05 Aralık 2014

Avrupa ve Yakındoğu Ekseninde Enerji Dönemeci




Avrupa ve Yakındoğu Ekseninde Enerji Dönemeci
Enerji güvenliği konusu son yıllarda tekrar gündeme geldi. Alternatif enerji yatırımlarının artırılması, petrol-doğal gaz kaynaklarının çeşitlendirilmesi ise tek çözüm. Öte yandan Petrol-gaz ve alternatif enerji kaynakları arasında devam eden yarış, petrol-gaz aleyhine gelişecek gibi gözükmüyor. Ne var ki kömür ile petrol arasındaki yarışı da, kömürün kaybedeceğine kimse inanmıyordu. Asıl mücadele,  petrole hâkim İngilizlerle ile kömür yataklarına sahip Almanların birbirlerine meydan okumasıydı.
***    ***    ***
Yazan: Burhan Çağlar
Ukrayna krizi ile birlikte doğal gaz arzında yaşanan anlaşmazlık, petrol fiyatlarındaki dalgalanmalar ve kararsızlık trendi enerji piyasasında tansiyonu yükseltti. Ortadoğu’da sonu gelmeyen çatışma ortamına Yakındoğu’da artan gerilimlerin eklemlenmesi, özellikle Batı Avrupa’da enerji güvenliği açısından acil ihtiyaçları yeniden gündeme getirdi. Şuan için ise, alternatif enerji yatırımlarına yönelimin arttırılması, petrol ve doğal gaz arzı kaynaklarının ve güzergâhlarının çeşitlendirilmesi tek çözüm olarak görülüyor.
Öte yandan yenilenebilir enerji yatırımlarına son yıllarda hız verilmesi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra katlanarak artmaya devam eden enerji ihtiyacına kısa vadede cevap verecek gibi durmuyor. Bu ise petrol ve gazın tahtını korumaya devam edeceği anlamına geliyor. Bu durumun ancak, petrol ve gaza verimlilik/maliyet yönünden görece alternatif olabilecek farklı tür kaynakların kullanıma girmesi ile kırılabileceği anlaşılıyor. Fakat şuan için yakın gelecekte bu pek mümkün gözükmüyor. Özetle tüm göstergeler, zaman zaman düşme eğilimine girmesine rağmen, petrol fiyatlarının geçtiğimiz 100 yılda olduğu gibi inişli çıkışlı artış trendini muhafaza edeceğine işaret ediyor.
Bununla birlikte etkisi henüz pek hissedilmese de, yenilenebilir enerji için devasa yatırımlar yapılıyor, teşvikler veriliyor. Belki uzak bir gelecekte, petrol ve gazın kömürün saltanatını yıkması gibi, yenilenebilir enerji kaynaklarının da fosil yakıtları bertaraf etmesine şahit olabiliriz.
Petrol ve Kömürün Savaşı
Petrol-gaz ve yenilenebilir alternatif enerji kaynakları arasındaki bu yarış şimdilik petrol ve gaz aleyhine gelişecek gibi gözükmüyor. Ne var ki (kıyaslamak her ne kadar tam doğru olmasa da) kömür ile petrol arasındaki yarışı da, başlangıçta kömürün kaybedeceğine neredeyse kimse ihtimal vermiyordu. Esasında asıl mücadele, uzak denizlere ve petrol rezervlerine hâkim İngilizler ile kıta Avrupası’na sıkışmış, zengin kömür yataklarına sahip Almanların bu iki maden üzerinden birbirlerine meydan okumasıydı.
1960′lardaki Duruma Göre Petrol ve Gaz Sahaları, Rafineleriler, Uluslararası Boru Hatları. (Supplement to Oil and Gas International, cilt. 3, no. 6, Temmuz 1963) Orjinal Boyutta İndirnek İçin Tıklayın
Petrol tarihindeki en önemli sıçrama İngiliz donanmasının kömürden petrole geçişi ile oldu. Dretnot sınıfı petrol yakan savaş gemilerini denize indirilmesi, adeta yarışın ilk raunduydu.  Donanma yarışıyla başlayan petrole dönüş başka alanlarda da kendini göstererek devam etti. Petrolün piyasaya girmesi, yavaş yavaş teknolojinin mefhumunu değiştirdi.
Diğer taraftan kömürün tarafını tutan Almanlar, petrol alanındaki gelişmelere de tamamen kayıtsız değillerdi. Özellikle stabil karasal bağlantının olduğu Osmanlı coğrafyasına doğru açılım göstererek, zengin rezervlerin bulunduğu bölgelerde imtiyaz elde etmeyi hedefliyorlardı.
Nitekim Alman uzmanlar, 1871 yılında Musul ve Kerkük dolaylarında incelemeler yürütmüş, burada bol miktarda petrol bulunduğunu tespit etmişti. Fakat işleme ve nakliyat güçlüğü kömürü Almanlar açısından hala daha cazip kılmaya devam ediyordu. Onlar için petrol, coğrafi koşulların da etkisi ile henüz kömür ile rekabet edebilir düzeyde değildi. Yine de Almanlar petrole hiçbir zaman tamamen kayıtsız kalmadılar.
Osmanlı ülkesindeki petrol yataklarının İngilizlerin ilgi alanında çok daha önce girdiği biliniyor. Osmanlı-İran sınır tespit komisyonunda yer alan W. Loftus, bölgenin petrol sızan noktalarında araştırmalar yapmıştı. Sonraki yıllarda R. Maunsell Musul, Kerkük ve civar bölgelerin ayrıntılı bir haritasını çıkararak petrol sahalarını tüm teferruatıyla gösterdi.
Musul bölgesinde petrolün varlığı önceden beri biliniyor, yer yer topraktaki bazı çatlaklardan kendiliğinden sızarak adeta dereler ve gölcükleri oluşturuyordu.

Isınma, aydınlanma,  inşaat,  gemi tamiratı, eczacılık vs. alanlarda yararlanılan petrol, Osmanlı devletinde maden statüsünde değerlendiriliyor,  “iltizam usulü” denilen bir tür ihale yöntemi ile belli bir bedel karşılığı işletmeye veriliyordu.

Ancak petrol madenlerinin işletme hakkını alan yerli işletmeciler, yüzeye çıkan petrolün toplama ve damıtma işlemini ilkel metotlarla yapıyor ve oldukça düşük kalite ürün elde ediyorlardı. Bundan dolayı ancak tenekesi yarım mecidiyeye gibi düşük bir fiyata alıcı buluyordu.  
Avrupa’da petrolün stratejik önemini en geç kavrayanlar Fransızlar oldu. Kömür ve petrol müsabakasına adeta en umarsız bakan taraftı.  Fransızlar uzun süre petroldeki gelişmelere yönelmeye pek tenezzül etmediler. Fransa Başbakanı Clemenceau’nun “Eğer ki petrole ihtiyacım olursa bakkalıma gider alırım.” sözü bu anlayışı gayet iyi yansıtıyordu.
I.  Dünya Savaşına girerken Alman kara kartalı, sahip olduğu zengin kömür yataklarına ve kömüre dayalı sanayisine, ulaşım ağına güvenmekteydi.  Almanların kömüre inanç ve imanı hala gayet kuvvetli sayılırdı. Bu açıdan savaş aslında petrol ile kömürün, kamyon ile lokomotifin mücadelesi olarak okunabilir.
Fakat savaş petrolün,  zafere giden yolun temel bileşeni, üstünlük stratejisinin adeta ayrılmaz parçası olduğunu kanıtladı.Petrol kömüre, kamyon lokomotife galip geldi.
Takip eden yıllarda Avrupa’da her alanda petrole yönelim arttı. Bununla birlikte 18. ve 19. yüzyıllarda kömüre dayanan ekonomik faaliyetlerin, 20. yüzyıl başlarından itibaren yerini peyderpey petrole terk etmesi askeri, siyasi ve ekonomik güç dengelerinde de önemli değişimleri beraberinde getirdi.
En başta petrole dayalı olarak gelişen ve sanayileşen ülkelerin, enerji ihtiyacını ucuz ve güvenli yollardan karşılama isteği, endüstrileşmiş ülkeleri petrol sahaları üzerinde denetim sağlama mücadelesine sevk etti.
Petrolün öneminin giderek artması üzerine Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı topraklarındaki petrol yataklarının dökümünün yapılması için girişimlerde bulundu. Gerek yerli mühendisler gerekse yurt dışından getirilen uzmanlardan “tetkik heyetler” oluşturuldu. Bunlar, Musul, Kerkük, El-cezire, Basra vs. bölgelerinde incelemelerde bulunarak bölgenin petrol haritaları çıkardılar. “Petrol madenlerinin” nitelikleri, verimlilik miktarları hakkında bilgiler içeren ayrıntılı raporlar hazırlayarak padişaha sunuldular.

Yapılan hesaplamalara göre Osmanlı petrollerinin modern usullerle göre işlenmesi için sondaj, işleme ve personel maliyeti dâhil 14 bin Osmanlı altını gerekiyordu. Ancak bu yatırımlar yapılırsa işlenen petrolden kaliteli ürün elde edilebilecek ve pazarda rekabet şansı yakalanacaktı.

Maliyenin böyle yüksek bir meblağı karşılaması mümkün değildi. Tespit edilen petrol yataklarının yabancı imtiyazına geçmemesi için bu sahalar padişah tekeline alındı. Hazine-i Hassa’ya devredilerek padişah mülkü ilan edildi. Böylece buraların işletme ayrıcalığı sadece padişaha geçti.


Sultan Abdülhamid’in Hazırlattığı Musul Bölgesindeki Petrol ve Diğer Madenleri Gösterir Harita. (BOA. HH. THR 233/47) Orginalini İndirmek İçin Tıklayınız

Abdulhamidin_Petrol_Haritalari2
Sultan Abdülhamid’in Hazırlattığı Musul ve Bağdat Bölgesinideki Petrol Yatakları Haritası. (BOA. HH. THR 233/47)Orginalini İndirmek İçin Tıklayınız


Sultan II. Abdülhamid’in Döneminde (1909) Osmanlı Devleti ve Balkanlar.Orginalini İndirmek İçin Tıklayınız

Eski Haritalar Üzerinde Petrol ile Çizilen Yeni Sınırlar
I. Dünya Savaşı’nın arifesinde, savaşın müstakbel galipleri, petrole dayalı yeni düzeni planlamakla meşgullerdi. Londra Paktı, Sykes-Picot anlaşması ile eski haritalar üzerinde yeni sınırlar çizildi. 1917’de İngilizler Kudüs’e girmiş, ileride Irak’ı oluşturacak toprakların büyük kısmını işgal etmişti.  Ortadoğu’da askeri üstünlük İngilizlerin eline geçmişti. Yenik düşen Osmanlı Devleti topraklarında yeni devletler kuruldu.
Savaş bittiğinde aslan payını İngiliz İmparatorluğu aldı. Ortadoğu’nun patronu oldu. İngilizlerin parmakları doğuda Nil havzasından batıda Fırat vadisini çevreleyen geniş düzlüklere dek âdete bölgenin her köşesine uzanıyordu.
Osmanlı maliyesinin içinde bulunduğu dar boğaz petrolün modern usullere göre çıkarılması ve işlenmesi için gerekli bütçenin ayrılmasını engellemekteydi. Dolayısı ile devlet mevcut üretimi devam ettirmek, petrol bölgelerini denetim altında tutmak ve bazı siyasi tedbirler almakla yetindi.

Tespit edilen petrol yataklarının yabancı imtiyazına verilmesinin önünü almak için bu sahalar padişah tekeline alındı. Hazine-i Hassa’ya devredilerek padişah mülkü ilan edildi. Böylece buraların işletme ayrıcalığı sadece padişaha geçmiş oldu.

Bununla birlikte,  petrol bölgelerinde merkezin otoritesini güçlendirmek, askeri-stratejik avantaj sağlamak ve yabancıların nüfuz kurmasını engellemek adına bir demiryolu hattı projelendirilirdi. Hat, İstanbul’dan Bağdat’a oradan Basra körfezine kadar uzanacaktı.  Sutan II. Abdülhamid’in diplomatik manevraları ile hattın yapım ihalesini İngilizlere karşı Almanlar aldı.
Askeri işgal ulus inşası sürecini de yanında getirdi.  İngilizlerin kontrolünde petrol bölgeleri pay edildi. Sözde bağımsız yeni devletler kuruldu, yeni tahtlara İngiliz yanlısı hanedanlar oturtuldu.
1930’ların başlarında bölgede yeni rezervler bulundu,  giderek önemi artan petrol ile üretimi hızla katlandı. Karayip petrolünden yavaş yavaş Ortadoğu petrolüne geçildi. Bu durum Ortadoğu’yu stratejik açıdan daha da değerli bir konuma yükseltti. İngilizlerin Araplar ile olan ilişkisini yeniden şekillendirdi.
Artık İngiliz İmparatorluğu’nun Ortadoğu’daki mevcudiyetinin temelini, bölgedeki ekonomik, siyasi ve ticari çıkarların yanında emperyal değerlendirmeler oluşturuyordu. Doğu Akdeniz, İmparatorluğun savunmasında hayati düzeyde önem arz etmekteydi.
Ortadoğu’nun Yeni Patronu
Bu bakımdan, İngilizlerin II. Savaşı’nda, Kuzey Afrika çöllerinde Alman birliklerine karşı zaferi, İmparatorluğun kaderi açısından bir dönüm noktasıydı. Fakat İngilizler II. Dünya Savaşı’ndan yorgun, tükenmiş bir halde çıktılar. Filistin’deki hâkimiyetleri 1947’de sona erdi.
5 yıl sonra Mısır’da genç bir subay Abdülnasır, Londra yanlısı Kral Faruk’u devirdi. 1956’da Süveyş kanalını işleten, İngiliz kontrolündeki şirketi millileştirdi. Bu kanal, İngiltere’nin emperyal çıkarları bakımından hayati önem taşıyordu. İngilizler, Fransa ile ortak bölgeye asker çıkardı fakat Süveyş operasyonu bir fiyaskoyla sonuçlandı. Kısa bir süre sonra İngiltere’nin Irak’taki uydu hanedanı, Hâşimî ailesi darbeyle iktidardan düşürüldü. Darbeyi teşvik eden Amerikan istihbaratıydı.
Hâşimî Ailesinin İktidarda Olduğu Ürdün. I. Dünya Savaşı’ndan Sonra Sınırları Cetvel ile Çizilen Devletlerden. Haritanın Orjinalini İndirmek İçin Tıklayınız.
Aslında Ortadoğu’daki İngiliz hâkimiyetini tasfiye eden milliyetçi Arap liderler değil, onları perde arkasından destekleyen Amerika Birleşik Devletleri’ydi. Böylece bölgenin patronu olma sırası ABD’ne geçiyordu. Özetle, Ortadoğu’da petrolünün akış yönü artık Amerikan nüfuzu altında şekillenmeye başlamıştı.
Petrol, tarihte ilk kez Ekim 1973’te başlayan Arap-İsrail Savaşı’nda sırasından doğrudan doğruya yaptırım gücü yüksek bir silah olarak kullanıldı. Amerika Birleşik Devletleri’nin İsrail’e askeri malzeme desteği sağlamasına tepki gösteren 10 Arap ülkesi petrol ambargosu ilan etti.


Ambargo uygulanan ülkeler listesine Amerika, Kanada, İngiltere, Hollanda ve Japonya dâhil edilmişti. Böylece 1973 başında 3$ olan petrolün varil fiyatı 1974’e girildiğinde 13$’a fırladı. Yıl sonuna doğru kriz aşıldı ve fiyatlar 13-15$ bandına sabitlendi.

Fakat bu durum fazla uzun sürmedi. 1979’daki İran devrimi ve ardından patlayan Irak-İran savaşı ikinci bir kriz dalgasını beraberinde getirdi. İran petrolünün pazardan çekilmesiyle fiyatlar 39$ kadar yükseldi.  Buna çözüm olarak Nijerya ve Kuzey Deniz petrol sahalarında yeni kuyular devreye sokuldu. Suudi Arabistan’ın üretimi kotasını yükseltmesi sağlandı. Petrol arzının artması fiyatları 10$ seviyelerine kadar çekti.

Petrolün varil fiyatı 1990’daki I. Körfez savaşında 34$’ı görmesi dışında. 1985-1995 arasında 10 yıllık periyotta, 17-20$ arasında seyretti.
Kaynaklar: Daniel Yergin, Petrol, Para Güç ve Çatışmanın Epik Öyküsü, Çev., Kamuran Tuncay, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2009; Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükselişleri ve Çöküşleri, Çev. Birtane Karanakçı. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2010; Volkan Ş Ediger, Osmanlı’da Neft ve Petrol, Ankara: ODTÜ Yayıncılık, 2005; Necmettin Acar, “Petrolün Stratejik Önemi ve Mezopotamya Petrol Kaynaklarının Paylaşımında Calouste Sarkis Gülbenkyan’ın Rolü (1890-1928)”,International Journal of Social Science 6-4, (2013): 1-32; Arzu Terzi, Abdülhamid’in Mirası Petrol ve Arazi, İstanbul: Timas Yayinlari, 2013; Yılmaz Karadeniz, ve Hidayet Kara, “Bağdat, Basra, Bahreyn ve Necid Bölgelerinde Osmanlı-İngiliz Nüfuz Mücadelesine Dair Layiha”, History Studies Ortadoğu Özel Sayısı (2010): 166-181.

Töreleri ve Tarihleri ile Eşkıyalar



Töreleri ve Tarihleri ile Eşkıyalar


Hukuk ve tarih açısından baktığımızda, toplumların hafızasında romantik yaklaşımlara maruz kalan iki tür suçlu tipi vardır; kabadayılar ve eşkıyalar. Kiminin türkülerde ve halk hikâyelerinde kiminin ise polis ve jandarma arşivlerinde bahisleri geçer. Gazete tefrikalarında, anılarda ve romanlarda adları zikredildir.
H
Hukuk ve tarih açısından baktığımızda, toplumların hafızasında romantik yaklaşımlara maruz kalan iki tür suçlu tipi vardır; kabadayılar ve eşkıyalar. Kiminin türkülerde ve halk hikâyelerinde kiminin ise polis ve jandarma arşivlerinde bahisleri geçer. Gazete tefrikalarında, anılarda ve romanlarda adları zikredildir.
Bu yazımızda artık şimdi pek esameleri okunmayan eşkiyaları ele alacağız. hayatlarına, törelerine göz atacak,  masalsı bir havada anlatılan, elde silah dere tepe taban tepen yaşantılarına misafir olacağız. Tarih ve edebiyat alanında haklarındaki  çeşitli yaklaşımları okuyacağız. “Hangisi haklı” sorusunun cevabını arayacağız ?
Yazan:  Mehmet Berk Yaltırık
Eşkıyalar: Töreleri ve Tarihleri
Belki zamanımızda eşkıyaların, eskilerden referansla kahramanlıkları, mertlikleri ön plana çıkartılabilir. Ama gerek tarih ve sosyal bilim açısından gerekse onları yakından görmüş birinin anlatılarından gerçek yönlerini, objektif bir şekilde ele alıncagöreceğiz ki aslında sonradan bulundukları mertebeye getirilmişlerdir.
Mesela bir Yaşar Kemal’in kaleminden İnce Memed’i, Çakırcalı Mehmet Efe’yi okuduğunuzda hayranlığınız artabilir. Ama bir Kemal Tahir’in kaleminden Rahmet Yolları Kesti’yi okursanız üstüne de Yorgun Savaşçı’yı rahatsız edecek denli gerçekçi eşkıya tiplemelerine rastlarsınız.
“Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum –ruhunda arta kalmış barbarlık duygusunun da tesiriyle- soyguncularına karşı hayranlık duyar.”      
Andre Maurois
Rahmet Yolları Kesti romanında eşkıyalığın görünenden farklı olduğu anlatılır. Bu romandan hareketle İlyas Salman ve Şener Şen’in oynadığı “Erkek Güzeli Sefil Bilo” filmi çekilir. Yorgun Savaşçı’da romanın konusu Kuvay-ı Milliye’ye katılan bir subay ise de yan karakterler ve geçen konuşmalar üzerinden eşkıyalara değinilir. Silahlılar, paltolular anlatılır, süvariler getiren aşiret ve oba beyleri zikredilir. Mücadele bu adamların elde tutulmasına bağlıdır. Romanda bunlar için “İşimiz işte bu Çakırcalı takımına kaldı!” denilmektedir.
Yaşar Kemal’in romanları ise halk ağzından olduğu kadar halk gözünden anlatmaktadır hikâyeleri. Çukurova köylüsünü, dağlısını, yörüğünü, ağasını beyini, eli tüfeklisini anlatır. Epik bir tarzda geçer. Görüldüğü gibi edebiyatta eşkıya meselesine yaklaşım tartışmalıdır. Bir ikilem söz konusudur.
Eskiyalar_cem_olmus
Halkın sözlü tarih kayıtlarından türkülerde de böyle bir ikilem söz konusudur.“Efelerin içinden Yörük Ali’yi seçtin mi?”, “Kerimoğlu duvarlardan atladı silahların beşi birden patladı”, “Bize de derler Çakıcı yar fidan boylum, yakarız konakları”gibi öven türküler vardır. Efeler nereden çıktı eşkıyaları anlatmıyor musun diye soracak olanlarınız olabilir. Fakat bu iki gurup karakter ve yapılanma olarak kısmen benzeşmektedirler. En azından toplumsal zeminleri, ortaya çıkış nedenleri neredeyse birbirinin aynıdır.

Konuya dönersek bunca övmeye ve epik havaya karşın efelerin zalimliğine gönderme yapan türküler de vardır. “Sille’den gece geçtim görmedim annem, efeler içmiş içmiş sarhoş olmuş annem”, “Amanın efeler öldürmen beni, güzelde Cemilem’in hatırına soldurman beni” türküleri gibi. Ama ağırlık kahramanlıklarından yanadır en azından o şekilde bahsedilirler.
Halk nezdinde kendilerine “ilişmeyen”, derebeyine, ağaya karşı köylüyü koruyan ve harama uçkur çözmeyen eşkıya üç türlü ödül hak eder. Yaşarken köylü onu ele vermez, besler, saklar. Vurulduğunda öldüğüne inanmaz, yedi evliya gücünde der. Öldüğü kesinleştiyse türkülerinde ağıtlarında yaşatır. Misal bir “Çakırcalı Mehmet Efe Ağıdı” vardır,  “Sepetçioğlu bir annenin bir kuzusu” gibi türkülerde böyle bir yakıştırma yapılır.
Bu duruma bie eleştiri Kemal Sunal’ın eşkıyalık konusunun işlendiği Salako filminde görülmektedir. Bir komedi filmidir fakat ağalarla eşkıyanın ilişkisinden, Salako’nun efsanelere inanan Anadolu halkı nezdinde söylentilerle eşkıyaya dönüşmesine, sağlam tespitleri vardır.

En iyi betimlemeyi filmin sonunda Urfalı Babi’nin canlandırdığı ozan karakteri yapar. “Bu millet yıllarca olur olmaz adamlardan medet umdu. Hamido destanı, Salako destanı!” der. Kimi eşkıya öyledir. Kurtlar Vadisi dizisinde Doğu Eşrefoğlu karakterinin: “Eşkıya iki türlüdür. Birisinin ardından türkü yakılır. Diğeri iki madalya bir fermanla kendi köyünün paşası olur halkı soymaya devam eder.” babından bir repliği vardır, toplumun konuya bakış açısını az çok göstermektedir.
Eşkıya Kavramı
Eşkıya gerçekte bir tür “kaçak”tır. Misal “Halil İbrahim” türküsü bir “kaçakçı” için yakılmıştır. Eşkıya kanundan kaçar. Bu kaçan kişi efe, zeybek taifesinden de olabilir. İç Anadolu’da “ayıngacı”, Ege’de “kaçakçı” dediğimiz, tütün rejisinin kolcularıyla çatışan tütün kaçakçılarının bazılarının da ardından türkü yakılmıştır. Mesela meşhur Çökertme türküsündeki bahsi geçen Halil bir efe olduğu yönünde rivayet olsa da, tütün kaçakçısıdır ve sevdiğiyle kaçarken öldürülmesi üzerine bu türkü yakılır.
Yine adi cinayet vakaları için türkü yakıldığı da olmuştur. “Giresun üstünde bulutlar gezdi, Eşref’in yolunu azgınlar kesti, Eşref’i vuranın olur mu dostu, Atma Hakkı atma pişman olursun, Giresun beylerine düşman olursun”, “Yapma Murat yakışmaz senin şanına, insan hiç kıyar mı eniştesin canına”, “Laf anlamaz ormancı çekmiş kafayı, Aman ormancı canım ormancı, köyümüze bıraktın yoktan bir acı”, “Gitme Hamdi, gitme oğlum sen bugün oduna, Kafir Şumar çıkacak senin yoluna”, “Radinde yârim radinde belalı da yârim zindanda. Hiç kabadayı değilsin arkadan kıydın bana” türkülerinde görülebileceği gibi. Bunlar dışında kan davası veya hasımlık nedeniyle pusu kurulanlara da türkü yakılmıştır: “Huyunada Cemalım huyuna, kıymışlarda selvi boyuna, Cemalım’ın kanı akar, Ceyhan suyuna”, “El veriyor, el veriyor orta direk bel veriyor, döndüm baktım sağ yanıma Mehmedim can veriyor” türkülerinde görüldüğü gibi.
Rahmetli Halit Çapın, 1960’ların Türkiye’sinde dağlarda gezen eşkıyaları ve röportaj için peşine düştüğü Koçero’yu anlatır. 2005 tarihinde, vefatından önce Takvim gazetesinde yazdığı dönemlerdeki köşesinde bahis etmişliği vardır. 8 Eylül 2005 Perşembe tarihli Takvim gazetesinde“Eşkıya” başlığı altında yazdıkları adeta bir dönemin tarih hafızasıdır. Yine ertesi gün 9 Eylül 2005 Cuma tarihli Takvim gazetesinde “Göçen adam: Koçero” başlıklı yazısında gerçekleştiremediği röportaj denemesini anlatır ama eski dönem eşkıyalarından bahsetmeye devam eder.

Bu yazıdan şunu çıkartırız. “Harama uçkur çözmeyen” eşkıya kısmı halk nezdinde itibar görmüştür. Meseleyi yöresel anlatır Halit Çapın. Harhurlu Haco, Tilki Selim, Davudo, Mamudo, Yezidi Mirzo, Arnema gibi eşkıya isimlerinin adı geçer, sonra bunların makbul sayılmadığı çünkü harama uçkur çözdüklerinden ve hesapsızca adam öldürebildiklerinden bahsedilir.

Diğer yandan Koçero’yu ayrı tutmaktadırlar. O hem harama uçkur çözmez, hem gerekmedikçe adam öldürmez, halk kendisini makbul saydığından dolayı kendisini kollamıştır.

(Halit Çapın, “Eşkıya”, Takvim Gazetesi, 8.9.2005; Halit Çapın, “Göçen adam: Koçero”, Takvim Gazetesi, 9.9.2005).
İşte eşkıya dediğimiz insanlar bir tür kanun kaçağıdır. Yaptıklarıyla halkın gözünde zaman zaman değer kazanmışlar, türkülerde anılmışlardır. Aynı toplumun hafızası olan türkülere karanlık yönleriyle de geçmişlerdir. Bazıları unutulmuştur ve sadece adliye kayıtlarında kalmıştır ama bir dönem gazetelerde hikâyeleri ve yaptıkları anlatılanlar da olmuştur.
Efelerle ilgili yaptığım okumalarda bunların “yatak” adını verdikleri çoğunlukla dağ köylerine ve Yörük obalarına dayanan bir sistemden bahsedilir. Buna göre köylüyü korumaları karşılığı köylü de bunları korumuş ve eşkıyaların olsun, efelerin olsun yegâne kuralı “yatak tutmak”olmuştur. “Yatak” tutmayan veya elden yitiren efenin dağda fazla yaşayamayacağına kanaat getirmişlerdir.
Tarih ve Eşkıya
Tarih üzerine yazanlarda da “eşkıya” kavramına dair belirgin bir görüş farkı vardır. Genellikle tarih kayıtlarından hareketle bunları âdi suç vakasının ürünleri olarak değerlendirenler çoğunluktadır. Bu düz bir bakış açısıdır, zira eşkıyalar merkezi otoritenin karşısında yöresel otoriteden gelmektedirler. Çifte ahlak ve özel hukuk anlayışının ortaya çıkardığı bir durumdur. Maffios toplum yapılanması olarak nitelendirilebilecek bölgelerde kan davası veya meşru müdafaa nedeniyle dağa çıkma olgusunun ön planda olduğunu görmekteyiz. Demek ki bu düalite ya da ikilik anlayışı suçun bazen kabul edilebilir hale gelmesine ve bu da dolaylı yoldan eşkıyalığa yol açmaktadır.
Farklı görüşler de söz konusudur. Mesela Karen Barkey, eşkıyalığın Osmanlı açısından kendine özgü bir merkezileşme uygulaması olarak devletle olan ilişkisinden bahseder. Nihat Genç, Çakırcalı Mehmet Efe örneği üzerinden eşkıyayı toplumun sesi, ayan ve derebeyine karşı en önemli dayanağı olduğu tezine dayanarak Hobsbawn’ın “sosyal isyancılar” statüsünde değerlendirir. Ama bunu bütün eşkıyalar için değil, toplum hafızasında kabul gören yani “türkü yakılmış” eşkıyalar için söyler. Eric Hobsbawn ise eşkıyaları bütünsel olarak incelemez aralarında kategorilere ayırır. Gerçi temel olarak eşkıyalar içerisinde sosyal isyancı olduklarını savunur ama doğrudan bunun üzerinde durmaz diğer tür eşkıyalardan da bahseder. Toplumsal isyancı, soylu haydut, intikamcı, hayduklar (haydamaklar ya da başıbozuklar) ve kamulaştırılanlar.
Genel olarak bakıldığında ise eşkıyalık olgusu merkezi otoritenin zayıf düştüğü, kanunların geri plana itilip haksızlıkların büyüdüğü dönemlerde bir tür hak aramadır. En basitinden bir şekilde suç işleyen birisi zindana düşmemek adına veya haksızlığa uğradığı savıyla kaçak hayatına başlar. Özellikle idamlık olacağı kesinleşmişe artık silahlı ve kovalamacalı bir hayat başlamaktadır. Bazen ekonomik koşullar ve işsizlik gibi koşullarda eşkıyalık ve haydutluğun yayılmasına neden olup, çıkışında etkili olmuştur. Savaş için yetiştirilmiş deneyimli birliklerin, işsizlik ve hedefsizlik nedeniyle eşkıya gruplarına katılması veya eşkıyaya dönüşmesi de söz konusu olmuştur.
Anadolu’da Eşkıyalık
Efelik, zeybeklik ise daha çok “sosyal isyancı” denilen tip ile özdeşleştirilmiştir. eşkıyalık yapanları vardır ama genel de yiğitlikleri ve ezilenin yanında olmalarıyla bilinirler. Toplumsal hafıza tarafından kabul görürler. Efelerin ve zeybekliğin ortaya çıkışı tartışmalı, ama tüfek ve yatağanla dağda gezinmeleri ve İzmir’den Konya’ya Kastamonu’ya dek görülmeleri bunların Celali İsyanları döneminde yolları ve ticareti koruyan sekban-seğmen birliklerinin geleneklerinden geldikleri tezini güçlendirmektedir.

Eşkıyaların hayatı ve dağa çıkışları, son bulmaları birbirine benzemektedir. Öyle ki karşı oldukları odaklar bile neredeyse aynıdır. 1830’larda Ödemiş İsyanı’nı hazırlayan Atçalı Kel Mehmet’in hayatını incelediğinizde en çok mücadele ettiği isimlerin başında yörenin ayan ailelerinden Arpazlı ailesi gelmektedir. Ondan takribi seksen küsur yıl sonra aynı coğrafyada faaliyet gösteren Çakırcalı Mehmet Efe’nin de en çok uğraştığı isimler arasında yine Arpazlı ailesi vardır.
Anadolu toplumunda ayanlara ve beylere karşı belli bir tepki toplumsal bellekte, en az eşkıyalar kadar yer bulmuştur. Mesela bu türkülere örnek olan “Köroğlu Türküleri”nde epik anlatım tarzının en uç örnekleri görünür, aynı türkülerde sürekli “Bolu beyi”den dem vurulur. Bolu Beyi kim bilinmez ama halk hikâyelerinde hileci, düzenbaz, zalim biri olarak bahsi geçer.
Ayanlara, beylere karşı duyulan tepkinin atasözlerine bile yansıdığı söylenebilir. En meşhuru “At binenin kılıç kuşananın”, yine  Konya yöresine ait, “Asalet fahişelikten  kötüdür.” sözleridir.
Son eşkıya 1970’lerin sonunda Muğla’da dağa çıkan “Muğla canavarı” lakaplı “Eşref Atan” oldu. Ege’de dağa çıkan son eşkıya da oydu. Ne zeybekti ne de adına türkü yakıldı. Öldüğü gün gazetelerde “Ege’de dağa çıkan ama adına türkü yakılmayan son eşkıya yatağında öldü” mealinde haberler çıktı. (Fotoğraf: Dedo İlyo)
Ayanlarla eşkıyanın çatışması sadece efeliği değil Balkanlardaki haydut-haydamak taifesini de kendi meşruiyetini oluşturmaya itmiştir. Ayanlar arası çatışmalar, yerel Hristiyan cemaatlerini silahlanmaya sevk eder. Bu silahlı gruplar sonradan Fransız İhtilali döneminde asıl ayrılıkçı unsurların başını çekecektir.
Eşkıyalık bu açıdan sadece toplumsal yönüyle değerlendirilemez. Yukarıda da bahsedildiği gibi yöresel adalet anlayışından, örfi hukuktan etkilenir ve belli siyasi-ekonomik çıkarlar doğrultusunda örgütlenmesini legal düzeye de çıkarabilir. Eşkıyalığın şehir toplumuna yansıyan etkileri olmuştur. Osmanlı döneminde Matlı Mustafa örneğinde olduğu gibi eşkıyalıktan kabadayılığa geçerek şehirlerde faaliyet gösterenlerde olmuştur. Balkanlarda komitacıların artması, şehir de azınlık grubu kabadayıların türemelerine neden olmuş bu da yerli kabadayıların oluşumunu hızlandırmış, bunlar dönem dönem komitacılık da yapmıştır.
Eşkıyalığın Töreleri ve Teamülleri
Peki, bu eşkıyaların töreleri, amiyane tabirle raconları nelerdi? Yaşam tarzları nasıldı? Bununla ilgili kaynak olarak tanımlayabileceğimiz bir eser hazırlanmıştır. Refi Cevat Ulunay’ınDağlar Kralı Balçıklı Ethem isminde bir kitabı vardır. Roman gibi bir dönemler Sakarya, İzmit ve Anadolu yakası havalisinde eşkıyalık yapan, “Dağlar Kralı” lakaplı Balçıklı Ethem’in hayat hikâyesini anlatmıştır. Bu kitap kaynak mesabesindedir, zira bu eşkıya daha hayattayken Refi Cevad kendisiyle konuşmuş yazdıklarını not etmiştir. Aynı durum Sayılı Fırtınalar için de söz konusudur. Çoğu kabadayıyı yaşlılığında görmüş onların anılarını, sözlerini not etmiştir. Gerçi Refi Cevat, gerek kabadayıları gerekse eşkıyaları romantik bir bakış açısıyla el alır, onları gezgin şövalye gibi görür ama çokça yüceltmez, bunların çekinmeden adam öldürebilmelerini, maceralı hayatlarını olduğu gibi anlatır. Reşad Ekrem Koçu’da da bu üslup vardır. Bu açıdan konularla ilgili temel kaynaklar bu yazarlarımızın eserleridir.
Eşkıyalar, kolcu ve jandarmadan çok kendilerine benzeyenlerden yani diğer eşkıyalardan çekinirlerdi. Onları çoğunun ya arkadaşlarından birinin kurşunuyla ya da başka bir çetenin saldırısıyla öldürüldüklerine dikkat çekilmektedir.

Öldürdüklerinin silahlarını almazlar, başkasının silahının kendilerine uğursuzluk getireceğine inanırlardı.

Başlarına gelen maceraları çoğunlukla anlatmazlardı. Yaptıkları baskınları, cinayetleri, sarılmadan kurtulmalarını ellerinden bir kaza çıkmış gibi anlatırlardı. Yani kendi maceralarını övünerek anlatmaları ayıp sayılıyordu.

Kendi aralarında bir tür mahkeme usulü vardı. Yapılacakları, idam edecekleri, cezalandıracakları kendi aralarında konuşulur, öyle karara bağlanırdı.

Bir yerde konakladıklarında çevreye gözcüler bırakırlardı. Gözcüsüz, tedbirsiz konaklayan eşkıya ya çok toy ve deneyimsiz sayılırdı, ya da kendine aşırı güvenen biri olduğuna yorulurdu.

Karşı karşıya kaldıkları çete veya kolcunun etnik özelliklerine ve bağlantılarına dikkat ederlerdi. Mesela Laz, Arnavut, Çerkes gibi kabile toplumundan gelen insanların bağlantılarına, kan davası gütmeleri gibi özelliklere, nişancılık ve savaşçılık gibi özelliklerine dikkat ederler, düşman seçerken buna göre davranırlardı. Mesela bu hususta romanda Balçıklı Ethem bir çeteyi kıstırdığında adamların silahlarını tamamen bırakmalarını emreder. Sonra da diğerlerine dönerek: “Ben Lazları bilirim, bir tabanca ile alayımızı haklarlar.” diye uyarır. Benzeri durum tarihte bahsi geçen efelerden olan Alabardalı Kabakçı Salih Efe’nin hikâyesinde de vardır. Savaş yıllarında Çerkes asıllı bir çeteyle vuruşmuş, bunun kan davasını güden bir Çerkes yüzbaşıda onu birkaç yıl sonra bir pusuya düşürerek öldürmüştür.

Kendileri ve tasarıları hakkında ağızlarından laf kaçırmamaya dikkat ederlerdi. Bunu Balçıklı Ethem şöyle ifade etmektedir: “Bu yolda bulunanlar karda gezerler, izini belli etmezler. Bizim yolumuz da bulunanların başlarına ne gelirse dilleri belasından gelir.” (Bu taife tarafından eşkıyalık “yol” ismiyle adlandırılır. “Bu yola girdik” şeklinde anlatılarına başlarlar. Elini eteğini çekmiş ihtiyar eşkıyalar, kendilerine özenen birini gördüklerinde “Bizim yolumuz yol değildi” diyerek uyarırlar. Yol tabiri Ege’de yörükler arasında da“yola getirmek” deyimi efelerin “yola getirdik sonra dağa çıktık” şeklinde kullanmasıyla göze çarpar.)

Silahlarını boşa atmaz, mermiye kıymet biçerler.

Eşkıyalığın kendi aralarında bir rütbe sistemi vardır. En başta çete lideri bulunur. Onun altında sağ kolu veya baş kurmayı bulunur. Kurmayların sayısı birkaç tanedir, onların da altında kızanlar vardır. Kızanların da altında acemiler bulunur. Acemilere erzak ve cephane taşıtırlar, silah vermezler. Kendi tabiriyle“Müsademeye (çatışmaya) girilince ilk önce kertenkele gibi kayalara yapışıp mermilerden saklanmasını öğrenirler. Mermi vızıltısına alışıp kayalara yapışmayı öğrenene tüfek verirler. Tek atışlık hakkı vardır. O atışta başarılı oldumu kızanlardan sayılır. Tabi bu efeler felan eski dönem çetelerinde varmış. Bizim zamanımızda kaçaklar vardı, çatışmaya girmezler, bu kadar da kalabalık gezemezlerdi.” Hatta “Deve gibi ayağa kalkmak” deyişini acemilik olarak görüp çatışmada bu şekilde vurulanları alaya alırlardı.

İstihbarata önem verirler, iki tür adam beslerlerdi. Birinci türü her köyde bulunur, köye inen kervan, kolcu ve yörenin derebeyi, ağası hakkında bilgi verirdi. İkinci tür adamı ise duruma göre devşirirlerdi. Bu adam yardımıyla hasım oldukları çete ya da ağanın adam sayılarını, faaliyet bölgelerini, bağlantılarını araştırırlardı. Bu ikinci tür casus günü gününe haber getirir. Bilgileri olmadan hasım çeteyle vuruşmaya girmezlerdi.“Korku dağları bekler” sözüne inanırlar, rehber ve öncü çıkarmaya önem verirlerdi.

Ölüm fikrine kendilerini alıştırmışlardı. Vurulma tehlikesiyle birçok defa yüz yüze geldiklerinden tuhaf bir alışma hali içerisindeydiler. Su testisinin su yolunda kırılacağına inanırlar ve en zorlu eşkıyaların bile rahat döşeklerinde ölemediklerini sürekli kendilerine hatırlatırlardı. Çatışma başlayana kadar süren gerginlik halinin vuruşmada ortadan kalktığına inanırlardı.

Müsademe sırasında çoklukla etrafları kuşatılırdı. Buna “sargı” derler, sargı sırasında vuruşurlarken karşı tarafa küfrederlerdi. Bu düşmanı kızdırarak ölçüsüz hareket etmelerini ve yanlış yapmalarını sağlamak içindi. Küfrü yiyen adam deneyimliyse bunu bilir ve ses etmezdi. Acemi olan kafasını çıkarıp küfrü bastığı anda kendi tabirleriyle kurşunlara hedef olurdu.

Kendilerine özenilmesinden haz duymazlardı. Balçıklı Ethem’in ağzından aktarıldığına göre: “Size baba nasihati! Dedi. Bizi böyle görüp, ah ben de Ethem Ağa gibi olsam diye heveslenmeyin. Biz bir kere bu yola döküldük. Ya karnı, ya sırtı.”

Eşkıya arasında verdikleri sözü tutmak şeref meselesi olup, sözünden dönene iyi gözle bakmazlardı.

Başına gelenleri kaderden sayarlardı. Kendini normal bir insandan farklı görmezler, bu nedenle erkeklik, verilen sözü tutmak, halkın ırzına, namusuna göz dikmemek gibi inanışlara sadık kalırlardı. Hülasa kendi aralarında eşkıyalığı bir meslek olarak görüp, sermayesi adam öldürmektir derlerdi. Eşkıyanın namuslu olması eşkıyalar için hayat meselesiydi. O sayede çevreden destek görürlerdi. Cana, mala, ırza kasteden türünü köylü arasında barındırmazlardı. Bununla ilgili bir örneği Ulunay vermektedir. Ankara civarında Yırtma Mehmet isimli bir eşkıya köylü kadınlara sarkınca, kadınlardan birisi kaptığı baltasıyla eşkıyayı tepelediklerinden bahseder.

Eşkıya kısmı kendilerini takip eden kolcu veya zaptiyenin çarpışmalardaki yeteneklerini ve cesaretlerini öğrenmek isterdi. Genç zabitlerden çekinmez ama yaşı geçkin ve tecrübeli çavuşlardan çekinirlerdi. Çatışmalarda küfürleşmeleri, birbirleriyle vuruşmaları bunlar arasında husumet yaratırdı. Eğer sargıdan kurtulursa, toy ve deneyimsiz birini sadece yaralar, gafil avlasa da öldürmezlerdi.

Eşkıyalar takip müfrezelerinden çok, çete içerisine dedikodu, şüphe, anlaşmazlık girmelerinden çekinirlerdi. Aralarına bir kez bir husumet girdi mi günden güne büyüyen şüpheleri aralarında çatışmaya neden olurdu. Her sorunu öldürerek hallettiklerinden dolayı bu tip çeteler kurt oyununa çıkmış kurt sürüsüne benzerlerdi. Ölüm korkusu nedeniyle uykusuzluk ve daimi tetikte olma hali sinirlerini gerer, çarpışmaya girdiklerinde yanındakinin kurşunuyla ölme ihtimalini düşünmeye başlarlardı.

Mevsim zorluklarına, yorgunluğa ve bundan şikâyet edilmesine tahammül göstermezlerdi. Ağır bir hastalık geçirmedikleri sürece ellerinden silahlarını bırakmazlar, dağ bayır dolaşmayı sürdürürlerdi. Ölüm düşüncesi nedeniyle rahat yatakta dinlenmeyi göze alamazlardı. Ömür boyu böyle yaşayabilirlerdi, ancak affedileceği, af çıkacağı kesinleşirse silah bırakırdı. Ama bu barış kısa sürer, normal hayata alışamaz ve yeniden dağlara dönerlerdi. Çakırcalı’nın bile hayatı incelendiğinde bu görülür, birkaç affa rağmen yeniden dağa çıkmıştır.

Sargılarda kurtulmaları genelde en zayıf gördükleri cepheye yüklenerek buradan sıyrılmak şeklinde olurdu. Böyle durumlarda boşa mermi yakmaz araziden istifade ederek sırra kadem basarlar, sis gibi mevsimsel unsurları sıklıkla lehlerine kullanırlardı.

Kendi adamları dâhil diğer insanlara karşı daimi bir güvensizlik içerisinde olup insan için “iki ayaklı kurt”tabiri kullanırlardı. Zeybeklerin kabul töreninde ettikleri yeminde “-İnsana bel bağlanır mı? –Bağlanırsa ağlanır!” şeklinde geçmektedir bu düşünce.

Eşkıyaların en temel kanunu ırza mala göz dikmemek ise ikinci kanunu düşmüşe, âcize el uzatmak yani yardım etmekti. Adi suçlar işleyenler haricinde bu şekilde davrananlar toplumsal hafızada kabul görmüş, türkülerde bahsi geçen kişiler olmuşlardır. Bu nedenle genelde fakir fukaraya çeyiz armağan edip evlendirmeleri, düğün kurdurmaları söz konusudur.

Eşkıyalar yaptıkları baskın ya da tahribattan sonra etkileri hafifleyinceye kadar ortalıktan çekilirler.
Sonuç  Yerine
Eşkıyalık artık son dönemlerde tarihe karıştı. Ancak Somali gibi bazı bölgelerde korsanlık şeklinde devam ediyor. Ulaşım sistemlerinin gelişmesi eşkıyalığın dağ saltanatını yıkmıştır. Son eşkıya 1970’lerin sonunda Muğla’da dağa çıkan “Muğla canavarı” lakaplı “Eşref Atan” oldu. Ege’de dağa çıkan son eşkıya da o oldu. Ne zeybekti ne de adına türkü yakıldı. Öldüğü gün gazetelerde “Ege’de dağa çıkan ama adına türkü yakılmayan son eşkıya yatağında öldü” mealinde haberler çıktı 2006 yazında. 1970’lerden sonra kabadayılık nasıl tarihe karıştıysa, eşkıyalıkta tarihe karışmıştı.

Kaynaklar: Ali Haydar Avcı, Zeybeklik ve Zeybekler Tarihi, E Yayınları, İstanbul 2004; Eric J. Hobsbawn, Eşkıyalar, Avesta Yayınları, İstanbul 1997; Halit Çapın, “Eşkıya”, Takvim Gazetesi, 8.9.2005; Halit Çapın, “Göçen adam: Koçero”, Takvim Gazetesi, 9.9.2005; İsmail Hakkı Soyyanmaz, Tulumbacılar ve Edirne Tulumbacıları, Eser Matbaacılık, Edirne 2002; Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet-Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, çev. Zeynep Altok, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2011; Kemal Tahir, Rahmet Yolları Kesti, İthaki Yayınları, İstanbul 2007; Murat Çulcu, Her Sakaldan Bir Kıl (Türkiye’de Mafia’laşmanın Kökenleri-1), E Yayınları, İstanbul 2006; Murat Çulcu, Sikkesiz Sultanlar (Türkiye’de Mafia’laşmanın Kökenleri-2), E Yayınları, İstanbul 2002;  Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası: Celali İsyanları”, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2009; Nihat Genç, Köpekleşmenin Tarihi, Cadde Yayınları, İstanbul 2007; Sabri Yetkin, Ege’de Eşkıyalar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2003;  Refi Cevat Ulunay, Dağlar Kralı Balçıklı Ethem, Arba Yayınları, İstanbul 1995; Refi Cevat Ulunay, Eski İstanbul Kabadayıları Sayılı Fırtınalar, Arma Yayınları, İstanbul 2003; Robert Zens, “Pazvantoğlu Osman Paşa ve Belgrad Paşalığı (1791-1807)”, Osmanlı İmparatorluğu’nda İsyan ve Ayaklanma, Alkım Yayınları, İstanbul 2007; William J. Grsiworld, Anadolu’da Büyük İsyan 1591-1611, Tarih Vakfı Yurt 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...