10 Mart 2015

"PATRİKHANE ile MÜCADELEM" Bojidar Çipof



PATRİKHANE ile MÜCADELEM" PATRİKHANE ile MÜCADELEM 
BOJİDAR ÇİPOF’UN TELEVİZYON PROGRAMLARI ARŞİVİ 
Araştırmacı Yazar Bojidar Çipof yıllarında Fener Rum Patrikhanesi hakkında katıldığı televizyon programlarının özetleri bu video dizisinde 11 bölüm olarak ve programların yayınlanış tarihleri esas alınarak hazırlanmış ve bu konuda araştırma yapanlara kaynak olması umuduyla sunulmaktadır. İzlendiğinde, bölümlerde hayli süratli oluşan Rum Patrikhanesi’nin aktiviteleri ele alınırken, genel konulardaki gelişmeler hakkında özü aynı fakat sunuşu farklı tekrarlamalar da olduğu görülecektir. 
 VİDEOLARLA SESLİ ANLATIM











1953 yılında İstanbul'da doğdu. Ailesi; Ege Makedonyasından İstanbul’a göç etmiş bir ailedir. Eğitim yıllarında gitarist-şarkıcı olarak müzisyenlik yapmaya başladı. 1980 yılında müzisyenliği bıraktı. 1979 yılında Bojidar Elektronik Sanayi'ni kurdu. Başta Barış Manço olmak üzere tanınmış birçok şarkıcı Bojidar Elektronik Sanayi'nin sistemleri ile çalışmışlardır. 1993 yılından, 2007 yılına kadar Bulgar Ortodoks Kiliseleri Vakfı'nda Yönetim Kurulu Üyeliği yaptı. Fener Rum Patrikhanesi'ne karşı 1996 ve 2007 yıllarında açtığı iki dava Yargıtay İçtihadı haline geldi. Birçok haber portalında ve çeşitli dergilerde yayınlanmış makaleleri bulunmaktadır. 2010’da “Bojidar Çipof Kitapları” adlı bir yayınevi kurdu ve ilk kitabı olan “Patrikhane ile Mücadelem”i yayınladı. Çeşitli televizyonların tartışma ve haber programlarına katılmaktadır. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, İlk Kurşun Gazetesi, Bağımsız Medya.com, ve İnternet Gazete'de köşe yazarıdır. Blogger, Milliyet, Wordpress, Livejournal, Antoloji ve benzeri bloglarında; yazdığı makaleler ve tarihsel araştırmalar dışında, şiirleri ile ana teması sevgi olan yazılarını paylaşan yazar, iki kız babası ve bekârdır.

İSPANYA'DAN OSMANLIYA YAHUDİLER



İSPANYA'DAN OSMANLIYA YAHUDİLER

Yahudi tarihinin en önemli olaylarından biri olan İspanya sürgününü tüm gizli kalmış yönleri ile ele aldığımız bu bölümü okurken, göz önünde bulundurulması gereken bazı noktalar vardır. Öncelikle, Yahudilerin Ortaçağ Avrupası'nda maruz kaldıkları baskı, zulüm ve kötü muameleleri vicdan sahibi ve adalete inanan her insan gibi biz de kesinlikle kınıyoruz. Bununla birlikte, aynı dönemde Yahudi toplumu içindeki bazı çevreler, tefecilik gibi bazı uygulamaları nedeniyle Hıristiyan dünyasında ciddi bir tedirginlik ve rahatsızlığa neden olmuşlardır. Bu çevreler, Hz. Musa'nın tebliğ ettiği dini yaşamayan, Tevrat'a batıl geleneklere dayanılarak sonradan eklenen bölümlere göre kendilerine bir hayat kuran çevrelerdir. Bunların savundukları değerlerin neler olduğu ise, günümüzde Siyonizmin acımasız ve bencil uygulamalarında en açık şekli ile görülmektedir. 
Eleştirdiğimiz eğilim, Allah'a kulluk ve güzel ahlak esasları üzerine kurulmuş olan Yahudiliği gerçek anlamından çıkararak, koyu ve şoven bir ulusçuluk haline getiren, maddi menfaati herşeyden önde tutan ve diğer milletleri sömürmeyi ya da kullanmayı adeta ulusal bir görev olarak kabul eden tutucu, katı, "Yahudi ideolojisi"dir. Bu kavram, İsrail'in en önemli eleştirel yazarlarından biri olan Prof. Israel Shahak tarafından dile getirilmiş ve detaylarıyla ortaya konmuştur. Shahak'ın açıkladığı gibi, Ortaçağ'dan itibaren Yahudi cemaatlerinin içinde diğer insanlara husumetle bakan bir kibir ve bağnazlık gelişmiştir ve bu yapı, halen İsrail'in Ortadoğu'da gerçekleştirdiği insanlık suçlarında ortaya çıkmaktadır. Bu yapıyı tanımlamak için "Siyonizm" kavramını kullanabiliriz (her ne kadar bu kavram 19. yüzyılda ortaya çıkmış olsa da.)
Yahudi dinini samimi bir inançla benimseyen, dünyevi amaçlara yönelik bir ideoloji olarak değil, Allah'a kulluğun yolu olarak gören tüm dindar Yahudiler -veya "liberal" Yahudiler-ise kuşkusuz burada eleştirilen bağnaz Siyonist yaklaşımdan uzaktır. Bu ayrımın titizlikle gözetilmesi gerekir. Örnek vermek gerekirse; Nazileri eleştirmek son derece haklıdır, ama bu bizim Alman milletine karşı herhangi bir olumsuz duygu ve düşünce beslememize neden olmaz. Aynı ölçü burada da geçerlidir. 

Sürgünün Başlangıcı

Üstte XV. yüzyıldan itibaren Yahudilerin Avrupa'da yayılmaları gösteriliyor. Dört Sefardi bilim adamının göç yolu, Osmanlı topraklarına, dolayısıyla Kutsal Topraklar'a doğru uzanmakta.
Yahudi toplumunun 1492'de İspanya'dan sürülmesi, tarihlerinde çığır açan bir olay olarak kabul edilir. Sefarad Yahudilerinin İspanya'dan göçü stratejik açıdan Yahudileri, Kutsal Topraklar'ı ve Osmanlı'yı en çok etkileyen olaylardan biridir. Yahudiler, huzuru, güvenliği ve refahı İslam topraklarında bulmuşlar, sığınabilecekleri tek yer Müslümanların hoşgörüsü olmuştur. Ancak İspanya sürgününün bir de görünmeyen yüzü vardır.
İspanya, o dönem çok sayıda Yahudinin yaşadığı son Hıristiyan ülkesiydi. Bunların 200 binden fazlasını "Conversolar" (dönmeler) yani sonradan Hıristiyan olanlar oluşturuyordu. Ancak conversoların tamamına yakını gizli şekilde Yahudi şeriatını uygulamaya devam ediyordu. 1290'da İngiltere'den ve 1394'de Fransa'dan sürülen Yahudiler, 1492'de de İspanya'dan sürüldüler. 200 binden fazla Yahudi, büyük bir bölümü Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere Kuzey Afrika kıyılarına ve Avrupa'nın çeşitli bölgelerine yerleştiler. 
Tevrat'ın ve Yahudi ideolojisinin temelleri dikkatli şekilde incelendiğinde, Yahudilerin İspanya'dan kovulmalarıyla başlayan sürecin, büyük bir anlam taşıdığı görülüyor. Kutsal Topraklar'a varılması, bu sürecin getirdiği önemli sonuçlardan biri. Çünkü İspanya sürgünü Yahudilere, Kutsal Topraklar'ın kapısını açan anahtarlardan biri olmuştur. Yahudilerin çeşitli ülkelerden niçin peş peşe sürüldükleri sorusu ise konunun diğer bir ilginç yönüdür. 
Bu sürgünlerin nedeni yüzlerce yıldır, Hıristiyan halkın kapıldığı bağnaz bir Yahudi aleyhtarlığı olarak gösterildi. Bunda kuşkusuz haklılık payı vardır. Ancak, bu konuda Yahudi toplumunun içinde yer alan bir kısım insanların da  etken olabileceği ihtimali hep görmezlikten gelindi. Her fırsatta, Yahudilere yöneltilen bütün suçlamaların iftira olduğu vurgulandı. Kuşkusuz bu suçlamalarda masum ve kötülükle hiçbir ilgisi olmayan insanlar da iftiralara ve baskıcı uygulamalara maruz kalıyorlardı. Ancak bu durum, Yahudi toplumu içindeki belli bir kesimin halkı rahatsız eden, onlara sıkıntı veren uygulamalarda bulundukları gerçeğini de değiştirmiyordu. 
Bu uygulamaların ne olduğunu, Yahudi şeriatını incelediğimizde görebiliriz.
Yahudi şeriatının temeli kabul edilen Talmud'un büyük bölümü Yahudi olmayanlara karşı kin ve öfkeye teşvik eder. Aşağıdaki küçük resimde Talmud çoğaltan bir haham görülmektedir. 
"Yahudi şeriatı"nın kaynağı "Halakha"dır. Halakha, hahamların "bir Yahudi nasıl yaşamalı" sorusunun cevabını en ayrıntılı biçimde vermek için hazırladıkları ve asırlar boyu yeni eklemelerle genişlemiş yazılı bir dini kaynaktır. 
Klasik Yahudiliğe göre, bir Yahudi günlük hayatını nasıl geçirmesi gerektiğini öğrenmek için Tevrat'a ya da Eski Ahit'in öteki kitaplarına bakmamalıdır. Bunlar, sıradan insanlar tarafından anlaşılamazlar çünkü. Bunların anlamını sadece hahamlar kavrar ve Yahudi toplumu da dini onlardan öğrenir. Halakha, hahamların Yahudi toplumuna verdiği bu eğitimin toplandığı kaynaktır. Halakha'nın en önemli kaynağı ise, "Talmud" adı verilen çok ciltli bir kitaptır. 
Talmud'un büyük bölümü, Yahudi olmayanlara karşı kin beslemeyi ve imkan buldukça da bu kini eyleme dönüştürmeyi emretmektedir. 
Öncelikle, diğer iki İlahi dine karşı son derece saldırgan bir tutum göze çarpar. Talmud yazarlarının tüm yeryüzünde şiddetle karşı oldukları insan Hz. İsa'dır. Yine Talmud'a göre, Yahudiler ellerine geçen İncil'leri, eğer şartlar uygunsa, yakmakla yükümlüdürler.  
Talmud'un Yahudi olmayanlar hakkında verdiği diğer bazı ilginç hükümler şöyledir:
Bir Yahudi bir mezarlığın yanından geçerken, eğer o yer bir Yahudi mezarlığı ise orada yatanları takdis eden kısa bir dua okumalı, ancak mezarlık Yahudi olmayanlara ait ise orada yatanların annelerine lanet etmelidir. (Tractate Berakhot, sf. 58b; Jewish History, Jewish Religion, Israel Shahak, sf.23.)
Talmud yazarlarının en büyüklerinden olan Maimonides, bir Yahudi olmayanın hayatının kurtarılması konusunda da önemli hükümler vermiştir. Bu hükümlerin biri şöyledir:
Kendileriyle savaş halinde olmadığımız Yahudi olmayanlara gelince, ölümlerine doğrudan sebebiyet vermek yanlıştır, fakat eğer ölüm anındaysalar onların hayatlarını kurtarmak yasaklanmıştır. Örneğin bir Yahudi olmayanın denize düştüğü görülürse, boğulmaktan kurtarılmamalıdır. (Maimonides, Guide, "Murderer", 4, 11; Israel Shahak. Jewish History, Jewish Religion, sf.80)
Maimonides'e göre, bir Yahudi doktorun bir Yahudi olmayanı iyileştirmesi de, karşılığında para kazanılsa dahi, yasaktır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir noktaya değinir: Eğer Yahudi bir doktorun bir Yahudi olmayanı iyileştirmekten kaçınması, Yahudiler'e karşı toplumsal bir tepki gelişmesine neden olacaksa, o halde yasak ortadan kalkar ve hastanın iyileştirilmesi gerekir. (Guide, "Idolatry", Maimonides, 10, 1-2; Israel Shahak. Jewish History, Jewish Religion, sf.80-1)  
Talmud'un en büyük yazarlarından biri olan Maimonides'in ırkçı fikirleri de oldukça ilginçtir. Bir yerde şöyle yazar:
Talmud sayfası
Türklerin bir kısmı ve kuzeydeki göçebeler ve zenciler ve güneydeki göçebeler ve bizim coğrafyamızda yaşayıp da onlara benzeyenler; bunların tabiatı daha çok düşük sesli bazı hayvanların tabiatına benzer. Benim düşünceme göre, bunlar insan seviyesinde değildirler. Seviyeleri bir insan ile bir maymunun seviyeleri arasında bir yerdedir. Çünkü görünüşleri maymundan daha çok insana benzemektedir. (Guide Kitap III, Maimonides. Bölüm 51; Jewish History, Jewish Religion, Israel Shahak, sf.82)
Haham Sofer, Responsum adlı Talmudik çalışmasında, Osmanlı İmparatorluğu içindeki Müslümanlar ve Hıristiyanlar hakkında ilginç yorumlar yapar. Buna göre, bunlar, "başka İlahlara tapan putperestlerdir ve dolayısıyla dolaylı yoldan öldürülmeleri doğrudur". Dahası, Sofer bu iki grubu, Eski Ahit'te adı geçen Amalek kabilesine benzetir. (Jewish History, Jewish Religion, Israel Shahak, sf.84) Eski Ahit'te Amalekler hakkında verilen hüküm ise şöyledir:

Orduların Rabbi şöyle diyor: Amalek'in İsrail'e yaptığını,
 (''''''''''''''''  Tanrı’nın adı Yahve Nissi’dir. Rab sancağımdır anlamına gelen bu isim ilk kez Kutsal Kitap’ta Çıkış 17. bölümde geçmektedir. Aslında bu bölüm hepimizin çok iyi bildiği bir bölümdür. İsterseniz ilk olarak bu ayetleri okuyalım ve daha sonra anlamını anlamaya çalışalım. M. Çıkış 17:8-16 Amalekliler gelip Refidim'de İsrailliler'e savaş açtılar. Musa Yeşu'ya, “Adam seç, git Amalekliler'le savaş” dedi, “Yarın ben elimde Tanrı'nın değneğiyle tepenin üzerinde duracağım.” Yeşu Musa'nın buyurduğu gibi Amalekliler'le savaştı. Bu arada Musa, Harun ve Hur tepenin üzerine çıktılar. Musa elini kaldırdıkça İsrailliler, indirdikçe Amalekliler kazanıyordu. Ne var ki, Musa'nın elleri yoruldu. Bir taş getirip altına koydular. Musa üzerine oturdu. Bir yanda Harun, öbür yanda Hur Musa'nın ellerini yukarıda tuttular. Güneş batıncaya dek Musa'nın elleri yukarıda kaldı. Böylece Yeşu Amalek ordusunu yenip kılıçtan geçirdi. RAB Musa'ya, “Bunu anı olarak kayda geç” dedi, “Yeşu'ya da söyle, Amalekliler'in adını yeryüzünden büsbütün sileceğim.” Musa bir sunak yaptı, adını “RAB sancağımdır” koydu. “Eller Rab'bin tahtına doğru kaldırıldı” dedi, “RAB kuşaklar boyunca Amalekliler'e karşı savaşacak!” Rabbimiz insanların hayatında etkinliğini sürdürmek isteyen Rab’dir. İsrailliler büyük sıkıntılar çektikten sonra Mısır’dan mucizelerle dışarıya çıktılar. Kızıldeniz önüne geldiler önlerinde ve arkalarında tehlike vardı ama Tanrı onları bu tehlikelerden kurtardı. Kızıldeniz’i geçtiler ama onların önünde hala tehlikeli olan bir yol vardı ve onlar bu yolda ilerlemeye devam ettiler. Rab onlara önderlik yaparak onları yönlendirmeye devam etti. Aynı zamanda sağlayan yani Yahve Yire olan Tanrı, onların bu yolda bütün ihtiyaçlarını da karşıladı. Susuz kaldılar, Rab onlara su verdi. Aç kaldılar, Rab onlara gökten her gün taze man verdi. Onlar bir çocuk gibi daima şikâyet ettiler ama Rab onların bu çocuksu tavırlarını görmezden gelerek, onların ihtiyaçlarını karşılamaya devam etti. İsrail halkı Tanrı’nın yaptıkları karşısında şükretmek yerine yaşadıkları her zorlukta şikâyet ederken, Tanrı’ya dik başlı davranırken, Tanrı onlara yinede iyiliğini ve merhametini gösteriyordu. Yasanın Tekrarı 25:17-18 ayetlerde aslında gerçekten İsraillilerin o dönemlerden geçerken çok sıkıntılar çektiğini anlıyoruz.“Siz Mısır'dan çıktıktan sonra Amalekliler'in yolda size neler yaptığını anımsayın. Siz yorgun ve bitkinken yolda size saldırdılar; geride kalan bütün güçsüzleri öldürdüler. Tanrı'dan korkmadılar.” Evet İsrailliler Tanrı’ya karşı şikayet edip söylenirken onların gerçektende içinde bulundukları durumun ne kadar zor olduğunu görmekteyiz. Onların gündelik hayatlarında sıkıntı ve zorluklar vardı aynı şekilde bizimde var. Çünkü bu yaşam bizim için tasarlanmış bir yaşam değildir. Tanrı’nın bizim için tasarladığı yaşam iyi idi ama dünyaya günah girdikten sonra yaşam bozuldu ve yaşam bozulduğu içinde bizler tıpkı İsrailliler gibi sık sık zorluklarla ve sıkıntılarla karşılaşabiliyoruz. Bazen bizde İsrailliler gibi her sıkıntıda Tanrı’ya karşı homurdanabiliyoruz. “Kafamızı kaldırıp onlar gibi sen bizi öldürmek için, bize sıkıntı çektirmek için mi buraya getirdin? Neden böyle bir dünyada yaşamamıza izin veriyorsun?” diyebiliyoruz. İsraillilerin bazı sözleri ve şikâyetleri Tanrı’ya hakarete kadar vardı ama Rab yinede onları tamamen yok etmedi. Amalekliler onlara saldırdıklarında İsrailliler çok güçlü bir halk değillerdi, daha yeni yeni organize olmaya başlamışlardı. Mısırdan zorla kaçmışlar, daha çıkalı birkaç hafta olmuş, yorgun ve zor bir durumdalar daha dinlenip nefes alamamışlar. Ve o sırada Amalekliler onlara saldırıyor. Bu durum onlar için hayatlarının tamamen bir dönüm noktası, İsrail yok olabilme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Kim bu Amalekliler? Aslında çokta yabancı değiller İsrail Oğullarının akrabaları, Amalek Esav’ın torunu, Amalekliler’de Esav’ın torununun soyu (Yaratılış 36:12) yani hepsi İbrahim’in oğlu İshak’ın soyundan geliyorlar. İsrail ve Amalekliler uzaktan akrabalar ve İsrail Oğulları Mısır’dan çıkıp bu noktaya geldiklerinde onların ilk büyük düşmanları Amalekliler oluyor (Atasözü ‘akrabanın akrabaya yaptığını akrep bile yapmaz’). Kutsal Kitap’ta Amalekliler’den söz ederken onların İsrail’le karşı çıkmakta birinci olduğunu söylüyor (Ç. Sayım 24:20). Onlar Refidim bölgesinde yaşayan bir halk. Biraz onların tarafından da olaya bakmaya çalışalım. Amalekliler Refidim bölgesinde yaşarlarken İsrail halkı Mısırdan çıkmış ve onların yaşadığı bölgeye gelmişler. Eğer benim bölgeme gelmiş olsalardı ne yapardım. Bu doğanın kanunu değil mi? Hayvanlar bile yaşadıkları bölgeyi değişik yöntemlerle bir şekilde işaretlerler. Ve bu işaretler eğer buraya benim bölgeme başka biri girerse ben onu yok ederim anlamındadır. Çünkü oraya başka bir hayvanın girmesi demek işaretleyenin haremine, yiyecek alanına, güvenliğine, su alanlarına tehdit demektir. İsrailliler Refidim bölgesine geldiklerinde Amalekliler’i tehdit etmiş gibi oldular bu yüzdende Amalekliler hiç sorgusuz sualsiz gidip onlara saldırdılar. Mantıklı gözüküyor değil mi? Hayvanlar öyle yapıyorlar insanlarda öyle yapıyorlar. Aslında insanlar öyle yapmamalılar insanlar Tanrı’nın ne istediğini arayıp sorup ona göre davranmalılar. Burada Amalekliler Tanrı’nın seçtiği halka onu yok etmek için saldırıyorlar. Aslında yaptıkları çok adilce değil, yorgun, zayıf, düşkün kişileri öldürüyorlardı. O zaman Musa Yeşu’ya görev verdi “adamlarını seç Amalekliler’e karşı savaşacaksın ve Ben yarın tepenin üzerine çıkıp orada değneğimle duracağım.” Yeşu Musa’nın sağ kolu, ona Yeşu adını veren Musa’nın kendisiydi. Ve ordunun başına komutan olarak onu geçirdi ve “ben değnekle tepenin üzerinde duracağım” dedi. Burada Musa’nın elinde bulunan değnek meşhur bir değnek 17:5 ayetlerini okuyacak olursanız. Bu değnek aracılığıyla Tanrı’nın Nil’de mucize yaptığını ve kayadan su çıkardığını görürsünüz. Musa sürekli elinde bu değneği taşıyordu ve Tanrı bu değnek aracılığıyla mucizeler yapıyordu. Bu değnek Tanrı’nın Musa’ya verdiği bir değnek ve Musa Yeşu’ya “sen adamları al git ve Amalekliler’le savaş ben değneğimle o tepenin üzerinde olacağım” diyor. Aslında sancak denilen şey işte o değnektir. Bizim bildiğimiz sancaklarda bir sopa üzerine bez takılmakta ve bu bez o sancağın kime ait olduğunu göstermektedir. Bu değneğin üzerinde bir bez yok ama biliyoruz ki sancak bir işarettir. Günümüzde de sancaklar kullanılmaktadır. Turist rehberleri insanları gezdirirken ellerinde bayrak gibi bir şey taşırlar ve turistler bu işareti gördüklerinde o işaret olan rehberi takip ederler, yada askeri geçitlerde en önde sancak taşıyanlar yürür, savaşta bir yer ele geçirilince ele geçiren taraf sancağını dikerek oranın artık kendilerine ait olduklarını gösterirler. Kimin önde olduğunu görmek açısından sancak önemlidir ve bu işe yarar. İsrail savaşırken Musa’nın yanında o değnek duruyordu sancak olarak ve bu sancak o ordunun kime ait olduğunu gösteriyordu. Oradaki ordu Tanrı’nın ordusuydu, Tanrıydı o ordunun komutanı ve o sancak onların Tanrı’ya ait olduklarını ve önde gidenin Tanrı olduğunu gösteriyordu. Mucizeler yapmakta aracı olarak kullanılan bu değnek orada Tanrı’nın varlığını, O’nun komutanlığını ve O’nun sahipliğini simgeliyordu. Ama bir fark var bu değnek savaş alanında değil, Musa ile birlikte tepenin üzerinde duruyordu. Sancak herkesin görebileceği şekilde tepenin üzerinde duruyordu ve aşağıda savaşan insanlar bu tepeye baktıklarında onu görüyorlardı. Bu değnek yol göstermek amacıyla orada duran bir şey değildi, bu değnek aitlik amacıyla orada duruyordu. Bütün ordunun takip edeceği bir sancak değil ordunun kime ait olduğunu gösteren bir sancaktır. Yeşu, Musa’nın buyurduğu gibi Amalekliler’le savaştı. Musa halkın bir önderi ve Peygamberi olarak savaş alanında değil, Musa, Harun ve Hur ile birlikte tepenin üzerinde Tanrı’nın sancağının yanında. Aşağıda ordu savaşıyor, insanlar mücadele ediyorlar ve Musa elini kaldırdıkça İsrailliler, indirdikçe Amalekliler kazanıyor. Neden ellerini kaldırıyor? Ellerini kaldırdığında, ellerini uzattığı yer Tanrı, burada Musa sancağın sahibine doğru ellerini kaldırıyor. Okuduğumuz zaman aslında değneğe çok dikkat etmiyoruz. Acaba o sancak, Tanrı’nın sancağı görünmez bir sancak mıydı? Musa ellerini uzattığında yukarıya belirsiz bir şekilde mi kaldırıyordu? Hayır, o Tanrı’ya kaldırıyor ve O’na dua ediyordu. Burada Musa kendisi için dua etmiyordu, orada savaşan insanlar için dua ediyordu. Ellerini kaldırdıkça oradaki insanlar için, başkaları için şefaat etmiş oluyordu. Ellerini kaldırdığı zaman onlar kazanıyor. Burada şefaatin önemini görüyoruz, başkaları için dua etmenin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Ellerini kaldırıp yakardıkça İsrailliler başarılı oluyor, eğer yakarmazsa İsrailliler başarılı olamıyor. Ama bu sadece şefaat etmekle ilgili değil, ellerini kaldırdıkça İsrail oğulları kazanıyor. Ama Musa’nın bu şefaat zamanında ellerinin yukarda kalması gereklidir. Aslında bu pozisyon o kadarda rahat bir pozisyon değil, eğer uzun süre sizde ellerinizi yukarda tutmaya çalışırsanız belli bir zaman sonra elleriniz yorulmaya ve aşağı doğru inmeye başlar. Musa bu şekilde elini saatlerce yukarıda tuttu ama yoruluyordu. Şefaat etmek, birisi için dua etmek kolay ama asıl kolay olmayan şey nedir biliyor musunuz? Gücün sizden gelmemesi, birileri savaşırken ve aşağıda birileri ölürken asıl zor olan şey o tepenin üzerinde kalıp aşağıya bakmaktır. Üstelik orada siz sadece aracısınız, ellerinizi kaldırırsanız aşağıdakiler kazanıyor. Güç sizden gelmiyor, siz sadece gücün gitmesi için orada aracı oluyorsunuz, yani tamamen bağımlısınız. Gücün sahibine bağımlısınız, ellerinizi kaldırarak gücün hareket etmesi için yalvarıyorsunuz. Ve o gücün etkin olduğunu göreceğiniz tek yer savaş alanındaki savaşanlara bakmaktır onlara bağımlısınız. Tanrı burada Musa’ya ve İsrail halkına tam bağımlı olmayı öğretiyor. Bizler bağımsız yaşamayı seven ve bağımsız olmak isteyen insanlarız ama Tanrı ile birlikte yaşamak istiyorsak bağımlı olmak zorundayız. Hem Tanrı’ya ait olup hemde bağımsız olmak mümkün değildir. Bütün güç kaynağı Tanrı’dır. Ellerimi kaldırıyorum ve bunu ifade ediyorum “ya Rab senden başka güç kaynağım yok, gel ve benim halkımın benim ordumun bu düşmanı yenmesine yardımcı ol. Ya Rab sana ihtiyacım var gel ve burada etkin ol. Burada insanların acı çektiğini görüyorum gel ve etkin ol. Hindistan’da insanların acı çektiğini görüyorum gel ve etkin ol, Malatya’da insanların acı çektiğini görüyorum gel ve etkin ol, Antalya’da Kilisemde hasta, acı çeken sıkıntı içinde yaşayan kardeşler var gel ve etkin ol. Ya Rab senden başka hiçbir kurtuluş yolumuz yok, senden başka hiçbir güç alacağımız yer yok gel ve etkin ol.” Eğer bunu yapmazsam o ordunun içinde kaybedenlerden olacağım. Musa elinde sancak o tepenin üzerine çıktığında insanların ölümlerini ve zaferlerini seyretmeseydi ellerini kaldırır mıydı? Elindeki o sancakla savaşın önünde gitse ölüp iyi bir kahraman olabilirdi. Bazen bizde bunu tercih ediyoruz, elimizde kılıç savaşın ortasına dalıyoruz iyi ve acı çeken kahramanlar oluyoruz. Bazen Tanrı bizim öyle olmamızı istemiyor. Tanrı bazen bizi halkı için aracı olarak kullanmak istiyor, ellerimizi kaldırıp halkı için şefaat etmemizi istiyor. “Ya Rab ben tamamen sana bağımlıyım gel ve kardeşlerimin hayatında kendi gücünü göster. Gel benim hayatımda kendi gücünü göster.” Tanrı hareket etmek için hazır bekliyor. 12 ayet “Ne var ki, Musa'nın elleri yoruldu. Bir taş getirip altına koydular. Musa üzerine oturdu. Bir yanda Harun, öbür yanda Hur Musa'nın ellerini yukarıda tuttular. Güneş batıncaya dek Musa'nın elleri yukarıda kaldı.” Belki savaşa gitmediniz ama birçok savaş filmi görmüşsünüzdür. İnsanların nasıl acılar çektiğini, öldüğünü ve öldürdüğünü kanlı ve korkunç bir şeydir. Musa’da tepede olanları izliyor. İnsanlarının öldüğünü gördükçe yoruluyor, ellerinin yukarıda durmasından dolayı yoruluyor ayakta duracak hali kalmıyor. Biz burada yarım saat bile bazen ayakta duramıyoruz evet ayakta durmak zorunda değiliz, ama böyle diye diye ayakta durmakta istemiyoruz. Musa’nın altına bir kaya getirdiler ve oturdu. Hur ve Harun Musa’nın ellerinin aşağıya doğru indiğini görünce onun ellerinin altına girerek havaya kaldırmasında yardımcı oldular. Musa’nın gücünün kalmadığını görüyoruz zaten Tanrı bunu istemiyor ki Zekeriya 4:6 “güçle kuvvetle değil, ancak benim ruhumla başaracaksın” diyor. Sizin gücünüzün hiçbir önemi yok ne kadar akıllı, bilgili, güçlü ve sağlıklı olursanız olun bunun hiçbir önemi yok bunlar kötüdür demiyorum. İtaat etmek ve başarmak açısından bunun bir önemi yok çünkü başaracaksanız Tanrı’nın gücüyle başaracaksınız. Ellerinizi Tanrı’ya kaldırıp tamamen O’na bağımlı bir şekilde yalvararak “gel ya Rab benim senden başka gücüm yok, sana ihtiyacım var, kendi gücümle yapamam, sana bağımlıyım” demek lazım ama aynı zamanda şunu da bilmek lazım bazen şefaatçilik ve bağımlılık insanı yorar. Tanrı’yı beklemek bazen insanı yorar. Musa eline kılıç alarak Amalekliler’in arasına gidip savaşmayı çok isterdi. Musa savaşmaktan korktuğu için yada ölmek istemediği için o tepede beklemiyordu. Tanrı ondan bunu istediği için Musa o tepede duruyordu. Bazıları aşağıda savaşıyor, Yeşu komutanlık yapıyor ama Musa dua ediyordu. Tanrı bir şeyler öğretiyordu herkesin Tanrı’ya ve herkesin birbirlerine ihtiyacı vardı. Yeşu’nun savaşacak askerlere askerlerin önderlik yapacak olan Yeşu’ya, ordunun şefaat için Musa’ya Musa’nın da Hur ve Harun’a ihtiyacı vardı. Savaşçıların dua edenlere, dua edenlerin yoldaşlara ihtiyaçları var Harun ve Hur orada olmasaydı Musa yorulacaktı ve daha çok insan ölecekti. Belki İsrail kazanabilirdi ama daha çok kan dökülüp daha çok acı çekilirdi. Kardeşlerin kardeşlere, yoldaşlara ihtiyacı vardır. Sizin ve benim hepimizin yoldaşlara ihtiyacımız var. Yoldaşlar kardeşler olmadan bu savaş yaşanmaz. Harun ve Hur’lara ihtiyaç var. 13. ayet zaferden bahsediyor. “Böylece Yeşu Amalek ordusunu yenip kılıçtan geçirdi.” İsrailliler zafer kazandı ama bu ayetlerin konusu zafer değil, zaten zafer onlarındı. Savaşın sonucu önemli değildi zaten savaşın sonucu biliniyordu Tanrı onlara vaat vermişti. Önemli olan savaşın sonucu değildi önemli olan o savaşı nasıl kazandığınızdır. Bu paragraf bize savaşın sonundaki zaferi değil, Tanrı’ya tam bir bağımlılıkla yaşamayı öğretmek istiyor. İsrailliler bunu okuduğunda “eğer Tanrı olmasaydı, eğer Tanrı bizim sancağımız olmasaydı biz başaramazdık” diyecekler. 14. ayet “RAB Musa'ya, “Bunu anı olarak kayda geç” dedi, “Yeşu'ya da söyle, Amalekliler'in adını yeryüzünden büsbütün sileceğim.” Zafer kazanıldı ve Amalekliler’in adlarının silineceğine dair burada bir söz var. Peki ne zaman Amalekliler’in adı yeryüzünden silindi? 1.Tarihler 4:43 “Amalekliler'den sağ kalanları öldürdüler. Bugün de orada yaşıyorlar.” Bunu olması, Amalekliler’in ortadan kaldırılması yüzyıllarca sürdü. Nedeni de İsraillilerin Tanrı’ya itaat etmemesiydi. Kral Saul Amalekliler’i yok etmek için Tanrı’dan buyruk almıştı ama Saul bunu yapamadı ve bu yüzdende Krallığı Tanrı tarafından sona erdirildi. Kral Saul’u öldüren bir Amalekli askerdi. İsrailliler Tanrı buyruğunu tutmadıkları için bu savaşı yüzyıllarca savaşmak zorunda kaldılar. Tanrı burada geleceğe yönelik bir peygamberlik sözü veriyor. Kuşaklar boyunca Tanrı Amalekliler’le savaşıyor. Aslında bu savaşı bitirmek İsraillilerin elindeydi zafer kazanılmış, karar verilmiş savaşı savaşacak olanlar insanlar Yeşu, ondan sonraki kuşaklar zaferin kazanıldığını bilen ama zafer kazanılmamış gibi yaşayan bütün kuşaklar acı çekmelerinden, başarısızlıklarından kendileri sorumludur. Bu kayıp onlarındır zafer kazanılmışken buna göre yaşamak gereklidir. 15. ayet “Musa bir sunak yaptı, adını “RAB sancağımdır” koydu. “Eller Rab'bin tahtına doğru kaldırıldı” dedi, “RAB kuşaklar boyunca Amalekliler'e karşı savaşacak!” Rab sancağımdır, burada Musa övgüyü sahibine yani asıl kazanana veriyor. Ve bunu yapmak lazım kazanılan her zaferin ardından zaferin sahibine övgüyü iletmek ve zafer senindir demek lazım. Ellerimizi kaldırarak zafer kaynağım, güç kaynağım sensin demek lazım. Bu ad ve bu bölüm bizi nasıl etkilemelidir? İlk önce şunu sormak lazım sizin bu savaştaki rolünüz nedir? Siz ne iş yapıyorsunuz. Yeşu musunuz, ordunun başındaki adamısınız yoksa ordunun içinde savaşan askerlerden birimisiniz? Musa mısınız, Harun yada Hur musunuz? Herkesin savaşta bir yeri var ve sizde bu savaşta kendi yerinizi bulup bunu söylemelisiniz. Siz bu savaşın içerisinde neredesiniz, bu savaşın içerisinde kendi yerinizi aldınız mı? İkinci olarak ta şefaatin önemini anlıyor musunuz? Amalekliler, yani İsrail’e onları ortadan kaldırmak için ilk saldıran halk burada sembolik olarak Dünyanın Tanrı saymaz güçlerini temsil ediyor. Bizimde hayatımızda ve çevremizde ruhsal bir savaş ve şeytana ve onun karanlık güçlerine karşı bir mücadele var. Bizlerde kilise ve bireyler olarak etrafımızda Tanrı’ya karşı çıkan diklenen her şey için şefaat ediyor muyuz? Etmemiz gereklidir sadece kendi zaferlerimiz için değil, başkalarının zaferleri içinde dua etmeyi öğrenmeliyiz. Başkaları için yakarın, dua edin ve Tanrı’ya ellerinizi kaldırın ve O’na tam bağımlı olun. Yasanın Tekrarı 20:3-4 “Onlara şöyle diyecek: ‘Ey İsrailliler, dinleyin! Bugün düşmanlarınızla savaşmaya gidiyorsunuz. Cesaretinizi yitirmeyin, korkmayın. Onlardan yılmayın, ürkmeyin. Çünkü sizi zafere kavuşturmak üzere sizinle birlikte düşmanlarınıza karşı savaşmaya gelen Tanrınız RAB'dir.” Yeter ki tam bağımlı olun bizim için savaşan Tanrı’nın kendisidir. Bizim yapmamız gereken şey sadece arada kanal olmamız lazım, ellerimizi kaldırmalıyız. Pirize takılı bir fiş gibi, enerji orada ve piriz enerji kaynağına takılı olmadığı sürece çalışamaz. Aynı şekilde bizde O’na bağımlı olmadığımız sürece kazanamayız. Bağımlı olursak kazanırız değilsek kazanamayız. Yarım bir şekilde pirize takılı olmak mümkün değildir tam takılı olmak gereklidir. Bizimde Tanrıya tam bağımlı olmamız gereklidir. Tanrı’nın gücünün bizim hayatımızda etkin olmasını istiyorsak O’na dokunmaya daha çok gayret etmek lazımdır. Tıpkı kanaması olan kadın gibi Kadın İsa’ya elini uzatıp dokunabilirsem iyileşeceğim demişti zafer oradaydı, zafer kazanılmıştı, ama o zaferi yaşamak için dokunmak gerekliydi. Eriha’da ki kadın bunu yaptı. Yeşaya 11:10,12 “O gün İşay'ın kökü ortaya çıkacak, Halklara sancak olacak, Uluslar ona yönelecek. Kaldığı yer görkemli olacak. Uluslar için sancak kaldıracak, Sürgün İsrailliler'i toplayacak, Dağılmış Yahudalılar'ı Dünyanın dört bucağından bir araya getirecek.” Burada bahsettiği uluslar biziz ve İşay’ın kökü de İsa’dır ve uluslar ona yönelecek, O ise Uluslara sancak olacak. İsa’nın sancağında toplanmazsanız, hayatınızın önünde giden O olmazsa, O’nun ordusu içinde yerinizi almazsanız sizin için çözüm yoktur ve umutta olmayacaktır. Evet bizlerde sizin gibi acı çekiyoruz, ağlıyoruz, yaralanıyoruz ama bizi bekleyen bir görkem var. Bizim zaferimiz vardır biz kazanılmış zaferde acı çeken savaşçılarız. Çünkü bizim Rabbimiz zaferlidir. Ne mutlu sancağı Yahve Nissi olan halka…''''''''''''''''')
 Mısır'dan çıktığı zaman yolda ona karşı nasıl durduğunu arayacağım. Şimdi git, Amaleki vur ve onların herşeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme ve erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür. (I. Samuel Bölümü, 15:1)
Talmud'un cinsel suçlar (zina) hakkında verdiği hükümler de ilginçtir. Eğer bir Yahudi erkek, bir Yahudi kadınla evlilik dışı bir cinsel ilişkiye girerse, her ikisinin de öldürülmesi gerekir. Oysa eğer kadın bir Yahudi olmayan ise, bu kez erkek sadece dayak yer; kadın ise yine ölüm cezasına çarptırılır. Aynı hüküm, Yahudi bir erkeğin Yahudi olmayan bir kadına tecavüz etmesi durumunda da geçerlidir. Bunun arkasında yatan mantık ise, Yahudi olmayan kadının her durumda "baştan çıkarıcı" sayılmasıdır. Kadın, "bir Yahudiyi günaha sokmuş" olduğu için ne olursa olsun birinci dereceden suçlu sayılmaktadır. (Guide, "Prohibitions on Sexual Intercourse", Maimonides, 12, 10; "Goy", Talmudic Encyclopedia; Israel Shahak, Jewish History, Jewish Religion, sf.87) Nitekim Maimonides, Yahudi olmayan tüm kadınlar için "N.Sh.G.Z." kısaltmasını kullanır. Bunlar, İbranice'deki "niddah, shifhah, goyah, zonah" kelimelerinin baş harfleridir. Kelimelerin anlamı ise şudur: "Kirli, köle, Yahudi olmayan, fahişe" (Maimonides, Guide, "Prohibitions on Sexual Intercourse", 12, 1-3; Jewish History, Jewish Religion, Israel Shahak, s.87)  
Yahudiler ile Yahudi olmayanlar arasındaki mal mülk ilişkileri hakkında da Talmud'un önemli hükümleri vardır. Eğer bir Yahudi kayıp bir eşya bulur da onun sahibinin bir Yahudi olduğunu fark ederse bunu sahibine geri vermekle yükümlüdür. Fakat eğer malı yitiren kişi bir Yahudi olmayan ise, malın ona geri verilmemesi emredilir. Bir Yahudi olmayana hediye vermek ise kesin biçimde yasaklanmıştır. (Ancak hahamlar, bir sonraki aşamada Yahudilere maddi kar getirebilecek hediyelere -bir başka deyişle rüşvetlere- izin verirler.) Alışveriş sırasında Yahudi olmayanlara hile yapmak ise, eğer "dolaylı" yoldan olursa, meşru sayılır. Örneğin bir Yahudi, karşısındaki müşterinin kendisine yanlışlıkla fazla para verdiğini fark ederse, "senin yaptığın hesaba güvendim, benim saymama gerek yok" demelidir. Böylece eğer karşı taraf durumu sonradan fark ederse, suçlu duruma düşmez. (Jewish History, Jewish Religion, Israel Shahak, sf. 88-89) 
Bu saydıklarımız, Talmud'un Yahudi olmayanlara yönelik düşmanca hükümlerine yalnızca birkaç örnektir. Yahudi geleneğinin bu geleneksel "şeriat kitabı" araştırıldığında, buna benzer daha pek çok hükme rastlamak mümkündür. Ancak bu birkaç örnek bile, "Yahudi ideolojisi"nin içeriği hakkında fikir sahibi olmak için yeterlidir. 
Söz konusu "Yahudi ideolojisi", Tevrat'ın ve Eski Ahit'in diğer kitaplarının hükümlerini de kendi düşüncesine göre yorumlamakta ve çarpıtmaktadır. Örneğin Hz. Musa'ya verilen "On Emir"den sekizincisi olan "Çalmayacaksın" (Çıkış Bölümü, 20:15) hükmü, "bir Yahudiyi çalmamak" (yani kaçırmamak ya da rehin almamak) konusunda konulmuş bir yasak olarak açıklanır. Hükmün mal değil de insan "çalmak" şeklinde yorumlanmasının nedeni, "On Emir"in yalnızca ölümcül suçları içerdiğine dair Talmud yazarlarınca yapılmış bir kabuldür. Öte yandan, Yahudi olmayanların rehin alınması zaten Talmud tarafından izin verilen bir eylemdir. (Çıkış Bölümü, sf.36)

"Kardeşini kendin gibi seveceksin" (Levililer Bölümü, 19:11) hükmünün yorumlanması da aynı şekildedir; "kardeşler" yalnızca Yahudilerdir. Nitekim bir Yahudi genel olarak Talmud tarafından bir Yahudi olmayanın hayatını kurtarmaktan alıkonur, açıklaması da şöyle yapılır; "çünkü o senin kardeşin değildir." (Levililer Bölümü, sf.37)
Yahudilere yönelen antisemitizm uygulamalarında, Hıristiyan toplumların bağnazlığı ve barbarlığının yanı sıra, üstte açıkladığımız hükümlerde ortaya çıkan "Yahudi ideolojisi"nin de bir rolü olduğuna dikkat etmek gerekir.
Yahudilerin bu nedenlerden dolayı içinde bulundukları toplumdan aldıkları tepki, İspanya'da eski yöntemleri geliştirip yeniden uygulamalarına yol açtı. Bu "dönmelik" sistemiydi. Yahudi dinini terk edip Hıristiyan olduğunu ilan eden on binlerce Yahudinin tamamına yakını bundan sonra bu iki taraflı sistemi uygulamaya başladılar. Bu kimlik sayesinde daha rahat faaliyet gösteren Yahudiler, devlet yönetiminde önemli noktalara geldiler. 
"Yahudiliklerini gizlice devam ettiren bir Yeni Hıristiyan kesimi meydana geldi ki bunlar çok kısa süre içinde devletin (İspanya Devleti) kilit noktalarına yerleştiler. Bu 'dönmeler'i diğer Hıristiyan kesimden ayıran özellik, koşullardan dolayı dışarıya Hıristiyan görünüp evlerinin içinde -gizlice- Yahudi olarak yaşamaya devam etmeleriydi... Bu gruba dahil kişiler, yeni kimlikleri sayesinde, devletin en üst düzeylerinde görev almayı başarmışlardır." (Türkiye Yahudileri, Moshe Sevilla-Şaron, sf.27)
"Yahudiler, Hıristiyanlığa döner dönmez üzerlerindeki baskıdan kurtuldular ve birkaç senede nüfusun en zengin kısmı haline geldiler. Daha da ilginç olanı, devlet memuriyetlerinde görev aldılar. Bazıları asil ailelerle evlendiler. Ülkedeki kargaşa dönemlerinde fakirleşmiş olan aristokratlar, Yahudilerle evliliğin getireceği zenginlikten hoşnuttular. Dönmeler kiliseye bile girmişlerdi." (The Rise of Spanish Inquisition, Robert Hale, sf.107)
Bütün bu gelişmelerin ardından Yahudilerin İspanya'dan sürgün olayı yaşandı. Kimin samimi Hıristiyan, kimin göstermelik Hıristiyan olduğunu belirlemek üzere Engizisyon Mahkemeleri kuruldu. Engizisyon Mahkemeleri ise, Avrupa'nın tarihine, vahşetin had safhalarda yaşandığı, karanlık bir sayfa olarak geçti. Bunu takiben 31 Mart 1492'de Kral Ferdinand ve Kraliçe Isabella, Yahudilerin İspanya'dan kovulmasına dair fermanı ilan ettiler ve bu ferman Mayıs 1492'de yürürlüğe kondu. 

İspanya Sürgünü mü, Provokasyonu mu?

Yahudilerin İspanya'dan sürgün edilmeleri, klasik anlatımlarda Hıristiyan dünyasının, Yahudileri dini bağnazlık nedeniyle kovması olayı olarak geçer. Bu dönemin, yanlış ve radikal yorumlamalar nedeniyle Hıristiyan dünyasının en karanlık dönemlerinden biri olduğu reddedilemez bir gerçektir. Bu dönemde dini kendi menfaatleri için kullanmak isteyen bazı din ve devlet adamları Avrupa'yı savaşlarla, vahşetle ve şiddetle dolu karanlık bir dönemin içine sokmuşlar, bu dönemden en çok payını alanlar da Hıristiyan olmayan bazı unsurlar olmuştur. Endülüs Müslümanlarının acımasızca katledildiği ve yurtlarından zorla çıkarıldıkları bu dönemde, Yahudiler de İspanya'dan sürülmüşlerdir. 
Yahudileri İspanya'dan çıkartan fermanı imzalayan Kraliçe Isabella ve Kral Ferdinand'ın da Yahudi olması son derece gariptir. 
Bu dönemde, zarara uğrayan masum insanlara gerçek yardım elini uzatanlar ise Müslümanlar olmuştur. 
Öte yandan yakından incelendiğinde, bu sürgün olayının altında  başka sebeplerin olduğuna dair kuvvetli deliller de görülmektedir. Bunlardan birisi, "Türkiye Yahudileri" kitabında anlatıldığı gibi, Yahudilerin İspanyol yönetiminde büyük ölçüde etkin durumda iken bu kovma olayını nasıl engelleyemedikleri sorusudur. Hele bu kişilerin  ülke yönetimlerini yönlendirmedeki profesyonelliği göz önünde bulundurulursa, bu sorunun cevabını bulmak gerçekten zorlaşmaktadır.
Üstelik, sürgün olayını birinci dereceden yönlendiren kişileri incelediğimizde, olay daha da ilginç hale gelmektedir: Yahudi sürgününe karar verenler arasında, ne ilginç ki Yahudiler de vardır.
"1469'da Ferdinand, IV. Henry'nin kız kardeşi ile evlendi. Bu evlilik Yahudiler ve dönmeler tarafından da desteklendi. Çünkü Ferdinand annesi tarafından Yahudi kanı taşıyordu ve Ferdinand'ın da babası gibi Yahudilere dostça davranacağı umuluyordu." (Christoph Kolomb and The Participation of The Jews, M. Kayserling, sf.25)
"Ferdinand ve Isabella iki ayrı Krallık olarak ittifak ettiler. Ayrı Kraliyet konsülleri bulunuyordu. Konsüllüklerdeki en önemli görevler Yahudi dönmeler tarafından alınmıştı." (Christoph Kolomb and The Participation of The Jews, M. Kayserling, sf.28)
"Hazine Bakanı Aragon, Saragassa'da sinagogu olan bir Yahudi dönmeydi." (Christoph Kolomb and The Participation of The Jews, M. Kayserling, sf.36)
"Vergi memurlarının pek çoğu dönme Yahudilerdi." (The Rise of Spanish Inquisition, Robert Hale, sf.107)
Diğer yandan İspanya sürgününün baş sorumlusu olarak gösterilen Engizisyon'un başı Rahip Torquemada'nın da Yahudi olması dikkat çeken diğer bir konudur.
"Kraliçe Isabella'nın sekreteri, yazar Hernando del Pulgar, Torquemada'daki Yahudi kanından söz eder. Bazı tarihçilere göre Pulgar'ın kendisi de bir Yahudi ve yeni Hıristiyandı (dönmeydi)" (The Rise of Spanish Inquisition, Robert Hale, sf.125)
Yine aynı kitapta Torquemada'nın Engizisyon'u İspanya'ya geri getiren Kraliçeyi bu konuda başından beri zorlayanlardan biri olduğundan bahsedilmektedir:
"Isabella, Engizisyon'u geri getirdi. Tomas de Torquemada, Isabella'ya bu konuda ısrarda bulunarak, bu fikri sağlamlaştırmasında yardım eden kişilerden biri oldu." (The Rise of Spanish Inquisition, Robert Hale, sf.124)
Kraliçe Isabella'ya Engizisyon konusunda destek veren Yahudiler sadece Torquemada ile kalmıyordu:
"Alanso de Spina 1460'da, dönmelerin ikiyüzlülüğüne dikkat çeken bir doküman yayınladı. Doküman oldukça sertti. Ama ilginç olan, kendisinin de bir dönme olmasıydı... Alanso de Spina, dışta Hıristiyan görünüp, gizlice Yahudiliği uygulayan dönmelerle ilgilenmesi için Castil'de Engizisyon kurulmasını istedi." (The Rise of Spanish Inquisition, Robert Hale, sf.107)
Aynı kaynakta, bu iki Yahudi dönmesi dışında Kral ve Kraliçenin yanında yine çok sayıda Yahudinin görev aldığı belirtilmektedir:
"Isabella'nın kişisel hizmetinde birçok Yahudi dönme bulunuyordu." (The Rise of Spanish Inquisition, Robert Hale, sf.126)
Dolayısıyla, Kral ve Kraliçe de dahil olmak üzere, bütün yönetim mekanizması Yahudilerin elindeyken, Hazine Bakanlığı'na varana kadar hemen hemen tüm kilit noktaların başında Yahudiler varken, Krallık Konsüllükleri Yahudilerce yönetilirken, Kral ve Kraliçenin pek çok danışmanı Yahudiyken, Engizisyon Mahkemeleri'nin en yetkili kişisi dahi Yahudiyken, nasıl olmuştu da böyle bir sürgüne mani olunamamıştı ya da olunmamıştı?
Tabi bu durumda akla ikinci bir ihtimal daha gelmektedir: Bu sürgün olayının bir kısım Yahudi önde gelenlerinin direktifleri doğrultusunda yapılmış olması. Yani sürgünün bir provokasyon olma ihtimali. 
Yahudilerin böyle geniş çaplı bir sürgünü planlamış olma ihtimalini kuvvetlendiren çeşitli sebepler vardır.
Bunlardan bir tanesi, bu batıl inançlara göre, Yahudilerin dünyanın her yerine dağılmadan önce Mesih'in gelemeyeceği düşüncesidir. Yahudi Ansiklopedisi Judaica'da bu inanç şöyle anlatılmaktadır:
"Mesih'in tekrar geleceğine dair son kehanetin gerçekleşmesi ancak Yahudilerin dünyanın dört bir köşesine yayılmasıyla söz konusu olabilecekti." (Encyclopedia Judaica, cilt 15, sf.1006)
Bu, Mesih düşüncesine sıkı sıkıya bağlı Yahudilerin tüm dünyaya yayılmalarının, kendi inançları açısından şart olduğunu ortaya koymaktadır. İspanya sürgününün dünyaya dağılma açısından çok önemli bir aşama olduğu düşünülürse, bazı Yahudi liderlerinin bu sonuçtan memnun olduklarını hatta bu sonucu düzenlediklerini düşünmek de oldukça mantıklıdır. Bu sürgün olmadan Yahudi halkın büyük çoğunluğunun göçe ikna edilmesi oldukça zor olacağı açıkça görülmektedir. 
Gerçekten, sürgünün Yahudi liderlerce provoke edilmesi ihtimalini destekleyen en önemli sebeplerden biri de Osmanlı'ya göçün gerçekleştirilmesidir. O dönemde, Osmanlı İmparatorluğu Avrupa'nın en güçlü devleti idi. Yunan ve Bizans döneminden kalan az sayıda Yahudi, Osmanlı'nın içinde son derece iyi şartlar altında yaşamaktaydılar. Osmanlı İmparatorluğu, doğuya ve batıya doğru sürekli bir genişleme halindeydi. Bu, "Vaat Edilmiş Topraklar'ın" Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde olması ve Yahudilerce kutsal kabul edilen Kudüs şehrinin de bu gelişim sonunda Osmanlı topraklarına dahil olması anlamına geliyordu. Yahudilerin Kudüs'e ve 'Vaat Edilmiş Topraklar'a ulaşmaları, Osmanlı İmparatorluğu'na yerleşmelerine bağlıydı. Elbette yüz binlerce Yahudinin kendiliğinden Avrupa ve Osmanlı'ya yerleşmesi mümkün değildi. Bunun makul bir sebebi olması şarttı.
İspanyol Engizisyon'u ve sürgününün diğer bir sonucu ise, pek sözü edilmeyen ama gerçekte sürgünün asıl ceremesini çeken İspanyol Müslümanlarıyla ilgilidir. İspanyol Müslümanları sürgün sırasında sistemli şekilde tasfiye edildiler. Bunun amacı, Avrupa'daki Müslüman tehlikesini ortadan kaldırmaktı. Hıristiyanlar, Müslüman Endülüs Emevi Devleti'nin yıkılmasından sonra İspanya'ya hakim olmaya başladıkları yıllarda, bölgedeki Müslümanları kontrol altında tutmak ve idari sorunları çözmek için Yahudileri göreve getirmiş, hatta yurt dışından Yahudi uzmanlar bile getirmişlerdi. (Türkiye Yahudileri, Moshe Sevilla-Şaron, sf.25) Ancak Müslüman Osmanlı o dönemde her geçen gün daha güçlenerek yayılmaktaydı ve bundan endişe eden İspanya Kralları, gelecekte kendileri için, sorun olabilecek İspanya'daki Endülüs Emevi Devleti'nden kalan Müslümanlarını tamamen tasfiye etmeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Öncelikle İspanya'nın Gırnata bölgesinde, Müslümanların "tasfiyesi" gerçekleştirildi.
Engizisyon'un başı Torquemada'nın da Yahudi asıllı olması sürgün olayına ilginç bir yön kazandırıyor.
"İstanbul'un fethiyle gelişen Türk yayılışı karşısında Granada (Gırnata)'nın kendileri için tehlikeli bir durum yaratabileceğini hisseden Katolik Krallar, bölgenin Müslümanlardan arındırılmasına büyük bir önem verdiler ve bu işi on sene (1481-1492) gibi kısa bir sürede başardılar." (Meydan Larousse, cilt:4, sf. 255)
"İspanya'dan Yahudilerle birlikte 3 milyon kadar Müslüman kovulmuştu." (Kürdistanlı Yahudiler, Dr. A. Medyalı, sf.16 )
"1492'de Müslümanların kovulması, Avrupa'nın en büyük günahı ırkçı baskılardan biri olmuştur." (NPQ Türkiye, Nisan 1993, sf.43)
İspanya'daki bu geniş çaplı tasfiye sonucu, 3 milyon kadar Müslüman sürüldü. O dönemde İspanya'dan kovulan Yahudilerin sayısının 250.000 kadar olduğu düşünülürse, bu sayının ne kadar büyük olduğu daha kolay anlaşılır. Nitekim o dönemde başlayan Müslüman tasfiyesi 1600'lü yıllara kadar sürecek ve Kuzey Afrika'ya sürülen Müslümanlarla birlikte İber Yarımadasında neredeyse hiç Müslüman kalmayacaktı. Yani sürgün ile hem Yahudilerin "dünyaya yayılmaları" sağlanıyor, hem de Müslümanların tasfiyesiyle, Avrupa'da bir tehlike olarak görülen İslamiyet'e karşı tedbir alınmış oluyordu.
Bütün bunları göz önünde bulundurunca, İspanya sürgününün perde arkası daha iyi anlaşılıyor. Ancak bu olayın ardında bir Yahudi planı varsa bile, bu bir kısım Yahudi hahamlarının ve bazı Yahudi önde gelenlerin planı idi. İspanya'daki Yahudiler kendi önderleri tarafından, Yahudi planı için kullanıldılar. Evlerini, işlerini, eşyalarını bırakıp, yeni ülkelerde, hiç tanımadıkları topraklarda ev ve iş kurmak, hayata yeniden başlamak zorunda kaldılar. Elbette ki çok büyük zorluklar, güçlükler yaşadılar. Ancak, onların yaşadıkları bu zorlukların sorumlusu, klasik tarihi kaynaklarda belirtildiği gibi, sadece Katolikler değil, bizzat kendi ırklarının, kendi dindaşlarının liderleri olan Yahudilerdi. 
Sonuçta 200 binden fazla Yahudi çeşitli ülkelere dağıldılar. Bir kısmı İtalya'ya göç ederken, bir kısmı da Fas ve Kuzey Afrika'nın diğer yerlerine yerleşti. 1492'de Sefardi diasporasının büyük bir kısmının gittiği yer Osmanlı İmparatorluğu oldu. Bu tarihte 90 bin kadar Sefarad Yahudisi Osmanlı'ya yerleşti. Portekiz'e giden diğer bir bölüm ise, Portekiz'in İspanyol egemenliğine girmesinden sonra 1497'de Osmanlı'ya göçtüler. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti, Sefarad Yahudilerinin en yoğun yerleştikleri yer haline geldi. O dönemde Osmanlı toprakları içinde bulunan Selanik ise, Avrupa'daki bu en büyük Yahudi topluluğunun merkezi oldu.
Bir yüzyıl sonra, Sefarad Yahudiliğinin bir kolu olan Portekiz diasporasının yoğun olarak göç ettiği diğer bir ülke ise, İspanya'dan bağımsızlığını alan Hollanda'ydı. 17.yüzyıl, Amsterdam Yahudiliğinin altın çağı oldu.
Yahudiler, o dönemde ayrıca Bordo ve Hamburg gibi Batı Avrupa merkezleri ile İngiltere ve Amerika'ya da göç ettiler.

Osmanlı İmparatorluğu'nda Yahudiler

Osmanlı İmparatorluğu Yahudiler için her zaman, güvenle sığınabilecekleri bir ülke olmuştur. Osmanlı idarecilerinin İslam ahlakı ile hareket ediyor olması, onların farklı millet ve dinlerden insanlara karşı hep hoşgörü ve anlayış ile yaklaşmalarını sağlamış, bu anlayıştan en çok fayda gören toplumlardan biri ise, dönemin Avrupası'nda büyük sıkıntı ve zulümlerle karşılaşan Yahudiler olmuştur. Müslüman Osmanlı halkı ve Yahudiler hep barış içinde yaşamışlardır. Ne var ki, Yahudi toplumu içindeki bazı kişiler, Osmanlı'nın anlayışını ve hoşgörüsünü suistimal edebilecek tavırlarda bulunmuşlardır. Ancak bu durum, Yahudi toplumu içindeki küçük bir azınlık için söz konusudur. Osmanlı'daki Yahudilerin büyük bölümü ise, devlet otoritesine saygıyla ve kendilerine gösterilen anlayışın bilinciyle, Osmanlı'nın menfaati ve iyiliği için faaliyet göstermişlerdir. 

Dolayısıyla bu bölümde ele aldığımız bilgilerin amacı, Musevi yurttaşlarımızı incitmek veya eleştirmek değil, birtakım tarihi gerçekleri tarafsızca inceleyebilmektir. Unutulmamalıdır ki Osmanlı Devleti, toprakları içinde yaşayan diğer pek çok millet ve topluluktan da zaman zaman ihanet görmüş, pek çok farklı toplum (bazı Arap kabileleri, bazı Balkan halkları vs.) Osmanlı'yı yıkabilmek için Osmanlı'nın düşmanları ile ittifak yapmıştır. Ancak kitabımızın konusu Siyonistler ve eylemleri olduğu için burada yalnızca bazı Yahudilerin faaliyetlerini inceleyeceğiz.
Yahudilerin,1492'de İspanya'dan kovulduktan sonra Osmanlı'ya göç ederek buraya yerleşmelerinden önce de Osmanlı topraklarında az sayıda Yahudi bulunuyordu.
I. Murat zamanında Edirne fethedilip, başkent Bursa'dan Edirne'ye nakledildiğinde Roma yönetimi altında bulunan pek çok Balkan Yahudisi fırsat buldukça Trakya'ya ve Balkanlar'daki Osmanlı topraklarına göç etti. Bunlar, Sofya, Niş ve Larisa cemaatlerinden gelmiş büyük Yahudi gruplarıydı. Edirne Hahambaşılığı, yine o dönemde bütün Osmanlı topraklarında ve Balkan bölgesinde Yahudiler tarafından güçlü bir dini otorite olarak tanındı. 
Sultan I. Mehmet zamanında İzmir, önemli bir merkez haline geldi ve Akdeniz ticaretini ellerinde bulunduran Yahudiler, Ege kıyılarına yerleşerek buradaki şehirleri liman olarak kullandılar. Yahudiler, Tire, Söke, İzmir, Aydın gibi şehirlerde yoğunlaşmıştı.

Şeyh Bedrettin İsyanı

I. Murat 
II. Murat 
Şeyh Bedrettin, Marxizm'e çok benzeyen düşüncelerini yaymaya çalışmış, bu, sonunda Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanmaya kadar varmıştır. Babası "İsrail" isimli bir Yahudi olan Şeyh Bedrettin'in sağ kolu ise sonradan din değiştirerek Torlak Kemal adını almış, gerçek adı Samuel olan bir Yahudi idi. Torlak Kemal, Şeyh Bedrettin'in emriyle 3000'e yakın dervişin başında Balkanlarda faaliyet göstermiştir. Torlak Kemal, Şeyh Bedrettin İsyanı'na, yanındaki pek çok Yahudi ile katılmıştı.
"Balivet'e göre, Torlak Kemal, Şeyh Bedrettin ayaklanmasında, Manisa yöresindeki kalabalık Yahudi cemaatinden yandaş toplamış bulunmaktadır." (Türkiye'nin Devlet Yaşamında Yahudiler, Çetin Yatkın, sf.26) 
Şeyh Bedrettin ve Torlak Kemal'in yaydığı felsefe, İslam dininden uzaklaşan materyalist bir felsefeydi. Şeyh Bedrettin isyanı, Osmanlı ordusunun bastırmasıyla sona erdi. Torlak Kemal, yakalanarak idam edildi. Şeyh Bedrettin de kısa bir süre sonra yakalanarak Serez'de asıldı. 
II. Murat (1421-1451) dönemine gelince, bu dönemde Yahudiler açısından en önemli olay, Aşkenaz Yahudilerinin gruplar halinde Osmanlı Devleti'ne göç etmesi oldu. Fransa Yahudilerinin bir kısmı da Fransa'dan sürüldükten  sonra Osmanlı topraklarında yerleştiler. Ayrıca yine bu dönemde ilk kez bir Yahudi, saray doktoru olarak görevlendirilmiştir. Doktor İshak Paşa'dan sonra bu bir gelenek olarak yerleşti ve saray doktorları hep Yahudiler oldu. 
İstanbul'un fethinin ardından, Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı topraklarındaki tüm Yahudilerin İstanbul dahil olmak üzere istedikleri büyük kentlere yerleşmelerine izin vermişti. Bu devirde İstanbul Cemaati, Osmanlı Cemaatleri'nin en önemlisi haline geldi. Yahudiler burada ticaret alanında güç kazandıkları gibi, yönetimin değişik kesimlerinde de görev aldılar. O dönemde Saray doktoru Hekim Yakup, önemli konularda söz sahibiydi.

İspanyol Yahudileri'nin Osmanlı'ya Göçü

Yahudilerin, Osmanlı'daki bu iyi durumu, Avrupa'daki soydaşlarının gözünden kaçmıyordu. 1430'da Osmanlı'ya yerleşen Haham İzak Sarfati, Osmanlı ve Orta Avrupa'nın değişik yerlerinde yaşayan Aşkenaz cemaatlerinin lideriydi. Sarfati, Avrupa'daki soydaşlarına Osmanlı'ya göç etmelerini önerirken Kudüs ve İsrail'e giden yolun Osmanlı'dan geçtiğini vurguluyordu: 
"Buraya, Togarma (Osmanlı) Ülkesi'ne geldim. Burada hiçbir şey eksik değildir. Togarma, Hayat Ülkesi'ne (İsrail) giden yoldadır. Kudüs'e kadar bütün yol, denizin üzerinde altı millik bir geçiş dışında, karayoludur." (Togarma, Rozanes, cilt1, sf.20)
Nitekim Kudüs, Osmanlı'ya ait oldu ve yeni fetihlerle gün geçtikçe büyüyen Osmanlı İmparatorluğu, 1517'de Yavuz Sultan Selim zamanında İsrail'i de topraklarına kattı. Bu zaten önceden beklenen bir gelişmeydi.
31 Mart 1492, İspanya Yahudileri için Osmanlı topraklarına büyük göçün başlangıç tarihi oldu. Bu tarihte yayınlanan sürgün fermanı ile 200 binden fazla Seferad Yahudisinin yaklaşık yarısı, Sultan II. Beyazıt (1481-1512) zamanında Osmanlı topraklarına yerleştiler. Daha sonra da, Kudüs de dahil olmak üzere, özellikle büyük şehirleri tercih eden Yahudiler, buralarda ticarette ve yönetimde söz sahibi oldular.
"Yeni gelenler başta İstanbul, Selanik, Edirne olmak üzere Osmanlı topraklarının sınırları dahilinde Korfu, Manastır, Kudüs ve Sefat'a varana dek yayıldılar. İstanbul 30.000 nüfus ve 44 sinagoguyla Avrupa'nın en büyük Yahudi yerleşimini oluşturdu." (Şalom, 6 Haziran 1990)
"Göçmenler hemen hemen geldikleri andan itibaren yükselmeye başladılar. Aralarında İspanya'da iken yüksek görevlerde bulunmuş olanlar derhal saraya alındılar, bu kişiler Osmanlı maliye ve dış işlerinde söz sahibi oldular. Hatta denilebilir ki, 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun yönü, bu danışmanların fikrine göre de tespit edildi." (Türkiye Yahudileri, Moshe Sevilla-Şaron, sf.42)

Osmanlı'da İlk Yahudi Lobisi: Nasiler

Kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Yahudilerin en önemlileri arasında, Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşamış olan Donna Gracia Nasi ile yeğeni Josef Nasi bulunmaktadır. 
Garcia Nasi 
"Nasiler, İsrail tarihine geçmiş başlıca Yahudi ailelerindendir. Muazzam bir servete sahip olan bu aile Avrupa'nın en güçlü hükümdarlarıyla arkadaşlık ilişkileri kurmuş, Osmanlı Sarayı'nda çok önemli görevlere ulaşmış, Yasef Nasi, siyasal Siyonizmden 350 yıl önce, İsrail ülkesinde özerk bir Yahudi kolonisi kurmayı tasarlamıştır." (Türkiye Yahudileri, Moshe Sevilla-Şaron, sf.44)
Her zaman Osmanlı yönetiminden çok hoşnut olduklarını söyleyen Yahudiler, bu devletin topraklarında özgürce yaşadılar. Siyonizm de aynı dönemde filizlenmeye başladı. 
Donna Gracia, Yahudi kaynaklarınca tarih sahnesine çıkan Yahudi kadınların en büyüklerinden biri olarak kabul edilir. Donna Gracia'ya bu önemini kazandıran şey maddi gücü ve Avrupa'daki ilişkileri sayesinde, Avrupalı converso (dönme) soydaşlarına sağladığı olanaklar oldu. Gracia Nasi bir keresinde Ancona kentinde baskı altında bulunan Yahudilerin durumu hakkında Kanuni Sultan Süleyman'a başvurmuş ve Kanuni'nin bu Yahudilerin kendi tebasında olduğunu söylemesi üzerine, Ancona Yahudilerinin büyük bir kısmı Osmanlı'ya göç etmişlerdir. Ayrıca Gracia Nasi, Osmanlı kentlerinde pek çok sinagog kurmuştur.
Yasef Nasi'ye gelince, Nasi'nin önemi, Siyonizm fikrini, İsrail Devleti'nin 1948'de kurulmasından dört asır önce taşıyor olmasıydı. Nasi, Osmanlı toprakları üstünde özerk bir Yahudi kolonisi kurmak istemişti.
"Yasef Nasi Portekiz'de doğmuştur, ancak köken itibarıyla İspanyol Yahudisidir. Yavuz Sultan Selim'in gözüne girmeyi başarmış Osmanlı Sarayı'nda saygın bir yer edinmiştir. Nasi, Süleyman'a Filistin'in Tiberya şehri ve çevresini Yahudiler için imtiyazlı bir bölge olarak kabul ettirmiştir." (Israel: A History of Jewish People, Refus Learsi, sf.331)
Yasef Nasi, Herzl'den 400 yıl önce Osmanlı topraklarında, Filistin'de özerk bir Yahudi kolonisi kurma projesiyle Siyonizmin temellerini atmıştı. 
"Tiberya için Yasef Nasi Sultan tarafından muhtariyet idaresi verileceğini umuyor, burada büyük bir Yahudi yerleşim merkezi kurma hayali besliyordu." (Israel: A History of Jewish People, Refus Learsi, sf.331)
"Nasi bütün Yahudileri imtiyazını aldığı Tiberya'a göçe çağırdı." (The House of Nasi Dona Garcia, Cecil Roth, sf. 88) 
"Yasef Nasi, Tiberya'nın etrafını kale duvarları ile çevirmiş, fakat yeterli sayıda Yahudiyi buraya toplayamamıştır. Bunun üzerine padişahtan Kıbrıs Krallığını istemiştir." (A History of the Jewish People, James Parkes, Penguin Books, sf. 101)
"Kıbrıs ile ilgili emelleri gerçekleşmeyen bu krallık hırslısı, 1566 yılında Sultan Selim'den Naksos Adaları Dükalığı'nı almıştır." (Saffet, Naksos Dükalığı, Tarihi Osmani Encümeni, sayı 23)
"Yasef Nasi'nin İsrail tarihindeki önemi, İsrail ülkesinde Tiberya kentinde bağımsız ya da yarı-bağımsız bir Yahudi kolonisi kurmak ve bu koloniye Avrupalı Yahudileri yerleştirmek istemiş olması noktasındadır." (Türkiye Yahudileri, sf.49)
Yasef Nasi'nin Tiberya'da özerk bir Yahudi kolonisi kurma projesi o zaman gerçekleşmemiştir, ama Aliyah'a (Kutsal Topraklara geri dönüşe) doğru bir başlangıç olması açısından önem taşır.

"Şurası kabul edilmelidir ki (Tiberias Projesi) Yahudilerin anavatanlarına yeniden yerleşmelerine dönük ilk projelerden biri, 19. yüzyıl Siyonistlerinin uygulayacakları planın öncüsüdür. Gerçekten de Joseph (Yasef), birçok yanıyla, Siyonistlerin en büyüğü Theodor Herzl'e çok benzer." (Türkiye Yahudileri, Moshe Sevilla-Şaron, sf.50)

"Ayrıca Yasef Nasi, Türkiye'de kurulan ilk istihbarat örgütünün de Başkanıdır." (Panorama, 5 Nisan 1992, sf.13)

Osmanlı Yönetiminde Diğer Yahudiler

Yasef Nasi, Osmanlı toprakları üstünde, Tiberya'da özerk bir Yahudi kolonisi kurmak istemiş ve burayı imtiyazlı bölge olarak kabul ettirerek şehrin etrafını surlarla çevirtmişti. 
XVI. yüzyılda, Ben Natan Eskenazi ve Ester Kira da Osmanlı yönetiminde söz sahibi Yahudiler arasında sayılırlar.
Eskenazi, Saray'da Divan Danışmanlığı görevine gelmişti ve özellikle dış ilişkilerde etkili bir diplomattı. Öyle ki, Polonya Kralının seçilmesi konusunda, Osmanlı Sadrazamı Sokollu Mehmet Paşa'nın desteğini sağlayarak belirleyici bir rol bile üstlenmişti. O dönemde Saray'da harem kadınları kapalı yaşadıkları için harem ile dış dünya arasındaki alışveriş gibi bağlantıları kurmak için 'Kira' adı verilen kadınlar görev yaparlardı. Bu kadınlar harem çevresiyle kurdukları ilişkiler sayesinde devlet işlerinde de rol oynarlardı. Ester Kira da bunlardan biriydi ve bu ilişkileri menfaatleri doğrultusunda son derece kötüye kullanmıştı.

"Ester Kira, saraydaki ilişkileri sayesinde kendine yakın olanlara imtiyazlar, asalet ünvanları ve çeşitli menfaatler sağlarken dosttan çok düşman edinmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla Ester Kira bu türden işlere gerektiğinden fazla karışmış ve işi (özellikle oğullarına) vergi muafiyetleri elde etme, hatta sipahi beyliklerinin dağıtımına karışmaya kadar götürmüş, büyük oğlunu İstanbul Gümrüğü'nün yönetimine almıştır." (Türkiye Yahudileri, Moshe Sevilla-Şaron, sf.54)

Sahte Mesih Sabetay Sevi


XVII. yüzyıla gelince, bu dönemde Osmanlı Devleti'ndeki en önemli Yahudi hareketi kuşkusuz Sabetay Sevi'nin Mesihliğini ilan etmesi oldu. Planları arasında Osmanlı tahtını ele geçirmek de olan bu sahte Mesih, tüm dünya Yahudilerinin beklediği büyük kurtarıcı olduğunu iddia etti ve Avrupa'daki Yahudiler de dahil olmak üzere büyük bir taraftar kitlesi toplamayı da başardı.
"Sabetay Sevi, 1629'da İzmir'de doğdu. Etkileyici bir kişilik ve üstün hatiplik yeteneğiyle Sevi, Hıristiyan tarihçilerin 1666 yılında 'Mesih'in geleceği yıl olarak kabullenmelerine görüş birliği ederek kendisinin Mesih olduğunu yaymaya başladı." (Şalom, 27 Haziran 1990)
Sabetay Sevi'nin Mesih olduğu iddiasıyla ortaya çıkması, bütün Yahudi cemaatlerinde heyecan ve hareketlenmelere yol açmıştır:
"Avrupa Yahudileri arasında Kabala felsefesinden beslenen mistik kurtuluş umudu, İsrail tarihinde 'sahte Mesih' kavramının doğmasına yol açtı. Sahte Mesihler, bu mistik felsefenin verdiği coşkuyla mesih olduklarına ve Tanrı tarafından İsrail'i sürgünden kurtarmaya memur edildiklerine inanan ya da çeşitli eylemlerinden dolayı toplumun Mesih olduklarına inandığı kişilerdi." (Türkiye Yahudileri, Moshe Sevilla-Şaron, sf.68)
"Sabetay Sevi, sahte peygamberler fırtınasının en büyüğü oldu." (Şalom, 17 Haziran 1990)
Talmut ve Kabala konusunda uzmanlaşmış olan Sabetay Sevi, 1665'te İzmir'de mesihliğini ilan etti.
"Sevi İstanbul'a gelerek kısa sürede Büyük Türk'ün (Padişahın) tacını alacağını duyurdu." (Encyclopedia Judaica, cilt 14, sf.1230)
Sevi, İzmir'den sonra, İmparatorluğun çeşitli yerlerine giderek taraftar toplamaya çalıştı:
"Sabetay Sevi hakkında, gayri ahlaki tavırlar da dahil, pek çok suçlamalar, şikayetler bulunuyor." (Encyclopedia Judaica, cilt 14, sf.1239)
"İzmir'i terk eden Sevi, Selanik, İstanbul, Mora, Atina, Mısır, Sefat ve Kudüs'e giderek görüşlerini yaymaya çalıştıysa da, 1666'da Çanakkale'de Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa'nın emriyle tutuklanıp hapsedilmiştir." (Şalom, 17 Haziran 1990)
Sabetay Sevi'nin sahte peygamberliğinin yanı sıra üzerinde durulması gereken önemli bir konu daha var ki, bu Sevi'nin dönmelik sistemini Osmanlı'ya getirmiş olmasıdır. Sevi'nin önderliğinde kendilerini dışarıda Müslüman gibi gösteren Yahudiler, gizlice kendi dinlerini yaşamaya devam ettiler. 
Yahudiler, 17. ve sonraki yüzyıllarda, Osmanlı'nın devlet yönetiminde de son derece etkin konumda oldular. Tefecilik yaparak zenginleşen Yahudiler de, kimi zaman bunu bir politika aracı olarak kullandılar. Gazeteci Çetin Altan, Yahudilerin Osmanlı'daki etkilerini şöyle anlatır:
"Belgeler, anlaşmalar, hepsinin altında Yahudi adı var. Mesela al Karlofça'yı, Pasarofça'yı... Zaten Osmanlı'da Yahudi büyük çapta egemen: Saray geliyor ondan borç para istiyor. Üstelik I. Ahmet'in bir sadrazamını Yahudiler idam ettirmişlerdir." (Şalom, 6 Ocak 1993)

Galata Bankerleri

Yahudiler Osmanlı devleti içinde sadık milletlerden biri olarak yaşamışlar, huzur ve güvenlik buldukları Osmanlı devletinde, kendi inançlarına uygun olarak onurlu bir yaşam sürmüşlerdir. Ancak 19. yüzyılda tüm Batı dünyasını etkileyen ideoloji ve eğilimler, Osmanlı toplumu içindeki bazı Yahudileri de etkilemiştir. Bu akım ve ideolojilerin biri Siyonizm'dir. Bir diğeri ise, kapitalist sistem ve kapitalist yaşam biçimidir. Galata Bankerleri, bu ikincisinin bir temsilcisi sayılabilir. Yahudiler ve diğer bazı Hıristiyan azınlıklardan gelen bu bankerler, Osmanlı'nın mali çöküşünde önemli bir rol oynamışlardır:
"Yüzyıllardır Avrupa ticaretinin bütün para işlemlerini ellerinde toplayan Yahudiler, Osmanlı devletine yepyeni bir mesleğin öncülüğünü yapmak için gelmiş gibidirler... Sarraflığa soyunan Yahudiler, kendilerine iş mekanı olarak Galata'yı seçmişlerdir." (Hürriyet, 12 Mayıs 1988) 
"1860'lardan itibaren Galata'daki Komisyon Hanı ve Havyar Hanı'nda finans imparatorlukları kurmuş olan Galata Bankerleri, saraydan başlayıp, vezir, vükela, memur ve subaydan imparatorluğun en uzak köşesindeki tahıl ya da meyve üreticisine, oduncusuna kömürcüsüne ve her türlü esnafına kadar uzanan bir ağ kurmuş bulunuyorlardı. Adeta imparatorluğun milli geliri ve dışarıdan aldığı borçların hatırı sayılır yüzdesi borsa oyunları, tefecilik murabahacılık işlemleri ile bu bankerlerin eline geçer hale gelmişti." (Prof. Dr. Haydar Kazgan, Galata Bankerleri, sf. 45)
"Spekülatif oyunlara halk da alışmıştı. Vekil vükela ellerine geçen parayı sarraflar aracılığı ile oyunlara katılarak değerlendiriyordu. Bu işlerden en ziyanlı çıkan ise İslam-Türk halkı oldu." (Prof. Dr. Haydar Kazgan, Galata Bankerleri, sf. 9)
"Galata Bankerleri devleti iki koldan soyan şapkalı beyler olarak görülüyorlardı." (Vakit, 28 Mayıs 1881)
Galata Bankerleri, kurdukları tekel sayesinde, devleti varlıklarına izin vermeye mecbur etmişlerdi:   
"Zengin tüccarların çoğunun Yahudi oluşu dikkatimi çekti. Bunların nüfuzu çok kuvvetli, imtiyazları Türklerinkinden çok fazla. Kendi kanunları ile idare edilen bir cumhuriyet gibidirler. Yahudiler birlik meydana getirdiklerinden devletin bütün ticaretlerini ellerine almışlardır. Yahudiler kendilerine her zaman ihtiyaç duyulmasını sağlamışlar ve bu nedenle saray da onları korumuştur. Bunların tüm hileleri bilindiği halde tüm işler ister istemez onlara yaptırılıyordu. Velhasıl ticaretle ilgili olan ne varsa onların elinden geçiyordu." (Lady Montaqu, Türkiye Mektupları, 1001 Temel Eser, sf.84) 
"Osmanlı hükümeti 4 Şubat 1862 sirküleri ile İstanbul'daki yabancı ülke temsilciliklerine, Galata borsasını düzenleyen bir kanun teklifi göndermiştir. (Baron de Testa, `Recueil des traites de la Porte Ottomane', cilt 4, sf.336) Böylece Galata Borsası'nda oynanan kirli oyunlara bir son vermek isteniyordu. Anlaşıldığına göre, bu sirkülerin yaptığı etki dolayısı ile Galata Bankerleri, hemen aralarında toplanıp teşkilatlanarak yeni düzenlemeye hazırlıklı olmak istemişlerdi. Fakat hükümet, elinde bir kanun teklifi olduğu halde bunu yürürlüğe tam 10 yıl sonra koyabilecekti. Hükümetin bu düzenleme içinde geç kalması ve meydanı bankerlerin otokrasisine terk etmesi anlamlıdır. Hükümet tasarısını hazırlayanlar A. Abraham, Teodor Baltazzi, Abraham Kamando gibi Yahudi bankerler olduğundan, hükümet tasarısının yürürlüğe konmama sebebini de bu ünlü bankerlerin menfaatlerinde aramak gerekir." (Galata Bankerleri, Prof. Dr. Haydar Kazgan, sf. 41-42)
"Türkiye adeta memleketin zararı pahasına zenginleşmiş birkaç paşa ve elli altmış tefeci ve sarrafın çıkarlarını sağlamak için varlığını sürdürmekte idi." (Galata Bankerleri, Prof. Dr. Haydar Kazgan, sf.7)
Galata Bankerleri ile o dönemde neredeyse herkesin ilgisi vardı. Bu gerçeğe dikkat çeken kaynaklardan birinde şöyle denilmektedir:
"Abdülaziz'in annesi Pertevnihal Sultan bile bu işte birçok paralar batırmıştı. Abdülaziz'in istekleri karşısında her türlü oyuna başvuran Sadrazam Mahmut Nedim Paşa kaybettiklerini almak için her türlü oyuna başvurmuştu. Bu işe bulaşmayan kimse yoktu. Namık Kemal, Ziya Paşa, Mithat Paşa... Abdülaziz devrinde saray kadınlarının hepsinin mücevherleri rehinde idi." (Galata Bankerleri, Prof. Dr. Haydar Kazgan, sf.46)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...