01 Ocak 2019

BİG BOSS MUSTAFA HOŞ






BİG BOSS MUSTAFA HOŞ
 

DÜNYA TARİHÇESİNİN İLK KİTABI 12. GEZEGEN




DÜNYA TARİHÇESİNİN İLK KİTABI 12. GEZEGEN

YENİ MASONİK DÜZEN YAHUDİLİK VE SİYONİZM HAKKINDA ÖNEMLİ AÇIKLAMA...




YENİ MASONİK DÜZEN YAHUDİLİK VE SİYONİZM HAKKINDA
ÖNEMLİ AÇIKLAMA...

PLOTİNUS VE FÂRÂBÎ’DE RUH/NEFS KAVRAMI




PLOTİNUS VE FÂRÂBÎ’DE RUH/NEFS KAVRAMI 

YENİ DÜNYA DÜZENİ NEREYE






YENİ DÜNYA DÜZENİ NEREYE

RUH ECZANESİ




RUH ECZANESİ

CAHIZ VE EMEVi TARİHİNE MUTEZİLi BİR YAKLAŞıM





  CAHIZ VE EMEVi TARİHİNE MUTEZİLi BİR YAKLAŞıM

EMEVİ İDARESİ ÜSTÜNE




EMEVİ İDARESİ ÜSTÜNE

VEN-NİHÂYE

VEN-NİHÂYE

Sunuş


Kuruluşumuzdan bugüne kadar okuyucularımıza temel ve kaynak eserler sunduk.
Bunlar arasında 6 ciltlik (4000 safya) Mecmau't-Tefâsir, 23 ciltlik (23000 sayfa) Kütüb-ü Sitte ve Şerhleri, 8 ciltlik (4300 sayfa) Mu'cemu'l-Müfehres lil Hadis, 10 ciltlik (6500 sayfa) el-Mebsut gibi İslâm ilimleri­nin temeli olan tefsir, hadis, fıkıh ilmine dair eserlerin Arapça metinle­ri; 5 ciltlik (3785 sayfa) Şakaik-i Nu'maniye ve Zeyilleri, Kâmus-i Türkî (1590 sayfa), Lügat-x Naci (976 sayfa), Redhause Sözlüğü (2239 sayfa) gibi eserlerin Osmanlıca asıllarının tıpkı basımlarım; Prof.Dr. Abdur-rahman Cezîrî başkanlığında seçkin Mısır ulemasından oluşan bir ko­misyonun hazırladığı 8 ciltlik (3720 sayfa) "Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı", Asr-ı Saadet'ten günümüze kadar yaşamış bütün müfessirlerin görüşlerini ihtiva eden ve dilimizde yazılmış tefsirlerin en büyüğü olan 16 ciltlik (10000 sayfa) "Hadislerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri İbn Kesîr" ile klasik ve çağdaş düşünürlerimizin 40'm üzerinde gerek telif gerekse ter­cüme Türkçe eseri de bulunmaktadır.
Şimdi de siz değerli okuyucularımıza büyük İslâm âlimi müfessir, muhaddis ve müverrih (tarihçi) unvanları ile tanınan İbn Kesîr'in "el-Bidâye ve'n-Nihâye" isimli tarihini, "Büyük İslâm Tarihi" adıyla sun­manın mutluluğunu yaşıyoruz.
Tarihçi İbn Kesîr, "Büyük İslâm Tarihi" adıyla sunduğumuz bu ese­rinde, olayları tarih sırasına göre (kronolojik olarak) işlemekte, sırası ile kainatın yaratılışından başlayarak Hz. Muhammed'e kadar bilinen bü­tün peygamberlerin hayat hikayeleri, Asr-ı Saadet ve Hulefa-i Raşidin dönemleri ile Emeviler, Abbasiler, Endülüs Emevileri, Fatimîler, Eyyûbîler, Memlûkler ve Selçuklular gibi İslâm devletlerinin siyasi, kültürel ve ekonomik hayatlarını akıcı bir üslûpla bize aktarmaktadır.
Tarih ilmine yeni bir metod getirerek olayları anlatırken okuyucu­nun tarihi hadiseleri doğru değerlendirmesini temin etmek için doğru-jugundan emin olmadığı rivayetleri de kitabına almakla birlikte onların bir kısmının garip, israiliyyat ve kabul edilemez rivayetler olduklarını belirtmektedir. Böylece okuyucunun tarihi olayları yanlış değerlendirip yanlış ders çıkarmasına ve yanlış yorumlara gitmesine mani olmakta­dır.
İbn Kesîr'in "el-Bidâye ve'n-Nihâye" isimli eseri, bu vasıflarından dolayı tarih sahasında çok önemli bir eser olup günümüzden yaklaşık 700 yıl önce kaleme alınmasına rağmen bu gün hâlâ en önemli tarih kay­nağı sayılmakta, İslâm dünyasında en çok okunan tarih eseri olma özel­liğini hâlâ muhafaza etmektedir. Biz böyle bir eserin Türkçesini okuyu­cumuza sunmakla çok büyük bir hizmeti ifâ ettiğimiz inancını taşımak­tayız.
14 normal, 1 şahıs ve yer isimleri indexsi cildinden oluşan, toplam 15 ciltlik bu kıymetli eserin dizgisi, tertibi, baskısı ve cildinin hazırlan­ması sırasında hiçbir masraftan çekinmedik. Türkiye'de yapılabilece­ğin en iyisini yapmaya çalıştık.
Burada eseri Türkçeye kazandıran sayın-Mehmet KESKİN-beye, kıymetli vakitlerini esirgemeyerek eseri redakte eden M.Ü. İlahiyat Fa­kültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ziya KAZICI beye, tashih ve tertip sıra­sında bize yardıma olan Mehmet IRMAK beye, eserin tercüme ve yayım esnasında her türlü fedakarlığı göstenen Çağrı Yayınları çalışanlarına teşekkürü bir borç bilir, bunun gibi yeni kaynak eserleri insanlığın hiz­metine sunmayı bize nasip etmesini Cenâb-ı Allah'tan niyaz ederiz.
Şaban KURT[1]

İbn Kesir Ve Tarihî


İslâm dünyasının yetiştirdiği büyük âlimlerden biri olan îmadu'd-Din Ebu'1-Fida İsmail b. Ömer b. Kesîr, döneminin muhaddis, müfessir ve tarihçisi olarak bilinir.
Konusu, sadece geçmiş olayların bir kümesi olmayan tarihin gerçek konusu insandır. Gayesi de bu insanı Allah'ın rızası doğrultusunda ye­tiştirmektir. Bu sebepledir ki tarihin ilk belirtilerini bizzat Kur'ân-ı Kerîm'de görüyoruz. Zira Kur'ân, insan hayatının sadece manevî yönü­nü değil, bütün sosyal hayatının temel çizgilerini taşır ki bunlar tarihle çok yakından ilgilidir. Bu bakımdan Kur'ân'da, tarihin başlangıcı olan yaradılışın düşünülmesi emre dilmektedir. Onun bir ibret kaynağı oldu­ğu, bunu görmek için de gezip dolaşmak (seyahat) gerektiği açıklan­maktadır. (eî-Ankebût, 20; er-Rûm, 42) Gerçekten bugünü anlamak ve geleceğe hazırlanabilmek için tarihin verilerini değerlendirip ondan ibret almak gerekir. Şayet tarih toplum için ibret vesilesi olmuyorsa kuru bir bilgi­den ibaret kalır.
Bilindiği gibi Hz. Peygamberin gerek hayatı, gerek şahsiyeti ve gerekse onun zamanındaki İslâm toplumunun hareket ve davranışları, Müslümanlar için her yönü ile iyi bir örnektir. Bunun içindir ki o döne­min safha safha ve güzel bir şekilde Öğrenilmesi gerekir. İşte burada, hicri sekizinci asırda (701-774) Şam bölgesinde doğan ve yine orada vefat eden İbn Kesîr karşımıza çıkmaktadır. Tefsirinde de geniş ölçüde tarihî bilgilere yer veren müellifimiz, tarihin insan hayatındaki önemi­ni bildiğinden bu sahadaki engin selâhiyetini "el-Bidâye ve'n-Nihâye" adlı eseri ile isbat etmiştir. Böylece o, sağlam kaynaklardan istifade ile gerek Hz. Peygamber, gerekse daha sonraki dönemleri birer ibret levha­sı olarak gözlerimizin önüne sermektedir.
Her Müslümanm örnek alması ve hayatını ona göre yönlendirmesi icap eden o Muhammedi hayatın bütün safhalarını, aynı zamanda büyük bir muhaddis olan İbn Kesîr'in, elinizde bulunan bu eserinden öğ­renmek mümkündür.
Rivayet metoduna bağlı olmakla birlikte dirayet ve tenkid hususu­nu da ihmal etmeyen İbn Kesîr, kronolojik bir eser meydana getirmekle islâm tarihinin her yılını kendi zaman ve şartları içinde değerlendirip okuyucuya takdim etmiştir. Böylece o, bu engin tarihin geçirmiş olduğu tekâmül ve gelişme çağlarını gözler önüne sermiştir.
İslâm kültür dünyasında Zehebî, Îbnu'1-Verd, Safedî ve İbn Şakır gibi tarihçilerin bulunduğu bir dönemde yetişen İbn Kesîr, rivayetçi özelliğini korumakla birlikte zaman zaman "Bu, garip bir hadistir", "Bu, zayıf bir rivayettir", "Bu, tamamen uydurmadır" gibi ifadelerle görüşü­nü ortaya koyduğu gibi bazen de "Ben derim ki" şeklindeki ifadelerle ta­mamen kendi mütalaasını beyan eder. Böylece o, bazı rivayetleri terikid süzgecinden geçirir.
Tarihini, tefsirinden sonra yazdığı için zaman zaman, "Bu konuda tefsirimizde şöyle söyledik" demek suretiyle tefsirine atıflarda bulunur. Keza o, Kur'ân ve sünnetten aldığı ilhamla bazı tavsiye ve Öğütlerde de bulunur. Böylece o, tarihin fazilet ve reziletlerini teşhir ederek, gelecek nesillerin ahlâkını düzeltmeye hizmet etmesi gerektiğine kail olanlara da iştirak etmiş görünmektedir.
İslâm dünyasında ve özellikle ülkemizde tefsiri ile tanınan İbn Kesîr'in tarih kaynakları, metodu ve tarihçiliği üzerinde şimdiye kadar ciddî bir araştırmanın henüz yapılmadığı anlaşılmaktadır.[2]
İslâm dünyasının en ünlü ve ülkemizde çok ilgi gören İbn Kesîrin tefsirinden sonra şimdi de ünlü "el-Bidâye ve'n-Nihâye" isimli eseri "Büyük İslâm Tarihi" çevirisi adıyla değerli okuyuculara sunulmakta­dır. Ülkemizde tarihçi yanı pek iyi tanınmayan bu büyük âlimin, bu değerli eserinin bilim ve kültür tarihimize büyük katkılar sağlayacağı muhakkaktır.
Prof.Dr.Ziya Kazıcı[3]

Îbn Kesır'in Hayatı


Ebu'1-Fida İsmail İmadu'd-Din îbn Ömer îbn Kesîr İbn Davud îbn Kesîr el-Dımaşkî el-Kureyşî, Şam yakınlarındaki Busrâ'ya bağlı Micdel veya Mecdel köyünde Hicrî 701 (Milâdî 1301) yılı civarında dünyaya gel­di. el-Bidâye ve'n-Nihâye isimli eserinde belirttiğine göre, babası hicrî 703 senesinde vefat ettiği zaman kendisi üç veya dört yaşlarında imiş. Babasını çok az hatırlayan müellifimiz, ailesi ile birlikte yedi yaşlarında köyden kalkıp Şam'a yerleşmiş, İsmail İbn Kesîr'in yetişmesinde ağabe­yi Abdülvehhab'm etkisi büyük olmuş. İlk dinî bilgileri aile yuvasında almış olan îbn Kesîr, daha sonra Burhâneddin el-Fezârî, Kemaleddin İbn Kâdî Şihne, Kasım îbn Asakir, İshak İbn Amidî, Muhammed İbn Zinâd, İbn er-Rabî ve îbn Teymiyye gibi devrinin ünlü bilginlerinden nlah, tefsir, hadis öğrenmişti. Genç yaşta eserler telif etmeye başlayan îbn Kesîr, "Tekzîb el-Kemal" adlı eserin müellifi el-Mizzî'nin derslerine devam etmiş ve onun kızıyla evlenerek bu büyük bilgine damad olmuş­tur. Bilahare Karâfî, Debbûsî, Uranı ve Hutenî gibi bilginlerden icazet almıştır. Uzun yıllar Şam'ın ünlü medreselerinde dersler vermiş daha sonra Hecibiye Medresesi müderrisliğine tayin edilmiştir. Subkî'nin vefatından sonra da meşhur Eşrefîyye Dâr'ül-Hadîsi hocalığına geçmiş­tir. Yetiştirdiği sayısız öğrenciler arasında; İbn Hacer gibi büyük hadis bilginleri, Şihâbüddin îbn Hiccî, Hafız Ebu'l-Mehâsin el-Hüseynî gibi o devrin meşhur âlimleri de bulunmaktadır.[4]
Ömrünün sonlarına doğru gözlerini kaybetmiş olan İbn Kesîr, Hicrî 774 (Miladî 1373) senesi şaban ayının 26. perşembe günü 74 yaşında iken Şam'da vefat etmiştir. [5]

Îbn Kesîr'in Eserleri


ibn Kesîr, yalnızca bir tarihçi değil,aynı zamanda büyük bir fıkıh ve hadîs bilginidir. Bu bakımdan îslâm düşüncesinin tarih, fikıh, hadîs ve tabakât konularında çok değerli ve orjinal eserler telif etmiştir. Başlıca eserleri şunlardır:
1- el-Bidâye ve'n-Nihâye fi't-Tarih: Genel tarih niteliğinde olan bu eser, kâinatın yaratılışından başlayarak müellifin hayatının son günle­rine kadar geçen olayları anlatır.
2- el-Bâis'ül-Hasîs Şerh İhtisar Ulûm'il-Hadis: Bu eser, İbn Salâhın Ulûm'ül-Hadîs isimli eserinin özetidir.
3- et-Tekmîl fı'Ma'rifeti's-Sikât ve'd-Duafâ ve'1-Mecâhîl: Hadisteki güvenilir, zayıf ve bilinmeyen ravîleıie ilgili önemli bir eserdir.
4- el-Hedyü ve's-Sünen fi. Ahadisi'l-Mesânîd ve's-Sünen: Câmiü'l-Mesânîd diye de bilinen bu eser, Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'i, Bezzâr, Ebu Ya'lâ ve İbn Ebu Şeybe'nin eserleriyle Kütüb-i Sitte'yi bir­leştirerek bölümlere göre tanzim eder.
5- Ehâdîsu't-Tevhîd ve'r-Redd Alâ'ş-Şirk: Tevhîd ve şirk konusun­daki hadisleri inceler.
6- el-İctihâd fi Talebi Fadaîlil-Cihâd: Cihadla ilgili konuları araştı­rır.
7- Tabakâtu'ş-Şâfiîye: Şafiî fakihlerin hayatından bahseder.
8- Edillet'üt-Tenbîh fi Fıkhi'ş-Şâfîîyye: Şafiî fıkhına dair konuları ele alır.
9- Menâkıbu İmâm eş-Şâfiî: İmam Şafiî'nin menakibinden bahse­der.
10- el-Ahkâm alâ Ebvâbi't-Tenbih: Fıkhın ahkâmından bahseden bu eserini tamamlayamamıştır. Sadece hacc bahsine kadar olan kısmı incelemiştir. Tefsîrinde bu eserine pek çok atıflar yapmaktadır.
11- Müsnedu'ş-Şeyhayn: Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in Müsnedle-rini ele alır.
12- Muhtasar Îbnu'l-Hâcibın: İbn Hâcib'in bir eserinin muhtasarı­dır.
13- Şerhu'l-Buhârî: Tamamlanamamış olan bu eser, İmam Bu-harî'nin Sahîh'inin şerhidir.
14- Fedâilu'l-Kur'ân: Kur'ân'ın faziletlerine dair olan bu eser, tef­sirinin sonunda yer almakta olup, Kur'ân'm faziletlerini anlatmakta­dır.
15- Tefsîr'ül-Kur'ân-Azim: Rivayet tefsirlerinin en muteberlerin­den birisidir. İbn Kesîr, gerçek anlamda bir rivayet tefsiri olan bu eseri­ne, zaman zaman dirayet tefsirlerinden alıntılar yapmış ve bazen kendi görüşlerini de eklemiştir.
Bu eserlerin pek çoğu basılmıştır. Ancak henüz tab edilmemiş risa­leleri de bulunmaktadır. [6]

Müellifin Önsözü


Evvel ve âhir, bâtın ve zahir, her şeyi bilen, kendisinden önce hiçbir şeyin bulunmadığı ilk, kendisinden sonra hiç bir şeyin olmayacağı son, kendisinden üst hiçbir şeyin bulunmayacağı zahir, kendisinden geride hiçbir şeyin bulunmayacağı bâtın, devamlı surette kemâl sıfatlarıyla muttasıf olarak mevcudiyeti süren ezeli ve kadîm; aralıksız, inkitasız, zevalsiz bir surette sonsuza dek baki ve sermedi olarak varlığı devam edecek; siyah karıncanın zifiri karanlık gecede sessiz kaya üzerindeki yürüyüşünü bilmekte, kumların sayısını bilmekte, yüce, ulu ve her şeyi yaratıp bir ölçü ile takdir edici, gökleri sütunsuz olarak yükseltmiş, semaları çiçek gibi parlak yıldızlarla süslemiş, semalarda yıldızları kandil kılmış, Ay'ı parlak ışıklar saçıcı yapmış, bunların üstünde de gö­ğü kubbe gibi yuvarlak, geniş ve yüksek bir şekilde yaratmış, sütunları yüce Arş-ı A'la'yı yaratmış olan Allah'a hamdolsun.
O Arş-ı A'la ki, kıymetli melekler onu taşırlar. Kerrübiyûn melekle­ri onu kuşatırlar. Allah'ın salat-ü selâmı onların üstüne olsun. O melek­lerin, takdis ve tazim sesleri yükselir. Aynı şekilde göklerin her tarafı, meleklerle dopdoludur. Onlardan her gün 70.000 melek, dördüncü kat­taki Beytü'l-Ma'mur'a gelip orayı ziyaret ederler. Gittikten sonra oraya dönmek için tekrar sıra kendilerine gelmez. Onların, en son olarak için­de bulundukları hâl, tehlil, tahmid, tekbir, salat ve teslimdir.
Cenâb-ı Allah, yeryüzünü mahlukat için suların dalgaları üzerine koymuştur. Gökleri yaratmadan önce yeryüzüne, sabit dağlar yerleştir­miştir. Orayı bereketli kılmış, arayanlar için yeryüzünde gıdaların nor­mal olarak dört gün (dört mevsim) içinde yetiştirilmesi kânununu koy­muştur. Oraya, her çiftten iki şeyi yerleştirmiştir. Bunu da akıllılar için bir delil kılmıştır. Yazlarında ve loşlarında kulların ihtiyaç duydukları ner şeyi, her hayvanı yeryüzünde onlara ihsan etmiştir.
insanoğlu, kendisinden söz edilmeyen, hiçbir şey değilken onu ya­ratmaya çamurdan başlamış, sonra onun neslinin devamını sağlam bir yerde (rahimde), değersiz bir su ile (döl suyu ile) devam ettirmiş, onu gö­ren ve işiten bir varlık haline getirmiştir. O varlığı, eğitim ve öğretimle şer ellendirmiş tir. İnsanlığın babası Adem (a.s.)'i kendi mübarek eliyle yaratmış, onun bedenine şekil vermiş, bedenine kendi ruhundan üfle-miş, melekleri ona secde ettirmiş, eşi ve insanlığın annesi Havva'yı onun vücudundan yaratmış, ona eş kılmış, ikisini Cennet'te barındır­mış, üzerlerine nimetlerini yağdırmış, sonra kendi bilgeliğinin ezeldeki bir gereği olarak yaratıp yei-yüzüne yaymış, onları kendi yüce kudreti ile hükümdarlar, halk tabakası, zengin, yoksul, köle, efendi, cariye, ha­nım şeklinde çeşitli kısımlara ayırmış ve yeryüzünün enine boyuna her tarafma yerleştirmiş, onları birbirinin ardısıra gelen halefler yapmış; bunu kıyamet gününe, hesap zamanına ve ilim-bilgelik sahibi olan yüce zatının huzuruna çıkanncaya kadar da devam ettirecektir- Kullarına çeşitli memleketleri, ihtiyaca göre irili ufaklı şehir ve kasabalara bölen nehirleri emre amade kılmış, onlar için kuyular ve pınarlar fışkırtmış, bulutlar vasıtasıyla üzerlerine yağmurlar yağdırmış, böylece onlara çe­şitli ekin ve ürünleri bitirmiştir. Lisan-ı hal ve sözleri ile diledikleri her şeyi onlara bahsetmiştir: «Allah'ın nimetini sayacak olsanız bitiremez­siniz. Doğrusu insan pek zalim ve çok nankördür.» (ibrahîm, 34.)
Allah, kerem sahibi, ulu, yüce ve yumuşak huylu olup noksanlıklar­dan münezzehtir. Kendilerini yaratıp rızıklandırdıktan, yollarını ko­laylaştırdıktan ve onlara lisan bahşettikten sonra kullarına ihsan ettiği nimetlerinin en büyüğü, peygamberlerini göndermiş ve kitaplarını in­dirmiş olmasıdır. Bu kitaplar, onlara ilahî helal ve haramları, haber ve hükümleri açıklarlar. Dünya ve ahiretle ilgili her türlü detayı, kıyamete kadar onlara beyan ederler.
Mutlu kimse, haberleri tasdik ve teslimiyetle, emirlere boyun eğ­mekle, yasakları da Rabbini tazim etmekle kabul eden ve ebedi nimeti elde eden kimsedir. Zakkum ve kaynamış su yedirilip içirilen, elem veri­ci azaba maruz bırakılan Cehennem de, yal ani ayıcıların makamında bulunmaktan uzak duran kimsedir.
Yüce zatına, kadim saltanatına ve mübarek zatına yaraşırcasma Allah'a, göklerle yeri dolduran mübarek, hoş ve çok hamd-ü senalarda bulunurum. Bu hamd-ü senalar, sonsuza dek, kıyamet gününe kadar devam edecektir. Her anda ve her saatte bu hamdimi devam ettirece­ğim, Kendisinden başka ilah bulunmayan, ortağı olmayan, çocuğu ve atası bulunmayan, eşsiz, benzersiz, vezirsiz, müşavirsiz, zevcesiz, denksiz olan Allah'ın varlığına ve birliğine şahadet ederim.
Muhammed'in de O'nun kulu, elçisi, sevgilisi ve dostu olduğuna şahadet ederim. Muhammed, Arab-ı Aribe'nin hülasasından seçilmiş olup peygamberlerin son halkasını teşkil etmektedir. İnsanın, kana ka­na su içebileceği büyük Kevser havuzunun ve kıyamet gününde en büyük şefaat makamının sahibidir. Allah 'm Makam-ı Mahmud'a göndere­ceği livau'1-hamd sancağının taşıyıcısı dır. Muhammed (s.a.v.), İbrahim (a s.) de dahil olmak üzere bütün peygamberler ve mürsellerin imrene­ceği bir makama sahip olacaktır. Ona, salat-ü selâmların en yükseği, en şereflisi, en temizi, en yücesi olsun. Allah, onun parlak yüzlü, âlicenâb, lider ve kutub şahsiyetler olan, peygamberlerden sonra âlemin hülasası olan ashabının tamamından razı olsun. Bu ilahi rıza da; karanlığın ışığa karıştığı (gece ile gündüzün devam ettiği), ezanlar okunduğu ve gündüz aydınlığının gecenin zifiri karanlığını sildiği sürece devam etsin.
İmdi bu kitapta, Allah'ın yardımı ve başarısı ile mahlukatm yaratı­lışının başlangıcından; Arş'm, Kürsü'nün, semâvatm, yerlerin, bunlar içinde mevcud olan şeylerin, bunların arasındaki meleklerle cin ve şey­tanların yaratılışından, Adem peygamberin yaratılış keyfiyetinden, peygamberlerin kıssalarından, peygamberliğin Efendimiz Muhammed (s.a.v.)'e ulaşmasına kadar ki İsrailoğullan zamanında ve cahiliye gün-leıinde cereyan eden hadiselerden bahsedeceğim. Hz. Peygamberin si-retini de, susamış gönüllere su serpecek ve hasta gönüllerdeki marazı giderecek şekilde anlatmaya çalışacağım.
Bundan sonra da zamanımıza kadar devam eden hadiselerden, fit­nelerden, savaşlardan, kıyamet alametlerinden, ölüm sonrası diriliş­ten, mezarlardan çıkıştan, kıyametin korkunç hallerinden, kıyamet gü­nünün evsafından, o günde meydana gelecek korkunç hadiselerden, Ce-hennem'in evsafından, Cennetlerin niteliklerinden, oralardaki güzel şeylerden ve diğer hususlardan bahsedeceğim.
Bu konularla ilgili kitab, sünnet, eser ve âlimler nezdinde menkul bulunan haberlerden nakiller yapacağım. O âlimler ki, peygamberlerin mirasçılarıdırlar. Muhammed Mustafa (s.a.v.)'nın nübüvvet kandilin­den nur ve ışık almışlardır. Nübüvvet kandilini getiren Muhammed Mustafa'ya salat-ü selâmların en faziletlisi olsun.
Biz, israîliyat haberlerinden, ancak Allah'ın kitabına ve Rasûlü'nün sünnetine muhalif olmayıp, şeriat sahibi tarafından nakli­ne izin verilenleri nakledeceğiz ki, bunlar da ne yalanlanan ne de doğru­lanan israiliyat haberleridir. Bunlar da bizce muhtasar olan hususlar, ayrıntılı bir şekilde açıklanmaktadır. Ya da belirsiz hususlar, belirgin­lik kazanacaktır. Gerçi bunları belirlemede de fazla bir fayda yoktur, ancak biz ihtiyaç duyduğumuzdan veya delil saydığımızdan değil de ko­kuyu süslemek bakımından bu haberlere başvuracağız. Aslında daya­nılacak yer, Allah'ın kitabı ile Rasûlullah'm sünnetidir. Sünnetten de nakli sahih veya hasen olanları nakledeceğiz. Zayıf olanlara da dikkat Çekeceğiz. Yardımına başvurulacak ve kendisine dayanılacak olan yegâne zat, yüce Allah'tır. Güç ve kuvvet sahibi ancak yüce Allah'tır. O yücedir, güçlüdür, hikmet sahibidir, uludur.
Yüce Allah, kitabında şöyle buyurmuştur:
«Ey Muhammedi Geçmiş olayları sana böyle anlatırız. Katımızdan sana da bir kitab gönderdik.» (Ta-hâ, 99.) Cenâb-ı Allah,peygamberine geç­mişteki mahrukatın haberlerini, mazide kalan ümmetlerin durumlan-m,dostlarma ne yaptığını, düşmanlarının başına da neler getirdiğini anlatmıştır. Rasûlullah (s.a.v.) da bütün bunları, kendi ümmetine sadra şifa-verecek şekilde açıklamıştır. Her bölümde, Rasûlullah (s.a.v.)'dan o bölümle ilgili olarak gelen hadisleri, konuyla ilgili ayetleri zikrettikten sonra nakledeceğiz. Ancak bunlardan da ihtiyaç duyduklarımızı nakle­decek, öğrenilmesine lüzum olmayan şeyleri terkedeceğiz. İşi, kısa tuta­cak ve bizce muvafık olan şeylerdeki gerçeği vuzuha kavuşturacağız. İnkar ile karşılanan ve bize muhalif olan şeyleri de beyan edeceğiz.
Şimdi Buharî'nin sahih adlı eserinde Amr b. As'tan yaptığı, şu riva­yete gelelim: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
«Bir ayet de olsa onu benden nakledin. îsrailoğullarmdan da haber­ler nakledin. Bunda bir sakınca yoktur. Benden hadis nakledin ancak bana yalan isnad etmeyin. Her kim kasıtlı olarak bana yalan isnad eder­se, ateşteki yerini hazırlasın.»
Bu hadiste naklinde salanca görülmeyen israiliyat haberleri; doğ­rulanmasına ya da yalanlanmasına bizim nezdimizde herhangi bir se­bep bulunmayan israiliyat haberleridir ki, ibret almak maksadıyla bun­ların rivayeti caizdir. Kitabımızda kullandığımız israiliyat haberleri de bu türdendir. Şeriatımızın doğruluğuna şahitlik ettiği israiliyat haber­lerine gelince, bizdeki deliller ve haberler, bunları kullanmamıza ihti­yaç bırakmamaktadır. Şeriatımızın, bâtıllığma şahidlik ettiği israiliyat haberlerine gelince bunlar, zaten reddedilmiştir. Hikaye edilmeleri caiz değildir. Ancak inkar ve iptal maksadıyla nakledilebilirler. Hamdü senaya layık ve noksanlıklardan münezzeh bulunan yüce Allah, bizi Muhammed (s.a.v.) sayesinde diğer şeriatlere muhtaç olmaktan ve Kur'ân-ı Kerim sayesinde de diğer kitaplara muhtaç olmaktan kurtar­dığına göre İsrailoğullarımn yalan, yanlış, uyduruk, muharref, değişti­rilmiş ve tağyir edilmiş haberlerine göz atacak ve bunları kullanacak değiliz. Kaldı ki israiliyat haberlerinin tamamı, neshedihniş ve değişti­rilmiştir. Kendisine ihtiyaç duyulan haberleri Peygamberimiz bize açıklamış, şerh etmiş, izah etmiştir. Bunu bilen bilmiş, bilmeyen bilme-miştir. Nitekim Ebu Talip oğlu Ali de şöyle.demiştir:
"Allah'ın kitabı... onda sizden öncekilerin haberi, sizden sonrakile­rin de haberi, aranızdaki ihtilafların kesin çözümü vardır. O bir hüküm­dür. Şaka götürür yam yoktur. Allah, bir zorbadan korkarak onu terke-den kimseyi helak eder. O'ndan başka şeyde hidayeti arayan kimseyi de Allah sapıklığa sürükler."
Ebu Zer (r.a.) de şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.v.) vefat ettiğinde,
uçan kuş hakkında dahi bize bilgi vermiştir."
"Kitabu Bed'il-Halk" adlı bölümde Buharı, Tarık b. Şihab'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hattab oğlu Ömer'in şöyle dediğini işittim: Rasûlullah (s.a.v.) bir ara yanımızda iken kalktı ve bize yaratılışın baş­langıcından bahsetti. Her şeyi anlattı. Öyle ki cennetlikler yerlerine, ce­hennemlikler de yerlerine girdiler. Ezberleyen ezberledi, unutan da unuttu.                         
İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Zeyd el-Ensârî'nin şöyle dediğini riva­yet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.) bize sabah namazını kıldırdı, sonra minbere çıktı, bize hutbe irad etti, konuşmasını öğle vaktine kadar devam ettir­di. Minberden indi, öğle namazını kıldırdı. Sonra yine minbere çıktı, ikindiye kadar konuşmasını sürdürdü. Minberden indi. İkindi namazı­nı kıldırdı, sonra yine minbere çıktı, Güneş batmcaya kadar konuşması­nı sürdürdü. Olmuş ve olacak şeyleri bize anlattı, bize Öğretti ve hafıza­mıza yerleştirdi.» [7]

Fasıl


Yüce Allah, kutsal kitabında şöyle buyurmuştur: «Allah, her şeyin yaratanıdır. O her şeye vekildir.» (ez-Zümer, 62.) Kendisinden başka her şey, Allah'ın yaratığıdır. O, onların Rabbi-dir, onların işlerini yürütendir. O şeyler de, daha önce yok iken sonradan yaratıldılar. Ortada yokken meydana geldiler. Göklerden toprağa ka­dar bütün yaratıkların üzerinde örtü gibi duran Arş in, onun altında bu­lunan canlı cansız herşeyrn yaratıcısı Allah'tır. O şeyler de O'nun yara­tıkları, mülkü ve kullarıdırlar. O'nun güç, satvet, tasarruf ve iradesinin altındadırlar.
«Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a hükmeden yere gi­reni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilen O'dur. Nere­de olursanız olun O, sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.» (el-Hadîd, 4.)
Zaten hiç bir Müslümanm da bu hususta şüphesi bulunmadığı gibi bütün âlimler, Cenâb-ı Allah'ın göklerle yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri altı günde yaratmış olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Nite­kim Kur'ân-ı Kerîm'de buna açıkça delâlet etmektedir. Ancak âlimler, Kur'ân-ı Kerîm'in bu ayetinde sözü edilen günlerin, yaşadığımız günler gibi mi yoksa bizim saydığımız zamana göre her biri 1000 senelik bir za­man mı olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Tefsirimizde de açıkladı­ğımız gibi bu hususta, iki görüş ileri sürmüşlerdir. "Yine âlimler, gökler­le yerin yaratılmasından önce yaratılmış olan başka bir şeyin olup olma­dığı hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Kelamcılardan bir grup, göklerden ve yerlerden önce hiç bir şeyin mevcut olmadığını ve göklerle yerin salt yokluktan yaratıldıklarını iddia etmişlerdir. Diğerleri ise, göklerle yerin yaratılmasından önce başka yaratıkların mevcut olduğunu ifade ederek görüşlerini teyit etmek için şu ayet-i kerimeyi ileri sürmüşlerdir:
«Arşı su üzerinde iken, hanginin daha güzel iş işleyeceğini ortaya koymak için gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur.» (Hûd, 7.)
İleriki sayfalarda da nakledileceği gibi Ümran b. Husayn'm rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir:
«Allah vardır. O ndan önce hiç bir şey yoktu. Arş'ı da su üzerinde idi. Zikirde her şeyi yazdı, sonra da gökleri ve yeri yarattı.»
İmam Ahmed b. Hanbei, Veki b. Huds'un şöyle dediğini rivayet et­miştir: Amcam Ebu Rezin Lakit b. Amir el-Ukaylî, Rasûlullah (s.a.v.)'a şöyle bir soru sordu:
Ya Rasûlallah, göklerle yer yaratılmadan önce Rabbimiz neredey­di?                                                       
Rasûlullah buyurdu ki:
- Altında hava, üstünde hava bulunan bir bulutta idi. Sonra Arş'mı su üzerinde yarattı.
Alimler, Cenâb-ı Allah'ın önce neyi yarattığı hususunda ihtilaf et­mişlerdir. Bazıları önce kalemi, sonra diğer eşyayı yarattığını söylemiş­lerdir. İbn Cerir ile İbn Cevzî ve diğerleri bu görüşü benimsemişlerdir. İbn Cerir'e göre kalemi yarattıktan sonra ince bulut tabakalarını yarat­mıştır. Bu görüşte olanlar, İmam Ahmed b. Hanbel ile Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ubade b. Samit'ten naklettikleri şu hadisi delil olarak ileri sürmüşlerdir: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
«Allah'ın yarattığı ilk şey kalemdir. Sonra kaleme dedi İd: «Yaz», iş­te o anda, kıyamet gününe kadar olacak şeyler kalemle yazıldı.» Hafız Ebu Ala el-Hemedânî'nin naklettiğine göre cumhur-u ulema şu görüşte­dir: «Arş'ı A'la, kalemden önce yaratılmıştır. İbn Cerir'in Dahhak tariki ile İbn Abbas'tan naklettiği rivayet budur. Nitekim Sahih adlı eserinde Müslim'in rivayet ettiği hadis de bu görüşü teyid etmektedir. Müslim, Abdullah b. Amr b. As'tan rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyur­muştur:
«Allah, göklerle yeri yaratmadan 50.000 sene önce yaratıkların ka­derini yazdı. Arş'ı da su üzerinde idi.» Bu hadis de kaderin yazılmasının, Arş'm yaratılmasından sonra olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla ka­derleri yazan kalemin yaratılmasından önce de Arş'in yaratılmış olduğu sabit olmaktadır ki cumhur-u ulema da bu görüştedir. Öyleyse hadisteki "kalemin ilk yaratık olduğu" şeklindeki ifadeyi, "kalemin bu âlemdeki ilk yaratık olduğu" tarzında anlamak gerekir. Buharî'niıı İmran b. Hu-sayn'dan naklettiği şu rivayet de bu görüşü teyid etmektedir: Yemenli­ler, Rasûlullah (s.a.v.)'a dediler ki:
Sana, dinimizi öğrenmek ve şu yaratılışın evvelini sormak için gel­dik.
Rasûlullah (s.a.v.) da onlara şöyle cevap verdi:
«Allah vardı, ondan önce hiç birşey yoktu.»
Başka bir rivayete göre ise, "O'nunla beraber birşey yoktu." denil­miştir. "O'ndan başka bir şey yoktu", şeklinde de bir rivayet vardır. Hz. Peygamber, yukarıdaki hadisin devamında da şöyle demiştir: «O zaman Allah'ın Arş'ı su üzerinde idi. Zikirde de her şeyi yazdı. Sonra gökleri ve yeri yarattı.»
Yemenliler, göklerle yerin yaratılışının başlangıcını Rasûlullah (s.a.v.)'a sordular, bu yüzden ona: «Bu işin evvelini sana sormaya gel­dik.» dediler. Rasûlullah da sadece sorularını cevapladı, Arşın yaratılı­şım onlara anlatmadı. İbn Cerir'in ifadesine göre ise başkaları şöyle de­mişlerdir:
«Aksine Cenâb-ı Allah, Arş'tan önce suyu yarattı.»
Süddî, Rasûlullah in ashabından bazılarının şöyle dediklerini riva­yet etmiştir:
"Allah'ın Arş'ı su üzerinde idi. Suyu yaratmadan önce başka bir şeyi yaratmış değildir."
İbn Cerir, Muhammed b. îshak'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Aziz ve Celil olan Allah'ın ilk yarattığı şey, aydınlık ve karanlıktır, son­ra bunları birbirinden ayırdı. Karanlığı, zifiri karanlık bir gece haline getirdi, aydınlığı da gözle görülen ışıklı bir gündüz haline getirdi."
İbn Cerir, bazılarının şöyle dediklerini nakletmiştir: «Rabbimizin kalemden sonra yarattığı şey Kürsü'dür. Kürsüyü yarattıktan sonra da Arşı yaratmıştır. Ondan sonra hava ve karanlığı, daha sonra da suyu yaratmış, Arşını da su üzerine koymuştur.» Doğruyu, noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah daha iyi bilir. [8]

Fasıl


Arş ve Kürsü'nün yaratılmasına dair nakillerdir.
Yüce Allah buyurdu ki: «Arş sahibi, varlıkların en yücesi olan Al­lah.» (el-Gâfir.15.)
«Gerçek hükümdar olan Allah yücedir. O'ndan başka tanrı yoktur. O, yüce Arşın Rabbidir.» (ei-Mü'minûn, ııe.)
«O'ndan başka tanrı yoktur O, ulu Arş'm sahibidir.» (el-Mu'minûn, 86.)
«Yüce Arşın sahibi, çok seven, bağışlayan O'dur.» (el-Bürûc, 14-15.)
«Rahman, Arş'a hükmetmektedir.» (Tâ-hâ, 5.)
«Sonra Arş'a hükmetti.» (er-Râ'd, 2.)
«Arş'ı yüklenen ve çevresinde bulunanlar, Rablerini överek teşbih ederler, O'na inanırlar. Mü'minler için; «Rabbimiz! İlmin ve rahmetin her şeyi içine almıştır. Tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla, onları Cehennem'in azabından koru.» diye bağışlanma dilerler.» (el-Gâfîr, 7.) «O gün Rabbinin Arşını onlardan başka sekiz tanesi yüklenir.» (el-Hâkka, 17.)
«Melekleri, Arşın etrafını çevirmiş oldukları halde, Rablerini hamd ile överken görürsün. Artık insanların aralarında adaletle hükm olun­muştur: «Övgü, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.» denir.» (ez-Zumer, 75.)
Sıkıntıdan kurtulup genişliğe kavuşmak için sahih hadiste şöyle bir dua varid olmuştur:
«Kendisinden başka ilâh bulunmayan ulu ve hilim sahibi Allah'tır, kendisinden başka ilâh bulunmayan Arş in Rabbi olan Allah'tır. Kendi­sinden başka ilâh bulunmayan göklerle yerin sahibi Allah'tır. O, ulu Arş in Rabbidir.»
İmam Ahmed b. Hanbel, Abbas b. Abdülmuttalib'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Bathâ'da Rasûlullah (s.a.v.)'la beraber oturmaktaydık. Üzerimiz­den bir bulut geçti. Rasûlullah (s.a.v.) bize dedi ki:
- Şunun ne olduğunu biliyor musunuz?
- Buluttur.
- Beyaz buluttur.
- Beyaz buluttur.
- Evet buluttur.
Biz sustuk. Sonra Rasûlullah (s.a.v.) bize şöyle bir soru sordu:
- Gök ile yer arasındaki mesafenin ne kadar olduğunu biliyor mu­sunuz?
- Allah ve Rasûlü daha iyi bilirler.
- İkisi arasındaki mesafe 500 senelik yoldur. Her sema tabakası arasındaki mesafe de 500 senelik yoldur. Her sema tabakasının kendi içindeki mesafesi de 500 senelik yoldur. Yedinci kat göğün üzerinde bir deniz vardır. Bu denizin altı ile üstü arasındaki mesafe, gök ile yer ara­sındaki mesafe kadardır. Onun da üstünde sekiz keçi vardır ki bunların sırtları ile tırnakları arasındaki mesafe, gök ile yer arasındaki mesafe kadardır. Onların da sırtlarının üzerinde Arş-ı A'la vardır. Arş'm üstü ile altı arasındaki mesafe, gök ile yer arasındaki mesafe kadardır. Allah ta onun üzerindedir. Ademoğullarmm işledikleri amellerden hiç biri, O'na gizli kalmaz.»
Ahmed b. Hanbel, Cübeyr b. Mut'im'in şöyle dediğini rivayet etmiş­tir: Bedevinin biri, Rasûlullah (s.a.v.)'a gelip şöyle dedi:
- Ya Rasûlallah, canlar bitkin düştü, çoluk çocuk aç kaldı, mallar tü­kendi, davarlar helak oldu. Allah'tan bize yağmur yağdırmasını dile. Al­lah'a karşı senin şefaatim diliyoruz ve sana karşı da Allah'tan şefaat di­liyoruz.
- Yazıklar olsun sana. Sen ne söylediğini biliyor musun? Rasûlullah (s.a.v.) böyle dedikten sonra teşbih getirmeye başladı.
Bir süre teşbih getirmeye devam etti. Ashabının yüzünden, bu duruma rahatsız olduklarını anladı. Sonra o adama şöyle dedi:
- Yazıklar olsun sana, yaratıklarından herhangi birine karşı Al­lah'ın şefaati istenilmez. Allah'ın şanı, bundan yücedir. Yazıklar olsun sana, sen Allah'ın Arş'mm semalar üstünde şu şekilde olduğunu biliyor musun?» Böyle derken Rasûlullah (s.a.v.) parmaklarım kubbe şeklinde bir araya getirdi ve binenin deve üzerindeki ağırlığından Ötürü onun ıh­lamasını andıran bir ses çıkardı.
İbn Bezzar, hadisinde şöyle demiştir: «Doğrusu Allah, Arş inin üze­rindedir. Arşı da semaların üstündedir.»
"Müsned" adlı eserinde Bezzar, "Muhtarat" adlı eserinde de Hanz Ziya el-Makdisî, Hz. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
Kadının biri, Rasûlullah (s.a.v.)'a gelip: «Beni Cennet'e koyması için Allah'a dua et.» dedi. Rasûlullah (s.a.v.) da Rabbini tazim edip yücelte­rek şöyle dedi: «O'nun Kürsü'sü, göklerle yeri kuşatmıştır ve yeni seme­rin, yükü altında gıcırdaması gibi Kürsü'sünden gıcırdama sesleri gel­mektedir.»
Sahih-i Buharı'de sabit olduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle bu­yurmuştur:
«Allah'tan Cenneti dilediğinizde Firdevs Cennetini dileyin, çünkü -Firdevs, Cennet'in en yüksek ve orta kısmıdır, onun üzerinde de Rah-man'm Arşı vardır.»
Bazı rivayetlerde anlatıldığına göre Firdevs Cenneti'nde bulunan kimseler, Arşın ağırlık altında kalan bir binek gibi ses çıkardığını, yani teşbih ve tazimini işitirler, bu da onların Arş'a yakın olmaları sebebiyle­dir.
Sahih bir rivayette anlatıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle bu­yurmuştur: «Sa'd b. Muaz'm vefatı yüzünden Rahmanın Arşı titremiş­tir.»
«Arş'm Sıfatı» adlı kitabında Hafız b. Muhammed b. Osman b. Ebi Şeybe, seleften birinin şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Arş, kızıl yakut­tan yaratılmıştır. İki kutbu arasındaki mesafe, 50.000 senelik yoldur.»
«Melekler ve Cebrail miktarı 50.000 yıl olan o derecelere bir günde yükselirler.» (ei-Meâric, 4.)
Bu ayetten bahsederken Arş-ı A'la'nın, yedinci kat yere olan uzaklı­ğının 50.000 senelik yol olduğunu, genişliğinin de 50.000 senelik yolol-duğunu söylemiştik.
Kelamcılardan bazıları, Arşın yuvarlak bir yörünge halinde olup ner taraftan âlemi kuşattığını söylemişler ve bu sebeple ona dokuzuncu ielek, atlas ve esir feleği adını vermişlerdir ki bu uygun değildir. Çünkü
(Bu Bölüm Eksiktir)
Kürsü'nün genişliği kadar bir yer tutmazlardı. Bunların Kürsü'ye nis-betle genişlikleri, ancak bir çöle atılan bir halka büyüklüğündedir.»
İbn Cerir, Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiş­tir:
«Yedi kat göğün Kürsü içindeki büyüklüğü, bir kalkanın içine atılan yedi dirhem kadardır.»
Ebu Zer, Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştin «Arş'a nisbetle Kürsü'nün büyüklüğü, çöle atılan bir demir halka gibi­dir.»
Ebu İdris el-Holanî'den rivayet olunduğuna göre Ebu Zer el-Gıfarî, Rasûlullah (s.a.v.)'a Kürsü'nün durumunu sormuş, Rasûlullah (s.a.v.) da ona şu cevabı vermiştir:
«Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, Kürsü'ye nisbetle yedi kat gökle yedi kat yerin büyüklüğü, ancak çöle atılan bir halka kadardır. Doğrusu, Kürsü'ye nisbetle Arş'ın üstünlüğü, o çölün içine atılan halkaya olan üstünlüğü kadardır.»
"Tarih" adlı eserinde İbn Cerir, Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini ri­vayet etmiştir: İbn Abbas'a, «Allah'ın Arş'ı su üzerinde idi.» ayet-i keri­mesinden bahsedilerek suyun ne üzerinde olduğu sorulmuş, îbn Abbas ta şu cevabı vermiştir: «Su, rüzgarın üzerinde idi, göklerle yerleri ve bunların içinde bulunan her şeyi denizler kuşatmıştı. Bütün bunları da heykel kuşatmıştı. Heykeli de anlatıldığına göre Kürsü kuşatmıştı.»
Vehb, heykel kelimesini-şöyle açıklamıştır: "Heykel, göklerin kena­rındaki bir şeydir ki, yerleri ve denizleri çadır ipi gibi kuşatmıştır."
Astronomi ilmi ile ilgilenen bazılarınm iddiasına göre Kürsü, seki­zinci felektir ki, ona sabit yıldızların feleki adını verirler. Bunların bu iddiası, pek dikkate alınacak bir şey değildir. Çünkü Kürsü'nün, yedi kat gökten daha büyük olduğu sabittir. Önceki sayfalarda geçen hadis­lerde de anlatıldığına göre Kürsü'nün göklerle yere nisbetle büyüklüğü, bir çölün içine atılan bir demir halkasına nisbetle olan büyüklüğü ka­dardır. Bu da bir felekin başka bir feleke nisbet edilmesi değildir. Eğer bu iddiayı öne sürenlerin sözleri, «Biz bunu itiraf ediyoruz ama bununla beraber yine de Kürsü'ye felek adını veriyoruz.» ise, biz de ona cevaben şöyle deriz:
«Kürsü, lügata göre felekten ibaret bir şey değildir. Aksine o, bir çok selef ulemasının da ifade ettiği gibi Arş'ın önündeki bir merdiven gibi­dir. Böyle bir şey de felek olamaz. Sabit yıldızların, bu felek içinde mu­rassa bir şekilde bulunduğuna dair iddiaları da delilsiz bir iddiadır. Kal­dı ki onlar, bu iddialarını ileri sürerlerken de kendi aralarında ihtilafa düşmüşlerdir. Bu husus, onların kitaplarında da görülmektedir. 
Doğru­sunu Allah bilir. [9]

Levh-Î Mahfuz


Hafız Ebu'l-Kasım et-Taberanî, îbn Abbas'tan rivayet etti ki, Pey­gamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Doğrusu, Cenâb-ı Allah Levh-i Mahfûz'u beyaz inciden yarattı. Levh-i Mahfuzun sayfaları kırmızı yakuttandır, kalemi nurdur, yazısı nurdur, onda her bir gün, 360 lahzadır. O, yaratır, rızık verir, öldürür, diriltir, yüceltir, alçaltır, dilediğini yapar.»
İshak b. Bişr, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir.
«Levh-i Mahfûz'un baş kısmında şu yazı vardır: Allah'tan başka ilâh yoktur. O birdir, dini İslâm'dır. Muhammed onun kulu ve elçisidir. Allah'a iman edip, vaadini doğrulayan, peygamberlerine tabi olan kim­seyi Allah, Cennet'ine koyar.»
«Levh-i Mahfuz, beyaz inciden bir levhadır. Uzunluğu göklerle yer arasındaki uzunluk kadardır. Genişliği de doğu ile batı arasındaki ge­nişlik kadardır. Sayfaları inci ve yakuttandır. Kapakları kırmızı yakut­tandır. Kalemi nurdur. Yazısı Arş'a bağlıdır. Aslı da bir meleğin kuca-ğındadır.»
Enes b. Malik ve seleften bazıları dediler ki: «Levh-i Mahfuz, İsra­fil'in cephesindedir.»
Mukatile göre ise Levh~i Mahfuz, Arş'ın sağındadır. [10]

Göklerle Yerin Ve Bu İkisî Arasındaki Şeylerin Yaratılışlarına Daîr Ayet Ve Hadîsler


Yüce Allah buyurdu ki:
«Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur. Öyle iken, inkar edenler Rablerine başkalarını eşit
tutuyorlar.» (el-En'âm, 1.)
«Gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur.» (Hûd, 7.) Tefsirciler, bu altı günün mikdarı hususunda ihtilaf ederek iki gö­rüş ileri sürmüşlerdir. Cumhur-u ulemaya göre ayette sözü edilen gün­ler, bizim dünyadaki günlerimiz miktarmcadır. İbn Abbas, Mücahid, Dahhak ve Ka'bü'l-Ahbar'a göre ise ayette sözü edilen günlerden her bi­ri, bizim saymakta olduğumuz senelerden 1000 sene kadardır. Celimi-ye'ye reddiye olarak yazdığı kitabında İmam Ahmed b. Hanbel bu görü­şü benimsemiştir. İbn Cerir ile müteahhirin ulemadan bir kısmı da bu görüştedirler. Doğrusunu Allah bilir.
İbn Cerir'in, Dahhak'tan ve diğerlerinden yaptığı rivayete göre ayette sözü edilen altı günün adları şöyledir:
«Ebced, hevvez, hutti, kelemen, sa'fes ve kareşet.» İbn Cerir, ayette sözü edilen günlerin ilki hakkında üç kavil ileri sürmüştür. Rivayete göre Muhammed b. İshak, bu günlerin ilkinin han­gisi olduğu hususunda şöyle bir nakilde bulunmuştur: «Tevrat ehli der­ler ki: Cenâb-ı Allah, yaratmaya pazar gününden itibaren başlamıştır. İncil ehli ise derler ki; Cenâb-ı Allah, yaratmaya pazartesi gününden iti­baren başlamıştır. Biz Müslümanlara gelince bizler, Rasülullah (s.a.v.)'dan bize ulaşan habere dayanarak deriz ki; Cenâb-ı Allah, yarat­maya cumartesi gününden itibaren başlamıştır.»
İbn İshak'm, Müslümanlardan naklettiği bu kavle, Şafii ûkıhçıla-rından ve diğerlerinden bazıları meyi etmişlerdir. İleride de nakledece­ğimiz bir hadiste Ebu Hüreyre'nin ifadesine göre Cenâb-ı Allah, toprağı cumartesi günü yaratmıştır.
Yaratmaya pazar gününden itibaren başlandığına dair ileri sürü­len kavli İbn Cerir; Süddî, Ebu Malik, Ebu Salih, İbn Abbas, Mürre, İbn Mesud, sahabelerden bir topluluk ve Abdullah b. Selam1 dan rivayet etmistir ve kendisi de bu kavli tercih etmiştir. Bu, aynı zamanda Tevrat'ın da nassıdır. Fıkıhçılardan bir grup da bu kavle meyletmiştir. Bu kavil, pazar günü için münasip bir kavildir. Bu sebeple Cenâb-ı Allah, yarat­mayı altı günde tamamlamış ve cuma gününde yaratma işi sona ermiş­tir ki Müslümanlar da bunu kendileri için haftanın bayramı olarak ka­bul etmişlerdir. Cuma gününde Cenâb-ı Allah, bizden önceki kitab ehli­ni kendinden uzaklaştırıp sapıklıkta bırakmıştır, inşaallah bunu ileri­de açıklayacağız. Yüce Allah buyurdu İd;
«Yerde olanların hepsini, sizin için yaratan O'dur. Sonra, göğe doğ­ru yönelerek yedi gök olarak onları düzenlemiştir. O, her şeyi bilir.» {el-Bakara, 29.)
«Ey Muhammed! «Siz yeri iki günde yaratanı mı inkar ediyor ve O'na eşler koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir.» de.
Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Onu bereketli kıldı; arayanlar için yeryüzünde gıdalarını normal olarak dört gün (dört mevsim) içinde yetiştirmesi kanununu koydu. Sonra, duman halinde bulunan göğe yö­neldi, ona ve yeryüzüne «İstiyerek veya istemiyerek buyruğuma gelin.» dedi. İkisi de: «İstiyerek geldik.» dediler.
Allah, bunun üzerine, iki gün içinde yedi gök var etti ve her göğün işini kendisine bildirdi. Yakın göğü ışıklarla donattık ve bozulmaktan koruduk. İşte bu, bilen, güçlü olan Allah'ın kanunudur.» (Pussiiet, 9-12.)
Bu da, yerin gökten önce yaratıldığını ispatlıyor. Çünkü yer, göğe nispetle binanın temeli gibidir. Nitekim yüce Allah buyurdu ki:
«Sizin için yeri durak, göğü bina eden, size şekil verip de şeklinizi güzel yapan, sizi temiz şeylerle rızıklandıran Allah'tır. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!» (el-Mu'min, 64.)
«Biz yeryüzünü bir beşik, dağlan da onun için birer direk kılmadık mı?»
«Sizi çift çift yarattık. Uykunuzu dinlenme vakti kıldık. Geceyi bir Örtü yaptık. Gündüzü, geçimi sağlama vakti kıldık. Üstünüze yedi kat sağlam gök bina ettik. Parlak ışığı veren Güneş'i var ettik.» (en-Nebe', 6-13.)
«inkar edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bü­tün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmezler mi? İnanmıyorlar
mi?» (el-Enbiyâ, 30.)
Göklerle yeri birbirinden ayırdık. Nihayet rüzgarlar esti, yağmur­lar yağdı. Pınarlarla nehirler aktı ve canlılar kalkıp yürüdü.
«Göğü karışıklıktan korunmuş bir tavan kıldık. Oysa onlar, bunda­ki delillerden yüz çeviriyorlar.» (d-Enbiyâ,32.)
Göklerde yaratılan sabit yıldızlar, gezegenler, parlak yıldızlar, ay­dınlık saçıcı cisimler ve göklerle yerin yaratıcısının bilgeliğini ispatla­yan delillerden yüz çeviriyorlar. Nitekim yüce Allah buyurdu ki:
«Göklerde ve yerde nice belgeler vardır ki, yanlarından yüzlerini çevirerek geçerler. Onların çoğu, ortak koşmadan Allah'a inanmazlar.»(Yûsuf, 105-106.)
Şimdi de şu ayet-i kerimeye bakalım:
«Ey inkarcılar! Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı? Ki onu, Allah bina edip yükseltmiş ve ona şekil vermiştir. Gecesini karanlık yapmış, gündüzünü aydınlatmıştır, ardından yeri düzenlemiş­tir. Suyunu ondan çıkarmış ve otlak yer meydana getirmiştir. Dağları yerleştirmiştir. Bunları, sizin ve hayvanlarınızın geçinmesi için yap­mıştır.» (en-Nâziât, 27-33.)
Bazı kimseler, bu ayet-i kerimeye dayanarak göklerin yerlerden Ön­ce yaratıldığını iddia ederek önceki iki ayetin sarih ifadesine muhalefet etmiş ve bu ayet-i kerimenin manasını anlayamamışlardır. Zira bu ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre yerin yayılıp ondaki suların ve me­raların fiilen ortaya çıkarılması, göğün yaratılmasından sonradır. Bu, bu ayet-i kerimenin zımnında bil kuvve mukadder olan bir manadır. Ni­tekim Yüce Allah buyurdu ki:
«...Onu bereketli kıldı; arayanlar için yeryüzünde gıdalarını normal olarak dört gün (dört mevsim) içinde yetiştirmesi kanununu koydu.»(Fussilet, 9-10.)
Yani ekinlerin yerlerini, pınarların ve nehirlerin mekanlarını ha­zırladı. Süfli ve ulvi âlemin suretinin yaratılışını tamamladıktan sonra yeri de yaydı. Ondan, içinde gizli bulunan hazineleri ortaya çıkardı. Böylece pınarlar fışkırdı, nehirler aktı, ekinler ve meyveler bitti. Bu se­bepledir ki ayet-i kerimede geçen fiili, yerden su nşkırtmak, mera bitirmek ve dağları yere sabit kazıklar olarak çakmak şeklinde tef­sir edilmiştir. Bununla ilgili olarak yüce Allah buyurdu ki:
«Ardından yeri düzenlemiştir. Suyunu ondan çıkarmış ve otlak yer meydana getirmiştir.»
«Dağları yerleştirmiştir.» Yani dağları bulundukları yerlerde sabit kılıp yerleştirmiş ve kazık gibi yeryüzüne çakmıştır.
«Göğü, gücümüzle biz kurduk ve biz şüphesiz genişleticiyiz. Yeryü­zünü biz yayıp döşedik. Ne güzel döşeyiciyiz! İbret alasınız diye her şeyi çift çift yaratmışız dır.» (ez-Zâriyât, 47-49.)
Ayet-i kerimede geçen "genişleticiyiz" sözü ile göklerin genişletil-dikleri kastedilmektedir. Zira yükselen her şey genişler. Bir alt tabaka­nın üstünde bulunan bir gök tabakası, altmdakine nisbetle daha geniş olur. Bu sebepledir ki Kürsü, göklerden daha yüksek ve dolayısı ile hep­sinden daha geniştir. Arş ta bu saydıklarımızın tamamından daha ulu­dur. Yeryüzünü biz yayıp döşedik. Onu sarsılmayan sakin bir kara par­çası haline getirdik, sizi sarsmaz. Bu sebeple Cenâb-ı Allah: «Biz ne gü­zel döşeyiciyiz!» demiştir. Bu ayet-i kerimede yerlerden, göklerden son­ra bahsedilmiştir. Bu demek değildir ki yerler, göklerden sonra yaratılmıştır. .Buradaki sıralama, lügata bağlı bir haber verme sıralamasıdır. Doğrusunu Allah bilir.
Buharı, İmran b. Husayn'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Peygamber (s.a.v.)'in yanma gittim,devemi kapıya bağladım. Yanma Beni Temim kabilesinden bir kaç kişi geldi. Peygamber (s.a.v.) onlara: «Ey Temim oğulları, müjdeyi kabul edin.» dedi. Onlar da: «Yeter artık bize müjde verdiğin. Sen bize mal ver.» dediler. Bu sözlerini iki kez tekrarladılar. Sonra Rasülullah (s.a.v.)'m yanma Yemenlilerden bazı kimseler geldi. Peygamber (s.a.v.) onlara: «Ey Yemenliler! Müjdeyi ka­bul edin. Temim oğulları kabul etmediyse de siz kabul edin.» dedi. Onlar da şöyle dediler: «Kabul ettik ya Rasûlallah! Sana şu yaratma işinin ev­veliyatını sormaya geldik.» Peygamber (s.a.v.) onlara konuyu şöyle an­latmaya başladı: .
«Allah vardı. O'ndan başka hiçbir şey yoktu. O'nun Arş'ı su üzerinde idi. Zikirde her şeyi yazdı. Gökleri ve yeri yarattı...» O esnada biri, «Ey Husayn oğlu, deven kaybolup gitti.»dedi. Ben de koşup dışarı çıktım. Baktım ki devem gitmiş, ardı sıra serap görünüyor. Keşke deveyi bırak-saydım da yerimden kalkmış olmasaydım.»
İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet et­miştir:
«Rasülullah (s.a.v.) elimi tutup bana şöyle dedi:
«Allah, cumartesi günü toprağı yarattı. Pazar günü dağları yarattı, pazartesi günü ağaçları yarattı, sah günü mekruhu yarattı, çarşamba günü nuru yarattı, perşembe günü canlıları yeryüzüne yaydı, cuma gü­nü ikindiden sonra Adem'i yarattı. Adem, cuma gününün son saatinde ikindi ile gece arasında yaratılan son yaratık oldu.»
Bu hadisin metninde şiddetli bir gariplik vardır. Mesela, bu hadiste göklerin yaratılmasından bahsedilmemektedir. Yerlerin ve yerlerdeki mevcudatın yedi günde yaratıldığı söylenmektedir. Bu da Kur'ân'm ifa­desine ters düşmektedir. Çünkü Kur'ân'da anlatıldığına göre yer, dört günde yaratılmış, sonra iki günde gökler dumandan yaratılmıştır. Du­mandan maksat ta suyun buharıdır. O buhar, büyük su kütlesinin dal­galanması neticesinde büyük İlâhi kudretin eseri olarak yerden yüksel­mişti.
«Yerde olanların hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra göğe doğru yönelerek yedi gök olarak onları düzenlemiştir.»
Yukarıdaki ayet-i kerime ile ilgili olarak büyük Süddî İsmail b. Ab-dirrahman, İbn Mesud ile başka bir kaç sahabeden rivayet ettiki, Rasü­lullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Allah'ın Arş'ı su üzerinde idi. Suyu yaratmadan önce başka birşeyi yaratmış değildi. Yaratıkları yaratmak istediği zaman sudan bir duman çıkardı. Bu duman su üzerinde yükseldi ve bu dumana sema adını verdi.Bundan sonra o suyu kurutup tek bir yer kütlesi haline getirdi. Sonra bu kütleyi yardı ve iki günde (pazartesi ve salı gününde) yedi kat yeri yarat­tı. Yeri balık üzerinde yarattı ki o balığın adı "Nün" dur. Yüce Allah o ba­lıktan şöyle söz eder:
«Nün, kalem ve onunla yazılanlara and olsun.» Balık sudadır. Su ise, kaygan ve düz bir taş üzerindedir. O taş ta meleğin sırtı üstündedir. Melek, bir kaya üzerindedir. Kaya ise' rüzgarın üzerindedir. Bu kaya, Lokmanın sözünü ettiği kayadır. Gökte ve yerde değildir. Balık hareket etti, sarsıldı, yer de sarsıldı. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, dağları yerin üzerine yerleştirdi ve yer sakinleşti. Cenâb-ı Allah, sah günü dağları ve içindeki faydaları yarattı. Çarşamba günü ağaçları, suyu, şehirleri, ma­mur ve harap yerleri yarattı, göğü yer kütlesinden ayırdı. Daha önce ye­re bitişikti. Gökleri perşembe ve cuma günlerinde yedi kat olarak düzen­ledi. Cuma gününe cuma günü denmesinin sebebi, o günde göklerle ye­rin cem edilmesidir. Ve yine Cenâb-ı Allah, her semaya kendi görevini il­ham etti. Her semadaki yaratıkları, melekleri, denizleri, sayısız dağları ve kendisinden başka kimsenin bilmediği yaratıkları yarattı. Sonra se­mayı yıldızlarla süsledi. Yıldızları, bir süs yaptı ve şeytanlardan yıldız­lar vasıtası ile gökleri korudu. Dilediği şeyleri yarattıktan ve yaratma işini tamamladıktan sonra Arş'a yöneldi.»
Süddî'nin anlattığı bu şeylerin senetlerinde gariplikler vardır ve bunların çoğu da israiliyattan alınmadır. Ka'bü'l-Ahbar, Hz. Ömer'in zamanında Müslüman olduğunda gelip Hz. Ömer'in huzurunda ehl-i ki­tabın ilminden bahseder, onlara bildikleri bazı şeyleri anlatır. Hz. Ömer de onun gönlünü İslâm'a ısındırmak amacı ile dinlerdi. Anlattığı şeyle­rin şeriata uyanlarını beğeni ile dinlerdi. Bu sebepledir ki insanların çoğu, Ka'bü'l-Ahbar'm naklettiği şeyleri nakletmeye cevaz vermişler­dir. Ayrıca İsrailoğullarından bazı şeylerin nakline izin verilmiştir. An­cak Ka'bü'l-Ahbar'm rivayetlerinde büyük yanlışlıklar ve çok hatalar da vardır.
Buharı, "Sahih" adlı eserinde Muaviye'nin Ka'bü'l-Ahbar hakkında şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Bununla birlikte biz, onun yalan söyle­mekle mübtela olduğunu biliyoruz.» Yani nakillerinde yalan söylediğini biliyoruz. Çünkü o bunu kasıtlı olarak söylemiştir. Doğrusunu Allah bi­lir.
Biz, büyük mütekaddimin imamların israiliyattan naklettiği şeyle­ri naklederiz. Sonra bunlarla ilgili olarak doğrulayıcı veya yalanlayıcı hadisleri araştırırız. Geri kalan israiliyat haberlerinden doğru veya yanlış olabileceklere gelince, bunlar hususunda Cenâb-ı Allah'ın yardı­mını dileriz. Güvencimiz ve dayanağımız Allah'tır.
Buharı, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Cenâb-ı Allah, mahrukatı yaratma işinde Arş'm yanında bulunan kitabına şöyle yazdı: «Doğrusu benim rahmetim, gazabıma galip oldu.» [11]

Yedi Kat Yerin Yaratılması Île İlgili Ayet Ve Hadisler


Yüce Allah buyurdu ki:
«Yedi göğü ve yerden de bir o kadarım yaratan Allah'tır, Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve Allah'ın ilminin her şeyi kuşattığını bilmeniz için Allah'ın buyruğu bunlar arasında iner durur.» (ct-Talâk, 12.)
Buharı, Ebu Seleme b. Abdurrahman'dan şöyle bir rivayette bulun­muştur: Ebu Seleme ile birkaç kişi arasında bir arazi ihtilafı vardı. Bun­lar birbirleriyle çekiştiler. Ebu Seleme, Hz. Aişe'nin yanma gidip duru­mu anlattı. Hz. Aişe de ona şöyle dedi:
Ey Ebu Seleme! Araziden uzaklaş. Zira Rasûlullah (s.a.v.) şöyle bu­yurmuştur:
«Bir kimse, bir karış kadar yeri zulmen alırsa, bu zulmü yedi kat yerden onu kuşatır.»
Buharî, Salim'in babasından rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v.) şöy­le buyurmuştur:
«Bir kimse, hakla olmaksızın biraz yer alırsa, o kimse kıyamet gü­nünde yedi kat yere batar.»
Buharî, Ebu Bekir'den rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle bu­yurmuştur:
«Zaman, Allah'ın göklerle yeri yarattığı günkü gibi kendi asli heyeti ile dönmüştür, sene oniki aydır.»
Allah, bilir ya bu hadis ile şu ayet-i kerime kastedilmiştir:
«Yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratan Allah'tır.»
Yani yerden de yedi kat gök sayısınca yedi kat yaratmıştır. Allah'ın ilk kitabında ayların sayısı nasıl oniki ise zamanımızda da bu aynıdır. Gökler de nasıl ki yedi kat ise, yerler de yedi kattır.
Buharî, Said b. Amr b. Nüfeyl'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Hakkını alıp Mervan'a verdiğimi iddia eden Erva benimle tartıştı. Ben de kendisine şöyle karşılık verdim:
- Ben mi senin hakkım alıp Mervan'a vermişim? Ben, Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğuna şahid oldum: «Bir kimse haksız yere bir karış yer alırsa bu, kıyamet gününde yedi kat yerden onu kuşatır.»
İmam Ahmed b. Hanbel, İbn Mesud'un şöyle dediğini rivayet etmiş­tir:
Dedim ki:
«Ya Rasûlallah, hangi zulüm daha büyüktür?» Rasûlullah buyurdu ki: «Kişinin, kendi kardeşinin hakkından aldığı bir zira'lık yerdir. Aldığı.....(Bu Bölüm Eksiktir)

- Evet, demir vardır.
- Ya Rab, yaratıkların arasında demirden daha kuvvetli birşey var mıdır?
- Evet, ateş vardır.
- Ya Rab, yaratıkların arasında ateşten daha kuvvetli birşey var mıdır?
- Evet, rüzgar vardır.
- Ya Rab, yaratıkların arasında rüzgardan daha kuvvetli birşey var mıdır?
- Evet, ademoğlu vardır. O, sağ eliyle sadaka verir ve o sadakayı sol elinden gizler.»
Jeoloji bilginleri, doğusundan batısına kadar yeryüzünün her tara­fındaki dağları sayıp anlatmışlar, bunların uzunluk, genişlik ve yük­sekliklerini kaydetmişler, bu konuda teferruatlı açıklamalar yapmış­lardır. Yüce Allah, dağlarla ilgili olarak şöyle buyurmuşlardır:
«Dağlarda da beyaz, kırmızı, siyah ve türlü renkte yollar var etmi­şizdir.» (el-Fâtır, 27.)
Cenâb-ı Allah, kutsal kitabında isim vererek Cudi dağından söz et­miştir. Bu, îbn Ömer'in ceziresinin doğusunda ve Dicle'nin yan tarafın­da bulunan Musul'a yakın bir dağdır. Kuzeyden güneye uzunluğu, üç günlük yoldur, yüksekliği de yarım günlük yoldur. Üzerinde palamut ağaçları bulunduğundan yeşil bir renge bürünmüştür. Yanında Semânîn adlı bir köy vardır. Semânın, seksen demektir. Nuh peygam­berle birlikte boğulmaktan kurtulan gemideki seksen kişi orada yaşa­dıklarından, oraya bu ad verilmiştir. Tefsircilerin bir çoğu böyle demiş­lerdir. Doğrusunu Allah bilir. [12]

Denizler Ve Nehirler


Yüce Allah buyurdu ki:
«Taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinmeniz ve Allah'ın bol ni­metinden faydalanmanız için denize -ki gemilerin onu yara yara gittiği­ni görürsün- boyun eğdiren de O'dur. Artık belki şükredersiniz, yeryü­zünde s arsılmayasınız diye sabit dağlar, nehirler ve belki yolunuzu bu­lursunuz diye yollar ve işaretler meydana getirmiştir. Onlar, yıldızlarla da yollarını bulurlar.
Hiç yaratan, yaratamayana benzer mi? İbret almaz mısınız?
Allah'ın verdiği nimetleri sayacak olsanız bitiremezsiniz. Doğrusu Allah bağışlar,merhamet eder.» (cn-Nahl,14-18.)
«İki deniz bir değildir. Birinin suyu tatlı ve kolay içimlidir; diğeri tuzlu ve acıdır. Herbirinden taze balık eti yersiniz. Takındığınız süsleri çıkarırsınız. Allah'ın lütfuyla rızık aramanız için gemilerin onu yararak gittiğini görürsün. Belki artık şükredersiniz.» (el-Fâtır, 12.)
«Birinin suyu tatlı ve kolay içimli, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip aralarına da, karışmalarına engel olan bir sınır koyan Allah'tır.» (el-Furkân, 53.)
«Acı ve tatlı sulu iki denizi birbirine kavuşmamak üzere salıvermiş­tir. Aralarında bir engel vardır. Birbirinin sınırını aşamazlar.» (er-Rahman, 19-20.)
Cenâb-ı Allah, acı ve tatlı sulu denizleri kulların yararına olsunlar diye ülkelerin sınırları arasından geçirmiştir. İbn Cüreyc ile bir çok imam böyle demişlerdir.
Yüce Allah buyurdu ki:
«Denizde yüce dağlar gibi gemilerin yürümesi, O'nun varlığının de­lillerinden dir. O, dilerse rüzgarı durdurur. Yelkenle giden gemiler o za­man denizin yüzünde durakalır. Bunlarda, sabırlı olan ve çok şükreden kimseler için deliller vardır. Yahut yaptıklarına karşılık onları ortadan kaldırır, bir çoğunu da bağışlar.» (eş-Şûrâ, 32-34.)
«Gemilerin denizde Allah'ın lütfuyla yürüdüğünü görmez misin? Allah böylece size varlığının delillerini gösterir. Bunlarda, pek sabırlı ve çok şükreden kimselerin hepsine dersler vardır.
Dağlar gibi dalgalar insanları kuşattığı zaman, dini tamamen Al­lah'a has kılarak O'na yalvarırlar. Onları karaya çıkararak kurtardı­ğında içlerinden bir kısmı doğru yolda kalır. Zaten ayetlerimizi bilerek ancak hain nankörler inkar eder.» (Lokman, 31-32.)
«Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardın­ca gelmesinde, insanların yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı oraya yaymasında, rüzgarları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır.»(el-Bakara, 164.)
Cenâb-ı Allah, kulları için yaratmış olduğu nehirler ve denizlerden bahsederek onlara olan nimetlerini hatırlatıyor. Yeryüzünün her tara-nnı kuşatan okyanuslar ve kıyılarında biten otlar, tuzlu ve acıdır. Bun­da da havanın sağlıklı olması için büyük bir hikmet vardır. Eğer bu su­lar tatlı olsaydı, içindeki canlıların ölmesi sebebiyle her taraf kokuşur ve hava bozulurdu. Bu da insanlığın yok olmasına yol açardı. Ama son­suz hikmet, bu maslahat sebebi ile deniz sularının ve bazı nehirlerin su­larının tuzlu olmasını gerekli kılmıştır. Bu yüzdendir ki denizin hükmü kendisine sorulduğunda Rasûlullah (s.a.v.) şu cevabı vermiştir: «Onun suyu temizleyicidir, ölüsü de helaldir.»
Nehirlere gelince, bunların suyu tatlı ve isteyenler için de içimi ko­laydır. Cenâb-ı Allah, bunları akar halde yaratmıştır. Bir yerden çıka­rır, başka bir yere sevkeder. Kulları için rızık olarak yaratmıştır bu ne­hirleri. Bunların kimi büyük, kimi küçüktür. İhtiyaç ve maslahata göre irili ufaklıdırlar. Heyet (astronomi) âlimleri ile tefsirciler, denizlerin ve büyük nehirlerle bunların kaynaklarım, çıkış yerlerini, nerelere kadar uzandıklarını, yüce yaratıcının kudretine delalet eden hikmetli sözlerle anlatmışlardır. Cenâb-ı Allah'ın bunları ihtiyarı ve bilgeliği ile yarat­mış olduğunu söylemişlerdir.
Bu ayet-i kerimenin manası ile ilgili olarak iki görüş ileri sürülmüş­tür. Bu görüşlerden birine göre ayet-i kerimede sözü edilen denizden ka­sıt, koçlarla ilgili hadiste geçen ve Arş-ı Alanın altındaki denizdir ki, bu da yedi kat göğün üzerindedir. Altı ile üstü arasındaki mesafe (derinlik), iki gök tabakası arasındaki derinlik kadardır. Haşirden önce bu deniz­den yeryüzüne yağmur yağacak, bu yağmur suları ile mezarlardaki ce­setler diriltileceklerdir. Rebf b. Enes bu görüşü benimsemiştir.
Diğer görüşe göre yukarıdaki ayet-i kerimede geçen deniz kelimesi, bir cins ismidir ki, yeryüzünde bulunan bütün denizleri kapsamına alır. Cumhur-u ulema bu görüşü benimsemiştir. Alimler, yukarıdaki ayet-i kerimede geçen "mescur" kelimesinin ne anlama geldiği hususunda ih­tilaf etmişlerdir. Kimi, bu kelimenin dolu anlamına geldiğini ifade et­miş, kimi ise, bu kelimenin kıyamet gününde alevlenen bir ateş anlamı­na geldiğini ve haşr meydanındaki herkesi kuşatacağını söylemişlerdir. Nitekim tefsirimizde Ali İbn Abbas, Said b. Cübeyr, İbn Cahit ve diğerle­rinden böyle bir nakilde bulunmuşuzdur. "Mescur" kelimesinin, koru­nan ve muhafaza altına alman deniz anlamına geldiğini söyleyenler de olmuştur ki, korunma altına alman bu deniz, yeryüzüne akıp insanları ve diğer canlıları boğmasın. Valib, İbn Abbas'm-böyle dediğini rivayet etmiştir ki, bu aynı zamanda Süddî ile diğerlerinin de görüşüdür. Bunu İmam Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği şu hadiste teyid etmektedir: Sa­hilde bekçilik yapan bir adam bize dedi ki: Ömer b. Hattabın azatlısı Ebu Salih'le karşılaştım. Bize, Hz. Ömer'den şöyle bir rivayette bulun­du: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: «Her gece mutlaka deniz üç kez açığa çıkmak ve suyunu etrafa saçmak için Allah'tan izin ister, ancak Allah onu men eder.»
Bu da, Cenâb-ı Allah'ın bir nimetidir. Kullarına olan lütfudur. Onları, denizin suları altında boğulmaktan koruyor. Denizi, onların em­rine boyun eğdiriyor.Uzak ülkelere ulaşımlarım sağlamak, gidip ora­larda ticaret yapmalarına imkan vermek için gemilerini deniz üzerinde yürütüyor. Yeryüzünde yarattığı dağlar ile göklerde yarattığı yıldızlar, deniz üzerinde yönlerini ve yollarını bulmalarına imkan bahşediyor. Bu işaretler sayesinde deniz yolculuklarında yönlerini tesbit edip kaybol­maktan kurtuluyorlar. Ayrıca denizlerde onlar için inciler, kıymetli ve nefis cevherler bahşediyor. Bunlar, denizden başka bir yerde bulunmaz­lar. Ayrıca denizlerde, onlar için garip canlılar yaratmış, etlerim hatta bu hayvanların ölülerini de onlara helal kılmıştır. Nitekim Yüce Allah buyurdu ki: «Deniz avı ve onu yemek size helal kılınmıştır.» (ei-Mâide, 96.)
Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur: «Denizin suyu temizleyi­ci, Ölüsü de helaldir.»
«Bize iki ölü ve iki kan helal kılındı: Balık, çekirge, ciğer ve dalak.»
Hafız Ebu Bekir el-Bezzar, Ebu Hüreyre'nin Peygamber Efendi-miz'den naklen şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Cenâb-ı Allah, şu batı denizi ve şu doğu denizi ile konuştu. Batı de­nizine dedi ki: «Ben kullarımdan bazı kulları sana yükleyeceğim. Sen onlara nasıl davranacaksın?» Batı denizi, «Onları boğarım.» deyince Cenâb-ı Allah ona şöyle dedi: «Kuvvetin, kıyılarında olsun.» Ve o denizi zinet eşyalarından-ve avdan mahrum bıraktı. Doğu denizine de dedi ki: «Ben kullarımdan bazılarını sana yükleyeceğim. Onlara nasıl davrana­caksın?» Doğu denizi de, «Onları üzerimde taşırım, onlara ananın çocu­ğuna davrandığı gibi davranırım.» dedi. Cenâb-ı Allah da ona ziynet eş­yalarını ve avı verdi. Sonra da «Bunu kimseye bildirme.» dedi.»
Enlemlerden, boylamlardan, denizlerden, nehirlerden, dağlardan, ovalardan, yerdeki şehirlerden, harabelerden, mamurelerden, yedi ik­limden, çeşitli madenlerden ve ticaretlerden'bahseden tefsir âlimleri dediler ki: Yeryüzü, su ile kaplandı, ancak dörtte biri olan doksan dere­celik kısım, susuz bırakıldı. Bu da İlâhî lütfün gereği idi. Buna göre su­lar yerin dörtte birinden çekildi ki, üzerinde canlılar yaşayabilsin; ekin­ler ve ürünler bitsin. Nitekim Yüce Allah buyurdu ki:
«Allah, yeri canlı yaratıklar için meydana getirmiştir. Orada mey­veler, salkımlı hurma ağaçları, kabuklu taneler, güzel kokulu otlar var­dır. Ey insanlar ve cinler, öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?» (er-Rahmân, 10-13.)
Dediler ki: Yeryüzünün çöllerinden olan şu mamur kısım, yeryüzü­nün üçte ikisine, ya da bundan biraz fazlasına yakındır ki bu, doksan beş derecelik kısımdır,.Batı Okyanusu, Mağrib ülkelerini sınırları içine alır ki, orada daimi adalar vardır. Bunlarla Mağrip ülkelerinin kıyıları ara­sında on derecelik mesafe vardır ki, bu takriben bir aylık mesafedir. Çok dalgalı olduğundan bu denizde yolculuk yapmaya imkan yoktur. Ayrıca çok fırtınalar ve dalgalar vardır. Buralarda avlanma ve bir şeyler çıkar­ma imkanı yoktur. Ticaret veya başka bir amaçla buralardan sefer yapı­lamaz. Güneş tarafından başlayan bir yol,, Komor dağlarına kadar uza­nır. Bu Komor dağları, Mısır'daki Nil nehrinin kaynağıdır. Bu, ekvator çizgisini aşar, sonra doğuya uzanır ve yerin güneyine varır. Orada Zabic adaları vardır. Kıyılarında çok harabeler vardır. Sonra bu çizgi, kuzey doğu itibariyle uzanarak Çin ve Hint denizine varır. Bundan sonra do­ğuya giden çizgi, yerin açık olan doğu tarafına varır ki orada Çin beldele­ri vardır. Çin'in doğusundan kuzey taraflarına gidilerek Çin beldeleri geride bırakılır ve Ye'cûc ve Me'cûc şeddinin hizasına varılır. Buradan da bir burgaç ile dönülüp durumu belirsiz araziler, daire içine alınır. Bu­radan da batıya uzanılarak yerin kuzeyine varılır ve Rus beldelerinin hizasına gelinir. Burası da aşılıp güneybatıya varıldığında yeryüzü bir daire içine alınır ve batı tarafına dönülür. Batıdan yerin sırtı üzerinden bir yol çıkar ki bunun sonu batıdaki Şam beldelerinin sınırlarına uzanır. Sonra Rum beldelerine varılır ki Kostantiniye ve diğer beldelere ulaşı­lır.
Doğu Okyanusundan başka denizler çıkar ki, bunlarda da bir çok adalar vardır. Öyle ki Hint denizinde 1700 ada vardır. Bu adalarda şe­hirler ve mamureler vardır. Ayrıca âtıl durum daki başka adalar da var­dır. Buraya yeşil deniz de denir. Bunun doğusunda Çin denizi, batısında Yemen denizi, kuzeyinde Hint denizi, güneyinde de belirsiz yerler var­dır.
Anlatıldığına göre Hint ve Çin denizleri arasında ayına dağlar var­dır. Bu dağlarda geçit veren bazı yollar vardır. Nitekim Yüce Allah bu­yurdu ki:
«Yeryüzüne, insanlar sarsılmasın diye sabit dağlar yerleştirdik. Rahat gidebilsinler diye aralarında geniş yollar var ettik.» (ei-Enbiyâ, 3i.)
Me'mun zamanında Arapça'ya çevrilen "el-Macesti" adlı eserinde Hint hükümdarlarından Batlaymus'uıı anlattığına göre batı, doğu, ku­zey, güney okyanuslarından bir çok denizler fışkırmıştır. Bunların hep­si aym kökenlidir. Ancak kıyılarındaki beldelere göre isim alırlar. Bun­lardan biri Kalzum denizidir. Kalzum, Eyle'ye yalan bir kasaba olup de­nizin kıyısmdadır. Faris, Hazar, Vernek, Rum, Bantaş, Ezrak denizleri de vardır. Ezrak, deniz kıyısındaki bir şehirin adıdır. Buradaki denize, Kırım denizi de denir. Dar bir boğazdan geçerek Kostantiniye yanında güneye doğru Rum denizine dökülür. Bu, Kostantiniye boğazıdır. Bu yüzdendir ki Kırım'dan Rum denizine gidilirken çabuk gidilir. Ama İs­kenderiye'den Kırım'a gelindiğinde karşıda su cereyanı olduğundan dolayı geç gelinir. Bu da dünyadaki acayipliklerdendir. Bütün akarsu­lar tatlıdır, ancak buradaki su durgun olduğundan tuzludur. Yalmz Ha­zar denizinin suyu tatlıdır. Ona Cürcan denizi de denir. Taberistan de­nizi adını alan Hazar denizinde tatlı suyu içeren büyük bir kısım vardır. Seyyahlar böyle haber vermişlerdir.
Hey'et âlimlerinin anlattıklarına göre Hazar denizi, uzunlamasına yuvarlak bir denizdir. Kal'a gibi üçgen olduğunu söyleyenler de vardır. Bitişiğinde okyanus yoktur. Müstakil bir denizdir. Uzunluğu 800, eni ise 600 mildir. Daha büyük ebatta olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu Allah bilir.
Sonra Basra yanında bir deniz vardır ki, med ve cezire büyük çapta sahne olur. Onun karşıtı Mağrib ülkesinde de vardır. Bu denizlerde ayın başından yirmidördüncü gecesine kadar sürekli kabarma (med), ay sonuna kadar da eksilme (cezir) meydana gelir. Âlimler, bu denizlerin baş­langıç ve sonuç noktalarını, yeryüzündeki nehirlerden oluşan gölcükle­ri ve diğer vadiler arasında akan ırmakları da anlatmışlardır.
Âlimler, yeryüzündeki meşhur büyük nehirleri zikredip bunların başlangıç ve sonuç noktalarını da anlatmışlardır. Biz, bunları burada uzun uzadıya anlatacak değiliz. Ancak hadislerde kendilerinden bahse­dilen nehirlerden bahsedeceğiz. Yüce Allah buyurdu ki:
«Gökleri ve yeri yaratan, yukarıdan indirdiği su ile size rızık olarak ürünler yetiştiren, emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, belli yörüngelerinde yürüyen Ay ve Güneş'i, gece ile gündüzü sizin buyruğu­nuza veren Allah'tır. Kendisinden istiyebileceğiniz her şeyi size vermiş­tir. Allah'ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz. Doğrusu insan, pek zalim ve çok nankördür.» (İbrahim, 32-34.)
Buharı ve Müslim'in sahihlerinde Malik b. Sa'saa'mn şöyle dediği rivayet edilir: Rasûlullah (s.a.v.), Sidretü'l-Münteha'dan bahsedince dedi ki: «Baktım ki Sidretü'l-Münteha'nm dibinden iki batm,iki de za­hir, dört nehir çıkmaktadır. Batın olanlar Cennet'tedirler. Zahir olanlar ise, Nil ve Fırat nehirleridir.»
Sahih-i Müslim'de, Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil nehirleri, hep Cennet nehirleridir­ler.»
Doğrusunu Allah bilir ya bu nehirler, berraklık ve tatlılıkları ile akışları bakımından Cennet nehirlerine benzemektedirler. Burada bir; teşbih sözkonusudur. Nitekim başka bir hadiste, Ebu Hüreyre'den riva­yet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Hurma, Cennet meyvesidir. Onda zehire karşı şifa vardır.»
Yani hurma, Cennet meyvelerine benzer. Çünkü o, Cennet'ten dev-şirilmiştir. Hurmanın, Cennet meyvesi olduğunu maddeten kabul et­mek mümkün değildir. Şu halde arada bir benzetme sözkonusudur. Ni­tekim başka bir hadiste de Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Sıt­ma, Cehennem ateşindendir. Onu su ile serinletin.» Demek ki hadiste sözü edilen nehirlerin kaynağı da yeryüzündedir.
Nil nehrinin dünyada tatlılık ve letafet bakımından benzeri başka bir nehir yoktur. Başlangıç ve sonuç noktaları arasındaki uzak mesafe bakımından da diğer nehirler ona ulaşamazlar. Kaynağı, Komor dağla-rmdadır. Bu dağlar yeryüzünün batısında, Ekvator çizgisinin gerisinde olup güneye yönelir. Birbirine uzak on yataktan gelip toplanır. Sonra bu on yataktan her beş yatak, bir denizde toplanır. O denizden de altı nehir çıkar, sonra bunların tümü bir gölcükte bir araya gelir. Bu gölcükten bir nehir çıkar ki buna Nil nehri denir. Nil nehri, önce Sudan beldelerine, sonra Nobe ülkesine ve bu ülkenin büyük şehri olan Demkalaya, bundan sonra da Asvan'a gelir ve oradan da Mısır diyarına ulaşır. Nü nehri, Habeş beldelerinden aldığı bol yağmurları ve toprakları da Mısır'a geti­rir. Mısır diyarı, bol yağmura da toprağa da muhtaçtır. Çünkü Mısır'a az yağmur yağar ki bu da, Mısır'daki ağaçlara ve ekinlere yetmez. Ayrıca Mısır'ın toprağı da kumdur. Ekin yetiştirmeye müsait değildir. Nil'in getirdiği bol su ve toprak sayesinde Mısır'da ekinler biter, ürünler yeşe-rir. Yüce Allah buyurdu ki: «Kuru yerlere suyu gönderip onunla hayvan­larının ve kendilerinin yedikleri ekinleri çıkardığımızı görmezler mi? Görmüyorlar mı?» (es-Sccde, 27.)
Sonra Nil nehri, Mısır'ı azıcık geride bırakır ve Şantuf kasabasının yanında iki kola ayrılır, batıya doğru gider. Reşit kasabasına uğrar ve Akdeniz'e dökülür. Doğu tarafına gelince, orada da Oocer kasabasının yanında ikiye ayrılır. Batıya doğru gider, bu kollardan biri Dimyat'a va­rır. Denize dökülür. Doğu tarafındaki ise, Eşmun kasabasına uğrar, ora­dan Dimyat in doğu tarafındaki Tenis ve Dimyat gölüne dökülür. Görü­lüyor ki, Nil'in başlangıç noktası ile sonuç noktası arasında büyük bir mesafe vardır. Bu sebeple Nil, suyu en tatlı ve leziz olan nehir durumu­na geçmektedir. İbn Sinan'a göre Nil nehrinin, yeryüzünün diğer suları­na nisbetle bir çok özellikleri vardır. Bu özellikleri şöylece sıralamak mümkündür:
a- Başlangıç noktası ile sonuç noktası arasındaki mesafe bakımından, diğer nehirlerden daha uzundur.
b- Nil nehri, kayalardan ve kumluklardan geçer ki o nehrin suların­da çamur, kiremit kırıntısı ve yosun yoktur.
c- Nil nehrinde taşlar yeşermez. Çakıllar yosun tutmaz. Bu da onun mizacının sağlam oluşundan, suyunun tatlı ve latif oluşundandır.
d- Diğer nehirlerin sularının azaldığı dönemlerde Nil nehrininki aksine artar. O nehirlerin sularının çoğaldığı zamanlarda Nil'in suları azalır.
Bazı kimselerin anlattığına göre Nil'in kaynağı yüksek bir tepede­dir ki bazı kimseler oraya gidip baktıklarında orada korkunç şeyler, gü­zel cariyeler ve garip eşyalar görmüşlerdir. Bu, tarihçilerin hurafelerin­den ve yalancıların hezeyanlarından başka bir şey değildir.
Abdullah b. Lühay'a, Kays b. Haccac'm şöyle dediğini rivayet etmiş­tir: «Amr b. As, Mısır'ı fethettiği zaman buine ayında (Acemlerin ayla­rından birinin adıdır.) Mısırlılar yanma gelip şöyle dediler:
- Ey Komutan! Şu bizim Nil nehrinin bir âdeti vardır. Bu âdetin ge­reği yerine getirilmedikçe suyu akmaz.
- Neymiş nehrinizin âdeti?
- Buine ayının birinci gecesi olduğunda biz bakire bir kızı anne ve babasının rızasını alarak giydirip kuşatır, süsler ve zinetlendirir, sonra da Nil nehrine atarız. Böylece nehir suları akmaya başlar.
- Bu, İslâm'da olmayan bir âdettir. İslâmiyyet kendisinden Önceki şeyleri yıkar.
Mısırlılar, buine ayını öylece geçirdiler. Nil nehri, az veya çok akma­dı (Başka bir rivayette anlatıldığına göre Mısırlılar, buine ve mesra ay­larını susuz geçirdiler. Nil akmıyordu. Artık kıtlığa maruz kalmaktan endişe etmeye başladılar.) Bunun üzerine Amr b. As durumu, Hz. Ömer'e bir mektubla yazdı. Hz. Ömer de ona yazdığı cevabî mektubta şöyle demişti: «Yaptığında isabetlisin. Ben sana bir pusula gönderiyo­rum. Pusulamı alınca Nil nehrine at.»
Pusula, Amr b. As'a gelince alıp açtı ve içinde şu ibarenin yazılı oldu­ğunu gördü:
«Allah'ın kulu ve Mü'minlerin Emin Ömer'den Mısır Nil'ine. İmdi eğer sen kendiliğinden akmakta isen hiç akma, eğer seni akıtan bir ve kahredici güce sahip Allah'sa, seni akıtmasını Allah'tan diliyorum.»
Amr b. As, bu pusulayı Nil nehrine attı. Cumartesi günü sabahla-. dıklarında baktılar ki Cenâb-ı Allah, bir gecede Nil nehrini onaltı zi-ra'lık miktarda akıtmıştır ve Nil'in bu âdetini, o sene Mısırlıların üze­rinden kaldırmıştır. Nil nehri günümüze kadar akmaya da devam edi­yor.
Fırat nehrine gelince, bunun kaynağı Rum diyarının kuzeyindedir. Bu kaynaktan çıkıp Malatya yakınlarına gelir, sonra Samsat'a, oradan da Birecik'e uğrar, sonra doğuya kıvrılarak Bals ve Caber kalesine, ora­dan da Rakka'ya, Rakka'dan da çöle, kuzeye doğru akar, oradan Arc'ye, sonra Beyte, sonra Kûfe'ye varır. Küfe'den Irak çölüne çıkar ve büyük vadilerde akar. İrili ufaklı bir çok nehirler ona katılır, ondan ayrılan ne­hirlerde olur.
Seyhan nehrine gelince, buna aynı zamanda Seyhun nehri de denir. Rum beldelerinden kaynaklanır. Kuzeybatıdan çıkıp güneydoğuya akar. Ceyhan nehrinin yatağının batı tarafmdadır. Su miktarı ondan azdır. Bugün Sis diye bilinen beldelerden akıp gider. İslâm devletinin ilk zamanlarında burası, Müslümanların elinde idi. Fatımüer, Mısu- di­yarına hakim olup Şam'ı ele geçirdiklerinde buraları, düşmanlara karşı korumaktan aciz kaldılar. Bu yüzden Ermeni tekfuru, Sis beldelerine sahip oldu. 300'lü senelerin başından günümüze kadar Ermeniler oraya hakimdirler. Kendi güç ve kuvveti ile oraları tekrar Müslümanların ha­kimiyetine iade etmesini Yüce Allah'tan diliyoruz.
Seyhan ve Ceyhan nehirleri, Adana'da birleşip tek nehir haline ge­lir. Sonra da Yumurtalık ve Tarsus arasında Akdeniz'e dökülürler.
Ceyhan nehrine gelince, buna Ceyhun nehri de denir. Halk tarafın­dan buna Cehan denir. Kaynağı, Rum beldelerindedir. Sis beldelerinde, kuzeyden güneye doğru yoluna devam, eder. Önem bakımından Fırat nehrine eşdeğerdir. Sonra Adana'da Seyhan nehriyle birleşerek tek ne-
hir haline gelir .Ve Yumurtalık ile Tarsus arasında Akdenize dökülür. Doğrusunu Allah bilir. [13]

Fasıl

Yüce Allah buyurdu ki:
«Gökleri, gördüğünüz gibi direksiz yükselten, sonra Arş'a hükme­den, her biri belli bir süreye kadar hareket edecek olan Güneş ve Ay'ı buyruğu altına alan, işleri yürüten, ayetleri uzun uzun açıklayan Al­lah'tır. Olaki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanırsınız.
Yeri düzleyen, orada dağlar, nehirler var eden, her türlü üründen çift yetiştiren, gündüzü gece ile bürüyen de O'dur.
Doğrusu bunlarda, düşünen kimseler için ibretler vardır.
Yeryüzünde, tamamı aynı su ile sulanan, birbirine komşu toprak parçaları, tek ve çok köklü üzüm bağları, ekinler, hurma ağaçları vardır. Fakat onları şekil ve lezzetçe birbirinden farklı kılmışızdır. Düşünen kimseler için bunda ibretler vardır.» (er-Ra'd, 2-4.)
«Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indirip onunla, bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği, güzel güzel bahçeler mey­dana getiren mi? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Hayır, Onlar tap­tıklarını Allah'a eşit tutan bir millettir.
Yoksa yeri, yaratıklarının oturmasına elverişli kılan ve aralarında ırmaklar meydana getiren, yeryüzüne sabit dağlar yerleştiren, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Hayır, ço­ğu bilemezler.» (en-Ncml, 60-61.)
«Yukarıdan size su indiren O'dur. Ondan içersiniz. Hayvanları ot­lattığınız bitkiler de onunla biter.
Allah, onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her türlü ürünü yetiştirir. Düşünen kimseler için bunda ders vardır.
Geceyi, gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı sizin istifadenize vermiştir. Yıldız­lar da O'nun buyruğuna boyun eğmiştir. Bunlarda akleden kimseler için dersler vardır.» (en-Nahi, 10-12.)
Cenâb-ı Allah bu ayet-i kerimelerde yeryüzünde yaratmış olduğu dağlardan, ağaçlardan, meyvelerden, ovalardan, sarp yerlerden ve ya­ratmış olduğu canlı cansız mahlukat sınıflarından, kurak çöllerden, ka­ra parçalarından, denizlerden bahsetmiştir ki bütün bunlar, O'nun ulu­luğuna, kudretine, bilgelik ve rahmetine delâlet etmektedirler. O, yara­tıklarına karşı şefkatli ve merhametli, onlar üzerinde muktedir bilge bir zattır. Gece gündüz, yaz kış, sabah akşam mahlukatm muhtaç olduğu rızkı onlara nasıl kolaylaştırdığını da bu ayet-i kerimelerde yüce Rabbi-miz açıklamıştır. Nitekim bir ayet-i kerimede buyuruyor ki:
«Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı, ancak Allah'a aittir.
O canlılar babaların sulbünde kararlaşmış ve anaların rahminde ka­rarlaşmakta iken de bilir. Her şey apaçık bir kitaptadır.» (Had, 6.)
Hafız Ebu Yala, Hz. Ömer (r.a.)'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Cenâb-ı Allah, bin ümmet yarattı. Bundan 600'ünü denizde, 400'ünü de karada yarattı. Bu ümmetlerden helak olacak olan ilk ümmet, çekirge ümmetidir. Bunlardan biri helak olunca, diğerleri de peş peşe helak olurlar. Tıpkı ipi kopan teşbih taneleri gibi dağılırlar.»
Bu hadisin ravilerinden biri, Übeyd b; Vakid'dir. Bu zatın rivayeti­ne itimad edilmez. Şeyhi de kendisinden daha zayıftır. Fellas ile Buharî bunun rivayet ettiği hadislerin münker olduğunu, Ebu Zür'a bundan hadis nakledilmesinin uygun olmayacağını, îbn Hibban ile Dare Kutni zayıf ravilerden olduğunu ve îbn Adiy onun rivayet ettiği bu hadisin ve diğer rivayetlerinin münker olduğunu söylemişlerdir. Doğrusunu Allah bilir.
Yüce Allah buyurdu ki: «Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlarda, sizin gibi birer toplulukturlar. Biz, Kitapta hiç birşeyi eksik bırakmadık. Onlar.sonra Rablerine toplanacaklardır.» {el-En'am, 38.) [14]


[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/IX-XI.
[2] Kahire'de bulunduğumuz 1988 yılının sonlarına doğru el-Ezher Üniversitesi'nde Abdul-Fettah Abdulaziz Abdullatif Reslan "Tarihçi olarak ibn Kesîr" diye bir doktora çalışmasına başlamıştı.
[3] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/XI-XIII.
[4] İbn Kesîr, Tefsir Mukaddimesi, 9-10; Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetül-Ârifîn, I, 215; Menn'a el-Kattân, Mebahîs fi-Ulûmi'1-Kur'an, 386, 387; Zerkânî, Menâhilu'l-lrfân fi Ulûmil-Kur'ân, I, 498; İbn Hacer, ed-Dürretul-Karnine, I, 399, 400: Suyûtî, Zeyl Ta-bakatul-Huffaz, 361, 362; Nuaymî ed-Dimaşkî, el-Darîs fi Tarihli-Medâris, I, 36, 37; ibn el-îmâd, Şezerâtu'z-Zeheb, VI, 231, 232; Zehebî, et-Tefsîr vel-Müfessirûn, I., 242, 247; Ömer Nasûhî Bilmen, Tefsir Tarihi, II, 570,571.
[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/XIII.
[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/XV-XVI.
[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/1-5.
[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/5-7.
[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/7-11.
[10] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/13.
[11] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/14-19.
[12] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/19-22.
[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/22-30.
[14] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/30-31.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...