01 Nisan 2013

İÇTİĞİM SUDA,ISINDIĞIM GÜNEŞTE........


Ben rüzgarın esintisinde bile aradım seni..
Ne üşüdüğümde kışın ortasında beklerken seni..
Nede güneşin sıcaklığında.
Bir off bile demedim...
İnandım biryerlerde bulacağıma seni..
Yokluğunda buldum sonra seni..
Yokluğunda bulduğum senle gecenin bir yarısı buluşurduk sık sık...
Ayın altında sarıldık mı birbirimize ohh bizden mutlusu yoktu...
Varlığında yaşayamadığım herşeyi yokluğunla paylaştığım..
Yokluğun bile bambaşkaydı senin...
Yokluğun öylesine vardıki...
Başka hiçbir varlık geçemezdi yerine..
Başımı koyup yattığım yastık bile,
Yokluğundu sanki o senin yokluğuna sarılmamı sağlayan..
İçtiğim suda..Isındığım güneşte..
Islandığım yağmurda..Herbirşeyde vardın sen...
Varlık yada yokluktun ama sendin...
Seni hissedebilmenin hazının yaşadım herbişeyde..
Bir şarkının notasında bir şiirin mısrasındaydın bazen...
Seni bulmak zor değildi..
Ben baktığım herşeyde görebildim seni...
Çünkü;Yokluğunuda en az varlığın kadar sevdim sevgili..

YEŞİL PENCERENDEN BİR GÜL AT BANA


SERENAD

Yeşil pencerenden bir gül at bana

Işıklarla dolsun kalbimin içi.

Geldim işte mevsim gibi kapına,

Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak

Ben aşkımla bahar getirdim sana.

Tozlu yollardan geçtiğim uzak

iklimden şarkılar getirdim sana.

Şeffaf damlalarla titreyen ağır

Goncanın altında bükülmüş her sak;

Seninçin dallardan süzülen ıtır,

Seninçin yasemin, karanfil, zambak…

Bir kuş sesi gelir dudaklarından

Gözlerin gönlümde açar nergisler,

Düşen bin öpüştür yanaklarından

Mor akasyalarla ürperen seher.

Pencerenden bir gül attığın zaman

Işıklarla dolacak kalbimin içi..

Geçiyorum mevsim gibi kapından,

Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

Ahmet Muhip DIRANAS

KEDER SANA YAKIŞMIYOR



KEDER SANA YAKIŞMIYOR

Ne kadar değişmişsin görmeyeli,

Ellerin güzelliğini kaybetmiş nasırdan,

Hüzün rengi almış saçlarının her teli

Gözlerine gölgeler düşmüş kahırdan,

Gözlerin ki, gördüğüm gözlerin en güzeli

Ne kadar değişmişsin ben görmeyeli

Böyle mahzun kederli değildin eskiden

Fıkır fıkır gülerdi gözlerinin içi

Dudakların nemliydi sevgiden, arzudan

Yapraklarına çiğ düşmüş karanfiller gibi

Baygın kokusuna anılarla beraber giden

Böyle mahzun kederli değildin eskiden

Sevdiklerin vefasız mıydı bu kadar

Ağlamaktan mı karardı gözlerin

Bir zamanlar gözyaşını sevmezdin

Şimdi nerden yaşardı gözlerin

Hasta mısın, yorgun musun nen var

Sevdiklerin vefasız mıydı bu kadar

Arzular vardır bilirsin anlatılamaz

Eskisi gibi kalsaydın ne olurdu

Taptaze, ıpılık kar gibi beyaz

Keder sana yakışmıyor gül biraz

Arzular vardır bilirsin anlatılamaz.

Victor Hugo

MEVLANA'NIN MEZAR ODASINA





Mezarın bulunduğu odaya girmeyi düşünenlerin bile sonu felaket oldu...

MEVLANA'NIN MEZAR ODASINA GİRMEYE KALKANLARIN BAŞLARINA KORKUNÇ OLAYLAR GELİYOR!
Mevlana'nın kabrinin altınaki 'mezar odası'na 700 yılda sadece bir kişi girebildi. O da 7 yaşındaki bir kız çocuğuydu. Çocuğun dili tutuldu ve bir daha konuşamadı. O küçük çocuğun ne gördüğü bir sır olarak kaldı. Ondan sonra girmeyi düşünenleri bile korkunç felaketler bekliyordu. İşte, Mevlana'nın esrarengiz sırrı...
O müzenin kapısından içeri girerken, karşıma 'Da Vinci şifresi' gibi esrarengiz bir hikáyenin çıkacağını bilmiyordum.
Bu, bir sanduka ve onun altındaki mezarın hikáyesi.
Ama öyle basit bir hikáye değil.
Hikáye 13'üncü yüzyılda başlıyor ve 1930'da esrarengiz bir aile trajedisine kadar uzanıyor.
Hikáye beni çok etkiledi.
Sizi de etkileyeceğini tahmin ediyorum.
SAF TUTMUŞ SANDUKALAR ARASINDA
Geçen salı günüydü.
Hayatımda ilk defa Konya'ya gitmiştim.
Konya'da Mevlana Müzesi'nin kapısından ilk adımımı attığımda, belki de sadece benim hissettiğim mistik bir rüzgár esti ve beni içine alıp götürdü.
Hayatımda hiçbir mekán daha ilk anda beni bu kadar etkilememişti.
İçerden çok hafif bir ney müziği geliyordu.
Sağ tarafta, sanki saf tutmuş sandukaları görüyordum.
Yanımda Mevlana Müzesi Müdür Yardımcısı Dr. Naci Bakırcı vardı.
Mevlana'nın sandukasının önüne gelinceye kadar, mistik bir turistten farklı değildim.
Ancak o sandukanın önünde Dr. Bakırcı'nın anlattığı o müthiş hikáye başladı.
Daha doğrusu, o sandukanın altındaki 'mezar odasının sırrı'...
500 METREYİ SEKİZ SAATTE ALAN CENAZE
Nefesimi kestim ve onu dinledim.
İşte ondan dinlediklerim.
Anlatıldığına göre her şey 1273'te Konya'da kaldırılan bir cenazeden sonra başladı.
Mevlana Celaleddin-i Rumi, 17 Aralık 1273 günü vefat ediyor.
Cenazesine yüzbinlerce insan katılmış. Naaşı, İplikçi Camii'nden, 500 metre ilerdeki bu türbeye 8 saatte getirilebilmiş.
Müslümanlar Mevlana'nın naaşını defnedebilmek için gayrimüslimlerin cenaze cemaatinden çıkmasını istemiş. Ancak onlar, 'Bize İsa'yı da Musa'yı da Mevlana öğretti' diyerek bunu reddetmişler.
Mevlana'nın kabrinin altına bir 'mezar odası' bulunuyor.
MEZAR ODASINA 700 YILDA 1 KİŞİ İNDİ
Eski Türklerde mezarların altına Farsça 'zir-i zemin' yani 'zeminin altı' denilen bir mezar odası yapılırmış.
Mevlana'nın naaşı da böyle 4 metrelik bir mezar odasına konmuş.
Ancak o tarihten bu yana mezar odasına kimse inmemiş.
Sadece bir kişi hariç.
Rivayete göre Sultan Dördüncü Murad, Mevlana'nın türbesini ziyarete geldiğinde, mezar odasının içinde ne olduğunu çok merak etmiş ve bu odaya girmek istemiş.
Ancak dönemin Mevlevi büyükleri, buna kesinlikle karşı çıkmış ve girmesini engellemişler.
Bunun üzerine Sultan, elindeki tespihi, ağzı açık odanın içine atmış.
Veya düşürmüş.
Bu tespihi almak üzere 7 yaşında bir kız çocuğu mezar odasına indirilmiş.
Bilinen tek şey, odanın iki tarafından aşağı doğru merdivenlerin indiğiymiş.
Kız çocuğu mezara inip çıktıktan sonra dili tutulmuş.
Dr. Naci Bakırcı, 'Çocuğun dilinin neden tutulduğu hálá bilinmiyor' diyor.
KÜÇÜK KIZ MEZAR ODASINDA NE GÖRMÜŞTÜ
İşte bu olaydan sonra 'mezar odasının sırrı' iyice merak edilmeye başlanmış.
Acaba kız çocuğu orada ne görmüştü de dili tutulmuştu?
Bir iddiaya göre, oda çok karanlık olduğu için çocuk çok korkmuş ve geçirdiği travmadan dolayı dili tutulmuştu.
Ancak bir başka iddia daha var ki, o 'mezar odasının sırrını' daha da koyulaştırıyordu.
Selçuklu Türkleri o tarihte mumyalama tekniğini biliyorlarmış. Fatih Sultan Mehmed dahil 7 padişahın naaşı mumyalanmış.
Mevlana'nın naaşı da mumyalandığı için muhtemelen öyle duruyordu.
Kız çocuğu orada yatan Mevlana'yı görünce bu hale gelmiş olabilirdi.
Bu olay dönemin önde gelen Mevlevilerini harekete geçiriyor ve 1640 yılında mezar odasının ağzı tuğlayla örülüp üzeri kurşunla kaplanıyor.
O tarihten sonra mezar odasının ağzındaki kurşun hiçbir zaman kaldırılmadı.
Mezar odası, sırlarıyla birlikte belki de ebediyete kadar sessizliğe gömüldü
1930'LU YILLARDA MÜZE MÜDÜRÜNÜN ODASINDA
Ancak odanın hikáyesi burada bitmiyor.
Aradan 300 yıl geçtikten sonra, Mısır'daki piramit sırlarına benzeyen bir dizi olay daha yaşanacaktı.
Bu olayın iki tanığı vardı
Biri olayı yaşayan Yusuf Akyurt isimli biri.
Öteki de onun yaşadığını Murat Bardakçı'ya anlatan Abdülbaki Gölpınarlı Hoca.
1930'lu yılların güzel bir gününde, Mevlana Müzesi'nin Müdürü Yusuf Akyurt odasında tek başına otururken, aklına sandukanın altındaki mezar odası gelir.
İçinden 'Acaba şu odaya bir girsem de içinde ne olduğunu görsem' diye geçirir.
Ancak tepki çekeceğini düşündüğü için kararsızdır.
O AN KAPI ÇALINDI YAŞLI ADAM GİRDİ
Tam o esnada kapı çalınır ve içeri, müzenin yaşlı odacısı girer.
Bu yaşlı adam aslında, Mevlevi dedesidir. Cumhuriyetin ilanından sonra tekke ve zaviyeler kapandığı için müzeye çevrilen türbede odacı olarak çalışmayı kabul etmiştir.
Yaşlı Mevlevi dedesi saygılı bir şekilde içeri girer ve Yusuf Akyurt'un tüylerini diken diken eden şu cümleyi söyler:
'Sakın oraya inmeyi düşünmeyin...'
Ancak bu şaşkınlık, müdürü kararından vazgeçirmez. Mezara inmek üzere kurşunla kaplı kapağın önüne gelir.
Halıyı kaldırır. Tam kapağı açmak üzereyken, bir adam haykırarak içeri girer:
'Müdür bey, yetiş evin yanıyor...'
Yusuf Akyurt gelinceye kadar evi kül olmuştur.
İşte tam o sırada eline bir telgraf tutuşturulur.
Müze müdürü başka bir yere tayin edilmiştir.
KONYA-ANKARA YOLUNDAKİ KAZA
Konya-Ankara yolu o gün çok ıssızdı.
Gün batmış, alacakaranlık etrafa hákim olmaya başlamıştı.
Uzaktan gelen kamyonun farları, henüz tam karanlık hale gelmemiş ufukta cılız iki nokta gibi duruyordu.
Şoförün yanında kapıya dayanmış şekilde oturan çocuk kimbilir hangi hayallere dalmıştı.
Kamyon bir kavise girdiği sırada kapı aniden açılır ve çocuk alacakaranlığın içinde kaybolur.
Kamyon durup, içindeki iki adam kardan uçan çocuğa ulaştıklarında iş işten geçmiştir.
Çocuk öteki dünyaya göçmüştür.
Çocuğun başında duran ikinci adam, başı ellerinin arasında hüngür hüngür ağlamaktadır.
O adam, Konya'dan tayini çıkan Müze Müdürü Yusuf Akyurt'tur.
Kimine göre, mezar odasının sırrı, onu hálá takip etmektedir.
MEZARIN BAŞINDA SÖYLENEN SON SÖZLER
Yusuf Akyurt oğlunun cenazesini alıp Konya'ya döner. Cenaze töreninden sonra doğruca Mevlana Müzesi'ne gider ve sandukanın başında ellerini açıp haykırmaya başlar:
'Yetmedi mi? Affet artık...'
Bütün bunlar neydi? Efsane mi? Gerçek mi?
Küçük kızın dili niye tutulmuştu? Yaşlı odacı, müdürün kafasından geçen düşünceyi nasıl anlamıştı?
Bunların cevabı yok.
Ben bunları anlatan insanlardan dinledim.
Bildiğimiz tek şey var. Mezar odası 731 yıldan bu yana sırrını muhafaza ediyor.
Umarım bundan sonra da muhafaza etmeye devam eder.
Çünkü bilinmezliğin yarattığı bazı mistik duygulara ebediyen ihtiyacımız olacak.
Çünkü hepimizin içinde, sadece kendimize ait sırların saklandığı küçücük odalar var.
Üzerleri kurşunla kaplı küçücük odalar...

BEYAZ BİR GEMİDİR OLÜM




BEYAZ BİR GEMİDİR OLÜM


Üşüyorum Hüzün şarkıları söyleyen bir Sonbaharın zemheriye dönüşmesinin verdiği, 
fani bir üşüme hissi değil bu sevdiğim ve ellerim buz kesmiş olmasına rağmen, 
ıssız bir gecede yokluğuna mahkum bir ruhla seni yazarak unutuyorum üşümüşlüğümü...
Yoruldum artık biliyor musun? Tek taraflı bir hayatı omuzlamaktan, hayatın yükü altında 
ezilmekten; birilerini arayıp sormaktan, anlatamayıp dinlemekten, sevmekten, seni beklemekten, 
her yeni güne belkilerle başlamaktan, sadece hıçkırıklarımı kendim duymalarımdan yoruldum 
ve sefaletin zincirleriyle hapsedilmiş bir aşkın yalnızlığında tükendim.
Sabret diye diye... 
erittim sabır taşlarını, bir an ümitsizliğe düşsem hayalin çıktı karşıma, gözlerine baktım 
ve kendimi yerli yerinde bulunca güzel gözlerinde, güç aldım acıların binlerce çeşidine karşı 
ama sabredecek gücüm kalmadı, hayalinin gözlerinde duramadım sevgili.
Oysaki nasılda ihtiyacım var sana, bilemezsin. Sarılsan bana bir annenin evladına gösterdiği 
o kutsal şefkatle, başımı göğsüne yaslasam ve yiten ümitlerimin ayak seslerini duysam
kalbinin atışında, içine düştüğüm çaresizlikle birlikte sana sımsıkı sarılırken, sıcaklığını 
hissedip boğazıma düğümlenen ve içimde yankılanan hıçkırıklarımı özgür bırakıp ağlasam. 
Sen saçlarımı okşasan bir babanın nasırlı elleriyle oğlunun saçlarını okşadığı gibi ve 
ben içimdeki zehiri nehir misali akıtsam ne güzel olurdu sevgili. Ama yoksun işte ve ben 
bunların hepsi bir hayalden öteye gidemiyor, ne acı değil mi? Dostlarım, bugüne dek hayatıma 
giren tüm sevenlerim, değer verdikçe canımı alan sevdiklerimin yokluğu kadar gerçek yokluğun...
O kadar yalan ki insanların gülümsemeleri, o kadar menfaatperest olmuş ki yeryüzünde herhangi 
bir anı paylaştıklarım, artık alınacak bir canım, bir parçam kalmadığı için bir anda yok
oluverdiler. Bir fotoğraf geldi gözlerimin önüme şimdi, kimdi hatırlamıyorum o fotoğrafı çeken, 
hatırladığım tek şey var ardında akbabanın olduğundan habersiz bir Afrikalı çocuğun çaresizliği 
ve resmi çeken kişi intihar etmişti sanırım o anı o karede ölümsüzleştirdikten sonra...
Çünkü o çocuk ruhunu akbabaya teslim etmişti. Çaresizliğim o Afrikalı çocuğun ki gibi ve 
azabım o fotoğrafçınınkiyle aynı derecede acı verici, sevdiğimi sunduğum kim varsa sevgili, 
hepsi birer birer o akbaba gibi olup çıktı. Ama ben şimdiye kadar savaştım hayalinin sayesinde, 
bir yerlerde var olduğun ümidiyle yaşadım, seni delice sevdim ve yokluğunda bile seni içimde 
yaşattım her nefes alışımda... Ta ki, bu yazıyı kaleme aldığım şu ana kadar dayanabildim, 
bu saate kadar sen gelmedin, ruhumu akbabalara teslim ediyorum, gelsen de kurtaramazsın artık...
Herkes bayram sevinci yaşıyordu sevdiğim. Kim bilir sende yaşadın belki, kutlu olsun geçmiş 
bayramın ve gelecek olan bayramların ve ben bu bayram sabahı yine sessizce ağladım. 
Her bayramda olduğu gibi.... Kimsesizdim, çalmadım kimselerin kapılarını, kimsesizliğim 
kapımı çaldı, kapattım kendimi hücreme, gecenin karanlığına gizlenip çıktım dışarı gece saklar 
beni diyerek, kimsesizliğimle bayramlaştım, yalnızlığımın elini öptüm, sefaletimi bir tabakta 
sundum şeker tadında firari ruhuma...
İçini karattım değil mi? Affet beni sevgili, inan ki bunun tek sebebi; kimsesizliğimden, 
kalabalıklarda bile yalnızlaşmamdan, sefaletimin bana sunduğu çaresizlikten ve bir sen kaldın 
bu çaresizliğin ortasında tek dayanağım, içimi dökebileceğim, yazarak yaşadığım bir sen varsın, 
sadece sen anlarsın beni, dilinde zehir zemberek kelimeleri cansız kağıtların bedenine aktarırken 
sıcaklığını hissettiren ve seni bana getiren kalemimden başka tek sen varsın beni anlayabilen, 
beni terk etmeyen bir sen kaldın. Affet
Sonuçta bende insanım, sana toz pembe bir dünya vermek, seninle toz pembe düşler kurmak isterdim. 
Gerçekliğinle el ele verebilseydim, iyi bir Ferhat olurdum ya da aşk ile yanmaların ötesine geçmiş 
bir Mecnun olurdum uğrunda, şüphen olmasın. Seninle gezmek isterdim, sen ne istersen alabilmek, 
gözlerine bakarak geceleri şiirlendirmek isterdim; bir yuvamızın olmasını, çocuklarımızın şen 
kahkahalarıyla şenlenmek, sen olunca yanımda üzülmelerin bile bir anlamı olurdu eminim. 
En çok neyi isterdim biliyor musun sevgili? Seni yazmak yerine yaşamak olsaydı kaderimde, 
ölüm kederlendirmezdi beni, doya doya yaşardım seni ve o an ölümsüzleşirdim.
Kaç zamandır yokum kendimde, kaç zamandır yoksun. Ne ben alışabildim sensizliğe, ne tütün 
kokusu sinmiş odam alışabildi hayalinsizliğe... İnan çok gücüme gidiyor; öykülerimde can 
bulan kadınların senin yerine beni sahiplenmesi ve kimsesiz sokaklarda attığım her adımla 
sen uzaklaşıyorsun sanki, bunu düşündükçe, sensiz kalmak gücüme gidiyor sevgili. Gözlerimi 
açmak bile istemiyorum, sensiz bir güne başlayacağımı biliyorum ve onulmaz yaralar açıyor 
ruhumda, gözlerimi açmıyorum bende, tüm dünya beni uykuda biliyor, oysa uykuyu unutalı çok oldu. 
Hayalinde can bulan gülüşünü özledim. Kendimde unuttuğum ne varsa bulduğum hayalini özledim. 
Seni çok özledim, özlemlerim işgal edince yüreğimi, delice bir istekle, Neroncavari bir arzuyla 
bu şehri yakmak istedim, vazgeçtim daha sonra; eğer ateşe mahkum olursa bu şehir bende yanarım, 
bilmekteyim yanmaların acısını ama senin bu acıyı bilmeni istemiyorum sevgili. Sen yanmaları bilme, 
sensizliğimde yanmalarımı bilmediğin gibi... Bilme!
Nasıl da huzursuzum. Evimin çatısına tüneyen bu baykuş, Azrail’in habercisi gibi, ölümün yaklaştığını 
haber veriyor sanki, annem hastalandı yine, ayağı tutmaz oldu. Ben çaresizim, sefilim ve sefaletime 
bir aşkla seni dahil etmekten, sonrasında kaybetmekten korkuyorum. Daha bin bir çeşit dert başımda, 
görsen tanıyamazsın beni, genç yaşta karlar yağdı saçlarıma... Sıkıntılarda sevinçlerin olduğu gibi 
biz insanlar için. Geçecek elbet bu günler, seni kocaman bir gülümsemeyle karşılayacağım bir gün 
sevgili. Bekliyorum seni, unutma beklemelerimi.
Seni seviyorum.

SEN ÜZÜLME DİYE..........................



Sen üzülme diye satır aralarına ördüm yokluğunun sancılarını. 
Duyup ağlama diye bir saçak altına sığınıp şimşek gürültülerinde yutkundum sensizliğin çığlıklarını. “ 
Yüreğinde bir bahar göremeden, kanayan yaralarımı iyileştirmeden çekip gittin. Gitmeliydin, hiçbir zaman dönmeyecek şekilde yüreğimde sana dair ne varsa alıp gittin. Gittin diyorum hiçbir zaman yüreğime gelmemiştin sen. Evet, bu cümleyi kurmamak için ne savaşlar verdim yüreğimin hücrelerinde bir bilsen. Seni üzmemek için acılarımda demlenmiş bu cümleyi hep erteledim dudaklarımdan. Yalnızlığında depreşen yaralarımı görme diye kalemi kırdım, ismini anan dudaklarıma kilit vurdum seni üzecek tek bir kelime söylemesin diye. Sen varken taze tomurcuklar açan kelimelerim yokluğunda paslansın istedim. Sen benim canımdın. Sana ve gözyaşlarına kıyamadım işte. Sana acı vermemek için yüreğimdeki “ senden ” kaçtım. Senin olduğun her yerden uzaklaştım. Hayattan, bu satırlardan kısacası her şeyden kaçtım unutmak için değil senin gidişini kendimden gizlemek için. Gitmelerini erteledim yüreğimin kıyılarında. Bitkisel hayata girmiş varlığını kendi soluğumla yaşatmak istedim. Soluğu tükenmiş bir cana “ canımı “ verircesine yokluğuna anlatan kelimelerden kaçtım..Canımdan canımı koparıp biraz daha varlığında gülümseyebilmek için kendimi seni hatırlatan kelimelerle avuttum. Kendimi “ yalnızlığımla “ aldattım. Gidişlerine kaç kuyruklu yalan uydurdum. Kaç kez kaçınılmaz bu gerçekle aynalarda yüzleşmekten korktum. Hiçbir zaman dillendiremedim senin gidişini hatırlatan kelimelerle. Ama yutkunamadım, dudaklarıma kilit vuramadım işte .” Hiçbir zaman yüreğime gelmemiştin sen. “. Gece olup herkes evine döndüğünde anladım senin bir daha dönmeyecek şekilde gittiğini. Gittin, hiçbir zaman geri gelmeyecektin…. 

Varlığındayken her gece aradığın vakitlerde ben hala sen ararsın diye seni bekledim sen kokan köşelerde. Seni bekledim hep. Seni beklerken karanlıklarla oyalandım biraz. Körebe oynadım zamanla. Kovalayan yalnızlıktı ben ise sana ve varlığına kaçan oldum. Hep yokluğuna ebe oldum bilmediğim oyunlarda.. Gözyaşlarımı avuç içlerimde saklayıp seni bekledim işte zamanın kör saatlerinde. Seni götüren tarihi alnımın ortasında bir mıh gibi çaktım. Ve hala gittiğin günde hala bıraktığın yerdeyim…Bir gün gelecekmişsin gibi seni bekliyorum sen kokan köşelerde…. 

Hatırlar mısın bilmiyorum. Senden önceki terk edişlerimi yazdım sana. Acılarımı katık yapıp aynı sofrada paylaşmadık mı seninle. Hüznün içinde umutsuz kaldığımda “ Pes etmeler bize göre değil, yılmakta öyle. Şimdi hadi tut ellerimden. Gir hadi yüreğimden içeri böyle hüzünlü olduğun zamanlar. Orada cennetten bir köşe var senin için. Kuşlar, çiçekler, kelebekler. Orada biraz mutluluk doldur yüreğine, huzur doldur. Sığınağın olsun orası, sığındığın. İçinde akan derede yıkan ve sıyrıl tüm acılarından. “ satırları geliyor dilimin ucuna. Yüreğim ise her satırında seni arıyor. Susup bakakalıyorum senden kalan tek hatıra bu satırlara..Huzur arıyorum gözlerindeki mutluluk ülkelerinin baharlarında. Sığınak arıyorum yalnızlığın ayazlarından kaçıp yüreğimi ısıtabileceğim. Seni arıyorum lakin yüreğimde bulamıyorum. Ruhum gitti derken yüreğim kabullenmiyor gidişine.. Ruhumla kalbim arasında tek başıma kaldım. Gittin mi yoksa giden sadece mevsimler miydi bilemiyorum. Bildiğim tek bir şey var ; yalnızlığında yetim, karanlıklarda sensiz kaldım… 

Bu satırları yazarken annem ile kız kardeşim yan odada ben ise sessizce gözyaşlarımla sana akıyordum senin sırtınmış gibi yokluğunu hatırlatan duvarlara yaslanarak. Hiçbir zaman gelmeyecek olsan da imkânsızlığına bırakıyordum fakir kelimelerimi. Ağlıyordum, sesimi kimseler duymasın diye ağzımı ellerimle kapatıp ağlıyordum. Yüreğim gözyaşlarını giyinip sana ve yalnızlığa akıyordu kirpiklerimden. Biliyorum ki bu gözyaşlarım senin için. Kirpiklerimden akan her gözyaşına bir dua ekledim canım. “ Benim her ıslak gözyaşım sana umut dolu bir gülücük olarak dönsün “ duasını dudaklarıma ilmekleyip sana bıraktım ıslak gözyaşlarımı..Ve mektubu okurken ağlarsan dokunma gözyaşlarına, bırak aksın yüreğin satırlara, toprağa. Aksın ki ; susuz kalmış ceylanlar gözyaşlarınla beslensin. 

Sen bu satırları okurken ben tek hayalimiz olan kızımıza “ sonbahar mektupları “ yazıyor olacağım. Gittiğin günün tarihini kaderime mühürleyip yalnızlığın demli çayından sensizliğini yudumlayacağım. Seni anacağım yıldızların karanlıklarla dansını izlerken. Ve yağmur yağarken yüreğine dokunacağım usulca.. Bir gün kavuşmamızın ahiretin güneşinde olacağını düşünerek ismini anacağım imkânsızlığın kör saatlerinde. Elinde yıldızlar, yüreğinde beni alarak gelmeyecek olsan da her zamanki gibi gecenin en dar vaktinde seni bekliyor olacağım.. 

Her kelimem yalnızlığa tutsak. 
Her gülüşüm sana uzak. 
Yüreğimle yüreğine dokunsam, 
Gülüşün düşer haramın avuçlarına. 
Gözyaşlarımı yüzüne bıraksam, 
İmkânsızlık düşer hasret paydalarımıza. 

Güneşler kurutmaz ıslak kirpiklerimizi. 
Şarkılar avutmaz ikimizi de. 
Gün gelir, 
Gözlerimizden akan 
Yaş olur ayrılığımız. 
Gün gelir, 
Yüreğimizi yakan 
Yangın olur yalnızlığımız. 
Gün gelir, 
Yoklukta yüreğimizi dayandığımız sırt, 
Uçurumlarda tutunduğumuz bir dal olur 
İmkânsızlığımız. 

Ve bir gün Cennetin köşelerinde 
Sarıldığımız gül kokulu bir sevda olur 
Islak gözyaşlarımız…..

AHDE VEFA (SÖZÜNÜN ERİ OLMAK) İMANDANDIR



 

AHDE VEFA (SÖZÜNÜN ERİ OLMAK) İMANDANDIR
 “Bilesiniz, kıyamet günü ahdini tutmayan her vefasıza 
(vefasızlığın derecesine uygun) bir sancak (dikilecek).
Bu falanın vefasızlığıdır denecek. (Böylece vefasızlığı teşhir edilecektir.) (Müslim)
Ahde Vefa (Sözünün Eri Olmak) İmandandır
Ahde vefa, verdiği sözde durmak, yaptığı anlaşmaya sadık kalmaktır. 
İnsanın önemli karakterlerinden, kişiliğini oluşturan değerlerden biri de vefalı oluşudur.
Ahde vefa dindendir. Vefasızlık edip ahdini bozmak ise haramdır. Herhangi bir şeyi yapmak için söz verip de o şeyi yapmayan kişiye “Ğâdir”, (vefasız) denir. Vefasızlık ise, münafıklık alâmetlerindendir. Bu gibilere Allah Tealâ’nın da lâneti vardır. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah’ın riayet edilmesini emrettiği şeyleri terk edenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar... İşte lânet ve kötü yurt (cehennem) onlar içindir.” (Ra’d: 25)
Ahde vefa hususunda dikkat göstermek ve canı pahasına da olsa ahdini bozmamak kişinin imanın kemalini gösterir. Çünkü ahde vefa, kâmil müminlerin işidir. Vefasız olanlar, dönek tabiatlı, yalancı ve şahsiyeti zayıf kişilerdir. Bu kötü vasıflı kişilerle, ciddi işler, kan ve can isteyen davalar yürütülemez.
Dünyada da, ahirette de sonları rüsvalıktır. Ahde vefa ile ilgili birkaç ayeti şöyle sıralayabiliriz:
“Ey iman edenler! Akitlerin gereğini yerine getirin.” (Maide: 1)
“Anlaşma yaptığınız zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin. Ve Allah’ı üzerinize şahit tutarak, yeminleri pekiştirdikten sonra bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız şeyleri iyi bilir.” (Nahl: 91)
“Muhakkak ki sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların eli üzerindedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde, vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.”(Fetih: 10)
“... Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir.” (İsra: 34)
Bu ayetlere göre ahdi bozmak haramdır. Her şeyin bozulduğu, nefis, şahsî görüş ve menfaatlerin ön plâna çıkarıldığı zamanımızda kişiler, söz vermenin ve ahde vefanın dînî bir vecibe ve Müslüman’ın en belirgin sıfatı olduğunu kavrayamamanın perişanlığı içerisindeler. Verilen sözün bir akit ve akdi bozmanın da münafıklıktan bir alamet olduğu çok iyi bilinmelidir. Bu hususta, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Dört şey kimde bulunursa, o kişi, halis münafık olur. Kimde bunlardan biri bulunursa, onu bırakana kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder, bir şey söylediği zaman yalan söyler, ahitleşince sözünde durmaz, (bir kimse ile) hasımlaşınca haktan ayrılır.” (Müslim)
Allah ile insanlar arasında birçok ahitler vardır. Allah’ın insanlardan aldığı ilk ahit, onların zürriyetlerini Hz. Âdem’in sulbünden alıp kendi ulûhiyetini tasdik ettirmesidir.(Araf,172)
Ahitle yemin arasında da fark vardır. Yemin bozulursa keffâret gerekir. Fakat ahitte bu yoktur. Ahdi bozmanın günahı keffâretle ortadan kalkmaz.
İnsanlar arası ilişkilerde güven unsurunun hâkim olması, ahde vefaya bağlıdır. Bu güven olmadan sıhhatli bir toplum hayatı mümkün değildir. Allah, ahde vefası olmayan bir topluma rahmet nazarıyla bakmaz. Bu itibarla insanın birinci vazifesi Allah’a verdiği söze sadık kalmasıdır. İnsan ahde vefanın, dürüstlük ve sadakatin, imanının bir gereği olduğunu bilmelidir. Her söz ve fiilinde doğruluk insanın şiarı olmalıdır. Müslüman üstlendiği her işi, aldığı her sorumluluğu Allah’tan bir emanet olarak bilir. Bu emaneti korumak, görevinin hakkını vermek için elinden gelen azamî gayreti gösterir. Nitekim Mü’minûn Suresi 1–8. ayetlerde kurtuluşa eren mü’minlerin özellikleri sıralanırken onların “Allah’a verdikleri sözün gereği olarak ibadetlerine devam ettikleri, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirdikleri, ırzlarını; namus ve haysiyetlerini, emanetleri koruyup verdikleri sözleri yerine getirdikleri” vurgulanır. Mearic suresinde ise mü’minlerin özellikleri şöyle sıralanır: “Emanetlerine ve ahitlerine riayet edenler; Şahitliklerini (dosdoğru) yapanlar; Namazlarını koruyanlar; İşte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar.” (El Mearic–32.33.34.35)
Söz namustur. Kişi namusunu korumada ne kadar titiz davranırsa, sözünü tutmak konusunda da o kadar titiz olmalıdır. Söz vermeden önce iyi düşünmeli, söz verdikten sonra yerine getirememe endişesiyle adeta titremelidir. Şahsiyeti oturmuş insanlar, söz ve sır konusunda her zaman hassas davranmışlardır. İnsan söz vermeli ama asla sözünde yalancı çıkmamalıdır.
Bir diğer ifade ile Vefa, yapılan iyilikleri unutmamak, aynıyla veya ziyadesiyle karşılık vermek, dostun cefasına katlanmak, hataları görmezden gelmektir. Toplumu ve aileyi ayakta tutan en önemli haslet, karşılıklı gösterilen vefa duygusudur. Anne-baba, eş, çocuklar, yakın-uzak akraba, hocalarımız, arkadaşlarımız ve benzeri üzerimizde hakları olan kişiler başta olmak üzere, birlikte yaşadığımız tüm insanlara karşı da vefakâr olmalıyız. Bu aynı zamanda kulluğumuzun da bir gereğidir. Konuyla ilgili Rahman suresi 60.ayette:
“İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir.” buyrulur. Rasulü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) de “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez.” buyurmuştur.(Ebu Davud, Edeb,11)
Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) günlük hayatında ve bütün ilişkilerinde ahde vefa ilkesine sadık kalmış; verdiği her sözü mutlaka yerine getirmiş, randevularına kesinlikle uymuştur.
Bu hususta dost-düşman ayırmamış, dostuna verdiği bir sözü yerine getirdiği gibi, düşmanlarıyla yaptığı anlaşmaya da sadık kalmıştır. Konu ile ilgili birkaç örnek vermek yerinde olacaktır:
Huzeyfe el-Yemâni ile babası Huzeyl, Peygamberimizle birlikte çarpışmak üzere Mekke’den yola çıkmışlardı. Mekkeli müşrikler baba-oğlu yakaladılar. Ancak savaşa katılmama sözü alarak serbest bıraktılar. Baba-oğul, İslâm ordusu Bedir Savaşı için Medine’den ayrıldığı sırada Peygamberimize yetiştiler. Allah Rasulü verdikleri sözü öğrenince, insana çok ihtiyacı olmasına rağmen onları savaştan geri çevirdi.
Bizans Kayserinin,  ticaret için Şam’da bulunan Ebû Süfyan’a, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkındaki sorularından biri de, sözünde durup durmadığı olmuştu. Ebû Süfyan, o zamanlar peygamberimize düşman olduğu halde, O’nun hiçbir sözünden dönmediğini itiraf etmek zorunda kalmıştı.
Müzeyne’den Cüsame isimli hanımla fazlaca ilgilenmesinin sebebini soran Aişe’ye:
“Hatice hayatta iken, bu hanım bize gelir, giderdi. Yâ Âişe, ahde vefa imandandır” buyurmuştu.
Hudeybiye Anlaşması’nın şartlarından biri, Mekke’den Medine’ye Müslüman olarak sığınan kişilerin iade edileceği şeklinde idi. Anlaşmanın imzalanacağı sırada Kureyş temsilcisi Süheyl bin Amr’ın oğlu Ebû Cendel, ayağında zincirlerle, yara bere içinde Mekke’den çıka geldi. Rasûlullah, Süheyl’den bir istisna olarak Ebu Cendel’i serbest bırakmasını istedi. Ancak Süheyl, anlaşmayı iptal etmekle tehdit etti. Allah Resulü Ebû Cendel’i teselli ederek: “Ey Ebû Cendel! Biraz daha sabret, katlan! Allah Teâlâ ‘dan bunun mükafatını dile! Hiç şüphesiz yüce Allah sen ve senin gibi zayıf, kimsesiz Müslümanlar için bir genişlik ve çıkar yol yaratacaktır. Biz şu kavimle bir barış anlaşması yapmış ve bu yolda kendilerine Allah’ın ahdiyle söz vermiş bulunuyoruz. Sözümüze vefasızlık edemeyiz.!” buyurdu.  
Allah Rasulünü örnek alan başta dört halife olmak üzere bütün sahabe ve zamanımıza kadar güzel Müslümanlar ahde vefanın en güzel örneklerini sergilemişlerdir. İstiklal Marşımızın Şairi M.Akif Ersoy da sözünü tutmayan bir arkadaşına “Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir.” diyerek altı ay dargın kalmıştı. Cenabı Hak bizleri ahde vefa kervanının yolcuları olarak topluca, cennetinde buluşturduğu mü’minlerden eylesin.
Âmin.


Yazar: 
 Ahmet Ağmanvermez


Köşe: 
 Hadis İklimi

NEYDİN SEN


Mutlulukların en doyulmazı seninle başladı. 
Sevgilerin en tükenmezi seninle doldu içime. 
Seninle vardı özlemler kavuşmalar. Seninle yaşadım aşkların en eksilmezini,anıların en unutulmazını. Sonra acılar,çaresizlikler,en kahırlı ayrılıklar geldi seninle. Senden uzak kopkoyu zifir geceler,bitmek bilmezupuzun günler geldi ve bir sessizlik geldiki anlatılamaz. Düşünüyorumda seni tanımasaydım sensiz kalmayacaktım. 
Bilmeyecektim yokluğunun bu kadar dayanılmaz olduğunu. Beni sen bütünlemiştin yine sen yarım bıraktın. Şimdi belki yine seninleyim. 
Ama öyle kırık ve öylesine sensizimki! 
Sana sesleniyorum. Bu seninle dopdolu satırlarımı oku ve bana söyle ben seni sevdim mi? Neydin sen? Bir rüzgarmıydın da şöyle bir esip geçtin?Yapraklarını döküp dallarını kırdın içimdeki duygu çınarının. 
Neydin sen? Bir aynamıydın içinde gözlerimi kaybettiğim. Ve şimdi ne seni ne de kendimi görebildiğim? Neden bir an pencerelerine varana değin açtın bana gönlünü sonra bir başka diliminde zamanın esrarlı bir havaya bürünerek kapılarını bile kapattın yüzüme? 
Yoksa mevcut değilmiydin? Kuru bir ısırgan dalımı sarstı beni?  Şimdiye kadar yaşadıklarımız kör ebe oynayan bir romantizmin köpüklerimiydi? Neydin sen? 
Gökten avuçlarıma düşen bir damla su mu? 
Kalbimin yangınları bütün hücrelerimi sarınca buharlaşıp kayboldun. Sonu gelmez sandığım bir heyecanmıydınki? Kendi ellerinle hazırladın sonumu? 
Yoksa bu gurbet gönlümde yıkılmaz bir kule olarak mı algıladım seni ve sen bir kuştüyü gibi uçup kayboldun gökyüzünde? Bir masalmıydın kuşların geceleyin ruhuma anlattığı? Bir efsanemiydin çağların ötesinden kopup gelen? Yoksa bulutların kulağıma fısıldadığı bir nağmemiydin? 
Neydin sen? Gözyaşım! Seni hiç bu kadar yakından tanımamıştım!!!

KOLAY SÖYLENMİYOR ÜSTAD....

Yağmur ormanları

Hep düşünmüşümdür; 
Her sevmek istediğimde sevebilseydim hayatım ne kadar başka olurdu diye... Şunu sevmek istiyorum, sevdim... Buna aşık olmak istiyorum, oldum... Kolay söylenmiyor üstad " SENİ SEVİYORUM ", olmuyor denmiyor yürekten bir çığlık gibi yükselmedikçe. 
Sevgi kolay değil usta... Sabahları onu özleyerek uyanmak, yanındayken bile özlemek, o güldüğünde senin içinin gülmesi, o üzüldüğünde senin için parçalanması, o ağladığında senin kahrolman kolay değil... Kontrol edilememezliktir sevgi... 
Sevgi kolay değil usta... Yemek yemesine sevinmek, sigara içmesine üzülmek, üşümesine dayanamamak, terlemesinden korkmak, hem bir seven yürek gibi, hem bir aile şevkati ile sarıp sarmalamak istemek kolay değil... O' nu içten düşünmek, sen O olmaktır sevgi... 
Sevgi kolay değil usta... Göz göze geldiğinde, yüreğine bir kor düşmesine engel olamamak, dans ederken o dakikaların hiç bitmemesi için dua etmek, O' nun tenine her sıradan temasında bile, O' nu ne kadar çok sevdiğini düşünmek ve hissetmek, avuç içlerinin ter kokusunu bile özlemek yokluğunda kolay değil... Sımsıcaklıktır sevgi... 
Sevgi kolay değil usta... Gece yatağına girdiğinde O' nu düşünmek, dualarına O' nu da dahil etmek, kendinden çok, O' nun için yalvarmak, dua etmek kolay değil... Dualarında O' na da yer vermektir sevgi... 
Sevgi kolay değil usta... Onunla sadece bakışmayı, dans etmeyi, gezmeyi, elini tutmayı, kokusunu hissetmeyi özlemek değil, yıllar sonrasınıda düşünerek, onla geçecek olan yıllara tatlı bir tebessümle bakmak, onunla beraber yaşlanmayı istemek kolay değil... Hayatını ona verebilmeyi istemektir sevgi... 
Bütün bunlar, kolay değil. Bir anda düşünemez, isteyemez insan. 

Ben bunları düşünüyor, hissediyor ve istiyorsam ve ben BUYSAM. Bu kadar kolay değil diyerek, sevgime küfür etme arkadaş... Tabii ki kolay değil. Kolay şeyler yakışmaz sevebilen insanlara zaten. Geceye mahkum olan, gündüz önünü göremez misali, 

Ben sevgime mahkum olmuşum. Sevgim benim mabedim. Dokunmayın mabedime...

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...