28 Ocak 2015

Tasavvuf

Teslimiyet 
 ‘Mürid şeyhin karşısında gassal elinde meyyit gibi olmalıdır’ sözü ıslah edilmelidir. Bu sözü birçok kişi istismar ederek kendilerine mutlak itaat istemekte ve ehliyet eksikliği ile beraber ortaya çıkmış tevhidî yönden cinayetler çıkmaktadır. Böyle bir teslimiyet Allah ve Resulü’ne olur. Günümüzde iyi bir Kuran – Sünnet terbiyesi almamış bazı kişiler bağlı oldukları kişileri sınırsız bir sevgiyle sevmektedir. Sınırsız bir saygı duymaktadır, şeyhlere. Bu sınırsız sevgi ve saygı onlara şunu söyletebilmektedir: 

“Şeyhim içki içmemi emretse içerim” “Şeyhim adam öldürmemi emretse öldürürüm” gibi. Bu sözler insanı İslam’dan çıkaracak sözlerdir. Bu ifadeler Allah’a karşı işlenen bir suçtur. Bu suç sebebiyledir ki müridler (!) küfür düzenlerini sağcılık veya solculuğa iman edenlerin arkasında destekleyerek, ucuz oy deposu olmuşlardır. “Hakk’a isyanda mahluka itaat yoktur, itaat ancak meşrudadır.” Hz Ömer’in hutbe irad ederken ‘Dinleyiniz ve itaat ediniz’ sözüne ‘Giydiğin cübbe ve şalvarın hesabını vermedikçe dinlemiyor ve itaat etmiyoruz’ diyen sahabenin duyarlılığında, İslam’ın emirleri ihlâl edildiğinde ‘Sana itaat etmiyoruz’ diyebilen müridlere bugün daha çok ihtiyaç vardır. 
 Dr. Mehmet Sürmeli – Nebevî Zühd 

 Abdülbaki Gölpınarlı Hakkında 
 Son asırda Abdülbaki Gölpınarlı Bey, doçent ünvanıyla üniversiteden uzaklaştırılmış bir edebiyat tarihçisidir. Bir tasavvuf tarihçisi değildir; Farsça, Caferî kökenli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir İstanbul’da. Binaenaleyh Farsça’yı çok iyi bilmektedir ve edebiyat ile ilgilenmektedir. Edebiyatla, özellikle Fars edebiyatıyla ve Türk Edebiyatıyla ilgilenirseniz, ister istemez bir müddet sonra karşınıza tasavvuf çıkacaktır. Tasavvufu bilmeden Türk edebiyatını, Fars edebiyatını bilmek mümkün değildir. Bu edebiyatın bütün anahtar kelimeleri tasavvuftadır. Tasavvufu bilmezsen edebiyatı bilemezsin. İşte edebiyat üzerinde çalışa çalışa edebiyattan tasavvufa intikal etmesi icap etti Abdulbaki Bey’in. Fakat intikal etmesi de kalben değil; bunun bir çok şahidi de olmuştur yakınlarından. Tasavvufa yönelir ama bir çok şeyhe söver durur; İbn’ül Arabî’yi tekfir ederdi. Sebebi şudur: Bir dönem bazı Melamilerden istifade etti, Melamiler ona malzeme sundular. Özellikle Rumeli Melamileri dediğimiz Melami dostlar kendisine malzeme sundular ve Hazret bir kitap yazdı. 

Ama sonra bin pişman oldu. Keşke Hamzavilerden istifade etseydim; Melamileri çok büyütmüşüm gözümde aslında o kadar büyütülecek insanlar değillermiş. Bu kitabı 28 yaşlarında yazdım ama şimdiki aklım olsaydı bu şekilde yazmazdım” diye bir çok kişiye söylemiş. Yeniden gözden geçiriyordu, yeni haliyle yazacaktı, ömrü vefa etmedi. Mevleviliğe girmesi de tamamen edebiyatla musikiyle alakalıdır; seyr-u sülük anlamında bir mürşidin elini tutmuş değildir. Dolayısıyla Abdülbaki Gölpınarlı’nın yapmış olduğu tercümelerde de fahiş hatalar bulunabilmektedir. Niye? Doktrini bilmiyor çünkü. Vahdet-i vücut/ şühud tasavvufun özüdür; onu bilmiyor. Vahdet-i vücudu bilmeyen, vahdet-i şuhudu bilmeyen, cem’ul cem nedir bilmeyen, tecelli zat nedir bilmeyen, tecelli sıfat nedir bilmeyen birinin kalkıp tasavvuf doktrini üzerine bir şey söylemesi kusura bakılmasın; tartışılır. Siz bir edebiyatçısınız, tasavvuf edebiyatına dair metinleri neşredebilirsiniz, belki tasnif de edebilirsiniz; ama tasavvuf konusunda hüküm vermeye kalkarsanız ciddi problemler doğar. 

Nitekim Abdülbaki Bey’in bütün eserleri böyledir. Dahası, arkasından gelen nesle de çok kötü bir örneklik teşkil etmiştir. Ondan sonradır ki denize dalmayan herkes tasavvufi metinleri anlamaktan bahseder olmuştur… Dolayısıyla tasavvuf konusunda Abdülbaki Bey’i otorite olarak almak mümkün değildir. Yakından tanıyanlar ahlâken de zaten müsait olmadığını söylüyorlar. Benim şahsi görüşüm de bu yöndedir. Ömrünün son on yılında, köken olarak Caferî bir aileden geldiği için, Caferîliği yeniden keşfetme hevesine kapıldı. İran mollalarıyla çok sıkı dirsek temasına girdi. İran’dan kendisine çok kitap getirildi. Dolayısıyla Caferîliği keşfetti yeniden ama Caferîliğin içindeki o irfani özü göremedi. Caferîliğin fıkıh kitaplarını okudu. En son bir ilmihal tercüme etti, Caferîliğin fıkhi yönüyle ilgilendi. Caferîliğin içindeki o tasavvufi yönü göremedi. O yüzden bu alandaki sözleri de bir kıymete haiz değildir. Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç 

 Tasavvufî İlkeler

 1.Tasavvuf biri Kur’an ve hadisin özü, diğeri bu öz istikametinden sûfîler tarafından geliştirilen şekil olmak üzere iki kısımdır. İbadet, ahlâk ve dinî heyecandan, insanın iç dünyasını zenginleştirip ruhî ve mânevî yönden kendini geliştirmesinden ibaret olan birinci kısmı kabul etmek ve uygulamak her müslümanın üzerine farzdır. İkinci kısım ise ihtiyarîdir. Zira özel bir hayat tarzıdır ve bir gönül meselesidir. Bu yola girmeyenlerin girenlere, girenlerin de girmeyenlere saygı göstermesi, hoşgörülü davranması gerekir. 

2.Tasavvuf yolunu tutan ve tarikata girenler diğer müslümanları küçümseyemezler. Zira kibir haram, tevazu farzdır. 

3.Tasavvuf yolu ince bir yoldur ve bu yolda ehliyetli, kâmil bir rehbere ihtiyaç vardır. Her şey erbabından öğrenilirse doğru öğrenilmiş olur. Kendi başına bu yolda yürüyenlerin yolu kaybetmeleri daima ihtimal dahilindedir. 

4.Tasavvuf ince ve uzun olduğu kadar zor ve tehlikeli bir yoldur. Ebû Ali Rûzbârî, “Biz bu yolda bıçağın sırtı gibi bir noktaya ulaştık, azıcık sağa sola meyletsek cehenneme düşeriz” demiştir. Çok kârlı olan bir işin riski de çoktur. Onun için bu yola giren kimse, şeytan, nefis, benlik, şöhret, menfaat gibi tehlikelerin ve yalancı cazibenin çok olduğu bu yolda gayet ihtiyatlı ve son derece dikkatli olmalıdır. 

5.Genel olarak müslümanların makbul ve muhterem saydıkları Bâyezîd-i Bistâmî ve İbn Arabî gibi mutasavvıfların, şeriatın hükümlerine aykırı gibi görünen bazı fikir ve ifadelerine bakıp bunlar hakkında suizanda bulunmak ve acele hüküm vermek doğru değildir. Konuyu uzmanlarına sormak, yanlış anlamalara elverişli hususları onlarla müzakere etmek gerekir. 

6.Derecesi ne kadar yüksek olursa olsun bir velî günah işleyebilir. Peygamberlerden başkası günahsız değildir. Ancak günah işleyen velîler günahta ısrar etmezler, ederlerse velî sıfatını kaybederler. Fâsık ve fâcir (günahkâr) bir kişi özel anlamda velî, yani Hak dostu olamaz. Bunlardan uzak durmalıdır. 

7.Velîlerin, akıl ve dinî hükümlerle bağdaşmaz görünen sözlerini işitenler ve bu tür hallerini görenler bu konularda onları kendilerine örnek almamalı, delil saymamalı, bu tür söz ve ifadeleri onların özel yaşayışı veya hatası sayıp kendileri şeriatın hükümlerine bağlı kalmalıdırlar. Çünkü dinin açık hükümlerine, emir ve yasaklarına bağlı olmak esastır. Bu olmadan tasavvuf da olmaz. 

8.Tasavvuf alanında müslümanlar asırlar boyu olgunlaşarak gelişen kültür birikimi ve gelenek sebebiyle zengin bir mirasa, büyük bir ilim ve irfan hazinesine sahiptir. Bir müslüman tasavvuf kitaplarını okuyabilir, tasavvufî düşünceden yararlanabilir. Bunun için tasavvuf yoluna girmesi ve bir şeyhe bağlanması gerekmez. Ancak tasavvuf kitaplarında gördüğü her şeyi doğru kabul etmemelidir. İnsan elinden çıkan her kitapta doğru da yanlış da vardır. Yanlışı olmayan tek kitap Kur’ân-ı Kerîm’dir. 

9.Velîlerin kerameti vardır ve haktır. Bir velînin velî olması için kerameti olması da şart değildir. En büyük keramet iyi bir ahlâk sahibi olmaktır. Hatta istikamet (doğruluk, dürüstlük) kerametten üstündür. Mânevî kerametler maddî kerametlerden çok daha makbuldür. Bu sebeple kerametleri ve menkıbeleri ölçü almamak ve abartmamak gerekir. 

10.Velîler keşf ve ilham denilen bir yolla Allah’tan bazan özel bilgiler alabilirler. Güvenilir olup olmamaları, çeşitli yorumlara açık bulunmaları bakımından bu tür bilgilerin çeşitli dereceleri vardır. Keşf ve ilham yoluyla elde edilen en sağlam bilgiler bile ancak ilhama mazhar olan kişinin kendisi için delil olabilir. Başkaları için bağlayıcı delil değildir. Bu tür bilgilerden yararlanmak için bunların Kur’an ve hadislerin açık ve kesin hükümlerine aykırı olmaması şarttır. 

Ebû Saîd el-Harrâz’ın dediği gibi: “Zâhirî hükümlere aykırı olan her bâtın bâtıldır.” Şeyhe İtaat Bazı müridler, şeyhlerin hata yapmayacaklarını, hatta günah işlemeyeceklerini, işleyemeyeceklerini iddia etmişlerdir. Şüphesiz ki bu boş bir iddiadır. Günah işlememek (masumiyet) peygamberlere mahsus bir sıfattır. (İsmet) Hatta onların bile hata (zelle) yapabilecekleri, ama bu hataların Allah (Azze ve Celle) tarafından düzeltileceği söylenmiştir. 

Bazıları ise buna “Hata” değil, “terk-i evla” demişlerdir. Velilerin yanılmayacaklarını ve günah işlemeyeceklerini söylemek, onları peygamberlerle karıştırmak gibi bir yanlışa götürür. … “İnsandan nefis tamamen gider mi, yoksa bir kalıntı kalır mı konusu tartışılmıştır” diye görmüştük. Bazıları “imtihan” ve “derece kazanma”nın devam edebilmesi için nefis tamamen kaybolmaz demişlerdi. Eğer iş onların dediği gibi ise, elbette şeyhler de bazen ona uyarak günah işleyebilirler. Ancak orada inayet-i ilahî yetişir ve onlar derhal pişmanlık arzederek tevbe ederler.

 Malum, Allah (azze ve celle) tevbe edenleri sever.Burada bir edep de, onlardan böyle bir hata veya günah görenlerin sûizanna kapılmamaları, onu aleme ifşa etmemeleri, hatta doğrultmaya kalkışmamalarıdır. Çünkü onlar bunun bir hata olduğunu bilirler. O seviyedeki alim insanlara emr-i bilma’rufa gerek yoktur. Bu, bütün alimler için de geçerlidir. O güzel vazife, bilmeyenlere, veya ısrar edenlere yapılır.

Ancak şeyhin yaptığı bir yanlışa, “Şeyh yaptığına göre bunda bir keramet vardır” diyerek uyulmaz. Az yukarıda “aşırı sevginin gözü kör ettiğinden” bahsetmiştik. Cahil müritlerde az da olsa zaman zaman böyle körlükler görülmüştür malesef.Hatta şeyh yanlışı emretse, yolun birçok büyüklerine göre “pasif direniş” göstererek itaat etmez. Ama, yaygara da koparmaz. … 

 Yani “Şeyhinin emrettiği yanlış, senin bildiğin doğrudan senin için daha iyidir. İttiba etmen gerekir. Kendini ikna edemiyorsan, Hz. Musa (as) ile Hızır kıssasını iyi düşün.” diyenler de olmuştur.Tasavvuf ve tarikatların temel ölçüsü Kur’an ve sünnet olduğuna göre, her halükarda şeriata uymak esastır. Hadiste geçen şu kural herkesi bağlar: “Halîka isyan olan yerde, mahluka itaat yoktur.” Cemal Nar 

Tarikât Vartâları 

 Birincisi:
 Sünnet-i Seniyeye tamam ittibaı riayet etmeyen bir kısım ehl-i sülûk; velayeti, nübüvvete tercih etmekle vartaya düşer. Yirmidördüncü ve Otuzbirinci Sözler’de, nübüvvet ne kadar yüksek olduğu ve velayet ona nisbeten ne kadar sönük olduğu isbat edilmiştir. 

 İkincisi: 
Ehl-i tarîkatın bir kısım müfrit evliyasını Sahabeye tercih, hattâ Enbiya derecesinde görmekle vartaya düşer. Onikinci ve Yirmiyedinci Sözler’de ve Sahabeler hakkındaki zeylinde kat’î isbat edilmiştir ki: Sahabelerde öyle bir hâssa-i sohbet var ki, velayet ile yetişilmez ve Sahabelere tefevvuk edilmez ve Enbiyaya hiçbir vakit evliya yetişmez. 

 Üçüncüsü: 
İfrat ile tarîkat taassubu taşıyanların bir kısmı, âdâb ve evrad-ı tarîkatı Sünnet-i Seniyeye tercih etmekle Sünnete muhalefet edip, Sünneti terkeder, fakat virdini bırakmaz. O suretle âdâb-ı şer’iyeye bir lâkaydlık vaziyeti gelir, vartaya düşer. Çok Sözlerde isbat edildiği gibi ve İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi muhakkikîn-i ehl-i tarîkat derler ki: “Birtek Sünnet-i Seniyeye ittiba’ noktasında hasıl olan makbuliyet, yüz âdâb ve nevafil-i hususiyeden gelemez. Bir farz, bin Sünnete müreccah olduğu gibi; bir Sünnet-i Seniye dahi, bin âdâb-ı tasavvufa müreccahtır.” demişler. 

 Dördüncüsü:
 Müfrit bir kısım ehl-i tasavvuf; ilhamı, vahiy gibi zanneder ve ilhamı, vahiy nev’inden telakki eder, vartaya düşer. Vahyin derecesi ne kadar yüksek ve küllî ve kudsî olduğu ve ilhamat ona nisbeten ne derece cüz’î ve sönük olduğu, Onikinci Söz’de ve i’caz-ı Kur’ana dair Yirmibeşinci Söz’de ve sair risalelerde gayet kat’î isbat edilmiştir. 

Beşincisi: 
Sırr-ı tarîkatı anlamayan bir kısım mutasavvife, zaîfleri takviye etmek ve gevşekleri teşci’ etmek ve şiddet-i hizmetten gelen usanç ve meşakkati tahfif etmek için, istenilmeyerek verilen ezvak ve envâr ve keramatı hoş görüp meftun olur; ibadata, hidemata ve evrada tercih etmekle vartaya düşer. Şu risalenin Altıncı Telvihinin Üçüncü Noktasında icmalen beyan olunduğu ve sair Sözlerde kat’iyyen isbat edilmiştir ki: Bu dâr-ı dünya, dâr-ül hizmettir, dâr-ül ücret değil! Burada ücretini isteyenler; bâki, daimî meyveleri, fâni ve muvakkat bir surete çevirmekle beraber, dünyadaki beka hoşuna geliyor, müştakane berzaha bakamıyor; âdeta bir cihette dünya hayatını sever, çünki içinde bir nevi âhireti bulur. 

 Altıncısı:
 Ehl-i hakikat olmayan bir kısım ehl-i sülûk, makamat-ı velayetin gölgelerini ve zıllerini ve cüz’î nümunelerini, makamat-ı asliye-i külliye ile iltibas etmekle vartaya düşer. Yirmidördüncü Söz’ün İkinci Dalı’nda ve sair Sözlerde kat’iyyen isbat edilmiştir ki: Nasıl Güneş, âyineler vasıtasıyla taaddüd ediyor; binler misalî Güneş, aynı Güneş gibi ziya ve hararet sahibi olur. 

Fakat o misalî Güneşler, hakikî Güneşe nisbeten çok zaîftirler. Aynen onun gibi: Makamat-ı Enbiya ve eazım-ı evliyanın makamatının bazı gölgeleri ve zılleri var. Ehl-i sülûk onlara girer; kendini, o evliya-yı azîmeden daha azîm görür; belki Enbiyadan ileri geçtiğini zanneder, vartaya düşer. Fakat bu geçmiş umum vartalardan zarar görmemek için, usûl-ü imaniyeyi ve esasat-ı şeriatı daima rehber ve esas tutmak ve meşhudunu ve zevkini onlara karşı muhalefetinde ittiham etmekledir. 

Yedincisi:
 Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde fahrı, nazı, şatahatı, teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti; şükre, niyaza, tazarruata ve nâstan istiğnaya tercih etmekle vartaya düşer. Halbuki en yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediyedir ki, “Mahbubiyet” ünvanıyla tabir edilir. Ubudiyetin ise sırr-ı esası; niyaz, şükür, tazarru’, huşu’, acz, fakr, halktan istiğna cihetiyle o hakikatın kemaline mazhar olur. Bazı evliya-yı azîme, fahr ve naz ve şatahata muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez; hâdîdirler, mühdî değillerdir; arkalarından gidilmez! 

 Sekizinci Varta:
 Hodgâm, aceleci bir kısım ehl-i sülûk; âhirette alınacak ve koparılacak velayet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkunda onları istemekle vartaya düşer. Halbuki Sözlerde kat’iyyen isbat edilmiştir ki: Âlem-i bekada bir tek meyve, fâni dünyanın bin bahçesine müreccahtır. Onun için, o mübarek meyveleri burada yememeli. Eğer istenilmeyerek yedirilse şükredilmeli; mükâfat için değil, belki teşvik için bir ihsan-ı İlahî olarak telakki edilmeli. Said Nursi (r.a) – 

Mektûbât Şeyhler Tasavvuf büyükleri şeyhleri üçe ayırır: 

 1- Sohbet Şeyhi: Gerçek anlamda şeyh, sohbet şeyhidir. Çünkü başka herhangi bir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın sırf hali ile müride el uzatan ve onun imdadına yetişen sohbet şeyhidir. 

 2- Hırka Şeyhi: Hırkası vasıtasıyla müride imdad eder. Böyle bir şeyhin hali, önce hırkaya sonra da müride sirayet eder. Yani müride imdad eden hırkadır. 

 3- Zikir Şeyhi: Bizzat kendisi değil, zikir vasıtasıyla müride imdad eder. Hırka şeyhi ile zikir şeyhi mecazî anlamda şeyhtir. Sohbet şeyhi ise kendi kalbi ile müridin kalbi arasında hiçbir vasıta bulunmadığı müridine doğrudan tesir ettiği için hakiki anlamda şeyhtir. İmam-ı Rabbani (K.S) şöyle demiştir; “Bizim yolumuzda şeyhlik ve müridlik birçok tarikatta olduğu gibi sırf takke takıp asa taşımak ve bir şecereye sahip olmakla değil, tarikat usulünün öğretilmesi ve öğrenilmesi ile olur. Halbuki son zamanlarda bazı kimseler şeyhliğin ve müridliğin sadece takke takıp asa taşımaktan ve bir şecereye sahip olmaktan ibaret olduğunu söylemişlerdir.” Adâb Risalesi – Muhammed b. Abdullah el-Hanî Modernler: 

Aşkı Gâvur Edenler… 

 İmam Fahruddin er-Râzî… Müteahhir Kelâm’ın felsefeyle meczolmasında en büyük pay sahiplerinden biri… Mefatih’ul- Gayb (Tefsîr-i Kebîr) adlı muhalled Kur’an tefsirinin müellifi… Farklı sahalara, bilhassa Kelâm ve Felsefe’ye dâir eserleri hâlâ ilim ehlinin başlıca başvuru kaynaklarından… Aklî ilimlerin yetkin otoritelerinden… Sünnî akâidin muârızlarıyla giriştiği kalem mücadeleleriyle meşhur… 

Kendi döneminde heterodoks fırkaların korkulu rüyası… Burhan-ı Kat’ı (!) ile susturulmak istenmiş ve fakat bir türlü susmamış bir âlim… İslâmî nassların akılla çatışacak şekilde zahiri üzere yorumlanmasına karşı çıkıp bu konuda büyük mücadeleler vermiş ve hem kendi döneminde, hem de kendisinden sonra İslâm düşüncesinin gelişmesinde büyük bir rol oynamış büyük bir usta… 

“Akıl evvel, nakil müeevveldir” dediği için, nassları (ayet ve hadisleri) Allah’ın bir ‘cisim’ olduğuna delâlet edecek bir biçimde izah etmeye çalışanların eleştiri oklarını üzerine çekmiş, ancak ortaya koyduğu delillerle ilim meydanında onları susturmuş güçlü bir cedelci… Bu büyük âlimin menâkıbı sadedinde anlatılır: Muârızları kendisiyle ilim sahasında başa çıkamayacaklarını, onu ilimle, delille susturamayacaklarını anlayınca, bakmışlar başka türlü olmayacak, aleyhinde iftiralar yaymaya, akıl almaz düzmece yalanlarla bu büyük âlimi gözden düşürmeye çalışmışlar… 

 İmam Râzi, önceleri sesini çıkarmamış, aleyhindeki bu iftiralara kulaklarını tıkamaya çalışmış ama iftiraların ardı arkası kesilmemiş… Öyle ki muârızları, sonunda ailesinin nâmusuna dil uzatmaktan bile çekinmemişler. İmam, bu sözleri de duyunca dayanamamış ve iftiracılara şu şekilde mukâbele etmiş: “Duydum ki ailemin nâmusuna dil uzatıyormuşsunuz. Ne diyeyim, bu mümkündür… Ancak size şu kadarını söyleyeyim ki Allah’ın cisim olması, işte bu asla mümkün değildir!” 

 Kelâmcılar varlığı (vücûd) üçe ayırırlardı:
 Vacib, Mümkin ve Mümteni… 

Allah Teâlâ’yı Vacib’ul- Vücûd, yani 
“varlığı zorunlu olan biricik varlık” olarak tanımlarlardı. 
Mümteni ise “mutlak yokluk” demek idi. 
Mümkîn‘e gelince,
 Allah Teâlâ’dan gayrı bütün mevcûdât Mümkin’il- Vücûd olarak adlandırılır ve varlığı zorunlu olmayan, varlığı başka bir varlığı gerektiren her varlık
(Allah’tan gayrı her varlık) mümkînât alemine âit sayılırdı. 

 Haricî olan, zihin dışında olup biten her hâdise, esas itibariyle mümkündür;
 zira her hâdisenin vukû bulup bulmaması mümkündür. Öyle ya, mümkinât âleminde vukû bulan ne varsa, vukû bulmayabilir, varlık kazanmayabilirdi. Hiçbiri zâtı itibariyle varlık kazanmış, varlığa gelmiş değildir. 

Çünkü her şeyin bir sebebi vardır ve mümkinât âlemine “sebepler âlemi” denilmesinin ya da Allah Teâla’nın hukemâ tarafından “Sebeb-i Evvel” şeklinde adlandırılmasının bir nedeni de budur. Allah Teâla’nın cisim olması ve hakikati itibariyle mümkinât âlemine ait vasıflar taşıması da mümkün değildir. 

Kaziyye-yi muhkemelerden, avâmın meşhurât ve dahî makbulâtı zedelenmesin diye vazgeçil(e)mez. İşte bir zamanlar vazgeçilemez ilkeleri, vazgeçilemez mukaddimeleri, vazgeçilemez ve terkedilemez mevzileri vardı İslâm dünyasının… 
Evet nâmuslarına çamur atan rezâile, “mümkinât âleminde her şey mümkün olabilir” diyen ve fakat itikadları bahis mevzûu olduğunda, inançlarından ve ilkelerinden zerre kadar taviz vermeyen ehl-i nâmus âlimler vardı bir zamanlar… 

 İlkeler sözkonusu olduğunda taviz vermeksizin, “İşte bu aslâ mümkün değildir!” diyebilmek ve kendisine inanılan hakikatin yanında gevşemeden, geri adım atmadan durabilmek… 

Zor iştir bu! İnanç ve bilgi ister, kararlılık ister, yürek ister…  Modernler, taassub takmışlar adına kararlılığın, direncin ve dahî ayak diremenin… Varsın böyle desinler, ne çıkar?! Bi ki hakikatiz, hakikatin ta kendisiyiz, o halde onların hatırı için hurafelerimizin zerresini bile fedâ etmeyiz. Çünkü tepeden tırnağa âşığız biz! Âşıkân râ kâr neboved bâ-vücûd. Âşıkân râ hest bî- sermâye sûd. [Âşıkların varlıkla bir işi yoktur, Âşıklar kârı sermayesiz elde ederler.] Dücane Cündioğlu

 Sufîler 
 “Ben neredeyse her ilimde tahsilimi tamamlayıp belli bir payeye erdikten sonra bütün gücüm ve gayretimle sufilerin yoluna yöneldim. Sizlere söyleyeceğim şu kadarcık bilgi bile onların yolundan istifade etmek için yeterlidir. Ben kesinlikle anladım ve bildim ki, gerçekten Allah yolunun yolcuları sufilerdir. Sufilerin gidişatı ve yaşantısı yaşantıların en güzeli; benimsedikleri yol, yolların en doğrusu ve ahlakları da ahlakların en temizidir. Yeryüzündeki bütün akıl sahiplerinin akılları, hikmet ehlinin ince bilgileri ve İslam’ın esrarına vakıf olan alimlerin ilmi bir araya gelip onların yaşantısından ve ahlaklarından daha güzel ve daha hayırlı bir yaşantı ve ahlak ilkesi ortaya koymaya çalışsalar buna güçleri yetmez.” 
 İmam-ı Gazali Hazretleri (Rahmetullahî Aleyh)

 Müridin Evlenmesi
 Tarikat yoluna giren bir kimse evli ise boşanmamalı,bekar ise bu yolda kemale ulaşmadan evlenmemelidir.Mürid henüz yolun başında iken evlilik düşüncesi ile zihnini ve gönlünü meşgul etmemelidir.Zira bu düşünce,onu manevi yolculuğundan alıkoyan en büyük engeldir.Rasulallahın birden fazla evlenmiş olması sizi şaşırtmasın.Hiç meleklerle demirciler bir olur mu? 

Ebu Süleyman Hazretleri (KS) şöyle der; 
“Evlenen insan dünyaya meyletmiş demektir.” “Evlenip de daha önceki halini korumaya devam eden hiçbir mürid görmedim.” “Kendisiyle ünsiyet kuracağın bir kadına gerçekten ihtiyacın var!” denildiğinde şu cevabı verdi: “Bir kadınla ünsiyet kurma duygusunu Allah bana vermesin!” Müridin manevi olgunluğa erip marifeti elde edene kadar bekar kalması şarttır.

Ancak bu şehevi duygularına yenik düşmeyen müridler için geçerlidir. Şehveti yenemeyen müridin evlenmesi en hayırlısıdır. Evlenmden kasıt dini korumak ve Rasulallahın sünnetine tabi olmaktır. Sufilerden birisine “Sen evlenmeyi hiç düşünmüyor musun?” diye sorduklarında şu cevabı vermiştir:”Benim zaten bir nefsim var.Gücüm yetse onu hemen boşayacağım.Evlenerek nefsime bir de kuma mı getireyim?” Adab Risalesi – Muhammed b. Abdullah el-Hanî 

 Mürşid-î Kâmil 
 “Kamil mükemmil bir şeyh dediğimiz zaman; bir mürşid, yol gösteren manasındadır. Sadece tesbihatta, zikirde, namazda, oruçta, hacda, zekatta değil; bununla birlikte sosyal taatlerde de öncüdür. Mesela bir ekonomist olması da icabeder. İlla olması gerekir mi? En azından bilgi sahibi olacak veya ona dair bilgi sahibi evlat yetiştirecek. Velhasılı, sahasında uzman insan olması gerekir. Yerine göre ne yetiştirecek, bir mimar yetiştirecek. Diyelim ki ticari alanda en üstün insanı yetiştirecek. Çünkü bizim her yönden güçlü ve kuvvetli olmamız, 

Cenab-ı Hakk’ın bize emridir. “Düşmanlarınıza karşı güç ve kuvvet hazırlayın.” buyuruyor. Maddi ve manevi anlamdadır. Ruhen ve manen geliştiğimiz gibi, nefis ve şeytanı kahdererek ruhen olgunlaştığımız gibi, bizim, siyasi yönde, devlet yönünde, ticari ve iktisadi yönde, en azından bir müzik dalında dahi, ressamlıkta da yetişmemiz, olgunlaşmamız gerekir. Bu yönde, uzman olmasak dahi, uzman insanları hazırlamalı, yetiştirmeliyiz.” 
 Ali Ramazan Dinç Hocaefendi

İslâm'a Sürülen Leke: Din Maskeli Terör

Tarih : 1/12/2015
İslâm'a Sürülen Leke: Din Maskeli Terör
  Günümüzde eylem ve faaliyetleriyle bütün dünyayı ciddi şekilde huzursuz eden terör belâsı, daha çok İslam olmak üzere, din maskesini de kullanmaktadır. Bu aldatıcı metodu kullanan örgütler hem daha kolay militan devşirmekte, hem de maddî ve lojistik destek bulma hususunda herhangi bir zorluk yaşamamaktadırlar. 
Hassas konuların başında gelen din, aslında bütün insanları kucaklayan ve huzur içinde bir hayat sürmelerini sağlayacak ahlakî prensipler üzerine bina edilmiştir. Ancak tarih boyunca zaman zaman yanlış yorumlanarak bu yüksek gayenin tersi bir durumun vukûuna sebepmiş gibi gösterildiği de olmuştur. 
Günümüzde de benzeri bir durum yaşanmakta ve ulaşım araçlarının yaygınlık kazanmasından ötürü, küresel ölçekte din adeta terörün kaynağı ya da en azından kaynaklık edecek unsurlar taşıyan bir keyfiyette gösterilmektedir. Bunu haklı çıkarmak için de şeriat, cihad, ülke kavramı, şehitlik, hükmün Allah'a ait olması, iyiliği emretme, tekfir vb. kavramların anlamları ters yüz edilerek kitleler etki altında bırakılmaktadır. Bu yanlış yorum ve uygulamalara karşı çıkma ihtimalinden ötürü de yetişmiş din âlimleri hedefe konarak yıpratılmakta; yanlış yorumlarını anlamaya yardımcı olacak usûl ilmi tanınmamakta, sadece zahirî ve parçacı bir yorum yapılmakta; seviyeli din eğitiminin verilmesi engellenmekte ve muhalifleri sindirmek için, kelimenin tam anlamıyla terör estirilmektedir. Yazımızda din maskesini kullanan terör örgütlerinin bazı düşünceleri tahlil edilmekte, yanlışlarına işaret edilmekte ve dinin terörün bir kaynağı gibi kullanılmaması için bazı öneriler sunulmaktadır.
Neden Din Maskesi
Maske kelimesi sözlüklerde, gerçek duyguları veya bir şeyin gerçek görünüşünü gizleyen aldatıcı görünüş ve davranış şeklinde tarif edilmektedir. Din adına hareket ettiklerini söyleyen terör örgütleri de gerçek düşünce ve hedeflerini gizlemekte ve din maskesini kullanmaktadırlar. Zira terör estirmek ne Allah'ın emridir, ne bu yolla O'nun rızası kazanılabilir, ne de cennete layık bir kemalat elde edilebilir. Dolayısıyla din adına terör olmayacağına göre burada din bir maskedir.
Din, insanın mayasına konulmuş bir keyfiyettir. Fıtrata uygun olan bu keyfiyet ilk insanla birlikte yaşanmaya başlanmış ve bu durum kesintisiz olarak günümüze kadar devam etmiştir. Günümüzde de kitleler üzerinde en etkili hususlardan birisi dindir. Bu özelliğinden ötürü din manipüle edilmek istenen konuların başında gelir. 
İşte dinin bu özelliğinden ötürü bazen dini tahrip etmek bazen de karanlık emellerine ulaşmak için değişik çevreler dini maalesef bir maske olarak kullanmaktadırlar. Geçmişte de değişik maksatlar için din bir meşruiyet zemini olarak kullanılmıştır. Bazı durumlarda bu gerekli iken veya din bu durumu emretmekte iken birçok durumda maalesef din bu yolla sömürü ve aldatma aracı olarak kullanılmıştır. İşte söz konusu örgütlerin beyin takımlarının yaptıkları ikinci kısma girer.
Din Nasıl Tahrip Ediliyor
Terör örgütlerinin tamamı birçok yönden insanlığa zarar vermektedirler. Ancak din maskeli terör örgütleri daha çok, görünüşte kendisine hizmet ettiklerini zannettikleri veya söyledikleri dine zarar vermektedirler. Bu zararın iki konuda yoğunlaştığını söylemek mümkündür. İslam imajını lekeleme ve bazı İslamî konuları yanlış yorumlama.
A-İslam İmajını Lekeleme
İslam dini ve onun Mümtaz Peygamberi (sallallâhu aleyhi vesellem) tarih boyunca birçok talihsizlikler yaşamışlardır. İslam âleminin dışında kalan büyük bir kitle onları kadr u kıymetlerine uygun bir şekilde tanıyamadı. Bunda müslümanların yetersiz kalan temsilleri kadar farklı çevrelerin aleyhteki propagandaları da pay sahibidir. Yirminci asrın ikinci yarısından itibaren bu durum nisbeten değişmeye başlamıştı. Zira İslam ülkelerindeki bağımsızlık ve uyanışın yanı sıra, birçok müslüman, eğitim ve ticaret için dünyanın değişik yerlerine gitmeye başladı; yazılan bazı güzel eserler farklı dünya dillerine tercüme edildi; başta batı ülkeleri olmak üzere değişik ülkelerden İslam'ı gereğine uygun anlatan ilim adamlarının eserleri yayınlandı; ticaret, spor, medya vb. alanlarda adını duyuran müslümanlar oldu; eğitim sahasında atılımlar yapıldı ve bazı müslüman ilim adamları meşhur üniversitelerde görev almaya başladı; birçok ülkede müslümanlar eğitim kurumları açtı ve ciddi başarılar elde edildi. Bu arada televizyon ve internet gibi iletişim araçlarının yaygınlık kazanmasıyla halklar birbirlerini daha yakından tanımaya ve gerçekleri öğrenmeye başladı. 
İşte menfaat/şer şebekelerinin güzel giden bu gidişata nasıl dur diyeceklerine karar veremedikleri bir sırada, din maskeli terör örgütleri eylemleriyle bir can simidi gibi imdatlarına yetişti ve düzelmeye başlayan İslam imajı kısa bir sürede eskisinden daha kötü bir hale büründü.1 Birçok kişide İslamofobiya denilen paranoya ortaya çıktı. Yapılan yayınlarda ve yazılan bazı eserlerde İslam terör dini olarak gösterildi. Özellikle bazı âyetleri referans vererek İslam'ın şiddet telkin ettiği iddia edildi. 
İşte bu işe zemin hazırlamada katkısı olan din maskeli terör bu yönüyle dine büyük zarar vermiş bulunmaktadır. Açılan bu yarayı sarmak uzun zaman alacak gibi görünüyor. 
B-Dinî Kavramları Yanlış Yorumlama
Din maskeli terör, bazı dinî meseleleri yanlış yorumlayarak da dine zarar vermektedir. Şeriat, cihad, ülke kavramı, şehitlik, hükmün Allah'a ait olması, iyiliği emretme, tekfir vb. kavramların anlamlarını keyfî bir şekilde ve maksatlarına uygun yorumlamaları buna misaldir. Sayılan konulardan iki tanesini tahlil etmek istiyoruz.
1. Hüküm Allah'ındır
Din motifli terör örgütlerinin dillerine doladıkları ve siyak-sibakından (bağlam) kopararak yanlış yorumladıkları konulardan biri 'hükmün' sadece Allah'a ait olduğunu belirten âyettir. (Yusuf, 12/40) Bu konudaki ilk yanlışlığı da Hariciler yapmışlardır. Hz. Ali'yi, Sıffin Savaşı öncesinde, anlaşmazlığı çözmesi için önce hakemi kabul etmeye zorlayan, sonra da başkaldırarak isyan eden Hariciler, "Hakemi kabul etmiyoruz, hüküm sadece Allah'ındır." deyince Hz. Ali'nin cevabı şu oldu: "Bu söz, kendisi ile batıl kast olunan hak bir sözdür. Evet, hüküm sadece Allah'ındır, fakat bunlar (Hariciler) bu sözlerle, "Emirlik ancak Allah'ındır." demek istiyorlar. Hâlbuki insanlar için, muttaki olsun, günahkâr olsun mutlaka bir emir gerekir ki, müminler onun emrinde çalışsın, kâfirler hayatlarını devam ettirsin, Allah onunla vaatleri tamamlasın, onun vasıtasıyla vergiler toplansın, düşmanlarla savaşılsın, yollar emniyete kavuşturulsun, zayıfın hakkı güçlüden alınsın, böylece iyi insanlar huzura kavuşsun, kötü insanlardan kurtulmuş olsun."2 
Dikkat edilirse Hz. Ali, başında bir insanın veya insanların bulunduğu, otoriteyi kendinde toplayan bir devletin şart olduğunu dile getirmektedir. Zira etkisiz kabile reisi ve kabile asabiyeti anarşizme sebeptir. Günümüz Haricileri ise şöyle derler: "İslâm'a göre kanun koyma yani teşrî (yasama) yetkisi, yalnız Allah'ın elinde ve inisiyatifindedir. Teşri hakkı ne bir hükümdara, ne bir aileye, ne bir partiye, ne de bir meclise verilemez. Yasama, sadece Allah'ın hakkıdır." Bu ifadelere göre Kur'an başta olmak üzere ilahi kitaplar birer anayasa, hatta detaylar da dâhil birer yasa ve tüzük kitabıdırlar. Hâlbuki durum bu şekilde değildir. Kur'an'da insanlığın ortak değerlerini ifade eden ana prensipler bulunmaktadır. Ama Kur'an aynı zamanda bir zikir, bir fikir, bir ibret, bir dua ve bir ibadet kitabıdır. Onun için İslam, devlet şekli ile ilgili kesin sınırlar koymamıştır. Tarihî süreç içinde değişik devlet şekilleri deneyerek insanlık bu gün demokrasiyi benimser bir konuma gelmiştir.
Demokrasi, halk hâkimiyetine dayalı bir sistemdir. "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir." cümlesiyle vurgulanmak istenen husus demokrasidir. Bu söz, hâkimiyetin -hâşâ- Allah'tan alınarak insanlara verilmesi demek değildir; aksine, hâkimiyetin, Allah tarafından, kaba kuvvet temsilcilerinin elinden alınıp millete verilmiş olduğunu belirtmektedir. Demokrasi, temel hak ve hürriyetlerin korunmasını halkın temsilcilerine tevdi eden, milletin görüş ve kanaatlerinin ülke yönetiminde tesirli olması gerektiği esasına dayanan bir idare şeklidir.
Ontolojik olarak Allah elbette her şeyin hâkimidir ve hüküm sadece O'na aittir. Kâinattaki düzen, yaratılış ve olup biten her şey O'nun iradesi ve kudreti ile olmaktadır. Buna rağmen bizzat Allah'ın ifadesiyle, onda tasarruf etme yetkisi dâhil, bütün kâinat insanlığın hizmetine verilmiş ve insan Allah'ın yeryüzünde halifesi kılınmıştır. Peki, bu halifelik ne demektir ve tasarruf yetkisi nasıl kullanılacaktır? 
Devlet yönetimi için de peygamberleri aracılığıyla adalet, müşavere vb. prensipler koymuştur. Ancak devletin yönetim şekli, insanlığın ortak kabulleri olan bu temel prensiplerin uygulanma şekli gibi hususlar, Hz. Ali'nin dediği gibi, elbette insanlar tarafından konacak ve işletilecektir. İslam fıkıh bilginleri arasında bazı görüş farklılıklarının çıkması, zamanla bazı görüşlerini değiştirmeleri, hatta "Zamanın değişmesiyle ahkâmın (hükümlerin) değişmesi inkâr edilemez." prensibini koymaları bu gerçeğin tezahürleridir. Öyle ise, "Hüküm Allah'ındır." ifadesi yanlış anlaşılmakta veya anlatılmaktadır. Aslında bu ifade sadece bir slogan gibi kullanılmaktadır.
2. İyiliği Emretme
Konumuzla ilişkisi olan diğer bir mesele de, emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker (iyiliği emretme kötülükten men etme) şeklinde meşhur olmuş ve yerini Kur'an ve Hadislerde bulan bir keyfiyettir. Konu ile ilgili âyet ve hadislere yüzeysel bakan kişi ve örgütler, şu görüşe sahiptirler: Her Müslüman, hiçbir engel tanımadan, nerde olursa olsun her türlü kötülüğe engel olmalı ve her ortamda iyilikleri emretmelidir. Böyle davranmak kadın erkek her Müslüman'a vaciptir. Şu hadis-i şerife dayanarak da bunun üç şekilde olabileceğini belirtirler: "Sizden birisi bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Eğer gücü yetemezse diliyle, şayet buna da gücü yetmezse kalbi ile buğz etsin. Bu (sonuncusu) imanın en zayıf halidir3.
Yüzeysel ve parçacı bakarak bu hadisten şu anlamları çıkartırlar: 
a. Her türlü iyiliği emir ve her türlü kötülükten nehiy herkese vaciptir, çünkü hadiste istisna yoktur. 
b. Kötülük yapan kişi uyarıldığı halde vazgeçmezse her türlü şiddet uygulanabilir. 
c. Güç yetmez ya da daha büyük bir tehlike veya fitne çıkma ihtimali varsa şiddetten vazgeçilerek dille uyarı yapılır. 
d. Dille uyarı da mümkün olmuyorsa o kişinin yaptığı fiilden nefret edilir. 
Ancak bu yorumlar bile yanlış ve aşırı iken, terör örgütleri bununla da yetinmeyerek, fertlerin bu işi yapmasının yeterli olamayacağı düşüncesiyle gizli silahlı birlikler kurmuşlar ve bilinen taktiklerle güya iyiliği emretmekte ve kötülükten sakındırmaktadırlar! Bu arada sadece kendi görüşlerinin doğru olduğu kanaatiyle kendilerine katılmayan her insanı kâfir sayarak onlara savaş açmışlardır. Oysa, ister vacip ister farz olsun, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma işini yapmayan asla kâfir olmaz, olsa olsa günahkâr sayılır. Zira şirk hariç büyük günahlar kişiyi küfre götürmez.
Başta Hanefi mezhebi olmak üzere, İslam âlimlerinin konuyla ilgili görüşleri kısaca şu maddeler halinde özetlenebilir: 
İslam devlete çok değer verir ve ona önemli görevler yükler. 
Anarşi ve düzensizliğin olmaması için kişilerin kendilerini devlet yerine koyarak hak aramaları kabul edilemez. Yüzde yüz haklı olunan konuda bile meşru yolları takip etmek gerekir.
Toplumda iş bölümü vazgeçilmez bir esastır. Hâkimin, polisin, âlimin, memurun, amirin vs. ayrı görevi vardır ve yekdiğerinin yerine iş yapmaya kalkışamaz.
Fitne çıkarmak, kişi ve kurumları lekelemek, kesinleşmeyen bir şeyle kişileri suçlamak, ihtilaflı konuları uluorta gündeme getirmek, şahsî çıkarlar için toplumu (kamuyu) zarara uğratmak vb. hususlar sıradan günahların ötesinde suçlar olarak telakki edilir ve şiddetle yasaklanır.
İyiliği emretme ve kötülükten sakındırma meselesi ve ona temel oluşturan hadis-i şerif, yukarıdaki temel prensipler ışığında değerlendirildiğinde şu sonuç ortaya çıkar: Kötülükleri güç kullanarak engellemek kolluk kuvvetlerinin, dolayısıyla devletin sorumluluğundadır. Devlet bu işi koymuş olduğu kanunlar çerçevesinde yürütür. İhmal etmesi durumunda, devlete hangi yolla sorumlulukları hatırlatılıyorsa (seçim, taşkınlığı olmayan demokratik eylemler, ilmi toplantılar, basın, kitap-makale vs.) o meşru yollarla bu iş yapılır. Zira devlet halktan oluşmaktadır. 
Kötülükleri elle engellemek konusunda fertler ise, ailesinden ve yakın çevresinden sorumludur. Ölçüsü içerisinde yapılan kötülüklere elle karşı koyar. Gerektiği yerde hiç çekinmeden yapılan kötülüğü ve işlenen suçu ilgili yerlere şikâyet etmek de elle yapılan bir girişime benzer. Batı ülkelerinde bu duyarlılık üst seviyede görülmektedir. Kısacası kanuni takibat ve ceza gerektiren hususlarda mutlaka devlet devreye girmelidir.
Sözlü uyarılar ise ilim ehlinin işidir. Çünkü neyin münker neyin de maruf olduğunu, bu konularda var olan diğer görüşleri, konunun hangi metotla anlatılacağını, konuyla ilgili dayanakları ve çağa uygun yorumlarını vs. ancak âlimler yani konunun uzmanları bilebilir. Öyle ise bırakın halktan bir kişinin, ilgili konunun uzmanı olmayan âlimlerin bile müdahalesi bazen yerinde olmaz. Nitekim ülkemizde her konuyu bildiklerini varsayarak basında boy gösteren bazı kişilerin nasıl gülünç hale geldikleri bilinmektedir. Zira din ciddi bir uzmanlık ister. Terör örgütlerinin âlimleri saf dışı etmek için ne çabalar gösterdikleri, hatta bunun her terör örgütünün temel hedeflerinden biri olduğu bu mesele ile daha iyi anlaşılmaktadır. Kısacası her fert için, dar bir çerçevede ve sınırlı konularda sözlü olarak kötülükten sakındırmak ahlakî-dinî bir prensiptir, ancak asıl sorumluluk işin ehli olan âlimlere aittir. Bu iş için günümüzde en güzel araç ise basın-yayındır.
Halka gelince ki biz bununla hem güvenlik görevlisi hem de ilim ehli olmayan sıradan vatandaşı kastediyoruz, ona düşen kalben buğz etmektir. Yani yapılan işi onaylamamak, hoşlanmamak, alkışlamamak, yeri geldiğinde yasal çerçevede tepkisini göstermek, beddua etmek, seçimle tepkisini göstermek, suçun- günahın işlendiği mekânı terk etmek, bunu yapan akraba ve arkadaş ise dostluğu kesmek, şikâyet etmek vs. Anlaşılıyor ki hiç kimsenin kötülükler karşısında tepkisiz kalması, halk tabiri ile kalabalığa uyması hoş karşılanmamıştır. Çünkü aksi durum, toplumun tamamen yozlaştığının ve başkaları tarafından köleleştirmeye hazır hale geldiğinin bir göstergesidir. 
Son olarak şu noktaya da işaret etmek isteriz: Fertlerin Allah'ın emir ve yasaklarını gözeterek yaşamaları, aile içerisinde, çarşı pazarda, işyerinde, yolda, memuriyette, amirlikte vs. kul ve kamu hakkından sakınması, sorumluluğunu yerine getirmesi, kısacası güzellikleri bizzat yaşayarak temsil etmesi en güzel tebliğ yani en güzel 'iyiliği emretme ve kötülükten sakındırmadır.' 
Evet, ne âyetler, ne hadisler ne de bu iki kaynağı yorumlayan din âlimleri terör örgütlerinin anladığı ve uyguladığı anlamda bir 'iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma' prensibini öngörmektedirler. Yapılanlarla din adına hiçbir yararın elde edilememiş olması da bu iddianın en açık göstergesidir. Oysa başta peygamberler olmak üzere, tarih boyunca bu prensibi gereğine uygun işleten kişi ve toplumlar insanlığa büyük bir medeniyet ve huzur götürmüşlerdir.
Netice
Terör örgütlerinin tamamı birçok yönden insanlığa zarar vermektedirler. Ancak din maskeli terör örgütleri daha çok, görünüşte kendisine hizmet ettiklerini söyledikleri dine zarar vermektedirler. Bu zararın iki konuda yoğunlaştığını söylemek mümkündür: İslam İmajını lekelemek ve bazı İslamî konuları yanlış yorumlamak.
Dine verilen bu zararların önüne geçmek, dolayısıyla din maskeli terörle etkili bir mücadele için, öncelikle bu örgütlerin çıkış nedenlerinin ciddi şekilde araştırılması ve bu sebeplerin ortadan kaldırılmasına yönelik çaba harcanması büyük önem kazanmaktadır. Terörün sebepleri arasında dinin yanlış anlaşılması, yanlış yorumlanması, devletler tarafından baskı altına alınması, siyasete alet edilmesi, üvey evlat muamelesi görmesi, din adamlarının yeterince yetişememesi, var olanların horlanması gibi birtakım yanlışlıklar ve eksiklikler de bulunmaktadır. Durum böyle olunca yapılacak işlerden biri de, insanlığın hayatından çıkarılması mümkün olmayan, ama manipüle edilmesi de her zaman söz konusu olabilen din gerçeğine, gereğine uygun ve pazarlıksız bir şekilde yaklaşmak olmalıdır. Bu arada bütün dünya, terörün dini olmadığı noktasında birleşmeli, bunların hiçbir din adına hareket etmediklerini insanlığa deklare etmeli ve dinleri temize çıkarmalı; masum dindarları farklı değerlendirmeli ve teröristle de gereğine uygun metotlarla mücadele etmelidir.
Günümüze varıncaya kadar itikadî ve ameli ehl-i sünnet mezhepler, hem dinî pratikler noktasında Müslümanların birliğini sağlama, hem de dinde bozulma ve yozlaşmanın engellenmesi adına ciddi görevler ifa ettiler, etmektedirler. Bu durumu iyi tesbit eden din reformcuları, oryantalistler ve tabii ki terör örgütleri, mezhepleri ve âlimlerini sürekli hedef tahtasına koydular. Çoğu zaman demagoji yaparak, 'İmam Azam ve İmam Şafi de bizim gibi birer insan idiler, asırlar sonra onların görüşleri niye takip edilsin veya tenkit edilmesin' gibi sözlerle bu alimleri halkın gözünde lekelemeye çalıştılar. Ancak asıl hedef, hedeflerine uygun, her hangi bir metodolojiye uymadan dini yorumlamak, toplumun birliğini bozmak, böylece daha kolay bir şekilde terör estirmektir. Şu anda dört mezhep var ama söz konusu kişilere uyulursa, mezhepleri tenkit edenler sayınca mezhep ortaya çıkmış olur ki, artık dinden söz etmek pek kolay olmaz. 
Bu arada söz konusu örgütlerin ana hedeflerinden biri din âlimleri, diğeri de hukuk, tefsir, hadis ve kelam gibi ilimlerin usûlü yani metodolojisidir. Yanlış yorum ve uygulamalarına karşı çıktıkları için yetişmiş din âlimlerini lekelemekte, sindirmekte, tekfir etmekte ve maalesef bazılarını da öldürmektedirler. Diğer taraftan yanlış yorumlarının anlaşılmasına yardımcı olacak usûl ilmini tanımamakta, böylece kolaylıkla zahirî, keyfî ve parçacı yorumlar yapmaktadırlar. Bu iki hedeflerini kolaylıkla gerçekleştirmek için de seviyeli bir din eğitiminin verilmesini engellemektedirler. 
Sözü edilen örgütlerin maksatları anlatılırken "Asr-ı Saadet benzeri bir İslam modelini kurmak suretiyle yeryüzünde şeriatı yani Allah'ın hükmünü ihya etmek" deniliyor. Bu değerlendirme birçok yönden yanlıştır ve zararlıdır. Mesela bu tarz yorumlar şeriat, cihad, şehitlik, gazilik, İslam devleti, asr-ı saadet gibi İslamî kavramların yanlış anlaşılmasına sebep olduğu gibi, bu örgütlerin eylemlerini meşrulaştırmaya da yaramaktadır. Böylece kolay eleman bulabilmekte ve halktan destek almaktadırlar. Hiçbir müslümandan cihat kavramını, şeriat kavramını veya şehitlik kavramını kötülemesi ve karşı çıkması beklenemez. Zira bunlar her müslümanın hayatında değer verdiği dinin kavramları arasında bulunmaktadırlar. Ama anlamları terör örgütlerinin açıkladığı ve uyguladığı şekilde değildir. Örgütün iç yüzünü ve işin uluslararası ilişkiler boyutunu bilmeyen ve yeterli din eğitimi almamış, kırsal kesimde yetişmiş, bazı haksızlıklara uğramış, akrabaları devlet veya bilinmeyen kişiler tarafından işkenceye uğramış fakir bir müslüman gencinden, yukarıda yapılan değerlendirmelere karşı çıkmasını veya sempati duymamasını beklemek kolay değildir.


İstifade Edilen Kaynaklar
Atilla, A. Kıyamet Komplosu, Küresel Kaosun Kriptoları, İst. 2002
Bilmen, Ö. N. Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, İst. 1968.
el-Heytemî, İ. Tuhfetü'l-Muhtac, Kahire, 1315.
el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Kahire, 1327.
Alemgirî, Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak, 1310.
İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr Bulak, 1272.
İbn Kudâme, M. El-Muğnî, Riyad, 1981.
İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, Beyrut, 1955.
Özel, A. İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İst. 1982.
Tahtâvî, M. Hâşiyetü ale'd-Dürri'l Muhtâr, Bulak, 1254. 
Yılmaz, İ. Yeni Bir Bakış Açısıyla İlim Ve Din, İst. 1998.
Aydıner. F. İslam'ın Batıdaki İmaj Savaşı, Zaman Gazetesi, 09.02.2008.
DİPNOTLAR
1. Başta, menfaat/şer şebekelerinin söz konusu örgütleri bu iş için kurduklarını daha sonra da onların da kontrolden çıktığını söyleyen analistler de az değildir. Mesela Bkz: Akar, Atilla, Kıyamet Komplosu, Küresel Kaosun Kriptoları, İst. 2002.
2. Özel, A. İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İst. 1982, 45.
3. Müslim, İman, 70.

Kur'ân ve Sünnet Işığında Terör ve İntihar Eylemleri Yazar : Prof. Dr. Hamza AKTAN



Kur'ân ve Sünnet Işığında Terör ve İntihar Eylemleri
Tarih : 1/20/2015
Ne yazık ki Müslüman ülkeler, iç ve dış güvenliklerini tehdit eden terör eylemlerinin yaygınlaştığı bir dönemin içinden geçmektedirler. Başta Orta Doğu ülkeleri olmak üzere İslâm dünyasında terör örgütlerinin ortaya çıkmasına ekonomik geri kalmışlık, sosyal ve siyasal çözülmeler, kültürel yozlaşmalar gibi olumsuz pek çok şartlar zemin oluşturmaktadır. Bir kısım terör örgütlerinin, içinde bulundukları ülkenin resmi makamlarınca başka terör örgütlerine karşı kullanılmak üzere bir süre desteklendiği, devlet desteğinden güç alarak gittikçe güçlenen bu örgütlerin zamanla kontrol edilemez bir noktaya geldikleri biliniyor. Bazı terör örgütleri de dış güçlerin siyasi ve ekonomik çıkarları uğruna belli hedeflere yöneltilerek desteklenmektedir. Bu paralelde bazı terör örgütlerinin ortaya çıkışları ise "komplo teorileri"yle açıklanmaktadır.
Son birkaç yüz yıldır İslâm dünyasının bilim ve teknolojide, buna bağlı olarak ekonomide geri kalmışlığı, başta kültür bunalımı olmak üzere pek çok olumsuzlukları ve zaafiyeti beraberinde getirmiştir. Bloklara ayrılan dünyada bu zaafiyet nedeniyle Müslüman ülkelerinin bir güç odağı oluşturamamaları, onları dış müdahalelere ve sömürülmeye açık bir coğrafya hâline getirmiştir. Bu coğrafyada yaşanan kültür bunalımının bir sonucu olarak halkın bir kesimi, aydınlarını ve yöneticilerini yabancılaşmış görmekte ve bunlara karşı tepki duymaktadır. Diğer taraftan, emperyalist olarak gördükleri ülkelere ve onlarla çıkar ilişkisi içinde olduğuna inandıkları kişi ve guruplara karşı isyan duyguları kabarmaktadır. Kaba hatlarıyla tasvir etmeye çalıştığımız bu tablodan terörün türemesi eşyanın tabiatı icabıdır. Başka türlü ifade edecek olursak, bu coğrafyada yaşayan insanlar Müslüman olmasaydılar aynı şartlarda aynı tepkiler yine oluşur, terör örgütleri yine ortaya çıkardı. Nitekim Müslüman olsun olmasın, kalkınmasını tamamlayamamış ülkelerde ideolojik kamplaşmalar, iç çatışmalar, emperyalist ülkelere karşı tepkiler görülmekte, bu durum İslâm ülkelerindeki oluşumla bir paralellik arz etmektedir. Bazı kişi ve çevreler İslam ülkelerinde terör örgütlerinin vücut bulmasını İslâm öğretileriyle ilişkilendirmekte, terörist eylemlere "İslâmî terör" adını vermektedirler. Bazıları da teröristin Müslüman kimliğini ölçü alarak terör olaylarını "İslâmcı terör" olarak nitelemektedirler.
Biz diğer boyutlarını uzmanlarına bırakarak terörün İslâm ile veya Müslüman ile ilişkilendirilmesi boyutu üzerinde durmak istiyoruz. Terör örgütlerinin ve terör eylemlerine katılmış kişilerin başta cihad olmak üzere, bazı İslâmî değerleri slogan olarak kullanmalarının terör ile İslâm arasında ilişki kurulmasına sebep olduğu anlaşılıyor. Teröristin bir taraftan kendini rahatlatmak diğer taraftan toplumun sempatisini kazanmak için dînî değerler dahil her vasıtayı kullanmak istemesi tabiîdir. Terör örgütü, kendisine bağlı militanını, eyleme ikna edebilmek için dînî değerleri tabiî ki kullanacaktır. Zaten onlar kullanılabilecek bütün değerleri kullanmakta bir sakınca görmezler. Biz bu olguyu bir tarafa bırakalım. Acaba iddia edildiği gibi terör eylemlerini bilimsel olarak İslâm'ın asli kaynakları olan Kur'ân ve Sünnet'le temellendirmek mümkün müdür? Diğer taraftan, "İslâmcı" adı, İslâm ile ilgili konularda yeterli bilgi donanımına sahip olan kişiyi ifade etmek üzere kullanılıyorsa böyle bir Müslümanın terörist olması mümkün müdür?
Cihad Kavramı
Bazı terör örgütleri eylemlerine cihad adını verdiklerine göre, önce cihad kavramı üzerinde kısaca duralım. Cihad, her Müslüman'ın Allah yolunda, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için sarf ettiği her türlü cehdin, çabanın, gayretin adıdır. Bu anlamda cihad, kıyamete kadar kesintisiz olarak devam edecek olan bir ibadet biçimidir. Kişinin kendi nefsini terbiye etmek için harcadığı çaba dahil, ilim ehlinin ilmiyle, sağlıklı olanın hizmetiyle, varlıklı olanın malıyla, İslâm inancının bütün insanlarca paylaşılması ve Müslümanların şerefinin ve onurunun korunması için harcadıkları cehd ve gayret cihad olarak adlandırılır. Cihad, zaman zaman Müslümanların saldırıya uğramaları, ya da saldırıya uğrayacakları hakkında ciddî istihbarî bilgiler edinmeleri durumunda mevcut tehdidi ortadan kaldırmak, haysiyet ve itibarlarını korumak için kabule mecbur bırakıldıkları bir savaş biçiminde de görülebilir. Peygamberimizin bizzat komuta ettiği veya ashabdan bazılarını kumandan tayin ettiği savaşların ve askeri harekâtın sayısı altmıştan fazladır. Bunların hiçbirinde Peygamberimiz saldırgan olmamıştır. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Peygamberimiz, hiçbir müşrik kavme sırf müşrik oldukları için saldırmamıştır. Yaptığı bütün savaşlar ya başlamış bir saldırıyı def etmek, ya da bir saldırı hazırlığını başlangıç aşamasında sonuçsuz bırakmak amacına yöneliktir. Müslümanları cihada teşvik eden âyetler de esasen kaçınılması mümkün olmadığı için başlamış bir savaşla ilgili olarak nazil olmuşlardır. O hâlde Kur'ân ve Sünnet'e göre uluslar arası ilişkilerde esas olan barıştır. Savaş, istisnaî bir durumdur.
İslâm'ın ve Müslümanların varlığını ve onurunu korumayı amaçlayan savaşlar, ebede doğru uzayıp giden zaman içinde cihad sürecinin kısa halkalarını oluşturur. Bu anlamda savaş biçiminde görülen cihad meşru bir müessesedir. Müslümanların, ülkelerinin işgal edilmesine, sömürü ve baskılara tepki duymaları ve bunlara karşı mücadele etmeleri meşrudur, en tabiî hakları ve görevleridir. Yalnız bu konuda göz önünde bulundurulması gereken çok önemli bir nokta vardır. O da şudur. Bütün hukuk sistemlerinde olduğu gibi, İslâm Hukuku'nda da, amacın meşru olması kadar, o amaca ulaşmak için takip edilen yolun da meşru olması kuraldır. Bu sebepledir ki, Kur'ân, müminleri savaşa teşvik etmekle yetinmez, savaşın nasıl yapılması gerektiğini de açıklar.
Sivil insanları, kadın, çocuk ve yaşlıları öldürmeye, otomatik tüfeklerle okul servislerini taramaya, ev, dükkan ve araba yakmaya, olayla ilgisi olmayan insanları rehin alıp kaçırmaya, hatta öldürmeye cihad adı verilebilir mi; üstelik öldürülen ve mülkü tahrip edilen bu insanlar bir de Müslüman iseler? Bu eylemleri gerçekleştiren örgütler merkezi bir otoriteden emir de almıyorlar, yaptıklarından dolayı hiç bir makama hesap vermiyorlar, başlarına buyruk davranıyorlarsa, yaptıkları eylem cihad olabilir mi? Vücutlarına bağladıkları veya arabalarına yükledikleri patlayıcıları kalabalıkların ortasında infilak ettirerek hem kendilerini hem masum insanları öldüren intihar eylemcilerinin bu eylemlerine cihad adını vermeleri ve kendilerini mücahid olarak isimlendirmeleri, eylemlerini cihad, kendilerini mücahid yapar mı? Terör eylemlerine cihad, bu eylemleri yapanlara mücahid adının verilip verilemeyeceğine aşağıdaki örnekleri esas alarak okuyucu kendisi karar verebilecektir. Peygamberimiz'in İslâm Savaş Hukuku'nu esas olan uygulamalarından örnekler vererek konuya açıklık getirmeye çalışalım.
Cihadın Savaş Boyutuyla İlgili Kurallar
İslâm'da cihadın savaş boyutuyla ilgili kuralları Kur'ân ışığında Peygamberimiz'in sünneti esas alınarak şu başlıklar altında özetlenebilir.
1- Düşmana Acımasız Davranmama
Peygamberimiz savaş ortamında dahi, her hâl ve şartta düşmanı bedenen ve ruhen ezmeyi gaye edinmemiştir. İnsanlar düşman da olsa merhamet duygularını kabartacak ve acınacak duruma düştüklerinde onlara acımak gerektiğini Peygamberimiz'den öğreniyoruz. Hicretin 8. yılı Şevval ayında Peygamberimiz Halid b. Velid'i 300 kişilik bir kuvvetin başında Cezîme Oğulları üzerine gönderdi. Cezîme Oğulları savaşmadıkça onlarla savaşmamasını tembih etti. Cezîme oğulları Halid kuvvetlerini görünce silaha sarıldılar. Savaş esnasında kibar davranışlı bir delikanlı sevdiği bir kadının gözü önünde Halid'in kuvvetlerince öldürüldü. Kadın sevdiği adamın üzerine kapandı ve iki kere hıçkırdı. Duyduğu derin kedere kalbi dayanmadı, sevdiği adama sarılmış olduğu hâlde o da öldü. Bu olay daha sonra Peygamberimiz'e anlatıldı. Peygamberimiz üzüldü ve "içinizde hiç mi merhametli bir adam yoktu?" buyurdu. Halid'in bazı esirleri de öldürttüğü kendisine haber verilince Peygamberimiz ellerini semaya kaldırıp, "Ey Allah'ım! Halid'in yaptığı şeyden uzak ve beri olduğumu sana arz ederim. Yaptığı şeyi ben ona emretmedim" niyazında bulundu. (İ. Kesir 1976, 3:591)
Hayber kalelerinin fethi tamamlandığında Safiyye Binti Huyey ile amcasının kızı esir olarak Hz. Bilal tarafından Yahudi ölülerinin arasından geçirilerek Peygamberimiz'e getirildi. Safiyye'nin amcasının kızı, öldürülmüş hısımlarını görünce feryat ederek ellerini yüzüne vurmaya başladı. Peygamberimiz "ey Bilal! Senden acıma duygusu sökülüp atıldı mı ki, bu kadıncağızları ölülerin yanından geçirdin?" diye azarladı. Hz. Bilal, "ya Resülellah! Bundan hoşlanmayacağınızı sanmamıştım" dedi. Bilindiği üzere Peygamberimiz Safiyye Binti Huyey'e Müslüman olmasını teklif etmiş, o da Müslüman olunca onu kendisine nikâhlamış, böylece Hz. Safiyye mü'minlerin annesi olma şerefine ermiştir. (İbn Hişam 1971, 3:350-351; Vakıdî 1966, 2:673)
2- İşkence Yasağı
Peygamberimiz düşmana işkence yapılmasına izin vermemiştir. Süheyl b. Amr Mekke müşriklerinin ileri gelenlerindendi. Hicretten önce Peygamberimize hakaret eden ve baskı uygulayanlardandı. Bedir savaşında esir edildi. Bir ara kaçmaya teşebbüs etti. Yakalanıp getirildi. Süheyl iyi bir hatipti. Sözleriyle insanları etkilemeyi başarırdı. Hz. Ömer, "Ey Allah'ın Elçisi! Bana izin ver, şunun ön dişlerinden ikisini sökeyim de, bir daha senin aleyhine konuşma yapamasın" dedi. Peygamberimiz, "Hayır, ben ona işkence yapamam. Hem, ben ona işkence edersem Allah da beni cezalandırır. Ayrıca umulur ki o, bir gün sevimsiz bulmayacağın bir davranışta bulunur." buyurdu. (İbn Hişam, 2:304; Taberî 1967, 2:465, 561) Gerçekten Peygamberimiz'in vefatından sonra Süheyl b. Amr Mekke'de irtidat (İslâm'ı terk etme) olayları baş gösterince, "Ey Mekkeliler! Siz Allah'ın dinine en son girenlerden oldunuz. Bari en önce çıkanlardan olmayın." diyerek Mekkelilerin irtidat olaylarına katılmalarını önlemiştir. (İbn Hişam, a.y.)
Hendek savaşındaki ihanetlerinden dolayı ölüm cezasına mahkûm edilen Kurayza oğulları Yahudilerinden Nebbaş b. Kays Peygamberimiz'in huzuruna getirildi. Nebbaş'ın burnu yarılmıştı. Peygamberimiz onu getirene "Bunu ona niçin yaptın? Öldürülecek olması yetmez miydi?" diye azarladı. Adam "Kaçmak için beni itti. Aramızda itiş kakış oldu." diyerek mazeret beyan etti.
Medine'ye Müslüman olmak istediklerini belirten 8 kişi gelmişti. Hastaydılar, yardıma ihtiyaçları vardı. Medine'nin havası büsbütün sağlıklarını bozdu. Peygamberimiz onları zekât develerinin otladıkları yaylaya gönderdi. Üç ay kadar orada kalıp sağlıklarına kavuştular. Develerden sorumlu çobanın ellerini ayaklarını keserek, gözlerine ve diline dikenler batırarak işkence ile öldürdüler. Develeri de sürüp götürdüler. Haber Medine'ye ulaşınca Kürz b. Cabir komutasında acele 20 süvari yola çıkarıldı. Süvari birliği hainlerin hepsini yakalayıp Medine'ye getirdi. Suçları hırsızlık, adam öldürme, ihanet ve irtidat idi. Peygamberimiz'in emriyle cezalandırıldılar. (Buhari, "Hudud," 17-18; Müslim, "Kasame," 9-11) Peygamberimiz, bu olaydan sonra her ne sebeple olursa olsun işkence yapılmasını yasaklamıştır. (Vakıdî, 2:570; Köksal, 13:127)
3- Düşman Ölülerine Saygı
Müşriklerin savaşta öldürdükleri kimselerin intikam amacıyla kulak, burun ve tenasül uzuvlarını kesmek, karınlarını yarmak gibi âdetleri vardı. Buna "müsle" denirdi. Peygamberimiz Uhud savaşında amcası Hz. Hamza'nın cesedini parçalanmış olarak görünce derin bir üzüntü duydu. "Eğer bana Allah zafer nasip ederse, Hamza'ya yapılanın karşılığında otuz müşrike aynı muameleyi yapacağım" dedi. Bunun üzerine "Ceza verecek olursanız size yapılanın misliyle cezalandırın. Ama eğer sabrederseniz bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır" (Nahl 16/126) âyeti nâzil olunca Peygamberimiz yemininden vazgeçti ve keffaret ödedi. (İbn Hişam, 3:101; Heysemi, 6:120) Hz. Hamza'ya yapılan müsleye öfkelenen ve müşrik ölülerine aynı şeyi yapmak için ayağa kalkan Ebû Katâde'ye Peygamberimiz, "Otur! Sen Allah katında sevabını iste ey Ebû Katâde! Kureyş müşriklerinin ölüleri birer emanettir...Sen yaptığın şeyin uzun müddet onların yaptıklarıyla birlikte kınanarak anılmasını ister misin?" buyurdu. (Vakıdî, 1:290)
Müşrik ordusu Uhud savaşı için Medine'ye doğru gelirken Peygamberimiz'in Annesi Âmine'nin kabrinin bulunduğu Ebva köyüne vardıklarında kabri açıp kemikleri yanlarında götürmeyi teklif edenler oldu. "Eğer kadınlarımız Muhammed'in eline geçerse onları bize geri vermesi karşılığında annesinin kemiklerini O'na iade ederiz. Böyle bir şey olmazsa, bu kemiklerin karşılığında bize yüklü bir bedel öder." dediler. Konuya akl-ı selimle bakan kimseler, "Hayır, bu doğru olmaz. Eğer biz böyle yaparsak Huzâîler ve Bekir Oğulları da bizim ölülerimizin kemiklerini çıkarırlar." dediler ve kötü bir âdet başlatmış olmama basiretini gösterdiler. (a.g.e., 1:206)
4- Sivillere ve Masum Hedeflere Saldırmama
Savaş ortamında dahi muharip olmayan kimselerin öldürülmemesi konusunda Peygamberimiz'in pek çok kez ashabını uyardığı tabakât ve meğâzi literatüründe nakledilmiştir.
Mekke'nin fethinden sonra Beni Hanîfe, Sakif kabileleri ve ortaklarının başlattıkları Huneyn savaşında müşrik ölüleri arasında Peygamberimiz, öldürülmüş bir kadın gördü. "Nedir bu gördüğüm şey?" dedi. Oradakiler, "Bu bir kadındır. Halid b. Velid'in kuvvetleri öldürdü" dediler. Peygamberimiz orada bulunan bir kişiye "Halid'e yetiş! Resülüllah seni çocuk, kadın ve hizmetçi öldürmekten menediyor de!" buyurdu. Orada bulunanlardan biri, "Ey Allah'ın Elçisi! Onlar müşriklerin çocukları değiller mi?" dedi. Peygamberimiz, "Sizin en hayırlılarınız da müşriklerin çocukları değiller miydi? Her çocuk, fıtrat üzere doğar ve masumdur" buyurdu. (Ebû Davud, "Cihad," 111)
Peygamberimiz vefatına yakın ağır hasta olduğu günlerde, Rumlarla birlikte kuzey Araplarının Medine üzerine bir saldırı için hazırlanmakta oldukları haberi geldi. Peygamberimiz, hemen sefer hazırlıkları yapılmasını emretti, kumandanlığa da Üsâme b. Zeyd'i tayin etti. Üsame'ye şu tavsiyelerde bulundu. "İnkârcı saldırganlarla çarpışın. Ahde vefasızlık etmeyin. Meyve veren ağaçları kesmeyin. Sürüleri tahrip etmeyin. Manastırlara kapanmış, dünya işleriyle ilgilenmeyen, kendini ibadete vermiş ruhanileri, küçük çocukları ve kadınları öldürmeyin. Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Çünkü bilemezsiniz, onlar yüzünden bir iptilâya uğrayabilirsiniz." buyurdu. (Vakıdî, 3:117-118)
Peygamberimiz, Mute muharebesinde Müslümanlar karşısındaki ittifak içinde yer alan Gatafan kabilesi üzerine 15 kişilik bir birlik göndermeye karar verdi. Birliğin komutanlığına Ebû Katâde'yi tayin etti. Ebû Katâde'ye "Kadın ve çocukları öldürmeyiniz!" talimatını verdi. Keza Peygamberimiz bir saldırı hazırlığı içinde oldukları istihbaratı aldığı Dûmetülcendel halkı üzerine yedi yüz kişilik bir birlik göndermeye karar verdi. Birlik komutanlığına tayin ettiği Abdurrahman b. Avf'a "Ganimet mallarına hıyanet etmeyiniz, ahdinizi bozmayınız, ölülerin uzuvlarını kesmeyiniz. Çocukları öldürmeyiniz. Bunlar, Allah'ın sizden aldığı söz ve Peygamberinin örnek gidişatıdır." buyurdu. (İbn Hişam, 4:280-281)
Bu konuda en çarpıcı örneklerden biri Hubeyb b. Adiyy'in tutumudur. Amir oğulları reisi Ebû Bera' hicretin 4. yılı başında Medine'ye geldi. Peygamberimiz'den Necid halkına İslâm'ı öğretecek kimseler göndermesini istedi ve onların güvenliğine kefil oldu. Bunun üzerine Peygamberimiz, Münzir b. Amr'ın kumandasında 40, bir rivâyette 70 kişiyi yola çıkardı (11/35); Ebû Berâ'ın yeğeni Amir b. Tufeyl amcasının irşat heyetine tanıdığı emanı tanımadı. Süleym oğullarının bazı oymaklarından yardım aldı. İrşat heyetini Bi'r-i Maûne'de muhasara etti ve tamamına yakını şehit edildi. (11/41) Hubeyb b. Adiy ile Zeyd b. Desinne esir olarak Mekke'ye götürüldüler ve savaşlarda öldürülen yakınlarının intikamını almak için yanıp tutuşan, kana susamış Kureyş müşriklerine satıldılar. Hubeyb b. Adiy ayaklarından zincire vuruldu. Öldürüleceği zamanı bekliyordu. Kendisiyle ilgilenme görevi verilen azatlı cariye Mâviye'den temizlik için ustura istedi. Mâviye üç yaşlarında bulunan üvey oğlunun eline bir ustura verdi "Git bunu esire ver." dedi. Bundan sonrasını Mâviye şöyle anlatıyor: "Çocuk usturayı esire götürdü. Ben 'Aman Allah'ım ben ne yaptım!' dedim ve telaşla çocuğun arkasından koştum. Vardığımda çocuğu Hubeyb'in kucağına oturmuş onunla konuşuyor gördüm ve bir çığlık attım. Hubeyb bana baktı. 'Bu çocuğu öldüreceğimden mi korkuyorsun? İnşaallah asla ben böyle bir iş işlemem. Haksız yere cana kıymak bizim hâl ve şanımızdan değildir. Sanki beni siz mi öldürmek istiyorsunuz?' dedi". Hubeyb b. Adiy ile Zeyd b. Desinne Mekke'ye on kilometre uzaklıktaki Ten'îm'e götürüldüler ve orada mızraklanarak şehit edildiler. (Buhari, "Magazi", 28; İbn Hacer 1328; 1:418)
Naklettiğimiz bütün bu örnekler, cihadın Kur'ân'la sabit bir temel kuralının tatbikinden başka bir şey değildir. Bu da ancak savaşanla savaşma kuralıdır. Muharip olmayan sivil, masum hedeflere saldırmama kuralıdır. Bakara Sûresi 190. âyet bu kuralı şu mealle vaz'etmektedir: "Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın. Fakat savaşta sınırı aşmayın. Muhakkak ki Allah, haddi aşanları sevmez". Aynı kural Maide Sûresi 8. âyette de şu mealle açıklanmaktadır: "Bir topluluğa karşı içinizde beslediğiniz kin ve öfke sizi haddi tecavüze, adaletsizliğe sürüklemesin. Takvaya en yakın olan budur." Düşmana merhametsiz davranma, müsle yapma, işkence etme, kadınları ve çocukları öldürme, sınırı aşmadır, haddi tecavüzdür ki, mezkur âyetlerde Allah (c.c.) bunu menetmiştir.
5- Müslümanları Hedef Almama
Savaş şartlarında dahi Müslüman olmayan masum kimselerin öldürülmesine izin verilmemişken, masum Müslümanların öldürülmesine cevaz verilebileceği elbette düşünülemez. Muharebe sırasında düşmanın bazı Müslümanları kendilerine kalkan olarak kullanması durumunda, eğer bu Müslümanlar hedef alınmazsa, o zaman mağlûbiyet kesin görünüyorsa, söz konusu Müslümanlara, doğrudan hedef yapılmamaları kaydıyla ateş edilip edilemeyeceği konusunda fakihler farklı görüşler beyan etmişlerdir.
Resülüllah'ın sağlığında Müslümanın Müslümanı savaş şartlarında bilerek öldürmesi olayı yaşanmamıştır. Ancak bir hata ve yanlış anlama olayı meydana gelmiştir. Yukarıda sözünü ettiğimiz Bi'r-i Maûne olayında şehit edilen irşad heyeti içinde bulunan, ancak esir edildiği hâlde bir adağın yerine gelmesi için azat edilerek sağ bırakılan Amr b. Ümeyye, Medine'ye dönerken Amr oğullarından düşman zannettiği iki kişiyi öldürdü. Hâlbuki onlar Müslüman olmuşlardı. Peygamberimiz ellerine de bir eman yazısı vermişti. Bu yanlışlıktan dolayı Peygamberimiz çok üzüldü. Öldürülenlerin diyetlerini ödedi. (İbn Sa'd, 2:53; Vakıdî, 1:351-352)
Mekke'nin fethinden sonra Mustalik oğullarından Hâris b. Dırâr Medine'ye gelerek Müslüman oldu. Mustalik oğullarının Müslüman olmalarını da sağladı. Peygamberimiz Mustalik oğullarının zekâtlarını toplamak üzere Velid b. Ukbe'yi görevlendirdi. Resülüllah'ın memuru olarak Velid'in geldiğini gören Mustalik oğulları onu karşılamaya çıktılar. Velid onları kendisine doğru gelir görünce korkuya kapıldı ve Medine'ye geri dönüp "Ya Resülellah!. Mustalik oğulları benim zekât toplamama engel oldular. Beni öldürmek istediler. Seninle savaşmak için toplanmışlar." dedi. Peygamberimiz (s.a.s.), durumu incelemek için Hâlid b. Velid'i gönderdi. Durumun, Velid'in anlattığı gibi olmadığı anlaşıldı. (İ. Hanbel 1985, 4:279; Zürkanî 1973, 3:47) Bu olayla ilgili olarak "Ey iman edenler! Herhangi bir fâsık size haber getirecek olursa onu iyice inceleyin, doğruluğunu araştırın. Yoksa gerçeği bilmeyerek birtakım kimselere karşı fenalık edip sonra da yaptığınıza pişman olursunuz" (Hucurat 49/6) âyeti nâzil oldu.
Savaş ortamında bilmeden dahi olsa Müslümanların Müslümanları öldürmesine Cenab-ı Hak razı değildir. Hicretin 6. yılında Peygamberimiz ashabıyla birlikte umre yapmak maksadıyla Mekke yakınında Hudeybiye'ye kadar gelmişti. Mekke müşrikleri Peygamberimiz ve ashabının umre için Mekke'ye girmelerine izin vermemekte direndiler. Bunun üzerine Peygamberimiz Müslümanlar aleyhine maddeler ihtiva ettiği hâlde on yıllık bir barış anlaşmasının altına mührünü bastı, savaşı tercih etmedi. Böylece muhtemel bir savaş önlenmiş oldu. Hudeybiye barış anlaşmasının hikmetlerinden biri Fetih Sûresi 25. âyette şu mealle açıklanmaktadır: "İnkârda ısrar edip sizi Mescid-i Haram'ı ziyaret etmekten ve bekletilmekte olan hediye kurbanlıkları yerine ulaştırmaktan geri çevirenler onlardır. Eğer orada kendilerini tanımadığınız için çiğneyeceğiniz, bilmeyerek çiğnemiş olmanızdan dolayı zor durumda kalacağınız mümin erkek ve mü'min kadınlar olmasaydı, Allah ellerinizi birbirinizden çekmez, savaşmanıza engel olmazdı". Medine'ye hicret etme imkânını bulamamış, Mekke'de kalmış Müslümanların, Müslüman mücahitler eliyle bilmeyerek öldürülmesine Allah razı olmamıştır. Günümüzde ise cihad adı verilen bir takım eylemlerle Müslümanlar bilerek öldürülmektedir. Allah'ın buna razı olacağı nasıl düşünülebilir?
6- Emir Komuta Hiyerarşisi İçinde Hareket Etme
Cihadın savaş boyutunun diğer önemli bir kuralı da, Müslümanlarca kabul edilmiş merkezi bir plânlama dahilinde hareket edilmesidir. Birtakım kişi ve grupların merkezi bir otoriteden emir almaksızın başına buyruk hareket etmeleri, eylemlerinden dolayı kimseye hesap vermemeleri sadece bir kaos oluşturur. Merkezi bir otoritenin mevcut olmaması, bağımsız ve sorumsuz davranmayı haklı kılmaz. Zira cihad adına kaosa izin verilemez. Bu gibi durumlarda hareketin yozlaşması, hedeften uzaklaşması, faydadan çok zarar vermesi tabiîdir.
Asr-ı Saadette cihadın savaş boyutuyla göründüğü hiç bir olay Peygamberimiz'in emir veya müsaadesi olmaksızın meydana gelmemiştir. Peygamberimiz'in emir ve müsaadesi olmadığı hâlde sadece yanlış anlamadan kaynaklanan birkaç olay vuku bulmuştur. Bu olaylar Peygamberimizi üzmüş, sorumlularını ikaz etmiştir. Abdullah b. Cahş'ı emredilmediği bir şeyi yaptığı için azarlamış, Halid b. Velid'i kadın ve çocukları öldürmemesi için ikaz etmiş, Amr b. Ümeyye'nin öldürdüğü Müslümanların diyetlerini ödemiştir.
Ebû Basîr olayı dahi bu kuralın bir istisnasını oluşturmaz. Ebû Basîr, Sakif oğullarındandı. Müslüman olduğu için Mekke'de müşriklerce hapsedilmişti. Hudeybiye anlaşmasından sonra kaçma fırsatı bulup Medine'ye gelmiş ve Müslümanlara sığınmıştı. Müslüman olarak Mekke'den kaçıp Medine'ye sığınanlara Müslümanlar Hudeybiye anlaşmasına göre sığınma hakkı tanımayacaklardı. Mekke'den Ebû Basîr'i teslim almak üzere iki kişi geldi. Peygamberimiz anlaşma şartına uyarak Ebû Basîr'i teslim etti. Ebû Basîr'in şikâyetlenmesi üzerine Peygamberimiz, "Ey Ebû Basîr! Sen şimdi git. Sen ve senin gibiler için Allah bir genişlik ve çıkar yol yaratacaktır." buyurdu. (İ. Hişam, 3:337) Ebû Basîr Mekke yolunda kendisini götüren iki kişiden birini öldürdü. Diğeri kaçtı. Ebû Basîr tekrar Medine'ye geldi ve Peygamberimiz'e "Ey Allah'ın Elçisi! Sen sözünde durdun. Allah da beni onlardan kurtardı." dedi. Peygamberimiz "Yaman adam! Hele yanında birtakım adamlar da bulunsa artık elinden gelmeyecek bir şey yoktur. Haydi nereye istersen çık git oraya" dedi. (Vakıdî, 2:626-627) Ebû Basîr, Mekke kervanlarının Şam yolu üzerinde bulunan deniz sahilindeki İs'te üslendi. Müslüman olup Medine'ye sığınamayan yeni Müslümanlar Ebû Basîr'in etrafında toplandılar. Mekke kervanlarına geçit vermediler. Mekke müşrikleri gelip Ebû Basîr ve arkadaşlarının Medine'ye kabul edilmelerini kendileri istediler. Peygamberimiz de Ebû Basîr ve arkadaşlarını Medine'ye çağırdı. Ebû Basîr kendini savunmak zorundaydı. Peygamberimiz'den ve Müslümanlardan ayrı, bağımsız davranmak gibi bir niyeti yoktu. Peygamberimiz'in onu Medine'ye çağıran yazılı emri kendisine ulaştığında Ebû Basîr son nefesini vermek üzereydi. Ebû Basir defnedildikten sonra Peygamberimiz'in yazılı talimatı gereği arkadaşlarından yetmiş kişi Medine'ye, diğerleri memleketlerine döndüler. (İ. Abdi'l-Berr, 4:20; Diyarbekrî, 2:25)
7- Düşmana İnsanî Yardım
Cihad, her zaman düşmana zarar verilerek yapılmayabilir. Bazen zor durumda kaldıkları zamanlarda düşmana insanî yardımda bulunmak da cihad kapsamına girer. Böyle bir davranış, düşmanlık duygularının azalmasına ve düşmanın gücünün kırılmasına da yarayabilir. Hicretten sonra Mekke üzerine çöken kuraklık ve kıtlık yıllarında Peygamberimiz Mekke'ye tahıl, hurma, hayvan yemi ve nakit ihtiyacı için altın göndererek yardımda bulundu. Ümeyye b. Halef ve Safvan b. Ümeyye gibi Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri bu yardımı kabul etmek istemedilerse de Ebû Süfyan Peygamberimiz hakkında "Allah, kardeşimin oğlunu hayırla mükafatlandırsın. Çünkü O, akrabalık hakkını gözetti." diyerek şükran duygusunu ifade etmiştir. (Köksal, 14:304)
Düşmana yardımın diğer bir örneği de Yemame halkından Sümâme b. Üsâl olayıdır. Sümâme b. Üsâl, Müslüman olduktan sonra Mekke'ye gidip umre yaptı. Müşrikler O'nun okuduğu âyet ve dualardan Müslüman olduğunu anladılar. onu yakaladılar ve öldürmek istediler. Bazı müşrik ileri gelenleri onun serbest bırakılmasını, aksi hâlde Yemame'den gıda sevkiyatının durabileceğini söylediler. Sümâme, memleketine dönünce Yemame'den Mekke'ye gıda sevkiyatına engel oldu. Mekkeliler çok zor durumda kaldılar. Peygamberimiz'e elçi göndererek Mekke'ye gıda sevkiyatına mani olmaması için Sümâme'ye emir vermesini istirham ettiler. Peygamberimiz Sümâme'ye gönderdiği yazılı talimatta Mekke'ye gıda sevkiyatına mani olmamasını bildirdi. Sümâme de Mekke müşriklerine gıda sevkiyatını başlattı. (İ. Hişam, 4:228)
8- Savaş Son Çare
Cihad kapsamı içinde her zaman güç kullanılması doğru bir yöntem olamaz. Bedir harbine kadar savaşa izin verilmemiş olması, buna en güzel misaldir. Hicretten üç ay önce yapılan ikinci Akabe Biatında "Ey Allah'ın Resûlü! Seni hak din ve Kitapla gönderen Allah'a yemin ederim ki, eğer sen istersen yarın Mina halkını kılıçtan geçiririz." diyen Abbas b. Ubade'ye Peygamberimiz'in "Biz bununla emrolunmadık; siz şimdi eşyalarınızın yanına dönünüz" buyurması, her baskı, hakaret ve işkenceye güç kullanarak cevap verilmeyeceğini ortaya koymakta değil midir?
Hicretin 17. ayında Mekke civarına istihbarat göreviyle gönderildiği hâlde, Kureyş'e ait bir kervana hücum edip birkaç kişiyi öldüren, birkaç kişiyi esir alan ve kervanın mallarını Medine'ye getiren Abdullah b. Cahş'ı Peygamberimiz niçin azarlamıştır? Bir taraftan bu olayın, haram aylardan olan Recep ayı girdikten sonra işlenmiş olması, diğer taraftan henüz Kureyş müşrikleri ve müttefikleriyle silâhlı bir mücadeleye girişme için şartların henüz oluşmamış bulunmasından dolayı değil midir?
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, kabul edilemez görülen anlaşma şartlarını ihtiva ettiği hâlde Hudeybiye anlaşmasının altına mührünü basarak, Mekke'deki Müslümanların farkında varılmadan öldürülmelerine ve çok kan dökülmesine sebep olabilecek silâhlı bir çatışmayı önleyen Peygamberimiz'in bu siyasetinin isabeti "İnkârda ısrar edip sizi Mescid-i Haram'ı ziyaret etmekten ve bekletilmekte olan hediye kurbanlıkları yerine ulaştırmaktan geri çevirenler onlardır.
Eğer orada kendilerini tanımadığınız için tepeleyeceğiniz ve bilmeyerek tepelemenizden ötürü zor durumda kalacağınız mümin erkekler ve mü'min kadınlar olmasaydı, Allah ellerinizi birbirinizden çekmez, savaşmanıza engel olmazdı." (Fetih 48/25.) âyetinde açıklanmış değil midir? İki senelik bir sabırdan sonra Mekke kan dökülmeden fethedilmedi mi? Düşmanla mücadelede silâh kullanmaktan başka yöntemlerle hedefe ulaşmanın mümkün olduğunu Resûlüllah'ın bu nurlu sünneti kanıtlamıyor mu?
Peygamberimiz, uzayıp gideceği anlaşılan Taif kuşatmasını, mancınıkların kör atışlarıyla kale içindeki kadın ve çocukların ölümüne sebep olmamak, iki taraftan pek çok can kaybına yol açmamak için kaldırmıştır. Arap yarımadası ortasında küçük bir ada olarak kaldıklarını gören Taiflilerin daha bir yıl dolmadan Medine'ye gelip Müslüman olduklarını bildirmeleriyle maksada savaşsız ulaşılması, basiretli bir siyaset ve strateji değil midir?
Sonuç olarak şehirlerin kalabalık caddelerinde, sivil insanları, kadın, çocuk ve yaşlıları katleden, taşıt araçlarını, binaları yakan, havaya uçuran, rehin aldığı veya kaçırdığı masum insanları işkence ile öldüren, bunları yaparken, kimseye hesap vermeyen, vücuduna bağladığı veya arabasına yüklediği patlayıcıları sivillerin ortasında infilak ettirerek kendini ve masum insanları katleden intihar eylemcilerinin bu eylemlerine cihad adını vermeleri ve kendilerini mücahid olarak isimlendirmeleri, bu eylemlerin Kur'ân ve Sünnet'ten tasvip görmesini sağlayabilir mi? Önemli olan, bir şeye ne isim verdiğimiz değildir. Önemli olan, isim verdiğimiz şeyin ne olduğu, yapısı ve mahiyetidir. Sesini duyurmak için masum kanı akıtan bu kanlı ve kirli mücadele yöntemini Müslümanlar icat etmediler. Bu metot, Marksist-Leninist terör örgütlerinin benimsediği bir yöntemdir. Patenti onlarındır. Şimdiye kadar bu eylemlerin Müslümanlara bir yarar sağladığı görülmedi. Aksine, İslâm'ın ve Müslümanların ilim ve irfan, hak ve adalet, sevgi ve barış imajını sildi. Bunun yerine insanların zihninde, İslâm ve Müslümanlarla terör arasında ilişki kurulmasına sebep oldu ki, İslâm'a bundan daha büyük kötülük yapılamazdı. Kısaca, terörün cihad kavramı içinde yeri yoktur. Müslümanların hangi şartlarda nasıl davranıp, kimlerle nasıl mücadele edecekleri, Kitap ve Sünnet'te belirlidir. Hiçbir Müslüman, hem Müslüman kalıp, hem de Allah ve Resûlü'ün çizdiği yol dışında, onun tersi bir yolda gidemez.


Kaynaklar

- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Beyrut, 1985.
- Buhari, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Camiu's-Sahih, İstanbul, 1981.
- Diyarbekri, Hüseyin b. Muhammed b. el-Hasen, Tarihu'l-Hamis fi Ahval-i Enfes-i Nefis, Beyrut, ts.
- Ebû Davud, Süleyman b. Eş'as es-Sicistani, Sünenu Ebi Davud, Beyrut, 1971.
- İbn Abdi'l Berr, el-İstiâb fi Ma'rifeti'l-Ashab (el-İsabe'nin kenarında.)
- İbn Hacer, Ahmed b. Ali, el-İsabe fi Temyizi's-Sahabe, Beyrut, 1328.
- İbn Hişam, Ebû Muhammed Abdulmelik, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Beyrut, 1971.
- İbn Kesir, Ebû'l Fida İsmail, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Beyrut, 1976.
- İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kübra, Beyrut, 1985.
- Köksal, M. Asım, İslâm Tarihi, İstanbul, 1981.
- Müslim, İbn Haccac el-Kuşeyri, Sahihu Müslim, İstanbul, 1981.
- Taberi, Tefsir, Mısır, 1954.
- Vâkıdî, Muhammed b. Ömer, Kitabu'l-Meğazi, Oxford Üniversitesi, 1966.
- Zürkânî, Muhammed, Şerhu'l-Mevâhib, Beyrut, 1973.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...