03 Mart 2012
KUR'AN-KERİM-TEVRAT VE İNCİL 7 SAFHA HANİF DİNİ BİLGİLERİ
Tevrat’dakİ 7 Safha Hanİf Dİnİ
-----------------------------------------
Kuran’ Dakİ 7 Safha Hanİf Dİnİ
-----------------------------------------
İncİl’dekİ 7 Safha Hanİf Dİnİ Sen dua edersin; ama kabul olmuyor sanırsın!
Sen dua edersin
Ama kabul olmuyor sanırsın!
Ekmek almak için bir fırına gidersin
Beklerken fırıncı ile bir sohbet başlar
Ve fırıncının hoşuna gidersin,
Hoşsohbetsin ya…
Fırıncı başkalarına istediğini verip acele ile gönderir
Bu arada sen istediğini alamadığın için sıkılmaya başlarsın
Ama bilmezsin ki
Fırıncı daha yeni pişmiş en güzel ekmeği verecek…
Hz. Mevlana
Hiç bir birey egemenliğin kullanımını kendisine mal edemez!…
Hiç bir birey egemenliğin kullanımını kendisine mal edemez!…
Fransız Anayasası’nın 2. maddesinde;
“Fransa bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir Cumhuriyettir”….
“Cumhuriyetin veciz ifadesi “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik”tir.”
3. Maddesinde; “Ulusal egemenlik halka aittir. Halk bu egemenlik hakkını temsilcileri aracılığı ile ve referandum yolu ile kullanır. Halkın hiç bir kesimi ve hiç bir birey egemenliğin kullanımını kendisine mal edemez” ifadeleri yer alıyor.
Anayasa, hukuk devletinde en üstün yasadır ve yasama işlemleri anayasaya aykırı olamaz, başka deyişle yasalar anayasaya uygun olmak zorundadır. Bu ilke siyasal iktidarların keyfiliğinin önünde bir duvar oluşturur. Hukuk devleti demokratik devletin gelmiş olduğu en ileri aşamadır. Demokrasinin gelişmişliğinin ölçüsü de hukukun /adaletin işletilişi ile ölçülür.
Fransa’da Sarkozy’nin, yeniden Cumhurbaşkanı seçilme hesaplarının çıktısı olarak parlamentoda kabul gören Ermeni yasasının, Anayasa Konseyi’nden dönüşü, hukukun siyasal iktidarı sınırlandırıcı rolünün önemi açısından günümüzde pek çok devlet için ders niteliğindedir.
Hukukun üstünlüğü ilkesinin siyasetin (siyasetçinin) hırslarının ve bu hırslar nedeniyle saptığı keyfiyetin freni olduğunun, anayasa hukukçuları için güncel bir örneği olan bu karar, “parlamento istediği her şeyi yapabilir” mantığının çarpıklığını ve belli bir dönemde seçilmiş temsilcilerin iradesinin kendilerinden önce konulmuş üstün bir yasa ile (anayasa) ile sınırlandırılmasının ve denetlenmesinin önemini de ortaya koymuştur.
Siyasetin tanımları içinde yer alan “bazıları için siyaset; siyasetçilerin elde ettikleri gücü kendi pozisyonlarını korumak ve özel amaçlarını sağlamak için izledikleri basit bir yoldur” tanımının günümüzde hala geçerli olduğunun örneklerinin çoğaltılıyor olması, hukukun herkes için gerekli olduğu klasik önermesini güncelleştiriyor.
Sarkozy’nin halkın egemenliğinden dolanarak, Ermeni yasası ile oy hesabından vaz geçmeyeceği yeni yasa önerisi ile “hiç bir birey egemenliğin kullanımını kendisine mal edemez” anayasa hükmünün aksine, bu yolu yeniden deneyeceği anlaşılıyor. Bu da siyasetçinin kendi yeri için yasaları zorlayışının tarihten günümüze ve geleceğe uzanacak yüzünü ortaya koyuyor. Buradan çıkarılacak ders yalnız Fransa için değil, hepimiz için önemli. Ülkelerin kaderi o gün iktidarda olanların iki dudağının arasına teslim edilemez. İktidarlar geçici, devlet kalıcıdır.
Fransa’da Anayasa Konseyi, hukuka sahip çıkarak, devletin hukuki kimliğini güçlendirirken, siyasetçinin sınırının olması gereğini de hepimize bir kez daha anımsatmıştır. “İleri demokrasi”den söz edilerek, hukukun geriletildiği ve siyasetçinin keyfiyetinin öne çıkışının örneklerinin çoğaltıldığı Türkiye için de derslerle dolu bir sonuçtur bu.
Toplumun anayasa yapma isteksizliğine karşın, yaklaşık üçte ikisi değişmiş 1982 Anayasasını değiştirme çabalarının yoğunlaştığı bu günlerde, Fransız Anayasası’nda yer alan “bölünmez” ifadesi ile 1789 ihtilalinin kalıntısı “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” temalarının hala anayasada bulunuşu, devletlerin gücü ile tarihleri arasındaki sıkı bağı anlatıyor. Türkiye’de kurucu iradeyi temsil eden Atatürkçü ilkelerin anayasa dışına taşınması tartışmaları ve ulusal bütünlüğü çağrıştıran sözlerin çıkarılması telkinlerinin çoğaltılışına bakınca, Fransızların 1958’de hazırladıkları anayasada hala 1789 ruhunu koruyor olmalarını sorgulamayışlarına imrenmek gerekiyor.
Tarihinin hem uzak, hem yakın geçmişi ile hesaplaşmaya itilen Türkiye’de bugün gündemden kaçırılıyor ve devletin yapı taşları bir bir dönüştürülürken, yeni bir toplum inşası için de kolların sıvanmış olduğu anlaşılıyor. 4+4+4 Yasası ile çocukların yaşamına getirilecek köklü değişiklikle, eğitimin toplumu şekillendiren bir siyasal araç olarak kullanımına tanıklık ediyoruz. Laik eğitim yerine, dini eğitimi ikame edecek adımların en önemlisi olarak yorumlayanlara karşı kullanılan üslup, gelecekle ilgili kaygıları haklılaştırıyor.
Meclis’in içinde “Kemalist diktatörlük” ithamı ile geçmişi karalama hakkını kendinde bulanlar ile köşelerinde methiye düzerek çanak tutanlara Fransa’nın tarihi ve hukuku ile güçlü kalışını anlatmaya çalışmak zor, hatta bazı beyin yıkayıcılar için imkansız. Yine de şu soruyu sormak isterim: Varsayalım ki bugün iktidardaki zihniyeti benimseyen kimi kişi ve yazarların ileri sürdükleri gibi, Türkiye’nin önceki (laik Cumhuriyet değerlerine bağlı) yöneticileri “otoriter” olsun; iyi de bu otoriterliği yıkmak için başka bir otoriterliğin inşası mı gerekiyor? Soluduğunuz özgürlük, başta bulunanın fikrine onay vermekle sınırlı iken, hangi demokrasiden söz ediyorsunuz? “Toplum değişiyor” diyerek dönüştürülürken, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, “Cumhuriyet” kavramının içinin anayasanın değişmez denilen maddelerinin özü farklılaştırılarak her geçen gün biraz daha boşaltıldığı bir süreçten geçiyoruz. Karşı devrim, anayasasına doğru yasalarla ilerliyor. 4+4+4 dayatılırken, anayasa yapılırken toplumun iradesine yer verileceğini düşünerek yapım sürecine dahil olmaya kalkışanlar sadece dayatılanın meşrulaştırılmasına katkı koymuş olacaklar.
Fransa’da Anayasa Konseyi’nin kararına en çok Türkiye memnun oldu. Aynı Türkiye Anayasa Mahkemesi ve yasaların anayasaya uygunluğunun öneminin farkında mı? Siyasetçinin iki dudağı arasına sıkıştırılışın örnekleri çoğaltılırken, egemenliğin kullanımını bireyin kendisine mal etmesine göz yummuş olmuyor muyuz? Fransa’dan alınacak çok ders var. Bizde egemenliğin asıl sahipleri rencide edilirken, Fransa yargısı, kendisini egemenliğin sahibi gibi gören Sarkozy’i rencide ediyor!…
Demokrasi ve hukuk arasındaki yakın ve sıkı bağ çözüldüğünde otokratın yasası hukukun yerini dolduruyor…
Fransa yargısı şimdilik buna izin vermedi.
Fransa yargısı şimdilik buna izin vermedi.
Prof. Dr. Tülay ÖZÜERMAN
İLK KURŞUN
İLK KURŞUN
ÇAKMA OSMANLILARA ATATÜRK’ TEN MESAJ VAR
ÇAKMA OSMANLILARA ATATÜRK’ TEN MESAJ VAR
Tarihi bilmezsek; hem günümüzdeki gelişmeleri doğru değerlendiremez, hem de geçmişteki tuzakları, riskleri ve ödenen bedelleri tekrar önümüzde buluruz. İstanbul’un işgalini izleyen günlere ait aşağıda sunulan tarihsel örneklerdeki(*) bazı isimleri, örneğin; İngiltere yerine ABD, Damat yerine Enişte, Halife Padişah yerine Müslüman Başkomutan olarak değiştirdiğinizde, günümüzde yaşananlarla pek farklı bir durumun olmadığı görülecektir.
1- Karadeniz Ordusu Başkomutanı General Milne’in Raporu ( 16 Aralık 1918):
“Padişah İngilizlerin Türkiye’nin idaresini mümkün olduğu kadar çabuk ellerine alması için istirhamda bulundu. Kafkasya’daki Türk askerini İngilizlerin buyruğuna vermeye ve istenmeyen subayları görevlerinden almaya hazır.”
2- Yüksek Komiser Amiral Webb’in Raporlarından Alıntılar (1919):
- Damat Ferit, İngiltere’ye teveccüh göstermek için her istediğimiz kişiyi tutuklamaya hazırdır.(5 Mart)
- Hükümet yeni tutuklamalara başladı. İtaatli bir ata fazla antrenman yaptırıyoruz. Daha iyisini bulamayız. Sadrazam her valiye bir İngiliz danışman atamak istiyor. Bizi mahcup ediyorlar. Damat Ferit hükümeti, düşünülmesi mümkün olan en İngiliz yanlısı hükümettir.(11 Mart)
- Damat Ferit yargılanan İttihatçıların Malta’ ya götürülmelerini öneriyor.( 20 Mayıs)
3- İngiliz Yüksek Komiserliği Müsteşarı Hohler’in Notu ( 21 Temmuz):
“Türkleri zayıflatmak için Kürtleri harekete geçirmek iyi plandır.”
4- ABD Yüksek Komiseri Bristol’ün raporu ( 30 Eylül):
“İngilizler Kürtleri kullanarak milliyetçi akımı boğmak istiyorlar. Türkiye’de Ermenilere karşı bir hareket olduğu da İngilizlerin propagandasıdır.”
5- Veliaht Abdülmecid’ in açıklaması ( 8 Ağustos):
“Anadolu’ daki hareket, hainâne, delice ve gaddarcadır. Türkiye Amerikalılara bırakılmalıdır. 6- Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Adil ile Harbiye Nazırı ( Milli Savunma Bakanı) Süleyman Şefik Paşaların Vali Ali Galip’ e,”Bir aşiret birliği ile Elazığ’dan hareket ederek Mustafa Kemal’i tutuklamasını ve Sivas Kongresi’ne engel olmasını” emretmeleri ( 3 Eylül)
7-Damat Ferit’in üç İngiliz ile yaptığı gizli anlaşma’dan bazı maddeler ( 12 Eylül 1919):
- Boğazlar ve İstanbul, İngilizlerin denetimi altında olacak,
- Türkiye, bağımsız bir Kürdistan’ın kurulmasına karşı çıkmayacak,
- Türkiye, İngiltere’nin Suriye ve Elcezire (Kuzey Mezopotamya) üzerindeki egemenliğini sağlamasına, gerekirse fiili olarak yardımcı olacak (yani asker verecek) ve hilafet gücünü, Müslümanların bulunduğu İngiliz sömürgelerinde, İngiltere’ den yana kullanacak (yani İngiliz emperyalizminin emrine verecek),
- Milliyetçi akımları önlemek ve yönetimi korumak için İngiltere bir zabıta kuvveti örgütleyecek,
- Türkiye, Mısır ve Kıbrıs üzerindeki bütün haklarından (!) vazgeçecek,
- Barış koşullarına dönüldükten sonra Padişah, İngiliz hükümeti ile 4. Maddedeki esasları genişletip genelleştirecek gizli bir anlaşma yapacak
8- Mustafa Kemal’in Dahiliye Nazırı Adil’e Telgrafı ( 11 Eylül):
1- Karadeniz Ordusu Başkomutanı General Milne’in Raporu ( 16 Aralık 1918):
“Padişah İngilizlerin Türkiye’nin idaresini mümkün olduğu kadar çabuk ellerine alması için istirhamda bulundu. Kafkasya’daki Türk askerini İngilizlerin buyruğuna vermeye ve istenmeyen subayları görevlerinden almaya hazır.”
2- Yüksek Komiser Amiral Webb’in Raporlarından Alıntılar (1919):
- Damat Ferit, İngiltere’ye teveccüh göstermek için her istediğimiz kişiyi tutuklamaya hazırdır.(5 Mart)
- Hükümet yeni tutuklamalara başladı. İtaatli bir ata fazla antrenman yaptırıyoruz. Daha iyisini bulamayız. Sadrazam her valiye bir İngiliz danışman atamak istiyor. Bizi mahcup ediyorlar. Damat Ferit hükümeti, düşünülmesi mümkün olan en İngiliz yanlısı hükümettir.(11 Mart)
- Damat Ferit yargılanan İttihatçıların Malta’ ya götürülmelerini öneriyor.( 20 Mayıs)
3- İngiliz Yüksek Komiserliği Müsteşarı Hohler’in Notu ( 21 Temmuz):
“Türkleri zayıflatmak için Kürtleri harekete geçirmek iyi plandır.”
4- ABD Yüksek Komiseri Bristol’ün raporu ( 30 Eylül):
“İngilizler Kürtleri kullanarak milliyetçi akımı boğmak istiyorlar. Türkiye’de Ermenilere karşı bir hareket olduğu da İngilizlerin propagandasıdır.”
5- Veliaht Abdülmecid’ in açıklaması ( 8 Ağustos):
“Anadolu’ daki hareket, hainâne, delice ve gaddarcadır. Türkiye Amerikalılara bırakılmalıdır. 6- Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Adil ile Harbiye Nazırı ( Milli Savunma Bakanı) Süleyman Şefik Paşaların Vali Ali Galip’ e,”Bir aşiret birliği ile Elazığ’dan hareket ederek Mustafa Kemal’i tutuklamasını ve Sivas Kongresi’ne engel olmasını” emretmeleri ( 3 Eylül)
7-Damat Ferit’in üç İngiliz ile yaptığı gizli anlaşma’dan bazı maddeler ( 12 Eylül 1919):
- Boğazlar ve İstanbul, İngilizlerin denetimi altında olacak,
- Türkiye, bağımsız bir Kürdistan’ın kurulmasına karşı çıkmayacak,
- Türkiye, İngiltere’nin Suriye ve Elcezire (Kuzey Mezopotamya) üzerindeki egemenliğini sağlamasına, gerekirse fiili olarak yardımcı olacak (yani asker verecek) ve hilafet gücünü, Müslümanların bulunduğu İngiliz sömürgelerinde, İngiltere’ den yana kullanacak (yani İngiliz emperyalizminin emrine verecek),
- Milliyetçi akımları önlemek ve yönetimi korumak için İngiltere bir zabıta kuvveti örgütleyecek,
- Türkiye, Mısır ve Kıbrıs üzerindeki bütün haklarından (!) vazgeçecek,
- Barış koşullarına dönüldükten sonra Padişah, İngiliz hükümeti ile 4. Maddedeki esasları genişletip genelleştirecek gizli bir anlaşma yapacak
8- Mustafa Kemal’in Dahiliye Nazırı Adil’e Telgrafı ( 11 Eylül):
“Alçaklar! Caniler! Düşmanlarla millet aleyhinde haincesine tertiplerde bulunuyorsunuz..
Aklınızı başınıza toplayın! Galip Bey ve yandaşları gibi akılsızların ahmakça olan boş vaadlerine kapılarak ve (İngiliz subayı) Mr.Noel gibi millet ve vatanımız için zararlı olan yabancılara vicdanınızı satarak yaptığınız alçaklıkların, milletçe tatbik olunacak mesuliyetini unutmayınız!”
Aklınızı başınıza toplayın! Galip Bey ve yandaşları gibi akılsızların ahmakça olan boş vaadlerine kapılarak ve (İngiliz subayı) Mr.Noel gibi millet ve vatanımız için zararlı olan yabancılara vicdanınızı satarak yaptığınız alçaklıkların, milletçe tatbik olunacak mesuliyetini unutmayınız!”
Reşit Çağın 13 Ağustos 2011
İLK KURŞUN
İLK KURŞUN
KENDİME DÖNÜYORUM
Kendime Dönüyorum
Bir şairin düşüme yansıyan sözleriyle başlıyorum ağır ağır tükenmeye…
”’Hayatımın Karşı Kıyısıydı ‘O’..
elâydı
belâydı
yaraydı
belâydı
yaraydı
Ne çok şeydi…”
Bir şiir yaslamalı dedim şimdi geceye
Bir aşk sığdırmalıydı imgeler miktarı…
Hayal ötesi bir yolculuk firarlarım.
Akıl sızısı bir yolsuzluk adımlarım.
Geceyi bir kalem konuşturur da,
Dilimi neden hep bir elim susturur?
Geceyle inceden muhabbet kandırmacasındayım.
Kat edeceğim yol, olsa olsa bir kalem bir kağıt arası…
Yanında bir bardak çayla,
Sadece aşk ve ayrılık kavgası…
Anlaşamıyoruz…
Bitmez tükenmez bu kalemin karası?
Nerededir acaba şu kavuşmaların ustası?
Bir aşk sığdırmalıydı imgeler miktarı…
Hayal ötesi bir yolculuk firarlarım.
Akıl sızısı bir yolsuzluk adımlarım.
Geceyi bir kalem konuşturur da,
Dilimi neden hep bir elim susturur?
Geceyle inceden muhabbet kandırmacasındayım.
Kat edeceğim yol, olsa olsa bir kalem bir kağıt arası…
Yanında bir bardak çayla,
Sadece aşk ve ayrılık kavgası…
Anlaşamıyoruz…
Bitmez tükenmez bu kalemin karası?
Nerededir acaba şu kavuşmaların ustası?
Ölgün topraklarda akıyor hayat…
Ne zaman bir ‘aşk’ eksem hep ayrılık biçiyorum.
Bir tutan gözyaşı eksem, bir otobüs devriliyor uçurumlardan aşağı..
Ne zaman bir ‘aşk’ eksem hep ayrılık biçiyorum.
Bir tutan gözyaşı eksem, bir otobüs devriliyor uçurumlardan aşağı..
Sessizce ömrüme..
Boğuşuyorum boğazımda ki iple…
Hayallerim alaşağı ediliyor…
‘bir umut’ Bir umut olmalı şurda biryerlerde..
Aranıyorum!
Boğuşuyorum boğazımda ki iple…
Hayallerim alaşağı ediliyor…
‘bir umut’ Bir umut olmalı şurda biryerlerde..
Aranıyorum!
tutunamadığım ve bir daha tutmaya şansımın olmadığı yar’in ellerinde..
Yokluk…
Kendime dönüyorum..
Kendi elimden tutuyorum..
Yorgunum…
Yokluk…
Kendime dönüyorum..
Kendi elimden tutuyorum..
Yorgunum…
Anka kuşunun kanadını gördüm az önce penceremde.
Öyle solgundu, kendi masalından cayacak kadar vurgun…
‘Gel’ dedim. ‘benim masalıma soyun.’
Sustu…
‘Git!’ dedim o zaman! Masalına dön!
Bitsin burada bu oyun!
Gitti…
Öyle solgundu, kendi masalından cayacak kadar vurgun…
‘Gel’ dedim. ‘benim masalıma soyun.’
Sustu…
‘Git!’ dedim o zaman! Masalına dön!
Bitsin burada bu oyun!
Gitti…
Kendimleyim…
Kendi masalımı karalıyorum sigara dumanı dolmuş ciğerlerime.
Gözlerim, önüm, arkam ben.
Sağım , solum, kalem kağıt sen!
Dopdoluyum!
Voltasızlığımda voltalıyorum.
Düş yorgunuyum…
Kendi masalımı karalıyorum sigara dumanı dolmuş ciğerlerime.
Gözlerim, önüm, arkam ben.
Sağım , solum, kalem kağıt sen!
Dopdoluyum!
Voltasızlığımda voltalıyorum.
Düş yorgunuyum…
Uyku akıyor caddelerden öyle ıslak ıslak, çakıl taşları sürükleniyor kaldırımlarda.
Nereye gittiğini bilmez mi bu yağmur her seferinde?
Canım yanıyor!
Artık ağrılarıma yağmur duası da kar etmiyor…
Kapıyorum penceremi.
Geceye açıyorum içimi.
Duy ey gecenin sessizliği!
Ben şimdi geldim mi?
Yoksa hiç gitmedim mi?
Üç harften asıyorlar bedenimi!
Nereye gittiğini bilmez mi bu yağmur her seferinde?
Canım yanıyor!
Artık ağrılarıma yağmur duası da kar etmiyor…
Kapıyorum penceremi.
Geceye açıyorum içimi.
Duy ey gecenin sessizliği!
Ben şimdi geldim mi?
Yoksa hiç gitmedim mi?
Üç harften asıyorlar bedenimi!
Ölüme cesaretlidir, yüreği aşk’a gelenler.
Oysa en ürkek dokunuşlardır aşk’a değip geçenler.
Peki kim bu ellerimi delip gidenler?
Hangi korkunun bedeli bu yük?
Hangi cesaretin bedeli bu düş?
Yankılanıyor sesim can damarlarımda..
Kimseler duymaz mı sessizliğinin sesini?
Kimse görmez mi nefessiz tükenişleri?
Önüm arkam sağım solum soru işaretleri…
Uzanıyorum ufuksuz bir boşluğa,
Uçurtmalarımı saldım.
Herkese kafa tutacak kadar güçlüyüm sanki.
Sevgili’nin bir bakışında yıkılacak gibi olsamda,
Güçlüyüm işte!
Sormayın! ‘Sanma!’yın da!
Oysa en ürkek dokunuşlardır aşk’a değip geçenler.
Peki kim bu ellerimi delip gidenler?
Hangi korkunun bedeli bu yük?
Hangi cesaretin bedeli bu düş?
Yankılanıyor sesim can damarlarımda..
Kimseler duymaz mı sessizliğinin sesini?
Kimse görmez mi nefessiz tükenişleri?
Önüm arkam sağım solum soru işaretleri…
Uzanıyorum ufuksuz bir boşluğa,
Uçurtmalarımı saldım.
Herkese kafa tutacak kadar güçlüyüm sanki.
Sevgili’nin bir bakışında yıkılacak gibi olsamda,
Güçlüyüm işte!
Sormayın! ‘Sanma!’yın da!
Uzak bir yerdeyim…
Şehirden ve zamandan asırlarca uzakta belki…
Sahil kenarında oturuyorum hayallerimle.
Yalınayak,
Kumları iliklerime kadar hissetmek için,
Savunmasız kalmayı seçtim.
Şehirden ve zamandan asırlarca uzakta belki…
Sahil kenarında oturuyorum hayallerimle.
Yalınayak,
Kumları iliklerime kadar hissetmek için,
Savunmasız kalmayı seçtim.
Bir ‘ah’…duyuluyor uzakta ki balıkçıların kalın sesinden.
Kalkıyorum hayallerimden, bakınıyorum.
Ağlarına körpe yürekler takılmış yine..
‘Yakalandılar, yaralandırlar bir kere.
Salsak ne olur salmasak ne?’ diye aralarında anlaşmazlığa düşmüş kimileri.
Bazıları nefretle, bazıları da acıyla bakıyor yerde can çekişen bir kalbe…
Amathaunta’nın elinden bir kadeh düşüyor o an yere.
‘Ah şu aşk! Ah bu deniz! Ah o yürek!
Kaç seferde aklın başına gelecek?
Bırakın denize! Nasılsa o dönüp dolaşıp yine buraya gelecek.’
Kalkıyorum hayallerimden, bakınıyorum.
Ağlarına körpe yürekler takılmış yine..
‘Yakalandılar, yaralandırlar bir kere.
Salsak ne olur salmasak ne?’ diye aralarında anlaşmazlığa düşmüş kimileri.
Bazıları nefretle, bazıları da acıyla bakıyor yerde can çekişen bir kalbe…
Amathaunta’nın elinden bir kadeh düşüyor o an yere.
‘Ah şu aşk! Ah bu deniz! Ah o yürek!
Kaç seferde aklın başına gelecek?
Bırakın denize! Nasılsa o dönüp dolaşıp yine buraya gelecek.’
Salınıyor yaralanmış her kalp, hiç yakalanmamış gibi.
Ve ne acıdır ki salından da öyle zannediyor kendini…
Ve ne acıdır ki salından da öyle zannediyor kendini…
Kendime de pay çıkartıyorum nitekim..
Nasıl olsa o ağlardan kurtulup buraya gelmiş birisiydim.
Gece düşüyor sabahın üzerine tepetaklak.
Bir ‘yar’ sesinde perdeleniyor ışıklar.
Hayallerimi itinayla bir kenara bırakıyorum.
Üstüm kapalı!
Nasıl olsa yar hiçbirine bakıp uyanmayacak…
Nasıl olsa yar benim hiçbir sabahım da doğmayacak…
Nasıl olsa o ağlardan kurtulup buraya gelmiş birisiydim.
Gece düşüyor sabahın üzerine tepetaklak.
Bir ‘yar’ sesinde perdeleniyor ışıklar.
Hayallerimi itinayla bir kenara bırakıyorum.
Üstüm kapalı!
Nasıl olsa yar hiçbirine bakıp uyanmayacak…
Nasıl olsa yar benim hiçbir sabahım da doğmayacak…
Üşüten bir gün doğumu..
Yar kokusundan bir ceket örüyorum kendime.
Şehrin herhangi bir yerinde, zamanın bir yerinde,
Omzuma sarınamadığım ceketine nakışlar işliyorum.
Oysa ne kadarda yakındım o sıcaklığa o gün..
Neden kendi elimle kendimi kovmuştum?
Bilmiyorum…
Yar kokusundan bir ceket örüyorum kendime.
Şehrin herhangi bir yerinde, zamanın bir yerinde,
Omzuma sarınamadığım ceketine nakışlar işliyorum.
Oysa ne kadarda yakındım o sıcaklığa o gün..
Neden kendi elimle kendimi kovmuştum?
Bilmiyorum…
Acının kılıfını dikmeye başlıyorum yine, geceye hazırlık gibi..
Oysa sabah yeni geldi şehre.
Henüz gelmemiş gecelerin hazırlığı bu içimde ki..
Gelmeyenlerden geleceklere hazırlık benimkisi..
Hüznüme küçük kalıyor bütün kılıflar…
Uyduramıyorum üzerime tam oturan bir aşk kendime…
Dilimde hiçliğe dökülen bir ‘ah’
Gözlerim de yakılmış köprülere yakılan bir ‘eyvah!’
Oysa sabah yeni geldi şehre.
Henüz gelmemiş gecelerin hazırlığı bu içimde ki..
Gelmeyenlerden geleceklere hazırlık benimkisi..
Hüznüme küçük kalıyor bütün kılıflar…
Uyduramıyorum üzerime tam oturan bir aşk kendime…
Dilimde hiçliğe dökülen bir ‘ah’
Gözlerim de yakılmış köprülere yakılan bir ‘eyvah!’
Geceye, geceden gelene Eyvallah!
ET KEMİK DEĞİL,GÖNÜL LAZIM
Et Kemik Değil,Gönül Lâzım ..
.Nice insanlar vardır; görünüşte birlikte yaşarlar, fakat aslında birbirinden ayrı dünyalarda ömür sürerler. Niceleri de vardır; birbirlerinden mesafe bakımından uzakta olsalar da, hep beraberlerdir.
Gönlüne girebildiğiniz insan sizindir.
Eğer bir kişinin kalbine giremediyseniz, her saniye birlikte olsanız bile o, hiçbir zaman sizinle olmamıştır.
Kıymetli bir ağabeyimize:
“-Eti senin, kemiği benim!..” dendiğinde;
“-Bize eti, kemiği lâzım değil, gönlü lâzım, gönlü!..” demişti.
Müslümana yakışan; insana insanca muâmele etmektir.
Kaba kuvvetle hiçbir şey halledilmez; dayakla ancak hayvanlar terbiye edilir.
Sevgi her şeyde gereklidir.
Sevgiyle büyütülen çiçek, daha güzel açar. İçerisine sevgi katılan yemek, yiyenlere şifâ olur. Sevgiyle yapılan iş; güzel olur, bereketli olur.
Fakat sevgi, öncelikle insan için gereklidir.
Nasıl ki çiçekler susuz yaşayamaz, insan da sevgisiz yaşayamaz!..
Yüreğine sevgi tohumları ekilmiş bir insanın değeri, başka hiçbir şeyde olmaz.
Hele de bu sevginin özüne Allah sevgisi yerleşmişse…
Zira Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.”buyurmuştur. (Buharî, İlim, 11)
Evet; sevdirmeli ve nefret ettirmemeli… Sevgi, bütün duvarları deler geçer.
Sevgi dilinin ulaşamayacağı bir kalp yoktur.
İnsan, hayatta her şeye alışır. Dayak ve azarla yetiştirilmek istenen çocuk, bir müddet sonra bunlara alışır.
Nasıl insan, acı biberi ilk yediğinde bundan çok rahatsız olurken sonradan o acıyı yiye yiye alışır ve hattâ tiryakisi olur; aynı şekilde de dayak, ilk kez insanda bir tesir meydana getirir.
Fakat her defasında, çözüm yolunu dayak ve şiddette bulan kimselerin, bir müddet sonra bu tehdit ve baskıları caydırıcı olmaktan çıkar.
Anadolu’da bir söz vardır; “Çok dövme arsız edersin, çok söyleme yüzsüz edersin!..” diye…
Anne ve babasından sevgi görmüş ve bu sevgi ile terbiye edilmiş çocuk ise, hata yapıp büyüklerinin sevgisini kaybetmekten korkar. Onları üzecek, onları kıracak hatalar yapmamaya gayret eder.
Bu durum, eşlerin birbirlerine karşı olan muâmelesinde de geçerlidir. Sevgiyle konuşarak, anlaşarak ve dua ile Rabbimizden yardım isteyerek bütün problemler çözülür Allâh’ın izniyle…
Âile fertlerinin birbirlerine karşı saygılı olması, güzel sözler söylemesi, iyi muâmelede bulunması, o âilede yaşayan herkesi mutlu eder. Biricik rehberimiz Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatında; bırakın zorbalık ve şiddeti, hoş olmayan, kaba bir söz ve davranışa bile rastlamak mümkün değildir.
Merhamet îmanın göstergesidir.
Yüreğinde zerre kadar Allah korkusu olan; zorba-kaba bir kişi olamaz.
Değil çevresindeki insanları incitmek; bir karıncayı, bir bitkiyi bile incitemez.
Fakat merhametin de ölçüsü olmalıdır.
Hastalanmış bir çocuğa doktorun verdiği iğneleri canı yanacak endişesi ile vurdurmamak merhamet değil, aksine merhametsizliktir.
Çünkü o iğneler, onun hastalığına şifa olacaktır. Aynı bunun gibi, çocukların ibadetlere ve bilhassa namaza alıştırılmasında da tâvizsiz ve kararlı olunmalıdır.
Meselâ sabah namazında “Yavrum ne güzel uyuyor” diye, namaz için çocuğu uyandırmamak, onu ilâhî rahmetten mahrum bırakmak, merhametsizliktir. Allah yolunda hizmet eden evladını yorulduğu için bundan alıkoymak merhametsizliktir.
Bir insanın her istediğini ânında yapmak da merhamet değildir. Allah Teâlâ, merhametlilerin en merhametlisi olduğu hâlde, kullarının bütün arzularını hemen yerine getirmez. Duâyı er-geç ve muhakkak kabul eder; kulunun istediğini bazen hemen verir, bazen bir müddet sonra verir, bazen ise, mükâfâtını âhirete tehir eder.
Mahrumiyet her zaman ceza değildir; yeri geldiğinde başlı başına mükâfattır. Neye, ne için merhamet ettiğimiz önemli. Evladımız hata yaptığında; ona olan sevgimizden dolayı buna göz yummak merhamet de değildir, sevgi de…
Âile fertlerimizin bedenlerinden çok gönüllerine sahip olma gayreti içinde olmalıyız. Bu da ancak; sevgiyle, saygıyla, ilgiyle, güzel ahlâkla…
Kısacası İslâm’ı tam manası ile yaşamakla mümkün olur.
Sözün özü, her işimiz merhamet ve sevgiyle olmalıdır. Allah için sevmeli, Allah için kızmalıyız. Çocuklarımızla, eşlerimizle olan problemlerimize konuşarak, anlaşarak ve dua ile çözüm bulmalıyız. Kaba kuvvetle, zorbalıkla değil.
Müslüman nahif, kibar, ince düşünceli, yüreğinde sevgi ve merhamet taşıyan kimsedir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadis ve sünnetlerinde birisine kaba davrandığını hiç duydunuz mu? Biz, kendisini taşlayanlara bile duâ eden bir Peygamber’in ümmetiyiz.
Cenâb-ı Hak hayatımızı sevgi ve merhametle yoğursun. Bizleri bütün problemlerini sevgiyle hâlleden kullarından eylesin. Her ânımızda Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem-’i örnek alabilmeyi, O’nun sünnetini yaşayabilmeyi ve yaşatabilmeyi lutfetsin. Cümlemize sevgi ve merhamet dolu güzel yuvalar nasîb eylesin. Âmîn.
.
Kübra Çoban
SABIR VE RIZA
SABIR VE RIZA
Vefâyât adlı eserinde İbn-i Hallikān, şu hâdiseyi nakletmektedir:
“Urve bin Zübeyr -radıyallâhü anh-, oğlu Muhammed ile birlikte, Halîfe Velid bin Abdülmelik‘i ziyaret maksadıyla Medîne’den Şam’a gitmişti.
Oraya vardıklarında çok sevdiği oğlu Muhammed, bir ara hayvanların bakımı için ahıra girdi. Lâkin serkeş bir hayvanın kendisine attığı fecî tekme neticesinde hemen orada vefat etti.
Bu elîm kazânın üzerinden henüz bir müddet geçmişti ki, Urve -radıyallâhü anh-’ın ayağında kangren hastalığı zuhûr etti.
Bunu haber alan Halîfe Velid bin Abdülmelik, Urve bin Zübeyr’e ayağının kesilmesinin zarûrî olduğunu, aksi takdirde hastalığın bütün vücuduna yayılabileceğini söyledi.
O da, ilâhî takdîre büyük bir rızâ ve teslîmiyet içerisinde bunu kabul etti. Bunun üzerine derhal, Urve’nin ayağını kesmesi için mâhir bir cerrah çağrıldı.
Gelen cerrah, yapacağı ameliyatın çok fazla ıztırap vereceğini, bu sebeple hastanın narkoze edilmesi gerektiğini ifâde ettikten sonra Urve Hazretleri’ne: «‒Efendim! Müsâadeniz olursa ayağınız kesilirken acı hissetmemeniz için size bir miktar şarap içirelim?» teklifinde bulundu.
Urve -radıyallâhü anh- ise, bu suâl karşısında hayretle cerrahın yüzüne baktı ve takvâ ile yoğrulmuş engin gönül iklîminden diline şimşek hızıyla şu sözler akın etti:
«‒Velev ki hastalıktan kurtulmak için bile olsa, Allâh’ın haram kıldığı bir şeyi aslâ kullanmam!» Cerrah, aldığı kesin cevap üzerine bu defâ: «‒Efendim! O hâlde uygun görürseniz sizi uyutacak bir ilaç verelim.» teklifinde bulundu.
Urve -radıyallâhü anh-: «‒Hem bir uzvum kesilirken acısını hissetmeyeceğim, hem de Cenâb-ı Hak’tan onun ecrini isteyeceğim, öyle mi? Böyle bir şeye nasıl râzı olabilirim!» diyerek bunu da kabul etmedi. Bu defa odaya birkaç kişi girdi.
O: «‒Bunlar da kimdir? Niçin geldiler?» diye sorunca cerrah: «-Efendim! Ayağınız kesilirken kimi zaman acı dayanılmaz olacaktır. Bu gelenler, sizi bu esnâda tutmak için geldiler.» dedi. Bunun üzerine Urve –radıyallâhü anh– cerraha: «‒İnşâallah sabreder, size de güçlük çıkarmam!” dedi ve gelenlere teşekkür edip onları gönderdi.
Cerrah, bunun üzerine ameliyatına başladı. Önce topuğu bıçakla kesti. Bıçak kemiğe dayanınca da testere ile kesme işine devam etti. Urve bin Zübeyr Hazretleri ise, ameliyatının sonuna kadar büyük bir teslîmiyet, tevekkül ve Hakk’a rızâ hâlinde, dâimâ tehlil ve tekbir getirerek, لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ واللّٰهُ أَكْبَرُ dedi ve sabretti.
Ayağın kesilmesi tamamlandıktan sonra, kesilen yer, kızdırılan zeytinyağı ile dağlandı. Urve -radıyallâhü anh-, bu esnâda çektiği büyük ıztırap neticesinde daha fazla dayanamayıp bayıldı.
Ayıldığında yüzündeki teri silerek şu âyet-i kerîmeyi okudu:
«…Hakikaten şu yolculuğumuz sebebiyle başımıza (epeyce) sıkıntı geldi!»(el-Kehf, 62) Daha sonra ayağını doktorların elinde görünce onu istedi, eline alıp kesik ayağını evirip çevirdi ve onunla şöyle konuştu:
«‒Beni sana taşıttıran Zât’a yemin ederim ki, bu ayağım -çok şükür- hiçbir zaman harama gitmemiş ve ona yönelmemiştir.»”
Mal, mülk, makam ve mevkîden, evlât, sıhhat ve cana kadar, sahip olduğu bütün nîmetlerin, hakîkatte Cenâb-ı Hakkʼın bir lûtfu ve emâneti olduğu şuuruyla yaşayan bir müʼmin, -tıpkı Urve bin Zübeyr -radıyallâhü anh- gibi- ilâhî bir imtihan tecellîsi olarak mâruz kaldığı her türlü çile ve musibete karşı, takvâsı ölçüsünde sabr-ı cemîl sergiler.
Kâmil mü’minler, Allâhʼın kendileri hakkında takdîr ettiği bir hâlden şikâyetçi olmaktan son derece teeddüp ederler. Feryat, isyan, şikâyet ve sızlanmayı unuturlar. Zira onlar bilirler ki, böyle anlar, imtihan yurdu olan şu fânî âlemde gönüllerin kontrolden geçirildiği nâzik zaman dilimleridir.
Nitekim Firavun’un sihirbazları da, Hakk’ın hidâyet tecellîsine mazhar olunca, çektikleri eziyet ve sıkıntılara aldırmayarak, son nefeste müslüman olarak can verebilmenin endişesine düşmüşler ve Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etmişlerdir: “…Yâ Rabbi! Üzerimize sabır yağdır (Firavun’a minnet sebebiyle îmânımızdan dönmeyelim) ve canımızı müslüman olarak al!”(el-A’raf, 126) Mânevî olgunluk yolu olan tasavvuf da, kulu rızâ ve teslîmiyet pınarından kana kana içirmenin tâlim ve terbiyesidir.
Hangi şartlar altında olursa olsun Hakkʼın takdîrinden dâimâ râzı olarak Allah ile dost kalabilme sanatıdır. Zira âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216) Hayatın med-cezirleri, değişen şartları ve acı-tatlı sürprizleri karşısında metânet ve muvâzeneyi koruyup “Allâhʼım, Sana her hâlükârda hamd ü senâlar olsun!” diyebilmek, rızâ makamında, güzel bir kul olabilme mahâretidir.
Nitekim hayat ve ölüm, âyette bildirildiği üzere kimin güzel davranacağını sınamak için yaratılmıştır. (bkz. el-Mülk, 2) Başa gelen acı hâdiselere sabredip Cenâb-ı Hakk’a sığınmak; hayır veya şer her şeyin O’ndan geldiğini bilmek ve bir imtihan olduğunu idrâk edip mükâfâtını kazanmaya çalışmak, Hak dostlarının meşrebidir.
Şikâyetler, feryâd ü figânlar, sızlanmalar ise; zarar ve ziyânı artırmaktan başka bir şey değildir. Ayrıca Ebû Bekir -radıyallâhü anh-’ın buyurduğu gibi: “Hiçbir belâ yoktur ki, ondan daha kötüsü olmasın.” Yani, dâimâ beterin beteri vardır. Bu hakîkat de, içinde bulunulan hâl ne kadar kötü olursa olsun, şükretmek gerektiğini ifâde eder.
Nitekim İbn-i Hallikān, eserinde naklettiği rivâyetine şöyle devam eder: “Bu sene Şam’a Absoğulları’ndan bâzı kimseler gelmişti. Aralarında âmâ biri de vardı. Halîfe Velid ona gözlerini neden kaybettiğini sordu. O da şu cevabı verdi: «‒Ey müʼminlerin emîri! Bir gün bir vâdide geceledim.
Absoğulları’ndan hiçbirinin benim kadar malı yoktu. Gece uğradığımız bir sel baskını, bir deve ve yeni doğmuş bir bebek dışında âile fertlerimin ve malımın hepsini alıp götürdü.
Deve de bu sırada kaçıp uzağa gitmişti. Çocuğu bırakıp devenin peşine düştüm. Pek fazla gitmemiştim ki çocuğumun feryatlarını duydum.
Bir kurt, yavrumun başını ağzına almış yiyordu! Onu kurtaramadım.
Sonra devenin peşine düştüm, ona yetiştiğimde deve yüzüme öyle bir tekme attı ki, iki gözüm de kör oldu.
İşte neticede gördüğün gibi ne malım, ne çocuklarım, ne de gözlerim kaldı.» Bunun üzerine Velid bin Abdülmelik: «‒Bu zâtı Urve bin Zübeyr’e götürün de insanlar arasında ondan daha büyük belâlara dûçâr olanlar bulunduğunu görsün!» dedi.
Urve -radıyallâhü anh- Medîne-i Münevvere’ye dönünce: «Ey Rabbim! Benim iki elim, iki ayağım vardı. Ayaklarımdan birini aldın, diğerini bana bıraktın. Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun! Allâh’a yemin ederim ki, Sen bir şeyi alırsan, pek çok nîmet lûtfedersin; bir defa iptilâ verirsen, çoğu zaman âfiyette kılarsın!» diye duâ ederek Cenâb-ı Hakk’a hamd ve şükürler etti.
Onun bu dâsitânî sabrı, şâirin şu sözüne ne kadar da benzemektedir: «Sabırla yarışa başladı, sabır ondan yardım diledi.
Sabûr olan (yani çok sabreden kişi sabrı tesellî ederek: “‒Ey sabır, sabırlı ol!” dedi».”
Yine beterin beteri olduğuna dâir şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: “Bir hanımın doğumu yaklaşmıştı.
Birkaç gün içerisinde yavrusunu kucağına alarak doya doya koklayabilecek olmanın heyecanı içerisinde içi içine sığmıyordu.
Lâkin doğumdan sonra kendisine, kalçadan birbirlerine yapışık ikizleri olduğu söylendiğinde, sanki dünya başına yıkıldı.
Cenâb-ı Hakk’ın kendisi hakkındaki takdîrinin onun için daha hayırlı olduğunu düşünmeden devamlı bu hâlden şikâyet etti.
Dâimâ «üf, of!» dedi. Sâliha bir hanım olan komşusu onu şöyle uyardı: «-Sevgili komşum! Sabret, bu takdîr-i ilâhîdir.
Hem sabrın başı acı, sonu tatlıdır. Hem bil ki, beterin de beteri vardır!»
Bu sözleri duyan ikizlerin annesi, sâliha komşusuna
: «-Ey komşum! Biri hasta olsa, diğerini huzursuz ediyor.
Biri uyuyamasa, diğerini de rahat bırakmıyor.
Biri ağlasa, diğeri de ağlıyor.
Bundan daha beteri ne olabilir ki?..» dedi.
Ömür takvimi sayfalarını tek tek mâzîye gönderirken gün geldi ikizlerden biri öldü. Böylece diri olan, ölü kardeşini sırtında taşımaya başladı.
Bu hâl üzerine, ikizlerin annesi, vaktiyle kendisine sabır ve rızâ tavsiyesinde bulunan sâliha komşusuna: «-Sevgili komşum! Sen haklıymışsın, beterin de beteri varmış.» diyerek gözyaşı döktü.
Ertesi gün, ikizlerin diri olanı da öldü. Beraberce kabre defnedildiler.” Sabır, zarûreten değil, gönül hoşluğu ile kulun, Rabbine teslîmiyetidir.
Sabrın birinci şartı ise, musîbet ile karşılaşıldığı ilk anda olmasıdır.
Tavı geçmiş bir sabrın, fazla bir mükâfâtı yoktur.
Ayrıca büyük mükâfatlar, dâimâ büyük sabırların, musîbet ve iptilâlara tahammülün arkasından gelir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (ez-Zümer, 10) buyrulmuştur.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, sabrın çeşitlerini ve fazîletlerini bildirdiği bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmuştur: “Sabır üçtür: Musîbetlere karşı sabır, kullukta sabır ve günah işlememekte sabır…
Kim, kaldırılıncaya kadar musîbete güzelce sabrederse Allah ona üç yüz derece yazar. Her iki derece arasında semâ ile arz arası kadar mesâfe vardır. Kim de tâatte sabrederse Allah ona altı yüz derece yazar.
Her iki derece arasında yeryüzü ile yedi kat aşağısı arası kadar mesâfe vardır. Kim de mâsiyete (günaha) karşı sabrederse Allah ona dokuz yüz derece yazar.
İki derece arasında yer ile Arş arası kadar mesâfe vardır.”
(Süyûtî, II, 42; Deylemî, II, 416)
Sözün özü, sabır insanın derûnundaki kıymetli bir hazinedir.
Onu hem varlığın hem yokluğun, hem acının hem neş’enin, hem belânın hem de nîmetin tehlikesine karşı koruyan güvenli bir kalkandır.
Sabır, bütün peygamberlerin kuşandığı ve ümmetlerine tavsiye ettiği bir zırhtır.
Sabır, îmânını koruması için müslümanın en büyük sığınağı ve silahıdır. Allah Teâlâ’nın râzı olduğu ve büyük mükâfatlar va’dettiği ulvî bir haslettir. Allah Rasûlü’nün ifâdesiyle: “Sabır ziyâdır.” (Müslim, Tahâret, 1)
İnsanın dünyâ ve ukbâsını aydınlatır.
Fahr-i Kâinât Efendimiz, mü’minlerin bir musîbet ve darlık zamanında ümitsizlik ve isyâna düşmeyip Allah Teâlâ’ya tevekkül ve niyazda bulunmalarını da şöyle tavsiye etmişlerdir:
“Kendisine bir musîbet gelen müslüman, Allâh’ın emrettiği: «Biz Allâh’a âidiz ve ancak O’na döneceğiz.
Allâh’ım! Bana bu musîbetten dolayı ecir ver ve bana bundan daha hayırlısını ihsân eyle!» derse, Allah o musîbeti alır ve mutlakâ daha hayırlısını verir.” (Müslim, Cenâiz, 3)
Velhâsıl, varlık ve darlıktaki mânevî âfetlerden kurtulmak ve rızâ-yı ilâhîye kavuşmak için, sabretmek mecburiyetindeyiz! Zira sabır, kadere rızâ çizgisinde kalabilmenin yegâne yolu, güzel ahlâkın ağırlık merkezi, îmânın yarısı, ferah ve saâdetin anahtarıdır.
Yâ Rabbi! Gönüllerimizi sabr-ı cemîl ile tezyîn eyle… .
Osman Nuri Topbaş
“Urve bin Zübeyr -radıyallâhü anh-, oğlu Muhammed ile birlikte, Halîfe Velid bin Abdülmelik‘i ziyaret maksadıyla Medîne’den Şam’a gitmişti.
Oraya vardıklarında çok sevdiği oğlu Muhammed, bir ara hayvanların bakımı için ahıra girdi. Lâkin serkeş bir hayvanın kendisine attığı fecî tekme neticesinde hemen orada vefat etti.
Bu elîm kazânın üzerinden henüz bir müddet geçmişti ki, Urve -radıyallâhü anh-’ın ayağında kangren hastalığı zuhûr etti.
Bunu haber alan Halîfe Velid bin Abdülmelik, Urve bin Zübeyr’e ayağının kesilmesinin zarûrî olduğunu, aksi takdirde hastalığın bütün vücuduna yayılabileceğini söyledi.
O da, ilâhî takdîre büyük bir rızâ ve teslîmiyet içerisinde bunu kabul etti. Bunun üzerine derhal, Urve’nin ayağını kesmesi için mâhir bir cerrah çağrıldı.
Gelen cerrah, yapacağı ameliyatın çok fazla ıztırap vereceğini, bu sebeple hastanın narkoze edilmesi gerektiğini ifâde ettikten sonra Urve Hazretleri’ne: «‒Efendim! Müsâadeniz olursa ayağınız kesilirken acı hissetmemeniz için size bir miktar şarap içirelim?» teklifinde bulundu.
Urve -radıyallâhü anh- ise, bu suâl karşısında hayretle cerrahın yüzüne baktı ve takvâ ile yoğrulmuş engin gönül iklîminden diline şimşek hızıyla şu sözler akın etti:
«‒Velev ki hastalıktan kurtulmak için bile olsa, Allâh’ın haram kıldığı bir şeyi aslâ kullanmam!» Cerrah, aldığı kesin cevap üzerine bu defâ: «‒Efendim! O hâlde uygun görürseniz sizi uyutacak bir ilaç verelim.» teklifinde bulundu.
Urve -radıyallâhü anh-: «‒Hem bir uzvum kesilirken acısını hissetmeyeceğim, hem de Cenâb-ı Hak’tan onun ecrini isteyeceğim, öyle mi? Böyle bir şeye nasıl râzı olabilirim!» diyerek bunu da kabul etmedi. Bu defa odaya birkaç kişi girdi.
O: «‒Bunlar da kimdir? Niçin geldiler?» diye sorunca cerrah: «-Efendim! Ayağınız kesilirken kimi zaman acı dayanılmaz olacaktır. Bu gelenler, sizi bu esnâda tutmak için geldiler.» dedi. Bunun üzerine Urve –radıyallâhü anh– cerraha: «‒İnşâallah sabreder, size de güçlük çıkarmam!” dedi ve gelenlere teşekkür edip onları gönderdi.
Cerrah, bunun üzerine ameliyatına başladı. Önce topuğu bıçakla kesti. Bıçak kemiğe dayanınca da testere ile kesme işine devam etti. Urve bin Zübeyr Hazretleri ise, ameliyatının sonuna kadar büyük bir teslîmiyet, tevekkül ve Hakk’a rızâ hâlinde, dâimâ tehlil ve tekbir getirerek, لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ واللّٰهُ أَكْبَرُ dedi ve sabretti.
Ayağın kesilmesi tamamlandıktan sonra, kesilen yer, kızdırılan zeytinyağı ile dağlandı. Urve -radıyallâhü anh-, bu esnâda çektiği büyük ıztırap neticesinde daha fazla dayanamayıp bayıldı.
Ayıldığında yüzündeki teri silerek şu âyet-i kerîmeyi okudu:
«…Hakikaten şu yolculuğumuz sebebiyle başımıza (epeyce) sıkıntı geldi!»(el-Kehf, 62) Daha sonra ayağını doktorların elinde görünce onu istedi, eline alıp kesik ayağını evirip çevirdi ve onunla şöyle konuştu:
«‒Beni sana taşıttıran Zât’a yemin ederim ki, bu ayağım -çok şükür- hiçbir zaman harama gitmemiş ve ona yönelmemiştir.»”
Mal, mülk, makam ve mevkîden, evlât, sıhhat ve cana kadar, sahip olduğu bütün nîmetlerin, hakîkatte Cenâb-ı Hakkʼın bir lûtfu ve emâneti olduğu şuuruyla yaşayan bir müʼmin, -tıpkı Urve bin Zübeyr -radıyallâhü anh- gibi- ilâhî bir imtihan tecellîsi olarak mâruz kaldığı her türlü çile ve musibete karşı, takvâsı ölçüsünde sabr-ı cemîl sergiler.
Kâmil mü’minler, Allâhʼın kendileri hakkında takdîr ettiği bir hâlden şikâyetçi olmaktan son derece teeddüp ederler. Feryat, isyan, şikâyet ve sızlanmayı unuturlar. Zira onlar bilirler ki, böyle anlar, imtihan yurdu olan şu fânî âlemde gönüllerin kontrolden geçirildiği nâzik zaman dilimleridir.
Nitekim Firavun’un sihirbazları da, Hakk’ın hidâyet tecellîsine mazhar olunca, çektikleri eziyet ve sıkıntılara aldırmayarak, son nefeste müslüman olarak can verebilmenin endişesine düşmüşler ve Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etmişlerdir: “…Yâ Rabbi! Üzerimize sabır yağdır (Firavun’a minnet sebebiyle îmânımızdan dönmeyelim) ve canımızı müslüman olarak al!”(el-A’raf, 126) Mânevî olgunluk yolu olan tasavvuf da, kulu rızâ ve teslîmiyet pınarından kana kana içirmenin tâlim ve terbiyesidir.
Hangi şartlar altında olursa olsun Hakkʼın takdîrinden dâimâ râzı olarak Allah ile dost kalabilme sanatıdır. Zira âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216) Hayatın med-cezirleri, değişen şartları ve acı-tatlı sürprizleri karşısında metânet ve muvâzeneyi koruyup “Allâhʼım, Sana her hâlükârda hamd ü senâlar olsun!” diyebilmek, rızâ makamında, güzel bir kul olabilme mahâretidir.
Nitekim hayat ve ölüm, âyette bildirildiği üzere kimin güzel davranacağını sınamak için yaratılmıştır. (bkz. el-Mülk, 2) Başa gelen acı hâdiselere sabredip Cenâb-ı Hakk’a sığınmak; hayır veya şer her şeyin O’ndan geldiğini bilmek ve bir imtihan olduğunu idrâk edip mükâfâtını kazanmaya çalışmak, Hak dostlarının meşrebidir.
Şikâyetler, feryâd ü figânlar, sızlanmalar ise; zarar ve ziyânı artırmaktan başka bir şey değildir. Ayrıca Ebû Bekir -radıyallâhü anh-’ın buyurduğu gibi: “Hiçbir belâ yoktur ki, ondan daha kötüsü olmasın.” Yani, dâimâ beterin beteri vardır. Bu hakîkat de, içinde bulunulan hâl ne kadar kötü olursa olsun, şükretmek gerektiğini ifâde eder.
Nitekim İbn-i Hallikān, eserinde naklettiği rivâyetine şöyle devam eder: “Bu sene Şam’a Absoğulları’ndan bâzı kimseler gelmişti. Aralarında âmâ biri de vardı. Halîfe Velid ona gözlerini neden kaybettiğini sordu. O da şu cevabı verdi: «‒Ey müʼminlerin emîri! Bir gün bir vâdide geceledim.
Absoğulları’ndan hiçbirinin benim kadar malı yoktu. Gece uğradığımız bir sel baskını, bir deve ve yeni doğmuş bir bebek dışında âile fertlerimin ve malımın hepsini alıp götürdü.
Deve de bu sırada kaçıp uzağa gitmişti. Çocuğu bırakıp devenin peşine düştüm. Pek fazla gitmemiştim ki çocuğumun feryatlarını duydum.
Bir kurt, yavrumun başını ağzına almış yiyordu! Onu kurtaramadım.
Sonra devenin peşine düştüm, ona yetiştiğimde deve yüzüme öyle bir tekme attı ki, iki gözüm de kör oldu.
İşte neticede gördüğün gibi ne malım, ne çocuklarım, ne de gözlerim kaldı.» Bunun üzerine Velid bin Abdülmelik: «‒Bu zâtı Urve bin Zübeyr’e götürün de insanlar arasında ondan daha büyük belâlara dûçâr olanlar bulunduğunu görsün!» dedi.
Urve -radıyallâhü anh- Medîne-i Münevvere’ye dönünce: «Ey Rabbim! Benim iki elim, iki ayağım vardı. Ayaklarımdan birini aldın, diğerini bana bıraktın. Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun! Allâh’a yemin ederim ki, Sen bir şeyi alırsan, pek çok nîmet lûtfedersin; bir defa iptilâ verirsen, çoğu zaman âfiyette kılarsın!» diye duâ ederek Cenâb-ı Hakk’a hamd ve şükürler etti.
Onun bu dâsitânî sabrı, şâirin şu sözüne ne kadar da benzemektedir: «Sabırla yarışa başladı, sabır ondan yardım diledi.
Sabûr olan (yani çok sabreden kişi sabrı tesellî ederek: “‒Ey sabır, sabırlı ol!” dedi».”
Yine beterin beteri olduğuna dâir şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: “Bir hanımın doğumu yaklaşmıştı.
Birkaç gün içerisinde yavrusunu kucağına alarak doya doya koklayabilecek olmanın heyecanı içerisinde içi içine sığmıyordu.
Lâkin doğumdan sonra kendisine, kalçadan birbirlerine yapışık ikizleri olduğu söylendiğinde, sanki dünya başına yıkıldı.
Cenâb-ı Hakk’ın kendisi hakkındaki takdîrinin onun için daha hayırlı olduğunu düşünmeden devamlı bu hâlden şikâyet etti.
Dâimâ «üf, of!» dedi. Sâliha bir hanım olan komşusu onu şöyle uyardı: «-Sevgili komşum! Sabret, bu takdîr-i ilâhîdir.
Hem sabrın başı acı, sonu tatlıdır. Hem bil ki, beterin de beteri vardır!»
Bu sözleri duyan ikizlerin annesi, sâliha komşusuna
: «-Ey komşum! Biri hasta olsa, diğerini huzursuz ediyor.
Biri uyuyamasa, diğerini de rahat bırakmıyor.
Biri ağlasa, diğeri de ağlıyor.
Bundan daha beteri ne olabilir ki?..» dedi.
Ömür takvimi sayfalarını tek tek mâzîye gönderirken gün geldi ikizlerden biri öldü. Böylece diri olan, ölü kardeşini sırtında taşımaya başladı.
Bu hâl üzerine, ikizlerin annesi, vaktiyle kendisine sabır ve rızâ tavsiyesinde bulunan sâliha komşusuna: «-Sevgili komşum! Sen haklıymışsın, beterin de beteri varmış.» diyerek gözyaşı döktü.
Ertesi gün, ikizlerin diri olanı da öldü. Beraberce kabre defnedildiler.” Sabır, zarûreten değil, gönül hoşluğu ile kulun, Rabbine teslîmiyetidir.
Sabrın birinci şartı ise, musîbet ile karşılaşıldığı ilk anda olmasıdır.
Tavı geçmiş bir sabrın, fazla bir mükâfâtı yoktur.
Ayrıca büyük mükâfatlar, dâimâ büyük sabırların, musîbet ve iptilâlara tahammülün arkasından gelir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (ez-Zümer, 10) buyrulmuştur.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, sabrın çeşitlerini ve fazîletlerini bildirdiği bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmuştur: “Sabır üçtür: Musîbetlere karşı sabır, kullukta sabır ve günah işlememekte sabır…
Kim, kaldırılıncaya kadar musîbete güzelce sabrederse Allah ona üç yüz derece yazar. Her iki derece arasında semâ ile arz arası kadar mesâfe vardır. Kim de tâatte sabrederse Allah ona altı yüz derece yazar.
Her iki derece arasında yeryüzü ile yedi kat aşağısı arası kadar mesâfe vardır. Kim de mâsiyete (günaha) karşı sabrederse Allah ona dokuz yüz derece yazar.
İki derece arasında yer ile Arş arası kadar mesâfe vardır.”
(Süyûtî, II, 42; Deylemî, II, 416)
Sözün özü, sabır insanın derûnundaki kıymetli bir hazinedir.
Onu hem varlığın hem yokluğun, hem acının hem neş’enin, hem belânın hem de nîmetin tehlikesine karşı koruyan güvenli bir kalkandır.
Sabır, bütün peygamberlerin kuşandığı ve ümmetlerine tavsiye ettiği bir zırhtır.
Sabır, îmânını koruması için müslümanın en büyük sığınağı ve silahıdır. Allah Teâlâ’nın râzı olduğu ve büyük mükâfatlar va’dettiği ulvî bir haslettir. Allah Rasûlü’nün ifâdesiyle: “Sabır ziyâdır.” (Müslim, Tahâret, 1)
İnsanın dünyâ ve ukbâsını aydınlatır.
Fahr-i Kâinât Efendimiz, mü’minlerin bir musîbet ve darlık zamanında ümitsizlik ve isyâna düşmeyip Allah Teâlâ’ya tevekkül ve niyazda bulunmalarını da şöyle tavsiye etmişlerdir:
“Kendisine bir musîbet gelen müslüman, Allâh’ın emrettiği: «Biz Allâh’a âidiz ve ancak O’na döneceğiz.
Allâh’ım! Bana bu musîbetten dolayı ecir ver ve bana bundan daha hayırlısını ihsân eyle!» derse, Allah o musîbeti alır ve mutlakâ daha hayırlısını verir.” (Müslim, Cenâiz, 3)
Velhâsıl, varlık ve darlıktaki mânevî âfetlerden kurtulmak ve rızâ-yı ilâhîye kavuşmak için, sabretmek mecburiyetindeyiz! Zira sabır, kadere rızâ çizgisinde kalabilmenin yegâne yolu, güzel ahlâkın ağırlık merkezi, îmânın yarısı, ferah ve saâdetin anahtarıdır.
Yâ Rabbi! Gönüllerimizi sabr-ı cemîl ile tezyîn eyle… .
Osman Nuri Topbaş
İNSANIM BANA ALDANMAYIN..
İnsan
Bana aldanmayın!
Yüzüm bir maskedir,
Sizi aldatmasın.
Binlerce maskem var,
Çıkarmaya korktuğum,
Ve,
Hiçbiri ben değilim…
Olmadığımı göstermek
İkinci doğam oldu.
“Kendinden emin biri” dersiniz,
Sanki güllük gülistanlık
Benim için herşey…
Adım güven belirtir,
Ve,
Oyunumun adı
“Ağırbaşlılıktır”.
İçimde ve dışımda denizler sakin,
Her şeyin kumandanı ben…
Kimseye gereksinme duymayan
Ben…
Fakat, inanmayın bana,
Lütfen!…
Herşey dışta düzgün ve cilalı,
Hiç yıpranmayan, her zaman saklayan
O maske!..
Altta ne güven ne de rahatlık…
Altta,
Karışıklık, korku ve yalnızlık içinde bocalayan
Gerçek ben!…
Ama saklarım bu gerçeği savunuculukla…
Kimsenin bilmesini istemem…
Zayıf taraflarımı düşündükçe
Titrer ve sararırım…
Ya başkaları görürse iç dünyamı…
Gerçek ben ve yalnızlığımı!
İşte,
Maskelerimi onun için takarım…
Onun için, arkalarına saklanacak
Maskeler yaratırım…
Onlar,
Gösterişte kullanabileceğim
Parlatılmış yüzlerim.
Beni korur, bakan gözlerden…
Beni olduğum gibi kabul edecek,
Sevecek
Bakışları bulamazsam,
Solacak kuruyacak gerçek ben…
Ve,
Ben bunu biliyorum.
Beni kendi maskelerimden kurtaracak,
Kurduğum hapishaneden kaçıracak
Diktiğim engellerden aşıracak,
Beni seven,
Beni anlayan
Bakışlar olacak. Bana,
“Sen değerlisin” diyecek,
“Maskesizken daha bir insansın”
“Daha yakın, daha bir dostsun”
Diyecek bir bakışa
Beni gören bir bakışa
Muhtacım…
Benim yanıma sokulman kolay olmayacaktır!…
Uyarırım seni dost!…
Uzun yıllar kendini yetersiz hissetmiş ben,
Sana kendini kolayca açamayacaktır…
Bütün gücümle tutunacağım maskelerime
Ne kadar sokulursan yakınıma,
O denli şiddetli geri iteceğim seni…
Kim olduğumu merak ediyor musun?
Hiç merak etme…
Ben çevrendeki
Her erkek ve kadınım…
Maske takan her insanım…
Yüzüm bir maskedir,
Sizi aldatmasın.
Binlerce maskem var,
Çıkarmaya korktuğum,
Ve,
Hiçbiri ben değilim…
Olmadığımı göstermek
İkinci doğam oldu.
“Kendinden emin biri” dersiniz,
Sanki güllük gülistanlık
Benim için herşey…
Adım güven belirtir,
Ve,
Oyunumun adı
“Ağırbaşlılıktır”.
İçimde ve dışımda denizler sakin,
Her şeyin kumandanı ben…
Kimseye gereksinme duymayan
Ben…
Fakat, inanmayın bana,
Lütfen!…
Herşey dışta düzgün ve cilalı,
Hiç yıpranmayan, her zaman saklayan
O maske!..
Altta ne güven ne de rahatlık…
Altta,
Karışıklık, korku ve yalnızlık içinde bocalayan
Gerçek ben!…
Ama saklarım bu gerçeği savunuculukla…
Kimsenin bilmesini istemem…
Zayıf taraflarımı düşündükçe
Titrer ve sararırım…
Ya başkaları görürse iç dünyamı…
Gerçek ben ve yalnızlığımı!
İşte,
Maskelerimi onun için takarım…
Onun için, arkalarına saklanacak
Maskeler yaratırım…
Onlar,
Gösterişte kullanabileceğim
Parlatılmış yüzlerim.
Beni korur, bakan gözlerden…
Beni olduğum gibi kabul edecek,
Sevecek
Bakışları bulamazsam,
Solacak kuruyacak gerçek ben…
Ve,
Ben bunu biliyorum.
Beni kendi maskelerimden kurtaracak,
Kurduğum hapishaneden kaçıracak
Diktiğim engellerden aşıracak,
Beni seven,
Beni anlayan
Bakışlar olacak. Bana,
“Sen değerlisin” diyecek,
“Maskesizken daha bir insansın”
“Daha yakın, daha bir dostsun”
Diyecek bir bakışa
Beni gören bir bakışa
Muhtacım…
Benim yanıma sokulman kolay olmayacaktır!…
Uyarırım seni dost!…
Uzun yıllar kendini yetersiz hissetmiş ben,
Sana kendini kolayca açamayacaktır…
Bütün gücümle tutunacağım maskelerime
Ne kadar sokulursan yakınıma,
O denli şiddetli geri iteceğim seni…
Kim olduğumu merak ediyor musun?
Hiç merak etme…
Ben çevrendeki
Her erkek ve kadınım…
Maske takan her insanım…
Charles C. Finn
KÜLTİRLİ AŞK YAŞİYAH
Kültirli Aşk Yaşiyah
Bişeyler Öğrenmişem.Gel Değişik Sevah.
Sen Beni Sev ,Ben Seni... Sevdayi Yaşiyah.
Sen Bene Sevdalan Yan,Ben De Sene,
Klasik Aşk Neyse Oni Yaşiyah.
Ya Da Senin Haberin Olmasın,
Ben Seni Arhadan Arhaya Sevim.
Platonik Aşk Neyse Oni Yaşiyah.
Sevdadan Oturah Yiyah,İçah.
İkimizde Tombul Olah.
Tombulik Aşk Olursa Oni Da Yaşiyah.
İsdirsen Sevdandan Kendimi Kesim.
Müzikler Dinliyim Doğriyim,Biçim.
Psikopatik Aşk Varsa Oni Yaşiyah.
Hele Bah.Ben Kerem Olim Sen Asli.
Sonumuz Onlar Gibi Bitsin Yasli.
Nostaljik Aşk Neyise Oni Yaşiyah.
Kibarlaşah.Tankolar Gibi Sevah.
Çoh İnce Olah.Ele Dolanah.
Tankoli Aşk Varsa Oni Da Yaşiyah.
Yalani Bırahah Hep Doğri Diyah.
Berabar Oturah,Berabar Gahah.
Elele Dizdiz,Gözgöze Bulunah.
Realist Aşk Neyse Oni Yaşiyah.
Tarlalara Bahcalara Düşah,
Elele Dutuşip Türki Söyliyah.
Romantik Aşk Neyse Oni Yaşiyah.
Pisigi,Gudigi Sen Diye Sevim,
Sen De Horozi Culuği Ben Diye Sev.
Sembolik Aşk Da Varsa Onida Yaşiyah.
Gel Elele Verah.Gendimizi Elektirige Gapdırah.
Zangır Zıngır Titriyah.Ama Ölmiyah.
Elektronik Aşk Varsa Oni Da Yaşiyah.
Ahorlarda Merek Ve Komlarda Buluşah.
Tezek Galahlarının Altında Sinah.
Otantik AŞK Varsa Oni Da Yaşiyah.
Aman... Bırah Onlari.Beni Sevirmisen?
Ben Seni Hegget Sevirem.Ele Şeylari Bırahah.
Adam Gibi Sevah,Adam Gibi Yasiyah
Sen Beni Sev ,Ben Seni... Sevdayi Yaşiyah.
Sen Bene Sevdalan Yan,Ben De Sene,
Klasik Aşk Neyse Oni Yaşiyah.
Ya Da Senin Haberin Olmasın,
Ben Seni Arhadan Arhaya Sevim.
Platonik Aşk Neyse Oni Yaşiyah.
Sevdadan Oturah Yiyah,İçah.
İkimizde Tombul Olah.
Tombulik Aşk Olursa Oni Da Yaşiyah.
İsdirsen Sevdandan Kendimi Kesim.
Müzikler Dinliyim Doğriyim,Biçim.
Psikopatik Aşk Varsa Oni Yaşiyah.
Hele Bah.Ben Kerem Olim Sen Asli.
Sonumuz Onlar Gibi Bitsin Yasli.
Nostaljik Aşk Neyise Oni Yaşiyah.
Kibarlaşah.Tankolar Gibi Sevah.
Çoh İnce Olah.Ele Dolanah.
Tankoli Aşk Varsa Oni Da Yaşiyah.
Yalani Bırahah Hep Doğri Diyah.
Berabar Oturah,Berabar Gahah.
Elele Dizdiz,Gözgöze Bulunah.
Realist Aşk Neyse Oni Yaşiyah.
Tarlalara Bahcalara Düşah,
Elele Dutuşip Türki Söyliyah.
Romantik Aşk Neyse Oni Yaşiyah.
Pisigi,Gudigi Sen Diye Sevim,
Sen De Horozi Culuği Ben Diye Sev.
Sembolik Aşk Da Varsa Onida Yaşiyah.
Gel Elele Verah.Gendimizi Elektirige Gapdırah.
Zangır Zıngır Titriyah.Ama Ölmiyah.
Elektronik Aşk Varsa Oni Da Yaşiyah.
Ahorlarda Merek Ve Komlarda Buluşah.
Tezek Galahlarının Altında Sinah.
Otantik AŞK Varsa Oni Da Yaşiyah.
Aman... Bırah Onlari.Beni Sevirmisen?
Ben Seni Hegget Sevirem.Ele Şeylari Bırahah.
Adam Gibi Sevah,Adam Gibi Yasiyah
Zinnur Tiryaki
GÜLLER AĞLAR İÇİMDE
GÜLLER AĞLAR İÇİMDE
Ne zaman ayrılık saati gelse
En vazgeçilmez yerinde yaşamın
Duysak ayak seslerini akşamın
Ve sokaklardan el ayak çekilse
Bir ürpertiyle duyarım o zaman
Seni çağıran sesi uzaklardan
Ne zaman ayrılık saati gelse
Bir gariplik çöker içime birden
Kalan tek anı gibi bir devirden
Durmadan çalınır o gamlı beste
Sanki bilir dem hazin öykümüzü
Bulutlar ağlar, kararır gökyüzü
Ne zaman ayrılık saati gelse
Bir çaresizliğe anlatır gibi
Birden değişir gözlerinin rengi
Mavi solar, koyulaşır yeşilse
Sarınca ruhunu eski bir hüzün
Uçar gider pembeliği yüzünün
Ne zaman ayrılık saati gelse
Uzatsan özlemle dudaklarını
Tüm ağaçlar döker yapraklarını
Ne çiçek kalır ortada, ne bahçe
Sadece uğultusu o rüzgarın
Ve bir umut kırıntısı: Belki yarın
Ne zaman ayrılık saati gelse
Bir fırtına çıkmışcasına, büyük
İçimdeki güllerin boynu bükük
Bir zaman kalakalırım öylece
Neden sonra gittiğini anlarım
İçimde güller ağlar, ben ağlarım...
Ümit Yaşar Oğuzcan
SENSİZ KAYBOLURUM
Ne güzel yüreği Senle dağlamak..
Sensiz kaybolurum
Ben bir gülsem suyum Sen,
Bir elini çeksen kururum..
Ben bir gülsem Sensin mutlak vesilem,
Bir el çeksen kahrolurum..
Sensin umudum,
Sensin huzurum,
Sensin gururum..
Sensiz yarımım,
Sensiz garibim,
Sensiz kaybolurum..
Nice gönüllerde bakî sevgiler demet demet
Ben niye fanilere bağlanır dururum..
Ne zaman Allah, desem,
Elbet durulurum..
Of! deyip kayarsam;
Ah! der, kurtulurum..
Tepemde güneş, sadrımda ateş,
Seni solurum..
Ne güzel Sana ağlamak,
Ne güzel yüreği Senle dağlamak.. …
Estağfirullah.. Estağfirullah.. Estağfirullah..
Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...
-
Online Yıldızname Burcu Hesaplama 1. Yol: Arapça Harflerle Ebced Yöntemi Öncelikle "cinsiyet"inizi seçin ve aşağıdaki ...
-
Harflerin Enerjileri A-Z Alfabedeki bütün harflerin enerjileri ve anlamları. İsminizde bulunan, isminizin başladığı harflere göre ka...
-
1 / 24 1 AMAL'İ MÜCERREB-1 2 Bilinmeyen Yönleriyle Satanizm - Bulent Kısa 307 say...