalmak üzere hazırlanmış cennet vardır. Dolayısıyla Müslüman'ın dünya hayatına bakışı da kafirlerin bakışından farklı olmalıdır. Müslüman'ın gözünde dünya hayatı, ne pahasına olursa olsun her şeyiyle kaçırılmaması gereken bir hayat değil bir imtihan dünyası olarak değerlendirilmelidir. Çünkü insanların tamamı bu dünyaya imtihan için gelmişlerdir. Bu konuyla ilgili bir ayette şöyle buyurulmaktadır:
"Hanginizin daha iyi iş (salih amel) işleyeceğini imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur." (Mülk 2)
Tüm insanlar, özellikle de Müslümanlar bu dünya hayatında imtihan için bulunduklarının bilincinde olmalıdırlar ve dünya hayatına da ona göre değer vermelidirler. Müslüman'ın gayesi her ne olursa olsun dünyayı kazanmak değil ahireti kazanmak, Allah'ın rızasını elde etmek olmalıdır. Dünya hayatı yalnızca ahireti kazanmak için hazırlanmış bir tarla konumundadır.
Allah'ın kitabında kendilerinden övgü ile bahsettiği, razı olduğunu bildirdiği Sahabelerin hayatlarına bir bakalım. Acaba onların yaşadıkları dönemin "asrı saadet" olarak isimlendirilmesinin nedeni sahip oldukları dünya zenginliklerinden mi yoksa bundan çok daha değerli şeylere sahip olmalarından mı kaynaklanıyordu?.. Aişe (r.anha)'den gelen bir rivayete göre şöyle demektedir:"Üzerinden üç hilal geçerdi de Allah Resülu’nün evlerinde ateş yanmazdı."Yani iki ay üst üste Rasulullah (sav)'in evlerinde sıcak yemek pişmezdi. Sahabelerden bir çoğu yiyecek bulamadıkları için günlerce aç gezerlerdi, günlerini oruçla geçirirlerdi. Suheyb er-Rumi (ra) Mekke'den Medine'ye hicret ederken yolunu kesip Mekke'de kaldığı süre içerisinde sahip olduğu mal varlığını almak isteyen müşriklere, Medine'ye hicretine engel olmamaları koşuluyla malının tamamını bırakmıştır. Medine'ye geldiğinde ise Resülullah (sav): "Suheyb kazandı. Suheyb kazandı" diyerek yaptığı işi tasvip etmiştir. Ebu Bekir (ra) Mekke'de iken sahip olduğu 40.000 ukiyelik mal varlığının 34.000 ukiyelik kısmını Allah için harcamış, Müslüman köleleri alıp âzad etmiştir. Müslüman olmadan önce yaptığı ticari seyahatlerin hepsini iptal ederek yalnızca Mekke içerisinde ticaret yapmakla yetinmiştir. Tebük savaşına gidecek ordunun hazırlanması için Resülullah (sav), Müslümanların tasaddukta bulunmalarını istediğinde malının tamamını getirmesi üzerine Ömer (ra), ‘bu sefer de Ebu Bekir'i geçemedim’ diyerek kendi kendine hayıflanmış ve Resülullah (sav)'a: Ya Resülullah Ebu Bekir evinde çocuklarına hiçbir şey bırakmadı, dediğinde Ebu Bekir (ra) şöyle cevap vermiştir:
- Getirdiklerimden daha hayırlısını bıraktım.

- Ne bıraktın?
- Allah ve Resülünü bıraktım.
Ömer (ra)'in Hilâfeti zamanında yapılan fetihler sonucunda İslâm Devleti’ne bol miktarda ganimet gelmeye başlamıştı. Ömer (ra) bir yandan önünde yığılı olarak durmakta olan altınlara bakıyor bir yandan da hüngür hüngür ağlayarak şöyle diyordu: "Allah biliyor ya, bunu peygamberinden ve Ebu Bekir'den sakındırdı da bana verdi. Bununla hayır mı yoksa şer mi diledi?" Yani Ömer (ra) önünde yığılı bir halde bulunan altınlara sevineceği yerde bunun kendisi için bir imtihan olduğunu düşünerek, imtihanı kaybetmekten korkuyordu. Gerçekten de Sahabeler (r.ahm) dünya hayatına gerektiğinden fazla önem vermiyorlardı. Onların dünyaya bakışlarının temel esaslarını Allah'ın şu ayetleri oluşturuyordu:
“İşte onlar, ahirete karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir.” (Bakara 86)

“Kafir olanlar için dünya hayatı câzip kılındı. (Bu yüzden) onlar, iman edenler ile alay ederler. Oysa ki, (iman edip) inkardan sakınanlar kıyamet gününde onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız lütufta bulunur." (Bakara 212)
“Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metâından başka bir şey değildir.” (Ali imran 185
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz? ” (En'am 32)
“ (Ey Muhammed!) Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah bunlarla, ancak dünya hayatında onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kafir olarak canlarının çıkmasını istiyor.” (Tevbe 55)

“Allah dilediğine rızkını bollaştırır da daraltır da. Onlar dünya hayatıyla şımardılar. Oysa ahiretin yanında dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey değildir.” (Rad 26)
“Kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.” (Şura 20)
“Size verilen şey, yalnızca dünya hayatının geçimliğidir. Allah'ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat iman edenler ve Rablerine dayanıp güvenenler içindir.” (Şura 36)
“Fakat siz (ey insanlar!) Ahiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde dünya hayatını tercih ediyorsunuz.” (Ala 16-17)
Evet, Sahabe-i kiramı ve dünya hayatına bakışlarını bir kısmını yazdığımız bu ayetler şekillendiriyordu. Onların gayeleri dünyayı, dünyanın geçici nimetlerini kazanmak değil Alemlerin Rabbi olan Allah'ın rızasını kazanmaktı. Temel düşünceleri bu nokta üzerinde yoğunlaşıyordu. Ahiret yurdunu kazanabilmek için sahip oldukları dünya varlıklarının tamamını feda etmeye her zaman için hazır kimselerdi. Çünkü onlar Resülullah (sav)'in şu sözlerini kendilerine şiar edinmişlerdi:
Ebu Hureyre (ra)'den: “Resülullah (sav) şöyle dedi: "Allah (cc) buyuruyor ki: Salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve herhangi bir insanın hatırından dahi geçmeyen (nimetler) hazırladım. Dilerseniz şu ayeti okuyunuz: [Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.] Cennette bir atlının gölgesinde yüz yıl boyunca gideceği ancak yine de aşamayacağı büyüklükte bir ağaç vardır. Dilerseniz şu ayeti okuyunuz: [Uzamış gölgeler] Sizin cennetteki bir kamçı kadar yeriniz, dünyadan ve dünyadakilerden daha hayırlıdır." Dilerseniz şu ayeti okuyunuz: [Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metâından başka bir şey değildir.] (Tirmizi,K. Tefsiri'l Kur-an, 3214; [Secde 17, Vakıa 30, Ali imran 185])
"Allah'a and olsun ki ahirete göre dünyanın durumu; birinizin denize parmağını daldırması gibidir. Baksın bakalım parmağı ona denizden ne getiriyor.” (Ahmet b. Hanbel, Müs. Şamiyyin, 17326)
Aişe (r.anha)'den gelen bir rivayette Resülullah (sav) şöyle buyurmaktadır:"Dünya; yurdu olmayanın yurdu, malı olmayanın malıdır. Aklı olmayan kimse dünya için biriktirir." (Ahmet b. Hanbel, Baki Müs. Ensar, 23283)
Ebu Musa el-Eşari'den Resülullah (sav) şöyle buyurdu:
“Kim dünyasını severse ahiretine zarar verir. Kim de ahiretini severse dünyasına zarar verir. Baki kalanı (ahireti) yok olana tercih ediniz." (Ahmet b. Hanbel, Müs. Kufiyyin, 18866)

“Kimin derdi dünya olursa Allah onun işini aleyhine darmadağın eder, fakirliği alnına yazar. Dünyadan eline geçen miktar da kendisinde yazılandan fazla olmaz. Kimin de niyeti (tek derdi) ahiret olursa, Allah onun işlerini toplar ve zenginliği kalbine koyar, dünya nimetleri ona koşarak (kendiliğinden) gelir.” (İbni Mace, K. Zühd,4095)
Sahabeler, Resülullah (sav)'in dünya hayatına asla değer vermediğini, Allah'ın rızası uğrunda her türlü sıkıntıya katlanmaya hazır olduğunu, dünyanın her türlü nimetlerini elinin tersi ile ittiğini gösteren şu ifadelerini görüyorlar ve aynen onun peşinden gidiyorlardı:
Mekke'de müşriklere karşı mücadelesini yürütürken, davasından vazgeçmesini, putlarına, Mekke'nin liderlerine, yöneticilerine, sosyal hayatlarına ve ticari ilişkilerine çatmamasına karşılık kendisini başlarına lider yapacakları, Mekke'nin en güzel kızı ile evlendirecekleri veya istediği kadar para verecekleri teklifini amcası aracılığı ile gönderdiklerinde amcasına şöyle diyordu:
"Allah'a yemin olsun ki ey amcacığım. Bu işten vazgeçmem için onlar bir elime ayı bir elime de güneşi verseler ben yine bu davadan vazgeçmem. Bu baş bu vücuttan ayrılıncaya ya da bu din hakim oluncaya kadar mücadelemi sürdüreceğim."
Amcası Ebu Talib'in ve eşi Hatice (r.anha)'nin vefatından sonra davet amacıyla gittiği Taif'te ve dönüşünde karşılaştığı kötü muamele karşısında ellerini kaldırarak şöyle diyordu:
"Allah'ım! Gücümün azlığını, çaresizliğimi ve insanların bana yaptıklarını, beni hakir görmelerini yalnızca sana şikayet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi. Sen güçsüzlerin, hor ve hakir görülenlerin Rabb’isin. Benim de Rabbimsin. Beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi? Yoksa işlerimi eline bıraktığın bir düşmana mı? Eğer bana karşı öfkeli değilsen ben bunların hiç birisine aldırmam. Senin af ve merhametin bana bunları da göstermeyecek kadar geniştir. Senin gazabına uğramaktan, ilahi rızandan uzak kalmaktan sana, senin o karanlıkları aydınlatan dünya ve ahiret işlerini yoluna koyan ilahi nuruna sığınırım. Allah'ım! Sen hoşnut oluncaya kadar affını dilerim. Allah'ım kuvvet ve kudret ancak senin elindedir."
Rasulullah (sav), Taiflilerden gördüğü bunca hakarete, dönüş yolunda taşa tutulmasına rağmen Allah'ı razı etmekten başka hiçbir şeyi hedeflemiyordu. Mekke müşriklerinin kendisine teklif ettikleri dünyalıklara hiçbir şekilde tenezzül etmiyordu. Allah (cc)'ın rızasını kazandıracak olan Allah'ın dinini yeryüzüne hakim kılma görevini yerine getirmekten başka hiçbir şeyi kendisine dert edinmiyordu. Onun ne dünyada ne de dünya malında gözü yoktu. Ruhunu Allah'a teslim etmesinden kısa bir süre önce söylediği şu ifadelerle, dünyaya bakışını net olarak ortaya koyarak ashabına ve onlardan sonra kıyamete kadar gelecek tüm İslâm ümmetine en güzel bir örnek olma özelliğini koruyordu.
Abdullah b. Amr, Resülullah (sav)'in kölesi Ebu Müveyhibe'den rivayet ediyor:“Bir gece yarısı Resülullah (sav) beni uyandırdı ve bana şöyle dedi: "Ey Eba Müveyhibe! Ben, Baki kabristandakilere mağfirette bulunmakla emrolundum, haydi birlikte gidelim.” Ben de onunla birlikte yola çıktım. Oraya vardığımızda onların aralarında durarak şöyle seslendi: “Allah'ın selamı üzerinize olsun ey kabir halkı sizin şu andaki haliniz insanların içerisinde bulundukları halden daha iyidir. Allah’ın sizi kurtardığı şeyleri (tehlikeleri) ah bir bilseniz. Sonra gelen öncekinden daha kötü olan karanlık geceler gibi peş peşe gelen fitneler olacaktır.” Sonra bana yöneldi ve şöyle dedi: “Ey Eba Müveyhibe! Bana, dünya hazinelerinin anahtarları ve dünyada sonsuza kadar kalmak ve cennet vadedildi. Bunlarla, Rabbime ve cennete kavuşma tercihlerinden birisini seçmek arasında serbest bırakıldım.” Dedim ki:
-Anam, babam sana feda olsun. Keşke dünya hazinelerinin anahtarlarını, içinde sonsuza kadar kalmayı sonra da cenneti tercih etseydin.

-“Allah’a yemin olsun ki hayır, ey Eba Müveyhibe. Ben Allah Azze ve Celle’ye kavuşmayı ve cenneti seçtim.” Sonra Baki kabristanda bulunanlara istiğfarda bulundu, oradan da evine gitti.” (Ahmet b. Hanbel, Müs. Mekkiyyin, 15425)
Yeryüzünde yaratılmışların en şereflisi, Allah nezdinde insanların en değerlisi, peygamberlerin sonuncusu, tüm insanlara uyarıcı ve müjdeci olarak gönderilen, rahmet Peygamberi Rasul Muhammed (sav); dünyada sonsuza kadar kalma, dünya hazinelerinin anahtarlarına sahip olma teklifini elinin tersi ile iterek, ebedi olanı, bunlardan çok daha değerli olanı, Alemlerin Rabbine kavuşmayı tercih etmiştir.
Kerim Resülun yolundan giden Sahabe de aynı şekilde dünyayı değil ahireti kazanmayı kendilerine düstûr edinmişlerdir. Allah'ın rızasını kazanmak, dinini dünyanın en ücra köşelerine taşımak için cepheden cepheye koşmuşlardır. Dünyanın peşinden koşmamışlar dünyayı peşlerinden koşturmuşlardır. Allah'a, Resülüne, dinine ve Müslümanlara düşmanlık edenlerden korkmamışlar, aksine onların kalplerine korku salmışlardır. Allah'ın dinini hakim kılmak için Cebelitarık Boğazını geçerek İspanya kıyılarına varmasının ardından tüm gemileri yaktıran Tarık b. Ziyad askerlerine şöyle sesleniyordu:
-İşte arkanızda koskoca ordu gibi bir derya, önünüzde de derya gibi bir ordu bulunmaktadır. Ya Allah yolunda, önünüzdeki derya gibi ordu ile karşılaşır öldürülüp şehadet şerbetini içer veya Allah tarafından zafere eriştirilirsiniz ya da geri dönmeyi arzular arkanızdaki derya ile boğuşursunuz. Tercih sizindir.
Bu konuşmanın ardından Tarık b. Ziyad komutasındaki İslâm ordusu iki saat içerisinde Tulaytıla'nın sarayına girerek tüm hazineleri ganimet olarak ele geçiriyor ve Tarık b. Ziyad ayağını Tulaytıla'nın hazinelerine basarak şöyle diyordu:
Ey Tarık! Bir zamanlar para ile alınıp satılabilen bir köle idin, şu anda ise Tulaytıla'nın hazineleri ayaklarının altında durmaktadır.
Evet, Tarık b. Ziyad İspanya'yı dünya malına sahip olmak, batı dünyasında olduğu gibi sömürgecilik için feth etmemişti. Tarık b. Ziyad ve onun dışındaki tüm İslâm komutanları, sultanları ancak Allah'ın dinini dünyaya taşımak, hakim kılmak için cihad etmişlerdir. Dünyanın peşinde koşmadan dünyayı kendi peşlerinden koşturmuşlardır. Allah'ın rızasını taleb için çalışırlarken aynı zamanda Allah (cc), dünyanın tüm nimetlerini onların ayakları altına sermiştir.
Halid b. Velid'ler, Tarık b. Ziyad'lar, Selahaddin Eyyubi'ler, Halife Mutasım'lar, Fatihler, Yavuzlar ve daha nice kahraman ve cesur İslâm komutanları Allah'tan başka hiç kimseden korkmadan, yalnızca Allah'ın dinini tüm dünyaya hakim kılmayı ve Allah yolunda şehit olmayı arzulayarak hareket etmişlerdir. Onların kalplerinde günümüzün komutanlarında olduğu gibi dünya sevgisi değil, cennet özlemi vardı. Onlar İslâm düşmanlarından değil İslâm düşmanları onlardan korkuyorlardı. Ölümden kaçmıyorlar, koşarak, seve seve ölüme gidiyorlardı. Çünkü onlar bu dünyayı değil cenneti istiyorlardı. Onların hayata bakış açılarını; fayda-zarar, iyi kötü veya çıkarcılık değil, Allah ve Resülü'nden gelen şer'i hükümler, helaller ve haramlar şekillendiriyordu. Bunun için her şeye bakışları farklıydı. Başları dimdik, tok sesli, cesur, uyanık, dünya sınırlarını aşarak ahireti ve cenneti kuşatan bir ufka sahip ileri görüşlü kimselerdi.
Geçmişte olduğu gibi bugün de İslâm ümmeti içerisinden böylesi komutanları çıkartmaya elbette ki muktedirdir. Ümmet, öncekilerdeki üstün özelliklere sahip kişileri en yakın zamanda görmeyi arzulamaktadır. Başlarında; Allah’a, Rasulü’ne, İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık yapmayan, korkaklardan korkmayacak kahraman ve cesur komutanları, yöneticileri görmek istemektedirler. Haçlıların egemenliği altındaki Kudüs'ü fethetmeden rahat bir uyku uyuyamayan ve gülmeyen Selahaddin Eyyubi'leri arzulamaktadırlar. Resülün hadisinde belirttiği müjdeye nail olabilmek için gece gündüz İstanbul'u fethetme hazırlıklarını sürdüren ve planlar yapan Fatihleri beklemektedirler. Filistin'de, Suriye'de, Bosna'da, Azerbaycan'da, Özbekistan'da, Türkiye'de ve Kosova' da ve daha birçok bölgede; Müslüman kızlarımızın, annelerimizin ve kız kardeşlerimizin namuslarına, başörtülerine el uzatanlara haddini bildirecek Halife Mutasım gibi komutanların çıkmasının özlemini çekmektedirler. Allah (cc) şöyle buyurdu:
"Sizden öncekilerin başlarına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamberler ve onunla beraber bulunan müminler: Allah'ın yardımı ne zaman? diyecek kadar darlığa ve sıkıntıya uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki Allah'ın yardımı şüphesiz yakındır." (Bakara 214)
Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, ayaklarımızı sabitleştir ve kafir topluluğa karşı bize yardım et.
Rabbimiz! Bizim üzerimize sabır boşalt, ebrar sahipleriyle, Müslümanlarla birlikte bizim canımızı al.
Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla. Şüphesiz ki Sen, sonsuz bağışta bulunansın.
Rabbimiz! Peygamberlerine vaad ettiklerini bize de ver, kıyamet günü bizi rezil etme. Sen şüphesiz sözünden caymazsın.
Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et. Bizi muttakilerle beraber kıl.
Ey Allah'ım! Bizi, senin yolunda şehitlikle rızıklandır. Bizi, senin yolunda şehitlikle rızıklandır. Bizi, senin yolunda şehitlikle rızıklandır. Bize, nimetine eriştirdiğin peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle ve salihlerle bir arada bulunmayı nasip et.
Rabbimiz! Bize dünyada güzel olanı ver ahirette de güzel olanı ver. Bizi ateşin azabından koru.
Rabbimiz! Bizi ve çocuklarımızı namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz! Dualarımızı kabul buyur

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...