TÜRKİYE BÖLÜNÜRMÜ
07 Kasım 2013
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır Mehmet Yılmaz
Soyut Sanat MüslümanınYitik Malıdır
Mehmet Yılmaz
MEHTER’İN HİKÂYESİ
MEHTER’İN HİKÂYESİ
Yeniçeri Avrupa’yı yeniden fethetti!
25 Eylül 2013 Çarşamba
Mehter musikisi, Avrupalı bestecilere ilham kaynağı oldu. Wagner, “İşte musiki buna derler” demekten kendisini alamadı. Biz ise bu ihtişamlı müesseseyi, iki defa kapatıp, iki defa yeniden açtık.
Selçuklu Sultanı III. Alâeddin Keykubad, Osman Gâzi’ye 1289’da beylik alâmeti olarak sancak ile beraber davul ve tuğ göndermişti. Bando, hükümdarlık alâmetlerindendir. Sulh zamanında halkın maneviyatını ayakta tutmak; seferde ise askeri yüreklendirmek ve düşmanın moralini bozmak fonksiyonunu yerine getirir. Kaşgarlı Mahmud’a bakılırsa, Türkistan hükümdarları nezdinde kös, davul, zurna ve zil bulunan bir mızıka vardı. Osmanlılar zamanında mehter adı verilen mızıka takımı, sulhta saray, seferde otağ-ı hümayun (padişah çadırı) önünde nevbet vurur (konser verir); padişah da Selçuklu Sultanı’na hürmeten ayakta dinlerdi. Sultan Fatih, “İki yüz sene evvel vefat etmiş bir padişah için ayağa kalkmak lüzumsuzdur”diyerek bu âdeti kaldırdı.
İki sadrazam çıkardı
Mehterhâne, saraya bağlı bir ocak ve koğuşları da Topkapı Sarayı yanında meşkhâne denilen yerde idi. Sultan I. Ahmed, Sultanahmed’de şimdi tapu dairesi olan yeri mehtere tahsis etti. Mevcutları 150-200 efradı bulurdu. Türkler rağbet etmediği için, ekserisi yeni devşirilmiş acemî oğlanlarından veya muhtedi Rum ya da Ermenilerden olurdu. Sultan IV. Murad’ın meşhur nedimi Melek Musa Çelebi, mehter mensubu ve Ermeni muhtedisi idi. Saray müezzinleri de umumiyetle mehter içinden gelirdi.
Mehter-i Hâkânî veya hassa mehterleri denilen padişah mehterleri her ikindi namazını müteakip Bâbüsselâm, (sarayın orta kapısı) önünde nevbet vururdu, yani konser verirdi. Cuma gecesi hariç her gece yatsıdan sonra üç fasıl ve sabah vakti saraylıları namaza kaldırmak üzere üç fasıl nevbet vurmak, Sultan Fatih kanunu idi. Ayrıca bayram ve Cuma namazından sonra nevbet vurulurdu. Saray düğünleri ve doğumlarında, arefe divanlarında, elçi kabulünde, vezir ve vâli tayin merasimlerinde, kılıç alaylarında ve zafer haberi ulaştığında da nevbet vurulurdu. İstanbul’un muhtelif semtlerinde, ayrıca başka şehir kalelerinde mehter vururdu. Mehterin esas işi, seferdedir. Cenk meydanında, askerî yüreklendirmek için muazzam ordu mehteri çalınıpgülbank çekilirdi (dua edilirdi). Mehterin sedası, top ve tüfek velvelesiyle birleşince yer ve gök inlerdi.
Bir kat mehter takımı 1 tabl (davul), 1 zurna, 1 nekkâre (çiftenâre), 1 boru ve 1 zil olmak üzere beş sazdan müteşekkildir. Nekkâre, birbirine bağlı tek yüzlü küçük davullardır, kendilerine mahsus çubuklarla çalınır. Süvari sınıfında, emirleri boru yerine bununla vermek âdettir. Zil, birbirine vurularak çalınan iki büyük zilden ibarettir. Çevgân, ucuna küçük zil, çıngırak ve zincirler bağlanmış sopa şeklinde bir çalgıdır; nevbet vurulurken çevgânîler ellerinde dik tuttukları çevgânları sağa sola ve yukarı aşağı sallar ve “ala hey, ala hey” diye tempo tutarlar. Bu sazları çalanlara da Farsça çalan manasına –zen eki kullanılarak tablzen, zurnazen, nakkârezen, boruzen ve zilzen adı verilir. XVIII. asır sonunda çevgân eklenmiştir.
Mehter, 3, 7, 9 ve 12 kat olmak üzere tertiplenmiştir. Mehter-i Hakanî (Padişah mehteri) 12 katlıdır, yani her âletten 12 tane çalınır ki takriben 90 kişiliktir. Seferde iki misline çıkar. Sadrazamın 9, diğer devlet ricalininki 7 veya 3 katlıdır. Şeyhülislâmın mehteri yoktur; ancak gülbank okuyan çevgenleri vardır. Sultan Selim, Çaldıran Seferi’nde düşman ordusundaki filleri ürkütmek üzere mehtere kös ilâve etmiştir. Kös yalnız padişah mehterinde vardır. Kös vururken, efrad “Yektir Allah!” diye bağırır. Sefere giderken atlara, fillere veya develere yüklenir. Her çalgı sınıf bir bölük teşkil eder. Alemdarlar ve talebeler de ayrı birer bölüktür. Talebeler, saray akademisi olan Enderun mektebinden yetişir. Bunlar çalıcı mehter (tablü âlem mehteri, yeniçeri mehteri) diye de bilinen resmî mehter takımıdır. Esnaf mehteri denilen, sivil mehterler de vardır. Ekseri para ile tutulmuş Çingene müzisyenlerden teşekkül eder. Bunlar halk cemiyetlerinde eğlence için çalgı çalar; ama harb zamanında mehterbaşının riyasetinde sefere iştirak eder.
Nevbet vurulacağı zaman mehter yarım ay şeklini alırdı. İsmi de buradan gelir. Meh-ter, yeni ay demektir. Mehterân, bu kelimenin çokluk hâlidir. Mehterhâne ve Tablhâne tabirleri de kullanılır. Mehter takımı ayakta durur; yalnız nakkâreciler bağdaş kurup yere oturur. Peşrevler, besteler, yürük semailer çalınır, şarkı çalınmaz. Elçi Peşrevi, Hünkâr Peşrevi, At Peşrevi, Sancak Peşrevi, Kadırga Peşrevi, Ceng-i Harbî gibi havalar meşhurdur. Marş şeklinde eser o devirde yoktur. Meydana evvelâ nekkâreci gelir ve içoğlan çavuşu mehterbaşını davet eder. Nekkâre sedaları esnasında mehterbaşı gelip takımı selamladıktan sonra, önce peşrev, sonra bu makamda ağır ve hareketli havalar çalınır. Arada taksim ile başka makama geçilip bu makamda hareketli eserler seslendirildikten sonra dua edilir ve mehter çekilir.
Mehter takımının kendine mahsus yürüyüşü vardır. Şimdiki “Bir, ki, üç, sol!” temposu yerine, “Kerim Allah, Rahim Allah”diye ağır adımlarla yürür; üç adımda bir durup, yarım sağa ve sola döner. Osmanlı temkin ve vakarının bir ifadesidir. Hâkimiyet alâmeti olduğundan mehtere ve mehterbaşına ehemmiyet verilirdi. Sultan IV. Murad zamanındaki bir ordu geçit merasiminde, mimarbaşı ile mehterbaşı arasında protokol ihtilafı olmuş, padişah ehemmiyetine binaen mehterin mimarlardan önce geçmesine karar vermişti. Mehterhâne iki de sadrazam çıkarmıştır: Zurnazen Mustafa Paşa ve Daltaban Mustafa Paşa, mehterden yetişmiştir. Ekmeğin okkası 9, etinki 10 paraya satıldığı bir zamanda (XVIII. asır sonları), mehterbaşına 140, saz başlarına 60, sazcılara da 15 kuruş maaş verilirdi. (Bir kuruş, kırk paradır.) Mehter takımının kıyafeti de göz alıcıdır. Saz başları kırmızı çuha kaput ve çakşır ile sarı sahtiyan (keçi derisi) papuç, başında da beyaz tülbend sarılmış al kavuk giyer; efrad ise lacivert kaput, al çakşır, beyaz sarık sarılı yeşil kavuk ve kırmızı papuç giyerdi.
İşte musiki buna derler!
Budapeşte ve Viyana vasıtasıyla mehtere âşinâ olan Avrupalı bestecilerdan Mozart, Haydn, Gluck ve Beethowen, bu ilhamlaTürk Marşları bestelemişlerdir. Wagner, mehter konserini dinledikten sonra heyecandan kendisini tutamayarak “İşte musiki buna derler” demiştir. Cumhuriyet devrinde dünyanın pek çok şehrinde verilen konserler fevkalade alaka çekmiş; gazeteler“Osmanlı Avrupa’yı fethetti” diye başlık atmışlardır.
1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması üzerine, bu ocağa duyulan nefret sebebiyle mehter de kaldırılarak yerine Avrupaî usulde Mızıka-i Hümâyun (askerî bando) kuruldu. 1911’de Ahmed Muhtar Paşa ve Celal Esad (Arseven) himmetiyle mehter Askerî Müze bünyesinde ihya edildi. Hatta Muhtar Paşa, “Gafil ne bilir” diye başlayan marşı besteledi. Takımın elbiseleri, Ârif Paşa’nın Osmanlı resmî kıyafetlerini anlatan kitabındaki resimlere göre tertiplendi ki bu kıyafetler XVIII. asra aittir. Yunan Harbi sırasında Bozüyük ve Maraş’da mahallî mehter takımları kuruldu ise de, ömrü kısa oldu.
Mehter, Cumhuriyetin ilanını müteakip, Milli Müdafaa Vekili Bakanı Zekai Bey tarafından Osmanlı’yı hatırlattığı için tekrar lağvedildi. 1952’de Reisicumhur Celal Bayar, kralın cenazesine iştirak için gittiği Londra’da İskoç tarihî bandosuna hayran kaldı. Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut’a “Bizde de böyle bir şey kurulamaz mı?” dedi. Bunun üzerine dönüşte Nuri Yamut’un vazifelendirdiği tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı mehterin ihyasını teklif etti. Bu teklif kabul gördü. İstanbul Harbiye’deki Askerî Müze’de orduya bağlı olarak yeniden kuruldu. Mehterbaşılığa getirilen Cemal Cümbüş, “Tarihi çevir nal sesi kısrak sesi bunlar” marşını bestelemekle işe başladı. Mehter, Pazartesi, Salı hariç haftanın her günü nevbet vurmakta; merasimlere iştirak etmektedir. Son zamanlarda başka resmî ve sivil mehter takımları kurulmuştur.
Aman Osmanlı geçmesin!
Mehter tekrar kurulduğu zaman, 1826’dan önceki parçaların çoğunun notası bulunamadı. Zamanın icabınca yeni marşlar bestelendi. Bugün çalınanların ekserisi bunlardır. Hücum Marşı, Amed Nesim-i Subh-Dem gibi parçalar eskidir. Sonradan eski bazı eserlere ulaşıldı. Ayrıca Mızıka-ı Hümayun için bestelenen marşlar da şimdi mehter repertuarındadır. Cumhuriyetten sonra eski marşlardaki bazı ifadeler değiştirildi. Askerlerin Hazır Silah diye başlayan Devlet Marşı’ndaki “Sultan Aziz” kelimesi, “Türk milleti”; Ordumuz Etti Yemin diye başlayan Ordu Marşı’ndaki “Osmanlı” kelimesi, “Şanlı Türk”; Sivastopol Önünde’deki“Arab Binbaşı” terkibi, “Yaman Binbaşı”; Artar Cihadla Şanımız marşındaki “Osmanlıyız” kelimesi, “Pek Şanlıyız”; İzzeddin Hümâî Bey’in meşhur “Kafkasya Dağlarında Çiçekler Açar” mısraı; “İzmir’in Dağlarında Çiçekler Açar”; “Yaşa Ey Şanlı Ordu Binler Yaşa” mısraı da “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” şeklinde değiştirildi. Umarız artık bütün bu mehter marşları, orijinal güftesine uygun olarak icra edilir.
Mehteran, Kızıl Ordu Korosu ile beraber konser verirken (Kremlin 2008)
YAĞMUR GİBİ OL!..BEREKET SAÇ
YAĞMUR GİBİ OL!..BEREKET SAÇ
Meyveleri olgunlaşmış ağaçların, dallarını yere yaklaştırıp insanoğluna ikrâm etmesi gibi, akıl, bilgi ve hikmet sahibi insanlar da mütevâzı ve ikram sahibi olurlar. Şu hâlde insanoğlu da, görünüşe ve gösterişe dayalı nefsânî şöhret ve heybet ihtirasını bertaraf etmeli, gönül âlemini bütün varlıkların istifade ederek huzur bulacağı bir hazine hâline getirmelidir.
Şu uçsuz bucaksız kâinat, insanın ne gibi fazîlet sıfatlarıyla mücehhez olması gerektiğini en güzel ve pek mânâlı bir şekilde telkin eder. Aynı zamanda ne gibi menfîliklerden uzak durmak gerektiğini de bildirir. Çünkü bu kâinat kitabı, müsbeti ve menfîsiyle baştan sona hikmetler ve ibretler sergisidir. Bu sergide çukurundan zirvesine kadar her türlü olumsuz ve olumlu hâle, sayısız misal görmek mümkündür. Dolayısıyla insan sadece yerleri ve gökleri gönül gözüyle seyretse bile neler neler okur, ne dersler alır. Ve böylece hayat rotasında ona göre kendisine yön çizer. Öyle ki bazen bir ağacın, bazen ağlayan bir ceylânın, arının, kuşun ve sayıya gelmeyecek derecede mahsul veren şu kara toprağın ve dünyayı aydınlatan güneşin, yeryüzünü sulayan göklerin bize söylediklerini sayfalar dolusu kitaplar anlatamaz. Bunlara kulak verenler, bambaşka bir güzelliğe nail olurlar.
Yani kâinat, kalp sahipleri için sessiz şiirleriyle bir muallimlik vazifesi yapmakta ve gören gözlere, duygulu yüreklere diğergamlığı ve cömertlikteki enginliği o kadar güzel anlatmaktadır ki, âdeta başka bir nasihate ihtiyaç yoktur. Bu gerçeği insanoğlu mutlaka okumalı ve her faaliyetinde kendisi kadar başka insanların da istifadesini düşünmeli, diğergam olmalı ve Rabbinin kendisine ihsân ettiği nîmetleri muhtaçlara cömertçe tevzî etmelidir.
Mikro âlemden makro âleme kadar bu kâinata ibret gözüyle nazar edenler, onda sonsuz ilâhî tecellîleri ve sırlar hazinesini keşf etmeye başlarlar. Kâinat, onlara âdeta sessiz ve ilâhî bir şiir hâlinde fısıldar. Cenâb-ı Hakk’ın muradı da budur. Yani Allah Teâlâ, bu esrâr hazinesini; ilâhî azametini tefekkür ve hiçliğimizi idrâk etmemiz için sergilemektedir. Nitekim ilk emir olan «oku» ifadesi bu ilâhî sırları da içine almaktadır. Çünkü bu kalbî okuyuşla hâsıl olan tefekkür ve ibret sayesinde insan; yaratılış hikmetini daha derinden kavrayacak, neticede hayret ve acziyetin bereketli zemininde mütevâzı bir kul olacaktır. Zîrâ kul, acziyetini idrak edecek ki, azamet-i ilâhiyyenin tam olarak farkında olsun. Azamet-i ilâhîyyeyi de tam olarak fark edecek ki, nefsinin acziyetini idrak edebilsin.
Kullarını işte böyle bir kıvama ve makama yükseltmek için Cenâb-ı Hak, kâinatta sergilediği mükemmellik, ihtişam ve ilâhî kudreti gözlere ve gönüllere şöyle arz eder:
“O (Allâh) ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allâh’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bak, bir bozukluk görebiliyor musun?”
“Sonra gözünü tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (el-Mülk, 3-4)
Gerçekten de gökyüzündeki sayısız ve aynı zamanda binbir karakterdeki yıldızlar cümbüşü, bir an olsun enerjisi tükenmeyen ve ilâhî bir takvim şeklinde işleyen, yeryüzüne hayat bahşeden şu güneş ve onun aynası olan ay, binlerce yıldan beri solmayan güzellikleri ve milim şaşmayan nizamları ile ne muhteşem birer ilâhî sanat hârikalarıdır! Yine lezzeti, kokusu, rengi ve âhengiyle birbirinden farklı sayısız meyve ve sebzeleri yetiştiren ve olgunlaştıran toprak, ne muazzam bir kudret tecellîsidir! Hele yeryüzünde kurak yerlere düştüğü andan itibaren toprağı yeşerten su, bambaşka bir iksîr-i ilâhî ve bambaşka bir hayat menbaıdır, canlılıktır, diriliştir…
Bu yüce, misilsiz ihtişam ve hârikulâdelikler, aslında insanı her an Cenâb-ı Hakk’ı tefekküre dâvet etmektedir. Fakat çoğunlukla insanoğlu; ya gafleti sebebiyle, ya da sürekli göre göre artık bakar-kör olduğu için, bu fevkalâdeliklerin farkında olmamaktadır. Neticede nice sonsuz ibret ve hikmet tecellîleri, âdeta kayaların üstüne damlayan yağmur damlaları gibi akıllara ve dimağlara nüfuz etmeksizin gafil gözlerin önünden kayıp gitmektedir.
Oysa birazcık tefekkür bile istifadeye kâfî gelecektir. Çünkü ibadetlerin içindeki ihlâs ve takvayı besleyen yegâne iksir, tefekkürdür. Meselâ namazda okuduğumuz her âyet, bizi lafızdan öte mânâsıyla kâmil hâle getirmelidir ki, ibadetimiz gerçek ibadet olabilsin. Cenâb-ı Hak: «Secde et ve yaklaş!» (el-Alak, 19) buyuruyor. Burada kulu Hakk’a yaklaştıracak olan, kalblerdeki tefekkür, yani duyuşlardır.
Tefekkür ehli için her şey ve bu kâinat, başlı başına bir dershanedir. Hiçbir tahsili olmayan ümmî bir insan bile bu dershanede hayatı ve hâdiseleri etraflıca okuyabilme kabiliyeti kazanır. Bütün sırlardan, hikmetlerden ve hakîkatlerden hisse almaya başlar. Her yaprak, her çiçek ve her meyve onun için bir kitap olur. Sâdî-i Şîrâzî der ki:
“Olgunlar için ağaçlardaki tek bir yaprak mârifetullâhı anlatan bir dîvandır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar, bir tek yaprak bile değildir.”
Kısacası kâinattaki sayısız varlıklar, ancak ârifler için dil kesilir ve hiç durmaksızın anlatır, anlatır, anlatır.
Zaten bunca âlem, insana, bu ve benzeri hizmetler için yaratılmıştır. Öyle ki, nice varlıklar, kendileri için ürettiklerini daima ihtiyaçlarından fazla üretirler. Bunun sebebi, başkalarının, bilhassa insanoğlunun ihtiyacını da gidermektir. Bunda akıl ve gönül sahipleri için ne büyük hikmetler vardır. Meselâ:
Bal arısının ömrü kırk beş gündür. Bu kısa süreyi o, kendine ve nesline bal üretmekle geçirir. Üstelik ihtiyacından daha fazlasını üretir ve onda büyük istifade payı insanoğluna düşer. Yine inek, yavrusu için ihtiyaç olan sütü, fazla fazla üreterek insanoğlunun istifadesine sunar. Aynı şekilde bir elma ağacındaki elmaların içinde bulunan çekirdeklerinden bir tanesi bile, tek başına ağaç olmaya muktedir iken, onda dallarını yere eğecek kadar elma birikmektedir.
Bu misaller, kâinatın insana ne ibretli tâlimidir.
Meyveleri olgunlaşmış ağaçların, dallarını yere yaklaştırıp insanoğluna ikrâm etmesi gibi, akıl, bilgi ve hikmet sahibi insanlar da mütevâzî ve ikram sahibi olurlar. Şu hâlde insanoğlu da, görünüşe ve gösterişe dayalı nefsânî şöhret ve heybetten ziyâde iç âlemini bütün varlıkların istifade edebileceği bir hazine hâline getirmelidir. Daha doğrusu bereket ve rahmet Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın nurlu yolunda çağlayanlar misâli berrak ve pırıl pırıl bir su gibi olmalıdır. Yani su gibi hayat verici, şifalı, ferahlatıcı ve yeşertici olmalıdır. Kurdun, kuşun, herkesin içebildiği bir sebil gibi veya insanlara ibâdet şevki veren bir şadırvan gibi olmalıdır.
Suyun mâcerâsını bir düşünelim. Yağmur bulutuyla toprağa düşen su, bazen münbit bir arazide canlıların neşv ü nemâ bulmasına sebep olurken, bazen de kayalık veya killi bir arazide veya çölde heder olup gitmektedir. Buna mukabil bazen de toprağın üstünde neticesi görünmese bile, yer altında birikerek şifâlı bir kaynak suyu hâline gelmekte ve toprağı yarıp yeryüzüne çıkmak için gün saymaktadır.
Toprağın üstünde kalan su, insanlara hizmet etmekte, onların yemeğinde, içeceğinde, temizliğinde ve türlü şekillerde ihtiyaçlarının giderilmesinde kullanılmakta ve bazen bu yüzden kirlenmektedir. Fakat o kirli su, güneşin harâretiyle gökyüzüne doğru tebahhur etmekte (buharlaşmakta), sonra bulut bulut kümelenip tekrar yeryüzüne rahmet olarak yağmaktadır.
Bu mâcerayı Hazret-i Mevlânâ, suyu hâl lisanıyla konuşturarak şöyle anlatır:
“Su; yeryüzü muhtaçlarını ve yetimlerini besler, susuzluktan kuruyup kalmış olan susuzlara hayat bahşeder.
Lâkin arılığı, duruluğu kalmayıp, kirlenip bulanınca, su da bizim gibi yeryüzünde kirlendiği için huzursuz olur, şaşırıp kalır.
İçten içe feryada başlar. «Yâ Rabbi!» der: «Sen bana ne verdinse, onların hepsini dağıttım, hepsini verdim; şimdi ben yoksul kaldım.
Sermayemi, elimde bulunan her şeyi temize de döktüm, pise de… Ey sermaye veren padişah, bana daha da fazlasını ihsân et.»
Bu feryatlar, bu yalvarışlar üzerine Cenâb-ı Hak buluta der ki: «Onu hırpalamadan hoş bir yere götür.» Güneşe de; «Çabuk onu hararetinle göklere yükselt!..» diye ferman buyurur.
Onu çeşit çeşit yollara sürer. Onu göklerde temizledikten sonra bazen yağmur, bazen kar, bazen de dolu hâlinde yeryüzüne yağdırır. Sonunda onu kıyısı olmayan, sınırsız olan denize ulaştırır.”
Her mevsim şahit olduğumuz bu tabiî hâdiseyi nakleden Hazret-i Mevlânâ, mânâ yoluyla insana:«Suların semâda temizlendiği gibi sen de Cenâb-ı Hakk’a yaklaşarak kendini bütün kirlerden arıt. Böylece sen de yağmur gibi ol; bereket ve rahmet saç!» demektedir.
Zîrâ Cenâb-ı Hak, suyun rahmet bulutu hâlinde yeryüzünü diriltmesini ve bunun insanlara bir misal olduğunu ne güzel ifade buyurur:
“Rüzgârları gönderip de bulutları yürüten Allah’tır. Biz bulutları ölü bir yere sürüp, onunla toprağı ölümünden sonra diriltiriz. İnsanları diriltmek de böyledir.” (el-Fâtır, 9)
İnsan ki, anne karnında küçücük bir su damlası iken hayata “Selâm!” demiş, doğmuş, büyümüş ve nihayet insanların arasına karışmıştır. Ancak fıtratında gizlenmiş olan letâfet ve güzellikler, nefsâniyet ve günah kirleriyle lekelenmeye başlamıştır. Eğer o, işlediklerinin pişmanlığı içinde Cenâb-ı Hakk’a niyâz edip gözyaşlarıyla günahlarını temizlemeye çalışırsa, bu sayede terakkî ederek mânevî saflık ve kemâle ulaşır. Artık bu mertebede insan, Cenâb-ı Hakk’ın emri ve izni ile bir “rahmet” olarak insanların gönüllerine bereket saçmaya başlar. Artık o, insanların ıslah ve kemâline hizmet için vazifeli bir rahmet ve hidâyet menbaıdır.
Demek istediğimiz şu ki, insanın aslı saf ve temizdir. Necâset, kir ve lekeler, ona sonradan bulaşır. Ama bunlar ârızîdir. Kalıcı olan, ruhtaki asâlet ve temizliktir. Bu sebeple insan, üzerine bulaşan kirleri temizlemek sûretiyle irâdî olarak olgunluk basamaklarını çıkar ve yücelir. Belli bir makama yükseldikten sonra da, insanların kendisine ihtiyacına binâen Allah Teâlâ, onu, eliyle, diliyle ve gönlüyle kullarına hizmet etmeye memur eder.
Cenâb-ı Hak, cümlemize bu güzel kıvamı bahşeylesin! Amellerimizi ve ahlâkımızı yağmur gibi temiz ve berrak bir rahmet, bereket ve hidayet vesilesi eylesin! İçinde yaşadığımız dünyadaki kir-pastan arınarak semâlara yükselen su gibi rûhumuzu ve gönlümüzü de tertemiz olarak yüce huzûruna erdirsin.
Âmîn…
Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...
-
Online Yıldızname Burcu Hesaplama 1. Yol: Arapça Harflerle Ebced Yöntemi Öncelikle "cinsiyet"inizi seçin ve aşağıdaki ...
-
Harflerin Enerjileri A-Z Alfabedeki bütün harflerin enerjileri ve anlamları. İsminizde bulunan, isminizin başladığı harflere göre ka...
-
1 / 24 1 AMAL'İ MÜCERREB-1 2 Bilinmeyen Yönleriyle Satanizm - Bulent Kısa 307 say...