06 Şubat 2015

EY SEVGİLİ NEBİ





EY SEVGİLİ NEBİ
Sen alemin özüsün, kalbisin; varlığın gözbebeği, nurusun.
Alem senin özetin , senin izin ve aydınlığındır.
Seninle doğdu alem.
Seninle başladı bizim hikayemiz.
Senin aşkınla yandı gönüller, senin nurunla doldu yürekler.
Sen hem övülen, hem öven, hem de övgüsün.
Sen Hak’tan bize en büyük armağansın.
Varlığımız senin gülşeninde buldu kokusunu, rengini.
Sen marifetin rengiydin, kırmızı güldün, gül kokusuydun.
Sen çorak topraklarımıza inen rahmettin.
Seninle başladı ve sürüyor maceramız.
Senin varlığın hakkı için sürüyor dünya.
Sen varlığın omuzlarında yükseldiği sütunsun.
Adımlarının izi var kab-ı kavseyn’de.
Soluğun tutuyor hâlâ sidretü’l-müntehâ
Yetimdin, gariptin, muştulayıcıydın, 
kimsesizlerin kimsesi, çaresizlerin sığınağıydın.
Bilal acemdi, ezan okurken “eshedu” diyor s’yi teleffuz edemiyordu.
Bir gün bir yoldaşın şikayet edince, Bilal’in sin’i Allah katında şin’dir dedin.
Bu inilti hâlâ inliyor yüreklerimizde.

EY SEVGİLİ NEBİ
Ey Ahlakı Kur’an olan elçiler elçisi!
Ey Rahmetin tâ kendisi, ey mutlak adaletin gölgesi!
Seninle başladı ve sürüyor umudumuz.
Sensiz varlık senin gibi yetimdir, gariptir.
Getirdiğin ilahi haber, her an yeniden nüzul ediyor yüreklerimize seni andıkça.
Seni sevmek varlığı korumaktır, bunu biliyor ve bunu söylüyoruz hâlâ.
O sevgide senin adımlarının nurdan halelerine bakmanın bir yolu bulunduğu için ölümü de seviyoruz.
Sen olmasaydın belki alem olmayacaktı, sen alemin kalbisin.
Gözlerimiz hâlâ senin kalbindeki o yerdedir.
Senin kalbinin gölgesine girmenin derdindeyiz hâlâ.
Bu dertlerle ney gibi inliyoruz.
Bu acıyla, “Yıllar var ki ya Muhammed/ Aylar bize Muharrem oldu” diyoruz.
Estir soluğunu iklimimize.
Estir ki dağılsın Muharrem acısı.
Çağımızın gözyaşları dinsin.
Çölümüz gülşene dönsün.
Ey Sevgili Nebî!
Sadık Yalsızuçanlar

======================

BİR GECE

On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabiî:
Bir kerre, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kerre de, ma’mûre-i dünya, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin,
Salgındı, bugün şark’ı yıkan, tefrika derdi.
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma’sûm,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere rahmetti, evet, şer’i mübîni,
şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sahipse, onun vergisidir hep;
Medyûn ona cem’iyyeti, medyûn ona ferdi.
Medyûndur o ma’suma bütün bir beşeriyyet…
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.
                                                         
                                                 M. Akif Ersoy

DUA VE KADER İLİŞKİSİ “Dua Edin Kaderiniz Değişsin”





DUA VE KADER İLİŞKİSİ

“Dua Edin Kaderiniz Değişsin”
 
َ عن سلمان قال قال : رَسُولُ اللهِ صلىالله عليه و سلم : لا يَرُد ُّ القَضَاءَ إلاَّ الدُّعَاءُ ، وَلا يَزِيدُ فِي العُمْرِ إلاَّ البِرُّ . "
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: Kazayı (kaderi) ancak dua değiştirebilir, ömrü ancak iyilik artırır.”(Tirmizi, Kader, 6, T2139)
عن عمر بن أبي سلمة عن أبيه قال: قال  رسول الله صلى الله عليه و سلم : لينظرن احدكم ما الذي يتمنى فانه لا يدري ما يكتب له من امنيته.
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: Sizden biri arzu ettiği şeyin ne olduğuna baksın (iyice düşünsün); çünkü kişi (kaderine ) hangi arzu yazılmış bilmez.” (Tirmizi, Da’avat, 132).
 
Abdullah b. Abbas’ın rivayetine göre bir gün Hz. Ömer Şam halkının durumlarını ve ihtiyaçlarını yerinde görmek amacıyla beraberinde Ensar ve Muhacirlerin iler gelenleri ve Kureyş kabilesinin tecrübeli simalarından oluşan büyük bir heyetle Şam’a doğru yola çıktı. Tebuk vadisi yakınlarındaki Serğ köyüne ulaştığında başta Ebu Ubeyde b. Cerrah olmak üzere ordu komutanları onu karşıladılar. Bunlar Hz.Ömer’e Şam bölgesinde bulaşıcı tâ’ûn (vebâ) hastalığının çıktığını haber verdiler. Muhtemelen kendileri de bu hastalığın bulaşıcı olduğunu bildikleri için Halife Ömer’i Şam bölgesine girmeden uyarmak istemişlerdi. Bunun üzerine Hz.Ömer meselenin ciddiyetini kavrayıp bu konuda nasıl bir tavır takınılması gerektiği konusunda istişareler yapmaya karar verdi. Öncelikle Muhacirlerin önde gelenlerini çağırdı ve bulaşıcı hastalığın kol gezdiği Şam bölgesine girip girmeme konusunda istişare etti. Onlar bu konuda iki farklı görüş sergilediler. Bir kısmı Ömer’e “Sen insanların problemlerini ve sıkıntılarını yerinde görmek ve incelemek amacıyla bu yola çıktın. Dolayısıyla geri dönmeni uygun bulmuyoruz. Allah’ın yazdığı dışında bize herhangi bir şey isabet etmez” dediler. Zira onlar kaderi ve tevekkülü bu şekilde algılıyorlardı. Diğer muhacir grubu ise bu görüşe karşı çıkarak Hz.Ömer’e “Seninle beraber insanların en faziletlisi olan Rasulullah’ın ashabı vardır. Bulaşıcı hastalığın bulunduğu bu bölgeye bu insanların sokulmasını doğru bulmuyoruz” dediler. Onlar, insanların canlarının tehlikeye atılmamasına ve veba hastalığının onlara bulaşma tehlikesine işaret etmektedirler. Hz. Ömer daha sonra Ensar’ı çağırdı ve onların bu konudaki görüşlerini sordu. Onlarda muhacirler gibi farklı görüşlere yer verdiler. Hz. Ömer son olarak Kureyş’ın yaşlı ve tecrübeli simalarını çağırdı ve konuyu onlarla istişare etti. Onlar hep bir ağızdan insanların taun hastalığının bulunduğu Şam bölgesine sokulmaması görüşünü belirttiler. Hz.Ömer de bu görüşün isabetli olduğuna kanaat getirdi ve bu kararı uygulamaya soktu. Tam bu sırada orada bulunan ordu komutanı Ebu Ubeyde ileri atıldı ve Hz.Ömer’in hastalığın bulunduğu bölgeden ayrılmasını hoş görmeyerek “Ey Mü’minlerin Emiri! Allah’ın kaderinden mi kaçıyoruz?” dedi. Aslında o da kaderci bir anlayışla Allah’ın isabet etmesini takdir ettiğinin dışında bir şeyin isabet etmeyeceğini düşünüyordu. Fakat Hz.Ömer Ebu Ubeyde’nin bu farklı çıkışına hayret etmiş olacak ki “Keşke bu soruyu sen değil de başkası sormuş olsaydı Ey Ebu Ubeyde! dedi ve sözüne şöyle devam etti: “Evet Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz! Senin biri yemyeşil ve bereketli, diğeri kurak ve bereketsiz iki arazin olsaydı, yemyeşil ve bolluk içinde olanı muhafaza etmez miydin? İşte onu Allah’ın takdiri ile koruyup kollardın.” (Malik b. Enes, el-Muvatta’, V, 365) Bu konuşmalar esnasında oraya gelen sahabî Abdurrahman b. Avf, bu konuda Hz.Peygamber’den işittiği bir bilgi olduğunu ifade ederek şu hadisi nakletti: “Bir yerde bulaşıcı bir hastalık olduğunu işittiğiniz zaman oraya girmeyin. Sizin bulunduğunuz bir yerde aynı hastalık olduğunda ise oradan çıkmayın.” Bu bilgi üzerine Hz.Ömer doğru bir karar verdiği için Allah’a hamdetti. (İbn Hacer, Fethu’l-bârî, XVI, 251)
Hz. Ömer ve bir kısım sahabîlerin bu olay karşısındaki takındıkları bu tavır gösteriyor ki Allah, bu kainat için sağlam bir nizam, genel yasalar ve Allah’ın sebepleri müsebbiplere bağladığı (sebep-sonuç ilişkisi kanunu) kanunları tesis etmiştir. Bu kainattaki varlıklar bu kanun, kural ve nizama göre cereyan etmektedirler. (H.Musa Bağcı, Hadislere Göre Kader Problemi, s. 10-11) Buna göre açlık beslenme ile, susuzluk içme ile, hastalık da tedavi olma ve şifa için ilaç kullanma ile önlenir. Hz.Peygamber bizim için bu konuda en mükemmel ilkeler ve prensipleri koymuştur. Kendisi uyulması gereken örnek modeldir. Zira o dünyadaki Allah’ın koyduğu sebeplere sarılmış ve bu sebeplere uygun olarak da gerekli tedbirleri elden bırakmamıştır. Bir gün Rasulullah’a: “Ey Allah’ın Rasulü! Tedavi için kullandığımız ilaçlar, şifa isteğiyle okunan dualar ve (düşmanlardan) korunmak için kullandığımız koruyucu aletler hakkında ne buyurursunuz; bunlar Allah’ın kaderinden bir şeyi geri çevirir mi? diye soruldu. Hz.Peygamber, “Bunlar da Allah’ın kaderindendir, buyurdu.”(Tirmizi, Tıb, 21) Hadis kitaplarında bu rivayetin izini sürdüğümüz de Hz.Peygamber döneminde tedavi amacıyla ilaç kullanmanın, şifa isteğiyle dua okumanın ve korunmak için kullanılan bir takım tedbirlerin gerekli olmadığını düşünen insanların olduğu görülmektedir. Bu insanlara göre her şey kaza ve kaderledir ve tedaviye ve alınacak hiç bir tedbire ihtiyaç yoktur. Nitekim Arap yarım adasının çeşitli yerlerinden gelen bazı Araplar Hz.Peygamber’e tedavi olmayalım mı ey Allah’ın Rasulü diye sorduklarında Peygamberimiz “Evet, Ey Allah’ın kulları! Tedavi olunuz” diye cevap vermiştir. (el-Mubarekfurî, Tuhfet’l-Ahvezî, V, 303) Tedaviyi reddeden bu insanların kim oldukları belli olmamakla birlikte, bu rivayet, o dönemde taassup derecesinde her türlü tedbiri reddeden ve fatalist (kaderci) bir anlayışa sahip olan insanların varlığını göstermektedir.  
Oysa ki nebevî sünnet, dindar insanların bile hastalığı için şifa aramak yerine, “belalara sabretmek ve Allah’ın takdirine razı olmak gerek” şeklinde yanlış bir düşünceyle tedavi olmanın yollarını aramaksızın hastalık için ilaç vs. kullanmamalarının doğru olmadığını belirtmektedir. Aksine o, bu tür tedbirlerin Allah’ın bu kainat için koymuş olduğu nizamın bir parçası olduğunu vurgulamaktadır.
O halde yukarıdaki değerlendirmelere göre her şey sebep sonuç ilişkisi içinde cereyan etmekte ve gerek Peygamberimiz gerekse onun eğitiminden geçmiş olan sahabîler tarafından şifayı bulmak için ilaç vs. kullanmak ve okunan dualar ve korunmak için kullandığımız eşyalar sebeplere yapışmanın gereği olarak gösterilmektedir. Bunlar içinde dua da insan hayatının akışını değiştirmede önemli bir fonksiyona sahip görünmektedir. Serlevhada işaret ettiğimiz “kaderi ancak dua değiştirebilir, ömrü ancak iyilik artırır” ifadesi bu gerçeği vurgulamaktadır. Dolayısıyla dua ve sadaka insanın geleceğini belirlemede önemli tesir icra etmektedir. Peki duanın insan hayatına tesiri nasıl olmaktadır?
"Çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek" anlamlarına gelen dua, Kuran'a göre "insanın içten bir kalp ile Allah'a yönelmesi, O'na muhtaç bir varlık olduğunun bilinci ile sonsuz güç sahibi, Rahman ve Rahim olan Allah'tan yardım dilemesi"dir.Peygamberî bir ifadeyle “dua, ibadetin özü ve esasıdır” (Tirmizi, Dua, 1)  Dua başka bir deyişle bilinmek ve işitilmek talebidir. İsteklerinin yerine getirilmesi veya sıkıntılarının giderilmesi için yüksek bir iradeye başvurudur. Dini anlamı içinde dua, talep/istek kadar şükran ve sevgi ifadesi olan insanın Allah’a doğru her hareketi demektir. Böylece Allah ile insan arasında din yolu ile kurulan ilişkinin özü, duada kendini ortaya koymaktadır. (Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, Ank, 1998, s. 213-214).
Dua, insanın duygularını, algılarını, davranışlarını, ruhi ve bedeni sağlığını, hatta maddi olayları değişikliğe uğratan etkiler yapabilmektedir. Ancak, dua eden kimsenin elde edeceği psikolojik değerlerin, bütünüyle o kişinin inancına bağlı bulunmakta olduğu da bir gerçektir. Samimi inanç sürdüğü sürece duanın etkisi kesin ve mutlaktır. (Hökelekli, a.g.e, s. 227-8). Dua, genel olarak insanın bütün ruhî faaliyetlerine bir güç ve canlılık sağlamaktadır. Bazı bilim adamları bunu, kişinin ister içinde, isterse dışında olsun gizli bir enerjinin faaliyete geçmesi olarak yorumlamaktadır. Yani dua vasıtasıyla Allah’la kurulan ilişki ve iletişim sayesinde ilahi enerjinin etkisi, ruhun ihtiyaçlarını karşılamaya, korkularını yatıştırmaya ve bu yolla dış dünyayı değiştirmeye koyulmaktadır. Böylece dua, normal bir durumda kişinin gücünü artırmakta, şuur düzeyinin yükselmesine ve idrak kapasitesinin keskinleşmesine imkan vermekte, olağanüstü işler başaracak güç ve kuvvet kazandırmaktadır. (Hökelekli, a.g.e, s. 228)
Görüldüğü gibi Allah’ı anmak ve ona sığınmak kulun iç dünyasında çeşitli etkiler meydana getirdiği gibi dua vesilesiyle hayatının akışında da önemli tesirler icra etmektedir. Bu hakikati Kur’an çok veciz ifadelerle açıklamaktadır. Zira Kur’an’a göre göklerde ve yerde bulunan herkes Allah’tan ister. Çünkü O, her an yaratma halindedir. (55, Rahman, 29) Allah kulun yaptığı duayı duyar ve ona icabet eder. (40, Gafir, 60). Yine Kur’an’a göre Allah’a dua edene Allah karşılık verir.(40, Mu’min, 60), Allah’ı anan kimseyi Allah da anar (2, Bakar, 152).  Allah kullarına çok yakındır, dua ettikleri vakit dua edenin dileğine karşılık verir. (2, Bakara, 186) Bir hadisi kutsiye göre dua ve ibadetle meydana gelen Allah ile kul arasındaki yakınlaşma Allah’ın sevgisine, bu sevgide kulda duyarlı bir vicdan ve sağduyunun doğmasına yol açmaktadır. (Buhari, Rikak, 38).Bunun gerçekleşebilmesi için hadiste belirtildiği gibi insanın mutlaka karşılık alacağına inandığı bir ruh hali içinde dua etmesi gerekir, aksi takdirde gafil bir kalpten gelen dua kabule şayan olmayacaktır. (Tirmizi, Da’avât, 66). Bir hadisi kutsî de kulun Rabbine gösterdiği ilgi ve sevginin fazlasıyla karşılığını bulacağı anlatılmıştır. (Muslim, Tevbe, 1).
Demek oluyor ki varlıklar dilleri ve halleriyle ibadet, rızık, affedilme ve benzeri konularda Allah’tan yardım isterler. Allah diriltmek, öldürmek, isteyene vermek ve benzeri işlerde her an kainatta tasarrufta bulunmaktadır. Hz.Peygamber’in açıklamasına göre duanın Allah tarafından kabulü halinde O’nun karşılık vermesi birkaç şekilde ortaya çıkmaktadır. Dua edene istediği şey ya bu dünyada hemen verilir veya âhirete saklanır yahut üzerinden istediği iyilik kadar kötülük giderilir. (Ahmed, el-Musned, III, 18). Görüldüğü gibi dua sayesinde insan, hayat çizgisini farklı mecralara kanalize edebilmektedir.
Büyük İslam düşünürü Gazali olayların belli sebeplere bağlanmış olduğunu, mesela kalkanın oktan korunma, suyun bitkilerin büyümesi için bir sebep olması gibi duanın da sıkıntı ve belayı defetmek ve Allah’ın rahmetini çekmek için bir sebep olduğunu belirtmiştir. Ancak dua sonucunda meydana gelecek bir değişiklik, Gazali’nin izahına göre yine tabii sebep sonuç ilişkisine göre ortaya çıkar. Allah: “savaş için gereken hazırlığı yapın” (Nisa, 4/71) derken silah kuşanmamak ve ‘Allah takdir ettiyse çıkar etmediyse çıkmaz’ diyerek tohumu saçtıktan sonra toprağı sulamamak Allah’ın takdirine uymak değildir.( İhya, I, 328-9; Haşiyetu’s-Sindî alâ İbn Mace, I, 81; Karş: Selahattin Parladır, Dua, DİA, IX, 533). Bir hadiste “deveyi bağla, sonra Allah’a tevekkül et” anlayışı tam da bu hakikati vurgulamaktadır. (Tirmizi, Kıyamet, 60).
Allah’ın takdiri değişmeyeceğine göre duanın faydası nedir? Dua takdiri değiştirebilir mi? Olaylar önceden sebep-sonuç ilişkisiyle bir birine bağlanmıştır. Sebeplerin sonuçları doğurması zaman içinde meydana gelir. İyilik veya kötülüğü takdir eden bunlar için de bir sebep takdir etmiştir. Dua kötülüğün giderilmesi veya iyiliğin sağlanması için bir sebeptir. Duanın bir faydası da kalpte Allah inancının kökleşmesini sağlamasıdır ki bu da ibadetin hedefidir. (İhya, I, 328-9).
Dua, insan hayatının akışını değiştirmesi bağlamında insanın iç dünyasını her türlü günah ve hata kirinden arındıran önemli bir ibadettir. Başka bir deyişle insanın ahlak ve karakteri üzerinde olumlu etkileri de bilinmektedir. Hz.Peygamber “Allah’ım, hatalarımı kar ve dolu suyu ile temizle; beyaz elbiseyi kirden arındırdığın gibi kalbimi günahlardan arındır” (İbn Mace, Dua, 3) ifadesiyle duanın insanın iç dünyasını temizleyip ruhi arınmaya vesile olduğunu ve insanın ruhunu arındırma konusundaki tesirine dikkat çekmiştir. Bugün de sık sık yapılan ve bir alışkanlık haline gelen duanın karaktere etki ederek onun temizlenip olgunlaşmasına yol açtığı kabul edilmektedir. (A. Carrel, Dua, s. 32) Böylece dua, kişide zihnî, manevî ve ahlaki güçlerin daha iyi kullanılmasına, yücelip güçlenmesine, ümit ve inancın canlanmasına, endişe, sıkıntı ve korkunun yatışmasına ve kişiliğin en üst derecede bütünleşmesine imkan sağlayan bir etki gücüne sahip bulunmaktadır. (Hökelekli, a.g.e, s. 231)
Duanın insanın iç dünyasını arındırma ve hayatının akışını değiştirme fonksiyonu olduğu gibi gerek uzvî, gerekse ruhî bir takım hastalıkları tedavi edici özelliği olduğu çok eski dönemlerden beri bilinmektedir. Sahabî Enes b. Malik (r.a) anlatıyor: Hz.Peygamber çok zayıf ve çelimsiz bir zatla karşılaştı ve ona “Allah’a dua ediyor ve ondan bir şey istiyor musun?” diye sordu. O zat : Allah’ım bana ahirette ne ceza vereceksen, onu bana dünyada ver,” diyorum,” dedi. Bunun üzerine Hz.Peygamber (sinirlenerek): “Subhanallah! Sen buna takat getiremezsin, senin buna gücün yetmez, “Allah’ım bize bu dünyada iyilik, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennemden koru!” deseydin ya! buyurdu. Daha sonra Allah’a onun için dua etti de Allah da şifasını verdi.” (Muslim, Zikir, 23).
Bu olay bize duanın nasıl yapılması gerektiğini ve Peygamberin halis bir kalple yaptığı duanın semeresini verdiğini göstermektedir. Hasta olan insanlara dua etmesi Hz.Peygamber’in genelde yaptığı davranışlar arasındadır. Zira o, duanın mükemmel bir tedavi vasıtası olduğunu çok iyi bilmektedir. O dönemde Hz.Peygamber başta olmak üzere bir çok kimsenin başvurduğu bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Hz.Peygamber ilaç vb. maddi yöntemlere önem verdiği gibi zaman zaman dua ile tedavi yöntemine de başvurmuştur. Saib b. Yezid’in teyzesi Saib’i Hz.Peygamber’in yanına götürüp “Ey Allah’ın Rasulü! Kız kardeşimin oğlu rahatsızdır, bir dua ediverseniz” demesi üzerine o, çocuğun başını eliyle sıvazlamış ve ona bereket duası etmiştir. (Buhari, Vudû 40) Saib b. Yezid doksan-dört yaşında bünyesi sağlam, çevik, boyu posu dimdik ve o yaşta gözünün görmesini ve kulağının işitmesini Hz.Peygamber’in bu duasının bereketi ile olduğunu ifade etmektedir. (Buhari, Menakıb 21, 22) Yine bir başka kadın Hz.Peygamber’e oğlunu getirerek “Ey Allah’ın Rasulü! Bu çocuk rahatsızdır. Ben onun (ölmesinden) korkuyorum. Bu hastalık sebebiyle gerçekten (toprağa) üç çocuk gömdüm” demiştir. Hz.Peygamber muhtemelen bu çocuğa duasını esirgememiş ve kadına moral verecek şu ifadeyi sarf etmiştir: “Muhakkak cehennemden kuvvetli bir mâni ile korundun.” (Muslim, Birr ve Sıla 156 ) Yine o, kim eceli yakın olmayan bir hastayı ziyaret eder de “Büyükler büyüğü arşın sahibi Allah’tan şifa vermesini isterim” şeklinde yedi defa söylerse hastanın şifa bulacağını ifade etmiştir. (Tirmizi, Tıb 32)
Uzvî rahatsızlıkların tedavisinde de duanın şifa ile sonuçlanan olumlu etkiler meydana getirdiği bugün bilimsel gözlemlere dayalı olarak kabul edilmektedir. Esasen, her türlü hastalığın tedavisinde, gerek hasta gerekse hekim açısından önem taşıyan hususların başında şüphesiz ki “hastanın maneviyatını güçlendirme ve moralini yükseltme” gelmektedir. Bir çok ağır vak’ada inançlı ya da tecrübeli hekimler, hastalarına öncelikle dua etmelerini tavsiye etmektedir. Özellikle her türlü tedavinin imkansız ve başarısız olduğu hallerde duanın sonuçları kesin olarak belirlenebilmektedir. Bilimsel araştırmalar özellikle başkası için yapılan duanın, kişinin kendi kendisi için yaptığı duadan daha etkili ve verimli olduğunu göstermiştir. Hasta insanlar için şifa dileme, okuyup üfleme, bazı kutsal mekanları ziyaret etme gibi uygulamaların tarihten günümüze en yaygın şekilde kullanıldığı göz önüne alınırsa, insanların dini inanç ve dua yoluyla bazı uzvî ve ruhî sorunlarına pratik çözümler bulduklarını ya da bulacaklarına olan güven umutlarını sürdürdüklerini söyleyebiliriz. (Hökelekli, a.g.e, s. 232-233) Öyle ki elinden gelen her şeyi yapan ve çaresiz kalan kimsenin Allah’a olan samimi yönelişi bazen ona mucizevi bir şifa, kurtuluş ve aydınlık sağlar. Nitekim çaresiz kalmış bazı hastalarda duanın şifa verici tesirine şahit olunduğu bilinmektedir.(A. Carrel, Dua, 12-13, Krş: Parladır, Dua, DİA, IX, 533).
 Nitekim Hz.Peygamber de başkalarına yapılan duanın daha etkili ve verimli olduğu bağlamında dua ile tedaviyi türlü şekillerde uygulamıştır.Gözleri kör veya çok az gören bir adam Hz.Peygamber’e gelip “Benim için Allah’a dua et, bana afiyet versin” diye istekte bulunmuş, Hz.Peygamber de adama güzelce abdest almasını iki rekat namaz kılmasını ve “Allah’ım! Şüphesiz ben senden isterim ve rahmet Peygamberi olan Muhamamed ile sana yönelirim.” şeklinde dua etmesini önermiştir. (İbn Mace, İkamtu’s-Salat, 189) Hz.Aişe de Hz.Peygamber’in insanlardan her hangi birine kendi bereketli eliyle meshedip sıvazlayarak şu sözlerle Allah’a sığındırma duası yapmıştır: “Ey İnsanların Rabbi! Şu hastalılığı giderip şifa ihsan et. Şifa verici ancak sensin. Sen’in şifandan başka hiç bir şifa yoktur. Öyle bir şifa ver ki, hasta üzerinde hiçbir hastalık izi bırakmasın!” (Buhari, Tıb, 40) Yine Hz.Aişe’nin rivayetine göre Hz.Peygamber ruhunun kabzolunduğu hastalığı sırasında Muavvizat (Felak ve Nâs) sürelerini okuyarak kendisi üzerine üfler, nefes ederdi. Hastalığı ağırlaşınca, bu süreleri kendisine ben okur, üfler ve elinin bereketinden dolayı kendi eliyle ona meshettirirdim.” (Buhari, Tıb, 41).
Hz.Peygamber sözlü duanın yanında kişinin fiili dua olarak da çaba sarf etmesini önemle vurgulamıştır. Fiili dua, kişinin herhangi bir isteğine ulaşmak için elinden gelen her şeyi yapmasıdır. Örneğin hasta bir kişinin sözlü duanın yanı sıra mutlaka uzman bir doktora başvurması, kendisi için faydalı ilaçları kullanması, gerekli ise hastanede tedavi görmesi, hassas bir bakım altında olması da gerekebilir. Bundan dolayı Hz.Peygamber tedavi olmuş, ailesi ve ashabından da hastalığa yakalananlara ilaç vb. şeylerle tedavi olmalarını emretmiştir. Nitekim Hz.Peygamber Ubeyy b. Ka’b’a bir doktor göndermiş ve bu doktor onun bir damarını kesmiş, sonra da üzerini dağlamıştır. (Muslim, Selam, 73). Çünkü Allah dünyada meydana gelen tüm olayları belli sebeplere bağlamıştır. Dünyadaki ve evrendeki her şey Allah'ın koyduğu kanun ve kurallara göre işler. Dolayısıyla kişinin de bu sebeplere uygun olarak gerekli tedbirleri alması, ancak bunları etkili kılacak olanın Allah olduğunu bilerek, tevekkül, teslimiyet ve sabırla sonucunu Allah'tan beklemesi gerekir.
Netice itibariyle ortaya çıkan bu veriler, Hz.Peygamber’e isnad edilen “kaderi ancak dua değiştirebilir, ömrü ancak iyilik artırır” ifadesindeki hakikati destekler mahiyettedir. Bütün koşullarını yerine getirerek ve samimi bir inançla yapılan duanın tesiri kuvvetle muhtemeldir. Zira insan kendi eliyle yaptıklarının karşılığını görecektir. İnsan için çalışmasının dışında başka bir şey yoktur. Bu sebepledir ki insan ne yapabiliyorsa elinden ne geliyorsa onu yapmalıdır. Dua edebilen dua etmeli, bir çalışma imkanına sahip olan vakit geçirmeden yapmalı, çeşitli hastalıklardan, bela ve musibetlerden korunmak için gerekli tedbirleri alarak korunmalıdır. Peygamberî bir ifadeyle kişi arzu ettiği şeyin ne olduğuna bir bakmalı ve iyice düşünmelidir. Çünkü kişi hakkındaki takdirin ne olduğunu bilmez. (Tirmizî, Da’avât, 132)Bu yüzden İnsan oğlu ne olduğunu bilmediği Allah’ın takdirini yine O’nun takdiri çerçevesinde değiştirmek için elinden geleni yapmalıdır. Zira Allah’ın takdiri insanın yapıp-etmelerine ve aldığı tedbirlere engel değildir. Aksine dua kaderi geri çevirebilir, insanın samimi yakarışı ve fiili çabası Allah’ın rahmetine ve ona icabet etmesine yol açabilir. Dolayısıyla insana musibetin isabet etmemesi, o hususta güçlü bir inançla dua etmesine bağlıdır. Dua ederse kaza ve hoşlanmadığı musibet ona isabet etmez. Ya da ümit ettiği veya olmasını istediği olay o dua vesilesiyle gerçekleşir.

PEYGAMBERİN HASTALIĞI VE ÖLÜMÜ





PEYGAMBERİN HASTALIĞI VE ÖLÜMÜ
Rivayete göre Allah Resulü (as) bir rivayete göre 13 gün, yine denildiğine göre de yedi gün hastalandı. Hastalığının ilk günlerinde eşi ve annemiz Hz. Meymune’nin (ra) evinde kalı­yordu. Ancak hastalığının şiddetinin artması üzerine, eşlerin­den izin alıp, tedavisinin eşi Hz. Aişe’nin evinde kalarak sür­dürülmesini istedi.[1]
Bunun üzerine Peygamber (as) amcası Abbas ile yeğeni ve damadı Hz. Ali’nin omuzlarına dayanarak Hz. Aişe’nin evine geldi. Allah Resulü’nün hastalık sebebi, Hayber’de ye­miş olduğu bir yemekten dolayı idi. Çünkü ikram edilen ete zehir konmuştu. Buhari Hz. Aişe’den rivayet ediyor, Hz. Aişe diyor ki:
Allah Resulü’nün ölümüyle sonuçlanan bu hastalığında Allah Resulü (as) şöyle buyurmuş:
“Ey Aişe! Ben hala, Hayber’de yediğim o yemeğin, etin acısını hissediyorum. İşte şu anda yediğim o zehirli et sebebiyle kalbimin damarı çatlayacak gibidir.”[2]
Allah Resulü’nün hastalığının şiddeti artınca, başından aşağıya su dökmelerini istemiş, onlar da başına su dökerek ateşi düşürmeye çalışıyorlardı. Çünkü ateşli hastalıktan, sıt­madan aşırı derecede rahatsızdı.
Rivayet olunduğuna göre Allah Resulü’nün (as) ölüm zamanı yaklaşınca, ölüm meleği yanına gelir ve kapıyı çalar. Peygamber (as) ey Fatıma! Kapıda kim var? diye sorar. O da, babacığım! Bir ziyaretçi, diye söyler. Allah Resulü (as) pe­ki onu tanıyor musun, der. Fatıma, hayır, tanımıyorum, der. Bunun üzerine Peygamber (as): “ey Fatıma! O gelen, lezzeti kaçıran, cemaatleri birbirinden ayıran, erkek ve kız çocuklarını yetim bırakandır. Ona kapıyı aç! Bunun üzerine onun sesini işitti fakat onu göremiyordu. O şöyle diyordu:
Ey Nübüvvet ve risalet evinin halkı! Size selam olsun. Allah Resulü (as) de Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi sizin de üzerinize olsun, diye selamını aldı ve ey kardeşim! Ey Az­rail beni ziyarete mi geldin yoksa ruhumu almaya mı? diye sordu.
Azrail de: Ey sevgilim, habibim! Ben bu dünyada bu­gü­ne dek senden önce hiçbir kimseyi ziyarete gelmedim. An­cak sana karşı şefkat ve merhametle, seni üzmemekle emr­olundum. Eğer ruhumu al, dersen, alacağım, eğer dön git, dersen, dönüp gideceğim, diye cevapladı.
Bunun üzerine Allah Resulü (as) sana Allah adına yemin veriyorum, Kardeşim Cebrail’i nerede bıraktın, o gelene dek, ruhumu alma, dedi.
Azrail (as) de, onu gökte bıraktım, ruhun ile alakalı ola­rak melekler ona taziyede bulunuyorlar, dedi. Azrail’in sözleri henüz bitmişti ki, Cibril-i Emin şöyle diyerek iniverdi:
Ey Muhammed! Rabbinin sana selamı var ve sana diyor ki: Sen Onun Resulüsün, elçisi ve en seçkin kulusun, Mutsa­fasısın. Dilersen eğer, tıpkı Peygamberi Nuh’un (as) ruhunu ertelediği gibi seni de erteleyecek! Bunun üzerine Allah Resulü (as) Peki ey Cebrail, bunun ötesi ne var? Diye sorması üzerine, Cebrail, senin Allah ile kavuşman vardır.
İşte bunun üzerine Allah Resulü (as): “Ey Azrail, ruhumu al” diye buyurdu.
Azrail (as), Allah Resulü’nün mübarek ruhunu almaya başladı. Canının kesilmesi dizlerine kadar ulaşınca, dedi ki; “Allah’ın kendisine nimet verdikleriyle beraberdir” dedi, gö­beğine kadar ulaşınca, “dönüşümüz ancak Allah’adır” dedi, cani göksüne dayanınca, Biz Allah’tan geldik” dedi. Can bo­ğa­za gelince, “Aman ya Rabbi, bu ölüm acısı ne kadar da zormuş” dedi.
Bunun üzerine kızı Fatıma (ra) da: “Bugünden itibaren senin sıkıntına, yokluğuna dayanmak gibi bir başka acı ola­maz babacığım, aman ya Rabbi bu nasıl bir acı!” dedi. 
Peygamber (as) kızı Fatıma’nın bu üzüntüsü üzerine, “Kızım, artık bugünden sonra baban bir sıkıntı ve ıstırap ya­şamayacaktır” dedi. Allah Resulü’nün yanı başında bir tasın içerisinde su bulunuyordu. Allah Resulü elini buraya daldırı­yor ve bununla yüzünü, yanaklarını serinletiyor ve şöyle di­yordu: Refik’i A’la’ya, Refik’i A’la’ya, doğrusu ölüm anının da sıkıntıları varmış.
Allah Resulü’nün (as) ölümü üzerine kızı Fatıma: “Vah babacığım! Dua ede ede Rabbinin çağrısına icabet etti. Vah babacığım, Firdevs cenneti yerin olsun. Vah babacığım! Ba­bacığım, acısına Cebrail’i bile çağırdığımız babacığım!
Allah Resulü (as) defn edilince, Hz. Fatıma Enes’e: “Ey Enes! Allah Resulü’nün üzerine toprak örtmek nasıl yüreğiniz elverdi?” diye konuşmuş.[3]
Peygamber (as) Hz. Aişe’nin evinde, onun kucağında, başı onun göksüne dayalı olarak vefat etti.[4]
Peygamber (as) Hz. Aişe’nin evinde vefat ettiği yerde toprağa verildi.[5]
Kardeşim! Allah Resulü’nün (as) ölüm anındaki bu halini görüp öğrendikten sonra ne düşünürsün söyler misin? Acaba ölüm anında bizin halimiz ne olacak bilir misin? Al­lah’tan ölüm anında bizleri ölüm sarhoşluğunun verdiği sı­kıntılardan korumasını, bu anın kolayca geçmesini dileriz. Son nefesimizi mutluluk ve huzur içerisinde teslimini isteriz. Çünkü O her şeyi işiten ve dualara icabet edendir.
Peygamber ‘den (as) gelen rivayete göre O (as) şöyle buyurmuştur: “Doğrusu ölümün öyle bir şiddet ve sı­kıntısı vardır ki bu, üç yüz kılıç darbesinden çok daha şiddetlidir.”
Kardeşim! Bilmelisin ki, mümin can çekişme noktasına gelince, Azrail’e onun canını alması için emir verilir. Azrail de bu mümin kişinin yanına güzel bir surette, güzel kokular içerisinde olarak gelir. Onun ruhunu almaya başlar ve canını alırken de tıpkı yağdan kıl çekercesine, onun canını alır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Size vekil kılınan, bu konuda görevlendirilen ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüle­ceksiniz.” (Secde, 32/11)
Azrail ile birlikte rahmet melekleri de onun ruhunu al­ması için orada hazır bulunurlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Nihayet birinize ölüm geldi mi elçilerimiz, görevli me­leklerimiz onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur et­mez­ler.”(En’am, 6/61)
Melekler mümin kulun yanına geldiklerinde onu cen­netle müjdelerler. Olabileceklerden dolayı kendisi için bir korku olmayacağını söylerler, geride kalanlar için de mahzun olmamasını öğütlerler.
Yüce Mevla buyuruyor: “Şüphesiz Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yola yürüyenlerin üzerine melek­ler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vadolunan cennetle sevinin.”(Fussilet, 41/30)
Melekler kendisini cennetle müjdelediklerinde sevinir ve mutlu olur, artık bundan böyle ölümü sever.
Müslim’in Hz. Aişe’den rivayetine göre, demiş ki Pey­gamber (as) şöyle söyledi:
“Kim Allah’a kavuşmayı isterse, Allah da onunla ka­vuş­mayı ister, kim Allah’a kavuşmayı istemezse, bundan hoşlanmazsa, Allah da o kuluna kavuşmayı istemez.”[6]
Hz. Aişe diyor ki, dedim ki, ey Allah’ın Resulü! Ben ölümden hoşlanmıyorum, bu nasıl olacak? Diye sordum. Bunun üzerine Allah Resulü (as) şöyle buyurdu: “Ey Ebu Kuhafe’nin kızı! Bu, senin bildiğin gibi değildir. Bu, şu demektir. Mümin öleceğinde melekler onu cennet ile müjdelerler. İşte bundan dolayı da mümin bir an önce Allah ile, Rabbiyle kavuşmayı diler. Allah da böyle kulu ile kavuşmayı sever. Kafir kimseye gelince, ölümle pen­çeleşmeye başladığında melekler onu azap ile müjdeler­ler. İşte böyle biri de Allah ile kavuşmayı istemez, hoş görmez, Allah da böyle bir kulu ile karşılaşmayı istemez.” [7]
Nesai de Ebu Hureyre’den (ra) rivayet ediyor, demiş ki Allah Resulü (as) şöyle buyurdu: “Mümin ölüm döşeğinde iken, rahmet melekleri beraberlerinde beyaz bir ipekle gelirler. Şöyle derler: Sen Rabbinden hoşnut ve Rabbin senden memnun olarak çık, Rabbinin huzuruna, Onun rahmetine ve Onun sana karşı öfke duymadığı huzuruna çık git. Ruh böylece misk kokusundan daha güzel ve hoş bir koku ile çı­kar, ayrılır. Hatta öyle ki o ruhu melekler elden ele dolaştırırlar. Böylece ta gelip gök kapısına da­yanırlar. Melekler o ruhu getiren meleklere: dünyadan getirmiş olduğunuz bu ruh ne kadar da güzel kokular saçıyor, derler. İşte böylece müminlerin ruhlarını getirir­ler, melekler bundan dolayı büyük bir sevinç ve mutluluk duyarlar. Tıpkı yitiğini bulmuş birinin duyduğu sevinç ve mutluluk gibi. Bu arada; filan kimseye ne oldu, filan kişi ne yaptı, diye sorarlar. Bunun üzerine çevresindekiler derler ki, dokunmayın, ona, o henüz dünya kederini üze­rinden atmış değildir, fazla sormayın. Kendilerine, filan kimse de ölmüştü ve size, yanınıza gelmiş­ti, derler. On­ların buna cevabı, o, cehennem ateşini boyladı, olur.
Kâfir olanlara gelince, ölüm döşeğine düşünce kâfir, azap melekleri yanına bir pala ile gelirler ve kendi­sine, Allah’ın gazabını ve öfkesini hak ettiğin halde çık git Allah’ın azabına! Böylece kâfirin canı, en iğrenç bir halde kokuşmuş bir şekilde bedeninden ayrılır. Böylece onu alıp dünya kapısının önüne getirirler. Oradakiler, bu iğrenç koku imiş, diyerek rahatsızlıklarını dile getirirler. Böylece onu da kâfirlerin ruhlarının yanına getirip katar­lar.”[8]
İşte mümin olan bir kimsenin ölüm sebebiyle olan se­vinci böyle olacaktır. Çünkü mümin böylece Rabbisine ka­vuşmaktan mutlu ve memnun kalacaktır.
Rivayete göre Bilal b. Rebah ölüm döşeğinde iken, yanı başında hanımı üzülerek velveleye başlar ve Ahh der: Bilal, hanımına şöyle bir bakar ve ona, sakın ha ah deyip üzülme, eğer diyeceksen, ne mutlu ona, de, diyerek uyarır. Devamla şöyle der: çünkü şu anda ben adeta geceleyin, düğüne ve zifafa hazırlanan damat gibiyim. Çünkü yarın sevdiklerim Muhammed (as) ve arkadaşlarıyla beraber olacağım. Behey zavallı kadın ağlayacaksan sen kendi haline ağla. Çünkü ben uzun yıllar hep bunun için, bugün için ağlayıp durdum.
Şairin biri şöyle seslenir:
Annen seni doğururken sen ağlamakta idin
Oysa çevrendekiler gülüp eğlenmede idi
Çalış öyle bir gün için herkes ağlarken çevrende
Ölümün geldiği gün sen mutlu gülücüklerle git cen­nete
Anlatıldığına göre Salihlerden biri yürürken yolda, tanı­madığı biri selam verir o anda. Adam ona, sen beni tanıyor musun, diye sorar. Adam, hayır, ben seni tanımıyorum, ben ölüm meleğiyim, der. Bu defa o Salih kul, ölüm meleğine, ey uzun zamandır kayıplara karışmış olan sen, hoş geldin, Safalar getirdin, der. Ölüm meleği, bu Salih adama, git, işini, ihtiyacını gör de gel, deyince, adam meleğe, Allah’a yemin olsun ki, benim Allah’ıma kavuşmaktan başka bir ihtiyacım yoktur, der. Sana Allah adına yemin veriyorum, ne olur, canımı al, melek de o şahsın canının yolda iken alır.
Aslında mümin olan bir kimse ölüm sebebiyle mutluluk duymalıdır. Çünkü mümin kişi, ahirete inancı olan kimse demektir, hesap gününe iman eden insan demektir. İşte mümin böyle bir gün için amel işler ki, işlediği amelinin kar­şılığını yarın görebilsin.
Düşün bir kez, adam aylıklı olarak çalışıyor, şimdi böyle bir kimse, ay sonunda çalışmasının karşılığını beklemez mi hiç? İşte mümin olan bir kimse de böyledir. O ölüm sebe­biyle mutlu olur. Çünkü o, bu sayede çalışmasının karşılığını bulacaktır. Çünkü Allah güzel iş ve davranışlarda bulunanla­rın işlerini boşa çıkarmaz. İşte işin bu noktasında yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muttaki olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hala akıl erdirmiyor musun?” (En’am, 6/32)
Kafirlerin durumuna gelince, Azrail (as) onlara, oldukça korkunç bir şekilde gelir. Kapkara bir yüz, üstünde kokuş­muş bir giysi ile gelir, onun canını çok şiddetli ve eza vere vere alır. Canını alırken adeta ipeği dikenden koparıp aldığı gibi alır. Ya da yündeki dikenleri, pıtrağı ayıklarcasına ruhunu alır. İşte böyle bir anda tıpkı eşeğin ses çıkardığı gibi ses çıkarır. Bu arada Azrail (as) ile birlikte azap melekleri de gel­mişlerdir. Onu veyl ve sebur ile cehennemdeki en şiddetli ceza uygulamasının gerçekleştiği yerlerle korkuturlar. Onun yüzünden ve sırtından kamçılarla kırbaçlarlar ve bu arada şöy­le derler: Allah’ın gazabı ve azabı üzerine olarak, Allah sen­den hoşnut olmayarak çık.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: “O zalimler, ölümün bo­ğucu dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: ‘Haydi canlarınızı kurtarın! Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun ayetlerine karşı kibir­lilik taslamış olmanızdan ötürü bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız!’ derken onların halini bir görsen!” (En’am, 6/93)
Nitekim yine yüce Allah buyuruyor: “Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak ve ‘tadın yakıcı cehennem azabını’ diyerek o kâfirlerin canlarını alırken bir görseydin.” (Enfal, 8/50)
Yine yüce Allah buyuruyor: “Ya melekler onların yüzle­rine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak!” (Muhammed, 47/27)
Rivayete göre Hz. İbrahim (as) ölüm döşeğinde iken ölüm meleği yanına gelir. İbrahim (as) ölüm meleğinden kâfir olan kimselerin canlarını alırken hangi suret ve şekilde onlara gözüktüğü yüzünü, kendisine göstermesini ister. An­cak ölüm meleği, sen benim o şeklimi görmeye tahammül edemezsin deyince, İbrahim (as) aksine ben, dayanabilirim, diye ısrar eder. Bunun üzerine ölüm meleği, öyleyse birazcık yüzünü diğer tarafa çevir hele, der ve ölüm meleği, kâfirlerin ruhlarını alacağında göründüğü şekle girer ve sonra dön ve bana bak der. İbrahim (as) ölüm meleği o dehşet saçan şek­liyle görünce, ürperdi ve bayılıp düştü. Aklı başına geldikten sonra, Azrail (as) ona, beni nasıl gördün, diye sorar. İbrahim (as) ona:
Vallahi kardeşim Azrail, senin o şekil ve suretini görme­nin dışında eğer kâfirlerin başkaca bir azabı olmayacak olsa bile, senin o şekilde onlara gözükmen azap olarak onlara yeter, der.
İşte ölüm anında herkes bu gerçeği açıkça görecek ve hakikat de meydana çıkacaktır. Nitekim Peygamber (as) şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar uykudadırlar, öldüklerinde uyanırlar.”[9]
Kâfirler ve münafıklar bu gerçeği gördüklerinde ayacak­lar ve beni tekrar dünyaya geri gönder, diyecekler ama ne çare.
Yüce Allah buyuruyor: “Nihayet onlardan (müşrikler­den) birine ölüm gelip çattığında: ‘Rabbim! de, beni geri gönder,’ Ta ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş ve hare­ketler yapayım.’ Hayır! Onun söylediği bu söz boş laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar süren bir berzah vardır.” (Müminun, 23/99–100)
Yüce Mevla buyuruyor: “Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam, demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın.” (Münafikun, 63/10)
Şanı yüce Allah yine buyuruyor: “Kişinin Allah’a karşı aşırı gitmesinden dolayı bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim, diyeceği günden sakının! Veya: Allah bana hidayet verseydi, elbette sakınanlardan olur­dum, diyeceği yahut azabı gördüğünde: keşke benim içim bir kez dönmeye imkân bulunsa da iyilerden olsam, diyeceği günden sakının. Hayır dönmeyeceksin! Ayetle­rim sana gelmişti de sen onları yalanlamış, büyüklük taslamış ve inkârcılardan olmuştun.” (Zümer, 39/56–59)
Ancak dönüş nereden olacak ki! Dünyadaki aşırılıkların­dan dolayı duyduğu pişmanlığın da artık bir yararı olmaya­caktır. Ona ölüm öğüt vermiş, olaylar kendisine nasihatte bulunmuştu ama o bunlardan hiç öğüt almadı, yaptıklarına pişmanlık duyup da Tevbe etmedi ve Allah’a dönüş yap­madı. Dolayısıyla ölüm anındaki tevbesi ve pişmanlığı da asla bir işe yaramadı ve yaramayacaktır da.
Bak yüce Mevla ne buyuruyor: “Yoksa kötülükleri ya­pıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca “Ben şimdi Tevbe ettim” diyenler ile kâfir olarak ölenler için kabul edilecek Tevbe yoktur. Onlar için acı bir azap ha­zırlamışızdır.” (Nisa, 4/18)
Kardeşim! Şurasını iyice bilmelisin ki, Azrail (as) her­hangi bir kimsenin ruhunu alınca, çevresindekiler bundan dolayı bağırışı durur ve ağlaşırlarken, o şöyle der: Kimin için bu çığlıklar, kime ağlıyorsunuz? Allah’a yemin olsun ki ben, ne onun eceline karıştım, ne de rızkına. O yaşayacağı kadar yaşadı ve rızkını da dilediğince yeyip tüketti. Aksine Rabbi onu çağırdı. Ağlayacak varsa kendisine ağlasın. Çünkü ben, sizler için hep dönüp dönüp tekrar geleceğim. Bu gelişim ta ki sizlerden bir tekiniz bile yeryüzünde kalmayana veya bı­rakmayana dek devam edecektir. Ölen kimse tabuta konu­lup taşınınca şöyle seslenir:
Ey geride bıraktığım eşim, çocuklarım! Dünya benim eğlenip oynadığı gibi sisinle de oynamasın. Ben, helal-haram demeden mal biriktirdim. Sonra da birikimim arkamdakilere bıraktım. Artık mal sizin, ama sıkıntısı benimdir. Benim ba­şıma gelenlerin sizin de başınıza gelmemesi için sizi uyarıyo­rum.
Eğer ölen kimse inanmış biri ise, benim için acele edin, der. Eğer ölen kişi inkârcı veya fasık biri ise, yazıklar olsun ona, onu nereye götürüyorsunuz, der.
Behey gafil kardeşim uyan gaflet uykusundan, kalk derin uykundan, ailenden, yakınlarından ve tanıdığın çevrenden ölmüş olanlardan kendin için ders çıkar, ibret al. Bilmelisin ki sen de onların varacakları yere gideceksin, yakın olan ge­lecek mutlaka seni de bir gün bulacaktır. Başına gelecek olan ve gelmesi de kesin olan şeyden kurtulmaya bak, ken­dini kurtarmaya bak. Uzun uzun emeller peşinde dalıp durma. Bu, seni aldatmasın. Mademki bir şey gelecektir, o halde o gelecek olan şey yakındır, demektir. Kaldı ki Allah da yaptıkların şeyler sebebiyle seni gözetip durmaktadır. Ömür ne kadar uzun olursa olsun, o da gelip geçer, sanki tüm ömür bir an imiş gibi gelir. Öyleyse ömründen geçen günle­rini bir değerlendir, geçirdiğin o zamanlar sanki bir an imiş gibi gelmiyor mu sana? İşte ömür de böylece bir an gibi geçip gider ve son bulur. Nitekim şair ne güzel söyler:
Geçen geçip gitti, beklenen ise gayptır
Senin için önemli olan bil ki bu andır
Anlatıldığına göre Nuh (as) ölüm döşeğine düşünce -ki kendisi 1300 yaşında idi- Azrail (as) kendisine: Ey peygam­berler içerisinde en uzun ömür yaşayan peygamber! Bu dün­yayı nasıl buldun, der. O da şu cevabı verir:
Allah’a yemim olsun ki ey kardeşim, ey Azrail! Bu dünya adeta iki kapılı bir han gibidir. Birinden içeri girdim, diğerin­den de çıkıp gidiyorum. Eğer bu kadar bir hayat yaşamış olan Nuh (as) böyle diyorsa, ey Muhammed (as) ümmeti, söyleyin bakalım, biz ne diyelim. Çünkü bizim ömürlerimiz nihayetinde 60 ila 70 yıl arasındadır. Doğrusu içimizden bu sınırı aşanlar da pek azdır. Nitekim Peygamber (as) efendi­miz şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetimin ömürleri 60 ila 70 yaş arasıdır. Bu sınırı geçenler ise oldukça azdır.”[10]
Bir başka hadislerinde de Allah Resulü (as) şöyle buyu­ruyor: “Ömrün süresi, savaşı 60 ila 70 yıl arasında geçer durur.”[11]
Peygamber (as) vefat ettiğinde yaşı 63 idi. Nitekim Ebu Bekir (ra) öldüğü zaman o da 63 yaşında bulunuyordu. Hatta Ömer’in (ra) ölümü de 63 yaşında iken olmuştur. Ni­tekim Peygamber’in (as) damadı Ali (ra) de 63 yaşında iken vefat etmiştir. Dipnotta da belirtildiği gibi bu bilgiler Müs­lim’de yer almaktadır.
Evet, eğer yaşın bu noktaya ulaşmışsa artık yolculuk için gereken hazırlığı yap. Uzun emeller seni aldatıp yolundan alıkoymasın. Şurası unutulmamalıdır ki, kişinin ömrü ne ka­dar uzarsa, hayattan olan beklentileri, emel ve umutları da o oranda artar, dünyaya olan hırs ve düşkünlüğü de o oranda fazlasıyla artar. Nitekim Peygamber (as) şöyle bu­yur­mak­tadır:
“Kul yaşlanınca, onunla birlikte iki haslet de büyü­meye başlar, bunlardan biri hırs ve diğeri de uzun emel.”[12]
Kardeşim! Artık bundan böyle hep ölümü hatırla, ken­dini bir hesaba çek, Rabbine itaatkâr ol. Kaldı ki sen, ne za­man seni öteki âleme çağıracak sesin ne zaman çağıracağını bilmiyorsun. O davet geldiğinde istesen de istemesen de sen ona icabet edecek ve onu geri çevirmeyeceksin.
Sanma ki yalnız hastalar ölür, her gün nice sağlıklı kişiler bu dünyaya veda ediyorlar, nice hasta ve yatalaklar da var ki ölümü bekledikleri halde bir türlü ölemiyorlar. Nitekim şair ne güzel söyler:
Nice sağlıklı kimseler öldüler hiç hastalanmadan
Nice hastalar beklerken ölümü yaşadılar bir ömür boyu
Hemen her gün işitir dururuz, filan kimse ölmüş, oysa dimdik ayaktaydı, diye, filanca kimse de oturduğu yerde öle kalmış, falancası da uykuda öle kalmış diye. Artık bundan böyle Allah’a karşı itaatkâr ol. Artık Rabbinin adını asla dilin­den düşürme. Ölüm hangi halde seni yakalarsa yakalasın, o gelince mutlaka seni iman üzere bulsun ve sen de hep saa­det ehli ol, mutlu ol.
Şair Ber’i de şöyle sesleniyor:
Herkesin bir ömrü var, gün gelir biter
Ölüm, içinde allak bullak olacağı dar bir kabir
Allah’tan dileğimiz bizi iman üzere öldürmesidir. Bize son nefeste, mutlu bir son ile ruhumuzu teslim etmemizi bize nasip eylesin. Ölüm anında ise, ölüm sıkıntılarından, dertlerinden ve şiddetinden bizi korumasını dileriz. Çünkü Allah işiten, dualara icabet edendir. Güç, kuvvet ve kudret yüceler yücesi Allah’a aittir. Onun gücü, kuvveti ve kudreti üzerinde başka bir güç ve kuvvet asla yoktur.
Kardeşim! Unutma ki, ölmek üzere olan bir kimsenin yanında yer alan kimse, iyilikten başka bir şey konuşmasın. Nitekim Sünen sahiplerinden gelen rivayete göre, Ümmü Seleme’den (ra) rivayete göre, Peygamber (as) şöyle buyur­muştur:
“Hastanın veya ölenin yanında bulunduğunuz zaman, sadece hayır, iyilik konuşun. Çünkü melekler, konuşu­lanlara ‘Âmin’ diye katılırlar.”[13]
Yine Müslim’in de Ümmi Seleme’den yaptığı rivayete göre, Ümmü Seleme demiş ki; Allah Resulü (as) Ebu Se­leme’nin yanına girdi, Gözleri açıktı, gözlerini kapattı. Sonra şöyle buyurdu:
“Şüphesiz ruh kabzolununca yani alınınca göz onun peşine takılır, kalır.” Ailesi bireylerinden olanlar çığlık at­maya başladılar. Bunun üzerine Allah Resulü (as) şöyle bu­yurdular:
“Kendiniz adına sadece hayır istekte ve duada bulu­nun, çünkü melekler sizin konuştuklarınıza ve söyledikle­rinize Âmin, diyerek katılıyorlar. Daha sonra şöyle bu­yurdu: Allah’ım! Ebu Seleme’yi bağışla, mağfiret buyur. Hidayete erenler arasında derecesini yüce kıl, geride ka­lanları içerisinden de onun izinden gidecek hayırlı kim­seler gönder. Ey âlemlerin Rabbi! Bizi de onu da bağışla, onun kabrini genişlet ve onun için kabrini aydınlat, nurlu kıl.”[14]
Nitekim ölmek üzere olan bir kimsenin yanında Yasin suresini okumak sünnettir. Bu konuda gelen rivayet Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud ve bunlar dışındaki hadis imamların­dan gelmektedir. Hadisi Ma’kil b. Yesar Allah Resulünden (as) rivayet etmiştir. Allah Resulü (as) şöyle buyurmuştur:
“Yasin suresi Kur’an’ın kalbidir. Kim sırf Allah rıza­sını güderek ve bir de ahiret yurdunu temenni ederek okursa, kesinlikle Allah onu bağışlar. Yasin suresini ölü­leriniz üzerine okuyun.”[15]
Müsnedul Firdevs sahibi Ebu Zer ile Ebu Derda’dan riva­yet ediyor. İkisi demişler ki, Allah Resulü (as) şöyle buyurdu: “Herhangi bir kimse ölüm döşeğinde iken, yanı başında Yasin suresi okunması halinde, Allah ona ölüm acılarını hafifletir.” 
Nitekim ölüm döşeğinde olan bir kimseye, “La ilahe İl­lallah” kelimesi telkin edilmesi de sünnettir. Bu durum Müs­lim ile diğer hadis imamları tarafından Ebu Said Hudri’den (ra) rivayet olunmuştur. Bu rivayete göre Allah Resulü (as) şöyle buyurmuştur: “Ölüm döşeğinde bulunan hastaları­nıza La ilahe İllallah kelim esini telkin edin.”[16]
Yine sahih olarak Peygamber (as)’den gelen rivayete göre şöyle buyurmuştur: “Kimin dünyadaki en son sözü La ilahe İllallah olursa, cennete girer.”[17]
Diğer taraftan ölüm döşeğinde yatan bir hastaya, “arka­daş, hele bir La ilahe İllallah, deyiver” demek doğru değildir. Ancak sadece, bu durumdaki bir hastanın yanı başında otu­rulur ve hafif bir ses ile bir hatırlatma kabilinden olmak üzere, La ilahe illallah, denir ki, hatırlayıp söylemiş olsun. Ancak hiçbir zaman haydi bakalım, sen de benimle birlikte oku veya söyle diye ısrarda bulunulmamalıdır.
Bir de bu durumdaki bir hastaya bu türden bir telkinde bulunacak olan kişi, ona mirasçı olacaklardan bir olmamalı­dır. Ya da herhangi bir şekilde onun ölümünden yararlana­cak biri olmamalıdır. Çünkü bu gibi bir durumda şeytan he­men devreye girer, b u yoldan vesvesede bulunur ve der ki, sakın söyleme, çünkü bu adam senin bir an önce ölmeni ve malına konmayı istiyor, bu yüzden sana bu telkinde bulunu­yor, diyerek o kimsenin bunu söylememesini ister, vesve­sede bulunur. Bu açıdan buna dikkat olunmalıdır. Bir de şehadet kelimesini söyledikten sonra hasta, eğer bir dünya kelamı bu arada konuşmuşsa, tekrar bu kelime hatırlatılır ki, son sözü bu kelimeler olmuş olsun.
Bir de ölmek üzere olan bir kimseyi kıble cihetine dön­dürmek, sağ tarafına yatırmak, sırtını dayayıp yüzünü kıbleye karşı getirmek de sünnettir. Rivayete göre Bera b. Marur, ölüm esnasında yüzünün kıbleye karşı döndürülmesini vasi­yet etmiş, peygamber (as) de, fıtrata, yaratılıştaki var olan öze isabet etmiştir, diye bunu onaylamıştır.[18]
Ahmed b. Hanbelî’n rivayetine göre, Peygamber (as)’in kızı Fatıma (ra), öleceğinde kıbleye karşı dönmüş ve sağ tarafına yaslanmıştır. İşte bu özellik, bilhassa Peygamberin (as), uykuya yatanlar için tavsiye ettiği ve ölünün de kabre yerleştirilmesini istediği bir şekildir.
Diğer taraftan üzerini açılmaması ve değişen yüz hatları­nın görülmemesi için üzerinin herhangi bir şey ile örtünmesi de sünnettir. Hz. Aişe’den (ra) rivayete göre, Allah Resulü(as) vefat edince, üstü, Hibara adı verilen bir yemen kumaşıyla örtüldü.[19]
Bu rivayetler Buhari ve Müslim tarafından yapılmıştır. Aynı zamanda icma yoluyla sabit olan bir gerçek var ki o da kişi ölen kimseyi öpebilir, bu, caizdir. Çünkü Allah Re­su­lü’­nün (as) Osman b. Maz’un’u, öldüğünde öptüğü sabit­tir. Nitekim Ebu Bekir (ra) de Allah Resulü (as) vefat ettiğinde üzerine kapanıp iki kaşının arasından öpmüş ve ey canım peygamberim, ey benim en seçkin kardeşim! diyerek üzün­tüsünü dile getirmiştir.
Ölüm olayı gerçekleşince artık cenazeyi fazla bekletme­mek gerekir. Bir an önce kefin ve defin işlemleri yapılmalıdır.
Ahmed b. Hanbel ve Tirmizi Ali b. Ebu Talip’ten (ra) ri­va­yet ediyorlar. Rivayete göre Allah Resulü (as) şöyle buyur­muştur:
“Ey Ali! Üç şey vardır ki, bunlar ertelenip geciktirile­mezler. Bunlardan bir vakti geldiğinde namaz ertelene­mez. Cenaze hazırlandığında ertelenemez. Bekâr olan bir kadına –kız olsun, dul olsun- dengi olan bir taliplisi çıktı­ğında geciktirilemez.”[20]
Ebu Davud da Husayn b. Vahvah’tan rivayet ediyor. Pey­gamber (as) şöyle buyurmuştur: “Müslümanın ölüsünün ai­le­si çevresi arasında bekletilmesi yakışık almaz, doğru değildir.”[21]
Bu arada varsa, ölenin borçlarının ödenmesine acele edilmesi de vacip yani farz olur, varsa üzerindeki haklar, hak sahiplerine ödenmelidir. Nitekim Ahmed b. Hanbel, Tirmizi ve İbn Mace Ebu Hureyre’den rivayet ediyorlar. Rivayete göre Peygamber (as) şöyle buyurmuştur:
“Müminin ruhu, borcu ödenene dek, borcuna asılı kalır.”[22]
Bunun anlamı şudur; yani hakkında herhangi bir hüküm verilemez, ne kurtulmuştur, denebilir, ne de helak olmuştur, denebilir. Durumu ortadadır ya da cennete konmada engeli vardır. Bu duruma göre ölen bir müslümanın öncelikli olarak eğer varsa malı, derhal borcu bundan ödenmelidir. Eğer ölenin bir malı yoksa fakat ödemek niyetinde idiyse, sabit olan rivayete göre, Allah onun borcunu karşılar. 
Buhari’nin Ebu Hureyre’den rivayetine göre, Peygamber (as) şöyle buyurmuştur: “Kim halkın malını kendilerinden ileride ödemek kaydıyla alırsa, Allah da ona o borcu ödeme kolaylığını verir. Kim de onu bir daha vermemek üzere alırsa Allah da onun elindekilerini alır.”[23]
Peygamber (as) biraz sonra mealini vereceğimiz ayet ininceye dek borçlu olarak ölen bir müslümanın cenaze na­mazını kılmazdı, kıldırmazdı. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Peygamber müminlere kendi canlarından daha ya­kındır. Eşleri onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah’ın Kitabına göre, mirasçılık bakımından birbirlerine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar; ancak, dostlarınıza uygun bir vasiyet yapmanız müstesnadır. Bunlar kitapta yazılı bulunmaktadır.” (Ahzab, 33/6)
Allah Müslümanlara başka ülkelerin fethini nasip edip, Müslümanların mal varlıkları artınca artık bundan böyle baş­kasına borçlu olan kimsenin cenaze namazını kılardı. Pey­gamber (as) şöyle buyurmuştur: 
“Ben müminlere, onların canlarından çok daha yakı­nım. Kim borçlu olarak ölürse, geride de bir şey bıraka­mamışsa, o borcun ödenmesi bize aittir. Kim de ölü­münden sonra geride bir mal bırakmışsa o da mirasçıla­rınındır.”[24]
Gerçi bu durum bugün bir hayret ve şaşkınlık uyandıra­cak gibidir. Ama bu bir vakıadır. Oysa günümüzde adam vefat edince, geride tüm borçlarını kapatacağı serveti kal­mışken, mirasçılar hemen üzerine konarak engel oluyorlar. Çünkü aşırı derecede mala ve servete olan düşkünlük onları böyle bir yola itiyor ve mirastan kendilerine yeteri kadar mal kalmayacak veya kalırsa da çok az miktarda kalacak zannına kapılarak borcun ödenmesini istemiyorlar. Gerçekten ulu Allah doğru söyler. Çünkü O şöyle buyurmuştur:
“Haram helal demeden mirası yiyorsunuz, malı aşırı biçimde seviyorsunuz.” (Fecr,89/19–20)
Yine mala bu kadar düşkün olan bu kimseleri aynı za­manda büyük bir israfın, bidat ve haramın içine düştüklerini de görürsün. Çünkü bunlar hemen ölenin arkasından güya taziyeye gelenlere aş döküyorlar, yemekti, çaydı, sigaraydı, akıl almaz manada israfın içine giriyorlar. Oysa ölünün arka­sından böyle yapılacaktır, diye Allah tarafından bir hüküm indirilmiş değildir. Tam aksine bütün bunlar sonradan dine sokuşturulmuş ve dinin bidat diye adlandırdığı haram olan şeylerdir. Doğrusu böylece en ağır haramları ve en kötü suçları işliyorlar. Çünkü ölenin malından ve mirasçıların haklarından böylesine haram uğrunda saçılıp savrulmasına, en büyük haramın işlenmesine kimse ses çıkarmıyor, böyle bir yola ve işe harcama yetkileri olmadığı halde pervasızca saçıp savuruyorlar. Oysa bu maldan yemek adeta midesine ve karnına ateş doldurmak gibidir. Çünkü yüce Allah Kur’an’da şu haberi vermektedir:
“Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz ka­rınlarına ancak ateşi tıkınmış olurlar; zaten onlar alev­lenmiş ateşe gireceklerdir.” (Nisa, 4/10)
Bir uyarı halinde ise çoğu zaman ölenin velisi duru­munda olanlardan, alacaklı olan kimse alacağını istemeye gelince, vereceği cevap hazır, git de mezarına kefenini soy, bak orada yatmaktadır, olmaktadır.
Sevgili kardeşim! Kulağına bu ve benzeri sözler birçok kimselerden hiç mi gelmedi. Öyleyse yol yakınken kendini kurtar, borçlarını bir an önce öde, henüz hayatta iken ve seninle bu hayat arasına ölüm meleği girmezden önce üze­rine düşeni yap, kendini kurtarmaya bak. Çünkü yarın bin bir güçlükle biriktirdiğin mal varlığın başkalarına kalacak ve sen de yaptığın borçlardan ve başkalarının sendeki haklarından ötürü rehin tutulacaksın. Oysa mirasçılar onu diledikleri gibi har vurup harman savurmaktalar.
Allah İmam Şafii’ye rahmet eylesin, ne güzel söylemiş:
Biriktirdiğimiz varlığımız hep mirasçılarındır bil
Yaptığımız evler ise zamanla yıkılmaya mahkûm
Ölümünden sonra kimseye mesken kalmaz
Varsa ölmeden yaptığımız bir mesken
Eğer yapmışsa binayı hayırla olur yeri hoş
Eğer yapmışsa binayı kötülükle olur yeri boş
Gaflet perdesini gönüller üzerine kapatan Allah’ı eksik­liklerden tenzih ederim. Eğer bu gaflet ve aymazlık söz ko­nusu olmasaydı, hiçbir kimse yediğinin, içtiğinin ve zevkinin tadına varamazdı. Peygamber (as)den rivayete göre şöyle buyurmuştur:
“Ölüm hakkındaki gerçekleri eğer Âdemoğullarının bildiğini hayvanlar bilebilseydi, siz o hayvanların et ve yağlarından asla bir lokma bile bulamazdınız.”[25]
Kullarını ölüm ve yok oluşla kahreden Allah’ı takdis ve tenzih ederim. Daimi olan ve ölmez olan Allah’ı tenzih ede­rim. Çünkü biz Allah’tan geldik ve ona döneceğiz.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Buhari, K. Hibe, Kişinin hibesi bahsi, 3/207, h: 2588
[2] Buhari, Meğazi, 42/4249. Ebu Davud, Sünen, Diyat, h:4512
[3] Buhari, Kayser ve Kisra’ya gönderilen mektuplar ve Peygamberin en son konuştuğu sözler bahsi, 6/18
[4] Buhari, Peygamberin (as) hastalığı bahsi, 6/16
[5] Bu konuda daha fazla bilgi için, bak, “Sülvanu’l-Hazin fi vefati Seyydidil Mürselin” adlı kitabımız.
[6] Müslim, Zikir ve Dua, h:2683–2686. Buhari, Rikak, h: 6507–6508
[7] Bak önceki dipnot
[8] Nesai, Cenaiz, 1834. Hâkim, Müstedrek, Cenaiz, 1302/38
[9] Bu hadis değildir. Hz. Ali’nin bir sözüdür. Bilgi için bak. Acluni, Keşful Hafa, 2/312
[10] Tirmizi, Daavat, h:3550. Tirmizi, bu hadis için Hasen garip demiştir.
[11] Müslim, Fedail, h:2348
[12] Buhari bunu yaklaşık lafızla rivayet etmiştir. Manası Rikak bölümünde bu mana itibariyle rivayet olunmuştur. Bak. Rikak 8/111. Nitekim aynı şekilde Tirmizi de bu hadisi K. Sıfatil Kıyame bölümünde 2455 numara ile tahricetmiştir.
[13] Tirmizi, Cenaiz, h: 997. Tirmizi bu, Hasen sahih bir hadistir, demiştir.
[14] Müslim, Cenaiz, h:920; Ebu Davud, Cenaiz, 2/31
[15] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/26. Ebu Davud, Cenaiz, h:3105. İmam Ne­vevi, el-Ezkar adlı eserinde bu hadis için, hadis isnad bakımından zayıftır, demiştir. Aynı şekilde İbn Arabî de Darekutni’den nakletmiş ve bu hadisin isnad bakımından zayıf, metin açısından da meçhul olduğunu belirtmiş ve, bu konuda gelen hadisler sahih değildir, demiştir. Bk Feydul Kadir, 2/67
[16] Tirmizi, Cenaiz, Telkin bahsi, h: 976. Ebu Davud, Cenaiz, Telkin bahsi, h: 31117
[17] Ebu Davud, Cenaiz, Telkin bahsi, h:3100
[18] Hâkim, Müstedrek, Cenaiz, 353. Hakim hadisin sahih olduğunu belirtmiş ve Zehebi de bunu ikrar etmiştir.
[19] Müslim, Cenaiz, 942/48. Fethulbari, 1/99; en-Nihaye, 1/328
[20] Tirmizi, Cenaiz, 1075. Tirmizi, bu garip bir hadistir, demiştir. Benim gördüğüm ise, bunun isnadının muttasıl olduğudur.
[21] Ebu Davud, Cenaiz, 3143. Münziri, bu hadisin garib olduğunu söylemiştir. Bak Avnul Mabud, 8/436
[22] Tirmizi, Cenaiz, 76/1079; Tirmizi bu hadis Hasen bir hadistir, demiştir.
[23] Buhari, İstikraz, 3/152
[24] Buhari ve diğer hadis imamları rivayet etmişler. Bk Buhari, Kefalet, 3/128
[25] Beyhaki, Ümmü Habibe’den rivayet etmiştir. Bak Fethul Kebir, 3/42

PEYGAMBERİMİZİN VEFATI


PEYGAMBERİMİZİN VEFATI


Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa (sav ) hicretin onuncu yılında Veda haccını yerine getirdiklerinde Arefe günü Arafat dağında şu ayeti kerime nazil oldu. ( Elyevme ekmeltu lekum dinekum ve etmemtu aleykum nimeti ….. nlara Meali ise Bu gün sizin için dininizi kemale erdirdim.Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam ı seçtim.( Maide:3 )

Bu ayeti kerime inince Ashabı Kiramın çoğu dinimiz tamamlandı kemale erdi diye sevinirken başta Hazreti Ebu Bekir olmak üzere de bazı Ashabı Kiram üzüldü ve ağlamaya başladılar.Ashabı Kiramdan biri Ya Ebu Bekir neden ağlıyorsun:Oysaki dinimiz tamamlandı dediklerinde ona şu cevabı verdi.Dinimiz kemale erip tamamlandıysa bu Hazreti Peygamberin vefatının yaklaştığına delalet eder ondan ağlıyorum cevabını verir.

Hazreti Peygamber ( sav ) veda hutbesini bitirdikten sonra orada bulunan Ashabı Kirama seslenerek
__Size Dininizi , ahkamı ve ibadetleri bildirdim mi ? diye sorar. Onlar da
__Evet Ya Resülallah öğrettin dediler. Ressül_i Erkemde
__Ya İlahi, buna şahid ol dedi.

Hazreti Peygamber ( sav ) Veda Haccından sonra Medine ye döndü. Şu ayet nazil oldu.
Öyle bir günden korkun ki, o gün hepiniz Allaha döndürülecek ve götürüleceksinz. Ondan sonra dünyada kazandığı işlerin karşılığı eksiksiz verilecek ve onlara hiçbir zaman haksızlık (zulüm ) yapılmayacaktır. Bakara:281 ) Bir rivayette Hazreti Peygamber ( sav ) inen bu son ayetten sonra 21 gün yaşamıştır.

Hazreti Peygamber ( sav ) Hazreti Bilal e halkı mescide çağırınız diye söyledi ve Ashabı Kiram Mescidi Nebeviye geldi toplandı.Minbere çıkarak hutbe okudu.Cennetteki nimetleri, islamın emirlerini hatırlattı ve Cehennem azabından korunmalarını söyledi.Ashabı Kiramın tamamı ağladı ve  Ashabı Kiram Ya Resulalllah bu nehutbedir ki bizim yüreğimizi yaktı? Dediler.
__Hazreti Peygamber ( sav ) de; bu veda  Medine deki veda hutbesidir. Buturduktan sonra
__Ey Ashabım; Ben dost edinseydim Ebu Bekir i dost edinirdim. Ama Benim dostum Cenab-ı Allahtır. Hemde bilin ki benim ölümüm yakındır.dedi.

Ashabı Kirama nasihatler verdikten sonra Hazreti Peygamber kendilerine şöyle seslendi.Benim kardeşlerimi görürseniz onlara selam veriniz !deyince Hazreti Selman-ı Farisi sordu.
__Ya Resulallah biz senin kardeşin değil miyiz? Resüli Erkem ( sav )de
__Siz benim Ashabım Ensarımsınız.Benim kardeşlerim Beni görmeden bana iman edenlerdir. Buyurdu.Bu müjdeye göre Hazreti Peygamberin vefatından sonra kıyamete kadar ki süre içerisinde Hazreti Peygambere iman eden, islamı seçen herkes Peygamberin kardeşi olma şerefini kazanmıştır.Bundan dolayıdır ki hepimiz Hareti peygamberin kardeşine yakışır bir hayat yaşamalıyız.

Uzun bir yolculuğa çıkacak bir kişinin dost ve akrabalarını ziyaret ettiği gibi Hazreti Peygamber de vefatından kısa bir süre önce Baki Mezarlığını ziyaret eder, oradakilere o kadar dua eder ki, yanında bulunan Ashabı Kiram keşke bizlerde ölmüş olsaydık burada medfun bulunsaydık ta bizde bu duadan nasibimizi alsaydık temennisinde bulunurlar.Sonra da Uhud Şehidliğini ziyaret eder onlara da uzunca dua eder.

Hazreti Peygamber son günlerini hazreti Aişe ( R.Anha ) anamızın odasında geçirir.Son günlerinde hastalanan Peygamber ( sav ) in mübarek Vücudun da şiddetli bir ateş oluşur.
Ashabı Kiram dan Ebü Said Harem ( ra ) şöyle anlatır.
__Ben hastalığı esnasında peygamber (sav ) yanın da idim.Üzerine bir kadife örtü çekmişti.Ateşin şiddeti,  üzerindeki kadife örtüsünden dışarıya bile hissetiriyordu..             

Hazreti Peygamber (sav ) yanında bulunan ashabı kiramdan Bişr bin Bera nın annesine hastalığı hakkın da şöyle buyuruyor, Benim hastalığım, oğlun Bişr ile Heyber de yediğimiz zehirli ettendir.Çok uzun bir zamandır ki onun acısını vücudumda hissediyordum. Şimdi hayat damarımın koptuğu zamandır. Dedi.Ve bu hikmet öyle tecelli edecek ki, o zehirli etten Hazreti Peygamber (sav) e şehitlik fazileti nasip olacaktır.

Hazreti Peygamber (sav ) i kızı Hazreti Fatıma ( R.Anha ) anamız ziyarete gelmişti.Hazreti Peygamber hayatta olduğu müddetçe  evlendikten sonra kendisini ziyarete gelen kızı Hazreti Fatıma (R.Anha ) yı görünce yerinden kalkar, Ona doğru ilerler ve karşılardı:Anam babam sana feda olsun ey Kızım derdi.Kızını öper, koklardı.Onu Kendi yerine oturturdu.Hazreti Peygamber ( sav ) Onu yanına oturttu.Kulağına bir şeyler söyledi:Ağlamaya başladı.Bunun üzerine Hazreti Peygamber ( sav ) ağlama Y a Fatıma dedi,Allaha yemin ederimki bütün arş melekleri de seninle beraber ağlamaya başladılar.Tekrar kulağına bir şeyler söyledi. Hazreti Fatıma (R.Anha ) anamız tebüssüm etti.Sebebini soranlara da Hazreti Peygamber ( sav ) in vefatından sonra şöyle açıkladı.Beni hüzünlendiren söz şuydu.Cibril, her sene bana gelir, Kuranı bir defa okurdu.BU sene iki defa gelip Kuranı okudu.Ecelimin yakın olduğunu anlıyorum. Dedi.Beni sevindiren söz ise Benim Ehli Beytimden ilk defa bana kavuşacak olanda , sen sin buyurunca sevincimden tebessüm ettim.Babama yakın bir zaman da kavuşacağım için.Cennet kadınlarının efendisi olacağımı da müjdeledi .

Hazreti Peygamber ( sav ) Ashabı Kiramı ile Mescıdi Nebevide hasta olmasına rağmen sohbet etmiş, onlara tavsiyelerde bulunmuştu.Ayrılacağı sıra da Onlara şöyle seslendi.Kimin bende bir hakkı varsa alsın, istesin ve söylesin ki, Cenabı Allahın huzuruna bütün davalardan sıyrılmış olarak gideyim, yalnızlık eteğimi mahşerde kimse tutmasın dedi.
Mecliste hazır bulunanlardan biri ayağa kalkarak şöyle dedi;
__Y a Resulallah (sav ), Senin zimmetinde benim üç dirhemim var ! Hazreti Peygamberde ona üç dirhemin ödenmesini emretti.

Bundan sonra da Ashabı Kiramdan UKKAŞE (r.a ) hazretleri ayağa kalkarak
__ Ya Resulallah (sav )Tebük seferinden dönerken deveye kamçı vurdun.Kamçı deve yerine bana isabet etti.O darbeden çok acı duydum.şimdi hakkımı isterim dedi.
__Hazreti Peygamber ( sav ) kızmadan ve hiçbir şekilde en ufak bir tepki göstermeden Hazreti Ukkaşe yi tebrik edercesine şöyle buyurdular.İyi ki bu hakkı ahrete bırakmayıp bu dünya da istedin. Buyurduktan sonra,
__O kamçı Kızım Fatımanın evindedir.getirsinler diye emretti.Bu sıra da Ashabı Kiram ağlıyor.Çünkü peygamber ( sav ) hasta ve Ona nasıl kamçı vurulacak diye düşünüyor, Ukkaşe den hakkından vazgeçmesi, kısastan vazgeçmesi konusunda ikna etmeye çalışıyor, bir yandan da Peygamber ( sav ) in yerine kendilerine  vurmasını söyleseler de Ukkaşe asla hakkımdan vazgeçmem diye söylüyor diretiyordu.Bu arada Hazreti Selman kamçıyı almak üzere Hazreti Fatıma ( ra ) nın evine gelmiş kamçıyı istemiş, Hazreti Fatıma (r anha) anamız sebebini sorunca olay kendisine anlatılmış ve bunun üzerine
__Resulullah ( sav ) hastadır.Kendisinde kamçıya dayanacak güç kalmamıştır.dıyerek derhal Hasan ve Hüseyin i yanına çağırdı ve onlara
__Ey ciğer köşelerim; Dedenizin üzerinde bir hak belirmiş, adalet icabının yerine getirilmesi lazım geliyor.Dedeniizn yerine o kamçı darbelerini yemeği siz kabul edin dedi.Hazreti Selman ,Hasan ve Hüseyin ile beraber kamçıyı alarak Mescidi nebeviye geldi.Ancak Mescide çığlıklar kopuyordu.Ashab ağlıyordu.Ukkaşe ise hakkından vazgeçmiyordu.Ashbaın ve torunlarının Kendi yerine kamçı yemelerine Hazreti Peygamber ( sav ) izin vermedi.Hak  benim üzeredir dei.Kamçı Ukkaşeye veridi.Hakkını al dendiğinde ise
__Ya Resulallah ( sav ) , dedi.Be o gün çıplaktım.Üst kısmımda elbise yoktu.Aynı hakkımı alabilmem için Senin de Mübarek Vücudunun  üst kısmının acık olması lazımve üst kısmı soyunmalısın dedi.
__Bunun üzerine Peygamber ( sav ) gömleğinin üst kısmını omzundan aşağı salıverdi. Orada bulunan Ashabın feryadı göğe yükseliyordu.Hazreti Ukkaşe, Hazreti Peygamberin mübarek omzundaki Nübüvvet mührüne baktı ve derhal mühre yüzünü sürüp kamçıyı elinden bırakarak dedi ki ,
__Ya Resulalah (sav ) elim sana varır mı ki kamçı vuracam. Benim bin tane canım olsa Sana feda.Sana asla en ufak bir zarar verilmesine gönlüm asla razı olmaz..Benim bundaki amacım Senin ne kadar insaflı ve merhametli biri olduğunu ortaya koymak,Senin kul hakkına verdiğin önemi gözler önüne sermek ve Senin mübarek sırtındaki Nübüvvet Mührünü öpmektir.Zira bir hadisi şeriflerinde buyurmuşsun ki; Beni vücuduma dokunan ateşe temas etmez. Müjdesine nail olmak için mübarek vücuduna yüzümü sürdüm ve nübüvvet mührünü öptüm.Böylece Cehennem ateşinden kurtulmayı ümit etmemdir.Bu olayda Hazreti Ukkaşenin de peygamberimiz ( sav ) e olan sevgisi de ortaya çıkmaktadır.Hazreti Peygamber minberden inerek eve gittiler.Gün geçtikçe hazreti peygamber (sav ) in hastalığı artıyordu.Bir rivayette on farz namazı cemaatle kılamadı.Gidemediklerinde Hazreti Ebu Bekir in imam olmasını emretti.

Peygamber ( sav ) hayatının son gününde ve son anlarında geçirdiği ölüm anını sizlerle paylaşmak isterim.Bu konuda hazreti İbni Abbas ( ra ) şöyle demiştir.
__Peygamber ( sav ) in vefat günü Cenab-ı Allah , Azrail (a s) e şöyle emretti.Habibime git.Ona selamı ilet.Sana izin vermedikçe ruhunu kabzetme İzin vermezse geri dön.
__Azrail (a s ) Peygamber (sav ) in evinin önüne gelir Bu güne kadar ki en güzel şekliyle gelir.Kapıyı çalar ve içeri girmek için izin ister.Ancak içerden kendisine hazreti peygamber ( sav ) in hasta olduğu misafir kabul edecek durumda olmadığı ifade edilerek başka zamn gelmesini isterler.Ancak ısrarla içeriye girmek istediğini ifade edince Hazreti Peygamber ne oluyor diye Fatıma anamıza sorar.Ne oldu .Hazreti Fatıma anamız dışarıda birinin olduğunu ve ısrarla içeri girmek ister ve Sizinle görüşmeyi talep eder.Ne kadar hasta olduğunuzu ifade ettikse de söyledikse de ısrarından vaz geçmiyor.Bunu üzerine Hazreti Peygamber ( sav ) bırakın içeri girsin.Zira kapıda bekleyen kişi ölüm meleği Azrail (a s) dır deyince hazreti Fatıma anamız ve orada bulunanlar ağlamaya başlarlar.İzin verilir ve Azrail (as ) içeri girer.Yüce Allahın selamını iletir ve kendisine Habibim izin vermedikçe Ruhunu alma emrinin verildiğini ve bunun da hiç peygambere verilmediğini söyler.Peygamber ( sav ) de kendilerine peki nihayetinde bu dünyada ölüm yok mudur kurtuluş var mı dediklerinde hayır ölümden kurtuluş yok bu dünyada ne kadar yaşanılırsa yaşansın nihayetnde sonunda ölüm vardır cevabı verildi.
__Bunu üzerine peygamber (sav) Azrail e o halde sana verilen görevi yap der.O sırada hazreti Cibril i görmeyen Peygamber .( sav )Azraile Cibril kardeşim gelsin öyle görevini yap der ve kısa bir süre sonra Cibril gelir ve hazreti Peygamber, kendilerine bu sıkıntılı anımda Beni nasıl yalnız bırakırsın,kardeş kardeşi bırakır mı dediklerinde,
__Hazreti Cibril şu cevabı verir.Allaha yemin ederim ki ben ve bütün melekler Cenneti Sana süslemekle görevlendirildik.Ondan dolayı yoktum demesi üzerine 
__Hazreti Peygamber (sav) o sıkıntılı anında son nefeslerini vermek üzere iken bile ümmetini düşünerek Hazreti Cebrail e Bana Cennetten değil ümmetimden bahset der.Hazreti Cibril de Yüce Allahın kendisine Ümmeti Muahammed için verdiği müjdeleri şöyle söyler.

__Sen ve ümmetin Cennete girmedikçe hiçbir peygamber ve ümmet cennete girmeyecektir. Sana Havzı Kevser ve Makamı Mahmudu nasip etti  Sana Umumi Şefaat etme hakkı verildi. Ümmetinden her kim ki son nefesinden önce tevbe ve istiğfar ederse Allah onun günahlarını bağışlayacak tevbesini kabul edecektir.Bu müjdelerden sonra Peygamber ( sav ) Azraile gel görevini yap der.
__Bu sırada Peygamber (sav) mübarek vücudundaki ateşin yükseldiğini az da olsa nefesinde daralma olduğunu fark etti:Ya Azrail dedi; Nefesimde ki bu daralma nedir? Neden ateşim biraz daha yükseldi deyince, Kendilerine Ey Allahın Resulu (sav) bu ölüm anındaki sıkıntı halk arasında Sekeratul Mevt diye bilinen andır dedi ve şöyle devam etti. Allaha yemin ederim ki Adem (as )dan son insana kadar gelip geçecek insanlar arasında bu anı en hafif şekilde atlatan  Sizsiniz Ey Allahın Resulu der.

__Hazreti Peygamber (sav ) de kendilerine Senin bu sözünden benim Ümmetimin tamamının bu sıkıntılı anı yaşayacaklarını anladım.Azrail (as ) evet deyince Hazreti peygamber ( sav ) ümmetine olan sevgisini aşkını orda da şöyle ifade ediyor.
__Ya Azrail (as) O halde Benim ümmetimin ölüm anındaki sıkıntısının tamamını Bana yüklet te. Ümmetimden hiç biri bu sıkıntılı anı yaşamasın.
__Hazreti Peygamber (sav ) sön söz olarak ta ERRAFİKUL ALA Yüce dosta Yüce dosta diyerek mübarek ruhunu teslim eder.

Rabbim bizleri ve bütün müminleri hazreti peygamberin Şefaatına nail eylesin

Rabbim;bizleri ve bütün müminleri Hazreti peygamber ile beraber havzı Kevser etrafında toplanmayı nasip eylesin.

------------------------------
Can Çekişmenin Şiddeti ve Ölüm Anı
Miskin kulun önünde sadece ölüm dehşetinden başka ne azap ne korku ne üzüntü bulunmasa dahi bu hayatını zehir etmeye kafidir. Sevincini bulandırmaya unutkanlık ve gafletini kendisinden uzaklaştırmaya bu yeter. Bunun hakkında uzun düşünmesi ve büyük bir hazırlık görmesi gerekir. Nitekim hukemadan birisi şöyle demiştir: "Başkasının elinde bulunan bir üzüntüdür ki ne zaman seni kapsayacağını bilmezsin."
Lokman Hekim oğluna şöyle demiştir:
"Ey oğul! Ne zaman karşılaşacağını bilmediğin ölüm ansızın sana gelmeden önce onun için hazırlan!"
Ölüm sekeratındaki elemin şiddetini hakiki olarak ancak tadan bilir. Tatmayan bir kimse ise onu idrak ettiği elemlere kıyas etmekle veya insanların sekerat anında içinde bulundukları şiddetli hallerinden istidlal etmekle ancak bilir.
Ölmek üzere olan bir kimsenin sesi nefesi üzüntü onun kalbine yüklendiği her parçasına ulaştığı bütün kuvvetini yıktığı azaları zayıf düşürdüğü için kesilmiştir. Bu bakımdan bağırma mecali kalmamıştır. Aklı örtüp şaşırtmış, dili konuşamaz duruma getirilmiş, azaları zayıf düşürmüştür. Kişi inlemek bağırmak ve imdat istemekle biraz kendisini rahata kavuşturmak ister. Fakat buna gücü yetmez: Eğer kendisinde bir kuvvet alırsa ruhun çekildiği anda bir horlama gırtlağından, ve göğsünden bir homurtu işitilir. Bu esnada rengi bozulur, ağzına köpük yığılır. Sanki yaratılışının esası olan toprak onda belirmiştir. Onun her damarı çekilir. Bu bakımdan, onun içine ye dışına eleme yayılır. Öyle ki gözleri yuvalarından fırlar, dudakları büzülür, dili çekilir, parmak uçları sararır. Bu bakımdan damarları çekilmiş bir bedenin halini sorma! Eğer çekilen tek damar olsaydı yine de elemi büyük olurdu. Oysa çekilen elem duyan ruhun bizzat kendisidir. O da bu damardan değil, bütün damardan çekilir. Öyleyse nasıl elem duymasın? Sonra tedrici olarak azalar ölür. Önce ayaklar soğur sonra baldırlar, sonra uyluklar! Her aza için üzüntüden üzüntü, sonra sekerattan sonra sekerat vardır. Can gelip boğaza dayanıncaya kadar, işte o anda kişinin dünyadan ve aile efradından nazarı kesilir. Önündeki tevbe kapısı kapanır. Onu hasret ve pişmanlık kaplar.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Can gelip boğaza dayanmadıkça kulun tevbesi kabul olur! Yoksa kötülükler yapıp yapıp da nihayet ölüm gelip çatınca ben şimdi tevbe ettim, diyenlere ve kafir olarak ölenlere tevbe yoktur." (Nisa, 18)
Hz. İsa (a.s.) şöyle demiştir: "Ey havariler cemaati! Allah'tan benim için ölüm şiddetini kolaylaştırmasını dileyin. Ölümden o derece korktum ki, korkum ölüm üzerinde ölmekten beni durdurdu!"
Hz. Âişe (r.a.) şöyle demiştir: 
- Hz. Peygamberin ölümünün şiddetini gördükten sonra ölümü kolay geçmiş hiçbir kimsenin haline gıpta etmem.
Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ey Allah'ım! Ruhu damar, kemik ve parmaklar arasından çekip alıyorsun. Ey Allah'ım! Ölüme karşı bana yardım et ve ölümü bana kolaylaştır."
Hz. Peygamberden ölüm ve şiddeti sorulduğunda cevap olarak şöyle demiştir:
"Ölümün en kolayı yün içerisinde bulunan üç köşeli demir diken gibidir. Acaba diken koparıp çıkaracağı yün olmaksızın yünden çıkar mı?"
Hz. Peygamber bir hastayı ziyaret ettikten sonra şöyle dedi:
"Onun ne ile karşılaştığını biliyorum. Ölümün şiddetinden dolayı onun acımayan hiçbir damarı yoktur!"

Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Kul ölümün üzüntü ve dehşetleriyle pençeleşir. Onun mafsallarının biri diğerine selam vererek şöyle der: Selam senin üzerine olsun! Kıyamet gününe kadar sen benden, ben de senden ayrılıyorum."
İşte bunlar Allah'ın dostları üzerinde görülen ölüm acılarıdır. Acaba bizim gibi günahlara dalmış kimselerin hali ne olacaktır? Ölümün dehşetleriyle beraber diğer felaketler de bize hücum ederler, 

ölümün felaketleri üç tanedir.

1. felaketi: Şiddetli koma halidir.

2. felaketi: Ölüm meleğinin suretini görüp onun korkusundan kalbe hakim olmasıdır. Ölüm meleğinin günahkâr kulun ruhunu aldığı zamanki şekline en cesaretli insanın bile bakmaya gücü yetmez.

3. felaketi: Asilerin ateşteki yerlerini görmeleri ve görmeden önceki korkularıdır. Çünkü asilerin ölüm esnasında güçleri tükenir. Ruhları teslim olur. İki şeyden birini ayıran ölüm meleğinin narasını dinlemedikçe ruhları çıkmaz. Ya "ey Allah'ın düşmanı! Ateşle müjdelen" veya "ey Allah'ın dostu! Cennetle müjdelen!" der! Akıl sahiplerinin korkusu bundadır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Sizden bir kimse varacağı yeri bilmedikçe, cennet veya cehennemdeki yerini görmedikçe ölmez."

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...