Hazinedarı olan Keşiş’i bir gün huzura çağırtmış.
Bu Keşiş’in de hiç çocuğu yokmuş. Padişahla Keşiş aynı dertle yanıp
tutuşurlarmış. Huzura gelen Keşiş’le birlikte sarayın planını yapmışlar. Daha
sonra zamanın bütün mimarlarını, ustalarını ve bahçıvanlarını saraya toplamış
ve nasıl bir saray istediğini onlara da anlatmış.
İsfahan beldesinin en
güzel yerine harikulade bir saray yapılmış. Sarayın bahçesi cennet bahçesi gibi
olmuş. Bahçenin ortasına pembe mermerlerden bir havuz, havuzun o billur
sularında kumrular oynaşıp duruyormuş. Bülbüller güllerin etrafında şarkılar
söylüyor, tavus kuşları ise dört bir yanı süslüyormuş. Yine bu bahçenin içine
beyaz mermerlerden bir saray kurulmuş. Eşi benzeri olmayan bu sarayda padişah
eğlenceler düzenleyerek kederini unutmaya çalışıyormuş.
Günlerden bir gün
yine o güzel sarayda eğlence düzenlenmiş. Padişahın karısı Hanım Sultan ve
Keşiş’in karısı da eğlenceye katılmak üzere yola koyulmuşlar. Tam saraya varmak
üzereyken karşılarına ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyar çıkmış. Hanım sultana
bir elma fidanı, Keşiş’in karısına da bir armut fidanı vermiş ve bunları sarayın
en nadide köşesine dikmelerini söylemiş.
Hanım Sultan ve Keşiş’in karısı
hemen fidanları dikmişler. Kendi elleriyle suluyor ve özenle bakıyorlarmış.
Hanım sultan; dünyada bir evladım olmadı, bari dikili bir fidanım olsun, diye
düşünüyormuş. Aylar geçmiş fidanlar ağaç olmuş. Yemyeşil yaprakları, güçlü
dallan olmuş ancak hiç meyve vermiyoriarmış. Hanım sultan ağlamaya ve üzülmeye
başlamış: Diktiğim fidan bile meyve vermiyor, ben ne talihsiz bir kadınım,
diyormuş.
Bir gün yine böyle düşünerek ağlayan Hanım Sultan, sarayın
salonunda uyuyakalmış. Rüyasında kendisine ve keşişin karısına fidan veren nur
yüzlü ihtiyarı görmüş.
Gözyaşları içinde ihtiyarın ellerine sarılan Hanım
Sultan:
- Ey mübarek insan! Ne olursa senin duanla olur. Yıllarca evlat
hasretiyle yanıp tutuştum. Şimdi de bir fidan diktim, o bile meyve vermedi. Ne
olacak benim bu hâlim, diye ağlamaya başlamış. Nur yüzlü ihtiyar:
- Sen hiç
merak etme. Senin dualarının kabulü için ben de dua ettim. İnşallah duaların
kabul olacak ve sen de muradına ereceksin. Senin ağacın meyve verdi. Eğer onu
yersen dileğin kabul olur, demiş.
İhtiyarın bu sözlerinden sonra, korku ve
heyecanla uyanan Hanım Sultan, Keşiş’in karısını da yanına alarak bahçeye
koşmuş. Gerçekten de kendisinin diktiği elma ağacının ü-zerinde bir tane ama çok
güzel görünen bir elma varmış. Keşiş’in karısının diktiği armut ağacında ise
hiç meyve yokmuş. Hanım sultan, Keşiş’in karısı üzülmesin diye elmayı ikiye
bölmüş ve ona dönerek:
Bu elmanın yarısını sana veriyorum ama bir şartla.
Eğer kızın olursa benim oğluma vereceksin. Yok eğer oğlun olursa benim kızımı
alacaksın demiş. Keşiş’in karısı bu teklifi hemen kabul etmiş ve elmaları
yemişler.
Bir süre sonra Keşiş’in karısı da Hanım Sultan da hamile
kalmışlar. Zamanları dolunca da Keşiş’in karısının bir kızı, Hanım Sultan’m ise
bir oğlu olmuş. Oğlanın adını, “Ahmet
Mirza”, kızın adını ise “Kara Sultan”
koymuşlar.
Aylar yıllar geçtikçe yavrular da büyüyorlarmış. Keşişin kızı bir
ay parçası kadar güzelmiş. Kızını padişaha vermek istemiyormuş. Çünkü padişahla
aynı dinden değillermiş. Padişaha verdikleri sözden nasıl döneceklerini
düşünmeye başlamışlar. Keşiş:
- Eğer şehri terk etmezsek padişahtan bize
rahat yok, demiş. Fakat karısının aklına daha iyi bir fikir gelmiş. Keşişe
dönerek:
- Bir süre sonra kızımızın öldüğünü söyleriz ve buralardan bu
nedenle uzaklaşmak isteriz, demiş.
Aradan bir yıl gibi bir zaman geçince
Keşiş hemen padişahın huzuruna varmış ve kızının öldüğünü, bu üzüntüyle artık
buralarda yaşayamayacağını anlatmış.
Bunun üzerine padişah keşişe biraz altın
vererek azat etmiş.
Arzularına muvaffak olan Keşiş’le, karısı derhâl vakit
geçirmeden İsfahan’a üç günlük uzaklıkta olan bir köye gitmişler. Güzel bir
köşk yaparak orada yaşamaya başlamışlar.
Diğer taraftan padişahın oğlu Mirza
Bey 13-14 yaşlarına gelmiş. Babası onu en iyi hocalarda okutuyormuş. Mirza
Bey’in çok kurnaz ve zeki bir arkadaşı varmış. Adı Sofi olan bu arkadaşı bir gün
Mirza Bey’e:
- Bak Mirza Bey! Bu kadar okuduğumuz yeterli. Bu gençlik bir
daha elimize geçmez. Biraz da eğlenelim, avlanmaya gidelim, seyahatlere çıkıp
dünyayı dolaşalım, demiş.
Sofi’nİn bu söylediklerini haklı bulan Mirza Bey
öncelikle av hazırlıklarını başlatmış. Bu arada Mirza Bey bir gece rüyasında
“Kara Sultan”ı görmüş ve âşık olmuş. Uyandığında yüreğinin cehennem ateşi gibi
yandığını hissediyormuş. Yerinde duramaz bir hâl almış. Ancak aşk şerbetini
kimin elinden içtiğini bilmiyormuş. Hayalinde tek kalan ay kadar güzel bir
simaymış. Kalbi aşk ateşiyle yanan Mirza Bey, babasından izin alarak arkadaşı
Sofi ile birlikte avlanmaya çıkmış.
Gide gide Keşiş’in yaşadığı köye
varmışlar. Padişahın oğlu Mirza Bey av sırasında çok güzel bir şahine
rastlamış. Şahini yakalamaya karar vermiş. Atını arkadaşı Sofi’ye bırakmış ve
şahinin peşinden gitmiş. Şahin çok güzel bir bahçeye girmiş. Mirza Bey de
peşinden girmiş. O güzel bahçede şahini ararken karşısına çok güzel bir köşk
çıkmış. Mirza Bey güllerin, sümbüllerin ve yaseminlerin arasında kurulmuş olan
bu muhteşem köşkün pencerelerine bakarken olduğu yerde donup kalmış. Aklını
kaybetmek üzereymiş. Çünkü tam karşısındaki pencerede ay parçası gibi bîr kız
oturmuş, gergef dokuyormuş. Padişahın oğlu yalnız bir kez bakabilmiş bu güzel
kıza. O anda aklı başından gitmiş. Rüyasında ona aşk şerbeti içiren dilberin o
olduğunu fark etmiş. Ona doğru ilerlemiş ve ona hitaben:
Başı yastık göre mi?
Gözü dilber görenin Gözüne uyku gire mi? Zülfüne berdar olanın
demiş ve
kollarından yakalayarak kendine doğru çekmiş. Sonra da :
- Ey güzel, sen
hangi bahçenin sümbülüsün, deyince,
- Babam İsfahan şahının eski hazinedarı
Keşiş’tir. Kerem eyle… Görmesin… Beni salıver gideyim, diye
yalvarmış.
Delikanlı:
- Aslı nedir, salıvereyim? Kız:
- Kerem eyle,
diyerek yalvarmış.
Delikanlı aslı nedir? Derken birden bire aklına gelmiş ve
kıza şunları söylemiş:
- Seni bırakırım ama bir şartım var. Benim adım Kerem,
senin adın da Aslı olacak ve bundan sonra birbirimizi böyle çağıracağız,
demiş.
Bunun üzerine güzel kız, Kerem’in ateş ve aşk dolu gözlerine
bakarak:
- Peki, kabul ediyorum. Bundan sonra benim adım “Aslı” senin adın
ise “Kerem” olsun. Böylece kendi kendilerine isimlerini koymuşlar. Bu zaman
içinde genç kızın kalbi de alev alev yanmaya başlamış.
Aslı’nın böyle
yalvarmalarına dayanamayan Kerem onu bırakmış. Kerem’in kollarından kurtulan
genç kız köşkün içinde kaybolmuş. Kerem de Aslı’nın işlediği gergefin
üzerindeki çevreyi alıp koynuna koymuş ve koşarak arkadaşının yanına gitmiş.
Arkadaşı Sofi ile birlikte İsfahan’a dönmüşler. Ama Kerem artık eski Kerem
değilmiş. Hiç konuşmuyor ve hiç ye-miyormuş. Oğlunun bu hâlini gören padişah bir
gün Kerem’i karşısına alarak:
- Oğlum ben senin babanım. Niçin derdini
anlatmıyorsun, diye sorunca Kerem:
- Baba benim derdim bu şekilde anlatılmaz.
Bana bir saz getirin size derdimi anlatayım, demiş.
Bu söz üzerine padişah
hemen bir saz getirmelerini emretmiş. Kerem ise sazının tellerine dokunarak
derdini dökmeye başlamış.
Kerem bunları söyledikten sonra susmuş.
Babası:
- Oğlum bu türkü bana bir şeyler anlattıysa da tam olarak ne demek
istediğini anlayamadım, demiş. Bunun üzerine Kerem yerinden kalkmış ve bir tek
kelime bile söylemeden odadan çıkmış. Onun bu hâli padişahı fena hâlde düşünceye
salmış. Günler geçiyormuş ama Kerem hiç konuşmadan sarayın penceresinden etrafı
seyrediyormuş. Padişah Kerem’in derdini anlayanı ödüllendireceğini bildirmiş.
Nihayet bir gün uyanık bir kadın kurnazlıkla Kerem’in Aslı’yı sevdiğini
öğrenerek padişaha haber vermiş
Bunun üzerine padişah derhâl Keşiş’i
çağırtmış ve ona kızının öldüğüne dair yalan söyleyerek hainlik yaptığını,
ancak ne olursa olsun kızını alacağını söylemiş. Padişahın, kızı zorla
alacağını anlayan Keşiş bir kurnazlık daha düşünmüş ve beş ay süre istemiş.
Bunun üzerine padişah beş ay bekleyebileceğini ancak ilk önce onları
nişanlayacağını söylemiş.
Keşiş padişahın elinden kurtulmak için kızının
namına Kerem’e bir nişan yüzüğü bırakmış. Kızının takması için de padişahtan bir
nişan yüzüğü almış ve sarayı terketmiş. Bu müjdeli haberi duyan Kerem bir deli
gibi yerinden fırlamış. Duvarda asılı olan. sazını eline almış coşkulu bir sesle
türkü söylemeye başlamış. Kerem’in günleri artık zevk ve sefa içinde geçiyormuş.
Ancak bu beş aylık süre Kerem’e çok uzun gelmiş sazını eline alarak babasını
huzuruna çıkmış ve bir türkü söylemiş.
Kerem’in böyle üzüldüğünü gören
babası:
- Oğlum ben Keşiş’e beş ay süre verdim, bu süre de doldu. Artık
düğün hazırlıklarına başlayabiliriz, demiş.
Diğer taraftan Keşiş, padişahın
yanından ayrıldıktan sonra kendi köşküne dönmüş ve padişahtan kurtulma planları
yapmaya başlamış. Bir gece yarısı kıymetli eşyalarını toplayıp köyünü terk
etmiş, tabi bu olanlardan padişahın haberi yokmuş. O, düğün hazırlıklarını
tamamlayıp büyük bir kafileyle yola çıkmış. Kafilenin en önünde olan Kerem köye
yaklaşınca görmüş ki her kez köyü terk ediyor. Oradan geçen yaşlı birine neden
köyü terk ettiklerini sormuş. Yaşlı adam da köyde bulunan bilgili bir keşişin
köyü terk ettiğini bundan korkarak onların da köyü terk etmeye karar
verdiklerini söylemiş. Yaşlı adam sözlerini bitirince Kerem, Keşiş’in kızını
alarak kaçtığını anlamış. Gözlerinden yağmur gibi yaşlar dökülmeye başlamış
eline sazını alarak bir türkü söylemiş.
Kerem gözyaşları içinde bunları
söyledikten sonra doğruca Aslı Han ile buluştukları bahçeye girmiş. Ancak orada
kızın işlediği gergeften başka bir şey kalmadığını görmüş. Yüreğinden aşkın
alevleri yükseliyormuş. Gözyaşlarını Ash’nın ellerinin değdiği gergefe dökerek
bir türkü söylemiş.
Bunları ah vah içinde söyleyen Kerem şehrin içinde
gezerken birisini Aslı Han’a benzetmiş ve eyvah sevgilim beni unutmuş, burada
eğlenmekte, diyerek yine almış eline sazı ve bir türkü söylemiş.
Bu türküyü
işiten kız:
Bak beyim, ben Aslı Han değilim sen beni ona benzetmiş
olacaksın. Senin aradığın kız Hoy şehrine gitti demiş. Kerem arkadaşı Sofi’yi de
yanına alarak Ash’nın peşine düşmüş. Gide gide Hoy şehrine varmışlar. Orada
bulunan birilerine bu taraftan bir keşişle ailesi geçti mi, diye sormuş, Onlar
da:
- Geçti ama onlar Şuşi köyüne gitti demişler. Kerem ile Sofi ertesi gün
Şuşi köyüne doğru yol almışlar. Yolda bip yaylada bulunan yolcuları görmüşler ve
onlara Aslı’yi görüp görmediklerini sormuşlar. Onlar da, Aslı’yı gördüklerini
ancak bir türkü söylemesi karşılığında yerini bildireceklerini söylemişler.
Kerem almış sazı eline ve bir türkü söylemiş.
Türküyü çok beğenen
yolcular:
- Senin aradığın keşiş buradan geceli otuz gün oluyor. Onlar Kelb’e
gitti, demişler.
Bundan sonra Kerem ile Sofi Kelb’e doğru yol almaya
başlamış. Kelb’e vardıklarında bu defa da Kars’a gittiklerini öğrenmişler.
Oradan tekrar Hoy’a gitmişler. Kerem Ash’nın peşinde perişan bir vaziyette iken
padişaha haber gitmiş. Bunun üzerine padişah:
- Eyvah! Biricik oğlum
mahvolacak, diyerek hemen Kerem’i aramaya koyulmuş. Nihayet onu Ash’nın
bahçesinde ahvahlar içinde bulmuş. Koşarak Kerem’in yanına gelmiş ve ona:
-Ey
oğul… Bu ne hâl? Hele sabret, bir çaresini bulacağız, diye teselli etmeye
başlamış. Ancak aşk ateşiyle yanan Kerem eline sazını alarak derdini dökmeye
başlamış.
Oğlunun üzüntüden öleceğini düşünen padişah onu Aslı’dan
vazgeçirmeye çalışmış ama bağrı yanan Kerem bu sözleri dinlememiş. Anasıyla ve
babasıyla helalleşerek tekrar Sofi ile birlikte Aslı’yı aramaya koyulmuş. İlk
önce Gence’ye o-radan, Revan’a, Çıldır’a, Ahıshay’a, Şerki’ye, Orhan’a,
Oltu’ya, Narman’a, Bayat’a, Ürgüp’e, Tiflis’e, Ahlat’a, Muş’a, Malazgirt’e,
Pasin Ovası’na, Uzun Ahmet’e, Hasan Kalesi’ne, Erzurum’a, Eşen Kalesi’ne,
Varbik’e, Tercan’a, Cinci Beli’ne, Eşkat’a, İbrit’e, Ayaş, Zile, Sivas, Parmak
Ovası, Kayseri ve Antakya’ya gitmişler.
Bu arada Keşiş Halep’e gelip bir
Ermeni evine misafir olmuş. Ev sahibi onun yabancı olduğunu anlayınca nereden
geldiğini sormuş. O zaman Keşiş bir ah çekip:
- Hâlimi hiç sorma! Ne kadar
kaçtıysam Kerem peşimi bırakmadı. Kaça kaça nihayet buralara geldim. Neredeyse
burayı da bulur. Bir türlü elinden kurtulamıyorum, demiş, Ev sahibi:
- O
gelmeden kızı buradan birine verelim, bakar ki kızı başkaları almış, o zaman
vazgeçer, sen de kurtulursun, demiş. Keşiş de hemen alelacele kızı nişanlayıp
düğün hazırlıklarına başlamış.
Gelelim Aslı Han’a: Ah edip, gece
gündüz:
“İlahî, babamın iki gözlerini kör eyle!” diyerek ağlayıp dururmuş.
Kerem ile Sofi Halep’e varmışlar. Oradaki bir kahveye oturmuşlar. Halep
Paşası’nın külhanbeyi kol gezerken Kerem’i görmüş o da kahveye girmiş, bakalım
Kerem külhanbeyine ne söylemiş:
Ela gözlüm sana meftun olalı, Benim
çektiğimi bir Mevla bilir. Yay niçin açılmaz gülün dehan Gönül ne yaz bilir, ne
şita bilir
Mecnun olur gezerim dağlar yolunu Deremedim şu cananın gülünü Aşık
olan anlar aşkın hâlini Yalandır, doğrudur pek ala bilir
Külhanbeyi:
- Ey
âşık, hangi bağın gülü, hangi bahçenin sümbülüsün? Nereden gelir nereye
gidersin, demiş.
Kerem:
- Buralardan bir Keşiş geçti mi? Kendisi
Isfahanlıdır, diye sormuş.
Külhanbeyi:
- Onlar buradadır, deyince, Kerem
öyle bir ah etmiş ki ağzından alevler yükselmiş. Bu alevler neredeyse
külhanbe-yini yakacakmış. Kerem’in derdini anlayan külhanbeyi:
- Sen merak
etme, ben seni kıza kavuştururum; ama kız da seni istiyor mu, deyince Kerem
“evet” demiş.
Bu arada Aslı Han’ın düğünü olmaktaymış. Külhanbeyi hemen bir
kadın bularak Aslı Han’ın yanma göndermiş. Kadın Aslı Han’ı bulmuş ve Kerem’in
geldiğini söylemiş. Gizlice birlikte Kerem’in yanma gelmişler. Uzun ayrılıktan
sonra kavuşan âşıklar bir süre hasret gidermişler. Kerem’in geldiğini haber
alan Keşiş:
- Bizi burada da buldu bundan kurtulmanın çaresi yoktur. İyisi
mi kızı vereyim; ama bir oyun edeceğim ki kıyamete kadar söylensin, demiş. Kızı
Kerem’e vermiş ancak kızının elbisesini kendisi yapmak istemiş. Elbiseyi yapmış,
boydan boya sihirli düğmeler koymuş, kızına da:
- Bak kızım muradına
ereceksin ama bir şartım var, eğer bu şartımı yerine getirmezsen hakkımı sana
helal etmem, düğün gecesi bu elbisenin düğmelerini Kerem’e açtıracaksın
demiş.
Bir mübarek gecede Aslı ile Kerem’i gerdek odasına koymuşlar.
Kerem:
- Ey sevdiğim Hakk Teala’ya şükür bizi yine kavuşturdu, deyince
Aslı:
- Ey sevdiğim, sana bir şey söyleyeceğim ama sakın gücenme. Babam
yemin verdirdi, elbisemin düğmelerini sen çözeceksin, yeminimin yerine gelmesini
isterim. Kerem düğmeleri çözmeye başlamış; ama son iki tanesine gelince bakmış
ki düğmeler yeniden iliklenmiş. Yine çözmeye başlamış, yine son iki tanesine
gelince hepsi iliklenmiş. Böylece devam etmiş. Nihayet sabah namazı olmuş.
Muradına eremeyen Kerem bunun bir oyun olduğunu anlamış, öyle bir “ah” etmiş ki
ağzından çıkan alevler tepesinden başlayarak onu yakmaya başlamış. Aslı Han bir
de bakmış ki Kerem’i ateş bürümüş, yaptığına pişman olup:
-Vay baba, ocağım
söndü, diyerek başlamış Kerem’in üstüne su dökmeye. Bu sırada Kerem yine sazına
sarılıp alevler arasında bakalım ne demiş: