Teslimiyet
‘Mürid şeyhin karşısında gassal elinde meyyit gibi olmalıdır’ sözü ıslah edilmelidir. Bu sözü birçok kişi istismar ederek kendilerine mutlak itaat istemekte ve ehliyet eksikliği ile beraber ortaya çıkmış tevhidî yönden cinayetler çıkmaktadır. Böyle bir teslimiyet Allah ve Resulü’ne olur. Günümüzde iyi bir Kuran – Sünnet terbiyesi almamış bazı kişiler bağlı oldukları kişileri sınırsız bir sevgiyle sevmektedir. Sınırsız bir saygı duymaktadır, şeyhlere. Bu sınırsız sevgi ve saygı onlara şunu söyletebilmektedir:
“Şeyhim içki içmemi emretse içerim” “Şeyhim adam öldürmemi emretse öldürürüm” gibi. Bu sözler insanı İslam’dan çıkaracak sözlerdir. Bu ifadeler Allah’a karşı işlenen bir suçtur. Bu suç sebebiyledir ki müridler (!) küfür düzenlerini sağcılık veya solculuğa iman edenlerin arkasında destekleyerek, ucuz oy deposu olmuşlardır. “Hakk’a isyanda mahluka itaat yoktur, itaat ancak meşrudadır.” Hz Ömer’in hutbe irad ederken ‘Dinleyiniz ve itaat ediniz’ sözüne ‘Giydiğin cübbe ve şalvarın hesabını vermedikçe dinlemiyor ve itaat etmiyoruz’ diyen sahabenin duyarlılığında, İslam’ın emirleri ihlâl edildiğinde ‘Sana itaat etmiyoruz’ diyebilen müridlere bugün daha çok ihtiyaç vardır.
Dr. Mehmet Sürmeli – Nebevî Zühd
Abdülbaki Gölpınarlı Hakkında
Son asırda Abdülbaki Gölpınarlı Bey, doçent ünvanıyla üniversiteden uzaklaştırılmış bir edebiyat tarihçisidir. Bir tasavvuf tarihçisi değildir; Farsça, Caferî kökenli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir İstanbul’da. Binaenaleyh Farsça’yı çok iyi bilmektedir ve edebiyat ile ilgilenmektedir. Edebiyatla, özellikle Fars edebiyatıyla ve Türk Edebiyatıyla ilgilenirseniz, ister istemez bir müddet sonra karşınıza tasavvuf çıkacaktır. Tasavvufu bilmeden Türk edebiyatını, Fars edebiyatını bilmek mümkün değildir. Bu edebiyatın bütün anahtar kelimeleri tasavvuftadır. Tasavvufu bilmezsen edebiyatı bilemezsin. İşte edebiyat üzerinde çalışa çalışa edebiyattan tasavvufa intikal etmesi icap etti Abdulbaki Bey’in. Fakat intikal etmesi de kalben değil; bunun bir çok şahidi de olmuştur yakınlarından. Tasavvufa yönelir ama bir çok şeyhe söver durur; İbn’ül Arabî’yi tekfir ederdi. Sebebi şudur: Bir dönem bazı Melamilerden istifade etti, Melamiler ona malzeme sundular. Özellikle Rumeli Melamileri dediğimiz Melami dostlar kendisine malzeme sundular ve Hazret bir kitap yazdı.
Ama sonra bin pişman oldu. Keşke Hamzavilerden istifade etseydim; Melamileri çok büyütmüşüm gözümde aslında o kadar büyütülecek insanlar değillermiş. Bu kitabı 28 yaşlarında yazdım ama şimdiki aklım olsaydı bu şekilde yazmazdım” diye bir çok kişiye söylemiş. Yeniden gözden geçiriyordu, yeni haliyle yazacaktı, ömrü vefa etmedi. Mevleviliğe girmesi de tamamen edebiyatla musikiyle alakalıdır; seyr-u sülük anlamında bir mürşidin elini tutmuş değildir. Dolayısıyla Abdülbaki Gölpınarlı’nın yapmış olduğu tercümelerde de fahiş hatalar bulunabilmektedir. Niye? Doktrini bilmiyor çünkü. Vahdet-i vücut/ şühud tasavvufun özüdür; onu bilmiyor. Vahdet-i vücudu bilmeyen, vahdet-i şuhudu bilmeyen, cem’ul cem nedir bilmeyen, tecelli zat nedir bilmeyen, tecelli sıfat nedir bilmeyen birinin kalkıp tasavvuf doktrini üzerine bir şey söylemesi kusura bakılmasın; tartışılır. Siz bir edebiyatçısınız, tasavvuf edebiyatına dair metinleri neşredebilirsiniz, belki tasnif de edebilirsiniz; ama tasavvuf konusunda hüküm vermeye kalkarsanız ciddi problemler doğar.
Nitekim Abdülbaki Bey’in bütün eserleri böyledir. Dahası, arkasından gelen nesle de çok kötü bir örneklik teşkil etmiştir. Ondan sonradır ki denize dalmayan herkes tasavvufi metinleri anlamaktan bahseder olmuştur… Dolayısıyla tasavvuf konusunda Abdülbaki Bey’i otorite olarak almak mümkün değildir. Yakından tanıyanlar ahlâken de zaten müsait olmadığını söylüyorlar. Benim şahsi görüşüm de bu yöndedir. Ömrünün son on yılında, köken olarak Caferî bir aileden geldiği için, Caferîliği yeniden keşfetme hevesine kapıldı. İran mollalarıyla çok sıkı dirsek temasına girdi. İran’dan kendisine çok kitap getirildi. Dolayısıyla Caferîliği keşfetti yeniden ama Caferîliğin içindeki o irfani özü göremedi. Caferîliğin fıkıh kitaplarını okudu. En son bir ilmihal tercüme etti, Caferîliğin fıkhi yönüyle ilgilendi. Caferîliğin içindeki o tasavvufi yönü göremedi. O yüzden bu alandaki sözleri de bir kıymete haiz değildir.
Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç
Tasavvufî İlkeler
1.Tasavvuf biri Kur’an ve hadisin özü, diğeri bu öz istikametinden sûfîler tarafından geliştirilen şekil olmak üzere iki kısımdır. İbadet, ahlâk ve dinî heyecandan, insanın iç dünyasını zenginleştirip ruhî ve mânevî yönden kendini geliştirmesinden ibaret olan birinci kısmı kabul etmek ve uygulamak her müslümanın üzerine farzdır. İkinci kısım ise ihtiyarîdir. Zira özel bir hayat tarzıdır ve bir gönül meselesidir. Bu yola girmeyenlerin girenlere, girenlerin de girmeyenlere saygı göstermesi, hoşgörülü davranması gerekir.
2.Tasavvuf yolunu tutan ve tarikata girenler diğer müslümanları küçümseyemezler. Zira kibir haram, tevazu farzdır.
3.Tasavvuf yolu ince bir yoldur ve bu yolda ehliyetli, kâmil bir rehbere ihtiyaç vardır. Her şey erbabından öğrenilirse doğru öğrenilmiş olur. Kendi başına bu yolda yürüyenlerin yolu kaybetmeleri daima ihtimal dahilindedir.
4.Tasavvuf ince ve uzun olduğu kadar zor ve tehlikeli bir yoldur. Ebû Ali Rûzbârî, “Biz bu yolda bıçağın sırtı gibi bir noktaya ulaştık, azıcık sağa sola meyletsek cehenneme düşeriz” demiştir. Çok kârlı olan bir işin riski de çoktur. Onun için bu yola giren kimse, şeytan, nefis, benlik, şöhret, menfaat gibi tehlikelerin ve yalancı cazibenin çok olduğu bu yolda gayet ihtiyatlı ve son derece dikkatli olmalıdır.
5.Genel olarak müslümanların makbul ve muhterem saydıkları Bâyezîd-i Bistâmî ve İbn Arabî gibi mutasavvıfların, şeriatın hükümlerine aykırı gibi görünen bazı fikir ve ifadelerine bakıp bunlar hakkında suizanda bulunmak ve acele hüküm vermek doğru değildir. Konuyu uzmanlarına sormak, yanlış anlamalara elverişli hususları onlarla müzakere etmek gerekir.
6.Derecesi ne kadar yüksek olursa olsun bir velî günah işleyebilir. Peygamberlerden başkası günahsız değildir. Ancak günah işleyen velîler günahta ısrar etmezler, ederlerse velî sıfatını kaybederler. Fâsık ve fâcir (günahkâr) bir kişi özel anlamda velî, yani Hak dostu olamaz. Bunlardan uzak durmalıdır.
7.Velîlerin, akıl ve dinî hükümlerle bağdaşmaz görünen sözlerini işitenler ve bu tür hallerini görenler bu konularda onları kendilerine örnek almamalı, delil saymamalı, bu tür söz ve ifadeleri onların özel yaşayışı veya hatası sayıp kendileri şeriatın hükümlerine bağlı kalmalıdırlar. Çünkü dinin açık hükümlerine, emir ve yasaklarına bağlı olmak esastır. Bu olmadan tasavvuf da olmaz.
8.Tasavvuf alanında müslümanlar asırlar boyu olgunlaşarak gelişen kültür birikimi ve gelenek sebebiyle zengin bir mirasa, büyük bir ilim ve irfan hazinesine sahiptir. Bir müslüman tasavvuf kitaplarını okuyabilir, tasavvufî düşünceden yararlanabilir. Bunun için tasavvuf yoluna girmesi ve bir şeyhe bağlanması gerekmez. Ancak tasavvuf kitaplarında gördüğü her şeyi doğru kabul etmemelidir. İnsan elinden çıkan her kitapta doğru da yanlış da vardır. Yanlışı olmayan tek kitap Kur’ân-ı Kerîm’dir.
9.Velîlerin kerameti vardır ve haktır. Bir velînin velî olması için kerameti olması da şart değildir. En büyük keramet iyi bir ahlâk sahibi olmaktır. Hatta istikamet (doğruluk, dürüstlük) kerametten üstündür. Mânevî kerametler maddî kerametlerden çok daha makbuldür. Bu sebeple kerametleri ve menkıbeleri ölçü almamak ve abartmamak gerekir.
10.Velîler keşf ve ilham denilen bir yolla Allah’tan bazan özel bilgiler alabilirler. Güvenilir olup olmamaları, çeşitli yorumlara açık bulunmaları bakımından bu tür bilgilerin çeşitli dereceleri vardır. Keşf ve ilham yoluyla elde edilen en sağlam bilgiler bile ancak ilhama mazhar olan kişinin kendisi için delil olabilir. Başkaları için bağlayıcı delil değildir. Bu tür bilgilerden yararlanmak için bunların Kur’an ve hadislerin açık ve kesin hükümlerine aykırı olmaması şarttır.
Ebû Saîd el-Harrâz’ın dediği gibi: “Zâhirî hükümlere aykırı olan her bâtın bâtıldır.”
Şeyhe İtaat
Bazı müridler, şeyhlerin hata yapmayacaklarını, hatta günah işlemeyeceklerini, işleyemeyeceklerini iddia etmişlerdir. Şüphesiz ki bu boş bir iddiadır. Günah işlememek (masumiyet) peygamberlere mahsus bir sıfattır. (İsmet) Hatta onların bile hata (zelle) yapabilecekleri, ama bu hataların Allah (Azze ve Celle) tarafından düzeltileceği söylenmiştir.
Bazıları ise buna “Hata” değil, “terk-i evla” demişlerdir. Velilerin yanılmayacaklarını ve günah işlemeyeceklerini söylemek, onları peygamberlerle karıştırmak gibi bir yanlışa götürür.
…
“İnsandan nefis tamamen gider mi, yoksa bir kalıntı kalır mı konusu tartışılmıştır” diye görmüştük. Bazıları “imtihan” ve “derece kazanma”nın devam edebilmesi için nefis tamamen kaybolmaz demişlerdi. Eğer iş onların dediği gibi ise, elbette şeyhler de bazen ona uyarak günah işleyebilirler. Ancak orada inayet-i ilahî yetişir ve onlar derhal pişmanlık arzederek tevbe ederler.
Malum, Allah (azze ve celle) tevbe edenleri sever.Burada bir edep de, onlardan böyle bir hata veya günah görenlerin sûizanna kapılmamaları, onu aleme ifşa etmemeleri, hatta doğrultmaya kalkışmamalarıdır. Çünkü onlar bunun bir hata olduğunu bilirler. O seviyedeki alim insanlara emr-i bilma’rufa gerek yoktur. Bu, bütün alimler için de geçerlidir. O güzel vazife, bilmeyenlere, veya ısrar edenlere yapılır.
Ancak şeyhin yaptığı bir yanlışa, “Şeyh yaptığına göre bunda bir keramet vardır” diyerek uyulmaz. Az yukarıda “aşırı sevginin gözü kör ettiğinden” bahsetmiştik. Cahil müritlerde az da olsa zaman zaman böyle körlükler görülmüştür malesef.Hatta şeyh yanlışı emretse, yolun birçok büyüklerine göre “pasif direniş” göstererek itaat etmez. Ama, yaygara da koparmaz.
…
Yani “Şeyhinin emrettiği yanlış, senin bildiğin doğrudan senin için daha iyidir. İttiba etmen gerekir. Kendini ikna edemiyorsan, Hz. Musa (as) ile Hızır kıssasını iyi düşün.” diyenler de olmuştur.Tasavvuf ve tarikatların temel ölçüsü Kur’an ve sünnet olduğuna göre, her halükarda şeriata uymak esastır. Hadiste geçen şu kural herkesi bağlar: “Halîka isyan olan yerde, mahluka itaat yoktur.”
Cemal Nar
Tarikât Vartâları
Birincisi:
Sünnet-i Seniyeye tamam ittibaı riayet etmeyen bir kısım ehl-i sülûk; velayeti, nübüvvete tercih etmekle vartaya düşer. Yirmidördüncü ve Otuzbirinci Sözler’de, nübüvvet ne kadar yüksek olduğu ve velayet ona nisbeten ne kadar sönük olduğu isbat edilmiştir.
İkincisi:
Ehl-i tarîkatın bir kısım müfrit evliyasını Sahabeye tercih, hattâ Enbiya derecesinde görmekle vartaya düşer. Onikinci ve Yirmiyedinci Sözler’de ve Sahabeler hakkındaki zeylinde kat’î isbat edilmiştir ki: Sahabelerde öyle bir hâssa-i sohbet var ki, velayet ile yetişilmez ve Sahabelere tefevvuk edilmez ve Enbiyaya hiçbir vakit evliya yetişmez.
Üçüncüsü:
İfrat ile tarîkat taassubu taşıyanların bir kısmı, âdâb ve evrad-ı tarîkatı Sünnet-i Seniyeye tercih etmekle Sünnete muhalefet edip, Sünneti terkeder, fakat virdini bırakmaz. O suretle âdâb-ı şer’iyeye bir lâkaydlık vaziyeti gelir, vartaya düşer. Çok Sözlerde isbat edildiği gibi ve İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi muhakkikîn-i ehl-i tarîkat derler ki: “Birtek Sünnet-i Seniyeye ittiba’ noktasında hasıl olan makbuliyet, yüz âdâb ve nevafil-i hususiyeden gelemez. Bir farz, bin Sünnete müreccah olduğu gibi; bir Sünnet-i Seniye dahi, bin âdâb-ı tasavvufa müreccahtır.” demişler.
Dördüncüsü:
Müfrit bir kısım ehl-i tasavvuf; ilhamı, vahiy gibi zanneder ve ilhamı, vahiy nev’inden telakki eder, vartaya düşer. Vahyin derecesi ne kadar yüksek ve küllî ve kudsî olduğu ve ilhamat ona nisbeten ne derece cüz’î ve sönük olduğu, Onikinci Söz’de ve i’caz-ı Kur’ana dair Yirmibeşinci Söz’de ve sair risalelerde gayet kat’î isbat edilmiştir.
Beşincisi:
Sırr-ı tarîkatı anlamayan bir kısım mutasavvife, zaîfleri takviye etmek ve gevşekleri teşci’ etmek ve şiddet-i hizmetten gelen usanç ve meşakkati tahfif etmek için, istenilmeyerek verilen ezvak ve envâr ve keramatı hoş görüp meftun olur; ibadata, hidemata ve evrada tercih etmekle vartaya düşer. Şu risalenin Altıncı Telvihinin Üçüncü Noktasında icmalen beyan olunduğu ve sair Sözlerde kat’iyyen isbat edilmiştir ki: Bu dâr-ı dünya, dâr-ül hizmettir, dâr-ül ücret değil! Burada ücretini isteyenler; bâki, daimî meyveleri, fâni ve muvakkat bir surete çevirmekle beraber, dünyadaki beka hoşuna geliyor, müştakane berzaha bakamıyor; âdeta bir cihette dünya hayatını sever, çünki içinde bir nevi âhireti bulur.
Altıncısı:
Ehl-i hakikat olmayan bir kısım ehl-i sülûk, makamat-ı velayetin gölgelerini ve zıllerini ve cüz’î nümunelerini, makamat-ı asliye-i külliye ile iltibas etmekle vartaya düşer. Yirmidördüncü Söz’ün İkinci Dalı’nda ve sair Sözlerde kat’iyyen isbat edilmiştir ki: Nasıl Güneş, âyineler vasıtasıyla taaddüd ediyor; binler misalî Güneş, aynı Güneş gibi ziya ve hararet sahibi olur.
Fakat o misalî Güneşler, hakikî Güneşe nisbeten çok zaîftirler. Aynen onun gibi: Makamat-ı Enbiya ve eazım-ı evliyanın makamatının bazı gölgeleri ve zılleri var. Ehl-i sülûk onlara girer; kendini, o evliya-yı azîmeden daha azîm görür; belki Enbiyadan ileri geçtiğini zanneder, vartaya düşer. Fakat bu geçmiş umum vartalardan zarar görmemek için, usûl-ü imaniyeyi ve esasat-ı şeriatı daima rehber ve esas tutmak ve meşhudunu ve zevkini onlara karşı muhalefetinde ittiham etmekledir.
Yedincisi:
Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde fahrı, nazı, şatahatı, teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti; şükre, niyaza, tazarruata ve nâstan istiğnaya tercih etmekle vartaya düşer. Halbuki en yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediyedir ki, “Mahbubiyet” ünvanıyla tabir edilir. Ubudiyetin ise sırr-ı esası; niyaz, şükür, tazarru’, huşu’, acz, fakr, halktan istiğna cihetiyle o hakikatın kemaline mazhar olur. Bazı evliya-yı azîme, fahr ve naz ve şatahata muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez; hâdîdirler, mühdî değillerdir; arkalarından gidilmez!
Sekizinci Varta:
Hodgâm, aceleci bir kısım ehl-i sülûk; âhirette alınacak ve koparılacak velayet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkunda onları istemekle vartaya düşer. Halbuki Sözlerde kat’iyyen isbat edilmiştir ki: Âlem-i bekada bir tek meyve, fâni dünyanın bin bahçesine müreccahtır. Onun için, o mübarek meyveleri burada yememeli. Eğer istenilmeyerek yedirilse şükredilmeli; mükâfat için değil, belki teşvik için bir ihsan-ı İlahî olarak telakki edilmeli.
Said Nursi (r.a) –
Mektûbât
Şeyhler
Tasavvuf büyükleri şeyhleri üçe ayırır:
1- Sohbet Şeyhi: Gerçek anlamda şeyh, sohbet şeyhidir. Çünkü başka herhangi bir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın sırf hali ile müride el uzatan ve onun imdadına yetişen sohbet şeyhidir.
2- Hırka Şeyhi: Hırkası vasıtasıyla müride imdad eder. Böyle bir şeyhin hali, önce hırkaya sonra da müride sirayet eder. Yani müride imdad eden hırkadır.
3- Zikir Şeyhi: Bizzat kendisi değil, zikir vasıtasıyla müride imdad eder. Hırka şeyhi ile zikir şeyhi mecazî anlamda şeyhtir. Sohbet şeyhi ise kendi kalbi ile müridin kalbi arasında hiçbir vasıta bulunmadığı müridine doğrudan tesir ettiği için hakiki anlamda şeyhtir.
İmam-ı Rabbani (K.S) şöyle demiştir; “Bizim yolumuzda şeyhlik ve müridlik birçok tarikatta olduğu gibi sırf takke takıp asa taşımak ve bir şecereye sahip olmakla değil, tarikat usulünün öğretilmesi ve öğrenilmesi ile olur. Halbuki son zamanlarda bazı kimseler şeyhliğin ve müridliğin sadece takke takıp asa taşımaktan ve bir şecereye sahip olmaktan ibaret olduğunu söylemişlerdir.”
Adâb Risalesi – Muhammed b. Abdullah el-Hanî
Modernler:
Aşkı Gâvur Edenler…
İmam Fahruddin er-Râzî… Müteahhir Kelâm’ın felsefeyle meczolmasında en büyük pay sahiplerinden biri… Mefatih’ul- Gayb (Tefsîr-i Kebîr) adlı muhalled Kur’an tefsirinin müellifi… Farklı sahalara, bilhassa Kelâm ve Felsefe’ye dâir eserleri hâlâ ilim ehlinin başlıca başvuru kaynaklarından… Aklî ilimlerin yetkin otoritelerinden… Sünnî akâidin muârızlarıyla giriştiği kalem mücadeleleriyle meşhur…
Kendi döneminde heterodoks fırkaların korkulu rüyası… Burhan-ı Kat’ı (!) ile susturulmak istenmiş ve fakat bir türlü susmamış bir âlim…
İslâmî nassların akılla çatışacak şekilde zahiri üzere yorumlanmasına karşı çıkıp bu konuda büyük mücadeleler vermiş ve hem kendi döneminde, hem de kendisinden sonra İslâm düşüncesinin gelişmesinde büyük bir rol oynamış büyük bir usta…
“Akıl evvel, nakil müeevveldir” dediği için, nassları (ayet ve hadisleri) Allah’ın bir ‘cisim’ olduğuna delâlet edecek bir biçimde izah etmeye çalışanların eleştiri oklarını üzerine çekmiş, ancak ortaya koyduğu delillerle ilim meydanında onları susturmuş güçlü bir cedelci…
Bu büyük âlimin menâkıbı sadedinde anlatılır: Muârızları kendisiyle ilim sahasında başa çıkamayacaklarını, onu ilimle, delille susturamayacaklarını anlayınca, bakmışlar başka türlü olmayacak, aleyhinde iftiralar yaymaya, akıl almaz düzmece yalanlarla bu büyük âlimi gözden düşürmeye çalışmışlar…
İmam Râzi, önceleri sesini çıkarmamış, aleyhindeki bu iftiralara kulaklarını tıkamaya çalışmış ama iftiraların ardı arkası kesilmemiş… Öyle ki muârızları, sonunda ailesinin nâmusuna dil uzatmaktan bile çekinmemişler. İmam, bu sözleri de duyunca dayanamamış ve iftiracılara şu şekilde mukâbele etmiş: “Duydum ki ailemin nâmusuna dil uzatıyormuşsunuz. Ne diyeyim, bu mümkündür… Ancak size şu kadarını söyleyeyim ki Allah’ın cisim olması, işte bu asla mümkün değildir!”
Kelâmcılar varlığı (vücûd) üçe ayırırlardı:
Vacib, Mümkin ve Mümteni…
Allah Teâlâ’yı Vacib’ul- Vücûd, yani
“varlığı zorunlu olan biricik varlık” olarak tanımlarlardı.
Mümteni ise “mutlak yokluk” demek idi.
Mümkîn‘e gelince,
Allah Teâlâ’dan gayrı bütün mevcûdât Mümkin’il- Vücûd olarak adlandırılır ve varlığı zorunlu olmayan, varlığı başka bir varlığı gerektiren her varlık
(Allah’tan gayrı her varlık) mümkînât alemine âit sayılırdı.
Haricî olan, zihin dışında olup biten her hâdise, esas itibariyle mümkündür;
zira her hâdisenin vukû bulup bulmaması mümkündür. Öyle ya, mümkinât âleminde vukû bulan ne varsa, vukû bulmayabilir, varlık kazanmayabilirdi. Hiçbiri zâtı itibariyle varlık kazanmış, varlığa gelmiş değildir.
Çünkü her şeyin bir sebebi vardır ve mümkinât âlemine “sebepler âlemi” denilmesinin ya da Allah Teâla’nın hukemâ tarafından “Sebeb-i Evvel” şeklinde adlandırılmasının bir nedeni de budur.
Allah Teâla’nın cisim olması ve hakikati itibariyle mümkinât âlemine ait vasıflar taşıması da mümkün değildir.
Kaziyye-yi muhkemelerden, avâmın meşhurât ve dahî makbulâtı zedelenmesin diye vazgeçil(e)mez. İşte bir zamanlar vazgeçilemez ilkeleri, vazgeçilemez mukaddimeleri, vazgeçilemez ve terkedilemez mevzileri vardı İslâm dünyasının…
Evet nâmuslarına çamur atan rezâile, “mümkinât âleminde her şey mümkün olabilir” diyen ve fakat itikadları bahis mevzûu olduğunda, inançlarından ve ilkelerinden zerre kadar taviz vermeyen ehl-i nâmus âlimler vardı bir zamanlar…
İlkeler sözkonusu olduğunda taviz vermeksizin, “İşte bu aslâ mümkün değildir!” diyebilmek ve kendisine inanılan hakikatin yanında gevşemeden, geri adım atmadan durabilmek…
Zor iştir bu! İnanç ve bilgi ister, kararlılık ister, yürek ister… Modernler, taassub takmışlar adına kararlılığın, direncin ve dahî ayak diremenin… Varsın böyle desinler, ne çıkar?! Bi ki hakikatiz, hakikatin ta kendisiyiz, o halde onların hatırı için hurafelerimizin zerresini bile fedâ etmeyiz. Çünkü tepeden tırnağa âşığız biz!
Âşıkân râ kâr neboved bâ-vücûd.
Âşıkân râ hest bî- sermâye sûd.
[Âşıkların varlıkla bir işi yoktur, Âşıklar kârı sermayesiz elde ederler.]
Dücane Cündioğlu
Sufîler
“Ben neredeyse her ilimde tahsilimi tamamlayıp belli bir payeye erdikten sonra bütün gücüm ve gayretimle sufilerin yoluna yöneldim. Sizlere söyleyeceğim şu kadarcık bilgi bile onların yolundan istifade etmek için yeterlidir. Ben kesinlikle anladım ve bildim ki, gerçekten Allah yolunun yolcuları sufilerdir. Sufilerin gidişatı ve yaşantısı yaşantıların en güzeli; benimsedikleri yol, yolların en doğrusu ve ahlakları da ahlakların en temizidir. Yeryüzündeki bütün akıl sahiplerinin akılları, hikmet ehlinin ince bilgileri ve İslam’ın esrarına vakıf olan alimlerin ilmi bir araya gelip onların yaşantısından ve ahlaklarından daha güzel ve daha hayırlı bir yaşantı ve ahlak ilkesi ortaya koymaya çalışsalar buna güçleri yetmez.”
İmam-ı Gazali Hazretleri (Rahmetullahî Aleyh)
Müridin Evlenmesi
Tarikat yoluna giren bir kimse evli ise boşanmamalı,bekar ise bu yolda kemale ulaşmadan evlenmemelidir.Mürid henüz yolun başında iken evlilik düşüncesi ile zihnini ve gönlünü meşgul etmemelidir.Zira bu düşünce,onu manevi yolculuğundan alıkoyan en büyük engeldir.Rasulallahın birden fazla evlenmiş olması sizi şaşırtmasın.Hiç meleklerle demirciler bir olur mu?
Ebu Süleyman Hazretleri (KS) şöyle der;
“Evlenen insan dünyaya meyletmiş demektir.” “Evlenip de daha önceki halini korumaya devam eden hiçbir mürid görmedim.” “Kendisiyle ünsiyet kuracağın bir kadına gerçekten ihtiyacın var!” denildiğinde şu cevabı verdi: “Bir kadınla ünsiyet kurma duygusunu Allah bana vermesin!” Müridin manevi olgunluğa erip marifeti elde edene kadar bekar kalması şarttır.
Ancak bu şehevi duygularına yenik düşmeyen müridler için geçerlidir. Şehveti yenemeyen müridin evlenmesi en hayırlısıdır. Evlenmden kasıt dini korumak ve Rasulallahın sünnetine tabi olmaktır. Sufilerden birisine “Sen evlenmeyi hiç düşünmüyor musun?” diye sorduklarında şu cevabı vermiştir:”Benim zaten bir nefsim var.Gücüm yetse onu hemen boşayacağım.Evlenerek nefsime bir de kuma mı getireyim?”
Adab Risalesi – Muhammed b. Abdullah el-Hanî
Mürşid-î Kâmil
“Kamil mükemmil bir şeyh dediğimiz zaman; bir mürşid, yol gösteren manasındadır. Sadece tesbihatta, zikirde, namazda, oruçta, hacda, zekatta değil; bununla birlikte sosyal taatlerde de öncüdür. Mesela bir ekonomist olması da icabeder. İlla olması gerekir mi? En azından bilgi sahibi olacak veya ona dair bilgi sahibi evlat yetiştirecek. Velhasılı, sahasında uzman insan olması gerekir. Yerine göre ne yetiştirecek, bir mimar yetiştirecek. Diyelim ki ticari alanda en üstün insanı yetiştirecek. Çünkü bizim her yönden güçlü ve kuvvetli olmamız,
Cenab-ı Hakk’ın bize emridir. “Düşmanlarınıza karşı güç ve kuvvet hazırlayın.” buyuruyor. Maddi ve manevi anlamdadır. Ruhen ve manen geliştiğimiz gibi, nefis ve şeytanı kahdererek ruhen olgunlaştığımız gibi, bizim, siyasi yönde, devlet yönünde, ticari ve iktisadi yönde, en azından bir müzik dalında dahi, ressamlıkta da yetişmemiz, olgunlaşmamız gerekir. Bu yönde, uzman olmasak dahi, uzman insanları hazırlamalı, yetiştirmeliyiz.”
Ali Ramazan Dinç Hocaefendi