Müminin Kalbi, Allah’ın Arşı
Gökler ötesinde Arşı kendisine hâkimiyet tahtı olarak yaratan ve üzerine istiva buyuran Rabbul âlemin, yeryüzünün bütününden aldığı özlü topraktan yarattığı insan bedenine Ruhu üfledikten sonra, halife sıfatıyla onu dünyaya göndermiştir. Göndermiş, sonra da Arş’ının birer izdüşümü misali, yeryüzünde kendine özel iki ev yapmıştır. Bunlardan biri, dünyanın merkezi olan Mekke’de, diğeri ise insanın merkezi olan kalbindedir. Mekke’dekini Allah’ın dostu Hz. İbrahim inşa ederken, kalptekini ise yüce Allah bizzat kendisi yaratmıştır. İslam irfanında, Mekke’dekine “Dostun Yaptığı Ev” , müminin kalbine ise “Celal Sahibi Allah’ın Yarattığı Ev” denir.
Mescid-i Haram’daki Kâbe olabildiğine sade ve yalın bir halde sırf hakiki tevhide hizmet etsin diye yapılırken, insandaki gönül Kâbe’si ise; olabildiğince zengin, rengin, süslü, duyarlı ve şuurlu yaratılmıştır. İman, ihlâs, ihsan, yakin, muhabbet, meveddet, şefkat, itaat, sadakat, istikamet, sevgi gibi güzel ahlak çekirdekleri ekilmiştir, sonsuz mükemmelliğe ulaşsın diye donanımla mücehhez kılınmıştır. Fakat bu zenginlik ve renginlik içinde ondan da istenilen tıpkı Kâbe gibi saf olmasıdır, zenginliği çoğaldıkça başının eğik, tevazusunun da çok olmasıdır.
Öyleyse kul Allah’ın ona nasıl büyük bir hazine vermiş olduğunun farkına varmalı, yani “ey insan! Sakın kendini küçük addetme, zira sen Kâbe olmaya layık hatta ondan bile daha üstün olabilirsin, öyle ki melekler hizmetçin olurlar.”
Allah Resulü’nün bila fasl halifesi, damad-ı Nebi Hz. Ali: “İnsanların en cahili, kendi kadrinden habersiz olandır.” Diye buyurmuştur. Bu kendini büyük görmek demek değildir, bilakis varlığına bakarak yaratılış felsefesinin önemini idrak etmek için gerekli olan bir şuurdur. Yine İmam Ali buyuruyor: “Sen kendini küçük bir cisim sanıyorsun; oysa en büyük âlem sende gizlidir.”
Şiirleri her okunduğunda hüzünle birlikte ibreti insana üfleyen, çağın dertli ve dertli olduğu kadar da hikmetli şairi Mehmet Akif bu manayı şiire şöylece dökmüştür:
Muhakkar bir varlığım diyorsun ey insan, eğer bilsen;
Avâlim sende pinhândır, cihanlar sende matvîdir.
Bir ömür kendini tanımak derdiyle pervane misali yanan Mevlana ise, lafız farkıyla aynı öz manayı şöyle haykırarak, insanın gizemli dünyasından haber veriyor:
Sen su değilsin, toprak değilsin, başka bir şeysin sen…
Balçık dünyadan dışardasın, yolculuktasın sen.
Kalb bir arktır, can o arka akan bengisu
Fakat sen, senliğinde kaldıkça ikisinden de bîhabersin.
Ey İlahî Kitab’ın nüshası, Ey Padişahın güzelliğine aynası!
Âlemde her ne varsa hepsi sende var,
Senden dışarıda değil, gönlünde var
Ne istiyorsan kendinden iste, kendinde ara!..
İşte kıymetinin farkına varan mümin kullar, sıkıntıların, ihtiyaçların ve dertlerin biricik kapısı olan mabutlarına dönerek, onun huzurunda tam bir teslimiyet ve şükranla ibadete meşgul olurlar. Yüzleri Kâbe’ye dönmüştür, özleri ise ulu ve yüce olan Allah’a. İnsanda ruh, ruhta ise kalb idare merkezi, yani başkent olunca alemin hakimi, tabii ki oradan sesleniyor insan ülkesine, orada gerçekleştiriyor tüm idarelerini.
Yeryüzünün merkezi olan Kâbe ile insanın merkezi olan kalp beytullahtır, Allah’ın evidir. Her ikisi kutsal birer semboldürler. Her ikisine saygı, onların sahibi olan Allah’a saygı demektir. Her ikisine karşı yapılan saygısızlık, aslında ev sahibine karşı yapılan saygısızlıktır.
Mümin insanın kalbi, Kâbe’den ve hakikatinden daha ulvîdir, daha kıymetlidir. Öyle insanlar vardır ki onlar Kâbe’ye yaklaşırken Kâbe de onlara doğru koşar, hatta onlar bedenleriyle Kâbe’nin etrafında tavaf ederken, hakikat-i Kâbe de onların ruhaniyetlerinin etrafında tavaf etmeye başlar. Başlar, zira Kâbe’nin kalbi, gönül Kâbe’sine âşıktır, Kâbe gönüllülere meftundur.
Öyleyse insan! Kalbin kıymetini bil ve oraya sadece Allah’ı yerleştir, imam Sadık (a.s) buyuruyor: “Kalp Allah’ın evidir, öyleyse oraya ev sahibinden başkasını bırakma”. Kalp Allah’ın evi Kâbe de Allah’ın evi, kalp te Kâbe de Allah’a kulluk için birer ibadetgâh olarak yaratılmış, yapılmıştır. Kâbe ne kadar değerliyse müminin kalbi de bir o kadar değerlidir. Allah ki kalbini kendisi için yaratmış ve sadece kendi evi olarak kılmış, öyleyse seninde görevin oraya yalnızca Allah’ı bırakmaktır, sakın ola orada başkası yer edinmesin, özelliklede şeytan-ı lâin.
Dîl beyt-i Hüdâdır, onu pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyler ol Sultan gecelerde…
Bir kalbin mazhar olabileceği en büyük ihsan iman sahibi kılınması, ondan daha büyük ihsan ise Allah’ın o kalbe teveccüh etmesidir. İhsan nitekim Allah’ı görüyor gibi ona kulluk yapmaktır ki, zaten biz O’nu görmesek de O bizi görüyor. Kalbin Allah’ın nazargâh olması demek, Allah’ın sadece onu bilmesi ve görmesi demek değil, aksine Allah’ın o kalbe sevgiyle bakması, şefkatle önem vermesidir. Allah bir kalbe sevgiyle baktığı zaman, bu durum kalp sahibi mümin için cennet ve cennetin içindeki tüm nimetlerden çok daha üstündür. Sevenin tek arzusu sevgilinin de onu sevmesinden başka ne olabilir ki? Bu yüzden Rablerinin huzuruna çıktıklarında şunlar olur:
“Ona (kalbinde sadece Allah aşkını barındıran mümin kula) şöyle denir:
— Dünyayı nasıl bırakıp geldin?”
Oda der ki;
— Rabbim! İzzet ve celaline yemin ederim ki; beni yarattığın günden beri senden korkarım, dünyayı tanımam bile.
Allah’ta şöyle buyurur:
—Doğru söyledin kulum, senin bedenin dünyadaydı, ama kalbin sürekli benimleydi. Ben senin aşikârda ve gizlide olan her şeyini bilirim. Benden ne istersen iste sana vereyim, neyi temenna edersen ikram edilecektir, işte cennetim, işte benim civarım yerleş oraya.
Mümin kulun ruhu şöyle der:
— Rabbim! Kendini bana tanıttın ve böylece ben hiç kimseye muhtaç olmadım. Senin hoşnutluğun eğer benim parça parça olmamda, bir insanın öldürüle bileceği en kötü şekilde öldürülmemde ve en kötü işkencelere maruz kalmamdaysa, kesinlikle senin bu hoşnutluğun benim içim her şeyden daha sevimlidir. Ben nasıl olurda kendini beğenmiş olabilirim? Sen beni yüceltmeseydin ben zelil olurdum, yardım etmeseydin kesinlikle yenilirdim, sen beni güçlü kılmasaydın ben hep güçsüz kalırdım. Ben ölüyüm, beni dirilten senin zikrin olmuştur. Eğer senin sattariyetin olmasaydı ilk günah işlediğim anda rezil, rüsva olmuştum. Allah’ım! Nasıl olurda senin hoşnutluğun için çalışmayayım? Oysaki sen benim aklımı kemale erdirdin. Kemale ulaşmış akıl sayesinde, hakkı batılı, iyiyi kötüyü, bilgiyi cehaleti, aydınlığı ve karanlığı bir birinden ayırarak seni tanıdım.”
Kalbini böylesine Rabbin aşkıyla dolduran kul Allah’a en yakın kuldur, O Allah’ı sever Allah’ta Onu, onun kalbi rahmanın evidir, yüce Allah buyuruyor: “Ben ne yere sığarım ve ne de göğe, fakat mümin kulumun kalbine sığarım”
İşte ilahi tecelligâh olan bu müminin kalbine karşı yapılmış bir saldırı yahut eziyet, rahmanî bakışın gözü önünde işlenen öyle vahim bir cinayettir ki, sebep olduğu âh ü efgâna anında Rab tarafından karşılık verilir. Bu yüzden kırık kalplerin bedduasından korkmak lazımdır, incinmiş gönüllerin âhından çekinmek gerekir, yaralanmış yüreklerin iç geçirmesinden titremek icap eder.
Hadis-i şerif olduğu belirtilen kıymetli bir sözde: “Kalb kırmak, Kâbe’yi yetmiş defa yıkmaktan daha kötüdür.” denilmiştir. Bir defa değil, tam yetmiş defa. Aklı başında olan hiç kimse böyle bir tehdit ve ceza karşısında hiçbir kalbi kırmaya ve incitmeye cesaret edemez ve edememeli. Fakat aklı başında olmayan, kendini nefisi ile şeytana teslim eden; kin, haset, kibir ve çekememezlik duyguları dizginleri eline geçirmişse, böyle bir insan bedeninde ruhun elleri kelepçeli, ayakları prangalı ve boynu da tasmalıdır, kalb ülkesi cehl ve şeytan ordularının işgalleri altında haraptır; dolayısıyla da böyle bir kimsede vicdan kalmamıştır, vicdanı olmayandan ise her şey beklenebilir, insaf ve sağduyu dışında…
Mevlâna şöyle diyor:
Kâbe bünyâd-ı Halîl-i Azeresi
Dîl nazargâh-ı Celîl-i Ekberest
“Bir kez gönül yıkmak, Kâbe’yi yıkmaktan daha kötüdür. Çünkü Kâbe, Azer oğlu Halil’in (Hz. İbrahim’in) yapmış olduğu binadır. Gönül ise Celîl-i Ekber, Yüceler Yücesi Allah’ın nazargâhıdır.”
Gönlü Kâbeleşmiş bir insan, asla gönül kıramaz. Bir kırsa, bin defa ağlar, gözyaşları ile kırıkların iltiyamına merhem sürer. Hiç aklına bile getirmeksizin gönülleri yıkanların göğüs kafesinde ise bir gönül Kâbe’sinin var olduğu akla-hayale bile gelmez, getirilemez. Hele bir de bu kırılan, salih bir müminin kalbi ise? İhlal edilen hukuk samimi bir Müslüman’ın hukuku ise? Gıybetle çiğnenen et, makbul bir kulun eti ise… İşte vay o zaman!
Evet, Kâbe’nin yıkılıp yeniden yapılması mümkündür; ne var ki kırılan bir gönlün, -onarılması mümkün olsa bile- iz bırakmaksızın tamir edilmesi mümkün değildir. Bir kalbin kırılmasını, Kâbe’nin değil, Arş’ın yıkılması olarak almak ve algılamak daha dinî, daha insanî ve daha aklî gözükmektedir.
Gönül Kâbe, onu yıkmaya teşebbüs edenler de Ebrehe’dir. Nasıl ki gurur ve kendini beğenmişlik Firavun’da, servet köleliği Karun’da sembolleşmişse, bir müminin kalbini kıranlarda Kâbe’yi yıkmaya çalışan Ebreheler gibidir. Kâbe’yi yıkmaya teşebbüs eden ve muazzam fil ordusuyla Mekke yakınlarına kadar gelince, Allah’ın gönderdiği Ebabil kuşlarının attığı pişmiş kızgın taşlarla helak edilen Ebrehe… Kor gibi yakıcı, ağu gibi zehirleyici, mızrak gibi delici ve balyoz gibi kırıcı sözlerle insanların gönüllerine saldıran gözü kara, kalbi taşlaşmışlar birer Ebrehe’dir ki, çoğunlukla takdiri ilahi tarafından başlarına belalar yağmadan ölmezler, hem bu dünyada ve hem de mahşerde büyük acılara müptela olurlar.
Gönül bir arş haline nasıl gelebilir, ne ile?
Gönlü arş haline getirmekte zorundayız başkada çaremiz yok, zira Yunus’un dediği gibi: “Temiz et gönül evini! / Yâr gelecek kondurmaya…”
Cevap iki kelime: Kuran ile Ehlibeyt ile. Bu formülü Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: “Size iki ağır emanet bırakıyorum; biri Allah’ın kitabı ve diğeri de itretim Ehlibeytimdir, bunlara sarıldığınız sürece asla yoldan çıkmazsınız.”
Kuran’ı iyice okumalı, anlamlı ve amel etmeli, Kuran’ı anlamak ve ona göre de davranmak için Ehlibeytin sonsuz ilmine müracaat etmeli.
Nebi’nin bildirdiğine göre: “Her şeyin bir cilası vardır. Kalbin cilası da Kuran okumaktır.” İnsan kalbi Kuran ile cilalandığı nisbette Arş’ı gösteren bir mücella ayna kesilir, Kâbe hakikati ile özdeşleşerek yeryüzünde Kâbe misyonu görmeye başlar. Kalbin Kâbeleşmesi ve Arşlaşması, Kuranlaşmasına bağlıdır.
Kalp için bir başka cilayı da İmam Sadık (a.s) şöyle açıklıyor: “Hiç şüphesiz bakır paslandığı gibi kalpler de paslanır; o halde onu istiğfar ile parlatın.”
Lâyığı olmaya boş şeylere kalbini bağlayan adam, kalbine ihanet ediyor demektir. Sonuçta bir kalbe en büyük zulmü başkası değil, aslında kalp sahibi yapar. Bunun içindir ki imam Ali (a.s) Kumeyl duasında “zelemtu nefsi-benim kendim kendime zulmettim” diye buyuruyor. Günahlar kalbe atılan çamurlardır, kirletir; zulmetlerdir, karartır; dumanlardır, is-pas yapar. Öyleyse sürekli istiğfar etmeli, gece yarılarında her kes uykudayken yüce Allah’ın karşısında ağlayarak tövbe etmeli, tövbe etmeli ki kalp Allah’ın evi olabilsin. Aksi takdirde gözler görmesi gerektiğini göremeyecek ve kulaklar da duyulması gerekeni duyamamaktır, bir ömür yaşar lakin niçin geldiğini bilmeden ölümle kozasından çıkıp uçması gerekirken tırtıl olarak kaldığından yere çakılır, çakılır ve yetmiş yıl sürecek bir dereke doğru sürüklenir.
Emir-ül Müminin Ali (a.s) buyurmuştur: “Hiç şüphesiz Allah’tan sakınmak ve takva ehli olmak, kalplerinizin hastalığının devası, gönüllerinizin körlüğünün basireti, bedenlerinizin hastalığının şifası, göğüslerinizin bozulmasının ıslahı, nefislerinizdeki pisliğin temizliği ve gözlerin pusluluğunun cilasıdır.”
Gönül yaratılışı itibariyle potansiyel bir Arş mahiyetindedir, fakat gönül arşını filizlendirmek icab eder. Gönül arşı ise yakin, ihlâs, tanıma, peşi sıra sevgi, tam bir teslimiyet ve bolca ibadet ile filizlenir. Kalp dünya ve dünyanın içindeki her şeyden kendisini soyutlamalı, mâsivâ denilen ağyârdan bütünüyle arınarak, en çok Allah’ı sevmeli, en çok onu övmeli, en çok onu istemeli, en çok ona koşmalı ki böylelikle gerçekte Allah’a beytullah haline gelebilsin. Aksi takdirde, en çok neyi seviyorsa, gönül arşındaki kürsüye o oturur. O zaman da kalp Allah’ın evi olmaktan çıkarak şeytanın, heva ve hevesin evi olur.
“Hevâsını kendisine ilah edineni görmedin mi?!” (Câsiye-23)
Hevayı kendisine yol edinenlerin ise kalbi katılaşır ve böylece tamamen Allah’ın sevgisinden uzak olur. Resul-i Ekrem (s.a.a) buyurmuştur: “Üç şey kalbi katılaştırır: Boş ve (nefsanî eğilimlerini okşayan) şeyleri dinlemek (haram müzik ve film gibi), (zevk için ve ihtiyacı olmadığı halde) ava çıkmak, sultanın (güç sahiplerinin) kapılarında dolaşmak (onların dünyalarından nasiplenmek için sürekli onlarla haşir neşir olmak).”
Evet… Allah, insana en yakın dost ve en candan yardır; ama ilahî dostluğa insan tarafından liyakat kesbedilmelidir. Nasıl ki Allah insan ile kalbi arasına girer, hatta kişiye şah damarından daha yakındır.
“Biliniz ki Allah kişi ile kalbi arasına girer.” (Enfâl -24).
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kâf -16) ayetlerinin anlatmak istediği çok açıktır. Öyle de kullara düşen vazife, o yakınlığın hakkını vermektir, o kurbiyyet-i ilâhiyyeyi aklen, hissen, kalben ve ruhen farkederek çaba ve gayretleriyle tüm benliğe hâkim kılmaktır. Allah’ın severek yarattığı kulların, mağzûbîn olarak ölmemesi için. Hiçbir gönül arşını sarsmaksızın, titretmeksizin, sallamaksızın, hırpalamaksızın, yıkmaksızın…
Gönül mabedinde en sevgili O olduğu halde yaşamak ve O’na mülâki olmak için can ata ata ölümü şafak sayar gibi beklemek.. En sonunda da vuslat!.. Kalp dediğin böyle olmalı ve böyle ölmeli… Arş-ı Rahman’a kanat çırpmalı, urûç etmeli…
Gönül! Saçlarına vuruldun diye sakın inleme
Sevgili için perişanlık sana rahatlık olsun
Ben her zaman sadece sevginle huzur buldum
Öyleyse dert ortağım yalnız seni anmak olsun
Kalbimin süveydası eksilmez kıyamete kadar
Boşalmaz aşkından, sürekli özleminle dolsun
Senin gibi padişaha kavuşmak benim neyime
Benim gibi miskin bir dilenciye bu nasıl olsun
Bilirsin, Hafız kalbinde hep seni ister
Öyleyse istemeye ne hacet, istediğin olsun.