24 Eylül 2014

BİR DEVLETİN YENİDEN DOĞUŞU 1




BİR DEVLETİN YENİDEN DOĞUŞU 1

ÖLÜMÜNDEN BİR YIL ÖNCE ÇEKİLMİŞ FOTOĞRAFLARI


atatürkün az bilinen fotoğrafı_34
75- ölüm yıldönümünde Atatürk’ü saygıyla anıyoruz. 
İşte Atatürk’ün günümüze yansıyan 
özellikle son bir yılında çekilmiş az bilinen fotoğrafları.
atatürkün az bilinen fotoğrafı_1
atatürkün az bilinen fotoğrafı_2
atatürkün az bilinen fotoğrafı_3
atatürkün az bilinen fotoğrafı_4
Sivas – 13 Kasım 1937
atatürkün az bilinen fotoğrafı_5
Malatya – 14 Kasım 1937
atatürkün az bilinen fotoğrafı_6
Diyarbakır / Ergani – 15 Kasım 1937
atatürkün az bilinen fotoğrafı_7
Diyarbakır / Ergani – 15 Kasım 1937
atatürkün az bilinen fotoğrafı_8
Singeç Köprüsü’nün açılışı – Pertek / Tunceli – 17 Kasım 1937
atatürkün az bilinen fotoğrafı_9
Mustafa Kemal Atatürk ve beraberindekiler 
Haydarpaşa Garı’nda. 1930
atatürkün az bilinen fotoğrafı_10
atatürkün az bilinen fotoğrafı_11
İnönü ile birlikteyken.
atatürkün az bilinen fotoğrafı_12
Atatürk, gençlerle Florya Plajı’nda… 1930’lu yıllar.
atatürkün az bilinen fotoğrafı_13
Mustafa Kemal Atatürk, gemi güvertesinde salıncakta sallanırken… 1930’lu yıllar.
atatürkün az bilinen fotoğrafı_14
Atatürk, Gazi Orman Çiftliği’nde 
Ankara Kız Lisesi öğrencileriyle. 
Yanında yakın arkadaşları 
Nuri Conker ve Cevat Abbas Gürer. 1937
atatürkün az bilinen fotoğrafı_15
Cumhurbaşkanı M. Kemal Atatürk, 
TBMM kürsüsünde konuşurken.
atatürkün az bilinen fotoğrafı_16
atatürkün az bilinen fotoğrafı_17
Mersin – 19 Kasım 1937
atatürkün az bilinen fotoğrafı_18
Mersin – 19 Kasım 1937
atatürkün az bilinen fotoğrafı_19
23 Kasım 1937
Atatürk’ün öğleden sonra otomobille 
Gazi Orman Çiftliği’ne kadar bir gezinti yapması ve dönüşte 
Keçiören’de Cevat Abbas Gürer’in evine uğraması..
atatürkün az bilinen fotoğrafı_20
atatürkün az bilinen fotoğrafı_21
23 Ocak 1938
Atatürk’ün, Yalova’ya çağrılan 
Prof. Dr. Neflet Ömer İrdelp tarafından muayenesi..
atatürkün az bilinen fotoğrafı_22
27 Şubat 1938
Atatürk’ün, akşama doğru şiddetli bir burun kanaması geçirmesi 
(Bu kanama nedeniyle, 
akşam Balkan Antantı üyeleri şerefine verilen yemeğe geç gelmiştir)..
atatürkün az bilinen fotoğrafı_23
15 Mart 1938
Atatürk’ün, Başbakan Celâl Bayar’ı kabulü 
ve onun yabancı hekim getirilmesi isteğini tekrarlaması üzerine cevabı:
“Çocuk, ne yapacaksan çabuk yap; ben hastayım!”

atatürkün az bilinen fotoğrafı_24
29 Mayıs 1938
Atatürk’ün, akşam geçirdiği rahatsızlık üzerine
 Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp tarafından muayene edilmesi 
(Neşet Ömer, bu muayenesinde karında su toplanmaya başlandığını belirlemiştir)
atatürkün az bilinen fotoğrafı_25
10 Temmuz 1938
Atatürk’ün, gece ateş yükselişinin eşlik ettiği bir rahatsızlık geçirmesi 
(Yapılan muayene sonucu zatürree başlangıcı teşhisi konulmuştur)
atatürkün az bilinen fotoğrafı_26
30 Ağustos 1938
Atatürk’ün, Sabiha Gökçen’i kabulü, o günkü tüm gazetelerde yer alan 
30 Ağustos’la ilgili yazıları okutarak dinlemesi
atatürkün az bilinen fotoğrafı_27
28 Ekim 1938
Atatürk’ün, akşam Sabiha Gökçen’i kabulü ve söyledikleri:
“Yarın bayram, değil mi Gökçen? 
Bu günü halkımla, halkımın içinde kutlamak isterdim. 
Beni Cumhuriyet Bayramı’nda halkımdan uzak tutan bu hastalığa lânet ediyorum”

atatürkün az bilinen fotoğrafı_28
9 Kasım 1938
Atatürk’te, ağır koma halinin devam etmesi 
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’nin,
 Atatürk’ün sağlığıyla ilgili olarak 
saat 10.00, saat 20.00 ve saat 24.00’te olmak üzere üç bildiri yayımlaması 
(Saat 24.00’teki bildiride “Umumî durumun tehlikeli bir hal aldığı” bildirilmiştir)

atatürkün az bilinen fotoğrafı_29
Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan, 
başını tabuta dayamış ve dakikalarca öyle kalmıştır
atatürkün az bilinen fotoğrafı_30
ATATÜRK’ün naaşı Dolmabahçe Sarayı’ndan ayrılırken – İstanbul, 19 Kasım 1938
atatürkün az bilinen fotoğrafı_31
atatürkün az bilinen fotoğrafı_32
atatürkün az bilinen fotoğrafı_33

Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in yol gösterici Kırk Hadisi…






Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in yol gösterici Kırk Hadisi…
1. Allah sizin ne dış görünüşünüze ne de mallarınıza bakar. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.
2. Allah’ın rızası, anne ve babanın rızasındadır. Allah’ın öfkesi de anne babanın öfkesindedir.
3. Bağışını geri alan kimsenin durumu şu köpeğin durumu gibidir: Yalını yer, iyice doyunca kusar. Sonra kusmuğuna tekrar dönüp onu yer.
4. Bir genç, ihtiyar bir kimseye yaşı sebebiyle ikramda bulunursa, Allah yaşlılığında ona ikram edecek kimseleri mutlaka takdir eder.
5. Bir insan ölünce üç kişi hariç herkesin ameli kesilir: Sadaka-i cariye bırakan, veya istifade edilen bir ilim bırakan veya kendine dua edecek salih evlat bırakan.
6. Bir müslümanın diktiği ağaçtan veya ektiği ekinden insan, hayvan ve kuşların yedikleri şeyler, o müslüman için birer sadakadır.
7. Biriniz kardeşini Allah için seviyorsa ona sevdiğini söylesin.
8. Bizi aldatan bizden değildir.
9. Cennet anaların ayağı altındadır.
10. Dul ve fakirlere yardım eden kimse, Allah yolunda cihad eden veya gündüzleri (nafile) oruç tutup, gecelerini (nafile) ibadetle geçiren kimse gibidir.
11. Ey iman edenler Allah’ın size helal ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, hududu da aşmayın. Doğrusu Allah, aşırı gidenleri sevmez. Allah’ın size verdiği rızıktan temiz ve helal olarak yiyin. İnandığınız Allah’dan sakının.
12. Halka teşekkürde bulunmayan Allah a şükretmez.
13. Her kim borçlu fakire mühlet verir, yahut borcundan indirirse Allahu Teala da onun Arşının gölgelerinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde arşının gölgesi altında dinlendirir
14. Herhangi bir müslüman çıplak bir müslümanı giyindirirse, Allah da ona Cennetin meyvelerini ikram eder. Herhangi bir müslüman susuz bir müslümanı suya kandırırsa, Allah da ona ağzı mühürlü (el değmemiş) Cennet meşrubatından ikramda bulunur.
15. Hiçbir baba, çocuğuna, güzel terbiyeden daha üstün bir hediye veremez.
16. Hiçbir kimse, el emeği ve helal kazancından daha hayırlı bir yemek yememiştir.
17. Hiçbiriniz kendisi için istediğini mü’min kardeşi için istemedikçe gerçek iman etmiş olamaz.
18. İlim öğrenmek üzere yola çıkan kimseye, Allah cennet yolunu kolaylaştırır.
19. İnsanda bir organ vardır. Eğer o sağlıklı ise bütün vücut sağlıklı olur; eğer o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.
20. İnsanlar eğer Ramazan ayının kıymet ve ehemmiyetini hakkıyla bilselerdi, ümmetim, bütün senenin Ramazan olmasını temenni ederdi.
21. İnsanlar yaşadıkları gibi ölürler.
22. İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.
23. İşçiye ücretini, alnının teri kurumadan veriniz.
24. Karşılıklı ticarette ticaret yaptığın kişinin namaz kılması seni kandırmasın.
25. Kim bir hayırli isi yapmaya yönelirse, onu yapan kadar mukafat alir.
26. Kim bir oruçluyu iftar ettirirse, kendisine onun kadar sevap yazılır. Üstelik bu sebeple oruçlunun sevabından hiçbir eksilme olmaz.
27. Kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek ihlâs ile oruç tutar ve kıyam ederse (teravih namazı kılarsa) annesinden doğduğu günkü gibi günahlarından temizlenir.
28. Kim kötü ve çirkin bir iş görürse onu eliyle düzeltsin, eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalben karşı koysun. Bu da imanın en zayıf derecesidir.
29. Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.
30. Komşusu aç yatarken tok yatan bizden değildir.
31. Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.
32. Mümin kardeşine tebessüm etmen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yol göstermen sadakadır. Yoldan taş, diken, kemik gibi şeyleri kaldırıp atman da senin için sadakadır.
33. Mümin kardeşinle münakaşa etme, onun hoşuna gitmeyecek şakalar yapma ve ona yerine getirmeyeceğin bir söz verme.
34. Müslüman bir kimsenin, bir malda kusur olduğunu bildiği halde, müşteriye haber vermeden satması haramdır.
35. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim, kardeşinin ihtiyacını görürse Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da o sebeple onu kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanı örterse, Allah da onu kıyamet günü örter.
36. Resülullah aleyhissalatu vesselam’a: “En efdal insan kimdir?” diye sorulmuştu. “Kalbi mahmüm (pak), dili doğru sözlü olan herkes” buyurdular. Ashab: “Doğru sözlülüğün ne demek olduğunu biliyoruz. Mahmümu’l-kalb ne demektir?” diye sordu. “(Mahmüm kalb), Allah’tan korkan tertemiz kalptir, içinde günah yoktur, zulüm yoktur, kin yoktur, hased yoktur” buyurdular.
37. Size vermekte olduğu nimetlerden ötürü Allahı sevin, benide Allah beni sevdiği için seviniz.
38. Sizin en hayırlılarınız, hanımlarına karşı en iyi davrananlarınızdır.
39. Sizin en hayırlınız kuranı öğrenen ve öğretendir.
40. Üç dua vardır ki, bunlar şüphesiz kabul edilir: Mazlumun duası, yolcunun duası ve babanın evladına duası.

PATASANA BÖLÜM 7 AHMET ÜMİT (Hititlerde ; yazıcı,yazan,yazman anlamına gelen kelime.)



PATASANA BÖLÜM 7
 AHMET ÜMİT
 (Hititlerde ; yazıcı,yazan,yazman anlamına gelen kelime.)
  • "Bu Adana kebabı değil Herr Bernd," dedi Halaf. "Bir kere o kıymadan yapılır. Bu kuşbaşıdanyapılıyor."Almanm yüzü kızarır gibi oldu."Kıyma kebabı olmadığını görüyorum," dedi. "Ben sana acı yapmazsan iyi olur diyorum.""Ben de onu diyorum, bu kebap fazla acı olmaz,"Yanlarına geldiklerinden beri Esra gizliden gizlice Berndi süzüyordu. Abid Hocanın katil adaylarıarasına katmış olması onu rahatlatmış, ama Berndten kuşkulanmaktan da tümüyle vazgeçmemişti.Berndin kayınpederinin bu yörede oturup oturmadığını merak ediyordu. Fırsatın geldiğini görüncekaçırmadı.362"Sahi Bernd," dedi, "eşinin ailesi Türkiyedeyken hangi yörede oturuyormuş."Bernd kuşkulanmamıştı, safça yanıtladı."Kilikyada, daha doğrusu Hatayda oturuyorlarmış."Demek bu yörede oturmuyorlardı. Esra sevindi bunu öğrendiğine."Kayınpeder de mangalda et pişirmeye düşkündür," diye sürdürdü Alman. "Güneylilerin hepsinineli yatkın olurmuş bu işe.""Yalnızca güneyliler mi," diye atıldı Timothy, "baksana Esraya, o İstanbullu ama değme kebapçıyataş çıkartacak kadar ustaca saplıyor şişleri... Nasıl da nefis görünüyorlar. Daha şimdiden ağzımsulandı." Sonra eliyle mutfağın önünde duran mangalı göstererek aşçıya sordu: "Ateşi yakalım mı?""Daha erken," dedi Halaf, "ateş göz açıp kapayıncaya kadar olur. Millet toparlansın da öyleyakarız."Milletin toparlanması iki saati buldu. Elif dışında ekiptekilerin hepsi masadaki yerlerini almışlardı.Kemal öğle vakti oturduğu yere çökmüş sessizce konuşmaları dinliyor ama kimseye bulaşmıyordu.En son Yüzbaşı geldi. Elinde bir paket taşıyordu, üniformasını çıkarmıştı, beyaz bir gömlek, bejrengi keten bir pantolon giymişti. Onu Esra karşıladı.Aralarında tatlı bir gerginlik oluşmuştu. Başkaları olmasa belki de çoktan sarılmışlardı birbirlerine.Ama şimdi yalnızca özlem yüklü bakışmalar ve ellerinin bir anlık dokunuşuyla yetinmekzorundaydılar. Paketi Esraya verirken,"Fıstıklı dondurma," dedi Yüzbaşı. "Antepten buraya kadar dayandı. Ama hemen buzluğakoymazsak eriyebilir."Konuşmalara kulak misafiri olan Halaf daha fazla kayıtsız kalamadı."Çok iyi düşünmüşsün Yüzbaşım,"diye atıldı, "kebabın üzerine ne güzel gider."363Esra paketi buzdolabına götürürken Eşref masaya yaklaşmış, herkesle teker teker tokalaşmayabaşlamıştı."Çok şıksınız Yüzbaşım," diye takıldı Murat. "Sizi ilk kez böyle görüyorum."Delikanlı serzenişte bulunmak için söylememişti ama Yüzbaşının esmer yüzü kızarır gibi oldu."Her zaman üniformayla dolaşmıyorum. Mesai saatleri dışında sivil giyinmeyi severim."Yüzbaşıyı savunmak Timothyye düştü."Aslında üniforma çok rahat bir giysidir. Her sabah kalktığında ne giyeceğim diye düşünmekderdinden kurtarır insanı.""Yapma be Tim!" dedi Teoman. "Siz üzerinize alınmayın Yüzbaşım ama bence üniforma insanısıradanlaştırı-yor. Hiçbir özelliğin kalmıyor."Ortam birden ciddileşti. Herkes Yüzbaşının söyleyeceğini merak ediyordu ama Murat atıldı."Ne var ki bazı özellikleri değiştirmeye üniformanın bile gücü yetmiyor."Teoman, genç öğrenciye döndü."Ne gibi?" diye sordu."Yemek yemek gibi. Mesela seni ele alalım. Üzerinde üniforma olsaydı, kazının en çok yemekyiyen adamı olmayacak miydin sanki?"Masadaki herkes Muratla birlikte gülmeye başlamıştı.
  • "Keh keh," diye onu taklit etti Teoman. "Oğlum bıkmadın mı artık bu yemek esprilerinden. Kafayıçalıştırıp yeni bir şeyler bul da biz de gülelim."Masada şakalaşma sürerken Halaf domates şişlerini nar gibi kızarmış ateşin üzerine dizmişti bile.Mangaldan yükselen cızırtılar masadakilerin ilgisini kebaba yöneltti.Yüzbaşı bir ara Esranın kulağına eğilip Elifin neden masada olmadığını sordu."Bilmiyorum," dedi Esra. Biraz tedirginleşmişti. "Daha kendini tam toparlayamadı, belki uyuyakalmıştır. Muratı yollayalım da onu çağırsın."364Ama Murat eli boş döndü Elifin odasından. Kendini iyi hissetmiyormuş, yemeğe gelmeyecekmiş.Kemal de Timothy de renk vermediler. Esra önce bozuldu; gidip kızı azarlamayı düşündü sonravazgeçti. Belki böylesi daha iyiydi. Bir geceliğine de olsa birbirlerini görmemeleri belki onlarıbiraz sakinleştirirdi.Eşref, belediye başkanıyla konuştuğunu anlatmaya başlamıştı. Yabancı ve yerli basının geleceğiniduyan Edip Bey yardım etmekten büyük mutluluk duyacaklarını söylemiş, belediyenin bütün araçgereç ve personeliyle, kazı ekibinin emrinde olduğunu belirtmişti.Bu arada domatesler pişmiş, Halaf et şişlerini mangalın üzerine yerleştirmeye başlamıştı bile.Birkaç dakika sonra ortalığı mis gibi bir koku kapladı. Duyduğu kokuyla sanki acı çekiyormuş gibiyerinde kıpırdanıp duran Teoman,"Hiç değilse bu akşam birer kadeh bir şeyler içseydik," diye inledi. "Bu et, içkisiz gitmez."Esranın hemen olmaz, diye kestirip atmamasından cesaret alarak, Eşrefe döndü."İçeriz değil mi Yüzbaşım?"Tartışmalardan haberi olmayan Eşref,"İçeriz tabii," dedi, "bilseydim boğma rakı getirirdim size. Benim buzdolabında iki şişe var."Teoman iş bilen bir adamın çevikliğiyle doğruldu."Önemli değil Yüzbaşım. Bizde de var." Masadakilere bakarak sordu: "Rakı içiyoruz, değil mi?""Ben kırmızı şarabı tercih ederim," dedi Bernd."Tamam Bernde kırmızı şarap," dedikten sonra Murata döndü. "Hadi bakalım koç, düş peşime.İçkileri getirelim."İki kafadar mutfağın yolunu tutarken Esra arkalarından başını sallamakla yetindi. Aslında onun dacanı içki çekiyordu, ne zamandır içmemişlerdi. Hem belki içkinin de yardımıyla Kemalle Timothyarasındaki soğukluk da365giderilmiş olurdu. Birkaç dakika içinde bardaklar masanın üzerine sıralanmış, rakılar doldurulmuş,bir anlığına da olsa anason kokusu et kokusunu bastırmıştı. Kadehine uzanan Esra,"Babam yemeğe başlamadan önce içilen ilk yudumun uğurlu olduğuna inanırdı," dedi. "Ne dersiniziçelim mi?"Kadehler kalkarken Timothy durdurdu."Madem bu akşam içki içilmesine Teoman ön ayak oldu. Kadeh konuşmasını o yapsın.""Tamam," dedi tombul arkeolog. Kadehi elinde nazlanmadan ayağa kalktı. "Tek derdiniz konuşmaolsun."Nasıl başlayacağını düşünüyordu ki Murat gömleğinden çekiştirmeye başladı."Hadi hadi, rakılar ısınıyor.""Patlama ulan, başlıyoruz işte. Ben kadehimi bize bu geceyi armağan eden iki kişiye kaldırmakistiyorum. Aralarında iki bin yediyüz yıl zaman farkı olsa da bu topraklarda yaşayan iki ustaya.Bunlardan biri, onca yalaka saray yazmanının arasından gerçekleri, en azından kendince doğrubulduğu gerçekleri tabletlere döken Patasana, ikin-cisiyse bizi doyurmak için günlerdir ince birmaharetle değişik yemekler yapan büyük usta Halaf. Ben kadehimi işte bu iki büyük ustanınşerefine kaldırıyorum."O sırada elinin tersiyle alnındaki teri silen Halaf kendisinden bahsedildiğini duyunca bembeyazdişlerini göstererek gülümsedi. Esra onun mahcup olacağını sanmıştı ama Baraklı aşçı,
  • "Kuru sözle ben de adam överim," dedi. Alttan almaya hiç niyetli değildi. "Al kardeşim, şunu dasen iç, diyen yok.""Ne?" diye bağıran Teoman, yapmacık bir öfkeyle Murata döndü. "Halaf a içki vermedin mi lan?""Ver demedin ki?""Her şeyi söylemem mi lazım? Hemen rakı yetiştir büyük ustaya."366Kahkahalar atıldı, kadehler tokuşturuldu, içkiler neşeyle yudumlandı. Halaf m "Altı Ezmeli TikeKebabı" dediği yemek enfes olmuştu. Yalnızca Teoman değil, acı mı diye önceleri korka korkayiyen Bernd de ağzının içinde eriyen soslu yumuşak etin tadına vardıktan sonra lokmaları oburcayutmaya basmıştı. Gözucuyla masadakileri izleyen Esra arkadaşlarının keyfinin yerinde olduğunugörerek, öğlenki tartışmanın çok gerilerde kalmış olduğunu düşünüyordu. Dalgınlığından tümüylesıyrılamasa da Kemal bile arkadaşlarına uymuştu, onları dinliyor, şakalarına gülüyordu. Timothyyekötü kötü bakmayı bile bırakmıştı. Böyle gitseydi güzel bir gece olacaktı ama ansızın başlayan birtartışma her şeyi bozdu. Dört şiş kebapla birlikte bir şişe kırmızı şarabı da mideye indiren Alman,bir İtalyan gibi sağ elinin baş parmağıyla işaret parmağını birleştirerek,"Mükemmel olmuş," dedi. "Hayatımda yediğim en nefis kebabtı. Peki sen bize niye çiğ köfteyapmıyorsun?""Yaparız be Bernd," dedi Halaf. Aldığı övgüyle iyice gevşemiş, Alman arkeologla senli benlikonuşmaya başlamıştı. "Madem ki kebaptan anlamaya başladın, yeter ki iste çiğ köfte de yaparız."Halaf in içtenliğini yanlış anladı Bernd. Aşçının alay ettiğini sandı."Ben ilk kez kebap yemiyorum," dedi. "Adanada, Diyarbakırda da kebap yedim.""Çok iyi yapmışsın," dedi Halaf öğüt verir gibi. "Bu arada Türkiyeye gele gide çiğ köfteyi deöğrenmişsin."Berndin sesi sertleşmeye başladı."Çiğ köfteyi sizden öğrenmedim. Bana çiğ köfteyi Ermeniler öğretti."Halaf dudak büktü."Yapma Bernd" dedi. "Ermeniler pek anlamaz çiğ köfteden.""Neden anlamasınlar?" dedi Bernd. Gözlerindeki367çakır keyif pırıltılar kaybolmuştu. "Çiğ köfte sizin malınız mı?""Tabii ki bizim malımız değil," diyerek Esra girdi araya. Ermeni lafının geçmesiyle birlikte butartışmanın kötü bir yerlere gideceğini sezinlemişti. "Beceren herkes yapabilir.""Herkes yapamaz," diye üsteledi Halaf, "çiğ köfte deyip geçme, onun da kendine göre usulü,kaidesi var.""Uzatma işte Halaf," dedi Esra. Aşçıya dik dik bakmaya başlamıştı. "Ben çiğ köfte yapan İngilizlerbile gördüm."Ama aşçı Esranın ne sert bakışlarını ne de söylediklerini anlayacak halde değildi."Yanılıyorsunuz Esra Hanım," dedi. "Çiğ köfteyi bizim atalarımız bulmuş, onu en iyi biz yaparız.""Öyle değil işte," diye patladı Bernd. "Çiğ köftenin tarihi binlerce yıl önceye uzanır. İlk çiğ köfteyiKaratepede bulunan kabartma resimlerinde görürüz. M.O. sekizinci yüzyılda yapılmıştır bukabartmalar. Türklerin Anadoluya gelmesinden tam bin sekiz yüz yıl önce. Anladın mı?""Bu dediklerine aklım yetmez Bernd Gardaş," dedi Halaf. İçkinin etkisiyle kibar konuşmayıbırakmıştı. "Benim bildiğim Ermeniler iyi çiğ köfte yapamaz."Bernd ters ters baktı Halaf a. Alman meslektaşının bakışlarında öfke kıvılcımlarının görünce çokgeç kaldığını anladı Esra. Ama daha kötüsü Halaf in ne kadar nazik bir konuyu tartışmaktaolduklarının farkında olmamasıydı."Niye yapamasınlar?"dedi Alman. "Daha siz bu topraklara gelmeden onlar burada yaşıyorlardı. Sizülkeleri ele geçirir, insanları vatanından yurdundan ederkea onlar uygarlıklar kurup, büyük kentlerinşa ediyorlardı. Bir çiğ köfteyi mi yapamayacaklar?""Çık," diyen Halaf başını kaldırdı, "yapamazlar."
  • İçi içini yiyen Esra, "Halaf yeter artık!" diyecek oldu ama sarhoş olmaya başlayan aşçı.368"Niye öyle diyorsunuz Esra Hanım," dedi. "Şurada güzel güzel konuşuyoruz Bernd Gardaşla." Sağelini göğsünün üstüne koyarak Almana döndü. "Tamam, haklısın, Ermeniler de bu topraklardayaşadılar. Onların da kendilerine göre çok güzel yemekleri, mezeleri var ama iyi çiğ köfteyapamazlar."Bernd tiksindirici bir şey görmüş gibi yüzünü buruşturdu."Yemek konusunda bile onları küçük görüyorsunuz. Ayrımcılık ruhunuza işlemiş.""Öyle deme Bernd Gardaş, biz Ermenilerle iç içe yaşıyoruz. Burada köyleri bile var.""Köyleri bile varmış. O köylerdekiler artık kendilerine Ermeni demiyorlar. Çünkü yıllar önceatalarının başına gelen katliamın şimdi kendi başlarına gelmesinden korkuyorlar."Masanın huzuru bozulmuştu, herkes onları dinliyordu. Ama Bemdin umurunda değildi, bağırır gibikonuşuyor, aşçıyı düpedüz azarlıyordu. Halaf belaya çattığını sonunda anladı ama iş işten geçmişti.Adam neredeyse onunla kavga edecekti. Kavga etmeye ederdi de sarhoş kafayla yanlış bir işyapmaktan korkuyordu. Berndden özür dile-sem, diye düşünürken, Yüzbaşı karıştı tartışmaya."Sanırım bazı tarihi olayları yanlış biliyorsunuz."Sesi gergin ama kontrollüydü.Berndin kısılmış gözleri Halaf tan Yüzbaşıya kaydı."Asıl siz yanlış biliyorsunuz," dedi hiç düşünmeden. Eşrefin konuklan olması, onlara defalarcayardım etmiş olması ses tonunu düşürmesine yol açmamıştı. "Yöneticileriniz yıllardır sizleriuyutuyor. Yeryüzünün ilk toplu kırımını gerçekleştirdiklerini gizlemeye çalışıyorlar."Eşrefin esmer yüzüne belli belirsiz bir kızıllık yayıldı."Şarap sizin belleğinizi köreltmiş," dedi. Sözcüklerin üzerine basa basa söylemişti bunu. "SizAlmanlarla Türkleri karıştırıyorsunuz."369Böyle bir yanıt beklemeyen Bernd daha da öfkelendi, tam ağzını açıp bir şeyler söyleyecekti ki,"Bernd lütfen sakin ol," diyerek Timothy araya girdi. "Şimdi sırası değil, bu konuları başka zamantartışırız.""Neden sırası değilmiş?" dedi Alman arkeolog. Yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu. "Ben özgür birinsanım ne zaman nerede istersem orada konuşurum." Eşrefe dönerek sürdürdü tartışmayı."Almanlarla karıştırmıyorum efendim. Evet, biz Almanlar utanılacak işler yaptık, insanlık bizimyaptığımız katliamları unutmayacak ama bunları kabul ettik. Siz neden kabul etmiyorsunuz?"Yüzbaşı çileden çıkmak üzereydi, masanın altından, ayağına vurup duran Esranın uyarılarıylakendini tutuyordu."Bakın Bay Bernd, siz siz deyip duruyorsunuz ama ben Türkiye Cumhuriyetinin bir subayıyım.Sözünü ettiğiniz olaylarsa Osmanlı Hükümeti döneminde geçmiş. Yani Türkiye Cumhuriyetiolaylara neden olan o hükümeti de, devlet yapısını da yıkmış, yerine yenisini kurmuş.""Biliyorum," dedi Bernd soluklanarak, "yeni hükümetin eskisini yıktığını ben de biliyorum. Amayeni hükümetler de katliamı kabul etmedi ki.""Etmez," diye parladı Yüzbaşı, "çünkü sizin İkinci dünya Savaşında yaptığınız gibi insanlarbilerek, isteyerek toplu halde imha edilmedi. Tehcire gönderildi."Alaycı bir tavırla kafasını salladı Bernd."O yüzden mi binlerce insan öldü?""Sayı kalabalık, zorunlu göç sırasında birtakım istenmeyen olaylar olmuş...""Bunların hepsi palavra," diye kesti sözünü Bernd. "Katliam bizzat İttihat ve Terakki Partisininyöneticileri tarafından planlandı ve Teşkilat-ı Mahsusanın öncülüğünde uygulandı. Çünküuluslaşmasını sağlayamamış İttihat ve Terakki yöneticilerinin Anadoluda bütünlüğü bozacak birHıristiyan ulusa tahammülleri yoktu. Bu yüzden..."370
  • "Yanlış," dedi Yüzbaşı. Artık masanın altından ayağına vurup duran Esraya da aldırmıyordu. "Herşeyi yanlış biliyorsunuz. O dönemde Osmanlı, doğuda Ruslarla savaşıyordu. Ermeniler rahatdurmadılar. Osmanlının savaştığı Rusları desteklemeye başladılar. Yani cephe gerisinde gedikaçtılar. Cephe gerisinde gedik açılması bir ordu için ölüm demektir. Nitekim Sarıkamışta donarakölen doksan bin askerin vebali, onları Ruslara ihbar eden Ermenilere aittir. Osmanlının bu durumdacephe gerisini sağlamlaştırmaya çalışmasından daha doğal ne olabilir?""Yüz binlerce Ermeniyi bu yüz.den mi öldürdünüz?""Neden anlamak istemiyorsunuz?" diye parladı Yüzbaşı. "Bunlar istenen olaylar değildi. Bazıtaşkınlıklar sonucu olmuştu. O dönem yaşanan olayların gerçek sorumluları, Osmanlı topraklarınıparçalamak için Ermenileri bağımsız devlet kurun diye kışkırtan Ruslar, İngilizler, Fransızlar veAmerikalılardır. Onların kışkırtmaları olmasaydı altı yüz yıl birlikte yaşamış bu halklar barış içindegeçinip giderlerdi."Berndin mavi gözleri öfkeyle açılmıştı."Hiç sanmıyorum Yüzbaşı. Zavallı Ermeniler en küçük bir hak istediklerinde onları kanla ateşleboğardınız.""Çok önyargılısınız," diye Almanı açıkça suçladı Eşref. "Ben sizi daha aklı başında bir insansanırdım."Tartışma kişiselleşmeye başlamıştı. Panikleyen Esra bunu nasıl durduracağını düşünüyordu kiyardımına Berndin cep telefonu yetişti. Kısa bir şaşkınlıktan sonra telefonu açan Bernd,karşıdakiyle Almanca konuşmaya başladı. Önce Vartuhi arıyor sanarak daha da korktu Esra. Şimdikarısıyla da konuştuğuna göre iyice ateşlenecek, diye kaygılandı. Korktuğu gibi çıkmadı. ArayanAlman Arkeoloji Enstitisünden Joachimdi. Antepe gelmişlerdi ama otelde sorun çıkmıştı. Yardımiçin Berndi çağırıyordu. İçinden Joachime teşekkürler yağdıran Esra,"Bu kafayla yalnız gidemezsin, Murat da seninle gelsin," dedi Bernde.371Alman umursamadı."Bir şeyim yok," diyerek kalktı. "Ben iyiyim. Bu kadar sinirlenmemin nedeni şarap değil, toplukatliam yapan uluslar."Eşref durur mu, anında yapıştırdı lafı."O zaman kendinize bakmaktan vazgeçin. Yoksa akıl hastası olursunuz.""Bense, size kendi tarihinize iyi bakmanızı önerecektim," dedi Bernd. Ayağa kalkmıştı ama her anyıkılacak -mış gibi sallanıyordu. "Eğer tarihinize iyi bakarsanız Kürt meselesini de çözersiniz.Yoksa daha çok başınız ağrır." Yüzbaşının konuşmasına fırsat vermeden elini uzattı."Hoşça kalın. Tartışmaya başka zaman devam ederiz."Uzatılan eli sıktı Eşref ama içindekileri söyleyememe-nin sıkıntısını yaşıyordu. Bernd sallanarakuzaklaşırken Timothy de kalktı."Ben de gideyim. Bu halde araba kullanamaz."îki yabancı uzaklaşırken,"Adam Ermenilerle bozmuş," diye mırıldandı Yüzbaşı. "Arkeolog değil sanki Ermeni teröristi.""Hepsi manyak bunların," diye söylendi Kemal. "Bir daha bunlarla asla kazıya katılmam."Yatıştırıcılık görevi yine Esraya düştü."Türklerden oluşan ekiplerde sorun yaşanmıyor mu sanki?""Yaşanıyor ama hiç değilse ulusumuza hakaret edilmiyor.""Dönünce ben Berndle konuşurum," dedi Esra. "Bu konuyu kapatalım artık."Bardağındaki rakıdan bir yudum içen Teoman, ••"Yerinde olsam onu beklemezdim," diye homurdandı. "Ne zaman döneceğini Tanrı bilir."372yirmi üçüncü tabletTanrılar, bilmem gerekeni, kendileri için en uygun zamanda söyletmişlerdi Laimasa.işittiklerimden sonra saraya dönmeyi, Pisirisin yüzünü görmeyi içim kaldırmadı. Yürüyerek
  • Fıratın kenarına indim. Yaz sıcağında ekin toplayan kölelerin yanından geçerek nehre yaklaştım.Yaşlı bir incir ağacının altına oturarak, geçirdiğim yılları düşünmeye başladım. Öfkem geçmiştiama acı, yemyeşil otları kurutan güneş gibi yüreğimi yakıyordu.Pisirisin söyledikleri doğruydu, ben bu ülkenin en iyi yetiştirilmiş adamıydım. Bilgiliydim,sadıktım, çalışkandım, uysaldım ama bunların ne yararını görmüştüm? Büyükbabam da öyleydi,babam da, onlar ne yararını görmüşlerdi? Babam yazmanların, tanrıların kalemi olduğunusöylemişti oysa biz, akıllı ya da aptal, korkak ya da cesur, bilgili ya da cahil kralların kendiaralarında oynadıkları kanlı oyunlarda birer dama taşı olmaktan başka bir işe yaramamıştık. Amakrallar da tanrıların elinde birer oyuncak değil miydi? Tanrılar da kralları istedikleri yazgıylaödüllendirip cezalandırmıyorlar mıydı? Kimin savaşı kazanacağına, kimin yenileceğine onlar kararvermiyor muydu?O zaman suçlu olan krallar değil, tanrılardı. Evet, başta Fırtına Tanrısı Teşup, onun karısı GüneşTanrıçası He-pat, oğulları Tanrı Şarruma ve Tanrıça Kupaba olmak üzere, suçlu olan Hattinin bintanrısıydı. Onlar bizim gerçek efendilerimiz değiller miydi? Yaptığımız her kötülüğü, her iyiliğionlar bilmiyorlar mıydı? Hepsinden önemlisi bu kanlı savaşları çıkartan krallar onlarınyeryüzündeki temsilcileri değiller miydi? Rahipler böyle373söylemiyorlar mıydı/ Tabletler böyle yazmıyor muydu? Tanrıların gazabından korkun, diye biziuyarmıyorlar mıydı? Bizim tanrılarımız korkunçtu, acımasızdı, tıpkı Asurlularınki gibi, tıpkıUrartularınki, tıpkı Frigyalıların-ki, tıpkı tanıdığım bütün ülkelerinki gibi... Onlar üzerimizeyıldırımlar yağdırabilir, bizi hiç sönmeyen ateşlerinde yakabilirler, bizi hastalıklarla kırabilir,açlıkla terbiye edebilirlerdi. Onlar güçlüydü, onların gazaplarından korkmak gerekirdi... Amasavaşlardan daha büyük gazap olur muydu? Tanrıların öfkesi, iki ırmak arasındaki topraklarıboydan boya al kana boyayan bu savaştan daha yıkıcı olabilir miydi? Hunharca boğazlanmış gençsavaşçıla-r, ırzına geçilen kadınlar, evlerinden sürülen yaşlılar, çocuklar, farklı dillerde feryatlarıgöklere çıkan halklar... Bundan daha büyük bir gazap, bundan daha büyük bir ceza olabilir miydi?Peki tanrıların ne çıkarı vardı insanların bu kadar acı çekmesinden, ölmesinden, sakatlanmasından,evinden yurdundan olmasından? Kulları ölürse onlara kim görkemli tapınaklar yapacak, kimdeğerli hediyeler sunacak, kim tören düzenleyecek, kim yakaracak, kim dua edecekti?Yoksa bu vahşetin nedeni tanrılar değil de insanlar mıydı? Öldürme, ele geçirme, yok etmebuyruğunu tanrıların temsilcisi krallar vermişti ama katliamı yapanlar, el ayak kesenler, gözçıkaranlar, ev yakanlar halktı, kölelerdi. Güçlü bir öldürme güdüsü, yıkma dürtüsü, yok etmeduygusu olmasa bu vahşeti gerçekleştiremezlerdi. Yoksa kralıyla, soylusuyla, halkıyla, kölesiylevahşet biz insanların içinde miydi?Fıratın kıyısındaki incir ağacının altında oturmuş, hiçbir yanıt bulamadan, beni günaha sokan busoruları sorup duruyordum kendime. Her soru kafamı biraz daha karıştırıyor, aklıma gelen her yanıtbeni biraz daha korkutuyordu. Kafamın içi bu karmaşayla çalkalanırken, yaralı bir kurt yavrusununiniltisini andıran bir ses duydum.374Başımı kaldırınca elindeki testiyi bana uzatan, köle bir çocuk gördüm. Sarışın başakların arasına birzeytin tanesi gibi simsiyah duruyordu. Çıplak ayakları çatlamış, daha bu yaşta nasır bağlamıştı.Yırtık giysilerinin gizleyemediği cılız bedeninde kemikleri sayılıyordu. Bütün gün çalışmaktanhalsiz düşmüş sesini bana duyurmaya çalışarak tekrarlıyordu."Su içer misiniz saygıdeğer efendi?"Yorgunluğun yıkamadığı bu küçük köleye gülümsedim. Uzattığı testiyi alıp başıma diktim. Suyuntatlı serinliği kurumuş dudaklarımı ıslatarak, ağzıma yayıldı. Bir anlığına da olsa günün sarı sıcağı,yüreğimin kara kederi gerilerde kaldı. Gökyüzünün kutsal sıvısı damarlarımdan bütün bedenimeyayıldı, ruhumu yıkadı, arındırdı. Tanrıların, kralların, insanların zalimliklerine, alçaklıklarınakarşın soluk almanın, dokunmanın, tatmanın, koklamanın, görmenin, düşünmenin ne kadar güzelbir şey olduğunu hissettirdi. Köle çocuğun uzattığı testiden içtiğim su bana yeniden yaşama sevinci,
  • direnme gücü verdi. Derinden bir bakış, şefkatli bir dokunuş, içten bir fısıltı, tatlı bir gülümseyiş,ham bir meyvenin ağzımızda bıraktığı tat, çorak topraklarda açan narin çiçekler gibi yaşamamızgerektiğini kanıtlayan o kadar çok işaret vardı ki yeryüzünde. Zalimliklere, kötülüklere bakıpküsmek kendi kendimize haksızlık etmek olurdu. "Aşmunikal" diye mırıldandı dudaklarımkendiliğinden. "Aşmunikal". Birden onu ne kadar özlediğimi anladım. Küçük köleye teşekkürederek, testiyi uzattım. Çocuk testiyi alıp hiçbir şey söylemeden uzaklaştı. Ardından ben dekalktım. Fırata indim. Suyun kıyısına gelince dizlerimin üzerine çökerek, yüzümü yıkadım. Babamiçin döktüğüm gözyaşlarının izlerini yok ettim. Serin suyun yüzümden akışını hissettim. Fıratındurulan suyunda kendi aksimi gördüm. Sudaki aksime bakarak "Yazman Patasana," diyemırıldandım. Sonra başımı sallayarak ekledim, "Artık Yazman Patasana yok. Artık375âşık Patasana var." Herkes beni yine "Yazman Patasana" olarak çağıracaktı ama âşık Patasanaolacaktım. Halkımın, ülkemin izlediği yolu değiştirememiştim ama kendi yürüdüğüm yoludeğiştirecektim.376yirmi dördüncü bölümYolun üzerinde duruyordu. Sırtı dönük olmasına karşın kısa kesilmiş san saçlarından, genişomuzlarından, uzun boyundan Bernd olduğunu anladı Esra. Seslenmeyi düşündü. Ama meslektaşıyoldan çıkıp kavakların arasına dalmıştı bile. Nereye gidiyordu bu adam? Onu izlemeye başladı.Köye uzanan toprak yoldan çıkıp o da kavakların arasına girdi. Birden kendini gölgeler arasındabuldu. Gün ışığı, sütunlar halinde gökyüzüne uzanan ağaçların gövdelerini, küçük ama sıkyapraklarını aşıp bir türlü yere ulaşamıyordu. Esra, bu koyu gölgelikte Alman arkeologuyitirmemek için büyük bir dikkatle ilerliyordu. Berndin durduğunu fark edince o da durdu.Aralarındaki mesafe iyice kısalmıştı. Birden Berndin başını çevirdiğini gördü. Kendini hızlayandaki ağacın arkasına attı. Bir süre öyle kaldıktan sonra, usulca başını uzatarak, meslektaşınabaktı. Ama Bernd yoktu. Ağacın arkasından çıktı, gözleriyle çevreyi taramaya başladı. Hayır,Bernd yoktu. Fazla uzaklaşmış olamazdı. Ağaçların yan yana sıralandığı, bu engebeli toprakta hızlıhareket etmesi çok zordu. Etrafına dikkatle bakınarak ilerlemeye koyuldu. Elli metre kadar ilerlediama meslektaşını hâlâ göremiyordu. Korunun içlerine yürüdükçe gölgeler iyice koyulaşmaya,ortalık gece gibi karanlık olmaya başlamıştı. Yoksa kayıp mı377olmuştu? Bu imkânsızdı. Küçük bir koruydu burası. Beş yüz metre sağa ya da sola yürüse açıkaraziye çıkardı. Böyle düşünerek bir süre daha ilerledi. Ama koru bir türlü bitmek bilmiyordu.Ortalık iyice kararmış, çürümüş otların kokusuyla hava ağırlaşmıştı. Önünü iyi göremediği içinartık daha yavaş ilerliyordu. Birden tökezledi, ayağı bir ağaç gövdesine takılmış olmalıydı.Dikkatle bakınca takıldığı şeyin ağaç gövdesi değil, bir insanın bedeni olduğunu gördü. "AmanAllahım yoksa Bernd mi?" Kaygıyla yerdeki karaltının yanma çöktü."Bernd... ne oldu sana Bernd?" diyerek, yüzükoyun yatan adamın ağır bedenini çevirmeye çalıştı.Eline bir şeylerin bulaştığını hissetti. Baktı koyu renkli bir sıvı. "Yoksa yaralandın mı?"Adam mezar kadar sessizdi. Korulukta yankılanan kendi sesinden başka bir şey duymadı. Sonundaadamı çevirmeyi başardı. Yüzünü görünce, "Aman Allahım, bu Eşref," diye bağırdı."Evet Eşref," dedi tanıdığı bir ses, "Berndle Timin cesedi de az ilerde."Esra dehşet içinde sesin geldiği yöne döndü. Birkaç metre kadar ilerisinde bir adam dikiliyordu.Karanlıkta kim olduğunu çıkaramıyordu. "Sen de kimsin?""Aşkolsun Esra Hanım," diyerek yaklaştı adam, "size nefis yemekler yapan, her gün dertleştiğinizaşçınızı tanımadınız mı?""Halaf... sen, sen misin?" Halaf in sesi küçük korulukta arsızca çınladı. "Benim, başka kimolabilirdi ki?" "Ama neden ?"-"Eski bir hemşerimin anısına." "Eski bir hemşeri mi?""Hadi ama, anlamadığınızı söylemeyin, Patasanadan söz ediyorum. Adamın mahremiyetinibozdunuz."
  • 378Ortalık aydınlanmaya başladı. Kavaklar sanki birinden emir almışcasına açılarak gün ışığınınonlara ulaşmasını sağladılar. Böylece konuştuğu kişinin yüzünü görebildi Esra. Ama bu Halafdeğildi. Başında tuhaf beresi, üzerinde etekleri nakışlı uzun giysisi ve elinde enli kılıcıyla tarihinderinliklerinden kaçıp gelmiş biriydi."Patasana," diye söylendi Esra. Sesi korkudan kısılmıştı. "Sen Patasanasın...""Sizi uyarmıştım," dedi Patasana. Halafın aksanlı Türkçesiyle konuşuyordu. "Tabletlerdeyazdıklarıma uymadınız. Bunun cezasını çekeceksiniz."Esra, adamın elindeki kılıcın havaya kalktığını gördü. Ama o kadar şaşırmış, o kadar korkmuştu ki,ne bir şey söyleyebildi, ne de kaçmaya çalıştı. Yazgısına teslim olmuş gibi sessizce olanlarıizlemeye başladı. Adam kılıcını havaya kaldırdı. Esra havaya kalkan kılıcın gün ışığını kestiğinigördü. Kesilen gün ışığı yere düşerken gözlerini kamaştırdı, sonra toprağın karanlığında sönüp gitti.Gün ışığının ardından kılıç da indi. O kadar hızlıydı ki Esra yalnızca gözlerini kapayabilmişti.Gözlerini açtığında pencereden süzülen kül rengi aydınlığı gördü. Yatağında kan ter içindedoğruldu. Başı çatlarcasına ağrıyor, yüreği deli gibi çarpıyordu. Sırtını duvara yaslayarak derinderin soluk aldı.Yaşadıklarının yalnızca bir düş olduğunu anlayınca, "Halafın kebabından fazla yersen böyle olurişte," diye gülmeye başladı. Gülünce başının ağrısı daha da arttı. Yataktan çıkmaya çalıştı amaayaklarının titrediğini fark etti. "Alt tarafı bir rüya," diye söylendi. Çıplak ayaklarıyla inadına bastıodanın tabanına. "Ama ne rüya!" Dün gece yaşadığı tatsızlıklar yetmezmiş gibi bir de bu kâbus belaolmuştu başına.Dün gece Bernd ile Timothynin gitmesinden sonra tuhaf bir beraberlik duygusu oluşmuştuTürklerin arasında. Oysa askerlik yapmamak için her yolu deneyen(pi379Teomanın Eşrefle aynı düşünceleri paylaşabileceği, aklının ucundan bile geçmezdi Esranın. Kemaliçin de duru-m pek farklı değildi. Ya Kürt olduğu için alttan alta Yüz-başıdan çekinen Halafa nedemeli? O bile yabancılar hakkında atıp tutmaya başlamıştı. Haklı olduklarından o kadar eminlerdiki kazı başkanı olarak, ekipte böyle bir gruplaşmanın ne kadar tehlikeli olduğunu bilmese, belkikendisi de aynı duyguları paylaşabilirdi. Ama görevi onu daha sorumlu davranmaya itmiş,arkadaşlarına gereksiz alınganlık gösterdiklerini söylemişti. Berndden kendisi de kuşku duymasınakarşın onu mazur göstermeye çalıştı. Bunu yaparken de hiç istemediği halde Eşrefi kızdırmış,aralarına soğukluk girmesine neden olmuştu."Adam yabancı diye hakaretlerine bile tahammül ediyorsun ama biz üniforma giydiğimiz içinsöylediğimizden kuşku duyuyorsun," diye herkesin içinde açıkça sitem etmekten çekinmemiştiYüzbaşı.Esra, onun gönlünü almaya çalışırken,"Bu Timothy denen herif de onlardan," diye suçlamaya başlamıştı Kemal. "Baksana şu Ermenikadının kardeşini bulmak için elinden gelen her yardımı yapıyor."Bu kadarı da fazlaydı."İyice saçmalıyorsun," diye bağırmıştı Esra, "zavallı bir kadına yardım etti diye adamı Ermeniyanlısı ilan edeceksin neredeyse."Bu tartışmadan sonra masanın tadı iyice kaçmış, uzun süren bir suskunluk başlamıştı. Teomansuskunluğu kırar umuduyla Halafa türkü söylemesini rica etmiş, genç aşçı ardı ardına iki Baraktürküsü söylemişti. Teomanla Esra türküye katılmaya çalışmışlar, olmamış, türkülerin ajkasıgelmemişti. Gecenin sonuna doğru Eşref yumuşamaya başlamış, bir ara Esranın kulağına eğilip,Fırat kenarında gezinti yapmayı bile önermişti. Gündüz onu yemeğe çağırırken Esra da gece Fırataineceklerini, geçenlerde oturdukları kayadan ırmağı izleyeceklerini düşünmüştü. Ama380
  • olanlardan sonra ne ırmağın ışıltılı sularıyla ne ayın güzelliğiyle ilgilenebileceğini sanmıyordu.Sarhoş olduklarını bahane ederek, Yüzbaşının teklifini kabul etmemişti. Adamın asılan suratınıgörünce üzülmüştü ama yapmak istemediği şeylere "hayır" demeyi öğrenecek kadar büyümüştü.Esra konuğunu yollayıp, yatağına uzandığında, Eşrefe haksızlık ettiğini düşünmüştü. Ruhsuz, katıbir insan mıydı? Öyle değildi aslında. Ama bunca işin gücün arasında, hem de ekip arkadaşlarınıngözünün önünde Eşrefle birlikte gece gezintisini çıkmayı da kendine yedirememişti. Ekipte aşkyeterince soruna yol açmıştı zaten. Bir de kendisi sorun olmak istemiyordu. Üstelik şu cinayetleraklını kurcalayıp dururken... Kendine hak veriyordu. Yine de rahatlamamıştı. Eşrefle gitmemesininaltında yatan asıl neden bunlar değildi. Canı onunla gitmeyi istememişti. İsteseydi bir yolunu bulupgiderdi ama içinden gelmemişti. Gerçek buydu. Yoksa ondan bıkmış mıydı? Bu kadar çabuk mu?Yok canım... Ama bu ilişkinin geleceği olmadığını da çok iyi biliyordu. Ne kadar farklı iki insanoldukları her karşılaşlaşmalarında bir kez daha açığa çıkıyordu. Yine de onunla yatmaktançekinmemişti. Üstelik mutlu da olmuştu. "Amaan," diye söylendi sıkıntıyla, "bu işler fazladüşünmeye gelmez. Gittiği yere kadar gider."Dün olduğu gibi bu sabah da kahvaltıya geç kalmıştı. Masaya yaklaşırken Halaf çayları koymayabaşlamıştı bile. Herkese günaydın derken gözleri hâlâ yarı kapalıydı. Berndle Timothy karşısındaoturuyorlardı. Masanın öteki ucuna oturan Elif bu defa Amerikalıdan uzak durmayı seçmişti.Timothy kaygılı gözlerle süzdü Esrayı."Pek iyi görünmüyorsun. Bizden sonra içmeye devam ettiniz anlaşılan.""Fazla kaçırmışız," dedi Esra yüzünü buruşturarak. "İnsan bir kere başlayınca nerede duracağınıbilemiyor."381"Çay yerine kahve iç," dedi Bernd. İçtendi, akşamki tartışmayı tümüyle unutmuş görünüyordu."Kahvaltıdan sonra da iki aspirin al, bir şeyin kalmaz."Bernde hâlâ kızgındı Esra ama şimdi tartışacak hali yoktu."Haklısın," dedi. Eliyle önündeki çay bardağını işaret ederek Halaf a döndü, "bunu alır mısın? Banaşöyle koyu, kallavi bir kahve ver."Canı bir şey yemek istemiyordu ama yine de önündeki tabağa biraz peynirle, iki dilim domates aldı."Biraz da zeytin piyazından yiyin." dedi Halaf, "ekşi ekşi midenizi bastırır."Esra zeytin piyazına uzanırken,"Ne diyor Joachim?" diye sordu Bernde."Önemli bir şey yok. Otelde sorun çıkmış. Joachimin Türkçesi pek iyi değil. Bir yanlış anlaşılmasonucu küçük salonu vermeye kalkmışlar. Konuşup hallettik. İşler yolunda. Bu sabah hazırlıklarabaşlayacaklar.""Hazırlık dedin de, ben gazetecilere dağıtacağımız metni yazdım. Kemal tashihini yaptı. Çeviri içinhazır.""Çok iyi," dedi Bernd, "döner dönmez Almancaya çeviririm.""Metin Kemalde mi?" diye sordu Timothy."Evet," dedi Esra. Amerikalının onunla konuşmak istemediğini anlamıştı, "merak etme senin içinalırım.""Bulursan alırsın," dedi Murat. "Sabah uyandığımızda Kemal yatağında yoktu."Esranın yarı kapalı gözleri şaşkınlıkla açıldı. Neden bahsediyordu bu çocuk?"Gerçekten Kemal ortalıkta yok." Konuşan «Teomandı. "Bir yere mi gönderdin?""Yoo," dedi Esra. "Hiçbir yere göndermedim. Buralarda bir yerdedir.""Buralarda bir yerlerde yok. Yürüyüşe çıkmıştır diye Hattuç Ninenin bahçesine kadar gittim. Oradada yok."382Esranın başı çatlayacak gibiydi. Şimdi Kemali düşünmek istemiyordu."Fıratın kenarına inmiştir," dedi. Konuşmak ona ölüm gibi geliyordu. "Merak etme gelir birazdan."
  • Ama gelmedi Kemal. Ne kahvaltı sırasında, ne de ekip kazıya gitmek için araçlara binerkengöründü ortalıkta. İşçileri almaları için Elifle Muratı minibüsle yollayan Esra, Kemale bakmasıiçin Teomanı Fıratın kenarına göndermişti. Kendisi de Berndle birlikte Kemalin yattığı odayıkontrol etti. Yatak dağınıktı. Demek ki akşam yatağında yatmıştı. Ama Kemal gibi hastalıkderecesinde düzenli olan bir adamın yatağını böyle bırakarak kalktığı görülmüş iş değildi. İlk kezkaygı duydu arkadaşı için. İçtiği aspirinin ardından hafifleyen baş ağrısının yeniden şiddetlendiğinihissetti."Kazıdan ayrılmış olmasın?" dedi Bernd, " Elifle aralarında geçenlerden sonra aramızda kalmakistemeyebilir."Böyle habersizce çekip gider miydi? Habersizce mi? Gitmek istediğini söylemişti ya. İzinalamayınca da... Yapar mıydı? Yatağın altına eğildi. Örtüyü kaldırınca Kemalin kahverengi bavuluortaya çıktı."Gitmemiş!" dedi. Sanki Kemali bulmuş gibi sevinçle çıkmıştı sesi. "O da bizim gibi içkiyi fazlakaçırmıştı. Açılmak için nehrin kenarına inmiş olmalı."Çardağa geldiklerinde Teomanın eli boş döndüğünü öğrendiler. Ne yazık ki Fırat kenarında dayoktu. Endişe yeniden başladı."Nereye gider bu çocuk?" diye söylendi Esra. "Başına bir şey gelmesin?""Başına ne gelebilir ki?" dedi Teoman.Yanıt vermek yerine tasalı bir yüzle baktı Esra."Belki," dedi, sabahtan beri bu konuda görüş belirtmekten kaçınan Timothy, "Elifi üzmek,dikkatleri üzerine çekmek için bilerek kaybolmuştur."Esra inanmak isteyen gözlerle baktı Amerikalıya.383Söyledikleri mantıklıydı. Kemal kazıyı terk etmezdi ama böyle bir çocukluk yapabilirdi. Eğer biryere saklandıysa, ortaya çıkana kadar beklemekten başka çareleri yoktu. Bakışları gökyüzünekaydı, neredeyse güneş doğacaktı."O halde kazıya gidelim," dedi Esra. "Yarın da çalışamayacağız, bari bu günü boşa geçirmeyelim."Cipe binerken Amerikalıyla Halaf ı uyarmadan edemedi. "Eğer gelecek olursa, ne olur beni arayın.Cep telefonum açık olacak."Yolda hep Kemali düşündü. Onun başına kötü bir iş gelmeyeceğini kendi kendine kanıtlamayaçalıştı. Ti-mothynin varsayımı akla en yatkın olanıydı. Kemalin amacı bir süre ortalıktan yokolarak, belki de hâlâ kendisini sevdiğini sandığı Elifin ilgisini yeniden kazanmaktı. Böyle düşünüprahatlamaya çalışmasına karşın zihninin derinliklerindeki o kuşkucu şeytan bir türlü susmuyor,tekinsiz sesiyle en olumsuz olasılıkları fısıldayıp duruyordu. Birden kendini, Kemalin öldürülmüşolabileceğini düşünürken buldu. Ama bu çok saçmaydı. İster Eşrefin sandığı gibi bu cinayetleriörgüt işlesin, ister Esranın tahmin ettiği gibi biri intikam almaya kalkışmış olsun, Kemaliöldürmeleri için hiçbir neden yoktu. Eğer yeni bir cinayet işlenecekse, Esraya göre bu bir bakırcıustası olmalıydı... Ya katil taktik değiştirdiyse? Taktik değiştirdiyse bile neden Kemali öldürsünki?Beyninde dinmek bilmeyen bir zonklama, içinde bastırmaya çalıştığı derin bir tedirginlikle başladıkazıya. Başta Elif olmak üzere işçilerin başı Mahodan tutun da Murata kadar herkes ondan uzakdurmaya çalışıyordu. Sorulara kısa yanıtlar veriyor, asık bir suratla dolaşıp duruyordu ortalıkta.Kuşluk vakti verilen arada, işçiler kahvaltı için yaşlı incirin altına yollanırken, TimothyV aradı.Hayır, Kemal gelmemişti. Merak etmesindi, gelirse mutlaka bildireceklerdi. Söylemesi kolaydı.Aradan tam üç saat geçmişti. Neredeydi bu çocuk? Kahvaltıdan sonra384ekip işbaşı yaparken, canı çalışmak istemedi, ağacın gölgesinde oturup kaldı. Bu kadarı fazlaydı.Onlar birer bilim insanıydı. Onlardan ne istiyorlardı? Şu salak Bernd de Ermeniler diye tuturmuştu.Bize ne Ermenilerden, Kürtlerden... Bir bardak koyu kahveyle, bir aspirin daha içtikten sonrakendini daha iyi hissetti. Yine de kütüphaneye gitmedi. Bu baş ağrısıyla güneşin altına çıkmayı
  • gözü yemi-yordu. Kendini Fırattan esen serin yelin okşamalarına bırakarak, sırtı yaşlı inciringövdesine dayalı, yarı uyur yarı uyanık bir halde, çalışanları izledi. Sonra Kemal geldi aklınayeniden. Saatine baktı, vakit öğleye geliyordu. Arkadaşı hâlâ ortalıkta yoktu. Elifi yanına çağırdı.Çekine çekine geldi genç kız. Esra söze başlamadan,"Böyle olduğu için çok üzgünüm," dedi. Bir suçlu gibi boynunu bükmüştü. "İstersen kazıdanhemen ayrılabilirim."Kaşları çatıldı Esranın."Kimsenin kazıdan ayrılmasını istemiyorum," dedi. "Bıktım bu kazıdan ayrılma lafından. Yüze^yüze kuyruğuna geldik. Herkes kazıdan ayrılmaktan söz ediyor... Şimdi söyle bakalım. Kemalinyalnız kalmak istediğinde gidebileceği bir yer var mı?""Nasıl bir yer?" diye kekeledi Elif.Konuştukça daha çok başı ağrıyordu Esranın, başı ağ-rıdıkça da Elifin ne kadar salak bir kızolduğunu düşünüyordu."Ne bileyim," diye çıkıştı, "ikinizin gittiği özel bir yer... Fıratın gözden ırak bir kıyısı, kuytu birbahçe, bir mağara...""Yok," dedi Elif. "Öyle bir yer yok. Fıratın kenarına inerdik. Teoman oraya bakmış.""Peki Kemal kızdığında küsüp gittiği olur muydu?""Olurdu," dedi genç kız. "Tartıştığımızda çekip giderdi. Ne arar, ne sorar, ben aradığımda datelefonlara yanıt vermezdi. Nereye gittiğini sorardım. Hiiç, orada burada dolaştım, derdi."385"Umarım yine orada burada dolaşıyordur," diye söylendi Esra. "Gerçi bunu yapıyorsa çok pişmanolacak ya ..." Birden Muratın onlara elini salladığını gördü. "Bizi mi çağırıyorlar?"Gözlerini kısarak kütüphaneye baktı Elif."Evet," dedi, "bir şey buldular galiba."Esra acele etmedi. Toprak testideki sudan bir bardak içti. Suyun tatlı serinliği kurumuş dudaklarınııslatarak, ağzına yayıldı. Sanki sudan aldığı güçle doğruldu, şapkasını başına geçirerek,"Hadi gidelim," dedi genç kıza, "bakalım ne çıkarmışlar?"Daha kütüphaneye ulaşmadan Murat yolda yakaladı onları. Kendini kaybetmiş gibiydi, sevinçlezıplayıp duruyordu."Kalan üç tableti de bulduk. Hem de sapasağlam. Pa-tasana sanki dün bırakmış gibi."Demek Patasananın yirmi sekiz tabletlik kişisel tarihinin tüm metni tamamlanmıştı. Günlerdiryaptıkları çalışma sonunda meyvesini vermişti. Hem de eksiksiz olarak. Bu, büyük bir başarıydı.Elif sevinçle genç öğrenciye sarılırken, Esra, keşke Kemal de burada olsaydı demekten kendinialamadı. Bu başarıda onun da payı vardı.386yirmi dördüncü tabletBu, benim ilk günahım değildi ama ilk başkaldırım, ilk isyanım olacaktı. İlk günahı Aşmunikallaişlemiştim, ilk başkaldırımı da onunla birlikte yapacaktım. Tanrıların, yasaların bana yasak kıldığıbir kadına dokunarak ilk günahımı işlemiştim. O zamanlar yüreği saf, dünyaya hayran gözlerlebakan bir çocuktum, yaptığımın yanlış olduğunu biliyordum. Ama artık yaptığımın yanlışolduğundan emin değildim. Günahımı önceden düşünerek, tasarlayarak, tadını çıkararakişleyecektim. Çünkü tanrılara olan güvenimi yitirmiştim. Onlara saygı duymuyordum. Kaygılarımartık tanrılardan ya da Pisiristen kaynaklanmıyordu. Beni düşündüren Aşmunikalın, biriciksevgilisini ucuz bir saray payesi için bırakan, bu aptal, bu vefasız, bu ün düşkünü âşığı bağışlayıp,bağışlamayacağıydı.O bana sevgi göstermiş, günlerime hiç bilmediğim bir heyecan katmıştı; yüreğini ve teninisunmuştu; cesareti ve günah işlemeyi öğretmiş; yaşamın tadına varmamı sağlamıştı. Ama şimdi onadönmeyi düşünürken ya beni bağışlamazsa diye korkuyordum. Bu korkuyla, yeni yardımcımEriyayı, hareme Aşmunikala yolladım. Kütüphanemize Ludingirranm şiirlerinin olduğu yenitabletlerin geldiğini, ozanla ilgilenen saygıdeğer hanımın isterse gelip tabletleri okuyabileceği
  • haberini gönderdim. Sonra içim içimi yiyerek kütüphanede beklemeye başladım. Yardımcım Eriya,hanımın yarın kütüphaneyi ziyaret edeceği müjdesiyle geri dönünce sevinçten ne yapacağımıbilemedim.Ertesi gün yardımcımı, kil getirmek için iki köleyle kent dışına yolladım. Sabahın erkenvakitlerinde387kütüphanede beklemeye başladım. Aşmunikal her zaman .olduğu gibi fazla bekletmedi beni. Onukütüphanenin ka-. pısında karşıladım. Ceren gözleriyle neler oluyor dercesi-ne süzdü beni. Ve sanırım o anda neler olduğunu anladı.Benden uzaklaşarak raflarda sıralanan tabletlere bakarakşöyle dedi:"Ludingirranın tabletleri gelmiş, onları görmek iste-rim.Soğuktu, uzaktı, hiç tanımadığım biri gibiydi. Onu kaybediyordum, belki de çoktan kaybetmiştim.Bu düşünce beni çılgına çevirdi, içeri birinin girip bizi görmesine aldırmadan, elini yakalayarakönünde diz çöktüm. Ve ona şu sözlerle yalvarmaya başladım:"Beni bağışla. Soylu bir aileden gelmekle, becerikli öğretmenlerden ders almakla övünen busonradan görmeyi bağışla. İyiyle kötüyü, güzelle çirkini, sevgiliyle düşmanı ayırt edemeyen bucahili bağışla. Bulduğu altını değersiz bir taş parçası gibi savurup atan bu aptalı bağışla. Sensizyaşamının çorak bir çöle döndüğünü fark edemeyen bu aymazı bağışla. Bağışlanmayacak kadaraçgözlü, hırslı, vefasız olan bu kaba adamı bağışla.Eğer bağışlamazsan, bir uçurumun kıyısında gezinen bu zavallının ayağının altındaki son kayaparçası da kopacak, eğer bağışlamazsan onun cılız bedeni Fıratın derin sularında kaybolacak. Eğerbağışlamazsan, iyilik adına, güzellik adına, saflık adına ne varsa hepsini yitirecek, cinlerin karanlıkdünyasına hapsolacak. Eğer bağışlamaz-san...Aşmunikalın avucumda hareketsizmiş gibi duran eli- nin kıpırdadığını fark ettim. ,"Kalk," dedi titrek bir sesle. Başımı kaldırdım, onun gözyaşlarıyla yıkanan yüzüyle karşılaştım.Beni unutmadığını, hâlâ sevdiğini o anda anladım; Ayağa kalktım, iç çekişlerle sarsılan narinbedenini kollarımın arasına aldım. Bedeninin sıcaklığını bedenimde hissettim. Gözyaşlarının388.tuzuna bulanmış dudaklarındaki o eşsiz lezzeti yeniden tattım. Buluşmanın sarhoşluğu geçincekaygı ağır bastı. Kütüphaneden küçük odaya girip, kendimizi sürgülü kapının güvenli bekçiliğineteslim ettik.Küçük korunağımızda onu öperken, bir yandan da beni bağışladığı için teşekkürlerimi sunuyordum.O eliyle ağzımı kapatarak şöyle dedi:"Bana teşekkür etme. Çünkü ben sana iyilik etmiyorum. Kızmıştım doğru, ama sendenvazgeçebileceğimi nasıl düşünürsün? Yağmur yağmadığı için toprak, buluttan vazgeçebilir mi?Ona gülümsemiyor diye anne yavrusundan vazgeçer mi? Tarla tohumdan, başak güneşten, böcekçiçekten vazgeçer mi? Benim senden vazgeçeceğimi nasıl düşünürsün?"Böyle söyledikçe yüreğimdeki tutkunun bir aleve dönüştüğünü damarlarımı ateşlediğini hissetim.Bu ateş bacaklarımın arasına yürümüş erkeklik organımı kabartmıştı. Bütün korkulardan arınarak,yeryüzünde yalnızca onun ve benim kaldığımı düşündüm. Sımsıkı sarıldım Aşmuni-kala. O danarin bedeninin kapısını ardına kadar açtı bana. Hiç tanımadığım bir tapınağa girer gibi merakla,istekle onun bedenine girdim, ilk kez geldiğim bir ülkedey-mişim gibi gönlümce gezindim, kutsalmeyvelerini kokladım, tattım. Dokunuşlarımın Aşmunikalın yüzünü vahşi bir cennet çiçeğinedönüştürdüğünü gördüm. Ona her dokunduğumda gözlerinde yanan alevler güzelliğine tanrısal biranlam katıyor, teni bahar mevsimindeki topraklar gibi tazeleşiyordu.
  • Dokunuşlarla yapılan bu büyü, öpüşlerle kutsanan bu tören olmadan aşkı tadamayacağımı öğrettiAşmunikal bana. Onun benzersiz güzelliğinden etkilenmemle başlayan, sonra erkekliğimi ispatadönüşen bu yakıcı tutkunun aşk haline gelmesini bir delikanlının hoş şaşkınlığı içinde yaşadım.Onun yaralı sevdasını hissettikçe, ona dokundukça, onu öptükçe, onu kokladıkça Aşmunikalsız389günlere nasıl katlandığıma kendim de şaştım. Ve büyükbabam Mittannuwayi ölüme yaklaşırkenâşık eden duygunun ne olduğunu daha iyi anladım. Hiç unutmamak üzere belleğime kazıdım.Ama belleğime kazımam gereken bir gerçek daha vardı: Aşmunikal kralın malıydı. Pişiriş artıkonunla ilgilen-mese bile bu böyleydi. Ve Pisirisin kadınıyla birlikte olanlar ülkedeki en büyükcezaya çarptırılırdı. Bunu düşünmek bile yüzümü karartıyor, yüreğimi korkuyla titretiyordu.390yirmi beşinci bölüm"Kemali bulmalıyız," dedi Esra korkuyla.Masadaki herkes gözlerini dikmiş dikkatle onu dinliyordu."Onu bulmalıyız," diye yineledi. "Bunca saattir kayıp. Ben artık ciddi olarak kaygılanıyorum."Kazıdan döndüklerinde Kemalden hâlâ haber olmadığını öğrenince artık bir şeyler yapmanınzamanı geldiğini anlamıştı. Ekiptekilerle konuşmadan önce iki kez Eşrefi aramış, ikisinde de aynıcevabı almıştı: "Yüzbaşı karakol dışında." Ne bir açıklama yapmışlar, ne de karakola ne zamandöneceğini söylemişlerdi: Topu topu bu üç sözcük. Yoksa Yüzbaşı ona kırılmış mıydı, telefonlarınabu yüzden mi çıkmıyordu? Onunla ilişkiye girmemeliydim diye düşündü. Onunla yattığı için ilkkez pişmanlık duyuyordu. Neden aramıştı ki onu? Neden olacak, Kemalin kaybolduğunubildirmek, yardım istemek için. Öyle mi, yoksa, kendini çaresiz hissettiği şu anlarda özel biriningüven verici sözlerine sığınmak için mi? "Hayır," diye karşı çıktı kafasının içinde konuşup duransese. "Yüzbaşıya sığınmayı filan düşünmüyorum. Çözmem gereken daha önemli bir konu var."Yüzbaşıyı kafasından kovmaya çalışarak arkadaşlarını başına topladı. Ekiptekiler tabletleritamamlamanın sevincini yaşıyordu. Bu yüzden sözleri can391sıkıcıydı. Esra da farkındaydı bunun ama çaresi yoktu. İki cinayetin ardından bir arkadaşlarıkaybolmuştu."işi gücü bırakıp, onu aramalıyız," diye sürdürdü sözlerini. "O kadar büyük bir yer değil burası.Ekipler kuralım, bir kısmımız kasabaya inelim, bir kısmımız Fırat kenarını tarayalım..."Fazlaca düşünmeden, adeta soluk bile almadan söylenen bu sözleri masanın başında toplanmışarkadaşları kaygıyla dinliyorlardı. Herkesin kafasında yarınki basın toplantısı için yapılacakhazırlıklar vardı. Esranın yazdığı metni bilgisayar odasında bulan Timothy İngilizceye çevirmiştiama henüz çoğaltılmamıştı. Gazetecilere dağıtacakları fotoğraflar da tab edilmemişti. Elifin vakityitirmeden karanlık odada çalışması gerekiyordu. Böyle sıkışık bir durumda, değerli zamanlarını,belki de gönül kırgınlığı nedeniyle bir yerlere çekip gitmiş olan Kemali aramakla geçirmeleridoğru değildi. Esra dışında herkes böyle düşünüyordu ama kimse cesaret edip de bunu dilegetiremiyordu. Görev Bernde düştü."Böyle aceleyle, telaşla hiçbir sonuç elde edemeyiz," dedi Alman arkeolog. Sesi yumuşak amakararlıydı. "Kemal kendi kendine mi gitti, yoksa başına kötü bir iş mi geldi bilmiyoruz. Bencekorkuya kapılmak için erken. Üstelik yapılması gereken bu kadar çok iş varken..."Esranın kaşları çatıldı, karşı çıkmaya hazırlanıyordu ki, Timothy fırsat vermedi."Bernd kesinlikle haklı," dedi. "Kemalin çok gergin olduğunu hepimiz biliyoruz. Dün neredeysebenimle kavga edecekti. Böyle bir ruh hali olan insanın, bize haber vermeden bir yerlere çekipgitmesi doğal." •¦"Onun bu kadar sorumsuz davranacağını sanmıyorum," dedi Esra umutsuzca başını sallayarak.Şimdiye kadar en azından bir telefon etmesi gerekirdi."Yanında oturan Teoman, eliyle omzuna dokundu Es-ra nın.
  • 392"Senin kadar ben de kaygılanıyorum," dedi. "Ama dün maçtan dönerken, bu kazının tadı kaçtı, bengideceğim, deyip duruyordu. Belki de gerçekten gitmiştir.""Ama bavulu, eşyaları odasında duruyor. Gittiy.se onları niye bıraksın?"Bütün iyi niyetiyle atıldı Murat."Antepteki müze müdürü Rüstemin arkadaşı olduğunu söylüyordu. Belki de onun yanınagitmiştir."Bu olasılığı Esra da düşünmüştü. Ama sabahın erken saatinde nasıl gidecekti Antepe?"Hangi araçla ?"diye sordu."Kamyonetle," diye yanıtladı Halaf. Aşağı köylerden, Antepe sebze götüren kamyonetler geçer.Onlara binmiştir.""O kadar erken mi?""Erken. Sebzelerin güneşi yiyip solmaması için çok erken çıkarlar yola."Olabilir miydi?"Neden olmasın," diye umut verdi Murat, "geçen gün kasabadan dönerken otostop çekmiştim,adamlar hiç nazlanmadan aldılar beni. Okulun önüne kadar da getirdiler.""Müzeyi arayalım," diye atıldı Elif, "böylece orada olup olmadığını anlarız."Doğru söylüyordu kız. Hemen cep telefonuna sarıldı Esra. Tuşlara bastı. Masadaki herkes susmuş,merakla, onu izliyorlardı."Alo... Rüstem Beyle görüşebilir miyim? Yok mu? Nerede olduğunu biliyor musunuz?İstanbuldan konuğu mu var? Konuğun ismini biliyor musunuz? Demek öyle. Cep telefonununnumarasını söyler misiniz? Ben arkeolog Esra. Yazıyorum, evet... evet... Çok teşekkür ederim.""Rüstem yokmuş," dedi arkadaşlarına dönerek."Bir ko-nuğuyla birlikte Yesemek açık havamüzesine gitmişler. Gece orada kalacaklarmış."393Haklı çıkmanın gururuyla gülümsedi Murat."Tamam, işte, Kemal onun yanında."Esra temkinliydi."Şimdi anlarız," diyerek Rüstemin numarasını tuşlamaya başladı. Telefonu kulağına dayayıpbekledi, beklemesi uzadı... uzadı... Bunalmış bir tavırla indirdi telefonu."Ulaşılamıyor.""Canını boş yere sıkıyorsun," dedi Teoman. "Bence de Kemal onun yanında. Biliyorsun iki yıl önceYesemekte-ki çevre düzenlemesine katılmıştı."Rüstemi hastanede Kemalle fısır fısır konuşurken gördüğünü anımsayan Esra ikna olmasa bilebiraz yatışmıştı. Kemal onun yanında olabilirdi.Hızla yenilen bir yemekten sonra herkes işe koyuldu. Elifle Murat karanlık odaya çekilmiş,tabletlerin siyah beyaz fotoğraflarını basıyor, Timothy 28 numaralı tableti çözüyor, Bernd basıntoplantısında okuyacağı metni gözden geçiriyor, Teoman ile Esra ise bilgisayarın başına geçmiş,Patasana Tabletleri dışında buluntuların listesini çıkarıyorlardı. Az sonra bu iş tamamlandı. EsraMuratı da yanına alarak, gazetecilere dağıtılacak metni çoğaltmak için kasabanın yolunu tuttu.Cipi Murat kullanıyordu. Önlerinde akıp giden asfalt yoldan yükselen sıcaklık gözle görülecekkadar yoğundu. Gökyüzünde uçan bir tek kuş bile yoktu. İnsanlar, hayvanlar börtü böcek serin biryer bulup, oraya atmışlardı kendilerini. Her zaman zevkle seyrettiği Fırat bile, erimiş kurşun gibihantal ve sıcak görünüyordu Esranın gözüne. Cipin bütün pencereleri açıktı, ama içeri dolan rüzgâren ufak bir serinlik bile vermiyordu. Baş ağrısının geçmiş olduğunu fark etti. Hâlâ bir ağırlık vardıama o Allanın belası zonklamadan kurtulmuştu. Ayaklarının yanında duran, buz tutmuş su şişesinialdı. Aradan daha yarım saat bile geçmemişken buzun yarısı erimiş, suya kesmişti. Şişeyi başınadikti. Su, dudaklarının kenarından taşarak394
  • çenesine, oradan da göğsüne aktı. Hiç sakınmadı, gözlerini kapayarak soğuk suyun tenindeuyandırdığı serinliği hissetmeye çalıştı."Bu Yüzbaşı değil mi?" diyen Muratın sesiyle açtı gözlerini. Karşıdan bir cip geliyordu. Gözlerinikısarak, dikkatle baktı. Evet, aracı kullanan askerin yanındaki Eşrefti. Onları görüncehareketlenmişti. Murat hızını düşürdü. Karşıdaki cip sağda durdu. Yüzbaşı eliyle onların dadurmalarını işaret ediyordu. Yolun dışındaki iri ceviz ağacının gölgesine çekti Murat. Onlar cipteninerken Yüzbaşı yanlarında bitivermişti bile."Ben de size geliyordum." Dudaklarında manidar bir gülümseyiş belirdi Esranın."Hayrola," dedi, "bu sıcakta ne işiniz var bizimle?"Yüzbaşı gülümsemedi, yorgun yüzü insanı kaygıya düşürecek kadar ciddiydi."Haberler kötü," diye açıkladı Yüzbaşı, "bir kişi daha öldürüldü."Dünya başına yıkılır gibi oldu Esranın."Kemal," diye kekeledi.Eşrefin yüzünde şaşkın bir ifade belirmişti."Kemale ne oldu?"diye sordu."Kemal değil mi?""Değil canım, Timil köyünden Nahsen. Kemal de nereden çıktı?""Sabahtan beri kayıp," dedi Esra üzüntüyle."Nasıl kayıp?""Bilmiyoruz," dedi Esra. Arkadaşı için üzülüyordu ama merakı daha ağır basmıştı. "Bunu sonrakonuşuruz, sen şu öldürülen adamı anlat.""Elli yaşlarında bir köylü. Geceleri hırsızlık olmasın diye bahçesindeki çardakta uyuyormuş. Sabahgittiklerinde çardaktaki kalaslardan birine asılı bulmuşlar."Heyecanla sordu Esra:"Adam bakırcı mıymış?"pup395"Hayır, babası bakırcıymış," dedi Eşref. Bir an göz göze geldiler. İkisinin de aklından lojmandakonuştukları geçiyordu. "Hem de Garo Ustanın çıraklığını yapmış. Ama babası beş yıl önce sizlereömür.""Babası yerine oğlunu öldürdüler.""Öyle. Adamın boynuna bir de bakır tel geçirmişler.""Bakır telle mi asmışlar?""Yok, adamı beygirini bağladığı yularla asmışlar. Ama boynuna da bakır bir tel geçirmişler."Tuhaf bir parıltı geçti Esranın gözlerinden."Bu bir mesaj," diye mırıldandı, "katil cinayetleri neden işlediğini bilmemizi istiyor. Ötekicinayetlerde de mesajlar vardı. Hacı Settarı siyahlar giymiş bir keşiş itmişti, yani katil, bize PapazKirkoru anımsatmak istiyordu. Korucubaşı Reşat ise tıpkı Ohannes Ağa gibi öldürüldü...""Yetmiş sekiz yıl önceki cinayetlerin tekrarlandığı konusunda haklı olduğun ortaya çıktı," dedi.Duraksadı, eliyle alnında biriken teri silerken ekledi. "Ama ben bu işin arkasında hâlâ örgütünolduğunu düşünüyorum."Yüzbaşının çocuksu inatçılığı bu kez hoşuna gitti Esranın. Sevgiyle baktı ona. Yüzbaşının etlidudakları somurtarak hafifçe dışarı sarkmıştı. Bu dudakların ensesinde gezindiğini düşündü Esra.Geçen günkü sevişmelerini anımsadı. Yüzbaşının kaslı bedenini üzerinde, içinde hissetti. Bütünbedeni ürpermeye başlamıştı. Hemen toparladı kendini."Su içer misin?" diye sordu."İçerim," dedi Yüzbaşı, "sabahtan beri güneşin altında öldük."Murat su şişesini alarak uzattı. Şişeye dokunan Eşref,"Buz gibi," diye keyifle mırıldandı. Sonra şişeyi başına dikti, gözlerini kısarak, kana kana içti.
  • "Yavaş," dedi, onu izleyen Esra, "hasta olacaksın."Suya doyan Eşref, cipte oturan askere seslendi.396"Erol, bak buz gibi su var.""Ver, ben götüreyim," dedi Murat. Genç öğrenci şişeyi alıp uzaklaşınca,"Aslında şu örgüt meselesinde ben de sana katılıyorum," dedi Esra. "Üç cinayeti bir tek kişininişlemesi bana da çok zormuş gibi geliyor. Bence de bu bir örgütün işi, ama senin sandığın gibiKürtlerin değil, radikal dincilerin örgütü."Yüzbaşının bakışları Esranın yüzünde kenetlenmişti."Bildiğin bir şey mi var?""Abid Hocanın Ermeni olduğunu duydum."Sen ne söylediğinin farkında mısın, der gibi baktı Yüzbaşı."Öyle bakma. Adam Ermeni kökenli. Daha önemlisi Ohannes Ağanın akrabası. Üstelik KorucubaşıReşat kız kardeşini metres tutmuş."Yüzbaşının şaşkınlığı kuşkuya dönüştü."Bunları kimden öğrendin Allah aşkına?""Şundan bundan. Eğer sen de küçük bir araştırma yaparsan aynı bilgilere ulaşırsın.""Araştırma yapmam için bu söylediklerinin doğru olması lazım. Bu bilgiler güvenilir yerden mi?Yoksa yine şu işgüzar aşçın mı söyledi?""Herkes biliyor. Git kasabanın yaşlılarına sor."Duyduklarına inanmakta güçlük çekiyordu Yüzbaşı. Bakışları Esranın yüzünde, bir süredüşündükten sonra,"Yani," dedi. "Reşatı Abid Hoca mı öldürdü diyorsun?"Yanlarına dönen Murat da Abid Hoca adını duyunca ilgiyle dinlemeye başlamıştı konuşmayı."Yalnızca Reşatı değil," dedi Esra sözcüklerin üzerine basa basa, "üçünü de o öldürdü.""Bu büyük bir iddia," dedi Yüzbaşı. "Diyelim ki Abid Hocanın Reşatı öldürmek için nedenleri varama ötekiler..."397"Yetmiş sekiz yıl önceki cinayetlerin intikamını almak istemiştir. Ailesi içten içe ona bu nefretiaşılamış olamaz mı? İnsan zorla ne kadar Müslüman olabilir?""Bir nefreti diri tutmak için yetmiş sekiz yıl çok uzun bir zaman," dedi Yüzbaşı.Yanıtı hazırdı Esranın."İnançlar da uzun ömürlüdür. Yüzyıllarca sürerler. Gâvur Nadide diye bir kadın var. O bile tümüyleinancından vazgeçmemiş. Hem Kurana hem de İncile inanıyor.""Bilemiyorum," dedi Yüzbaşı alnını kırıştırarak, "o sıradan biri değil, bir cami hocası.""Aslında ben de Abidden kuşkulanıyorum," diyerek Murat da karıştı söze. "Hacı Settar cinayetikonuşulurken Halaf minarenin anahtarının yalnızca Abid Hocada olduğunu söylemişti. Yani HacıSettar öldürülürken hoca da oradaydı."Cinayetler üzerine Muratın da fikir yürütmesi canını sıkmıştı Yüzbaşının."Orada olduğunu gizlemedi ki" diye söylendi. "Onunla bizzat ben konuştum. Her cuma sabahıolduğu gibi Hacı Settar yukarı çıksın diye minarenin kapısını açmış, sonra camiye girmiş.Camideyken minarede olanları görmesi ya da duyması mümkün değil. Hacı Settar yere düştüktensonra bile olaydan haberi olmamış. Namaza gelenler ona olayı anlatmış.""Ya yalan söylüyorsa?" dedi Esra, "ya Hacı Settarı aşağıya atıp, sonra camiye girdiyse?""Bunun için nedeni yok. Hadi yaptı diyelim. Görgü tanıkları siyahlar giymiş bir adamın kaçtığınıgörmüş-ler...""Abid Hoca kendini gizlemek için keşiş gibi siyahlar giyinmiş, kaçarak camiye girmiştir. Ezanokunmadığı için içeride henüz kimse yoktur. Cüppesini çıkarıp, bir yere saklamış cemaatibeklemeye başlamıştır.""Bilemiyorum," dedi Yüzbaşı. Koyu renk gözlerinde
  • 398çaresizlik okunuyordu. "Nedense bu ihtimal pek inandırıcı gelmiyor bana."Yeniden kısa bir sessizlik oldu. Ceviz ağacının dallarında gezinen ılık rüzgârın hışırtılarından başkases duyulmadı. Sessizliği Esra bozdu."Ama elinde de başka şüpheli yok. Abid Hoca yapmadıysa kim yaptı?"Yüzbaşı gözlerini kısarak dinlemişti Esrayı. Yanıtlamak için çok beklemedi."Bernde ne dersin? Adam dün gece tam bir Ermeni hayranı gibi konuştu. Bana nasıl öfkeylebaktığını gördün mü? Ya adam gizli bir manyaksa? Cinayet saatlerinde onun nerede olduğunubiliyor muyuz?"Esra ne söyleyeceğini bilemedi. Bernd hakkında düşündüklerini anlatsa, Eşref onu anında baş zanlıilan ederdi. Pek haksız da sayılmazdı. Abid Hocanın Ermeni kökenli olduğunu öğrenmese kendiside Berndi katil saymayacak mıydı? Ama Abid Hoca hakkında öğrendiklerinden sonra durumdeğişmişti. Cinayet işlemek için onun daha iyi nedenleri vardı."Hiçbir katil kendini ele verecek tartışmalara girmez," dedi. "Cinayetleri Bernd işleseydi,Ermenileri fanatikçe savunmazdı. Kendini gizlemeye çalışırdı."Bunların doğru olduğunu Yüzbaşı da biliyordu."Bence bu Abidi sorgulamalısın," diye sürdürdü Esra. "Cemaatin tepkisinden çekiniyorsan, gizlicearaştırmalısın. Cinayetler işlenirken neredeymiş, kimin yanındaymış en azından bunlarıöğrenmelisin. Çünkü adamın olanakları çok fazla. Fayat gibi ona gözü kapalı itaat edecek insanlarvar. Onlarla bir tür örgüt kurmadığını nereden biliyoruz."Bu kadarı da fazlaydı."Yapma Esra!" diye bağırdı Yüzbaşı. "İslami bir örgüte Ermeni davası için cinayetler mi işlettidiyorsun?"Esra varsayımından zerre kadar kuşku duymuyordu.399"Adam çok zeki, çevresindekilere cinayetleri Ermeni davası için işlediklerini söylememiştir. Bununbüyük Isla-mi uyanışla ilgili olduğunu filan anlatmıştır."Sıkıntıyla iç geçirdi Yüzbaşı."Farkında mısın?" dedi. "Yine başa döndük. Hacı Set-tar öldürüldüğünde ben bu işi ayrılıkçılarınyaptığını söylüyordum, sen de dinci fanatiklerin...""Bence başta değiliz, epeyce de yol aldık üstelik. Eğer akıllı davranırsak yakında katil yakalanır."Söyleyip söylememe konusunda kararsızlık geçirdikten sonra,"Bir işe yarar mı bilmiyorum ama aslında bir ipucu daha var elimizde," dedi Yüzbaşı. "Galiba katilyaralanmış.""Nereden biliyorsun?""Çardağın yakınlarında kan izleri bulduk. Maktulden hiç kan akmadığına göre, katilden başkasınaait olamaz. Ve üzerinde kan izleri olan bir orak ele geçirdik. Sanırız maktul katile direndi. Boğuşmasırasında orakla onu yaraladı. Aynı kan izlerini maktulün çalınan at arabasında da bulduk. Sanırızkatil yaralanınca oradan at arabasıyla ayrıldı." , "At arabasını nerede buldunuz?""Köyün altındaki çayırda.""Bu müthiş bir haber," dedi Esra. Gözleri heyecanla parıldamaya başlamıştı. "Demek ki katil yaralı.Yapılması gereken Abid Hoca ve adamlarının yaralanıp yaralanmadığını kontrol etmek.""Bunu yaparız ama doğrusunu söylemek gerekirse bir şey bulacağımızı sanmıyorum.""Bulacaksın," dedi Esra. Eşrefin eline dokunmak güvenle gülümsedi. "İnan bana bu defa sonuçalacağız."Umarım haklı çıkarsın der gibi baktı Yüzbaşı, sonra genç kadının elini usulca sıkarak,"Neyse ben sizi tutmayayım," dedi. "Kasabaya gidiyorsunuz galiba?"400IttU"Belediyeye," dedi Murat, "fotokopide çoğaltacağımız metinler var."
  • Esra cipe binmeden önce Yüzbaşıya döndü."Akşam uğra istersen."Manidar bir ifade belirdi Eşrefin yüzünde."Çok yorgun oluyorsunuz," dedi, "sizi rahatsız etmek istemem."Esranın yanakları hafifçe kızardı."Dün akşam için özür dilerim. Bu akşam yorgun olmayacağız."Yüzbaşı cipine binene kadar hareket etmediler. Askeri cip, neredeyse buharlaşacak olan asfaltyolda kaybolurken, onlar da kasabanın yolunu tuttular."Az önce konuşurken seni izledim," dedi Murat beğenisini gizlemeden, "bir arkeologtan çokdedektife benzi-y ordun.""Eee?""Takdir ettim. Olaylara bakış açın, çözümleme yeteneğin, hepsinden önemlisi kararlılığın.Annemden sonra hiçbir kadından bir şey öğrenemeyeceğimi düşünüyordum. Sen bu düşüncemideğiştirdin. Kazıda bana en çok bağıran kişi sensin, ama en fazla şey öğreten kişi de sensin."Duydukları hoşuna gitmişti Esranın."Böyle düşünmene memnun oldum," dedi. "Seni sevdiğimi bilirsin, iyi bir arkeolog olarakyetişmeni isterim. Ama şu abuk sabuk takıntılarından kurtulman lazım. Ne demek istediğimianlıyor musun?"Genç öğrenci başını salladı."Anlıyorum, anlıyorum." Önünde uzanan yola baktık-tıktan sonra çekingen bir tavırla yenidenbaşladı konuşmaya. "Kızmazsan sana bir şey söyleyeceğim."Esra merakla baktı delikanlıya."Yüzbaşıyla konuşmanı, davranışlarını çok beğendim ama fazla müdahale ediyorsun gibi geldi.Onu yönlendirmeye kalkman doğru mu?"401"Yönlendirmeye kalkmadım," diye itiraz etti Esra, "sadece düşüncelerimi söyledim. Sen desöyledin.""Ben de söyledim tamam. Ama adamcağızın kafası karıştı."Başka zaman olsa arkadaşına hak verirdi. Çünkü içinde öne çıkma hastalığı, insanları yönetmedürtüsü olduğunu çok iyi biliyordu ama şimdi tartışma sıcakken bunu kabul etmesi çok zordu."Karışmasında fayda var," dedi. "Katili yanlış yerde arıyor. Baksana Abid Hocaya tozkondurmamaya çalıştı," diye sürdürdü."Belki günaha girmekten korkuyor," diye bir tahminde bulundu genç öğrenci."iyi ya, onu yönlendirerek ben girmiş oldum günaha."402yirmi beşinci tabletPişiriş günahları gibi Aşmunikalı da unutmuş görünüyordu. Barış yılları boyunca kendini çoksevdiği avcılığa kaptırmıştı. Günlerce iri bir geyik, azgın bir arslan, yaralı bir domuzun peşi sıradağlarda gezip duruyordu. Onun bu tutkusu, Aşmuhikalla buluşmamız için sayısız fırsat verdi. Vebiz bu fırsatları, kimseye sezdirmeden ya da sezenlerin aklını karıştırarak uzun mutluluk anlarınaçevirmeyi bildik. Ama tanrılar onlara ihanet ettiğim günden beri benden intikam almayı akıllarınakoymuştu. Belki de Aşmu-nikalla o mutlu anları tatmama daha çok acı çekmem için razıolmuşlardı. Her zaman olduğu gibi yine son sözü onlar söyleyeceklerdi. Kendi çiçeğiyle zehirlenenbir ağaç gibi aşkımız da kendi meyvesiyle sona erecekti.Pisirisin çocuğu olmuyordu. Ama hırslı kral bundan kendini sorumlu tutmuyor, kraliçeyi veharemindeki kadınları suçluyordu. Ne var ki hareme ne kadar kadın alınırsa alınsın sonuçdeğişmiyor, kralın çocuğu olmuyordu. Pişiriş yılmadan, kâhinlerin bir gün gelip sana bir veliahtverecek dediği kadını bekliyordu. Ama bu bir yalandı. Gerçek, Pisirisin bir kaya kadar kısırolduğuydu. Ne yazık ki muzur tanrılar bu gerçeği kanıtlamayı bana kısmet etmişlerdi. Belki bu
  • düşmanınızdan intikam almak için en acımasız yollardan biridir. Pisiristen nefret etsem de benböyle bir intikam istemiyordum. Çünkü başımıza ne büyük bir felaketin geleceğini biliyordum.Kem gözlerden, dedikoducu kadınlardan, dalkavuklardan, saray görevlilerinden sakladığımızaşkımızı, Aşmuni-kalın bereketli toprağına düşen benim dölüm ele verecekti.403Pişiriş yine uzun bir av partisine çıkmışken, Aşmuni-kal kütüphaneye geldi. Şaşırmıştım. Buluşmagünümüz değildi. Güzel yüzünü keder bürümüştü. Aceleyle şöyle dedi:"Gebe kaldım."Olanları tam anlamamıştım. Ona sordum:"Pisiristen mi?"Gözlerinde derin bir kaygıyla başını salladı."Hayır, senden. Pişiriş aylardır birlikte olmadı benimle."Tuhaftır önce gurura benzer bir duygu uyandı içimde ama hemen sonra başımıza gelen belanınbüyüklüğünü kavradım."Ne yapacağız?" diye fısıltıyla sordum."Bilmiyorum," dedi. Bir süre başını öne eğip düşündükten sonra ekledi: "Pisirise yakın olmalıyım.Onun yatağına girmeliyim."Söyledikleri doğruydu, tek çare buydu ama yine de yüreğimin burkulmasına, içimi koyu birkıskançlığın kaplamasına engel olamadım. Kıskançlık içinde kıvranarak, acıyla, umutla Pisirisinavdan dönmesini bekledik. Ne yazık ki beklentilerimiz boşunaydı. Pişiriş avdan dönmeden önceona yeni bir gözde gelmişti. Bir veliaht beklentisiyle tutuşan Pişiriş, yatağında yeni genç bir kızvarken Aşmunikala dönüp bakmayacaktı. Öyle de oldu. Başka çaresi olmadığını bilen Aşmunikalyeni gözdenin unutulmasını beklemeye karar vermişti. Ama karnı giderek büyüyor, haremdekikadınların gebeliğini fark etmesinden korkuyordu. Korktuğu başına gelmekte gecikmeyecekti.Hareme alman ilk kadın olan Puduha, Aşmunikaldeki tedirginliği anlayarak onu gözetlemeyebaşlamıştı. Aşmö* nikalın karnının büyüdüğünü fark edince, müjde vermek için Pisirise koşmuştu.Aşmunikalm hamile kaldığını duyan Pişiriş, önce şaşırmış, sonra öfkeden kudurmuş bir haldehareme dalmıştı. Benim öpmeye kıyamadığım Aşmunikalı bir tokatla404yere sererek, bu işi kimin yaptığını söylemezse, cinsel organını dağlatarak, onu öldüreceğinisöylemişti. Yediği ikinci tokatla bayılan narin Aşmunikal, sarayın en üst katındaki haremde Fıratabakan bir odaya hapsedilmişti.Beklemediği bu ihanetten büyük utanç duyan Pişiriş olayı herkesten gizlemeye çalışıyordu. Buyüzden olayın haremin dışına çıkmaması için kesin emirler vermiş, kadınları tehdit etmişti.Aşmunikal uyandığında kendisine haber verilmesini söyleyen Pişiriş oradan ayrılarak bu işi kiminyaptığını soruşturmaya başlamıştı. Pişiriş, Aşmunikalm kimlerle görüştüğünü sorgularken benimhâlâ hiçbir şeyden haberim yoktu. Saraydan bazı görevliler bu günahkâr kadının arada birkütüphaneye gittiğini de söylemişlerdi ama benden kuşkulanmayan Pişiriş, dikkatini Aşmunikalmüç ay önce anne babasına yaptığı ziyarete çevrilmişti. Ne olduysa orada olduğunu düşünüyordu. Buyüzden Aşmunikalm anne babasının saraya getirilmesini emretmişti.O sırada Aşmunikal kendine gelmiş, bunu fark eden Puduha, kralın anne babasını sarayagetirteceğini, onlara işkence yapacağını, bunu engellemek için âşığını açıklamasını istemişti. Birsüre düşünen Aşmunikal, Puduhaya "Aşığımı açıklayacağım, git kralı çağır," diyerek onu aşağıyayollamıştı. Puduha odadan çıkınca, Aşmunikal, haremin açık penceresinden kanadı kırılan dişi birkartal gibi aşağıdaki kayalıkların üzerine bırakmıştı kendini.Puduhanın haberiyle yeniden hareme gelen Pişiriş, Aşmunikalı göremeyince öfkeden deliyedönerek, yanındaki kadına vurmaya başlamıştı. Ama pencereden bakan muhafızlar ak kayalarınüzerinde Aşmunikalm al kanını görünce, Pişiriş de aşağıya inmiş, Aşmunikalm o güzelim bedeninicansız olarak bulmuştu. Ölümüyle bile ona meydan okuyan bu genç kadının gösterdiği cesaret
  • Pisirisi çileden çıkarmış, Aşmunikalm sevgilisinin bulunması için en yakın adamlarınıgörevlendirmişti.405Acı haberi yardımcım Eriya getirdi. O sırada ben kütüphaneye kapanmış, Asurların yeni kralıSalmanassarı kutlayan ve bağlılığımızı bildiren bir tablet yazıyordum. Eriya içeri girdi."Efendim," dedi. "Ludingirrayı seven, saygıdeğer Aş-munikal kendini saraydan aşağıya atmış.Ölüsünü kayalıkların üzerinde bulmuşlar."Evet, Eriya kütüphanenin kapısında durdu ve aynen bunları söyledi. O söyler söylemez kavradımgerçeği. Hiç şaşırmadım, kendi kendime itiraf etmemiş olsam da bekliyordum bu sonucu. Benimgösteremediğim cesareti o göstermişti. Bu acımasız, bu yalancı, bu hilebaz dünyayı bırakıp gitmişti.Yatağımın zevki, gecelerimin tatlı özlemi, günlerimin tedirgin heyecanı, yalnızlığımı kuşatangüzellik, gölgemi saran sıcaklık, aklımı zorlayan çılgınlık artık yoktu. Damarlarımda hüküm süren,ıtır kokulu, gece gözlü, yağmur saçlı sevgili, beni korkularımla, beni alçaklığımla baş başa bırakıphiç dönmemek üzere gitmişti.Ve ben bunu öğrenmiş olmama karşın çıldırmadım, saçımı başımı yolmadım. Felaketimi haberveren yardımcım Eriyaya, "Hayır, o Ludingirrayı değil beni seviyordu," diye bağıramadım. Sivriuçlu hançerimi giysilerimin altına gizleyip, Pisirisin zalim yüreğini deşmeye de kalkışmadım.Kütüphanenin ortasında öylece donup kaldım. Sonra alçaklığım su yüzüne çıktı; korku,şaşkınlığımı ve kederimi bastırdı. Pisirisin beni yakalayacağını, bana işkence edeceğini düşünmeyebaşladım. Üzüntümü gizledim, gözyaşımı tuttum, öfkemi belli etmedim. Sefil canımı kurtarmakiçin sevdiğim kadının parçalanmış gövdesine bakmayı bile göze alamadım.Ama korkum boşunaydı. Aşmunikal beni korumak için ölmüştü. Bunu ancak ertesi gün anladım.Yine de tedirginliğimden tümüyle sıyrılabilmiş değildim. Pisirisin bu işin peşini bırakmayacağınıdüşünüyordum. Aşmunikalla406ilişkimi bilen tek kişi başrahip Walvazitiydi, o da geçen yıl ölmüştü. Aşmunikalın karnındakiçocuğun babasının ben olduğumu tespit etmesi oldukça zordu. Olaylar düşündüğüm gibi gelişti. Odizlerimin bağını kesen korkudan kurtulmaya başladım ama artık bu dünyada bana huzur yoktu.Tanrıların yeryüzündeki temsilcisi Kral Pişiriş, babamın başını kestirmişti, sevdiğim kadının,çocuğumun ölümüne neden olmuştu ve ben ödlek Patasana, onun karşısına çıkmamış, yüzünetükürmemiştim. Korku, ışığı boğan karanlık bir gece gibi aklıma, yüreğime çökmüş, bütünbedenimi sarmıştı. Evet, ben bir korkaktım, ama korkaklar da intikam alırdı. Belki de en iyiintikamı korkaklar alırdı. îlan etmeden, sinsice bekleyerek, hiç kimsenin ummadığı bir anda...407yirmi altıncı bölümİlan etmeden, sinsice bekleyerek, hiç kimsenin ummadığı bir anda cinayetleri işlemeye başlamıştı.Yetmiş sekiz yıllık kin, yetmiş sekiz yıllık öfke ancak böyle ustaca düzenlenmiş cinayetlerleyatıştırılabilirdi. Evet, evet katil Abid Hocadan başkası olamazdı. Belediyeye gidinceye kadarbunları düşünmüştü Esra.Belediyeye vardıklarında, kapıda bir görevli yerlere kadar eğilerek karşılamıştı onları. Bir kanalyapımı işine gitmeseymiş Edip Başkan da burada olacakmış. Neylersin ki vazife her şeydenönemliymiş. Yarın gazeteciler geldiğinde burada olacakmış. Ama merak etmesinlermiş, belediyeonların hizmetindeymiş, istekleri emirmiş. Başkanla karşılaşmadığına sevinmişti Esra. Böylecesahte nezaket konuşmalarından kurtulmuştu. Görevliye fazla vakitleri olmadığını, hemen fotokopimakinesinin yanına gitmek istediklerini söyledi. Dudaklarından gülümseme eksik olmayan görevlianında uydu Esranın isteğine. Onları alt katta fotokopi makinesinin bulunduğu odaya indirdi. Neiçeceklerini sorduktan sonra onları fotokopi makinesiyle baş başa bırakıp gitti. Murat makineyiçalıştırırken Esra da cep telefonunun tuşlarına basmaya başladı. Ama Rüstemin cep telefonuna hâlâulaşılamıyordu. Yoksa Kemal bilerek mi kapattırmıştı telefonu. Daha neler... Bu kadarını dayapamazdı artık.
  • 409Belediyede işleri uzun sürmedi. Esra, soğuk sodasını bitirinceye kadar Murat fotokopileri çekmiştibile. Beledi-yeden çıkarken, camiye girmekte olan Abid Hocayı gördüler. Murat cipe binerken,Esra durup, dikkatle adamı izledi. Bedeninde bir yara izi var mı anlamak istiyordu. Ama Abid Hocason derece sağlıklı görünüyordu. Belki büyük bir yara değildir, gömleği gizliyordur, diye geçirdikafasından.Abid Hoca, insanlarla göz göze gelirse sırrının açığa çıkmasından çekiniyormuş gibi başını öneeğerek yürüyordu. Esra işleri karıştırmaktan korkmasa, gidip durdurur, adamı daha yakındankontrol eder, ağzını arardı. Ama Yüzbaşının bu işe çok bozulacağını biliyordu. Abid Hocanıncamiye girmesini çaresiz gözlerle izledikten sonra cipte onu bekleyen Murata katıldı. Abid Hocayıböyle yere bakarak yürürken görünce daha çok inandı katil olabileceğine. Beden diline çokinanırdı. İnsanların gizlemeye çalıştıkları duygularını, zaaflarını, yalanlarını çoğu kez beden dili eleverirdi. Abid Hocayla karşılaştıklarında da adamın bakışlarında kaypak bir ifade gördüğünüanımsıyordu. Evet, bu defa yanılmıyordu katil bu herif olmalıydı. Taşıdığı büyük yükükaldıramadığı için böyle kamburunu çıkarıp, yüzünü saklayarak sinsi sinsi yürüyordu. Ama hâlâçözemediği bir nokta vardı. Hadi yaşlı Hacı Settar neyse de, Reşat gibi temkinli bir adamı nasıl öl-dürebilmişti. Dün gece öldürülen zavallı son anda farkına varmış olmalıydı, kendini korumayaçalışmış, hatta katilini yaralamış ama kurtulmayı başaramamıştı. Onları önce bayıltmış, sonraöldürmüş olmalıydı. Adam hoca olduğu için kurbanlar kuşkulanmamıştır ondan. Rahatçasokulmuştur yanlarına. Kimin aklından geçer hocanın katil olacağı?Okula gelip, çardağın altındaki küçük topluluğu görünce, Kemal döndü sanarak, Muratın parketmesini bile beklemeden sevinçle atladı cipten. Ama sevinci boşunaydı.410Toplulukta Kemal yoktu. Önce Alman Arkeoloji Ensti-tüsünün istanbul Şubesinden Joachimitanıdı, Berndin konuştuğu iki Almanı da daha önce gördüğünü anımsıyordu. Bunlar dünİstanbuldan gelen ekip olmalıydı. Jo-achim Esrayı görünce gülümseyerek ayağa kalktı."Frau Esra, nasılsınız."Esranın dudaklarında zoraki bir gülümseme belirdi."Teşekkür ederim. Siz nasılsınız?" Konukların ellerini teker teker sıkarak hoş geldiniz, dedi.Timothy, Teoman ve Elif ortalıkta görünmüyordu. Odalarında çalışıyor olmalıydılar. Bu işyoğunluğunda tam da konuk ağırlayacak zaman, diye düşündü."Sizi kutlarım," dedi Joachim. İngilizce konuşmaya başlamıştı. İngilizcesi aksanlı olsa da, bozukTürkçesin-den daha iyi anlaşılıyordu. "Olağanüstü bir iş başardınız. Yıllardır kazılan bu yerde,böyle bir buluntuyu çıkarmak gerçek anlamda bir mucize. Arkeoloji çevreleri büyük ilgigösterdiler. Internet adresimize dünyanın her yanından e-mail yağıyor. Amerikadan, İngiltereden,Almanyadan Türkiyeye gelmek, tabletleri, kazı yerini görmek isteyen bir düzine akademisyen var.Gerçekten büyük olay."Esra engin gönüllü davranmaya çalıştı."Hepimizin başarısı, sizin de az katkınız olmadı. Sahi Antepteki hazırlıklar nasıl gidiyor?"Esranın hızlı İngilizcesini anlamak için dikkat kesilmişti Joachim."Her şey hazır," diye yanıtladı sonunda. "Dün küçük bir sorun çıktı. Berndle Timin sayesindehallettik. Bir saat önce Herr Krenckerle görüştüm. İstanbulda her şey hazırmış. Yarın sabahgeliyorlar."Daha fazla suskun kalamayan Bernd,"Biz de hazırız," diye atıldı. Sonra Esraya dönerek ekledi. "Birazdan arkadaşları kazı yerinegötüreceğim. Gazetecilerden önce görmelerinde yarar var.""İyi fikir," dedi Esra. Bunu söylerken bile bakışları411Joachimin üzerindeydi. "Akşam yemeğine kalırsınız ar-tık.""Ne yazık ki akşam otelde olmak zorundayız. Anka-radan gelecek olan gazeteciler bizi arayabilir."
  • Esra için bundan daha güzel bir haber olamazdı. Ama ısrar etti."Canım birazcık geç gitseniz ne olur."Bu kadar ısrarı alaturka bulan Joachimin gözlerinden bir küçümseme parıltısı geçti."Teşekkür ederim ama mümkün değil."Üzülerek de olsa kabul etmiş gibi göründü Esra. FotO kopileri düzenlemek için izin istedi.Erkeklerin hepsi aya-ğa kalktılar. Yarın otelde görüşmek üzere yedalaştılar.Okul binasında Timothynin odasının önünden geçer ken kapının açık olduğunu fark etti. Yaklaştı,aralık kapi dan içerde Gâvur Nadide ile torunun oturduğunu görünce geri çekildi. Şimdi onlaratakılıp zaman kaybedemezdi. Bilgisayarın bulunduğu dersliğe yöneldi.Teomanı bilgisayarın başında bıraktığı gibi oturur buldu. İçeri girer girmez sordu."Kemalden bir haber var mı?"Teomanın gözleri ekrana bakmaktan yorulmuştu."Yok," dedi gözlerini kırpıştırarak,"ne aradı, ne sordu. Sen Rüstemle konuşabildin mi?""Hayır."Esra elindeki dosyaları sıranın üzerine bıraktıktan sonra yeniden cep telefonuna sarıldı. Sonuçaynıydı. Aradığı numaraya ulaşılamıyordu."Telefonu yok muymuş bu açık hava müzesinin?" diye söylendi Teoman.„.*"Yokmuş, varsa bile benim konuştuğum kişi bilmiyor." Gözleri ekrana kaydı. Tabletlerle ilgiliyazıları gördü. "Sen ne yapıyorsun?""Tim tabletlerin arkalarındaki kolophonlarını çevirmiş. Yani Patasana Tabletlerinin özetiniçıkarmış.412Onları bilgisayara kaydediyorum. Basın toplantısında ge-rekebilirmiş.""İyi düşünmüş. Tabletlerde anlatılanlar hakkında mutlaka soru gelecektir."Kapıya yöneldi."Ben duş almaya gidiyorum," dedi. "Bütün vücudum terden yapış yapış oldu."Birkaç adım atmıştı ki durdu, dönüp cep telefonunu Teomanın yanına bıraktı."Bu sende kalsın belki Kemal arar."Kendini soğuk suyun altına bırakan Esra, dakikalarca orada kaldı. Sanki alnına çarpan sular,beynini kemirip duran düşüncelerle birlikte akıp gidiyor, ruhuna derin bir dinginlik aşılıyordu.Duştan çıktığında üzerinde bir yorgunluk hissetti. Kimseye yaklanmamak için hızlı adamlarlaodasına yöneldi. Şanslıydı odasına gidinceye kadar ne Halaf la ne de Timothy ile karşılaşmıştı.Yatağına uzanarak bir saat kadar uyudu. Uyandığında yine ter içinde kalmıştı. Kalktı, odasındançıktı.Timothy çardağın altında oturuyordu, Halaf ise akşam yemeği için mutfağın önünde kuru soğan,taze sarımsak soyuyordu. Timothyye yöneldi Esra."Merhaba, konukların gitmiş galiba.""Merhaba," diyerek toparlandı Timothy. "Gittiler."Keyfin yok gibi.""Ne yazık ki iyi haber veremedim kadıncağıza," dedi Timothy. O kadar üzgün görünüyordu ki onutanımasa ağlamış diyecekti Esra."Nasıl, abisi hakkında bir şeyler öğrenebildin mi?"Timothy iç geçirdi."Evet, New Yorkta oturan bir öğrencim olduğundan söz etmiştim. Ona mektuptaki adresibildirerek, Dikran Papazyanı araştırması için bir e-mail çekmiştim. Dün bana araştırmasınınsonuçlarını bildirdi.""Bu kadar çabuk mu?"413
  • "Şanslıymışım, öğrencimin boş zamanını yakalamışım. Aynı gün gitmiş adrese. Bina olduğu gibiduruyormuş. Ama adamı tanıyan kimse yokmuş. Yıllardır köşedeki barda çalışan Bili adında biradam varmış. Bilse bilse o bilir diyerek, benim öğrenciyi köşedeki bara yollamışlar. Gerçekten deyaşlı Bili, Dikran Papazyanı hemen tanımış. Dikran Papazyan arkadaşıymış. Onu bu mahalleyegeldiğinden beri tanıyormuş. Dikran, kız kardeşi Nadyayı Türkiyede bıraktıktan sonra annesiylebirlikte önce Ha-lepe, oradan da Beyruta geçmeyi başarmış. Ancak zaten hasta olan annesiBeyrutta ölmüş. Bir süre Beyrutta kalan Dikran, daha önceden Amerikaya kaçan akrabalarınınısrarı ile yeni dünyanın yolunu tutmuş. Akrabaları ona ev ve iş bulmuşlar. İşte Bili o günlerdentanıyormuş Dikranı. Dikran çok efendi, sessiz bir adammış. Hatta fazla sessiz bir adammış. Amaiçince sapıtırmış; önce ağlar sonra herkese saldırırmış. Güçlü kuvvetli bir adam olduğundan kolaykolay da zaptedilemezmiş. Bu yüzden Bili ona içki vermemeye başlamış. Çok yakışıklı bir adamolmasına karşın rahatsızlığının farkında olduğundan öteki insanlardan, özellikle de kadınlardanuzak durmaya çalışıyormuş. Ama kadınlar onu rahat bırakmamışlar. Sonunda Nancy Wilkinsonadında bir kadın onun aklını çelmiş. Dikran, Nancynin ısrarlarına dayanamayarak evlenmeye razıolmuş. Evliliklerinin ilk yılında her şey yolundaymış. Bir oğulları olmuş, ikiside çok mutluymuş.Dikran çocuğa Armenak adını vermiş. Ama çocuk büyürken Dikranin korkuları da artmayabaşlamış. Geceyarıları kâbuslar içinde uyanarak, oğlumu öldürecekler, diyerek çocuğun yatağınakoşuyormuş. Bu korkusu giderek paranoyaya dönüşmüş. Rastladığı herkese bebeği elindenalacaklarını söylüyor, çocuk en küçük bir rahatsızlık geçirse, oğlumu zehirledin diye karısını fecişekilde dövüyormuş. Kötü muamele ve dayağa ancak birkaç ay dayanan kadıncağız, kocasınınkendini öldüreceğinden korkarak, bir gece apar topar414evi terk etmiş. Karısının kaçmasından sonra oğluyla baş başa kalan Dikran iyice aklını kaçırmış.Onu muayene eden doktorlar tanıyı koymakta zorlanmamışlar: Paranoyak şizofren. Ve hemen akılhastanesine kapatılmış. İşte o günden sonra da Nadideye gelen mektupların arkası kesilmiş. Yirmiyıl önce de adam hastanede ölmüş."Etkilenmişti Esra,"Peki küçük Armenaka ne olmuş?" diye sordu."Akrabalarının tüm aramalarına karşın annesi bulunamamış. Zavallı çocuğu orta halli bir Amerikanailesi evlat edinmiş. Ama Amerikada bu işler bir tür gizlilik içinde yapıldığından artık onubulmamız imkânsız. Zaten Nadide Teyzenin de çocuğu bulmak için çok uğraşacağınısanmıyorum.""Nadide Teyze abisinin başına gelenleri öğrenince ne yaptı?""Ne yapacak önce içini çekerek ağladı, sakinleşince de mukadderat, diyerek eliyle gökyüzünügösterdi, O nasıl isterse öyle olur. Senin anlayacağın, Anadolu insanının binlerce yıldır kullandığıbir savunma sistemini kullanarak kendini avutmaya çalıştı. Çalıştı ama bu defa din işe yaramadı.Ne İsa, ne Muhammed, ne İncil ne de Kuranın söyledikleri onu yatıştırabildi. Dikkatle baktım,kara gözlerindeki keder hiç azalmamıştı. Onu böyle görünce, salak Timothy dedim, gerçeği nedenanlattın ki?""Senin ne suçun var?" dedi Esra. "Kendine haksızlık etme. Sen kadına yardım ettin.""Yardım ettiğimi sanmıyorum," dedi Timothy. Esra onu hiç böyle umutsuz görmemişti. "Onayapılacak en iyi yardım yalan söylemekti. Böylece uzaklarda vefasız da olsa bir abisinin olduğunudüşünerek yaşayacaktı. Ben gerçeği söyleyerek onun umudunu elinden aldım. Çok mu gerekliydigerçek?""Yapma Tim, böyle düşünmenin yanlış olduğunu415biliyorsun. Eğer gerçek olmazsa hiçbir şey olmaz. Bizi gerçeğe biraz daha yaklaştıracağı içinPatasananın Tabletle-rini bulduk diye sevinip duruyoruz.""Haklısın ama bunlar boş işler."
  • Esra anlayamamış gibi Timothye baktı. Aslında Ti-mothynin olanları fazla önemsemediğini,yaşananlara belli belirsiz bir aldırmazlık duygusuyla baktığını zaman zaman düşündüğü olmuştuEsranın. Şimdi bu düşüncesinde haklı olduğunu görüyor, yine de şaşırmaktan kendini alamıyordu."Söyler misin Esracığım," diye sürdürdü sözlerini Amerikalı. Tartışmaktan çok dert yanar gibiydi."Patasa-na Tabletleri bize bilmediğimiz hangi gerçeği öğretecek?""Geç Hititlerin sonu..." diyecek oldu Esra."Hayır hayır daha temel, daha evrensel olan hangi gerçeği öğretecek?"Esra ne demek istediğini anlayamamıştı. Timothy kendi sorusunu kendi yanıtlamak zorunda kaldı."İnsanoğlunun acımasızlığını değil mi? Patasana Tabletleri bu gerçeği anlatıyor. Bu bilmediğimizbir şey mi?" Sesini yükselterek tekrarladı. "Söyler misin, bu bilmediğimiz bir şey mi?"Gözlerini Esraya dikmiş ısrarla bakıyordu. Kısa bir süre sustuktan sonra sürdürdü sözlerini."İnsanlık tarihi başlangıcından itibaren bunu anlatıyor zaten. Kimi aptalların, insan iyidir, insangüzeldir, insan yücedir diye saçmalamaları bu gerçeği değiştirmez..."Sustu, konuşmakta zorlanıyormuş gibi derin derin nefes aldı."Uzun süredir kazılara neden katılmadığımı biliyor musun?"Bilmiyorum dercesine boynunu büktü Esra."Şu sözünü ettiğimiz gerçek yüzünden," dedi. "Vietnamda yaşadıklarım beni hasta etmişti. Birklinikte aylarca psikolojik tedavi görmüştüm."416Timothynin önemsiz bir ayrıntıymış gibi söylediği bu sözler Esrayı şaşırtmıştı. Demek Amerikalıpsikolojik tedavi görmüştü. Eşrefin savaş sendromu yaşadığından söz ederken kendinden emin tavrıdemek bu yüzdendi. Aynı duyguyu kendisi de yaşamıştı, bu yüzden Yüzbaşıyı anlıyordu. Pekibugüne kadar niye anlatmadı acaba? Kim anlatırdı ki? Ben psikolojik tedavi gördüm demek o kadarkolay değildi. Yine de Timothy gibi kendisiyle barışık bir adamın bunu söylemektençekinmeyeceğini sanıyordu. İşte söylemişti ya. Ama neden sonra."Gerçek adını bilmediğim ama Jerry diye çağırdığım, dik kızıl saçlı, iri yapılı bir psikolog vardı,"diye anlatmayı sürdürdü Timothy. "Ötekilerden çok farklıydı. O bana savaşın doğal bir olayolduğunu anlatırdı. Yeryüzünde insan öldüren tek kişi sen değilsin derdi. Senden önce milyonlarcainsan başkalarını öldürdü. Yani davranışın normaldi. Kendini suçlama. Ben, onun telkinleriylekendime geldim. Bu vahşet duygusunun, bu öldürme güdüsünün yalnızca çağımıza özgü birhastalık olmadığını ilk ondan öğrendim. Yanımda ölen, kolu bacağı kopan, acıyla inleyen, korkuylatitreyen arkadaşlarımı, yaktığımız köylerdeki kömürleşmiş cesetleri, erkek kadın demeden kurşunadizdiğimiz Vietkong savaşçılarının çığlıklarını böyle unuttum. Savaştan sonra mesleğime Jerryninrehabilite seansları sayesinde dönebildim.Yaşadığım korkunç olayları unutmak için döner dönmez mesleğime dört elle sarıldım. Artıköldürme zamanı sona ermiş yaratma zamanı başlamıştı. Ben bir bilim adamıydım, insanların dahagüzel, daha gelişmiş bir gelecek kurmaları için yitik zamanları açığa çıkarmalıydım. Bilinmeyenuygarlıkların bize öğretecekleri çok şey olmalıydı. Bunları öğrenmek için Yaledeki masterdansonra hiç beklemeden Mezopotamyaya geldim. Umutla, inançla, kararlılıkla kazdım toprağı. Amakazdığım her höyük, her tümülüs, her antik kent, her tapınak, her kütüphane, her417mezar ne yazık ki bana Jerrynin söylediklerinden farklı bir şey göstermedi; İnsanoğlu yalnızcaçağımızda değil, varoluşundan beri kan dökmekten, ötekine acı çektirmekten zevk alan, iflah olmazbir zalimdi. Yine de yılmadım belki tersini gösteren bir tablet, bir yazıt, bir kabartma, bir işaret,bulurum diye yeniden yeniden toprağı kazdım. Ama zan altındaki babasının suçsuzluğunuispatlamaya çalışan ama bulduğu her ipucunun, her kanıtın, her tanığın babasının bir canavarolduğunu ispatlamasıyla yıkılan bir dedektif gibi her defasında acı ve utanç içinde kıvrandım. Buyüzden beş yıl önce kaçıp buralara geldim. Buradaki görece geri yaşamda yeni dostluklar, beniyaşama bağlayacak basit güzellikler bulmaya çalıştım. Bunu kısmen başardım da; Antepte,kasabada, köylerde dostlarım oldu, onlar yaşamlarında cömertçe yer verdiler bana. Nar çiçeğinin
  • kırmızısının ne kadar göz alıcı olduğunu, eriğin tatlı mayhoşluğunu, üzümün lezzetini, bir türkününezgisindeki mucizeyi keşfettim. Ama bütün bunların, o peşimi bırakmayan gerçekle yan yanayaşandığını da keşfettim. Amerikadaki, Viyetnamdaki vahşetin aynısı burada da vardı. Ölümleriduymamak için haberleri dinlememeye, gazeteleri okumamaya başladım. İnsanoğlun-dan, yanikendimden kaçmaya çalıştım. Ama olmadı, kendinden kaçamıyorsun... Kazıda çalışmayı teklifettiğinde, kabul etmeden önceki duraksamam bu yüzdendi. Bir kez daha o lanet olası sonucaulaşmaktan korkuyordum. Korktuğum da başıma geldi. Yalnızca Patasananın Tabletlerinde değil,şu yaşlı kadının göçlerle, etnik düşmanlıklarla, din bağnazlıklarıyla zedelenmiş yaşamında da aynıkorkunç gerçek dikildi karşıma."Timothy konuşurken Eşrefin anlattığı olayı anımsadı Esra. Artık duymayı kanıksadığımız çatışmahaberlerini, kayaların kovuklarında parçalanmış yatan Kürt gençlerinin ölülerini, bayrağa sarılıtabutlarda gözyaşları ve feryatlarla uğurlanan asker cenazeleri bir bir geçtiler gözlerinin418önünden. Timothyyi anlıyordu, onun duygularını paylaşıyor, aynı acıyı yüreğinde hissediyordu.Ama mesleğinde bu kadar iyi olan bir adamın, arkeolojiye küsmesine, işinden soğumasına gönlürazı olmuyordu."Haklısın ama yine de biz görevimizi yapmalıyız," dedi. Sesi yeterince kararlı çıkmamıştı amasürdürmeye çalıştı. "Hiç değilse insanlara bu gerçeği göstermiş oluruz...""Patasananın Tabletleri gibi binlerce belge bulup çıkarsak yine yararı olmaz Esracığım. İnsanoğluçok aptal bir yaratık.""Peki ne yapacağız o zaman?" diye söylendi Esra. Her zaman ona umut aşılayan, destek verenmeslektaşının karamsarlığına sinirlenmeye başlamıştı. "İnsanoğlu acımasız diye, doğasında katillikvar diye hiçbir şey yapmayacak mıyız?""Kuşkusuz yapacağız," dedi Timothy. Konuşmasını sürdürecekti ki, elinde Esranın cep telefonuylaTeoman koşarak yanlarına yaklaştı."Seni arıyorlar," dedi soluk soluğa, "Antepteki müzeden."Esra heyecanla aldı telefonu. Arayanın Rüstem olduğunu sanıyordu. Sonunda Kemalden haberalacaktı. Ama umduğu gibi çıkmadı. Arayan sabah konuştuğu sekreter kızdı. Rüstem Beyle iletişimkurmuş, Esranın aradığını bildirmişti. Rüstem Bey de cep telefonunda bir arıza olduğunu, yarınbasın toplantısında Esra Hanımla görüşebileceklerini söylemişti. Hepsi bu kadardı."Bu hıyar, kesinlikle Rüstemin yanında," dedi Teoman, "yoksa Rüstem nereden bilecek basıntoplantısını? Biz haber vermedik ki."Esranın yüzü de umutla ışıldamıştı."Doğru," dedi, "adama haber vermeyi unuttuk. Basın toplantısını Kemalden duymuştur. Demek kiyarın sabaha kadar ortalığa çıkmayı düşünmüyor beyefendi. Basın toplantısı filan demeyip canınaokuyacağım onun."419Timothy karamsarlığını sürdürüyordu. Hiçbir şey söylemeden, başını öne eğerek öylece durdu.Konuşmalardan Kemalle ilgili bir gelişme olduğunu sezinleyen Halaf soğanı, sarmısağı bırakıp,yanlarına gelmişti. Onun meraklı bakışlarıyla karşılaşan Esra,"Yeni bir gelişme yok," dedi, "kendi kendimize tahminde bulunuyoruz.""İnşallah sağ salim çıkıp gelir," diye mırıldandı Halaf."İnşallah."Halaf in hâlâ karşısında dikildiğini gören Esra,"Soracağın bir şey mi var?" dedi."Benim değil ama senin soracağın bir şey olmalı?" dedi. Dudaklarında alıngan bir gülümseyişbelirmişti."Öyle mi? Ne sormam gerekiyormuş?""Akşama ne pişirdiğimizi? Her öğlen sorardın?"Esra gülmeye başladı.
  • "Allah iyiliğini versin, ben de önemli bir şey sandım.""Önemsiz olur mu?" diye atıldı Teoman, "yemekten daha önemli ne var şu dünyada?""Tamam tamam... Ne yiyormuşuz bu akşam?""Şiveydiz," dedi Halaf.Esra da Teoman da bu adı ilk kez duyuyorlardı, birbirlerine baktıktan sonra aynı anda sordular:"O da ne?""Çok güzel bir yemek."Esra yadırgamıştı, güvensiz gözlerle aşçıya baktı."Time sorun," dedi Halaf. Yemeğinden kuşku duyulmasına gücenmişti. "Nasıl bir yemek olduğunuo iyi bilir."Dalgınlığından sıyrılan Timothy, *&"Ne?" diye sordu."Şiveydiz," dedi Halaf.Amerikalı gülümsemeye çalıştı."Enfes bir yemek," dedi, "çok farklı, çok değişik..."Halaf, gördünüz mü dercesine baktı.420"Bakalım biz beğenecek miyiz?" dedi Esra. "Bu arada yemeği biraz fazla yap. Belki Yüzbaşıuğrar."Çapkın bir gülümseme yayıldı Teomanın geniş yüzüne."Büyük adamsın Halaf," dedi, -"yemeğini bir yiyen bir daha unutamıyor. Yüzbaşı dün buradaydı,bak bu gece yine geliyor."Esra, arkadaşının kendisine laf vurduğunu anlamıştı ama aldırmadı."Zaten kazıdan sonra bir lokanta açacağım kasabada," dedi mutfağa yönelmeden önce Halaf."İyi fikir, adını da Hitit Aşevi koy. İlk müşterin de hazır. Yüzbaşı Eşref."Teoman ileri gitmeye başlamıştı. Bir punduna getirip kulağını çekmeliydi. Akşam Yüzbaşınınyanında da bu densizliğini sürdürmese bari, diye düşündü Esra. Teoman densizliğini sürdüremediçünkü Yüzbaşı yemekten bir saat önce telefon edip gelemeyeceğini bildirdi. Önemli gelişmelervardı. Sesindeki heyecandan da anlaşılıyordu bu. Telefonda anlatamazdı ama şu kadarınısöyleyebilirdi ki Hacı Abidi karakola çağırmıştı. Birazdan onunla konuşacaktı.Abidin sorgulanacağına çok sevindi Esra. Gelmeyeceğine çok üzüldüm demesine karşm aslındaYüzbaşının yemeğe katılamayışına da memnun olmuştu. Bunu iki nedeni vardı; ilki çok sıkgörüşmeye başlamışlardı; bu da ekip-tekilerin dikkatini çekiyordu, ikincisiyse dünkü Ermenitartışmasının bu gece yeniden alevlenebileceğinden korkmasıydı. Gerçi Bernd bütün gün konununkapağını kaldırmamıştı ama ona nasıl güvenebilirdi ki?Halaf in tuhaf isimli yemeği gerçekten de nefisti. Yalnızca obur Teoman değil yemeklerle arası pekiyi olmayan Elif bile şiveydizin tarifini vermesi için rica etti Halaf a. Baraklı aşçı da hiç üşenmedenkeyifle anlatmaya başladı:421"Önce parça etleri tencereye koyacaksın yanlarına nohut da ekledikten sonra pişmeye bırakacaksın.Başparmağın ikinci boğumu büyüklüğünde kesilen taze soğan ve sarımsakları daha sonra tencereyeatacaksın. Başka bir kapta süzülmüş yoğurda bir yumurta kırıp kaynatacak, kaynamış yoğurdu ötekitencereye aktararak karıştıracaksın, pi-şince de üzerine, nane, haspir ve kara biber dökerektabaklara koyacaksın."Tarifi can kulağıyla dinleyen Teoman,"Haspir de neyin nesi?" diye sordu."Şu yemeğin üzerindeki kırmızı otlar var ya. İşte onlar haspir. Bedene güç, yemeğe lezzet verir."Çaylar içilirken yapılan hazırlıkları son bir kez gözden geçirdiler. Gazetecilere dağıtılacak Türkçeve İngilizce metinler hazırdı, Timothy ile Bernd konuşmalarını tamamlamışlardı, Elif fotoğraflarıtab etmeye başlamıştı, Teoman tabletlerin özetini bilgisayara yazmış, iki nüsha olarak çıkışlarını
  • almıştı. Eksik yok gibi görünüyordu. Esra içinde tatlı bir dinginlik hissetti. Kemalin ortadankaybolmasıyla bir kâbus gibi üzerine çöken tedirginlik onu terk etmeye başlamıştı anlaşılan.Arkadaşlarını sevecen gözlerle tek tek süzdü."O halde bu gece iyi bir uykuyu hak ettik," dedi. Sesi yorgun ama kedersizdi. "Unutmayın yarınerken kalkılacak."Bu uyarıya karşın kimse yatağa gitmedi. Teoman bulaşıkların yıkanmasına yardım ederek, bir süredaha yemekler üzerine çene çaldı. Bernd yarın yapacağı konuşmayı yeniden gözden geçirdi, sonunubeğenmedi, iki kez düzeltti. Fırat kenarında yürüyüşe çıkan Timothy ile Murat, Azteklerde insankurban etme geleneği üzerine bîr sohbete tutuştular. Elif ise Esrayı odasına çağırarak yarıngiyeceği elbiseyi seçerken yardımcı olmasını istedi. Ama genç kız o kadar ince eleyip sıkdokuyordu ki, Halaf gelip Yüzbaşınm çardakta onu beklediğini söyleyene kadar odadan çıkamadıEsra.422Yüzbaşı mı gelmişti? Bakışları saatine kaydı; on birdi. Bu vakitte geldiğine göre önemli birkgelişme olmalıydı. Elifin, "Krem rengi bluz yakıştı mı," diye sormasına aldırmadan aceleyle çıktıodadan.Yüzbaşı çardağın altında tek başına ayakta duruyordu, onu getiren cip ön farları açık olarak,ilerideki yolun üstünde bekliyordu. Yüzbaşı gergin görünüyordu ama Esrayı fark edincegülümsemeye çalışarak,"İyi akşamlar," dedi."Hayrola?" diye sordu Esra. "Kötü bir şey yok ya?""Korkacak bir şey yok." Bunu söylerken bakışlarını kaçırmıştı. "Avcılar terk edilmiş bir sığınakbulmuşlar. Sığınakta bir de ölü terörist varmış. Oraya gidiyorduk. Yolumuzun üstünde olduğun içinuğrayayım dedim.""Tehlikeli bir durum yoktur, değil mi?""Sanmıyorum. Mahmutla arkadaşlarının sığınağı olmalı. Köye inmediği zamanlar oradakalıyorlardır.""Ya ölü terörist?""Belki geçen günkü çatışmada yaralanmıştır, sığınağa kadar kaçmayı başarıp, orada ölmüştür."Yüzbaşı yalnızca bunları söylemek için gelmiş olamazdı. Yüzündeki bu ezik ifade, göz gözegelmekten korkan bu bakışlar, sinirli sinirli hareket eden kollar... Birden anladı Esra."Abid Hoca ne oldu?" diye sordu, manidar bir sesle."O suçsuz," dedi Yüzbaşı. İki sözcük hızla dökülmüştü ağzından.Benden bir şey gizliyor, diye düşündü Esra."O suçsuz," diye yineledi. Bu kez daha yavaş çıkmıştı sözcükler ağzından. Ürkek bakışlarını gençkadına çevirerek açıkladı. "Cinayet işlenirken başka yerdeymiş. Tanıkları var.""Son cinayet işlenirken mi?""Evet.""Ya Reşat öldürülürken?"423"Bak Esra," dedi Eşref. "Abid Hoca suçsuz. Tanıklarla konuştum. Suçlu olduğunu gösteren hiçbirkanıt yok.""O halde neden sorgulama gereği duydun?""Emin olmak istedim.""Suçsuzum deyince de emin oldun, öyle mi?""O kadar basit değil. Sana onun suçsuz olduğunu söylüyorsam, suçsuzdur. Bana güven."Esra buz gibi bakışlarla süzdü Eşrefi. Bir şey gizlediğinden emindi ama onun bir katili saklayacakkadar aşağılık biri olmadığını da biliyordu. Açıkça sordu:"Onu korumuyorsun değil mi?""Ne demek istiyorsun?"
  • Yüzbaşının öfkeyle yanan gözlerine bakan Esra iyice emin oldu; hayır, Eşref, Abid Hocayıkorumuyordu."Benden bir şeyler gizliyorsun," dedi. Sesi yumuşamıştı. "Bu da beni kuşkucu yapıyor."Haklıydı. Eşref, Abid Hocanın istihbarat birimleri için çalıştığını saklıyordu. Reşat Ağanınöldürüldüğü gece Abid Hoca kız kardeşinin köyünde görülmüştü. İşte bu nedenle Yüzbaşı onukarakolda sorgulama gereğini duymuştu. Abid Hocaya Reşatın öldürüldüğü saatlerde neredeolduğunu sormuştu."Evimdeydim," demişti Abid Hoca. "Köyden geç saatlerde döndüm."Ama yalnız kalıyordu, onu onaylayacak kimse yoktu."Ya dün gece neredeydin?" deyince, Antepte olduğunu söylemişti. Bir arkadaşının yanına gitmişti.Arkadaşının adını, adresini istemişti Yüzbaşı. Hoca vermeye yanaşmayınca,"Üç cinayetin zanlısı olarak burada bulunuyorsun," diye onu uyarmıştı Yüzbaşı.Cinayet lafını duyan Abid Hoca telaşlanmış, telefon etmek istediğini söylemişti. Bu isteğini kabuletmemişti Yüzbaşı."Ya Antepte görüştüm dediğin kişinin ad ve adresini424verirsin ya da seninle başka türlü konuşuruz," demişti.Endişelenmeye başlayan Abid Hoca, işbirliği yapmaya karar vererek, yalnız konuşmak istediğinisöylemişti. Yüzbaşı askerlerini dışarı çıkarınca Abid Hoca Antepte görüştüğü kişinin TerörleMücade Şubeşinden Başkomiser Yılmaz olduğunu söylemişti. Onu ararsa gerçeği öğrenirdi.Yüzbaşı inanmayan gözlerle Abid Hocaya bakmış ama Terörle Mücadele Şubesini aramaktan dageri durmamıştı. Telefona çıkan başkomiser önce Eşrefin kendisini aramasına bir anlamverememiş, ama durumu öğrenince,"Evet," demişti, "Abid Hoca, dün gece benimleydi. Ona güvenebilirsiniz, devletine bağlı biryurttaştır."Yine de emin olamamıştı Yüzbaşı. Jandarma istihbarattan Albay Nedimi aramış, BaşkomiserYılmazı sormuştu. Kesinlikle güvenilir biriydi. Bunun üzerine Abid Hocadan özür dilemiş,gidebileceğini söylemişti."Umarım bu aramızda kalır," demişti Hoca yanından ayrılırken.Kesinlikle aralarında kalacaktı, çünkü bu, bir devlet sırrıydı. Bu yüzden Esraya da söylememişti.Kendisinden bir şeyler sakladığını bilmesine karşın inandı Esra ona. Bu inanç, ne somut bir kanıtın,ne birlikte yaşanmış yılların kazandırdığı güvenin, ne de sağlam bir sözün üzerinde yükseliyordu;sonu belirsiz, sürekli değişkenlik gösteren, adına sevgi dedikleri bir ilişkiye dayanıyordu yalnızca.Üstelik Esranın Yüzbaşıya inanması hiçbir sorunu çözmediği gibi Hacı Settarın ölümünden buyana yanıtlanması beklenen asıl soruyu kaygı verici bir biçimde yeniden gündeme getiriyordu:Abid masumsa, katil kimdi? Bunu Yüzbaşı da bilmiyordu. Şu anda düşünmek de istemiyordu.Yanıtı belirsiz soruları Esraya bırakarak ayrıldı okuldan; kafasında yalnızca kovuktaki ceset vardı.425yirmi altıncı tabletAşmunikalın cesedi kayboldu. Pişiriş, onun parçalanmış bedenini ailesine vermedi, ölengözdelerine yaptığı gibi bir küpün içine koyup gömdürtmedi, ne yaptığını kimseye söylemedi.Aşmunikalın tanrıçaları kıskandıracak kadar güzel olan bedenini kayıplara karıştırdı, yok etti.Pişiriş, Aşmunikalın kendisini aldatmasından çok, kısır olduğunun anlaşılmasına kızıyordu.Kendisinin yıllardır bildiği gerçeği artık saraydakiler de öğrenmişlerdi. Bu utanç verici olayınsarayın dışına da sızmasından korkan kral soruşturmayı uzatmadı. Halka, Aşmunikalın bir kazasonucu haremin penceresinden düştüğü yalanı yayıldı. Aşmunikalın annesiyle babasıysa, sıkı birgözdağı verildikten sonra serbest bırakıldı. Aşmunikal hakkında benimle bir kere konuştu. Onu enson ne zaman gördüğümü sordu, hangi tableti okuduğunu sordu, üzgün olup olmadığını sordu.Sorularını soğukkanlılıkla yanıtladım. Başını ağır ağır sallayarak beni dinledi. Sonra başka birkonuya geçti.
  • Pişiriş ömrünün en kötü yıllarını geçiriyordu. Büyük Hitit Krallığını yeniden kurma hayalleriAsurların saldırısıyla yarıda kalmıştı, kısır bir erkek olduğu ortaya çıkmış, geriye soyunusürdürecek kimsenin kalmayacağını anlamıştı. Onun gibi hırslı birinin bunları kabul etmesi çokzordu. Pişiriş kendini, çocukluğundan beri çok sevdiği ava verdi. Her fırsatta kendini kentin kalınsurlarının dışına atıyor, günlerce dönmüyordu. O, keyifli av partilerinde, başarısız yıllarınıunutmaya, yaralanmış onurunu iyileştirmeye çalışırken, ben içimde, onu mezara sokacak öfkeyibüyütüyordum.Evde, sarayda, kütüphanede, Fırat kıyılarında hep426ondan nasıl intikam alacağımı düşünüyordum. Kısa süreli bir intikam olmamalıydı; ona kuracağımtuzağı ağır ağır, kusursuz biçimde hazırlamalıydım. Pişiriş ne yaptığımı anlamamalıydı, tuzağadüştüğünü farkettiğindeyse çok geç olmalıydı. Bu güzel intikam için bana gereken en . önemli şeysabırdı. Kör bir yılan gibi hareketsiz durarak avımı ele geçirmek için uygun fırsatı beklemeyebaşladım.Bu arada artık dedikodusu yapılmaya başlanan bekârlığıma son vererek, dikkatleri üzerimdenuzaklaştırdım. Soylulardan birinin kızı olan Pişşuwattiyle evlendim. Annem mutluydu, evlendiğimkız mutluydu, onun ailesi mutluydu, Pişiriş mutluydu, benim mutlu olmamaysa daha zaman vardı.Barış yıllarıydı. Asurlular kendi dertlerine düşmüşlerdi. Salmanassar kısa ömürlü bir kral oldu.Onun yerine tahta geçen Sargon karışıklıklarla sarsılan bir imparatorluk devralmıştı. Krallıkta kanlaegemenliğini kanıtladıktan sonra gözlerini dışarıya çevirdi.Urartuların yeni kralı Rusa, Asurlulardan eski yenilgilerinin acısını çıkarmak için yanıptutuşuyordu. Bu amacını da gizlemiyor, bize yazılan tabletlerde, görüşmelerde dile getirmektençekinmiyordu. Rusadan gelen tabletleri Pisirise okurken, yaşlanmaya başlamış gözlerinde eskigünlerdekine benzer parıltıların canlandığını görüyordum. İntikamımı almak için bu parıltılarınardında yatan cesur ama akıldan yoksun düşüncelere ihtiyacım vardı. Fakat geçmiş yenilgilerinderslerini unutmayan Pişiriş temkinliydi. Urartularla arayı iyi tutmak isterken, onlara açık destekvermekten de kaçınıyordu.Beklemeliydim. Zaman, Pisirisin belleğini bulandırın-caya kadar, geçmişte yaşananlarunutuluncaya kadar, vahşetin izleri belirsizleşinceye kadar beklemeliydim. Bekledim. Günlerce,aylarca, yıllarca bekledim. Karım hamile kaldı, ilk oğlum oldu, bekledim, saçlarıma kır düştü,alnımda kırışıklıklar belirdi, bekledim. Annem öldü,427ikinci oğlum oldu, bekledim. Urartular iyi niyet mektupları yollamayı, Asurlular vergileri artırmayısürdürdüler, bekledim.Pişiriş herkesin içinde Asurlulardan öfkeyle bahsetmeye başlayınca bekleme süremin sona erdiğinianladım. Ustaca girdim Pisirisin aklına. Asurlulara çok kızmasına karşın Urartulularla aynı saftayer almaktan hâlâ korkuyordu. Bunu fark edince, onu mahvedecek başka bir yol önerdim.Asurlularla açıkça savaşa girmeseler de, onları yenmek için fırsat kollayan Frigyalılarla ilişkimizigeliştirmekten söz ettim. Yakın bir gelecekte Asur Kralı Sar-gonla Urartu Kralı Rusanın savaşmasıkaçınılmazdı. Savaşı kim kazanırsa kazansın her iki kral da yorgun düşecekti. Böyle bir durumdaorduları yıpranmamiş Frigyalılarla birlikte davranarak Asurlulardan kurtulabilirdik. Önerim,Pisirisin ilgisini çekti. Yapacaklarımdan habersiz olan hırslı ama aptal Pişiriş hiçbir tehlikesiyokmuş gibi görünen bu öneriyi kabul etti. Hemen Frigyanın bilge Kralı Midasa iyi niyetlerinibildiren bir tablet yazdırdı. Tableti alan Midas çok sevindi. Onun yerinde hangi kral olsa sevinirdi.Çünkü can düşmanı olan Asurluların yönetimindeki bir krallık ona yakınlaşmaya çalışıyordu.Hemen memnuniyetlerini bildiren tablet geldi. Benim de kışkırtmalarımla iyice cesaretlenen Pişirişbu kez niyetini açıkça dile getiren bir başka tablet yazdırdı. Asurluların barbarlığını, HititKrallıklarını kene gibi sömürdüklerini anlatarak, Midası bir kurtarıcı olarak nitelendirdi. Mi-dasınyanıtı daha cömertti. Pisirise her türlü yardıma hazır olduğunu bildiriyordu.
  • Bu yazışmalar sürerken, Pisirisin en güvendiği adam,, ben Patasana, Asurluların Dış »BölgelerYönetimindeki komutanla ilişkiye geçmiştim bile. Asurlu komutana, Pisirisin ülkemizi kanlı birserüvene sürüklemekte olduğunu söyleyerek, Kral Sargona iletilmek üzere Midasa yolladığımıztabletlerin birer örneğini vermeye başlamıştım.428O sıralar Suriye ve Mısırla işini bitiren Sargon ordularının yönünü yukarı Fırata çevirdi. ÖnceTabala gelen Sargon, bu ülkeye kendisine bağlı bir kral atadıktan sonra, Urartularla savaşagirmeden önce bizim kapımıza dayandı. Artık Pisirisle hesaplaşacaktım. Sonunda babamın,Aşmunikalın, doğmamış çocuğumun intikamını alacaktım.429yirmi yedinci bölümSonunda o an gelip çatmıştı. Mesleğe başladığından beri, her arkeolog gibi Esra da geçmişinkaranlık sayfalarını aydınlatacak kanıtlara, belgelere, izlere ulaşmak için yanıp tutuşuyordu.Acımasız zamanın depremler, savaşlar, yangınlar, göçler, salgın hastalıklarla, izlerini silmeyeçalıştığı yitik uygarlıkların gerçek resmini gösterebilecek önemli bulguları çıkaran o efsaneviinsanlardan biri olmak meslekteki herkes gibi onun da hayallerini süslüyordu. Sonunda istediğinekavuşmuştu işte; yüzlerce arkeologun bütün ömürlerini adamalarına karşın yanına bileyaklaşamadıkları bir düşü, o, hem de genç yaşta gerçekleştirmişti.O sabah yüreğindeki heyecanı hiçbir olayın gölgelemesine izin vermeyerek, sevinçle çıktı yataktan.Oysa gecenin geç saatlerine kadar tedirginlik içinde kıvranıp durmuştu. Yüzbaşı, Abid Hocanınkatil olmadığını söyleyince Berndi düşünmeye başlamıştı yeniden. İyi de katilin yaralanmış olmasıgerekmiyor muydu? Bernd sapasağlamdı. Ya da en azından öyle görünüyordu. Öyle görünüyor-dusu var mıydı canım, sağlamdı işte. Yarasını üzerindeki ince tişörtle gizleyecek hali yoktu yaadamın. Bu da cinayetleri onun işlemediğini gösteriyordu. Bakalım Yüzbaşı inanacak mıydı buna?Geçen geceki tartışmadan sonra431Berndi potansiyel düşman olarak görmeye başlamıştı. Bir de onu gözaltına alıyor muydu? Böylebir durum olursa, zaten Kemalin yokluğu nedeniyle huzursuz olan ekibin iyice tadı kaçardı.Fırsatını bulur bulmaz Yüzbaşıyla konuşup, Berndin suçlu olamayacağını anlatmalıydı. Ama yagerçekten Bernd suçluysa? Berndin söylediği gibi karısının ailesi Hataydan değil de bu bölgedengöçtüyse? Ve hâlâ burada akrabaları varsa? Bernd bu cinayetleri onlardan birinin yardımıylaişlediyse? Ardı ardına sökün eden sorular uykusunu iyice kaçırmıştı. Neler saçmalıyordu böyle!Berndin bölge halkından bir kişiyle bile sohbet ettiğini görmemişti. Anlaşılan yine abartmayabaşlamış, o iflah olmaz paranoyası depreşmişti. Bu konuları aklından çıkarmalıydı artık. Günlerdirharcadıkları çaba, sonunda meyvesini vermiş, başarmışlardı. Bundan daha önemli ne olabilirdi?Ama o, başarının tadını çıkarmak dururken, amatör bir polis gibi aklını çözülmeyen cinayetlere,kuşkulu kişilere takmıştı. Doğru düşünce, diyen babasını anımsadı yine. Gerçekten de artık aklınıdisipline etme zamanı gelmişti. Kemalin yokluğu onu tedirgin etse de, cinayetleri işleyen kişihenüz bulunamasa da bütün ilgisini basın toplantısı üzerinde yoğunlaştırmalı, başka hiçbir konuyudüşünmemeliydi. Bu önemli sınavı başarıyla ver-¦ dikten sonra yeniden cinayetlere dönebilirdi.Aldığı bu kararla kendinden hoşnut, gözlerini sımsıkı yummuş, iradesinin güçlü olduğundan mı,yoksa yorgun düştüğünden mi bilinmez kısa sürede de uykuya dalmıştı. Uyandığında kaygılarındankurtulmuş gibiydi. Kalkıp duş aldı, giyindi. İsyankâr, dalgalı saçlarını düzene soktu. Aynadakendine bakarak, basın toplantısında nasıl görüneceğini kestirme- ye çalıştı. Gözlerinin önündecanlanan görüntüden memnun kalarak çıktı odadan.Kahvaltı masasında toplanan arkadaşları da benzer bir ruh hali içindeydi, ilk kez bu sabah,yatağından kalkama-yan, geç kalan, masaya uykulu gözlerle gelen kimse yoktu.432
  • Yüzlerinde tatlı bir gerginlik, gözlerinde başarmış olmanın verdiği gurur okunuyordu. Çalışmalarsırasında giyilen yırtık blucinler, lekeli kotlar, güneşte rengi solmuş tişörtler çıkarılmış, ütülüpantolonlar, etekler, bluzlar, gömlekler giyinilmişti.Elifin tab ettiği bazı fotoğrafların kötü çıkması dışında bütün hazırlıklar plana uygun olarak,kusursuz bir biçimde tamamlanmıştı. Kazı ekibi gazeteci ordusunun karşısına çıkmaya hazırdı.Onları böyle bayram çocukları gibi güzel giysiler giyinmiş, tatlı bir telaş içinde gören Halaf olayakendini kaptırarak,"Basın toplantısına ben de gelebilir miyim?" diye sordu."Ne yazık ki olmaz," dedi Esra, "burada birinin kalması gerek. Gazeteciler buraya da gelecekler.Ortalıkta en ufak bir dağınıklık olmamalı. Arkadaşlar odalarını topladılar ama biz gittikten sonra birde sen kontrol edersen iyi olur."Israrcı olmadı Halaf. Askerliğini komando olarak yapmıştı; disiplinin önemini bilirdi. O da ekibinbir parçasıydı. Burada kal diyorlarsa, burada kalacaktı.Berndin ünlü soğukkanlılığı bu sabah kaybolmuş gibiydi. Kahvaltısını herkesten önce bitirerek,geç kalmamaları gerektiğini tekrarlayıp duruyordu."Biraz sakin ol Bernd," dedi keyifle yemeğini yiyen Teoman, "daha saat sabahın beşi.""Ama yolumuz uzun," dedi Alman, "Antepte yapılacak işler var.""Yetişiriz, yetişiriz merak etme."Acele eden yalnızca Bernd değildi."Ne kadar erken gidersek o kadar iyi," diyerek onu destekledi Timothy. Bu sabah o da biraz sinirligörünüyordu. "Basın toplantılarını bilirim. Her dakika bir problem çıkar."t433Bu küçük tartışmaya son noktayı Esra koydu. "Bence de Bernd haklı. Joachimi yalnız bırakmaya-lım.Teoman mırın kırın etti ama arkadaşlarının uyarılarını dikkate almamazlık edemedi. Yemeğini dahahızlı yemeye başladı. Aceleyle ağzındaki lokmaları yutmaya çalışan obur arkadaşını, gülümseyerekizleyen Esra, onu zorladığı için üzüldü. Keşke biraz daha erken kalksalardı. Sanki erken kalksalaraynı şey olmayacak mıydı? Toplantı psikolojisine girilmişti bir kere. Salona gitmeden, gazetecilerinkarşısına çıkmadan bundan kurtuluş yoktu. En iyisi acele edip, bir an önce yola koyulmaktı. Amayola ko-yulamadılar. Kahvaltı masasından kalkmak üzereyken Yüzbaşının cipi külrengi aydınlığıniçinden çıkarak, az ileride durdu. Motor sesini duyunca hepsi gözlerini cipe çevirdiler."Yüzbaşı akşam yemeğini, kahvaltı olarak anlamış galiba," diye espri yapmaya çalıştı Teoman amakimse gülmedi. Sanki kötü bir haber vereceğini hissetmişcesine kaygıyla beklemeye başladılar.Sessiz bekleyişi bozmak için,"Belki o da bizimle gelecek," dedi Teoman. "Adamla o kadar içli dışlı olduk ki. Artık ekiptensayılır."Biraz da kendisini iğnelemek amacıyla söylenen bu sözlere hiç aldırmadı Esra. Gözlerini yoladikmiş, cipten inerek masaya yaklaşmakta olan Eşrefi izliyordu.Ekibin ortak ruh halini Halaf dile getirdi."Yüzbaşının bu saatte gelmesi pek hayra alamet değil, inşallah kötü bir şey olmamıştır."Eşref masaya yaklaşırken, geçen cuma günü Hacı Set-tarın ölüm haberini vermeye geldiğindekigibi omuzlarının çökmüş olduğunu, ayağını sürükleyerek yürüdüğünü fark etti Esra. Kötü bir şeyolmuş, diye düşündü. Yüzbaşının yüzündeki karamsarlığı, kaçırmaya çalıştığı yorgun gözlerini degörünce, "Çok kötü bir şey olmuş," diye mırıldandı. Yanılmıyordu. Ne bir günaydın, ne de bir434merhaba çıktı Yüzbaşının ağzından. Vereceği kötü haberin sorumlusu kendisiymiş gibi suçlu birifadeyle bir süre masanın önünde öylece kaldı. Bütün gözler kendisine çevrilmişti, bu onu daha dasıkıntılı kılıyor, söyleyeceğini bir türlü dile getiremiyordu. Başını kaldırıp Esrayla göz gözegelince,
  • "Kovuktaki ceset teröriste ait değilmiş," diye açıkladı bir solukta. Esra dışında kimse nedenbahsettiğini anlamamıştı. Genç kadın dikkat kesilmiş dinliyordu. "Avcılar yanılmışlar," diyesürdürdü Yüzbaşı. Esranın gözbebekle-rinde büyüyen acıyı görünce sustu. Yüzbaşının nesöyleyeceğini anlamıştı Esra ama belki de yanılıyorum diye kendini kandırarak onun açıklamasınıbekliyordu. Yüzbaşının tutukluğu sürünce dayanamayıp sordu:"Kemal mi?""Evet," dedi Yüzbaşı, "ne yazık ki kovuktaki ceset Kemale ait.""Aman Allahım! Kemal ha!"diye inledi.Bedeni sarsılmaya, gözyaşları yanaklarından süzülmeye başladı. Aynı anda bir çığlık yükseldimasadan. Bağıran Elifti."Hayır, olamaz!" diye çırpınmaya başlamıştı genç kız.Esra kendi üzüntüsünü unutup Elife sarıldı. İki genç kadın ağlamaya başladılar. Masadaki erkeklerdehşet ve kaygı içinde- Yüzbaşıya bakıyorlardı. Daha önce üç kişi cinayete kurban gitmişti amaölenler ekip dışındaki insanlardı. Bu kez onlardan biri öldürülmüştü.Yumruklarını sıkan Teoman,"Neden?" diye söylendi öfkeyle. "Kemali neden öldürsünler ki?""Neden olacak," diye bağırdı Murat, "cinayeti görmüştür. Katil, kimliğinin açığa çıkmasındankorktuğu için onu da öldürmüştür."Timothy ile Halaf in ağzını bıçak açmıyordu. Üzgün bakışlarını yere indirmişlerdi, yaşadıklarıkorkunç olayı kavramaya çalışıyor gibiydiler.435Ürkmüş mavi gözlerini Yüzbaşıya çeviren Berndin de bir varsayımı vardı."Birileri kazıyı engellemeye çalışıyor," dedi. "Korkutmak için ekip dışında üç kişiyi öldürdüler,olmayınca bize yöneldiler. Basın toplantısından bir gün önce Kemali öldürmelerinin başka biranlamı olamaz.""Korkarım, durum bundan biraz daha karışık," dedi Yüzbaşı. Davranışları hâlâ rahat değildi. Asılsöylemesi gerekeni söylememiş gibiydi. Bakışları ağlamakta olan Esraya kaydı. "Biraztoparlanırsanız kuşkularımı sizlere anlatabilirim," diye ekledi. Esranın duyması için sesini özellikleyükseltmişti. Sözlerine tepki Esradan değil Berndten geldi."Bunları öğrenmeyi, size yardımcı olmayı çok isteriz. Ama şu anda yetişmek zorunda olduğumuzbir basın toplantısı var."Ürkekliğinden sıyrılan gözleri, o çelik mavisi soğukluğunu yeniden kazanmıştı. Kısa bir kararsızlıkrüzgârı esti masada."Hayır," diye gürledi Esra, genç kızın bedeninden sıyrılarak. Yanaklarından süzülen gözyaşlarınaaldırmayıp sürdürdü sözlerini. "Basın toplantısının canı cehenneme. Arkadaşıma ne olduğunuöğrenmeden şuradan şuraya adım atmam."Kızarmış gözleri sözünden dönmeyeceğinin kanıtıy-mışcasına sabah alacasında inatla parlıyordu."Ama..." diye itiraz edecek oldu Bernd."Aması maması yok," dedi Esra. "Kemale ne olduğunu öğrenmeden basın toplantısına gidemem."Berndin sarı kaşları çatıldı."O zaman ben giderim.""Sen de gidemezsin," dedi Esra. Sesi buyurgandı. "Burada kalacaksın ve Yüzbaşınınanlatacaklarını dinleyeceksin.""Nedenmiş o?"436"Nedeni var mı," diye patladı Esra, "çevremizde dört kişi öldürüldü. Bunlardan biri de bizimarkadaşımız. Belki de katil aramızdan biridir."Esranın son sözleri ekiptekileri ürkütmüş, şaşkınlığa sürüklemişti. Yine de ilk tepki Berndtengeldi."Yani sen katilin aramızdan biri mi diyorsun?"
  • "Olabilir diyorum. Bugüne kadar katili hep dışarıda aradık. Neden içimizden biri olmasın?"Bunları söyledikten sonra masadaki kâğıt peçetelerden birini alıp gözyaşlarını kuruladı. Küçükburnunu silerken,"Esra sen iyi misin ?"diye sordu Teoman.Arkadaşının kendilerini suçlamasını aklı almıyordu."İyi değilim," diye bağırdı Esra. "Üzüntülüyüm, öfkeliyim, kuşku içindeyim, tedirginim,korkuyorum. Ama aklım başımda. Yüzbaşının söyleyeceklerini dinlemeden buradan kimseninayrılmasına izin vermiyorum."Başka itirazlara meydan vermemek için,"O halde hemen konuya girelim," dedi Yüzbaşı. "Durum gerçekten karışık. Benden duyacaklarınızbelki de sizi daha çok üzecek. Benim de aklımın yerinde olmadığını düşüneceksiniz." Sustu,Esraya dönerek ekledi. "Belki de en çok sen saçmaladığımı düşüneceksin. Ama soruşturmanınsağlıklı yürümesi için bunları söylemek, sizin görüşlerinizi almak zorundayım."Belirsizlik kokan bu sözler Esranın aklını karıştırmıştı. Ne demek istiyordu bu adam? Onu fazlabekletmedi Yüzbaşı."Dün gece buradan ayrıldıktan sonra avcıların ihbarda bulunduğu kovuğa gittim. Buradan yaklaşıküç kilometre uzaklıkta, Fırat kenarında suların oyduğu küçük bir mağara. Girişini kocaman bir kayaparçası gizlediği için yeri kolay tespit edilemeyecek bir barınak. Bu yüzden avcıların da uzun süredikkatini çekmemiş zaten. Kan kokusunu alan av köpekleri, onları kovuğa yöneltince bulmuşlar.İçeri girdiklerinde yerde yatan cesedi görmüşler,437kovukta malzemeleri de görünce buranın teröristlere ait olduğunu sanarak bize haber vermişler.Kovuğa ulaştığımda el fenerimi önce yerde yatan cesede çevirdim. İlk dikkatimi çeken giysilerioldu. Bu giysileri bir yerden tanıyordum. Ama şaşkınlıktan mı, heyecandan mı onun Kemalolduğunu anlayamadım. Yüzünü görünce yaşadığım şaşkınlığı tahmin edersiniz. Başındanyaralanmıştı, sağ şakağında iki buçuk santim genişliğinde, derin bir yara izi vardı ama yerde fazlakan yoktu. İlk şoku atlattıktan sonra kovuğun içini araştırmaya başladım. Üzerinde kan izleri olangiysiler, bir çift bot, iki komando bıçağı, ucu keskin bir el baltası, altı çift ince eldiven, üç adetdeğişik boyutlarda el feneri, iki adet bayıltma spreyi, 9 mmlik Ba-retta marka bir tabanca,ilkyardım malzemeleri ve siyah, keşiş giysileri.""Yani; kovuğu katil mi kullanıyormuş?" diye sordu Esra."Aynen öyle. Katilin cinayetleri işledikten sonra ortalıkta neden silah, parmak izi ya da bir kanıtbırakmadığı böylece açığa çıktı. Cinayetlerden sonra bu kovuğa gelip, silahlarını saklıyor, üstünüdeğişiyor, halkın arasına karı-şıyormuş.""Zavallı Kemal Abi," diye söylendi Murat, "katilin inini buldu ve bu yüzden öldürüldü."Yüzbaşı temkinliydi."Önce ben de böyle düşündüm," dedi, "ama Kemali yaralayan aleti kovukta bulamadık.""Bir baltadan söz ettin?" diye fikir yürüttü Esra."Baltanın üzerinde hiç kan izi yoktu. Ayrıca balta iki santimden daha geniş bir yara açardı. Kemaliorak gibi ucu sivri ama bıçak olmayan bir aletle yaralamışlar." Gözlerini Esraya dikerek ekledi."Dikkatini çekerim, bir orak."Neden dikkatini çekerim, dediğini anlamayan Esranın soru dolu gözlerle baktığını fark edenYüzbaşı açıkladı.438"Son cinayet işlendiğinde üzerinde kan izleri olan bir orak bulduğumuzdan söz etmiştim.""Evet," dedi Esra anımsayarak, "maktulün katili bu orakla yaralamış olduğunu söylemiştin..."Birden sustu. Yüzbaşının neden duraksadığını şimdi anlamıştı. "Bir dakika... bir dakika..." diyesinirli bir şekilde söylendi. "Katilin Kemal olduğunu mu düşünüyorsun yoksa?"Anlayış bekleyen bir çocuk gibi baktı Yüzbaşı, ama Esranın kan çanağına dönmüş gözlerindekiöfke parıltılarını görünce geriledi.
  • "Kesin bir sonuca ulaşmak için giysilerdeki saç teli, kıl, ve parmak izlerini incelememiz gerekiyor.Ancak kovukta bulduğumuz bot, Kemalin ayak ölçülerine uy-gun...""Bu çok saçma," dedi Esra. "Kemal katil olamaz.""Onun katil olduğundan emin değiliz. Ama bu ihtimali de gözden uzak tutmamamız gerektiğinidüşünüyoruz."Yüzbaşının yatıştırıcı tavrının hiçbir yararı olmadı. Esra artık onu dinlemiyordu."Yanlış düşünüyorsunuz,"diye parladı. "Kemal katil olamaz! Ne derseniz deyin, hangi kanıtıbulursanız bulun. Beni buna inandıramazsınız.""Kuşkuların Kemalde toplanması benim için de beklenmedik bir olay, ama ipuçları, kanıtlar bizikime götürürse ondan kuşkulanmak zorundayız. Bu, benim en yakın arkadaşım olsa bile değişmez.Değişmemeli.""İyi, güzel de," diyerek Teoman karıştı lafa, "Kemalin o üç kişiyi öldürmesi için hiçbir neden yokki?""Bulduklarımızı Antepe yolladık. Şu anda teknik incelemeler sürüyor. Umarım Kemal temiz çıkarama beni anlamalısınız. Duygularla bu işi çözemeyiz.""Ben duygulardan söz etmiyorum," dedi Teoman. En az Yüzbaşı kadar sakin görünüyordu."Cinayet nedeninden söz ediyorum. Eğer katil sapık ya da manyak değilse,439cinayet işlemesi için bir nedeni olmalı. Kemal, ne Koru-cubaşı Reşatı tanır, ne de son öldürülenzavallıyı. Hacı Settara gelince, aramızda belki de onu en çok seven kişi Kemaldi. Onu nedenöldürsün?""Benim de sizden öğrenmek istediğim bunlar," dedi Yüzbaşı, "Kemalin kuşkulu bir davranışınıgördünüz mü? Tuhafınıza giden bir tavrı oldu mu?""Yanlış yerde bilgi arıyorsun Yüzbaşı,"dedi Esra soğuk, adeta düşmanca bir tavırla. "Bizarkadaşımıza iftira edecek kadar alçak insanlar değiliz."Yüzbaşının koyu renk gözlerinde kırılgan bir ifade belirdi."Bu kadar sert olmana gerek yok. Ben, Kemalin ya da sizlerin düşmanı değilim. Sizi de tehdit edenbir katili bulmaya çalışıyorum. Yanılıyorsam yardımcı olun, beni düzeltin, ama alınganlıkgöstermenize gerek yok."Başından beri tuhaf bir suskunluk içinde olan Timothy,"Yüzbaşı haklı çocuklar," dedi, "söyledikleri hoşumuza gitmese de ona yardımcı olmalıyız. Bırakınonun bir güvenlik görevlisi olmasını, yalnızca bize yaptığı yardımları göz önüne alsak bile bunazorunluyuz. Evet, öldürülen kişi bizim aramızdan biriydi. Arkadaşımızdı ama soruşturmanınsağlıklı yürümesi açısından Yüzbaşının sorularını yanıtlamak zorundayız."Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönen Elif, öğretmeninden söz ister gibi sağ elini kaldırarak,"Ben bir şeyler söylemek istiyorum," dedi. Sesi hâlâ titriyor, konuşurken burnunu çekiyordu."Kemal kimseyi öldüremez." Yeni bir ağlama krizine tutulmaktan korkup sustu, kendinitoparlayınca sürdürdü sözlerini. "Kıskançtır, çabuk öfkelenir, kindardır ama kimseyi öldüremez."Daha fazla devam edemedi. Başını öne eğerek ağlamaya başladı.Timothy yeniden söz almıştı.440"Kendi adıma ben, Kemalin kuşku uyandıracak hiçbir davranışını, tavrını görmedim. Evet, birazkıskanç bir insandı. İnsanları kırdığı olurdu. Ancak onun cinayetlerle ilişkili olacak bir davranışınatanık olmadım. Cesedinin o kovukta ne işi var, şakağındaki o yara ne anlama geliyor,bilemeyeceğim ama arkadaşlarımın da belirttiği gibi Kemalin o cinayetleri işleyebileceğinisanmıyorum. Belki onu katil öldürmüştür. Bulunmasını istemediği için de cesedini kovuğataşımıştır."Timothynin varsayımı tartışmayı canlandırdı."Ben de bunu düşünüyordum," dedi Murat, "Kemalin yaralandıktan sonra kovuğa gitmesindendaha güçlü bir ihtimal bu. Katil cinayetini işlerken, Kemal onu gördü. Ona engel olmaya çalıştı.
  • Dövüştüler. Katil orakla Kemale vurdu. Kemal orada yaşamını yitirdi. Cesedin bulunmasınıistemeyen katil de onu kovuğuna götürdü."Anlatılanları sessizce dinleyen Yüzbaşı,"Peki katil neden cesedin bulunmasını istemesin?" diye sordu. "Neden riske girerek, cesedi, atarabasına yükleyip birkaç kilometre ötedeki kovuğa taşısın? Bu riske girmesi için iyi bir nedeniolması gerekir. Gece boyunca bunu düşündüm ve bir neden bulamadım. Aranızda bu soruyuyanıtlayacak biri çıkarsa inanın çok memnun olurum."Soruyu yanıtlayacak kimse çıkmadı. Çeşitli varsayımlar ileri sürüldü ama hiçbiri inandırıcı değildi."Sizi çok iyi anlıyorum," diye sürdürdü Yüzbaşı, "öldürülen arkadaşınızın suçlu ilan edilmesinikabul edemiyorsunuz. Haklısınız ama merak etmeyin, katil o değilse parmak izi araştırmasındahemen ortaya çıkar. Bizimse vakit yitirmemek için bu soruşturmayı sürdürmemiz lazım."Derinden bir soluk aldı. Dik dik kendisine bakan Esrayla göz göze gelmemeye çalışarak ortayasordu:"Kemalin Ermeniler hakkında konuştuğunu duyan, onunla bu konuda sohbet eden kimse var mı?"Bakışları Timothynin üzerinde durmuştu.441"Yoo," dedi kendine sorulduğunu zanneden Amerika lı, "hiç konuşmadık."Bernd mavi gözlerini kuşkuyla kırparak sordu."Ermenilerle ne ilgisi var bu olayın?"Onun bu hali Esranın gözünden kaçmamıştı."Yalnızca soruyorum," dedi Yüzbaşı. Önemsemez görünüyordu. "Sizinle bu konuda hiç konuşmuşmuydu?""Daha çok arkadaşlarla birlikteyken tartışmalarımız olmuştu," dedi Bernd. "Yalnızca bir kez başbaşa konuşmuştuk. Ben Türk devletinin tavrını eleştirdim. O da bana hak verdi. Ermeni kırımınıkabul etti.""Yalan söylüyorsun," diye bağırdı Esra. "Kemal hiçbir zaman böyle bir şeyi savunmadı."Bakışlar korkuyla Esraya çevrildi. Onu ilk kez bu kadar öfkeli görüyorlardı."Esra lütfen sakin ol," dedi Teoman. Ama ok yaydan çıkmıştı bir kere."Sen karışma Teoman. Bu adam yalan söylüyor.""Yalan söylemiyorum," dedi Bernd. Esranın tepkisi onu şaşırtmış, dahası utandırmıştı. "Yalansöylemiyorum," diye tekrarladı kıpkırmızı olmuş bir yüzle."Hayır, yalan söylüyorsun." Esranın gözleri çakmak Çakmak olmuştu. Eliyle masaya vurarakbağırdı. "Şimdi, neden yalan söylediğini açıklayacaksın bize... Neyi saklıyorsun? Yoksa cinayetleriişleyen sen misin?""Esra ne yapıyorsun?" diyerek bu kez Timothy araya girmeye çalıştı. "Sakin ol biraz.""Tim doğru söylüyor," diyerek Yüzbaşı da Esrayı yatıştırmaya çalıştı. "Birbirimizi suçlayarakhiçbir yere varamayız."Esranın öfkesinden Yüzbaşı da payına düşeni almakta gecikmedi."Ama zavallı Kemali suçlayarak bir yere varabiliriz öyle mi? Çünkü o öldü, çünkü kendinisavunamaz değil mi?" Bakışları masadakilere kaydı. "Arkadaşlar," diye442sürdürdü sözlerini. "Yüzbaşının bildiği ama sizin bilmediğiniz bir gerçeği açıklamak istiyorum: Bucinayetlerin hepsi yetmiş sekiz yıl önce işlenmiş üç cinayetin tekrarı. Bir ya da birkaç deli, yetmişsekiz yıl önce burada öldürülen üç Ermeninin intikamını almak için bu cinayetleri işliyor. Amasizin de bildiğiniz gibi Kemalin bunu yapması için hiçbir neden yoktu."Bakışlarını yeniden Alman meslektaşına çevirdi."Ama sizin Bay Bernd, sizin böyle bir nedeniniz olabilir. Geldiğinizden beri Ermeni kırımından sözedip duruyorsunuz. Bu konuyu açarak defalarca huzursuzluk çıkardınız. Cinayetleri pekâlâ sizişlemiş, sonra da Kemali öldürüp, suçu onun üzerine yıkmaya kalkmış olabilirsiniz..."Güçlü görünmeye çalışan Berndin dudaklarında sinirli bir gülümseyiş belirdi.
  • "Siz delirmişsiniz," dedi. "Tarihi bir gerçekliği savundum diye beni katil mi ilan ediyorsunuz?""Sadece onları söylediğiniz için değil. Karınızı ne kadar çok sevdiğinizi biliyorum. Onun için herşeyi göze alırım demediniz mi? Yetmiş sekiz yıl önce öldürülen o üç kişiden biri karınızın biryakınıysa, örneğin büyükbaba-sıysa...""Ama karımın ailesi bu bölgeden değil ki.""Siz öyle söylüyorsunuz.""İnanmıyorsanız kayınpederimin adını, soyadını vereyim araştırın. Böylece yalan söylemediğimianlarsınız."İnsanı sinirlendirecek kadar kendinden emin bir tavırla söylemişti bu sözleri. Esra ne yanıtvereceğini düşünürken Yüzbaşı girdi araya."Çok iyi olur. Bir kâğıda adını, soyadını ya da unvanını, lakabını, kimlerden olduğunu, hangi kentveya kasabada oturduğunu yazarsanız memnun olurum."Bozulur gibi olmuştu Bernd."Kemalden kuşkulandığınızı sanıyordum," dedi alınmış bir sesle.443"Ne yazık ki herkesten kuşkulanmak zorundayım. Lütfen söylediklerinizi yazıp bana verirmisiniz?"Bernd bu istekten hiç hoşlanmamıştı ama cebinden çıkardığı küçük bloknota istenilenleriyazmaktan da geri durmadı.Ortalık aydınlanırken, yüzler giderek daha çok geriliyor, bakışlar sertleşiyor, hiçbir sonucaulaşmayan konuşmalar uzayıp gidiyordu. Bu kısır döngüye Timothy müdahale etti."Eşref Bey," dedi yumuşak bir tavırla, "dikkat ederseniz aynı konuları konuşup duruyoruz.Konuştukça da birbirimizi kırıp, yaralıyoruz. Bir arada yaşayan insanlar için hiç de hoş bir durumdeğil bu. Üstelik birkaç saat sonra yapılacak bir basın toplantımız varken. Sizden ricam bugünlüksoruşturmaya son vermeniz. Basın toplantısından sonra çok vaktimiz olacak. O zamana kadar belkikatile ilişkin ipuçları da belirginleşir. Ama şimdi lütfen izin verin de işimize dönelim." Eliylekızıllaşmakta olan gökyüzünü göstererek ekledi. "Güneş doğmak üzere. Daha fazla gecikmedenAntepe gitmek zorundayız.""Tamam," dedi Yüzbaşı. Yüzünde mahcup bir ifade belirmişti. "Sizi üzdüysem özür dilerim. Amabunu yapmak zorundaydım. Zaman ayırdığınız için herkese teşekkürler."Yüzbaşının bakışları Esraya kaydı, genç kadının oralı olmadığını görünce, mutsuz adımlarla cipineyürümeye başladı.Timothy rahatlamıştı, gülümsemeye çalışarak arkadaşlarına döndü."Kazı başkanımız izin verirse bir öneride bulunmak istiyorum," dedi. "Bu sabahki tatsızkonuşmayı, basın toplantısı sonuna kadar unutalım. Kimse kimseyi suçlamadı, kimse kimseyikırmadı, Yüzbaşı gelmedi ve biz güzel bir kahvaltıdan sonra önemli buluşlarını dünyaya anlatmakiçin araçlarına binmeye hazırlanan o neşeli bilim adamlarıyız hâlâ..."444Gözlüklerinin üstünden masadakileri süzen Bernd, "Ben her şeyi unutmaya hazırım," dedi. "Böyleönemli bir günün küçük öfkelerle gölgelenmesine razı ola-mam."Ben hiçbir şeyi unutmuyorum," dedi Esra. Hâlâ öfkeyle titriyordu. "Ama basın toplantısınınsonuna kadar erteleme fikrine katılıyorum." Bakışlarını Bernde çevirerek devam etti sözlerine."Kemal katil değil, bunu biliyorum. Gerçek katil de şunu bilsin hayatım pahasına da olsa onuyakalatacağım."Yüzüne bakarak söylenmiş bu sözlere karşın Bernd sesini çıkarmadı. Timothy ile birlikte kalkarakcipe yöneldi. Onların ardından ötekiler de ayaklandılar. Güneş bulutların ardından görünürken hepbirlikte yola koyuldular. Dünyaya başarılarını ilan etmeye gidiyorlardı ama hepsinin yüreğinde aynıuğursuz tedirginlik vardı.445
  • yirmi yedinci tabletKral Pişiriş, Panku Meclisi, halk, köleler, kentteki herkes tedirgindi ama ben dahil olmak üzere hiçkimse başımıza gelecek felaketi tam olarak tahmin edemiyordu. Sar-gonun birlikleri surlarımızınönüne dayandığında, Asur ordusunun ikmal almak için geldiği sanılıyordu. Kral Pi-siris rahattı,soylular rahattı, halk rahattı, köleler rahattı. Babam Ararasın canı pahasına Tiglatpileserinkırımından kurtulanların hepsi rahattı. Bir benim içim içime sığmıyordu. Kral Pisiristen intikamalacağım gün gelip çatmıştı. Bir köşede durmuş, kurban edileceğinden habersiz, sahibinin ardındankoşan bir koyun gibi Sargona yaltaklanmaya hazırlanan Pisirisi izliyordum. Bundan ne kadarbüyük bir zevk aldığımı anlatamam. İnsanların yazgılarını ellerinde tutan tanrıların nelerhissetiklerini ilk o zaman anladım. Pisirise bu acı sonu ben hazırlamıştım, yazgısını benbelirlemiştim. O ise uzun barış günlerinde semiren gövdesiyle konuklarını iyi ağırlamaları içinbuyruklar yağdırıyor, çırpınıp duruyordu. Sığırlar, domuzlar, koyunlar kesiliyor, mahzenlerdeki eniyi şaraplar çıkartılıyor, has buğdaydan ak ekmekler pişiriliyordu.Sonunda o an geldi. Sargonun savaş arabaları surlarımıza yanaştı, Asurlular sanki kendi evleriymişgibi rahatça girdiler kentimize. Sarayın kapıları da ardına kadar açılmıştı. Başta kral ve kraliçeolmak üzere meclisin tüm-üyeleri bayrama hazırlanır gibi giyinmiş kuşanmıştı. Sargonun heybetlibedeni, kara yüzü, sarayın içinde görünmekte gecikmedi. Pişiriş yanında kraliçesiyle Sargonayürüdü. Ama Sargonun ardından bir yağmacı ordusu gibi saraya dalan muhafızları görünce korktu,şaşırdı. Kraliçe446ağlamaya başlamıştı. Yine de Pişiriş kendini çabuk toparladı, saraydaki değme dalkavuğa bile taşçıkartacak bir yetenekle, ağzını kulaklarına kadar yayarak, Asur kralının önünde saygıyla eğildi:"Kudretli hükümdar, kahraman Kral Sargon, seni sarayımızda görmek bizim için büyük onurdur."Sargon onunla ilgilenmedi bile, Pisirisin hemen arkasında ayakta dikilen bizlere dönerek sordu:"Yazman Patasana hanginiz?"Salonda herkes durmuş, her şey susmuştu. Yüzü kaygıyla çarpılan Pisirisin, mecliste yan yanaçalıştığım soyluların, saray muhafızlarının şaşkınlık, korku ve nefret dolu bakışlarını üzerimdehissediyordum.Hiçbirine aldırmadım, yıllardır bastırdığım intikamımı sonunda alacaktım."Benim, kudretli efendimiz," diyerek bir adım öne çıktım.Sargon yanıma yaklaştı, elini omzuma koydu."Demek Patasana sensin. Bize büyük iyiliğin dokundu. Sağ ol, yaptıklarının karşılığını göreceksin."Sonra Pisirise döndü. "Ve sana gelince kral, sen de yaptıklarının cezasını göreceksin."Pişiriş şaşkınlıkla bir bana, bir Sargona baktı sonra panik içinde Sargonun ayağına yapışarak birköle gibi onursuzca yalvarmaya başladı. Ölüme giderken bile onurunu korumayı bilen BabamArarasın vakur yüzü geldi gözlerimin önüne, Aşmunikalın kayalarda parçalanan cesur bedeni... Birkez daha nefret ettim Pisiristen.Sargon, Pisirisin yalvarmalarına aldırmadı, muhafızları onun çirkin kafasını yağlı bedenindenayırmak için sarayın bahçesine sürüklerken dönüp bakmadı bile. Pişiriş salondan çıkarılınca Sargonhâlâ korkuyla beklemekte olan saraylılara şöyle bir baktıktan sonra muhafızlarına yeni emriniverdi:"Kraliçe ve haremdeki kadınları ayırın, ötekilerin kafasını kesin."447Muhafızlar kılıçlarını çekerek saraydakilerin üzerine atıldılar. Her gün birlikte olduğum insanlarçığlıklar atarak kaçmaya başladılar. Bunu yapacaklarını hiç beklemiyordum. Ben Tabalda olduğugibi Sargonun yalnızca Pi-sirisi cezanladıracağını sanıyordum ama onun niyeti Hi-titleri tümüyletemizlemek, burayı Asur kenti haline ge-tirmekmiş. Arkadaşlarım, hemşerilerim canlarınıkurtarmak için kaçarken, ben Sargonun ayaklarına kapanarak şöyle dedim:"Yapmayın yüce Sargon. Onların hiçbir suçu yok."
  • Sargon kan kokusuyla sarhoş olmuş yırtıcı bir hayva-nınkini andıran çılgın gözlerini yüzümedikerek,"Merak etme," dedi. "Sen ve ailen güvence altındasınız."Yalvarmalarım boşunaydı, Sargon bu kenti Asurlaştır-makta kararlıydı. Sarayda süren kırımın dahakanlısı dışarıda da sürmekteydi. Evler ateşe veriliyor, insanlar boğazlanıyor, kadınlara, kızlaratecavüz ediliyor, tapınaklar yağmalanıyordu. Direnenlerin derisi yüzülüyor, ateşe atılıyor, gözleriçıkarılıyordu. Tanrılarla başa çıkabileceğini sanan ben zavallı, cahil Patasana, sindiğim köşedenkorkuyla izliyordum halkımın yok edilişini.Tanrılar kibirimin bedelini bana ağır ödettiler. Asur-luların katliamı tam yedi gün, yedi gece sürdü.Yedi gün yedi gece halkımın ağıtlarını, iniltilerini, çığlıklarını dinledim. Yedinci gün sağ kalanlar,Kral Kapısının önüne dikilen mızrakların ucuna saplanmış Pisirisin ve saray ileri gelenlerininkesik başlarının önünden geçerek, surların dibinde toplandılar.Yaşlısı, genci, kadını, çocuğu, yaralısı, hastası sıraya _ sokuldu, önlerinde, arkalarında, yanlarındayırtıcı köpeklere benzeyen muhafızların eşliğinde Asura yürütülmeye başlandı. Bakışlarına, acısözlerine dayanabileceğimi bilseydim, bu iniltiler içinde, gözyaşları dökerek ilerleyen zavallıkafilenin içinde ben de yer almak isterdim. Ama448beni bir bilge, bir soylu, becerikli bir devlet adamı olarak tanıyan bu insanların arasına girmeyigöze alamadım. Beni öldürmelerinden korktuğumdan değil, utancımdan.O günden sonra benim için gün ışığı kayboldu, o günden sonra karıma dokunamaz, çocuklarımınyüzüne baka-maz oldum. Soluduğum hava, içtiğim su, yediğim yemek bana zehir oldu. Kıyısındayürüyerek sakinleştiğim Fırat bana düşman kesildi. Üzüntümü almaz, sıkıntımı gider-mez oldu.Gün ışığına çıkamaz oldum, düşüncelerimi yatıştıran tatlı uykular beni bırakıp gitti. Kâbuslarla,sayıklamalarla, kötü anılarla dolu geceler yakamı bırakmaz oldu. Ellerim dokunmayı, sesimçınlamayı, dudaklarım gülümsemeyi, gözlerim görmeyi unuttu. Damarlarımda akan yaşam ırmağıağır ağır kurudu. Ama direndim, ayakta kalmaya, Fırtına Tanrısının dev ağaçlan bir vuruşta yereseren yıldırımlarına yakalanmamaya çalıştım. Çünkü pek de uzun süreceğini sanmadığımalçaklıklarla, ihanetlerle, korkaklıklarla dolu ömrümü hiç değilse anlamlı bir sonla noktalamak,neden olduğum cinayetleri, yaptıklarımı herkese duyurmak istiyordum.449yirmi sekizinci bölüm"Artık kazıyı durdurmamız gerekir," dedi Teoman; başka kimsenin duymaması için adetafısıldarcasına konuşmuştu.Toplantının yapılacağı otelin ağaçsız bahçesinde Esrayla yan yana ilerliyorlardı. Ekiptekilerden ikimetre kadar gerideydiler."Hiçbirimizin can güvenliği yok," diye yineledi Teoman. "Artık kimsenin öldürülmesini gözealamayız.Antepe gelirken onları yolda yakalayan parlak güneşin ışıkları giderek hoyratlaşıyordu."Peki Kemalin katili ne olacak?" dedi Esra. Yüzünde gergin, adeta arkadaşını suçlayan bir ifadevardı. "İşlediği cinayetler yanına kâr mı kalacak?""Kâr kalmayacak ama bu bizim işimiz değil! Biz polis değiliz, biz bilim adamıyız."Duraksadı Esra, Teomanın gözlerinin içine bakarak,"Ama öldürülen bizim arkadaşımızdı," dedi. "Belki öldüren de bizden biri.""Bunu bilemeyiz," dedi Teoman. O da durmuştu. "Olayı çözmeye çalışsak, eminim elimizeyüzümüze bulaştırırız. Belki içimizden birkaçı daha ölür. Bence işi bırakmalıyız. Kazıyı erteleyelimolsun bitsin.""Yapamam, daha değil."451Yeniden yürümeye başlamıştı. Peşi sıra sürüklenen Teoman sıkıntıyla iç geçirerek sordu."Peki ne zaman?"
  • "Bilmiyorum," dedi sertçe. Yüzünde bıkkın bir ifade belirmişti. "Bilmiyorum. Artık bu konuyukonuşmak da istemiyorum.""Ama konuşmalıyız. Sen bu işi kişisel bir mesele olarak görüyorsun. Sorumluluk duygunu saygıylakarşılıyorum ama bu cinayetler senin kazına yöneltilmiş bir saldırı değil. Katilin asıl hedefi bizdeğiliz. Kemal de olmaması gereken bir yerde bulunduğu için öldürüldü.""Kişisel mesele olarak almıyorum, ben buradaki herkesi düşünüyorum," diye karşı çıktı Esra amasesi yumuşamıştı. Teomanın doğru söylediğini biliyordu. Kimseyi tehlikeye atmaya hakkı yoktu.Patasananın Tabletleri tamamlanmıştı. Bu, kazıya ara vermek için bulunmaz bir fırsattı. Hititlerinantik kenti onlara gerektiğinden cömert davranmış, istediklerinden çok daha fazlasını vermişti.Artık durma zamanı gelmişti. Onun yerinde kim olsa kazıya ara verirdi. Teomanın da belirttiğigibi, onların işi suçluları yakalamak değil, geçmişi aydınlatmaktı. Katili yakalamayı Eşrefebırakmalıydı. Bunların hepsi doğruydu ama içindeki o dinmek bilmeyen hırsa, o inatçı öfkeye sözgeçiremiyordu. Katil onlara meydan okumuştu, aralarından bir can almıştı, bütün yaşamlarını altüst etmişti. Onun yakalanmamış olmasını, belki de arkalarından cinayetlerini sürdürecek olmasınıiçine sindtremiyor-du. Kazıyı burada kesip, başarılı bir bilim insanı gibi üniversiteye gitmeyi bir türkaçış, bir tür korkaklık olarak görüyordu."Herkesi düşünüyorsan kazıyı durdurmalısın," diye ısrar etti Teoman. "En doğrusu bu."Otelin kapısına yaklaşmışlardı. Kapıda Joachimle iki arkadaşı onları bekliyordu. Teomanınsorularından kurtulma fırsatını yakalayan Esra,452"Toplantıdan sonra konuşuruz," diyerek kapıya yöneldi. Joachim girişteki küçük topluluğunarasında kızıl saçlarıyla hemen seçiliyordu. Esranın ağlamaktan şişmiş gözlerini görünce,"Uykusuz musunuz?" diye sordu o aksanlı İngilizcesiy-le."Öyle sayılır," diye geçiştirdi Esra, "gece biraz çalıştım da...""Bunu yapmamalıydınız. Böyle bir günde güzelliğinize gölge düşürecek şeylerdenkaçınmalıydınız."Esra bu sohbetten sıkılmıştı."Gazeteciler geldi mi?" diye sorarak konuyu değiştirdi."Hayır, daha çok erken. Uçak ancak havalanmıştır."Sabahın kuru sıcağından kurtulup otelin insanı ferahlatan serin binasına girdiler. Otel görevlilerininmeraklı bakışları altında devasa plastik çiçeklerin arasından geçip, kırmızı bir halıyı izleyerek altkattaki salona ulaştılar. Antepin simgelerinden biri olan, iki yanında yaşlı çınar ağaçlarınınsıralandığı Alleben Deresine bakan küçük ama sevimli bir yerdi burası. Konuşmacıların oturacağıince uzun masa pencerenin yanına kurulmuştu. Gazeteci konuklarını bekleyen elliye yakın boşiskemle düzenli sıralar halinde arkaya doğru uzanıyordu. Masanın üzerinde iri puntolarla unvan veisimlerin yer aldığı dört karton levha vardı. Esranın isminin yazılı olduğu levha sağdan ikincisıradaydı. Bir yanında Prof. Krencker öte yanın-daysa Timothy yer alacaktı, Bernd ise masanınöteki ucunda, duvara yakın bir yerde oturacaktı. Masadaki mikrofonların son kontrollerini yapanotel görevlilerine bakarken, umarım konuşurken kendimi kaybedip ağlamaya başlamam, diyedüşündü. Gerçi kendini şimdi daha iyi hissediyordu. Göğsünün derinliklerinden yükselip, boğazınıtıkayan o amansız düğüm çözülmüş gibiydi. Muratla Teomanın işe koyulmuş olduğunu görüncedaha da rahatladı. Çoğalttıkları metinlerle, Elifin tab ettiği453fotoğrafları büyükçe bir zarfın içinde, gazetecilerin oturacağı iskemlelere bırakmaya başlamışlardı.Bernd salonun girişinde, yapacağı konuşma metnini göstererek, Joac-hime bir şeyler soruyordu.Kemalin ölümünü, sabahki tatsızlığı unutmuş gibiydi. O sert tartışmadan sonra bir insan nasıl bukadar rahat olabilirdi? Bu durum Bernde duyduğu kuşkuların artmasına yol açtı. Timothypencerenin önünde durmuş, ilerideki yaşlı çınar ağaçlarına bakıyordu. Onu görünce içininısındığını, yüreğinin güven duygusuyla dolduğunu hissetti. Adımları kendiliğinden pencereyeyönelmişti ki Elif gözüne çarptı. Arkadaki iskemlelerden birine ilişmiş, çenesi avucunda kara kara
  • düşünüyordu. O her yanından sağlık fışkıran, neşeli kız birkaç saat içinde çökmüş, yeryüzünün enumutsuz insanı haline gelivermişti. Esranın içi ezildi. Timothy ile konuşmaktan vazgeçerek Elifinyanına gitti. Elini uzatarak,"Gel hadi," dedi içten bir gülümsemeyle.Genç kızın acıyla gölgelenmiş yüzü hareketlendi."Nereye?""Gel," diye yineledi Esra, elini yakalayıp. Genç kızı adeta peşi sıra sürükleyerek çıkardı salondan.Kapıda duran görevliye tuvaleti sordu. Adam koridorun sonunu işaret etti. Tuvalette kimse yoktu.Elifin yüzünü ellerinin arasına alarak, kızın gözlerinin içine sevgiyle baktı."Şimdi seni yeryüzünün en güzel fotoğrafçısı yapacağız. Seni gören gazeteciler PatasananınTabletlerini unutacaklar."Kızın yeşil gözleri sulandı, bedeni sarsılmaya başladı."Benim yüzümden öldü," dedi kısılmış bir sesle, "onu bırakmasaydım şu anda sağ olacaktı.""Hayır," dedi Esra. Genç kızın yanaklarından akmaya başlayan gözyaşlarını eliyle siliyordu. "Seninyüzünden ölmedi.""Hep o sitem dolu bakışları geliyor gözümün önüne... Kaşlarının altından, insanı suçlarcasınabakan gözleri..."454"Bu olayda senin hiçbir suçun yok.""Ama o beni suçluyordu. Bana karşı öfke doluyken öldü. Rüyalarıma girecek. Beni hiç rahatbırakmayacak.""Geçecek Elifciğim, geçecek bir tanem, hepsi geçecek. O senin kötülüğünü istemezdi. Sen deonunkini istemezdin.""İstemezdim, böyle olacağını bilseydim ondan ayrılmazdım.""Biliyorum," dedi Esra. Kendi gözyaşlarını gizlemek için Elife sarılmıştı. Onu teselli ederken,aslında kendisini yatıştırmaya çalışıyor, böylece birazcık olsun kaygılarından, kuşkularından,tedirginliklerinden kurtulmuş oluyordu.Yirmi beş kişilik gazeteci grubu otele indiğinde salondaki bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Esranınyaptığı makyaj sayesinde Elif dünyanın en güzel fotoğrafçısı olmasa da karamsar havasındankurtulmuş, ağırbaşlı bir genç kız görüntüsü kazanmıştı. Gazetecilerle birlikte otele gelen AlmanArkeoloji Enstitüsü istanbul Şubesinin top sakallı, güleç yüzlü başkanı Profesör Krencker kazıekibini teker teker kutladı. Berndin kıskanç bakışlarına aldırmadan Esraya övgüler yağdırdı.Yanındaki gazetecilere "Kazının gerçek kahramanı bu genç hanımdır," diye açıklama yapmaktanbile çekinmedi. Kemali ortalıkta göremeyince, nerede olduğunu sordu. Bir anlık sıkıntılı birsuskunluğun ardından, Timothy, onun hasta olduğunu söyledi. Ne tepki vereceğini bilemediği yaşlıarkeologa gerçeği açıklayarak az sonra başlayacak basın toplantısını tehlikeye atmak istememişti.Bir saat kadar süren çay, kahve ikramından sonra konuşmacılarla gazeteciler salondaki yerlerinialdılar ve basın toplantısı başladı.Üç erkeğin arasında oturan Esra patlayan flaşlardan, televizyon kameralarının ışıklarından rahatsızolmuştu. Çevresini saran gazetecilere gözlerini kısarak bakabiliyordu. Teoman, Murat ve Elifmasanın sağ yanında, yüzlerinde455sevinçlerini gölgeleyen ince bir kederle dikiliyorlardı. Jo-achimle iki adamıysa kapıya yakındurmuşlardı.Konuşmaya ilk olarak Profesör Krencker başladı. Gazetecilere buraya kadar geldikleri için teşekkürettikten sonra, Alman Arkeoloji Enstitüsünün dünyanın belli başlı merkezlerinde kurulmuş onşubesinden, yetmiş yıldır Türkiyede süren başarılı çalışmalarından söz etti. Çalışmalar sırasındaelde edilen arkeolojik keşifleri açıkladı. Patasana Tabletlerinin çıkarılmasıyla önemli bir arkeolojikbuluntunun daha gerçekleştiğini söyleyerek kısa konuşmasını tamamladı.
  • Ardından Esra söz aldı. Biraz heyecanlı görünüyordu, ilk sözcükler ağzından bölük pörçükçıkmıştı, sesi titriyordu. Ama bunlar konuşmasına içtenlik katıyor, duyduğu heyecan gazetecilerede bulaşıyordu. Antik kentin tarihi hakkında bilgiler verdi. Önünde yazılı metin olduğu halde,kafam karışır korkusuyla ona bakmamaya çalışıyordu. Patasananın yaşadığı Geç Hitit döneminibasit ama ayrıntılı bir konuşmayla anlattı. Sözleri sona ererken gazetecilerin gözlerinin içinebakacak kadar sakinleşmişti. Yüzbaşıyı o anda gördü. Üniformasıyla sivillerin içinde hemenseçiliyordu. Niye geldi ki basın toplantısına diye düşündü Esra. Güya gönlünü alacaktı. Bu sabahona çok kızmıştı Esra ama bakışları karşılaşınca hafifçe gülümse-mekten kendini alamadı.Şimdi konuşan Berndti. M.Ö. 700 yıllarında bölgedeki devletlerin durumunu anlatıyordu. GeçHititlerin Kent Krallıkları, Urartu, Frigya ve Asur ilişkilerini yer yer sıkıcı olan ama en küçük birnoktayı bile atlamayan akademik bir dille aktardı. O yıllarda halkların birbirine karıştığınıAnadolulu yerel bir kavim olan Hattilerle, Hint-Avrupa kökenli olan Hititlerin ilişkilerini, Samikavimlerinden Aramilerin bölgedeki etkinliklerini, sık sık burnunun üzerine düşen gözlüklerinieliyle geri iterek, örneklerle açıkladı.456En son Timothy söz aldı. Bernd gibi akademik bir dille başladı konuşmaya. Tabletlerin yaklaşık ikibin yedi yüz yıl önce, çivi yazısıyla, kil levhalara Akadça olarak yazıldığını, yirmi sekiz adetolduklarını, dayanıklı olmaları için pişirildiğini açıkladı. Yanında getirdiği bir numaralı tabletigazetecilere gösterdi. Onların görüntü ve fotoğraf almasından sonra Patasana Tabletlerinin öneminianlatmaya başladı.İşte o anda Amerikalınm sesinin yükseldiğini, sözcüklerin kendi içlerinde armoni kazanarak bir şiirgibi, bir ağıt gibi ağzından dökülmeye başladığını fark etti Esra. Sanki tabletleri yazan Patasanadeğil de kendisiymiş gibi, iki bin yedi yüz yıl önce yaşanılan toplu kıyımı kendi gözleriyle görmüş,askerlerin kılıçları altında can çekişen halkın çığlıklarını kendi kulaklarıyla işitmiş, kentin taşsokaklarına yayılan kan kokusunu duymuş gibi öfkeyle, korkuyla, tutkuyla, canı yana yanaanlatıyordu. Yaralı bir hayvanın öfkeli çığlıklarını andıran bu konuşma salondaki herkes gibiEsrayı da etkilemişti. Göz ucuyla meslektaşına baktı. Timothynin kızıl bir sakalla örtülü güçlüçenesinin heyecanla titrediğini görünce, ne oluyor bu adama, diye düşündü merakla."Belki kimi arkeologlar bu tabletleri bir destan, bir masal sayarak gerçekliği konusunda tartışmaaçmaya çalışabilir," diyordu Amerikalı. "Ama tabletleri çeviren kişi olarak şuna yemin edebilirimki Patasana bu yazıları aklının ve ruhunun ışığıyla yazmıştır. Aklının ve ruhunun kavradığıgerçekliği bütün içtenliğiyle bu kil tabletlere yansıtmaya çalışmıştır. Size göstermiş olduğumuz birnumaralı tablette şunlar yazıyor:Yazdıklarım arasında gerçeği yansıtmayan bir tek sözcük bile yoktur. Gerçek olmayansözcüklerimi Su Kapı-sındaki duvara Kral Pisirisi övmek için kazıdım, Frigya Kralı Midasıkandırmak için mektuplara döşedim, Urar-tu Kralı Rusanın kafasını karıştırmak için sıraladım,Asur457tiKralı Sargonu kışkırtmak için harcadım. Abartılı, süslü, yalan sözcükleri, pohpohlandıkçakoltukları kabaran, bu adları büyük, kendileri küçük kralları birbirine düşürmek için kullandım.Senin okuyacağın tabletlere o yalan sözcüklerden bir tanesi bile girmemiştir.Ben ona inanıyorum. Patasana günümüz aydınının öncülerinden biriydi. Çağının sorunlarını en acıbiçimde yaşamış olan bu devlet görevlisi kraldan bağımsız düşünebilmeyi başarmış, katliamlar,toplu kıyımlar, zalimlikler bir daha yaşanmasın diye başından geçenleri gelecek kuşaklara aktarmakistemişti; hem de en çok kendisini eleştirerek, hem de tanrılara karşı gelerek. Patasanainsanoğlunun içindeki canavarı ilk keşfeden yazarlardan biriydi. Tabletler, bizi kendimize karşıuyaran cümlelerle doludur. Bu yüzden Patasana Tabletleri çok önemli bir arkeolojik buluntudur.Ama yalnızca arkeoloji için değil, tarih için de, sosyoloji için de, politika için de, etik için deönemlidir, yani insanlık için önemlidir."
  • Timothy sustu, çakmak çakmak yanan kadifemsi kara gözleri saîohdakilerin üzerinde dolaştıktansonra ellerini yanar açarak,"Önemlidir," diye ekledi, "ama ne yazık ki hiçbir işe yaramayacaktır."Salondan bir uğultu yükseldi, gazeteciler yanlış mı duyduk, diye birbirlerine baktılar. Ekiptekilersedeneyimli arkeologun konuşmasını etkili kılmak için bir söz oyunu yapmaya çalıştığını sandılar."Yanlış duymadınız," diye gürledi Timothy. "Nasıl ki Homenasun İlyadası, Musanın Tevratı,İsanın İncili, Muhammedin Kuranı ve yüzlerce filozofun yazdığı binlerce sayfalık metinler işeyaramadıysa Patasananın Tabletleri de insanoğlunun yüreğindeki vahşeti durdurmaya .yetmeyecektir."Esranın merakı, kaygı verici bir şaşkınlığa dönüşmüştü. Gözlerini ondan alamıyordu.Meslektaşında bir458olağanüstülük vardı. Boyun damarları şişmiş, yüzü heyecanla gerilmiş, çenesindeki titreme daha daartmıştı, sanki kavga eder gibi konuşuyordu. Hayır, bu onun tanıdığı Timothy değildi. O sağduyulu,ağırbaşlı, görmüş geçirmiş arkeolog gitmiş, yerine tutkusuna yenilmiş, öfke dolu duygusal bir adamgelmişti. Krenckerle Bernd de neler olduğunu anlamaya çalışarak Amerikalı arkeologabakıyorlardı. Timothy ise ne arkadaşlarının yadırgayan bakışlarına, ne ardı ardına çakan flaşlara, nede kendisine çevrilmiş kameralara aldırmadan anlatmayı sürdürüyordu."Bütün bu metinler yazıldıktan sonra insanoğlu vahşetini katlayarak sürdürdü. Yirminci yüzyıl,tarihe vahşet çağı olarak geçecektir. İnsanoğlu tarihin hiçbir döneminde Nazilerin yaptığı soykırımıyaşamamış, Hiroşimada olduğu gibi bir anda yüz bin kişiyi yok etmemiştir..."Konuşmanın içeriğinin değişmesinden rahatsız olan Krencker, önündeki kâğıda, "Konuyudağıtıyorsunuz, lütfen toparlayın," diye yazıp Amerikalı arkeologun önüne itti. Yazıyı okuyanTimothy, ne yaptığını bilen bir adamın kararlılığıyla, Krenckere döndü."Dağıtmıyorum," dedi, "Tersine tam da konunun özünü anlatıyorum. Patasana, insanındüzeleceğine ilişkin umut taşımasaydı bu tabletleri yazmazdı. İnsanlar dilleri, dinleri, ırkları farklıoldukları için birbirlerini öldürmesinler diye yazdı bunları. Öteki büyük metinler de bunun içinyazıldı."Birden salona döndü, sanki karşısında tek bir insan varmış gibi gazeteci topluluğuna sordu:"Ama söyler misiniz ne işe yaradı? Şu anda dünyanın pek çok bölgesinde insanlar toprak için, kâriçin, pazarları ele geçirmek için, dillerin, dinlerin, ırkların ayrılığını bahane ederek birbirleriniboğazlamıyorlar mı? Dikkat edin aradan tam iki bin yedi yüz yıl geçmiş; insanoğlu toprağın,denizin, gökyüzünün gizini çözmüş ama birbirini öldürmekten vazgeçmemiş. Milyonlarca insanıetkileyen459kutsal kitapların yapamadığını Patasananın Tabletleri mi yapacak? Buna inanacak kadar safmısınız?"Salonda bir dalgalanma yaşandı, fısıldaşmalar, gülüşmeler oldu."O halde bizi neden buraya çağırdınız?" diye sordu gazeteci bir kız. "Madem ki PatasananınTabletleri hiçbir işe yaramayacaktı. Bu kadar insanı İstanbuldan buraya getirmenin ne anlamı var?"Profesör Krencker açıklamak istedi ama Timothy izin vermedi."Lütfen Profesör, şu anda konuşma hakkı benim. Ben susunca istediğiniz kadar konuşma fırsatınakavuşacaksı-nız.Sesi öyle buyurgandı ki yaşlı adam daha fazla ısrar etmedi. Timothy, gazeteci kıza döndü,"Buraya geldiğiniz için pişman olmayacaksınız küçük hanım," dedi. Yüzünde gizemli bir ifadebelirmişti. "Burada bulunan hiçbir gazeteci pişman olmayacak. İstanbula sıkı bir haberledöneceksiniz. Ama biraz sabırlı olmalısı-nız.
  • İki gazeteci daha soru sormak istedi, Timothy "sabır, biraz sabır," diye onları susturduktan sonrakonuşmasını kaldığı yerden sürdürdü."Patasana, insanın yüreğindeki karanlık bölgeyi hissetmişti. Ama bunu nasıl tanımlayacağınıbilmiyordu. Gelecek kuşakların daha iyi olacağı umuduna sarılarak, suçu tanrıların üzerine atarakişin içinden çıkmaya çalıştı. Patasana bir aydındı, birçok saf aydın gibi yazdıklarının insanlarıetkileyeceğine, onları değiştireceği yanılgısına kapılmıştı. Oysa insanın dinden, bilimden, sanattan,felsefeden etkilenerek olumlu yönde değişmesi içi boş, pembe bir düşten başka bir şey değildir.İnsanı asıl etkileyen ne din, ne sanat, ne bilimdir. İnsanı asıl etkileyen olgu, ölümdür.". Yine sustu. Salondaki fısıldaşmalar, gülüşmeler kesilmişti. Herkes dikkatle ona bakıyordu.460"İnsanoğlu bencil yaratıkların en zekisidir," diye çınladı sesi küçük salonda. "Varlığını korumayıher türlü değerin üstünde tutar. Yalnızca bugün için değil her zaman böyle olmuştur bu. Varlığınkarşıtıysa ölümdür. Ve ölüm ne kadar etkileyici, çarpıcı ve sıradışı bir şekilde gerçekleşmişseinsanoğlu bundan o kadar çok korkar, o kadar çok etkilenir ama aynı zamanda o kadar çok heyecanduyar. Ölümü hissetmek, ona yakın olmak, ona dokunmak, onu izlemek; insan için bundan dahaheyecan verici bir şey yoktur. O yüzden ölüm, yeryüzündeki bütün dillerde en etkili sözcüklerdenbiridir. Ondan söz edildiğinde, az önce bu salonda olduğu gibi herkes korkuyla, saygıyla,tedirginlikle susar. Ölüm, yaşlı genç demeden bütün insanların dikkatini üzerinde toplar. Bu yüzdeninsanları öldür-memeye ikna etmenin en iyi yolu ne yazık ki öldürmekten geçer. Bir Türkatasözünün de dediği gibi, çivi çiviyi söker."Salondaki kalabalık dalgalandı. Gazetecilerin arasından homurtular yükseldi. Esranın yüzündekikan çekilmişti, duyduklarına inanamamanm yarattığı şoktan çok duyacaklarından endişe ederek,korkulu bir telaşla Ti-mothyye bakıyordu."Yani siz öldürmenin iyi bir yöntem olduğunu mu söylüyorsunuz?" diye sordu az önceki genç kız."Evet," dedi Timothy doğal bir tavırla, "mesajınızı vermek için ölümden daha etkili bir yöntemyoktur.""Ama," dedi gazeteci kız elindeki kalemi havaya kaldırarak, "sizin de söylediğiniz gibi bugüne dekyüzlerce kez savaş oldu, milyonlarca kişi öldü, insanlık bundan hiçbir ders çıkarmadı. Yaniöldürmek bir işe yaramadı."Arkadaşlarının görmeye alışık olmadığı buz gibi bir gülümseme yayıldı Timothynin alev alevyanan yüzüne."Sadizmin kurucusu olan büyük Fransız felsefecisi Marquis de Sade, İşlenilen tek bir cinayetvicdanımızı sızlatabilir. Ama cinayetler artmaya başlayınca, onlarca,461yüzlerce kez tekrarlanınca, vicdan susar, diyor. Bu yüzden savaşlar ölümü sıradanlaştırır. Oysazekice düşünülen cinayetler, ölümü sıradanlıktan kurtardığı gibi insanların ilgisini de üzerindetoplar. Size vermek istediğim haber de buydu zaten. Zekice tasarlanmış, ustaca uygulanmış üçcinayeti anlatacağım size. Patasana gibi pembe düşlerle kendini oyalamayı reddeden, gerçekçi biraydının insanlığa sunduğu büyük mesajı ileteceğim."Ölümün ardından konunun cinayete gelmesi gazetecilerin iyice dikkat kesilmesine yol açtı."Ne cinayeti, siz neden bahsediyorsunuz," diye atıldı Profesör Krencker. Bu saçmalığadayanamayan yaşlı arkeologun sağ gözü sinirden seğirmeye başlamıştı. "Lütfen bitirin artıkkonuşmanızı."Yüzünde dünyayı umursamayan bir ifade, dudaklarında aynı soğuk gülümsemeyle,"Onlara soralım," dedi Timothy, "Eğer bölgede işlenilen cinayetler hakkında açıklamalar yapmamıistemiyorlarsa hemen susarım."Gazetecilerden yoğun bir uğultu yükseldi. Hepsi anlatmasını istiyorlardı."Gördünüz," dedi yaşlı meslektaşını küçümseyen gözlerle süzen Timothy. "Onlar cinayetleriöğrenmek istiyorlar."Gazetecilere döndü. Soğuk ama minnettar bakışlarla topluluğu süzerek başladı konuşmaya.
  • " Cinayet haberlerine Patasanadan daha çok ilgi göstereceğinizden emindim. Yine de beniyanıltmadığınız için hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim. Evet arkadaşlar, siz de duymuşsunuzdurgeçen cuma gününden bu yana bölgede üç önemli cinayet işlendi. Köyün ileri gelenlerinden HacıSettar minareden atıldı, Korucubaşı Reşatın başı kesildi, son olarak da bir bakırcının oğlubahçesinde asılarak öldürüldü. Yaklaşık bir yıldır tasarlanan cinayetler, bu basın toplantısınayetiştirilmek için beş güne462sığdırıldı. Bu cinayetler yetmiş sekiz yıl önce aynı biçimde öldürülen üç kişiye dikkat çekmek içintasarlandı ve uygulamaya konuldu. Yetmiş sekiz yıl önce aynı bölgede, Papaz Kirkor o zamanlarkilise olan şimdiki caminin çan kulesinden atılmıştı, Ohannes Ağanın başı kesilmiş, kucağınaverilmişti ve Bakırcı Garo, dükkânının kirişine asılmıştı. Adlarından anlayacağınız gibi bu kişilerErme-niydi ama cinayetler onların intikamını almak için işlenmedi.""Bunu nereden biliyorsunuz?" diye soran uzun boylu, televizyon muhabirinin tiz sesiyle bölündükonuşması."Çünkü onları ben öldürdüm," dedi Timothy dudakla-rındaki gülümsemeyi yitirmeden.Salon derin bir uğultuyla çalkalandı. Esranın bakışları bir an Eşrefe kaydı. O da kendisi gibi büyükbir şaşkınlık içindeydi. Kaşları çatılmış, olanları anlamak için aklını zorluyordu. Ekipteki ötekiinsanlar da ondan farklı değildi. Timothynin rahatça söylediği bu sözler günlerdir kafalarınıkurcalayan, yüreklerini kemirip duran o lanet olası bilinmezliği açıklıyordu. Ama inanmakistemiyorlardı, zihinleri hiç beklemedikleri bir anda karşılarına çıkan bu gerçeği kavramak içinhazır değildi. Ne söyleyeceklerini bilemeden bakışlarını Timothyye kilitlemişler-di. Bakışlarındahâlâ bir parça umut vardı. Ondan gelebilecek bir yalanlama, neden böyle konuştuğuna dair biraçıklama bekliyorlardı. Ama Timothy sözlerinin yarattığı etkinin tadını çıkarmak istercesinesusuyordu. Kendini ilk toparlayan Esra oldu."Neler söylüyorsun Timothy?" dedi gergin, derinlerden gelen bir sesle."Timothy değil," dedi Amerikalı, "Benim adım Arme-nak Papazyan. Öldürülen Papaz Kirkoruntorunu, aklını kaçıran Dikran Papazyanin kimsesizler yurduna bıraktığı, Hurley ailesinin evlatedindiği küçük çocuk. Evet, ben bir zamanların küçük Nadyası şimdinin Gâvur Nadidesi olan oyaşlı kadının yeğeni Armenak Papazyanım."463Gazeteciler ardı ardına deklanşörlerine basarken Yüzbaşı Eşref dahil kazı ekibindekiler ikincişokun sarsıntısını yaşıyorlardı. Bu defa soru, mavi gözleri hayretten iri iri açılmış Berndden geldi."Yani bu cinayetleri sen mi işledin?""Ben işledim," dedi. Bakışlarında kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık bir ifade vardı. "Hepsiniben işledim."Ekipteki herkes gibi Bernd de anlamakta güçlük çekiyordu."Yani," dedi, "bölgeye bu insanları öldürmek için mi geldin?""Hayır. Beş yıl önce bu bölgeye geldiğimde cinayet işleyebileceğim aklımın ucundan bilegeçmezdi. Oysa Vietnam Savaşında bana insan öldürmenin inceliklerini çok iyi öğretmişlerdi. Vehep ileri saflarda yer alan ben, bu konuda ne kadar yetenekli olduğumu göstermiştim. Ölümedokunup dokunup çekilmiştim, geceler boyu siperlerde onunla yan yana yatmıştım, aynı havayısolumuş, aynı toprağı çiğnemiştim. Aramızdaki mesafe neredeyse kalkıyordu. Bir gün beni elegeçireceğinden o kadar emindim ki endan korkmaktan vazgeçmiştim. Ama ölüm sürprizleriseviyordu, beni değil ailemi aldı. Beni evlat edinen Hurleyler bir uçak kazasında öldüler. Savaştansonra ruhsal tedavi görmeme biraz da anne baba bildiğim o iyi insanların ölümü neden oldu. Sankisavaşta yaptıklarımdan dolayı bir güç beni cezanlandırmıştı.Klinikten çıktığımda tıpkı kimsesizler yurdundaki gibi yapayalnız kalmıştım. Kafamda Yaledemaster yapmak, iyi bir arkeolog olmak vardı, ama param yoktu. Küçük bir maaşla bir müzedeçalışmaya başlamıştım. Birinci yılın sonunda beni tekrar mesleğime döndürecek mucize
  • gerçekleşti. Bir zamanlar babamın delirmesiyle, evi bırakıp kaçan annem sonunda beni buldu.Babamı anlattı. Onun Türkiyeden, Fırat kenarındaki bu kasabadan geldiğini464söyledi. O andan itibaren Türkiyeyi ziyaret etmeyi kafama koydum. Ama bu yirmi yıl kadarönceydi ve ben mesleğimi yapmak için yanıp tutuşan genç bir arkeologtum. Annemin sağladığıolanaklarla eğitimimi tamamladım. On beş yıl boyunca çok sevdiğim mesleğimle uğraştım. Buarada kazılar yaptığım Iraktan birkaç kez Türkiyeye geçtim. Babamın yaşadığı yerleri yakındangörme fırsatını buldum. Gördüklerim ilgimi çekmişti. Bölgenin bütün geriliğine karşın insanlarınsıcaklığı, eski kültürün henüz tümüyle bozulmamış yapısı beni etkiledi. Buraya gelip bir ay kadarkaldım. Amerikan Hastanesinin Baş Hekimi David ve babası Nicholasla tanıştım. Kendi adımıgizleyerek babamın ailesi hakkında bilgi almaya çalıştım. Öğrendiklerim korkunçtu. Ama buradakihalka kin duymadım, kimseyi öldürmeyi düşünmedim. Tarihi çok iyi biliyordum. Halklarınbirbirlerine nasıl acımasızca davrandıklarını kazılarda gözlerimle görmüştüm. Olanları unutup,babamın ülkesinde, yaşadığı o eski kültürün izlerini aramaya karar verdim. Bunda beni terk edenkarımın da payı olduğunu söylemeliyim. O gittikten sonra beni Amerikaya bağlayan hiçbir şeykalmamıştı. Ve babamın toprakları bana yeni bir yaşam seçeneği sunuyordu.Buraya geçici olarak yerleştim. Tanıyınca insanları daha çok sevdim, onlara ısındım. Bu aradahalam Nadi-denin de izini de bulmuştum. Kimliğimi gizleyerek onunla görüşmeye başladım. Onunkırış kırış olmuş yüz çizgilerine bakarak, hiç görmediğim babamı kafamda canlandırmaya çalıştım.İnanın içimde en küçük bir intikam duygusu yoktu. Ta ki bir gün Antepe gelirken Osmaniyedeotobüsümüz Kürt gerillalar tarafından çevirilinceye kadar. Yanımda Ömer adında gencecik birasteğmen oturuyordu. Karısı ve beş yaşındaki kızıyla birlikte yolculuk yapıyordu. Antepe yeniatanmıştı, neşeli bir çocuktu, biraz İngilizce biliyordu. Amerikalı olduğumu öğrenince yol boyuncaİngilizce konuşup durdu. Gerillalar otobüsümüzü465çevirdiğinde uyuyordu. Sesleri duyunca korkuyla uyandı. Otobüse çıkan bir gerilla, herkesisüzdükten sonra kimliklerimize bakıp ikimizi indirdi. Karısı ağlayarak, gerillalara yalvarırken bende Amerikan vatandaşı olduğumu söyleyerek serbest bırakmalarını rica ettim. Ne onu, ne de benidinlediler. Gecenin karanlığında hareket etmeye hazırlanan otobüse baktığımda gördüğüm son şey,buğulanmış pencereyi eliyle silerek, babasını görmeye çalışan o küçük kızın ürkmüş iri gözlerioldu.Ellerimizi bağlayarak bizi dağlara sürüklediler. Bütün gece yürüdükten sonra bir mağarayasoktular. Elimizi çözdüler, başımıza silahlı bir nöbetçi diktiler. Kötü davran-mıyorlardı, kendilerine yerse, ne içerse aynısından bize de veriyorlardı. Neyi, kimi, neden beklediğimizi bilmeden ikigün orada bekledik. Ömer yıkılmış gibiydi, korkudan yaprak gibi titreyerek, bizi öldüreceklerinitekrarlayıp duruyordu. Onu yatıştırmak için buna izin vermeyeceğimi söyledim. Gerillaların lideriolan kişiyle konuşmak istedim, benim bir ajan olduğumu söyleyerek bunu reddeti-ler. Akşamadoğru üç kişilik bir ekip yanımıza geldi ve hiçbir açıklama yapmadan Ömeri götürmeye kalktılar.Ömer korkuyla bana sarıldı. Ben de onu ayaklarından yakalayarak, bırakmamaya çalıştım. Amakollarıma dipçiklerle vurarak onu benden kopardılar. Sürükleyerek götürdüler.Vietnamda da buna benzer çok olay görmüş, yaşamıştım. İnfazlara katıldığım bile olmuştu. Ozamanlar kendimi bu bir savaş diye avutuyordum. Sivil yaşama dönünce her şey normalleşecekti.Peki bu yaşadıklarım neydi?Bir gün sonra yine hiçbir açıklama yapmadan aşağıdaki karayoluna indirerek beni serbest bıraktılar.Ama artık öldürseler de fark etmezdi. Bir ay boyunca bütün hislerimi yitirmiş gibi dolaştım. Sonradüşünmeye başladım. Kiliseden atılan büyükbabam, aklını kaçıran babam, yanımda öldürülen ogenç asteğmen, onun iri gözlü, küçük kızı466ve kendim hakkında düşündüm. Savaşta öldürdüğüm insanlar geldi gözümün önüne, yaptığımkazılarda bulduğumuz vahşet izlerini anımsadım, bildiğim ne varsa hepsini teker teker gözden
  • geçirdim. Ulaştığım sonuç klinikte tedavi görürken doktorum Jerrynin bana söylediklerinden farklıdeğildi: İnsanoğlu vahşetten hoşlanan acımasız bir yaratıktır.Kendimi onların dışında tutmuyordum. Ben de demokrasiyi savunmak gibi, komünizmi yenmekgibi birtakım ülküler adına savaşa katılmıştım, insan öldürmüştüm. Herkes kadar ben desorumluydum. İşte beni cinayet projesine iten ilk adım bu düşünce oldu. İnsanların dikkatinikendilerine, sürekli saldırganlık ve vahşet üreten yü-reklerindeki o karanlık bölgeye çekmeliydim.Çünkü kimse bu karanlık bölgeden söz etmeyi sevmiyordu. İyi, güzel, yararlı, mükemmel yaratıklarolduğumuzu duymak hoşumuza gidiyordu. Caniliğimize, acımasızlığımıza, bencilliğimize, darkafalılığımıza, ölüm severliğimize kimse işaret etmiyordu. Sanki bu kadar katliam olmamış,savaşlar, vahşetler yaşanmamış gibi ne kadar yüce yaratıklar olduğumuz yalanı tekrarlanıpduruyordu.Evet Patasana gibi bu vahşeti anlatmaya çalışanlar da oldu ama onlar yanlış yöntemi kullandılar.Bu yüzden yazdıkları hiçbir işe yaramadı. Oysa ben yapacağım uyarının işe yaramasını istiyordum.Bu yüzden, insanları en çok etkileyen yöntemi, yani ölümü seçtim. Ama zekice, hayretuyandıracak, geçmişi anımsatacak ölümler olmalıydı bunlar. Bu yüzden büyükbabamın daöldürüldüğü yetmiş sekiz yıl önceki o üç cinayeti model aldım kendime. Kesinlikle intikam almakgibi bir niyetim yoktu. Ermenilerin toplu olarak katledildiği doğrudur, ama Türklerin durumundaErmeniler ya da Kürtler ya da Araplar olsaydı eminim aynı kıyımı gerçekleştirmektenkaçınmazlardı. Ben etnik bir öç alıcı değilim. Ben cinayetlerimle insanlara ayna tutmaya çalışanbiriyim. İnsanların o aynada kendi467korkunç yüzlerini görmelerini, bu iğrenç görüntüden kurtulmak için çaba göstermelerini isteyenbiriyim..."Sözünün burasında Timothynin yüzünde mahcup bir ifade belirdi. Utangaç bakışlarını Esrayaçevirdi"Kendisinden defalarca özür dilesem de, beni affetmeyeceğini bildiğim Esra Hanım, o günlerdebana kazılarına katılmayı teklif etti. Tasarladığım cinayetlerin bulunduğu bölgeyi kazıyorlardı, artıkarkeologluk yapmamaya karar vermiş olmama karşın bu fırsatı kaçıramazdım, biraz nazlanır gibigöründükten sonra önerisini kabul ettim. Çalışmaya başladıktan sonra inanılmaz bir şey oldu, antikkentin kütüphanesinden Patasananın Tabletleri gibi önemli bir arkeolojik buluntu çıktı. Basıntoplantısı gündeme gelir gelmez, benim tarihi misyonumu gerçekleştirme zamanımın geldiğini deanladım. Ve o üç kişiyi, haberleri basın toplantısına yetişsin diye tıpkı yetmiş sekiz yıl öncekicinayetlerdekine benzer şekilde öldürdüm..."Öldürdüm, sözcüğünü söylerken Patasananın Tablet-lerini çevirdim der gibi huzurluydu. Onuizleyen Es-ranınsa yüzü kireç gibi beyazlaşmış, bedeni sarsılmaya başlamıştı. Masanın üstünde tamönünde kavuşturduğu elleri zangır zangır titriyordu ama o bunun farkında değildi. Kafasındauçuşan sözcükleri sonunda bir araya getirmeyi başararak,"Nasıl bu kadar sakin olabiliyorsun?" dedi. Sesi nefret yüklüydü. "O kadar insanı öldürdükten sonrakarşımıza geçip nasıl böyle sakin sakin anlatabiliyorsun?"Timothy, genç kadına döndü, gözlerinde ezik, gerçekten pişman olmuş bir ifade vardı."Kemal için çok üzgünüm," dedi. "Onu öldürmeyi istemezdim. Ama kıskançlık krizine tutulmuştu.Elifle birlikte olduğumu sanarak beni izlemiş. Cinayeti görünce, saldırdı. Kendimi korumakzorunda kaldım. Ölünce de basın toplantısı ertelenmesin diye onu mağaraya taşıdım."468"Sorun sadece Kemal değil," diye haykırdı Esra. Du-raksadı. Ne yapacağını bilemedenAmerikalıya bakarak dövünmeyi sürdürdü. "Aman Allahım, ne yaptığının farkında değil misinTimothy?"Amerikalı arkeologun kadifemsi kara gözleri üzüntüyle kısıldı."Söylediklerimi duymadın mı?" dedi şaşkınlıkla. "Bu benim görevimdi. İnsanlar o eski, o korkunçyanlışı tekrar edip dururken, kollarımı rahatça kavuşturarak daha fazla bekleyemezdim. Anlamıyor
  • musun bunu yapmak zorundaydım." Düş kırıklığı içinde başını salladı. "Yazık, beni en çok seninanlayacağını sanırdım, yanılmışım.""Neyi anlayacaktım," diye bağırdı Esra eskisinden daha yüksek bir sesle, "insanlara tuzak kurup,birer birer sinsice öldürmeni mi..." Hem öfke duyarak hem de acıyarak söylendi: "Ne yaptınTimothy! Sen ne yaptın!""Ben doğru olanı yaptım," dedi Timothy. Kara gözlerinde o inatçı ışık yeniden parıldamayabaşlamıştı. "Sen bunu anlamasan da ben doğru olanı yaptım."Esra soluk almakta güçlük çekiyordu, sözcükler boğazına takılmış gibiydi ama kesik kesik de olsakonuşmayı sürdürdü."Ölenlerin ne suçu vardı? Hacı Settarın ne suçu vardı? Kemalin, o zavallı köylünün ne suçuvardı?" Yine du-raksadı, şaşkınlığını, düş kırıklığını, kızgınlığını dışa vuracak sözcüğübulamıyordu. "Farkında değil misin sen bir katilsin!" diyebildi ancak.Timothy sarsılır gibi oldu ama hemen toparladı kendini."Evet ben bir katilim," dedi. Duruşu, bakışı, sesi ironi yüklüydü. "Ama ben cinayetleri önlemek içincinayet işleyen bir katilim."Esranın bakışlarındaki acıma duygusu kayboldu; ne durmadan akan gözyaşlarına, ne degazetecilerin fısıldaş-malarına aldırmadan sözcüklerin üzerine basa basa,469"Bu senin katil olduğun gerçeğini değiştirmez!" dedi. Sesi hiddetle titriyordu. "Anlıyor musunTimothy sen bir katilsin... Ama yalnızca bir katil değilsin, aynı zamanda bir canisin, bir... bir... "yine duraksadı. Öfkesi konuşmasına engel oluyordu. "Sen," dedi, "sen., amacına ulaşmak içinarkadaşlarını kandırmaktan bile çekinmeyen bir alçaksın!"Timothy derin bir kederle uzun uzun baktı genç kadına,"Haklısın," dedi başını öne eğerek, "ben zalimler çağında yaşayan bir alçağım."470yirmi sekizinci tabletEy, alçaklığımı bilen, korkaklığımı tanıyan, düşüncesizliğimin korkunç sonuçlarını gören, sabırlıokurum. Ben, tanrılara karşı geldim. Benim için tasarladıkları yazgıyı değiştirmek istedim. Onlarınyeryüzündeki temsilcisi bir kralın ölümüne neden oldum. Onlar da bana cezaların en korkuncunuverdiler. Beni vicdan azabımın ateşinde yanmaya mahkûm ettiler.Hatti Ülkesinin bin tanrısını, Gökyüzünün Fırtına Tanrısı Teşup ile karısı Güneş Tanrıçası Hepatı,oğulları Şarruma ve Ana Tanrıçamız Kupaba... Evet onlar, senin, benim, yeryüzünün, gökyüzünün,Fıratın sahibidirler ama onlar iyi değiller. Onlar insanlarla oynamaktan zevk alan, acımaduygusunu yitirmiş, korkunç yaratıklar.Evet kötülük bizdeydi, ama o karanlık duyguyu içimize tanrılar koydu. Bütün bu felaketleribaşımıza onlar açtı, krallar onların buyruğuyla savaş ilan etti, insanlar onların buyruğuyla öldürdü,eziyet etti, yağmaladı.Ben bir korkağım, bunu biliyorum, ölümümden sonra tanrıların beni affetmeyeceklerini debiliyorum. Ben onlara karşı geldim ve yenildim. Artık onlardan af dilemeyeceğim. Yazacaklarımıbu tablete aktardıktan sonra gidip kendimi Aşmunikalın attığı pencereden kayalıklara daatmayacağım. Benim gibi rezil bir adam için bu, çok kahramanca bir davranış olur. Ben kahramandeğilim. Ben ne büyükbabam Mitannuwa gibi sevdiği kadın için her şey göze alabilen bir âşık, nede babam Araras gibi ülkesini koruyabilmek için ölüme gitmekten çekinmeyen soylu bir devletadamıyım; ben halkına en büyük kötülüğü yapan bir alçak, Hitit Ülkesinin gelmiş geçmiş en sinsi471hainiyim. Tanrıların bana layık gördüğü cezayı çekeceğim, dünyanın bu en ağır yükünü, vicdanazabımı sırtımda taşıyarak son ana kadar yaşayacağım.Ama bu tabletleri insanlar okusun istiyorum. Tanrılara karşı gelsinler, diye değil. Kimsenin benimgibi acı çekmesini istemem ama insanların tanrıları, kralları, kendilerini tanımalarını isterim. Buyüzden tabletleri yazıyorum. Belki böylece yazgılanyla daha kolay başa çıkarlar. Belki böylece
  • tanrılar, krallar, onları istedikleri gibi güdemezler. Belki böylece, iki ırmak arasındaki bu verimlitoprakları kardeşlerinin kanıyla sulamak yerine sevgiyle eker biçerler. Belki akıllanır, ömürlerinibir düğüne dönüştürerek mutluluk içinde yaşarlar. Belki gelecek kuşaklara acıyı değil sevinci,gözyaşını değil gülümsemeyi, kini değil sevgiyi, ölümü değil, yaşamı kalıt bırakırlar. Belki...472

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...