31 Temmuz 2018

Beyin Felci Öncesinde Vücudun Verdiği 8 Uyarı




Beyin Felci Öncesinde Vücudun Verdiği 8 Uyarı Beyin felcinin belirtilerini anlamak ve değerlendirip hızlı bir teşhis ve tedavi için bir uzmana görünmelisiniz. 
Çünkü bu belirtiler başka hastalıklarla karıştırılabilir.
Beyin Felci Öncesinde Vücudun Verdiği 8 Uyarı
Beyin felci beyin kütlesinin bir kısmı kan dolaşımında bir arıza nedeniyle öldüğünde ortaya çıkan serebrovasküler bir olaydır.
Bir kan damarı kırıldığı ya da pıhtılaşma yüzünden bloke olduğunda beyin ihtiyacı olan kan akışını ve sinir hücreleri de yeterince oksijen alamazlar.
Bu, hipertansiyon vakaları, lipit bozuklukları ve tütün kullanımıyla ilişkili olarak, dünya nüfusunda artan bir hastalıktır.
Erkekleri ve kadınları eşit şekilde etkiler, ancak ölümle sonuçlanan vakaların yarısından fazlası kadınlarda görülür.
Risk, 55 yaşından sonra artar ve yaşamış her on yıl boyunca artmaya devam eder.
Bunların en endişe verici yanı, diğer kardiyovasküler hastalıklar gibi, hızlı tespitin zor olması ve sıklıkla daha yaygın problemlerle karıştırılmasıdır.
Belirtiler aniden ortaya çıkma eğilimindedir ve hastalar bazen en kötü şey gerçekleşmeden önce bazı şeylerin doğru gitmediğini hisseder.
Ve teşhis önleme değildir, ama ciddi etkiler olmadan hayatta kalma olasılığını artırır.

1. Yüksek Tansiyon



Yüksek tansiyonlu hastalar genellikle içinde bulundukları tehlikeye karşı güçlü bir belirti hissetmezler.
Sorun, durum izlenmedikçe bunun ilerleyebileceği ve beyin felci ya da beyin kanaması riskinin önemli derecede artmış olmasıdır.
Yüksek tansiyon, beynin içindeki kan damarlarına zarar vermeye ya da bu kan damarlarını bloke etmeye neden olur, böylece damarların kırılmasına ya da kan sızıntısına neden olur.
Özellikle de önemli risk faktörleri mevcut olduğunda, rutin sağlık kontrolleri yaptırmak önemlidir.

2. Boyun Tutulması

Boyun tutulması stresli bir an, kötü duruş ve aşırı yorulmadan kaynaklı olabilir.
Yine de, tıkanmış ya da sızıntı yapan bir damar olma olasılığını göz ardı etmemelisiniz.
Eğer çeneninizi göğsünüze değdiremiyorsanız ve ağrının başınıza uzadığını hissediyorsanız, hemen doktorunuza başvurun.

3. Kötü bir baş ağrısı



Baş ağrısı, birçok nedenden dolayı görülebilen yaygın bir belirtidir ve neredeyse her zaman ciddi olmayabilir.
Bununla birlikte, belirgin bir nedeni olmadan çok güçlü geldiğinde, bir muayene için hastaneye gitmek en iyisidir.
Yoğun, zonklama yapan baş ağrısı genellikle artmış damar basıncının bir işaretidir ve ciddi vakalarda, yaklaşmakta olan bir inme anlamına gelmektedir.

4. Vücudun bir tarafı paralize olur

Bu durum hipoglisemi olarak da bilinir, beyin felci geçirmek üzere olan kişilerin arasında yaygın bir belirtidir.
Genellikle uyku sırasında olur, ancak bazı durumlarda uykudan biraz önce oluşur.
Çoğu zaman tanı koymak kolay değildir, ancak hiçbir koşulda bunu görmezden gelmemek gerekir.

5. Görsel problemler



Göz sağlığı iyi olan ancak aniden bulutlu hale gelen ya da görme azlığı yaşayan bir kişi doktoruna danışmalıdır.
Bu belirti çeşitli sağlık sorunlarından kaynaklanabilir, ancak felç ihtimali göz ardı edilmemelidir.

6. Ani halsizlik

Ani bir enerji kaybı daima dikkat edilmesi gereken bir şeydir.
Yorgunluk, bir takım ciddi sağlık sorununun ortak belirtilerinden biridir; özellikle de beyindeki normal oksijen akışını kesen hastalıkların.
Beyin felci geçiren insanlar genellikle normalden daha fazla uyurlar ve bilinçsiz kalabilirler.

7. Yürürken ve kolları hareket ettirirken zorluk çekme



Uzuvların koordinasyonu ile ilgili yaşanan zorluk, beyin felci öncesinde sık görülen bir belirtidir.
Herkes bunu deneyimlemese de bazen ataktan hemen önce meydana gelir.
Omuzlarda güçlü, anormal bir ağrı, tıbbi yardım almak için yeterli sebeplerden fazlasını oluşturur.
Şu makaleyi de ziyaret edin: 

8. Vertigo, baş dönmesi ve kafa karışıklığı

Bunların birçok sağlık probleminin belirtileri arasında olduğu ve neredeyse her zaman ciddi olmadığı doğrudur, ancak doktorunuza danışmak için yeterli sebeplerdir.
Bu belirtilere, özellikle de riski artıran bir çeşit kardiyovasküler problemin varlığında dikkat edilmeli ve tedavileri yapılmalıdır.
Sonuç olarak, beyin felcinin zamanında tespit edilmesi kolay olmasa da, felçten önce ortaya çıkabilecek olası belirtileri bilmek en iyisidir.
Bu uyarılara dikkat etmek ve acil tıbbi yardım almak trajik sonuçlardan kaçınmanın anahtarıdır.

Tarikatları ve cemaatleri koruyan kollayan kimseler Türk ve İslam ülkelerinin asıl düşmanlarıdır



Tarikatları ve cemaatleri koruyan kollayan kimseler ile ilgili görsel sonucu
Tarikatları ve cemaatleri koruyan kollayan kimseler Türk ve İslam ülkelerinin asıl düşmanlarıdır Habertürk'te akşam 21'de başlayan iki ayrı tartışma programı izledim, biri, ünlü bilim tarihçisi Fuat Sezgin'in ölümü üzerine diğeri Adnan Oktar cemaatine operasyon üzerine. 

 Özellikle ilahiyat kökenli akademisyenleri tanıdım fikirleri kafaları zekaları akılları neyse artık birikimlerini dünyaya bakışlarını izleme fırsatım oldu.  Anladım ki polis yine yanlış yerlere operasyon yapıyor, ortaçağ kaçkını bu kadar deli, kendini felsefeci fıkıhçı kelamcı ilahiyatçı bilim adamı bilmem ne adında pazarlıyor. 

 Hayatımızda görüntü olarak elbiseler evler sokaklar değişmiş ama zihniyet hiç değişmemiş, insanları köleleştiren aynı dil aynı menkıbeler aynı metaforlar hiç yorulmadılar dönüp duruyor. 

 TARİKAT VE CEMAATLER OSMANLI'NIN ÇÜRÜME KÜLTÜRÜDÜR
 Tarikat ve cemaatlere abartılı bir değer veren koruyan kollayan kimlerse Türk ve İslam ülkelerinin şeytanları asıl düşmanları onlardır! Tarikat ve cemaat kendine iktidar istiyor hazır yemek istiyor, palazlanana kadar sessiz sinsi palazlandıktan sonra iktidarı hatta devletleri düşürüyorlar. 

 Tarikat ve cemaatler Osmanlı'nın uzun süren sıkıcı tekrar tembel atıl boş işlerle uğraşan çürüme kültürüdür, konuşmalardan anladığımız bu çürüyüş kültürü ilahiyatlarda 'kurumsallaşmış' aynen soluk almadan hararetle devam ediyor. Mutsuz insanlar, hiç birinin becerisi yok, çokeşlilik, sübyancılık, kullanparalık, oğlancılık gibi her dinin her insanın utanacağı skandal konularda dahi hala ses çıkartamayan zavallı ilahiyatçılar. Cemaat ve tarikatlar bir erkekler haremidir. 

 Gerçek dünyadan uzaklaşmış, uydurulmuş yapılar, övgüler iltifatlar yağcılık poh pohlama göklerde uçurma gibi şizofren söylemleri hala ekranlarımızdadır. Masonik yapılar gibi siyasi merdivenlerde zenginleşmede hızla yükselmenin asansörüdürler. Özellikle hafif işlerde çalışan kalitesiz ve vasat kitleleri oy deposu kalabalık olarak etkilerine alırlar. 

Hafif işlerde çalışan insanları hizmetlerinde kullanır ayak işlerini bu zavallı kölelere ücretsiz yaptırırlar. Bu zavallı ayaktakımı itibarlarıni kişiliklerini korumayı beceremez, Allah'ı ve dini soyan bu saçma sapan onursuz hayatın aracıları ve kurbanları olurlar. Tarikat ve cemaatleri öven kutsayan ilahiyatçı ve yazarlar da işte bu köle pazarının tellallığını yaparlar. 

 TÜRKİYE BİR NEBZE NEFES ALABİLDİYSE II. MAHMUD VE MUSTAFA KEMAL SAYESİNDEDİR 
 Adnan Oktar'ın suçu her şeyi göstere göstere milletin gözü önünde yapmasıdır, diğer tarikat ve cemaatlerin de gardiyanları tetikçileri vardır, çöpçatanları vardır, şeyhin yakınlarıyla kadın müritler arasını bulan aracılar vardır. Elit kesimlerle siyasilerle arayı türlü tertip ve entrikalarla düzenleyenleri vardır. 

Özel konutları, ticareti, banka kredilerini, ihaleleri çekip çevirenleri vardır. Tarikat ve cemaatler mevlevilik gibi folklorük ritüeller dışında sosyal belalardır, devlete ve istihbarata sızmak gibi en büyük suçu işlerler. Mısır'ı Irak'ı Türkiye'yi Pakistan'ı Kafkasya'yı ve Doğu Türkistan'ı ceset haline gelinceye kadar sömürmüşlerdir. Türkiye bir nebze nefes alabildiyse II. Mahmud ve Mustafa Kemal sayesindedir, ilkini gavur padişah ikincisini deccal ilan etmişlerdir. Bir efendi sınıfı bir ruhban bir ahkam ve fetva sınıfı oluşturmuşlardır. 

17. yüzyılın yobaz Kadızadeleri ve Birgivi'den bu yana 'onu giyme günah' demekten ve dört yüzyıldır hiç bir şey üretmeden her şeyi 'bidat' ilan edip gelişmenin yani insan olmanın önünü kapatan bu yobazlardır. Devlet dahi bir iki yıl askere alır bu efendi sınıfı garibanları bir ömür askeri haline getirir, mesela siz askerlik görevinizi yapar bitirirsiniz ama FETÖ'nün köleleri ömür boyu FETÖ'ye askerlik yapar. Ne için, öbür dünyada şefaat edeceklermiş. 

Olmayan bağış. Hizmet sözleşmesine bakar mısınız, sen bu dünyada şeyhine bir ömür kölelik yapacaksın o da size müphem bir alemde sizi cennete alarak karşılığını verecek, ne adil bir iş ücret pazarlığı. Diyelim ki insanlar gönüllü olarak bu köleliği kabul ediyor ve buna inanç diyor, ilahiyatçıya düşen görev bu deliliğe son vermek tarikat müritlerine psikiyatri kliniklerinin kapısını göstermektir. Son iki yüzyılda bu cemaat ve tarikat liderleri savaştan da kaçmışlardır, bu dönemde asker sayımızın yarısı cephede şehit düşerken boşalan köyler ve kimsesiz kalan genç kadınlar bu yobazların insafına haremine kalmıştır. 

 Anadolu'nun izbe dağbaşlarında genç ve yoksul cumhuriyetin bu köylere öğretmen okul götürmesi hayli zor çoğu zaman imkansız olmuş mikrop yuvaları gözlerden uzak büyümüştür. Bir de müritleriyle güya ilahi bir sözleşme yaparlar, bu ve öteki dünyada (şeyhi) babalığa kabul ediyor musun, diye, baba'nın asıl anlamı da Allah Peygamber... Tarikat olan her yerde sömürü suistimal ve entrika vardır. 

 OSMANLI BU TARİKAT VE CEMAATLER YÜZÜNDEN AVRUPA'YLA TEKNOLOJİK OLARAK AÇILAN ARAYI GÖREMEMİŞTİR 

 Ve Menderes'le birlikte bu oy depoları Türk siyasetini değiştirir, siyasilerle tulum oy gibi toptancı pazarlığı yapıp muhafazakar partileri büyütüp bugünkü yıkımın temellerini atmışlardır. Ekmeğini yiyip suyunu içtikleri içinde yaşadıkları şehre bile beş kuruş sızdırmamak için kapalı devre ekonomi kurarlar, kendi otelleri, lokantaları, dükkanları… 

İçinde birbirleriyle alışveriş yaparak toplumun değil beş kuruşlarına dahi kıskançlıkla sadece kendilerini kalkındırırlar. Roma'yı da Osmanlı'yı da bugünkü Orta-Doğu devletlerini de yıkan bunlardır, hatta bugün İsrail'i etnik devlet haline getiren de bu cemaatlerdir. Osmanlı bu tarikat ve cemaatler yüzünden Avrupa'yla teknolojik olarak açılan arayı görememiştir, Osmanlı tarikat ve cemaatler yüzünden batıdan gelen her şeyi bidat (sonradan çıkan adet) görüp yasaklarla yüzyıllar kaybetmiştir. 

 Mesela oran olarak 17. ve 18. yüzyılda padişahların bir fermanı ekonomi üzerineyse iki yüz fermanı bu tarikatların baskısıyla yasaklar üzerinedir. 17. ve 18. yüzyılda bu tarikatlar yüzünden Osmanlı yenilgilerine sebep olarak kadın örtüsü feraceyi suçlamıştır. Bu tarikatlar yüzünden Osmanlı 17. ve 18. yüzyılda geri kalmışlığın aciliyetini anlayamamış reformlar mektepler idari yapılar vb. Osmanlı topyekün silahıyla toprağıyla teslim olup batana kadar iki yüzyıl gecikmiştir. 

 Osmanlı'nın muzaffer dönemlerinde devşirmeler ve köleler çoğunlukla asker ve iş alanları için erkekti. Savunma savaşları başladığı 17. yüzyıldan sonra kadın köle sayısı erkek sayısını 10'a katlayıp toplum çürüdükçe cariye sayısı çoğaldı. Batı'nın saldırıları karşısında çürüyen çaresiz toplumun cami ve cariye sayısını katlaması düşündürücüdür. Bugün de aynıdır, AKP iktidarının camii sayısı ve Çukurambar semtindeki garsoniyerleri (odalıkları) çürüme dönemine paraleldir. 

 Çürümeyle yasaklama cariye camii sayısı at başıdır, kadınların düğüne ve hamama gitmesi dahi hatta dükkan içlerinden alışverişleri dahi yasaklanmıştır. Kadınlar üç yüzyıl evlerinde kapalı sığınak ve zindan hayatı yaşamıştır. Bu amansız hayati sosyal gerçeklere rağmen ekranda ilahiyatçı profesörleri dinleyince, argo tabiriyle, bu ülke bitmiş, ölmüşüz ağlayanımız yok, dedim, bu kadar örümcek kafa cahille ey memleket hiç şansın yok. 

 NESNEYİ DE ALLAH YARATMIŞTIR AMA… 
 Bakıyorum ekrana, konuşmacının ekranı batı üretimi, mikrofonu batı üretimi, giydiği gömleğin dokuma tesisleri batı icadı, berberinin makası batı üretimi, yüzüne sürdüğü krem sıktığı parfüm, oturduğu koltuğun tasarımı hepsi sanayi çağının ürünleri, ve ama, konuştukları, işte o saçma sapan masallar hikayeler kitaplar tarikat cemaat işi. 

 Oysa üzerine binlerce bilimsel kitap yazıldı bu çürümüş zihniyeti genç nesillere anlatmak çok kolay, şöyle. Mesela çay, buğday, tütün, kereste, fındık, zeytinyağı, vs. üründür, madde de diyebiliriz kaynak da, felsefeciysek 'nesne' de diyebiliriz. Nesneyi de Allah yaratmıştır ama on saatlik yüz saatlik on bin saatlik konuşma içinde 'nesneyi' konuşan bir ilahiyatçı yok. Nesneyi, (ürünü, kaynağı, maddeyi, üretimi, tasarımı, icadı) konuşmadan modern toplumu ya da sanayi çağını anlamak mümkün değildir, o halde? 

 Eğer maddeyi (ürünü, kaynağı, üretimi, tasarımı, ham maddeyi mamul maddeyi, bunları ortaya çıkartan emeği, zekayı, icadı) tanımıyor bilmiyorsanız siz 'bilim'i hiç bilmiyorsunuz demektir. Ayrıca kooperatifleri, tarım alanları, fabrikaları, işçi sendikalarını, emek-ücret, sosyal haklar, yani bugünkü kurulu dünyayı ekonomiyi siyaseti hiç bilmiyor mağarada yaşıyorsunuz demektir. Madde olmazsa yiyemezsiniz giyemezsiniz geçinemezsiniz hatta nefes alamazsınız, madde kaynak üretim olmazsa, kölesiniz, bağımsızlığınızı onurunuzu toprağınızı ayakta tutmanız imkansızdır.

 ADNAN HOCA YA DA MENZİL TARİKATI NE ÜRETTİ 

 İnsanlar bu tarikat ve cemaatlere neden girerler, işsiz yoksul imkansız oldukları ve bu yoksulluk yüzünden kendilerine güven duymadıkları için. İşi maaşı olan insanların kendilerine güveni biraz zor yıkılır bir başka adamın eteğini öpüp önünde diz çöküp ona efendi demez. 

 Cumhuriyet ve yurttaşlık bir başkasına 'efendi' dememek içindir. Şu soruyu sorun, FETÖ örgütü ne üretti, hangi fabrika, hangi bilim adamları, hangi bilimsel araştırmalar, hangi ihracaat hangi kaynakları... Adnan Hoca ya da Menzil tarikatı ne üretti? Ya da 17, 18, 19. yüzyıldaki Nakşiler Kadiriler vs. neyi üretti? Fabrika, atölye, tarla ve akademiyi konuştuğumuz yok, üç yüzyıldır tarikat ve cemaatleri üstelik aynı karanlık ortaçağ diliyle tartışıyoruz. 

 Doğu Türkistan'dan Kafkasya'ya oradan Suudi Arabistan'a kadar bütün toprakların Rusya, Çin ve Amerika'nın bağımlılığına girmesinin sebebi de işte bu boş konuşup havanda su döven 'tarikat ve cemaatlerdir'. Boş konuşa konuşa madenleriniz petrolleriniz yaylalarınız sınırlarınız egemenliğiniz elinizden gitti, seccadenizi sereceğiniz bağımsız toprağınız kalmadı ama hala saçma sapan ortaçağ masalları menkıbeleri anlatıyorsunuz. 

 BİR İŞİNİZ ESERİNİZ MESLEĞİNİZ YOKSA İŞTE BU TARİKAT VE CEMAATLER SİZİN 'SAHİBİNİZ' OLUR 

 Cehalet Habertürk ekranından 80 milyona şu cürete bakın şöyle konuşuyor: cumhuriyet tek tip insan yarattı. Önce şu tek tip'de duralım. Doktor, sanatçı, mühendis, ziraatçı, çiftçi, veteriner, diye saymaya başlayın on binin hatta yirmi binin üstünde çeşitli meslek göreceksiniz. Şimdi doktor mühendis sanatçı aynı mı, doktor mühendis sanatçı tek tip mi? Mesela Aziz Sancar. Yıldız Tilbe. Soner Yalçın. Fatih Terim vb. aynı tek tip insanlar mı? Ve dikkat edin bir şeyin 'meslek' olabilmesi için bir 'maddeyle' 'bir iş alanıyla' uğraşması çalışması kafa yorması gerekir. Tarikat ve cemaatler sizin işinizin efendisi olmanızı istemiyor, çünkü efendi sadece şeyh, bir mesleğiniz olursa kendinize güveniniz olur kimseye bağlanma ihtiyacı hissetmezsiniz. 

Efendi kim: Sahip. Bir işiniz eseriniz mesleğiniz yoksa işte bu tarikat ve cemaatler sizin 'sahibiniz' olur. Ve şu deliliğe bakın maaşlarını halkımızın ödediği bu cehaletin profesörleri tek tip olmayan'ı nasıl tarif ediyor, şöyle: 'inanç cemaat tarikat çeşitliliği'.. Yani kadiri başka rifai başka, ne güzel, al sana çoğulcu toplum? Bu çoğulcu değil köle toplumudur, falan ağanın marabaları falan şeyhin köleleri, ne fark ediyor? 

 Şöyle bir soruyu soran yok, (tarikat ve cemaatlerde) bir adam bir adama niye bağlanır, yani bir adam bir adama din ve inanç adına .tünü beynini karısını onurunu niye teslim eder, ürettiği ortaya koyduğu sanatı mesleki becerisi yoksa, niye bağlanır? Ve hiç bir mesleki becerisi iş becerisi olmayan bir insanı niye Allah'la Peygamberle evliyalarla eş tutar ve hatta kainat imamı gavs evliyahullah diye göklerde uçurur? Şu yalanlarla uçurur: şeyhimiz öbür dünyayla irtibat halinde rüyasına peygamber giriyor, gibi şizofren hikayeleriyle ve bu çağda. 

 Üstelik bu hiç bir şey üretmeyen insanların istihbarat ağlarıyla kayırmacılıkla ihalelerle ülke kaynaklarını ele geçirmekle menfaat şebekeleriyle ve sapık cinsellik sapık evlilikler kapalı cemaat odalarında görüldüğü üzere sübyancılıkla iç içe olduğuna dair son üç yüzyılda binlerce on binlerce utanılacak vahim örnekler ortadayken. Ağızla sözle lafla havanda su döver gibi olmayan masallar anlatarak şeyhleri tarikatları cemaatleri dünyanın harikaları olarak göklere çıkarabilirsiniz ama koskoca Konya Ovası'nın milyonlarca ton buğdayından Avrupalılar'a satabilecek kalitede bir kutu bisküvi yapamazsın? 

 AKP İKTİDARININ EVVELİYATINA BAKIN MESELA BU EKRANLAR ÖNCE KİMİNDİ ŞİMDİ KİMİN 

 Peki üretemedikten sonra karnınızı neyle beslersiniz? Tarikatlar ve cemaatler talanla yağmayla çalmayla hırsızlıkla menfaat şebekeleriyle? Peki sırtını üretemeyen vasıfsız kalitesiz tarikat ve cemaatlere dayamış devlet karnını nasıl doyurur: müsadereyle (zenginlerin mallarını tasfiyeyle). FETÖ yüzlerce işadamının malına kondu şimdi de devlet FETÖ'nün mallarına el koyuyor. 

Adnan Hoca yüzlerce ailenin malına kondu şimdi de devlet Adnan Hoca'nın mallarına el koyuyor. Müsadere bir Osmanlı devlet geleneğidir üretecek kaynak zeka ürün bulamazsanız gözden düşen vezirlerin paşaların mallarına el koymaktan başka imkanınız kalmaz.  AKP iktidarının evveliyatına bakın mesela bu ekranlar önce kimindi şimdi kimin? Hangi işadamları hangi fabrikalar satıldı el değiştirildi vergilerle sindirildi. 

 Mesela bu ekranların parası bugün nereden geliyor, açıyorlar AKP'li belediyelere telefon, her belediyeden 100 bin dolar gibi paralarla havuz oluşturup işte bu Saraylı yazarların maaşları veriliyor, yani halktan çalınıyor. Nasıl bir din nasıl bir ahlaktır bu diyeniniz neden yok, çünkü hepiniz bu din inanç şeyhin osuruğu inanç havuzundan besleniyorsunuz. 

 Osmanlı için 'saraylı' olmak en ideal siyasi imkan ve pozisyondu! Bu tarikat ve cemaatler köyden konaklara ve saraya giden tek makbul yoldu. Bugüne kadar o köy yolundan aynı din ve inanç yalanlarıyla gelip konaklara malikanelere oturanların zihniyeti ve yolları hiç değişmemiştir. Yakın tarihimizde sadece bir Kenan 

Evren suçluları 'gecekondularda' aradı, Evren dışında son üç yüzyıllık tarihimizde devlet suçluları neden hep 'malikanelerde' aradı? Konakların malikanelerin tevazu ve tutumlulukla ya da bir lokma bir hırkayla ya da kanaatkarlıkla ne alakası var, üretimle ne alakası var, fabrika mıdırlar? 

 Saraylı lafına bir itirazınız var mı, mesela 'kullarım' ne demektir, mesela padişahın iradesiyle 'kanun' arasındaki fark nedir? İrade tek kişiye aittir, fermandır, siz de kulları? Düzen nizam demektir, nizamname padişah emirleridir. 

 Şimdi siz o ekranda neye 'nizam' peşindesiniz: tarikat ve cemaatlere! Bu yeni ferman nizamını kim getirdi bu ülkeye: tarikat ve cemaatler! Üretmeyen bir toplum neye 'nizam' verir: beylere ağalara şeyhlere ve aranızda tepişmeyin diye bunların hiyerarşisine. 

 O tarikat bizden öbürü değil diyerek bu modern çağda hangi 'nizam'ın peşindesiniz: padişahlık, ağalık, şeyhlik nizamının. Falan cemaatleri şimdi ekranda niye kötülüyor suçluyorsunuz? Büyük öküzü kırbaçlarsak küçük öküzleri de ürkütürüz, sonra üstlerine çökeriz korkusu. FETÖ gibi cemaatlere düne kadar niye ağzınızı açıp laf edemiyordunuz? Devletlülerinizin nizamı için! 

BU ALTINLARI OTUZ UZUN YIL TÜRKİYE'NİN DAĞLARI SOYULURKEN SİZ NEDEN SORMADINIZ 

 Devletlüleriniz üç yüzyıldır 'nizam' için ne yapıyor, o tarikatı bu cemaati kafir (tekfir) ilan ediyor, ellerindeki mallara konuyor ya da itibarlarını yok edip saray'a yakın başka tarikat ve cemaatlerin bahtını açıyor, siyasi ve sosyal gelişimizin öyküsü işte bu torpilli tarikatların isim değişikliği. Bahtı açık, ne demektir, saray'a açılan yol demektir, saray nedir, hazinenin rüşvetin iltimasın kayırmanın terfinin nişanın ulufenin kaynağı demek? 

Kaynağı... ne demek? Kaynak, demek, madde nesnedir. Tarikat ve cemaatler kaynağı nereden bulur, müritlerinin ve sarayın servetinden... Servet nedir maddedir nesnedir, altındır malikanedir tapudur elbisedir yiyecektir. Mesela son dört yüzyıldır madde etrafında servet etrafında altın etrafında ihale etrafında malikane etrafında çıkar etrafında dönmeyen bir 'tarikat ya da cemaat' biliyor musunuz? 

 Hayır! İngiltere Akın İpek'i niye gözaltına aldı, hukuk için mi, altınları için mi? Bu altınları otuz uzun yıl Türkiye'nin dağları soyulurken siz neden sormadınız? O halde dürüst insanlar önce 'servet'i konuşmalı, servet nasıl yapılır, o halde, bilim adamları önce iş'i üretimi kaynak'ı madde'yi nesne'yi konuşmalı, nasıl üretilir hakça nasıl bölüşülür?_ Madde nedir, yani şu kayalar madenler ağaçlar ürünler, bunları kim yaratmıştır? 

 Yaratıcı! Bu şeyhler tarikatlar kimin malını çalıyorlar? Allah'ın... Ama kullarına da yüzyıllarca puta tapmayın maddeye tapmayın dünyalıklara kanmayın derler? Allah'ın nimetlerini alevera dalevera asıl sahiplerinin ellerinden haksız hukuksuz çalanlar hırsız şeytan dolandırıcı değil mi? 

 Bu üç kağıtçılık neyin sonucudur: Ahlaksızlığın. (Madem bu servetler şeyhlerin hakkıdır kurban olduğum Allah bu dağları hazineleri bu şeyhlere tapusunu direk verseydi, evet doğrudan verdi, bu yüzden şeyhler kutsal bir baba dede şecerecisiyle Peygamberin soyuna kadar çıkar bütün bu servetler üzerinde bu ilahi soyla hak iddia ederler.) 

 O halde ahlakı nasıl inşa etmeliyiz, saray karşısında şeyhleri ağaları tarikatları hiyerarşileri içinde ip gibi dizerek ve sübyancılığı suistimali istihbaratçılığı entrikaları cinsel sapıklıkları görmeyerek saklayarak mı? Yoksa buğdayı çayı fabrikayı atölyeyi üretimi emek'i ortaya çıkan mamul maddeyi, Allah'ın yarattığı her bir kul'a eşit kardeşçe bölüşerek mi? 

 İşte yüzyılların özeti kardeşlerim, ilahiyatçı profesörler oturmuş yüz saat konuşuyor, içlerinde 'madde' 'nesne' geçen tek kelime yok, hangi alemde yaşıyor bunlar, uzay boşluğunda mı? 
 Hepimizin etrafında masa vardır sandalye vardır küllük vardır bilgisayar vardır kaldırım taşı vardır, bunların hepsi maddedir. Hepsinin üretimi kaynağı tasarımı fiyatı emeği vardır. 

 ULAN ÜÇ KAĞITÇILAR, ULAN SAHTEKARLAR, ULAN ŞARLATANLAR… 
 Tarikat ve cemaatler masa buğday kiremit apartman elbise vb. hiç bu alemde yokmuş gibi yaşıyor, elbisenin olmadığı üretimin olmadığı tasarımın icadın olmadığı alem nasıl bir alemdir? Üç kağıtçıların hırsızların sapıkların yaşadığı gizemli mistik bir alemdir! Yani bu dünyanın işlerini yemeklerini ürünlerini bizler çalışıp üreteceğiz ve onlar çalıp hazıra konacak? Vay be bu mübarek dini .kinizin .ötünüzün keyfine uygun kim icat etti? 

 Kim mi icat etti, 17. 18. 19. yüzyılın çürüyen tarikat ve cemaatleri ve bu yapılara hala inanç diyenler inşa etti! Ulan sahtekarlar, on saat aralıksız programınızı izledim, içinde tek bir 'kaynak' 'üretim' 'madde' kelimesi geçmedi. Ulan üç kağıtçılar, on saat aralıksız programınızı izledim, içinde bir tane 'bölüşüm' kelimesine rastlamadım. 

 Ulan şarlatanlar, on saat aralıksız programınızı izledim, yüz bin tane felsefe kelimesi geçti, yüz bin tane 'modern' kelimesi geçti, yüz bin tane 'bu tarikatlar devletin inanç sahiplerine yaptığı baskılar yüzünden' çoğaldı cümleleri geçti. Bu insanlar bu halk ne yer içer nasıl geçinir gibi bir cümle neden kurmadınız? Konuşmalarınızın özeti size kalırsa şeyhlerinin osuruğu olmasa halkımız inançsız ve aç kalır. 

 Hadi 'inançlarınızı' test için sizinle bir 'deney' yapalım, halkın vergileriyle aldığınız o maaşlarınızı üç ay vermeyelim, üç ay parasız pulsuz işsiz kalın da görelim şeyhlere inancınızı.. Maaşsız cemaatsiz kalırım korkusuyla işte ekranda felsefenin ve bilimin olmazsa olmaz en temel kelimesi madde nesne olmadan konuşmayı hala sürdürdüğünüze göre, bu neyin korkusu? Bu .öt korkusu. 

 OSMANLI'YI SON KURUŞUNA KADAR TÜKETTİNİZ ŞİMDİ VARIYLA YOĞUYLA SATA SATA CUMHURİYET TÜKENDİ

 Bir cemaat üyesi ya da lideri onlarca insanla kolaylıkla gönüllü köleleriymiş gibi neden homoseksüel ilişkisi kurabiliyor, sorusunun cevabı buradadır, unutmadan, .öt de bir nesnedir! Bir iki yıl aç kalın görelim sizi. Aç kalıp imkansız kalıp umutsuz kalıp hayattan bir çıkış yolu bulamayıp o sahtekar şeyhlere karısını veren yatağına giren .ötünü veren oğlunu kızını veren ve tecavüze uğradıkça o bizim pirimizdi diye cezbeye gelen yani hiç sesini çıkartmayan bu zavallı perişan insanlardan, bakalım farkınız kalacak mı? 

 O halde, Allah'ı ve güzel ahlakı neden hala hortlak karanlık yobaz sapık işbirlikçi ajan tarikat ve cemaatlerde arıyorsunuz? Cevap: hala .ötünüzün korkusu yüzünden. Yani düzen aynı düzen dört yüz yıldır bu .öt korkusu gitmemiş, Abdülhamit'in saldığı korku da bu .öt korkusuydu. Bu .öt korkusu yüzünden direnen isyan eden bölüşen sorgulayan hakça ve halkın yanında onurlu ve kişilikli bir insan olmanız bu gidişle bir dört yüzyıl daha mümkün görünmüyor, ancak artık 'kaynak' tükendi, 

Osmanlı'yı son kuruşuna kadar tükettiniz şimdi varıyla yoğuyla sata sata Cumhuriyet tükendi. Oysa çalışan insan üreten insan bir eser ortaya koyan insan kafa yorar emek verir aklını fikrini zorlar, maddeyi ürünü eline alır masaya koyar, üstüne düşünür, daha hızlı daha çok daha karlı daha insani ve doğaya ve doğasına uygun bu maddeyi nasıl işleyebilirim şekillendirebilirim, diye düşünür. 

 Ahlak dediğiniz şey, iş, çalışma ve üretim koşulları yani maddeyle insan arasındaki bu büyük boğuşma didişme uğraş alınteri ve emek'ten çıkar... Üretim bu uğraştan çıkar, onur ve bağımsız kişilik bu uğraştan çıkar, iş disiplini bu çalışmadan çıkar, kazanç ekmek parası nedir bu boğuşmadan çıkar, merhamet bölüşüm başkasını düşünme işte bu hayat ve insanlık kavgasının tecrübelerinden çıkar. 

 CEMAAT DİYE DİYE TARİHİN EN ESKİ ORDUSUNU TASFİYE, REZİL ETTİNİZ 

 Tarikat cemaat şeyh inanç kavgasından dört yüzyıldır çıkan tek şey: Doğu Türkistan'tan Orta Asya'ya ve Kafkaska'ya ve Balkanlar'dan Orta-Doğu'ya topraklarınız madenleriniz petrolleriniz elinizden çıkar ve köle ve bağımlı ve sömürge haline gelirsiniz, geldiniz işte. Cemaat diye diye tarihin en eski ordusunu tasfiye rezil ettiniz. 

Cemaat diye diye tarikat liderleri İstanbul'un göbeğinde Escobar metotlarıyla Escobar malikanelerinde gözlerinizin önünde kırk yıldır vur patlasın göbek atıp yaşıyor. Kölenin elinde kalan tek şey, isyandır, bu soylu isyan da bir türlü tüm bu toprak parçalarını yabancı istihbaratla işbirliğiyle parçalatıp direnişlerini çürüten şeyh tarikat cemaatlerin hiç birinden çıkmadı, çıkmaz. 

 Doğu Türkistan'ın tarikatlarıyla Pakistan'ın tarikatları Irak'ın tarikatları Kafkasya'nın tarikatları Orta-Doğu'nun tarikatları 'aynı' boş beleş saçma sapan sapık işbirlikçi aynı 'tek tip' cemaatlerdir ve Batılı istihbaratlar hepsini güzelce ve sabırla kullanıp bu ülkelerin bağımsızlığına varlığına son vermiştir Hiç birinin Allah'ın bin bir güzel nimeti bu dünyanın dağları nehirleri kaynakları ve ürünlerinin bulunması üretilmesi mamul hale getirilmesi katma değeri bölüşümüyle hiç bir ilişkisi olmadı, hepsi sizler gibi ekranlarda şeyh uçurdu kainat fethetti. 

 Neşe dediğiniz şey ürünle eserle boğuşan didişen yorulan terleyen insanlarda olur. Allah'ın neşesi insanlığın neşesi dünya neşesi, çalışan üreten terleyen insanlarda olur. Bu şeyh ve tarikatlar neden istisnasız hepsi Batı'nın köleleri oldu ve müridleri de kölelerin köleleri haline nasıl getirildi, bu varlığımız ve bağımsızlığımız için sorulacak en hayati soru değil midir? 

Cumhuriyet'e neden düşmansınız, çünkü genç Cumhuriyet'in ilk işi bu kangren bacakları elleri kesti! Üretememiş eser verememiş neşesini bulamamış insanlar inançsızdır Allahsızdır asalaktır sapıktır ve önlerine kim gelirse kendini ajanlık .ötverenlik dahil en utanmasızca kendini kullandıran insanlardır, inançlarınız sayesinde yeniden tohumlanmışlar ve örnekler gazete manşetlerinde rezilliklerin bini bir paradır. 

 Mesleği ve işi olmayanın ahlak'ı olmaz, bir inancı ve Allah'ı hiç olmaz. Fetö’cüleri aynı ekranlarda onlarca yıl izlerken yıllarca aynı soruyu sordum, siz ne ürettiniz, hangi fabrikayı hangi eseri? Ve onlara uygun gördüğüm laf şuydu: Şeytanın .imamları. 
 Bu ilahiyatçı profesörler içinde bir iki yazarın hatırı bu sözlerimi değiştirmeye hiç yetmiyor: 

 Son üç yüz yılın çürüme zihniyetinde değişen hiç bir şey yok, ekranlarda bu sefer başka tür şeytanın .mları bacak bacak üstüne atmış hala ahkam kesiyor! Hala martaval masal menkıbe anlatıp cirit atıyor! Ve hala maaşlarını bu yoksul halk ödüyor! Nihat Genç

Cüz-i irade nedir?


Cüz-i irade nedir?
 İnsanda gözüken fiilleri iki kısma ayırabiliriz. 
 Bunlardan bir kısmı tamamen irademiz dışında meydana gelen fiillerdir. Kalbimizin atması, kanımızın dolaşımı, nefes almak vermek, göz kapaklarımızın açılıp kapanması, saçımızın uzaması gibi fiilleri bu kısma misal olarak gösterebiliriz. 

Bu tür fiillere “ıztırârî” fiiller denilir. Bu tür fiillere insanın iradesi müdahale etmediğinden dolayı, bu fiiller için herhangi bir mesuliyet veya mükâfat yoktur. 


 Fiillerimizin diğer kısmı ise, kendi irademiz ile işlediğimiz fiillerdir. 

Yemek, içmek, bakmak, konuşmak, yürümek gibi fiillerimiz bu kısma dâhildir. Burada tercih ve seçim hakkımız vardır. 

Helale bakabileceğimiz gibi, harama da bakabiliriz. Helali yiyebileceğimiz gibi, haramı da yiyebiliriz. Hayrı konuşabileceğimiz gibi, yalan ve gıybet de konuşabiliriz. 


Bu tür fiillere “ihtiyâri” fiiller denilir. Cüz-i irade ise: “ihtiyâri fiiller” dediğimiz bu kısım fiillerdeki tercih kabiliyetimizdir. Yaratılması cihetiyle ıztırâri fiillerde olduğu gibi, ihtiyâri fiilleri de yaratan Allah’tır. 


Fakat ihtiyâri fiil ve hareketlerimizde talebimiz söz konusudur. 

İşte bu talebe cüz-i irade denir. 

 Demek ihtiyâri fiillerde insan, talep edendir. Allah ise, fiili yaratandır. İşte insan bu talebi sayesinde itaatkâr veya isyankâr olur. Başka bir ifadeyle insanın iradesi fiilin vasfına, Allah’ın kudreti ise fiilin aslına taalluk eder. 


Mesela yazı yazma fiilinin aslını yaratan Allah’tır. Yazılan, sevap bir şey olabileceği gibi, günah bir yazı da olabilir. 

Birinci hâlde yazının faydalı olduğundan, ikinci hâlde ise zararlı olduğundan bahsedilir. 

İşte yazı yazma fiilinin faydalı ve zararlı olmasına insan karar vermektedir. İnsan neye karar vermişse, Allah da yazıyı onun kararına göre yaratmaktadır. Ve onu mesul eden de bu tercihi ve kararıdır. 


Şimdi cüz-i iradenin mahiyetini 3 farklı misal ile anlamaya çalışalım: 


 Misal 1: Bir padişahın misafirhanesinde bulunduğumuzu farz ediyoruz. Bu misafirhanenin her katında ayrı ayrı nimetler ve ihsanlar sergileniyor olsun. Ve yukarıya doğru çıktıkça bu nimet ve ihsanların çoğaldığını görüyoruz. Bu misafirhanenin alt katında ise nimete mukabil cezanın, ihsana mukabil de azapların olduğunu farz ediyoruz. Yukarı katlara çıkmak için de aşağı katlara inmek için de tek yol, asansöre binmek ve ulaşmak istediğimiz katın düğmesine basmaktır. 


 Şimdi bizler asansördeyiz ve asansörün üst katlara çıkaran bir düğmesine bastık ve asansör bizi o kata çıkarttı. Ya da bizi aşağı katlara indirecek bir düğmeye bastık ve asansör bizi o kata indirdi. Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki, üst katlara çıkmak için bir düğmeye basan kişi dilerse, fikrini değiştirip kendisini alt kata indirecek bir düğmeye basabilir ve alt katlara inmeye başlar. Ya da alt katlara kendisini indirecek bir düğmeğe basan kişi dilerse ve daha yolculuğu bitmemişse, asansörün üste çıkartan düğmelerinden bir düğmesine basarak üst katlara ulaşabilir. 


 Şimdi durumumuzu inceleyelim: Asansörü biz yapmadık ve onu kendi kuvvetimizle hareket ettirmiyoruz. Ancak asansör de kendi kendine hareket etmiyor. Biz irademizi kullanarak bir düğmeğe basıyoruz ve asansör bizi o kata ulaştırıyor. O hâlde “Asansörü ben hareket ettiriyorum ve asansör benim kuvvetimle çalışıyor.” diyemeyeceğimiz gibi, “ Bu asansör kendi kendine hareket ediyor; dilerse beni üst kata, dilerse beni alt kata indiriyor, elimde hiçbir şey yok.” da diyemeyiz. 


Evet, birinci sözü söyleyerek asansörü kendi kuvvetimizle hareket ettirdiğimizi iddia edemeyiz. Çünkü asansörü hareket ettirmek ve onu icat etmek için gereken kuvvetin binde biri değil, milyonda biri bile bizde yoktur. Değil asansörü kendi kuvvetimizle hareket ettirdiğimizi iddia etmeyi, belki ona binmemiz bile kendi kuvvetimizle olmamıştır. 


Bu misafirhanenin merhametli sultanı bizi, hiçbir kuvvet ve müdahalemiz olmaksızın bu asansöre bindirmiştir. Bizler bu sözü söyleyemeyeceğimiz gibi ikinci söz olan, “Asansörün hareketinde hiçbir müdahalemizin olmadığını, asansörün kendi isteğine göre bizi dilediği katlara çıkardığını” da iddia edemeyiz. 


Zira asansör, bizim bastığımız ve çıkmak istediğimiz kata bizi çıkarmaktadır. Bizi, istemediğimiz ve düğmesine basmadığımız hiçbir kata çıkartmamaktadır. O hâlde en doğru söz şudur: “Asansörü biz hareket ettirmiyoruz ve asansör bizim kuvvetimizle çalışmıyor. Ancak biz asansörün çıkacağı ve ineceği katları irademizle belirliyor ve düğmeye basıyoruz.” O hâlde çıkacağımız ve ineceğimiz katı biz tayin etmiş olmaktayız. Asansör ise bizim tayinimize ve talebimize göre hareket etmektedir. 


 Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına: Bu misaldeki misafirhane, bu dünyadır ve şu güzel âlemdir. Misafirhanenin sahibi ise, ezel ve ebedin sultanı olan Allah’tır. Misafirhanenin üst katları, bizi cennete ulaştıracak ameller; alt katı ise, bizi cehenneme düşürecek günahlardır. Asansör ise, Allah’ın irade ve kuvvetidir. Asansörün düğmesine basmak ise, Allah’tan o fiilin yaratılmasını istemektir. 

İşte bu cüz-i iradedir. 

 Cüz-i irademizle Kur’an’ın başına oturduğumuzda ve Kur’an okumayı talep ettiğimizde, Allah da kuvvetiyle “Kur’an okumak” fiilini yaratmaktadır. Yani biz bu hâlde iken, asansörün üst düğmesine basmış ve asansör de bizi o kata çıkartmıştır. Ağzımızın hareketinden tutun, okuduğumuz Kur’an’a kadar her şey Allah’a aittir. O’nun yaratması ve icadı ile meydana gelir. Bize düşen tek şey bu vaziyetin yaratılmasını tercih ve talep etmemizdir. 


Bu tercih ve talebe cüz-i irade denilir. Eğer biz Kur’an’ın başına oturacağımıza, okunması haram olan bir kitabın başına oturmuş olsaydık. Bu sefer cüz-i irademizle asansörün alt katlarına indiren bir düğmeye basmak gibi, o fiilin Allah tarafından yaratılmasını talep etmiş olacaktık ki, 


Allah da imtihan dünyası olmasından dolayı bu fiili yaratacaktı. Allah’ın yaratması, bizim isteğimize yani cüz-i irademize tabi olduğundan dolayı biz mesul olmaktayız. Gerçi birçok defa Allah’ın rahmetinden dolayı o günahı yaratmadığı ve o günahla aramıza girdiği de gözükmektedir. Cüz-i iradenin mahiyetini şu misallerle anlayabiliriz. 


Misal 2: Bir rıhtımda padişahın gemilerinin dizildiğini ve bu rıhtımın karşısında iki adanın olduğunu farz ediyoruz. Padişah, kaptanların sağdaki adaya gitmelerini emretmiş ve soldaki adaya gitmelerini yasaklamış olsun. Kaptanları emrine itaat hususunda bir imtihana tabi tutan padişah, imtihanın bozulmaması için de soldaki adaya gidenlere mâni olmasın. 


Gemiler aynı cihazlarla donatılmış ve her iki adanın yolu da açık tutulmuş olsun. Diğer taraftan, gemilerin seyahati için gerekli her türlü ihtiyaç ve yakıt yine padişah tarafından temin edilsin. Kaptanın burada yapacağı tek şey, dümeni çevirmek ve gideceği adayı seçmektir. Onu o adaya ulaştıran gemi de, geminin hareketi de sultana aittir. Eğer o kaptan, padişahın emrine uyarak sağdaki adaya giderse orada çeşit çeşit sofralarla, nimetlerle karşılaşacaktır. 


Eğer sol taraftaki adaya giderse, vahşi canavarların hücumuna hedef olacak ve görevli memurlar tarafından çeşitli cezalara çarptırılacaklardır. Her bir kaptan, padişahın dümenci bir neferi olarak gemiye rota verme ve istediği adaya gidebilme durumundadır. Bir kaptan hangi adaya gitmek isterse, gemi onun vereceği rota ile oraya yönelecek ve deniz gemiyi o adaya kadar sırtında taşıyacaktır. 


 Şunu da belirtelim ki, kaptan yolculuğun her anında rotayı değiştirme hakkında sahiptir. Mesela sol adaya doğru yol alırken, rotasını sağ adaya ya da sağ adaya doğru yol alırken, rotasını sol adaya çevirebilir. 


 Şimdi durumu inceleyelim: Gemiyi kaptan kendi kuvveti ve gücüyle hareket ettirmemektedir. Zira geminin hareketi için gerekli kuvvet onda olmadığı gibi, geminin ihtiyaçlarını da tek başına karşılaması mümkün değildir. 


O ne gemiyi yapmıştır, ne denizin sahibidir, ne de gemideki diğer aletlerin; bunların hepsi sultana aittir. Bununla birlikte gemi de kaptanın iradesi olmaksızın tek başına hareket etmemektedir. Kaptanın tercihi gemiye yön vermektedir. Şimdi kaptan şunu diyemez: “Bu gemiyi kendi kuvvetimle idare ve sevk ediyorum.” Zira buna gücü yetmez. Ancak şunu da diyemez: “Gemi benim irademin dışında yol alıyor, istediği adaya beni zorla götürüyor. 


Ben geminin hareketinden mesul değilim.” Evet bunu diyemez. Zira gemi onun tercihine göre yol almaktadır. O hâlde en doğru söz şudur: “Ben geminin ve içindeki cihazların sahibi değilim, onlar sultanımındır. Ben sadece bu gemiye rota belirleyen dümenciyim. Lakin öyle bir dümenciyim ki, geminin her hareketi benden sorulacak. 


Çünkü gemi o hareketi benim talebim ve isteğim ile yaptı.” Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına: Misaldeki rıhtım, bu dünyadır. Sultan ise Sultan-ı Kâinat olan Allah’tır. Her bir gemi, insandır. O gemideki cihazlar, insana takılan duygu ve azalardır. O iki ada ise; sağdaki cennet ve cennete götüren amellerdir, soldaki cehennem ve cehenneme götüren amellerdir. Kaptanın gemiye rota vermesi ve dümeni çevirmesi ise, cüz-i iradedir. 


Evet insanın bedenindeki her aza ve hücre, kâinattaki her bir sistem ve küre Allah’ın irade ve kudretiyle vazife görmekte ve hareket etmektedir. Fakat insan, ihtiyâri fiillerinde eli kolu bağlı bir kaptan gibi hadiselerin denizine atılmış değildir. Vücut gemisinin hareket adasını kendi cüz-i iradesiyle tayin ve tespit etmektedir. Böylece gideceği menzile kendisi karar vermektedir. İşte bu karar verme yeteneğine, cüz-i irade denilir. 


 Misal 3: Bir çocuğun, bir pehlivanın sırtına bindiğini farz ediyoruz. Karşılarında da iki tane dağ var. Sağ taraftaki dağda; lezzetli yiyecekler ve her türlü nimet bulunurken, sol taraftaki dağda ise sadece dikenli yiyecekler ve vahşi hayvanlar bulunuyor olsun. 


 Bu iki dağdan birisine çıkacak olan çocuğun kendi kuvveti, tek başına bu dağlara çıkmaya yetmeyeceği için, bir pehlivan onu sırtına almış ve çocuğun arzusuna göre hareket ederek onu istediği dağa çıkartacak olsun. Şimdi bu çocuk, her şeyiyle güzel olan sağdaki dağa çıkmak yerine soldaki dağa çıkmayı arzu etti ve o dağa kendisini çıkartmasını pehlivandan istedi. Pehlivan da onu o dağa çıkardı. 


Ve arzusunun bedeli olarak o dağa çıktıktan sonra da yüzlerce elemle ve korkuyla baş başa kaldı. Şimdi durumu inceleyelim: Çocuk kendi kuvvetiyle o dağa tırmanmadı, zaten gücü ve kuvveti tek başına o dağa çıkmaya da yetmez. Ancak pehlivan da onu zorla soldaki dağa çıkarmadı. 


Eğer çocuk sağdaki dağa çıkmak isteseydi, pehlivan da onu sağdaki dağa çıkarırdı. Nitekim birçoğunu sağdaki dağa çıkarmıştır. O hâlde çocuk, ne kendi kuvvetiyle dağa çıktığını iddia edebilir ne de pehlivanın zorla kendisini soldaki dağa çıkardığını söyleyebilir. 


 Çocuğun söyleyeceği en doğru söz şudur: “Evet, ben dağa kendi kuvvetim ile çıkmadım, beni bu dağa pehlivan çıkardı. Ancak pehlivan benim irade ve arzumu hiçe sayarak bunu yapmadı. Bilakis o benim talebime uydu. Ben, onun beni soldaki dağa çıkarmasını istedim, o da bunu yaptı. 


Bu dağa çıkmaktaki bütün mesuliyet benimdir.” Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına: Misaldeki sağ dağ, cennet ve ona götüren salih amellerdir. Sol dağ ise, cehennem ve cehenneme götüren kötü amellerdir. O çocuk ise, biziz; yani insandır. Pehlivan ise, Allah’ın kudreti ve kuvvetidir. Evet, biz fiillerimizi Allah’ın kudretine dayanarak işleriz. 


Misaldeki çocuğun pehlivanın sırtına binmesi gibi, bizde kudret-i İlahiyyeye binerek işleriz. Çıkmak istediğimiz tepeye bizi çıkarmasını ve yapmak istediğimiz ameli yaratmasını Allah’tan talep ederiz. İşte bu talebimiz cüz-i iradedir. Allah da, biz neyin yaratılmasını istemişsek, o fiilden razı olmasa da imtihan sırrından dolayı yaratır. 


Burada biz, fiilin yaratılmasını talep edeniz. Allah ise, fiili yaratandır. Fiilin yaratılmasına, bizim talebimiz ve isteğimiz sebep olduğundan dolayı da mesul oluruz. O hâlde bize düşen, cüz-i irademizi hayırlı işlerin talebi için kullanmak ve Allah’tan cennet amellerini bizim için yaratmasını istemektir. Bu istek ve arzu, halis bir niyet ile buluştuğunda, bizleri cennete layık bir hâle getirecektir.


 Ne mutlu, kendisine verilen cüz-i iradeyi salih amellerin yaratılmasında kullanan ve onunla cennet amellerini işleyenlere! Ve yazıklar olsun ki, hayırları talep etmesi için kendisine emanet edilen bu cüz-i iradeyi, günahları kazanmak yolunda kullanarak emanete ihanet edenlere

Kader, Kaza ve Cüz-i irade nedir?

Kader, Kaza ve Cüz-i irade nedir? ile ilgili görsel sonucu

Kader, Kaza ve Cüz-i irade nedir?

Madem meselemiz kaderdir. O hâlde konumuza geçmeden evvel bazı kelimelerin anlamlarını bilmek zorundayız. Bu kelimelerden bir tanesi kaderdir.
Kader: “Cenab-ı Hakk’ın, kâinatta olmuş ve olacak her şeyi, bütün vasıflarıyla, bütün hâlleriyle ezelde bilmesi ve daha onu yaratmadan önce, her şeyiyle, levh-i mahfuz denilen kader levhasında yazmış olmasıdır.”
Kaza ise: “Allah’ın bu ezelî yazıyı ve takdiri, icad etmesi ve yaratmasıdır.”
Demek ki kader Allah’ın ilminin bir neticesi, kaza ise Allah’ın kudretinin bir tecellisidir. Yani Allah ilmiyle yazmış, kudretiyle de yaratmıştır. Yazı, kaderdir; yaratmak, kazadır.
Mesela bir insanın ne zaman doğacağı ve ne zaman öleceği önceden takdir edilmiştir. İşte bu takdir, kaderdir. O insanın vakti geldiğinde doğması ve vakti geldiğinde ölmesi, yani doğum ve ölüm hadiselerinin yaratılması ise kazadır.
Cüz-i İrade ise Allah tarafından insana verilen, dilediği gibi hareket edebilme yeteneği ve seçme serbestliğidir.
Biraz daha bu kavramı açarsak; Allah insana okuma, yazma, koşma, yemek yeme, içme, oturma gibi birçok kabiliyetler vermiştir. Bu kabiliyetlerin her birine “külli irade” denilir. Burada geçen “külli irade” tabirini, Allah’ın külli iradesiyle karıştırmamak gerekir.
Allah’ın “külli iradesi”, Allah’ın dilediği her şeyi yapabilmesi ve emrinin önüne hiçbir şeyin geçememesidir.
İnsanın “külli iradesi” ise kendisine verilen yeteneklerdir. İşte insan, o yeteneklerden bir tanesi ile bir işe yöneldiğinde o “külli irade” artık cüzileşmiş olur. Buradaki “cüzi” ifadesi, “ufaklık” manasında olmayıp “belirlilik” manasındadır.
Mesela insanda yemek yeme kabiliyeti vardır. Bu “külli iradedir.” İnsan bu kabiliyeti ile simit yemeğe başladığında artık bu kabiliyeti cüzileşmiş olur. Artık insan kendindeki külli iradeyi belli bir yönde kullanmış ve simit yemeğe başlamıştır. İşte buna cüz-i irade denilir. İnsan burada serbesttir. Simit yiyebileceği gibi, bir haramı yemeği de tercih edebilir. Zaten onu mesul eden, ona bu tercih yetkisinin verilmesidir.

Kadere iman, imanın şartı mıdır?



Kadere iman, imanın şartı mıdır? ile ilgili görsel sonucu

Kadere iman, imanın şartı mıdır?

Kadere iman, imanın bir şartı mıdır?
Yani bir kimse kadere iman etmese ve onu inkâr etse iman dairesinden çıkar mı? Böyle bir soruya verilecek tek cevap “Evet”tir. 
Kadere iman, imanın bir şartıdır ve kaderi inkâr eden iman dairesinden çıkar. 
Zira kitabımız olan Kur’an-ı Kerim, birçok ayetiyle kadere imanı ders vermekte ve ezelde her şeyin Allah tarafından bilindiğini haber vermektedir. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:
“Gaybın anahtarları Allah’ın katındadır. Onları ancak Allah bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki bir tane, yaş ve kuru her şey levh-i mahfuzdadır.” (En’am:59)
“De ki: Bize Allah’ın yazdığından başkası asla erişmez. O bizim Mevlamız’dır.” (Tevbe:51)
“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, onu daha yaratmadan önce bir kitapta yazmış olmasın. Şüphesiz ki bu Allah’a çok kolaydır.”(Hadid:22)
“Biz her şeyi apaçık bir kitapta sayıp yazmışızdır.”(Yasin:12)
“Allah her dişinin neye gebe kalacağını, rahimlerin neyi eksik neyi ziyade edeceğini bilir. O’nun katında her şey ölçü iledir.” (Ra’d:8)
“Bilmez misin ki Allah, yerde ve gökte ne varsa bilir. Bu, bir kitapta mevcuttur. Ve bu biliş Allah için çok kolaydır.”(Hac:70)
Bu ayetler ve bunlar gibi birçok ayetler, eşyanın daha yaratılmadan önce, Allah’ın ilminde var olduğunu bildirmektedir. Zaten bunun aksi de düşünülemez. Zira Allah’ın ilmi her şeyi, her zamanı ve her mekânı kuşatmıştır. Bunu kabul etmemek, Allah’a cehaleti isnad etmek demektir ki, Allah bütün kusur ve eksikliklerden münezzehtir.
Eğer insan için bir kader olmasa ve Allah, insanın yapacaklarını yaptıktan sonra bilseydi; Allah’ın ilmine bir nihayet ve sınır gelirdi. Ve ilim sıfatında artma, eksilme ve değişiklik söz konusu olurdu ki, bütün bunlar Allah hakkında düşünülemez.
Ezeliyet bahsinde de işleyeceğimiz gibi, Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. Yani bütün mevcudat; geçmiş, hâl ve gelecek, evvel, ahir, zahir, batın, gizli ve açık her şey, her an O’nun şuhûd dairesindedir. O’ndan gizlenemez ve ilminden saklanamaz. Dolayısıyla “İnsan için bir kader yoktur.” demek, Allah’ın yarını bilmemesi manasına gelir. Zira yarını bilirse, kader; ilahî ilmin bir unvanı olduğundan, elbette herkes için bir kader olacaktır. Ve vardır.
Kader meselesini iyi anlayabilmek için şu iki noktanın çok iyi bilinmesi gerekir. Bunlardan bir tanesi Allah’ın ezelî oluşu, yani “Ezeliyet” bahsi ve diğeri de “İlmin maluma tabi olduğu” kaidesidir. Bu iki mesele izah edildiğinde ve anlaşıldığında kader hakkındaki bütün sorular cevaplarını bulacaktır. Şimdi bu iki meselenin izahına geçiyoruz…

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...