22 Mart 2012

ATEŞTEN GÖMLEK

AŞKIN YAŞI YOKTUR

Mahkeme salonunda, seksen yaşlarındaki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı.
Adam inatçı bakışlarla, suskun ninenin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözleri
be bıkkın bakışlarını süzüyordu. Hakim yaşlı kadına sordu.
"Anlat teyze, neden boşanmak istiyorsun?"
Yaşlı kadın, derin bir nefes çektikten sonra, baş örtüsünü düzeltti,
kısılmış sesi ile konuşmaya başladı.
"Bu adam canıma yetti. elli yıldır bezdirdi hayattan..."
Sonra uzunca bir sessizlik oldu mahkeme salonunda...
Sessizlik, bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin
flaşıyla bozuldu. Kimbilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış elli yılın
ardından. Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı... Kadın neler diyecekti?
Herkes onu dinliyordu. Yaşlı kadının gözleri doldu anlatmaya devam etti.
"Bizim bir sedef çiçeği vardı çok sevdiğim... O bilmez... Elli yıl önceydi...
O çiçeği bana verdiği çiçekler arasından kopardığım bir yapraktan
tohumlamıştım, öyle büyüttüm. Yavrumuz olmadı, onları yavru bildim.
Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman adak adadım.
Her gece güneş açmadan önce, bir tas suyla sulayacağım onu diye...
İyi gelirmiş öyle dediler. Elli yıl oldu, bu adam bir gece kalkıp
bir kere de bu çiçeği ben sulayayım demedi. Zaten ben sulayacağıma
dair adak dilemiştim, o sulasa olmazdı ama ondan bunca yıllık
evliliğimizde bir tek şey istedim. Uyuya kalırsam beni uyandırmasını.
Ama elli yıl boyunca onun uyandırmasına gerek kalmadan hep
kendim kalkıp suladım sedefimi. Taa ki geçen geceye kadar.
O gece takatim kesilmiş uyuyakalmışım... Ben, böyle bir
adamla elli yıl geçirdim. Hayatımı, umudumu, her şeyimi
verdim. Ondan hiç bir şey görmedim. Bir kerecik olsun, benim
görevlerimden birisini yapmasını beklemedim. Onsuz daha iyiyim,
yemin ederim"
Hakim yaşlı adama dönerek; "Diyeceğin bir şey var mı baba?" dedi.
Yaşlı adam elindeki bastonla kürsüye zar zor yürüdü. O ana kadar
suçlanmış olmanın utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle
hakime yöneldi. Tane tane konuştu.
"Askerliğimi Reisicumhur köşkünde, bahçıvan olarak yaptım. O bahçenin,
görkenli görünmesi için çiçeklere emek verdim. Hanımımı da orada tanıdım,
Sedef çiçeklerini de... Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim.
İlk evlendiğimiz günlerin birinde, boyun ağrısı nedeniyle,
onu doktora götürdüm. Doktor çok uzun süre uyanmadan yatarsa;
boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir dedi. Her gece uykusunu
bölüp uyansın, gezinsin dedi. Ama bizim hatun doktoru dinlemedi.
Lafım geçmedi... O günlerde, tesadüf, bu çiçek kurumaya yüz
tuttu. Ben ona "Bu sedef çiçeğini gece sulamak lazım, yoksa bozulur."
dedim. Adak dilettim... Her gece onu uyandırdım ve onu seyrettim.
Her gece o çiçek ben oldum sanki. Her gece, o yattıktan sonra uyandım.
Saksıdaki suyu boşalttım. Sedef, gece sulanmayı sevmez hakim bey...
Geçen gece de... Yaşlılık... Ben de uyanamadım. Uyandıramadım... Çiçek
susuz kalırdı ama kadınımın boynu yine azabilirdi. Suçlandım...
Sesimi çıkartmadım..."
O anda gazeteciler dahil, mahkeme salonundaki herkes ağlıyordu...
Dünyanın dışına atılmış bir adımdın sen
Ömrümüzse karşılıksız sorulardı hepsi bu
Şu samanyolu hani avuçlarından dökülen
Kum taneleri var ya onlardan birindeyim
Yeni bir yolculuğa çıkıyorum kar yağıyor
Bir aşk tipiye tutuluyor daha ilk dönemeçte
Çocuksun sen sesindeki tipiye tutulduğum
Dönüşen ve suya dönüşen sorular soruyorsun
Sesin bir çağlayan olup dolduruyor uçurumlarımı
Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
Birisi adres sorsa önce silaha davranıyorum
Kekemeyim en az kasabalı aşklar kadar mahçup
Ve üzgün kentler arıyorum ayrılıklar için
Bir yanlışlığım bu dünyada en az senin kadar
Ve sen kendi küllerini savuruyorsun dağa taşa
Bir daha doğmamak için doğmak diyorsun
Ölümlülerin işi bir de mutlu olanların
Onların hep bir öyküsü olur ve yaşarlar
Bırakıp gidemezler alıştıkları ne varsa
Çocuksun sen her ayrılıkta imlası bozulan
Susan bir çocuktan daha büyük bir tehdit
Ne olabilir, sorumun karşılığını bilmiyor kimse
Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
Bir kaza olsa adı aşk oluyor artık
Aşksa dünyanın çoktan unuttuğu bir tansık
Seni bekliyorum orda, o kirlenen ütopyada
Kirpiklerime düşüyorsun bir çiy damlası olarak
Yumuyorum gözlerimi gözkapaklarımın içindesin
Sonsuz bir uykuya dalıyorum sonra ve sen
Hiç büyümüyorsun artık iyi ki büyümüyorsun
Adınla başlıyorum her şiire ve her mısrada
Esirgeyensin bağışlayansın, biad ediyorum.
Çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil
... çocuk kalbin büyük bir kalbe aşkı vardı..
ellerimden tutmuştu soğuk bir gün..
gözlerinde umut vardı çocugun.. anlar geçti..
kaldıramadı büyük adamın yüreğini çocuk..
çocuk yorgundu bir soğuk gecede...
Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüm
Bir çiçeğe tutundum düşerken, ordayım hâlâ
Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı
Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle
Zaman benim işte, nesneleşiyor tüm anlar
Dursam ölürüm paramparça olur dünya
Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüğüm
Uçurum diyordun bir aşk uçurum özlemidir
Bırakıyorum öyleyse kendimi sesinin boşluğuna
Tutunabileceğim tüm umutları görmiyeyim için
Gözlerimi bağlıyorum geceyi mendil yaparak
(Gözlerim bir yerlerde daha bağlanmıştı, bunu
Unutmuyorum unutmuyorum unutmuyorum hiç)
Bir rüzgâr esse ellerin fesleğen kokuyor
Kırlangıçlar konuyor alnına akşamüstleri
Bu yüzden bir kanat sesiyim yamaçlarda
Üzgün bir erguvan ağacıyla konuşuyorum
Ayrılığın zorlaştığı yerdeyim ve dalgınlığım
Bir mülteci hüznüne dönüyor artık bu kentte
Çocuksun sen alnına kırlangıçlar konan
Bir bulutun peşine takılıp gittiğimiz yer
Okyanus diyelim istersen ya da sen söyle
Batık bir gemiyim orda, seni bekliyorum
Upuzun bir sessizliğim fırtınalar patlarken
Gövdem köle tacirlerinin barut yanıkları içinde
Ve gittikçe acıtıyor yaralarımı tuzlu su
Çocuksun sen, büyümek yakışmazdı hiç
Gülüşünün kokusuyla yeşerdi bu elma ağacı
(Soluğunun elma kokması bundandı belki)
Bir elma kokusuna tutundum düşerken
Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı
Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle
Çocuksun sen, çocuğumsun
..ve çocukluğu yük olmuştu soğuk bir günde ellerine..
cezalandırmak için çocukluğu seçti kendine..
anlar sonra durdu düşündü..yumdu gözlerini..
 'çocuğum ben..sizin dünyanız bana göre değil..' dedi..
yitene kadar çocuk olmaya karar verdi..hala çocuğum.. yitene kadar

GÜL İLE BÜLBÜL

 

GÜL İLE BÜLBÜL
Şakıyan bülbüle kızdım
Sözden aşkı sez dediler Yanıp yele, yele gezdim
Aşk incecik naz dediler Oy, oy bülbül sarı bülbül
Nidem başka yarı bülbül Sevda sardı düştüm dile
Sevdasız der noldu kele Seven bülbül güler güle
Sen kenarda gez dediler Oy oy bülbül sarı bülbül
Nidem başka yarı bülbül Bağdaşı kurdu düşüme
Her gece çöker başıma Uçsam da gelir peşime
Aşk özdeki köz dediler Oy oy bülbül sarı bülbül
Nidem başka yarı bülbül Bülbülüm gitti gelmedi
Doktor derdimi bilmedi Hayatta yüzüm gülmedi
Buysa derdin az dediler Oy oy bülbül sarı bülbül
Nidem başka yarı bülbül Aşk yarası ne de zormuş
Muhsini sevdası yormuş Bülbül yine beni sormuş
Sanki çeşme göz dediler Oy oy bülbül sarı bülbül
Nidem başka yarı bülbül
M.Ö.

BU GECE EN HÜZÜNLÜ ŞİİRLERİ YAZABİLİRİM


BU GECE EN HÜZÜNLÜ ŞİİRLERİ YAZABİLİRİM

Şöyle diyebilirim: "Gece yıldızlardaydı
Ve yıldızlar, maviydi, uzaklarda üşürler"

Gökte gece yelinin söylediği türküler

Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Hem sevdim, hem sevildim, ya da o böyle söyler

Bu gece gibi miydi kucağıma aldığım
Öptüm onu öptüm de üstümde sonsuz gökler

Hem sevdim, hem sevildim, ya da ben böyle derim
Sevmeden durulmayan iri, durgun bakışlı gözler

Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Duymak yitirdiğimi, ah daha neler neler

Geceyi duymak, onsuz daha ulu geceyi
Çimenlere düşen çiy yazdığım bu dizeler

Sevgim onu alakoymaya yetmediyse ne çıkar
Ve o benimle değil, yıldızlıdır geceler

Yürek zor katlanıyor onu yitirmelere
Uzaklarda birinin söylediği türküler

Bakışlarım kovalar onu tellim her yerde
Bakışlar sanki onu bana getirecekler

Böyle gecelerdeydi ağaçlar beyaz olur
Artık ne ben öyleyim ne de eski geceler

Sesim arar rüzgârı ona ulaşmak için
Şimdi sevmiyorum ya, eskidendi sevmeler

Şimdi kimbilir kimin benim olduğu gibi
Sesi, aydınlık teni, sonsuz uzayan gözler

Sevmiyorum doğrudur, yürek bu hâlâ sever
Sevmek kısa sürdüyse unutmak uzun sürer

Bu gece gibi miydi kollarıma almıştım
Yüreğimde bir burgu ah onu yitirmeler

Budur bana verdiği acıların en sonu
Sondur bu onun için yazacağım dizeler

20. yüzyıl şiirinin en önemli adlarından
Pablo NERUDA

ÖĞRET O'NA

ÖĞRET O'NA
Zaman alacak biliyorum, fakat eğer öğretebilirsen ona,
Kazanılan bir liranın,bulunan beş liradan daha değerli olduğunu öğret.
Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve hem de kazanmaktan neşe duymayı.
Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu. Eğer yapabilirsen,
Sessiz kahkahaların gizemini öğret ona.
Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını...
Eğer yapabilirsen, ona kitapların muzicelerini öğret.
Fakat ona sessiz zamanlar da tanı.
Gökyüzündeki kuşların, güneşin altındaki arıların,
ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği.
Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret ona.
Ona kendi fikirlerine inanmasını öğret.
Herkes ona yanlış olduğunu söylediğin de dahi.
Tüm insanları dinlemesini öğret ona,
Fakat tüm söylediklerini gerçeğin eleğinden geçirmesini,ve sadece iyi olanları almasını da öğret.
Eğer yapabilirsen, üzüldüğün de bile nasıl gülümseyeceğini öğret ona.
Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret.
Ona kuvvetini ve beynini en yüksek fiyatı verene satmasını,
Fakat hiçbir zaman kalbi ve ruhuna
fiyat etiketi koymamasını öğret.
Uğultulu bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret ona.
Ve eğer kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa,dimdik dikilip savaşmasını öğret.
(Abraham Lincoln tarafından
oğlunun öğretmenine yazılmış
bir mektup.)

BİR EL MESAFESİNDEKİ DOST



Bir El Mesafesindeki Dost

Bir dostum var bu uçsuz bucaksız şehirde

Bir el mesafesi kadar yakın bir yerde

Günler günleri kovalar, haftalar bilmez dur durak.

Nasıl da geçti bir yıl, daha hiç anlamadan bak

Eski dostların yüzü şimdi ne kadar da uzak

Hayat denilen şey hızlı ve acımasız bir tuzak

Dostluğumuz bitmedi, hala sımsıcak kalpler

Kapımı çaldığı ve kapısını çaldığım günler

Daha dün gibi. O vakitler tabii genciz

Şimdilerde ne vaktimiz var ne de halimiz

Bıktık artık boş işlerle oyalanmaktan

Bıktık artık ünvan peşinde koşmaktan

Tamam söz! yarın dostu görmeye gideceğim

Aslında onu ihmal etmediğimi göstereceğim.

Yarınların da sonu yok ki biri gelip biri gidiyor.

Aramızdaki dostluk an be an eriyip bitiyor.

Bir el mesafesi kadar yakın, bir ömür kadar ırak

Geldi işte acı haber, “Dostu yanına almış Hak”.

Beklemekle hak ettiğimiz işte bu en nihayet.

Bir el mesafesindeki dostumuz gitti ilelebet.

A Friend
Around the corner I have a friend,

In this great city that has no end,

Yet the days go by and weeks rush on,

And before I know it, a year is gone.

And I never see my old friends face,

For life is a swift and terrible race,

He knows I like him just as well,

As in the days when I rang his bell

And he rang mine but we were younger then,

And now we are busy, tired men.

Tired of playing a foolish game,

Tired of trying to make a name.

"Tomorrow" I say! "I will call on Jim

Just to show that I'm thinking of him."

But tomorrow comes and tomorrow goes,

And distance between us grows and grows.

Around the corner, yet miles away,

"Here's a telegram sir," "Jim died today."

And that's what we get and deserve in the end:

Around the corner, a vanished friend

Charles Hanson TOWNE Çeviri; Oktay ESER

ADAM OLMAK


ADAM OLMAK
Çevrende herkes şaşırsa bunu da senden bilse
Sen aklı başında kalabilirsen eğer
Herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya
yer bırakır
Hem kendine güvenebilirsen eğer
Bekleyebilirsen usanmadan
Yalanla karşılık vermezsen yalana
Kendini evliya sanmadan
Kin tutmayabilirsen kin tutana
Düşlere kapılmadan düş kurabilir
Yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer
Ne kazandım diye sevinir,ne yıkıldım diye yerinir
İkisine de vermeyebilirsen eğer
Söylediğin gerçeği büken düzenbaz
Kandırabilir diye safları dert edinmezsen
Ömür verdiğin işler bozulsada yılmaz
Koyulabilirsen işe yeniden
Döküp ortaya varını yoğunu
Bir yazı turada yitirsen bile
Yitirdiklerini dolamaksızın dile
Baştan tutabilirsen yolunu
Yüreğine sinirine dayan diyecek
Direncinden başka şeyinkalmasa da herkesin
Bırakıp gittiği noktaya
Sen dayanabilirsen tek
Herkesle düşüp kalkar erdemli kalabilirsen
Unutmayabilirsen halkı krallarla gezerken
Dostta düşman da incitmezse seni
Ne küçümser ne de büyültürsen çevreni
Her saatin her dakikasına
Emeğini katarsan hakçasına
Her şeyiyle dünya önüne serilir.
Üstelik oğlum adam oldun demektir.
Rudyard Kipling
Çeviren : Bülent Ecevit

FUZULİ'NİN AŞK ANLAYIŞINDAN BEYİTLER

Fuzuli’nin aşk anlayışı aşağıdaki beyitte özetleniyor.
Zira sevgilinin verdiği acı, çektirdiği cefa şair için bir mutluluktur.
Sevgili naz yaptıkça aşk tazelenir, muhabbet artar.
 Bu nedenle de sevgilinin nazından, çektirdiği acıdan şikayet edilmez, sevgiliye gücenilmez, tam tersine mutlu olunur. Ey Fuzuli yar eğer cevr etse ondan incinme
Yar cevri aşıka her dem mahabbet tazeler

Fuzuli aşk derdiyle hoştur. Bu derdi giderecek derman istemez.
Şuna inanır ki kendisi için en büyük tehlike onu aşk ızdırabından uzaklaştırmak isteyen öldürücü dermandır.
 Bunun en güzel misali Kabe’nin toprağına yüzünü gözünü süren Mecnun’un dilinden söylediği; Yarab bela-yı aşk ile kıl aşna beni
Bir dem belayı aşkdan etme cüda beni duasıdır.

(Banarlı, Nihat Sami, 358)

Şair burada Allah’a şöyle yalvarıyor: “Yarabbi aşk beyası ile beni her zaman beraber kıl. Bir an bile aşk derdinden aşk belasından beni ayırma.”

Aşk Fuzuli için her şeye değerdir. Çünkü şairin cenneti sevgilidir. Aşıkları cennet için sevgiliden men eden, sevgiliyi yasaklayan bilmez ki aşıkların cenneti sevgilinin yüzüdür.
Cennet için men eden aşıkları didardan
Bilmemiş kim cenneti aşıkların didar olur.

Ancak yine de sevdiğine kavuşmak yoktur. Aşık sevdiği uğruna her şeyi yapar, karakterini, kendini değiştirir ama eğer sevgiliye kavuşursa hasta olur.
Aşk derdinden olur aşık mizacı müstakim
Aşıkın derdine derman etseler bimar olur.

Bu beyitleri okuyanlar şöyle düşünebilirler: Aşık olan kimse aşık olduğu kişiye kavuşmak istemez mi? İnsan neden çektiği ızdıraptan mutlu olsun ki? Acı çekmek neden şaire bu kadar zevk vermiş? Kavuşsa daha mutlu olmaz mı?

Hayır kavuşsa daha mutlu olmaz. Çünkü şairi mutlu eden şey sevgiliye kavuşmak değil, kavuşacağı anın hayalini kurmaktır, sevgiliye duyduğu özlemdir, hasrettir.
Eğer sevgiliye kavuşursa bekleyeceği, hayalini kuracağı bir şey olmayacaktır.
Bu da hayatın anlamını yitirmesidir şair için. Bu nedenle şair sevgilisinden de adalet beklemiyor. Sadece aşkını kendi içinde yaşamak istiyor. Senden itmen dad cevrün var lütfun yoh deyüp
Mest-i zevk-i şevkinam birdür yanumda var yoh

Ey sevgili, eziyetin var da lütfun yok diye senden adalet istiyor değilim; bilakis ben senin şevkinin (özlemin, çoşku ve ışığın) zevkinin mestliğinde yaşıyorum, var ile yok yanımda eşittir.

Şair çektiği aşk acısı ile övünür şiirlerinde. En çok acı çeken, aşkı en iyi yaşayan aşığın kendisi olduğunu düşünür ve bu konuda kendisini Mecnun ile kıyaslayıp onu küçümser ve Mecnun’un yalnızca adının olduğunu, oysa ki kendisinin daha iyi, daha sadık bir aşık olduğunu söyleyerek aşk konusundaki iddiasını ortaya koyar.
Mende Mecnun’dan füzun aşıklık istidadı var
Aşık-ı sadık menem Mecnun’un yalnız adı var

Nitekim ilimden başka her türlü hayat, cemiyet ve marifet mevzularında büyük tevazu gösteren şair, yalnız aşk mevzuunda kendisini geçebilecek bir gönül görmeye razı değildir. (Banarlı, Nihat Sami, 538)
Verseydi ah-ı Mecnun feryadımın sadasın
Kuş mu karar ederdi başındaki yuvada

Bilindiği gibi Mecnun, sahralarda çöllerde gezerken vahşi hayvanlar ve kuşlar ile öyle dost olmuş, aşk iklimi aslan ile ceylanı, güvercin ile şahini aynı dostluk meclisinde öylesine yakın eyleyip buluşturmuştu ki, zaman zaman güvercin, bülbül ve kumruların Mecnun’un dağınık saçlarını yuva ittihaz edip başına konduğu olurdu.

Fuzuli bu beyitinde demek ister ki “Eğer Mecnun’un Leyla’ya hasretle çektiği ahlar, benim ettiğim ahların yanık sesini verseydi, başındaki yuvada asla kuş duramaz, yanar kül olurdu.” (Pala, İskender, 2004:156)

Aşk ve ızdırap şairi olarak tanınan Fuzuli’nin aşk telakkisi tamamıyla platoniktir.
Visalin (kavuşmanın) aşkı öldürdüğüne inanan ve bundan kaçınan şair için aşk derdi şifadır, ondan kurtulmak helak olmak demektir.
(Timurtaş, Faruk Kadri,1993:247) Yine ol mah benim aldı kararım bu gece
Çıkacaktır feleğe nale-i zarım bu gece

Var idi subh visaline Fuzuli ümmid
Çıkmasa hasret ile can-ı figanım bu gece

O ay yüzlü sevgili şairin aklını başından almıştır ve şairin ağlamaları, aşk derdi ile inleyişleri bu gece gökyüzüne kadar çıkacaktır.

Ey Fuzuli, sabah kavuşma için ümidim var idi eğer bu gece yaralı incinmiş canım hasret ile çıkmasaydı.

Yukarıdaki iki beyit şairin ne kadar acı çektiğini, çektiği bu acı ile inlediğini ve bu iniltilerin gökyüzüne vardığını, hatta bu acının canına mal olduğunu onu adeta öldürdüğünü anlatıyor.
Ancak yine de şair sevgiliye kavuşmak istemiyor.
Çünkü ona göre sevgiliye kavuşmaktansa aşk derdinden, hasret çekerek ölmek daha soylu bir şeydir.

Ancak her ne kadar şair sevgiliye kavuşmak istemese de sevgilinin başka aşıklara kalbini açması, sevgiliyi başkalarıyla paylaşma fikri şairi uykusuz bırakır.
Hab görmez çeşmimiz endişe-i ağyardan
Pasbanız genc-i esrar-ı mahabbet bekleriz

Şair burada “Başka aşıkları sevgiliye ulaşır korkusu ile geceler boyunca gözümüze uyku girmiyor”, derken sevgilisine başka ortak edinmemenin; “Sevgi sırrını içeren hazinenin kapısının bekçisiyiz” derken de sevgilinin başka aşıklar edinmesinin önünün almanın gayreti içindedir.
Sevgiliyi bir hazine gibi görmek ve onu paylaşma fikrine tahammülsüzlüktür ki zaten aşkı kemal noktasına ulaştırır.
(Pala,İskender,2004:53)

Fuzuli’ye göre sevgiliye duyduğu aşktan dolayı halkın onu ayıplaması ve ayıplamaya
katlanmak gene aşıklığın doğal bir sonucu sayılmalıdır.
 (Mengi, Mine,1995:150)

Fuzuli çoğu zaman çektiği aşk acısından dolayı herkese rezil olduğunu, halkın onu dışladığını ayıpladığını düşünür.
Cümle-i halk bana yar için ağyar oldu
Kalmadı kimse bana yar Hüda’dan gayrı

(Halkın hepsi bana sevgiliye duyduğum aşktan dolayı yabancı oldu.
Bana Allah’tan başka yakın hiç kimse kalmadı.)Fuzuli rind-i şeydadır, hemişe halka rüsvadır
Sorun kim bu ne sevdadır bu sevdadan usanmaz mı

(Fuzuli çılgın bir aşıktır, bunun için halka her zaman rezil olmuştur.
Sorun ki bu nasıl bir sevdadır, Fuzuli bu sevdadan usanmaz mı?)

Şair, halka rezil olmanın, dışlanmanın, ayıplanmanın dışında bir sürü eziyete katlanmakta ve ciğeri parça parça olana dek acı çekmektedir. Çektiği aşk acısı onu perişan etmektedir.
Zira sevgilinin gözleri, kirpikleri, boyu posu, endamı onun ahının yürekleri parçalamasına sebep olmaktadır. Şair çektiği bu acı ile herkesin dilindedir.
 Zira şair sitemin taşı ile başı yarılmış bedeni kırılmış bir kişidir ve onu bir arayan olsa izini bu özelliklerden bulur. Sitemin taşıyla başı yarık bedeni şikeste Fuzuli’yim
Bu işaret ile bulur beni soran olsa nam-ı nişanımı

Fuzuli sevdiğinin fiziksel özelliklerini en mükemmel şekilde anlatmakla beraber, sevgilinin insafı bu iltifatlardan nasibini her zaman alamaz.
Çünkü sevgili her zaman naz etmektedir, şaire acı çektirmekten zevk almaktadır. Bu nedenle şair sevgiliyi insafsız, taş kalpli olmakla suçlar. Şerbet-i lal’in ki derler çeşme-i hayvan ona
Ol verir can dem bedem uşşaka vü ben can ona

Ey Fuzuli ol sanem efganına rahm eylemez
Taşa benzer gönlü te’sir eylemez efgan ona


Gazelin matlasında (ilk beyitinde) şair sevdiğinin dudaklarını şerbete benzetiyor ve bu dudakların bir canlılık dirilik çeşmesi olduğunu söylüyor.

Öyle ki bu çeşme aşıklara canlılık hayat veriyor, o başkalarına hayat verirken şair de canını hayatını ona veriyor.

Ancak gazelin makta beyitinde (son beyitinde) sevgilinin buna karşılık vermediğini, bu nedenle de şairin onu taş kalplilikle suçladığını görüyoruz.

 O put kadar güzel (aynı zamanda tepkisizliği yönüyle de puta benzetmiş olabilir) sevgili feryadlarına acımaz, figanları onu etkilemez, çünkü sevgilinin gönlü taşa benzer.
Şair Farsça divan mukaddimesinde şunları söyler:
“Bir gün bir mekteb sahasından geçiyordum, yolum oraya düşmüştü.
Peri yüzlü bir Fars (İranlı) gördüm.

 Öyle uzun boylu bir selviydi ki güzel yürüyüşü, o yürüyüşe dalıp şaşıran elif’i hareketten alıkoymuş, mushaf yüzünü mütalaa şevki, sad’ın görmez gözünü görüşün ta kendisi etmişti”

O güzel, şairin şiirlerinden birkaç beyit okumasını ister, şair, Arapça ve Türkçe şiirlerinden birkaç beyit okur.

 Güzel;
“Ben bunları anlamam. Bu dil benim değil ki. Bana Farsça ve ciğerler yakan gazeller gerek” der.

 Bunun üzerine Fuzuli, birkaç gece içinde Farsça gazellerden bir divan meydana getirir. (Gölpınarlı,Abdülbaki1985:15)

Tabii bunlar şairin hayal gücünün eseri. Zira bunu şair de kabul ediyor ve ekliyor;

“Ve ennehum yekulüne ma la yef’alün.”

(Hiç şüphe yok ki şairler, yapmadıkları şeyleri söylerler)Türk edebiyatının geleneksel vezniyle, dörtlüklerden oluşan biçimlerle söylenmiş şiirleri kapsar. Halkın konuştuğu dile dayanır.[8] Âşık, saz şairi ya da halk şairi adı verilen gezgin şairlerin saz eşliğinde doğaçlama söyledikleri şiirlerin günümüze ulaşan en eski örnekleri XVI. yüzyıla aittir. Âşıklardan birçoğu hakkında koşmaların son dörtlüğünde anılan mahlaslardan başka bilgi yoktur. Bazı âşıkların yaşamı efsanelerle karışmıştır. Âşığın düşünde pirlerin elinde bade içerek saz çalıp, şiir söylemesi, düşte gördüğü sevgiliyi bulmaya çalışması yaygın bir efsane motifidir. Birçok âşığın şiiri zamanla türkü, ağıt gibi sahibi bilinmeyen halk şiiri örnekleri arasına karışmıştır.[8] Örneğin; Ercişli Emrah ve Aşık Garip'in gerçekte yaşamış olup olmadıkları bilinmemektedir. Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan gibi büyük ustaların şiirleri arasına sonradan onların mahlaslarıyla söylenmiş şiirleri de eklenmiştir. Âşıkların yapıtları doğa, sevgi, gurbet, ahlaksal öğüt, toplumsal sorunlar yanında kahramanlık konularına da yer verir. Yeniçeri Ocağı'nda yetişmiş birçok şair imparatorluğun birbirinden uzak yerlerindeki (Bağdat, Girit, Kırım vs.) yaşama tanıklık eder. Bunlar arasında şu adlar sayılabilir; Hayali, Öksüz Âşık (XVI. yy.); Temeşvarlı Âşık Hasan, Kâtibi (XVII. yy.); Kayıkçı Kul Mustafa (ö. 1686); Kabasakal Mehmet (XVIII. yy.) vd. Toroslar'daki Türkmen aşiretlerinde yetişen Karacaoğlan'ın (XVII. yy.) doğa güzellikleri ve sevgiyi konu edinen özentisiz, içtenlikli şiiri, türünün en sevilen örnekleri oldu.[9] Gene bu yörede yetişen Deli Boran, Beyoğlu, Gündeşlioğlu (XIX. yy.) hiçbir yabancı etki altında kalmamış ve değişmemiş halk zevkini devam ettirdi. Dadaloğlu'nun (1785 ? - 1868 ?) baskıya ve haksızlığa başkaldıran şiiri, göçebe ve aşiretlerin zorunlu iskanıyla ilgili tarihsel olaylara tanıklık etti. Âşık edebiyatının geleneğinde âşık kahvelerinin, kahvelerde düzenlenen atışmaların, muamma, asma, çözme gibi hünerlerin önemli yeri vardır. Bu etkinliklerden dolayı âşıklara meydan şairleri adı verilir.[9] Bazıları medreselerde okumuş olan, kültür merkezi kentlerde yaşayan âşıklara ise kalem şairi denir.[9] Kalem şairleri üzerinde dil, anlatım, konu bakımından divan şiirinin türlü etkileri görülür. Onların şiirleri arasında koşma, varsağı, destan gibi özgün halk edebiyatı türleri yanında aruzla divan, müstezat, gazel gibi ürünler de yer alır. Âşık edebiyatının bu yolda yapıt veren temsilcilerinden başlıcaları şunlardır; Aşık Ömer, Gevheri, Dertli, Erzurumlu Emrah, Bayburtlu Zihni.[8]

....BİLEMEDİM BU ŞİİRİN ADINI...

Yazmam gereken başka yazılar varken…
Seni yazmak isterdi canım.
Sana boğulmuşken, sensizlikten kıvranmaya başladığımda,
Marmara’dan yosun kokusu gelirdi bir esintiyle odaya…
Sahi…
Yokluğu burnumun direğini sızlatırdı ya
Kokunu hiç bilmezdim…

Hani, cam kenarına bir kuş konsa,
Bakıp, uçmayı düşlerdim.
Hayâlimde kanatlanıp sana gider,
“Onca sendeyken”
Olduğum yerde çakılır kalır,
Yanına gelemezdim…

“Ağlayasım” gelirdi zaten ışığımı görünce…
Alışkındı öyle çat kapı!
Birkaç damlayla kandırıp onu, geri gönderirdim.
O, ısrarla tekrar tekrar geldiğinde kapıma, sesim çıkmazdı; ama
Beni kendisiyle avutmak istediğinde çok öfkelenirdim!
Çünkü…
Avutmak ona kalmamıştı!
Haddini bilsindi!
Avunmak isteyen mi vardı!?
Ben, seninle bile avunamayacak kadar kederliyken, o da kimdi!?
Hem, neredeyse hep sana bakar,
Hem, bir o kadar hasretini çekerdim…
Nereden bilecekti ki “ağlamak” bunu! ?
Zaten, anlasa diye çaba da göstermezdim…

Başı karlı dağlar gibi gelirdin aklıma:
Ulu, garip, sessiz, yalnız ve serin…
Kendini bitiren bir mum gibi gelirdin sonra:
Yanık, âşık, sıcak ve derin…
“Aklına gelmek” miydi ki bu…?
Zaten, hep orada gezinirdin…
Kovardım bazen, inatçıydın, ne yapsam gönderemezdim...

Olur olmaz yerlerde,
Tam yanı başımda durur, seyrederdin…
Hani, “onca yakınımdayken”
Yine de uzaklarda kalışından mıydı ne,
Kaşlarımı çatar,
Varlığını umursamadan,
İnadına dorukta yaşardım hazları…
Hayaline meydan okurcasına,
Nispet yaparcasına hırsla
Ve alabildiğine arsızca yaşardım!
Sonra, bir kızartı gelip otururdu yüzüme…
Sanki çok 'utanırdım'
Ve sanki 'çok utanmaz'dım…
Garip bir acı kaplardı da içimi,
Hemen oracıkta ölmeyi özler, ölemezdim…

Bir de pencereler vardı
Yakınlarla ve uzaklarla bakıştığım…
Böyle, geçmiş gibi yazdığıma bakma…
İçime sinerdi tüm anlar,
Her ânım oluverirdin.
Özgürdüm…
Seni görmek için sana muhtaç değildim!
Seninle konuşmak için sana ihtiyacım yoktu!
Önce, bembeyaz martılar uçmaya başlardı gökyüzünde…
Fakat ardından, dalgalar vurunca pencereme, ürker,
Yine de uslu durmaz!
Yine de yapacağımı yapar!
Camlar ardında kalan yüzünü öperdim, çekinmezdim...

Başka yazılar yazmam gerekirken,
Bir şiir daha yazardım sonra, ismini bilmediğim...
Sana boğulmuşken, sensizlikte tekrar tekrar canlandığımda,
Bir karanfil acılığı dolardı odaya…
Sahi…
Yakan bir yanı vardı ya…
Tadını da hiç bilmezdim………..

Neslihan Nur TÜRK

DESEM Kİ SENİ SEVİYORUM

Yıllar, yumruk olup durdu boğazımda.
Tıkanıyor nefesim,
Boğulacak gibi oluyorum.
(Kim bilir...?)
Belki de boş yere,
Mâlumun meçhûlde kalması için, kendimi yoruyorum...

Her şeyin bir ömrü vardır,
Sırların da...
Benimle ölsün isterdim; ama
Ölümsüz olduğunu duyuyorum.
Her gün ölüp ölüp dirilen bir hissin 'ölümsüzlüğü' nasılsa?
Duyumsuyor,
Bilmiyorum!
Şimdi,
Sana dönüp yönümü haykırsam!
Tüm endişeleri bir yana koyup,
Çığlığa dönüşse de sesim,
Desem ki:
Seni seviyorum!

Gülümsersin belki…
Belki de kaşlarını çatarsın.
Ne yaparsan yap umursamasam!
Korkmadan, çekinmeden, hoyratça tekrarlasam,
Desem ki:
Seni seviyorum!

Hem, hamken pişmişse gönül,
Edepten nasibi olur mu? ? ?
Say ki adım “Ham Yanık! ”
Say ki sevmeyi bilmiyorum!
Say ki
Sayılamayacak kadar çoğum!
Hatta,
Seviyorum Seni ama,
“Sen” dediğimin kim olduğunu bile bilmiyorum!
Say ki, şerikleri çok bir Sendir bu!
Sana yanarken, başkasına ağlıyor...
Sana bakarken, başkasını görüyor...
Seni severken, başkasını özlüyorum...
Say ki, şaşırmışım,
Şaşıymışım.
Ne çıkar be Sevgilim! ?
Umursar mısın bunları?
(Duyar mısın.....?)
Muhabbetsiz!
Sadâkatsiz!
Şekli ama şüphesiz!
Üstelik çılgınca!
Üstelik pek mâsum!
Hatta sahte!
Hatta öylesine!
Ve belki azıcık!
Belki uçsuz bucaksız!
Desem ki:
Seni seviyorum!

Yılmışım susmalardan!
Fakat feryatlar da yalan geliyor…
En içli tövbeleri ederken kâfir kesiliyorum!
En acı yakarışlar sırasında buz!
Yine de...
Her nefeste bir son,
Her lâhzada bir sonsuzluk,
Her dünde bir şu anlık hissediyorum!
(Ne olur sanki......?)
Kıytırık bir hüzünle,
Hiç utanmadan bakıp da yüzüne!
Desem ki:
Seni seviyorum!

Ne ayıp!
Üstelik ne gerçek!
Ne kadar da hiç üstelik!
Boğazıma düğümleniyor sesim...
Kesilmesin diye nefesim...
İşte bunun için!
Yani yine “ben”im için!
Yani kıyamadığım için tatlı canıma!
Yani nefessizlikten ölmeyeyim diye!
Sana duyurmak için değil!
“Canım kurtulsun” için!
Nasıl bir sevmekse bu? ? ?
İşte,
Hâlâ “Var” olan “Ben” için!
Yüzyılın yalancılarından bir yalancı olarak!
Yüzüm bile kızarmadan!
Gönlümde sanal bir yangın...
(Ne garip.......?)
Ateşsiz!
Külsüz!
Desem ki:
Seni seviyorum!

Ve inanmadan kendim bile...
Söylerken kendi şirretliğime şaşarak!
Her “Seni Seviyorum! ” feryâdında,
Kendi sesimden iğreniyorum!
Fakat sükût,
Tekrar sıkıyor gırtlağımı!
Tekrar tekrar,
Aynı hakikatli yalana dönüp çaresiz...
(Neylersin......?)
Sevdâlıymış gibi!
Ama sevdâsız!
Utangaç; ama arsız!
Desem ki:
Seni seviyorum!

Şerha şerha yarılmak bu!
Lâkin şerhi yok durumumun...
En iyi anladığım zamanlarda bile anlamıyor,
Anlamadığımı hissederken, üstelik, her şeyi biliyorum!
Ve böylesi bilindikken her şey,
Cehlimin kokusu burnumun direklerini sızlatıyor!
(Ne anlama gelir.......?)
Bakmasam kılığıma
Küçüklüğüme aldırmasam!
Çapsız!
Cansız!
Güdük bir duyguyla!
Bir koca sırrı döksem ayaklarına!
Desem ki:
Seni seviyorum!

Kovar mısın “Beni” kapından?
Çarpar mısın “Beni” suratıma? !
Sûretimin acımışlığıyla bakarken gül çehrene,
Sîretimi yakar mısın?
Olmayan yüzüme!
Yani bana!
Yani yüzsüzler arasındaki bu yüzsüze!
Lûtfeder misin aşkını?

Her şey bir yana dağılsa diyorum Sevgilim!
Her söz bir yana kaçsa…
Bu şiir de unutulsa…
Sadece insanlar değil,
Bütün kuşlar,
Pınarlar,
Ve rüzgârlar...
Herkes sussa keşke...
Her şey sussa,
Ben de sussam da...
Dolaysız, zamansız, apansız!
(Nerededir o dem......?)
Sadece Sen!
Desen ki:
Seni seviyorum!

Neslihan Nur Türk

DOSTMUSUN ÖYLEYSE CANIN CANIMDIR

Öyleyse canın canımdır.
Aynan olmalıyım,
Yüzüne söyleyebilmeliyim her şeyi.
Hem sakınmadan, mertçe,
Hani bilirsin, esirgemem lâfımı,
Ne şekil gelirse, öylece...
Hazırım tüm içtenliğimle konuşmaya; ama
Seni de dupduru isterim karşımda!

Dostsan,
Gözlerimin içine baka baka yaka silk benden!
Arkamdan şikayetlenme!
Yiğit ol! Gerekirse yiğitçe azarla, çekinme!
Lâf değil, icraat beklerim senden!
Öyle bak ki, hislerini görebileyim.
Öyle hisset ki, güvenle bakabileyim...

Sevmem, ölenin ardından ağıt yakmayı!
Dil dönerken söylenmeli her şey...
Kulak duyarken anlatılmalı.
Göz bakarken bakmalıyım sana,
Can sağ iken sarılmalı...
Keşkelere meydan vermemeli hayatım,
Pişmanlıklarla yoğrulmamalı!

Hayır!
Dirime selâm vermeyen,
Ölüme de fazla yaklaşmasın!
Dostsan, ölmemi bekleme!
Haklıysam, yaşarken savun beni!
Yaşarken yanımda ol!
İnanmışsan bana, kimse çevirmesin seni yolundan!
Ve inanmamışsan, sakın rol yapma!

Her söylediğimi onaylaman şart değil.
Her yaptığımı beğenmen de gerekmez.
Dostsan, rahatça eleştir, fikrini rahatça söyle, sıkılma!
Yadırgayabilirsin beni,
Ve ben de seni tuhaf bulursam şaşırma.
Kandırmanı aslâ kabul edemem!
Her dediğini, her yaptığını hoş görürüm; ama
Beni, bana sormadan yargılama!

Her yediğimiz aynı olmaz belki,
Her dakikamız birlikte geçmez.
Her güldüğünde gülmeyi garanti edemesem de,
Ağladığında seninle birlikte oturup ağlarım...
Belki her çağırdığında gelemem; fakat
Derdine ortak ararsan, koşarım!

Ben de herkes gibi insanım elbet.
Ne göklere çıkar beni, ne de yerin dibine sok!
Senin işin bu değil!
Benim zaten bir yerim var herkes gibi, yer ile gök arasında...
Dostsan,
Küçümsemeden, küfretmeden,
Sevgiyle, saygıyla ve huzurla gel sokağıma.
Dinlenmek istediğinde, hiç düşünme, sana özel bir limanım; ama
Yorulduğum zamanlarda,
Dilediğimce sığınabilmeliyim koylarına...

Seni bir çocuk kadar saf sevebilirim.
Ve bir deli kadar art niyetsiz...
Uğruna seve seve hesabı şaşırırım!
Görmezden gelebilirim yanlışlarını.
Başkaları enayilik sayabilir,
Başkaları akılsızlığıma yorabilir,
Bunları dert bile etmem; ama
Sen, aslında aptal olmadığımı,
Her an, tekrar tekrar hatırla!
Ve sakın beni aptal yerine koymaya kalkışma!

Seviyorsan, cimrilik etme, söyle!
Muhabbeti varken, yokmuş gibi yapanla,
Hiç sevmediği halde, yılışıp durana sinir olurum!
Neyse, o olmalı insan...
Kendisi olmaktan korkmamalı!
Kendisi olmaktan kaçmamalı!
Bil ki, sensin diye seni bırakmam; ama
Ben olduğum için bırakırsan beni,
Yas da tutmam arkandan!

Bedel mi?
Ödemeyeceksen, çıkma yola!
İçten pazarlık edersen, ancak kendine edersin.
Kendince küser barışır, kendi kendini yersin!
Dostsan, mevsimince yağ.
Kışsan kar ol, güzsen yağmur...
Soğuğuna, sıcağına, esip savurmana itiraz etmem,
Senden, ille de bahar olmanı beklemem; ama
Dayanmalısın en şiddetli fırtınalarıma!

Belki de çok geldi bunca talep.
Bana karşı hiçbir mecburiyetin yok, korkma...
Sana fazla geldiğim ilk anda,
Arkana hiç bakmadan, dönüp gidebilirsin.
Geçip gidebilirsin,borçluluk hissetmeden.
Mutlaka bir açıklama da beklemem senden; ama
Gitmeye davranırsam bir gün,
Sen de karşımda set olma!

Dost musun?
Öyleyse, canın canımdır!
Yoluna baş koymaya hazırım ya,
Başını da yollarımda isterim, unutma!

Neslihan Nur Türk

EVRENDEKİ KARA MADDE VE SIRRI



EVRENDEKİ KARA MADDE VE SIRRIGörünmeyen bir evrende yaşadığımızı biliyor muydunuz?
Göremediğimiz evrende Kara Madde var, astronomlar Kara Madde´nin ne olduğunun anlaşılmasıyla, evrenin kaderinin ne olduğunu anlayacaklarını düşünüyorlar,
Bir an için hayal edin, gecenin birinde rüyanızın ortasında aniden uyanıyorsunuz. Gözleriniz açık, karanlığa göz kırpıyorsunuz. Sanki bilinmeyen, kapkaranlık ve sonsuz bir mağaranın içindesiniz. Bu kötü bir duygu, ben neredeyim. Bu boşluk nedir? Boşluğun boyutları nedir. El yordamıyla karanlıkta aranırken eliniz bir kibrit kutusuna raslıyor. Bir kibrit çakıyorsunuz, hemen parlıyor ve sönüyor. Sonra bir tane daha, ardından tekrar bir tane daha. Parlıyorlar ve çabucak sönüyorlar. Ama o kısacık parlama anlarında çevrenize bir an için göz atabiliyorsunuz. Sonraki kibritin parlamasında, uzaktaki duvarları görebiliyorsunuz. Bir diğer aydınlanma, bilinmeyen büyük bir cismin gölgesini gösteriyor. Henuz hareket edebilecek durumda değilsiniz ama göreceli olarak odanın hareket ettiğini düşünüyorsunuz. Her kibrit ışığında birşey daha öğreniyor, çevreyi algılıyorsunuz. Dünyamızın durumu da buna benzer bir duyguyu uyandırır. Bugün, asırlardır yaptığımız gibi gezegenimiz olan platformda durarak dik dik yukarı bakıyor ve mağaramsı kozmosun neresinde olduğumuzu merak ediyoruz. Zaman zaman parlayan ışıklar bize uzayda dev cisimlerin bulunduğunu ima ediyor. Bazen onların hareketlerini ayırt edebiliyor ve görünen gölgeler bize oralarda daha birçok cismin bulunduğunu ama onları göremediğimizi belirliyorlar.
Işığı görmek için Kara Madde´nin gereği
Evrenin en uzak yerlerinden gelen her foton bizi yeni bir bilgi elde etme çabasına götürür. Astronomik anlamda ışık evrenden gelerek, dünyaya ulaşır. 9şimiz yer ve uydu teleskoplarıyla sadece daha fazla ışığı görmek değildir; evreni daha iyi anlamak, orada olup da göremediklerimizi doğru olarak tahmin etmektir. Elli yıllık bir geçmişe sahip olan galaktik hareketlerin gözlemi ve evrenin genişlemesi araştırmaları sonucunda bazı astronomlar evrenin % 90´ının objeler ve görünmeyen partiküllerle (atom altı parçacıklar) dolu olduğuna inanıyorlar. Öte yandan evrensel maddenin çoğunluğunun parlamadığı yani ışık yansıtmadığı da görülüyor. 60 yıl önce astronom Fritz Zwicky, bu kayıp maddenin galaksilerin arasındaki toz bulutlarının arasında olduğuna inanıyordu. Bugün ise bizler kayıp madde tanımı yerine "Kara Madde" diyerek hem ışığı vurguluyor, hem de nerede bulunduğunu bilmediğimizi anlıyoruz.
Yaşamsal bir yolun başındayız
Astronomlar ve fizikçiler Kara Madde hakkında çeşitli varsayımlarda bulunuyorlar. Bir taraftan Kara Madde´nin sıradan bir materyal olduğu düşünülüyor; uzak soluk yıldızlar, büyük ve küçük kara delikler, soğuk gazlar veya evrendeki dağınık tozlar gibi. Hepsi küçük radyasyonlar yayıyorlar veya araştırma araçlarına yönelik yansımalar oluşturuyorlar. Bu kategoriye giren karanlık objelere MACHO´lar (Massive Compact Halo Objects-Kütlesel kesif haleli objeler) deniyor. Bunlar kendi ışık alanları içinde çevrelerindeki galaksilerin ve galaktik bulutsuları içinde saklanıyorlar ve görünmüyorlar. Bir başka yaklaşımla, Kara Madde´nin ekzotik, alışılmadık partiküller içerdiğini ve bu nedenle gözlenemediğini düşünüyoruz. Fiziksel kuramlar bu partiküllerin varlığı hakkında kuşkulular, araştırmalar sürüyor ama henüz onaylanmış değiller. Üçüncü bir olasılık ise, çekim yasaları hakkındaki anlayışımızı düzeltmemizin şart olduğu ama buna karşı çıkan fizikçiler de yok değil. Çekim, bildiğimiz çekimdir diyorlar... Acaba öyle mi? Aynı doğrultuda Kara Madde´nin özelliklerini kozmolojinin diğer bilinmeyen, çözülemeyen karmaşık konularını hatırlayarak araştırmamız gerekiyor yani bu konudaki cehaletimizi akıldan çıkarmamalıyız. Evrenin kütlesinin ne kadar olduğu, galaksilerin nasıl oluştuğu ya da evrenin ebediyen genişleyeceği konularında olduğu gibi. Daha önemlisi Kara Madde´yi anlayabilmemiz, büyüklüğü, şekli ve evrenin nihai kaderini idrak edebilmemizin kapasitesiyle de sınırlıdır dememiz gerekiyor, bu yöndeki astronomik araştırmaların gelecek çeyrek yüzyıl içindeki sonuçlarının bize daha verimli sonuçlar getirebileceğini düşünüyor ve umuyoruz.
Evrenin ışıkları neyin içinde duruyor?
Birşeyi görememeyi anlamak zordur ama imkansız değildir. Astronomlar son dönemlerde Kara Madde üzerinde çalışırlarken, parlak madde üzerindeki etkilerini gözlemleyebildiler. Örneğin, yakındaki titreşen bir yıldızı gözlerken, belli hesapları yapıp, yörüngesinde bir Kara Gezegen´in bulunduğunu söyleyebiliyoruz. Görünürdeki benzer prensipler özellikle spiral galaksilerde de görülüyor. Yani yıldızların nedeni bilinmeyen garip ve anlamsız hareketleri bizlere oralarda normaldışı birşeylerin bulunduğunu gösteriyor. Yıldızların ve gaz bulutsularının yörüngesini gözlemlediğimiz zaman, spiral galaksilerin merkezindeki dairesel harekette olduğu gibi ileriye doğru çok hızlı bir hareketin olduğunu görürüz. Hızın ayrıntılarını ölçümlediğimizde görünmeyen maddenin büyük miktarlarda olduğu sonucuna varırız ve kullanılan Kara Madde´den oluşan yerçekimi gücünün yıldızları ve gaz bulutlarını yüksek hızdaki yörüngelerde tuttuğunu görürüz. Sonuçta Kara Madde galaksinin dışına ve çevresine yayılarak görünen galaksinin sınırına ve ötesine ulaşır, sonra aşağıya ve yukarıya bükülerek bildiğimiz, tanıdığımız spiral şeklindeki parlak galaktik diski oluşturur. Bizler o zaman, tipik şekliyle küresel bir ışığa gömülü parlayan bir disk görürüz ve bu parlak disk gözlemlenmemeye çalışan ve çok geniş bir alana yayılı görünmeyen maddenin içindedir.
Işığın olduğu her yeri görebiliriz; yeter ki...
Kara Madde´nin galaktik bulutsularda yayılım değerini keşfe çalışırken, x ışını astronomları galaktik bulutsularda yüzen çok geniş bir dağılıma sahip bulutsular buldular. Bu bulutsuların yaklaşık 100 milyon derecelik bir ısıya sahip zengin gaz-enerji ile dolu olduğu belirlendi ama henüz söz konusu enerjiyi ölçmek çok zor. Görünmeyen maddeyi gözlemleyebilmenin çeşitli metodları var. Bir tanesi galaktik bulutsuların çevresindeki spot halkaları yakalamak. Bunlara "Einstein Halkaları" deniyor. Halkalar çekim odaklarından aldıkları etkiyle oluşuyorlar, çok büyük bir kütleden yayılan çekim ışığı bükerek halka haline getiriyor. Bir bulutsu, bir diğerinin önüne geçip görüşümüzü etkilediğinde bulutsunun çekim alanı, daha uzaktakinin ışığını etkileyerek, halkalar, yaylar oluşturuyor. Geometrik oluşumlar ortaya çıkıyor ve bizler de evrendeki matematiği gözlemliyoruz. 9lginç olan yakın bulutsuların hareketlerini teleskoplarla gözlemleyebiliyor, ışığın bükülmesini dedektörlerle farkedebiliyoruz. Işık evrende her yere gider. Birgün teleskoplarımızı çok geliştirdiğimizde, evrendeki en uzak cisimleri görebileceğiz.
Evrenin ilk anları nasıldı?
Kara Madde´nin evreni büyük oranda doldurduğunu biliyoruz. Belirlediğimiz parlayan materyalin her gramı için orada onlarca gram Kara Madde olabilir. Geçerli astronomik görüş, göre, Kara Madde´nin ne olduğunu, neyi içerdiğini kesinlikle bilmiyor. Gerçekten de, astronomik keşiflerin henüz ilk dönemindeyiz. Görünmeyen kütleleri algılıyoruz, bazıları göreceli, bazıları sıradan, bazıları ise ekzotik. Yapmamız gereken çok iş var daha. Nükleosentez adlı bilim dalı elementlerin Big-Bang´den sonraki kökenlerini araştırıyor. Oluşturulan modellerle evrenin ilk dönemleri gözleniyor. Kozmik mikro dalgaların ısısını ölçmek için fotonların sayısını öğreniyoruz. Tam o noktada normal partiküller olan baryonların sayısının ölçümü gözlemlediğimiz yıldızların ve galaksilerin ışık zenginliğini bize gösteriyor. Kısacası Nükleosentez yoluyla, evrenin ilk anlarında oluşan elementleri tanıyor ve öğreniyoruz. Bu da bizi açık ve kapalı evren tanımlarına götürebilir ve böylece de evrenin bilinmeyen yapısı hakkında birkaç şey daha öğrenebiliriz.
İnsan tanrı rolü oynuyor
Galaksilerin evrimiyle ilgili ayrıntılar ve bulutsuların özellikleri Kara Madde´de saklı. Bu özellikleri bilmeden galaksilerin bugün gözlemleyebildiğimiz yapılarını ve evrimlerini anlamak zor. Evrenin ilk dönemlerine çaresizce kuşkuyla baktığımız gibi, ancak iyimser olabilir ve umutla daha çok bilgi elde etmeye çalışabiliriz. Gözlerimizle göremediğimizi, özel aygıtlarla görüyor, düşüncelerimizde tartıyor, bilgisayar grafikleriyle deniyoruz. Bilgisayarlar Kara Madde araştırmalarında anahtar rol oynayabilirler. Tarih boyunca astronomi gözlemlere odaklanmıştı ama bugün deneysel bilime öncelik veriyor, bilgiyi evrimleştiriyoruz. Günümüzün astronomik deneycileri, laboratuar tezgahlarında ya da teleskopların başında oturmuyorlar, bilgisayar terminallerinin başındalar. Kozmik simulasyonlar yaparak yüzlerce evren yaratıyorlar, deniyorlar, siliyorlar, yine yapıyorlar. Yarattıkları evrenlerde sayısız faktörü deniyor, akıllarına gelen, zekalarının ürettiği tüm bilgiyi evrensel bir sınavda kullanıyorlar. Bir kozmolog Kara Madde değerinin çok yüksek olduğu bir model-evren yaratıyor ve ortaya daha realist ve çok daha kalabalık bir evren çıkıyor.
Kara Madde´nin olduğu yerde ışık var
Bilgasayar modelleri galaktik davranışları öngörebilirler. Örneğin, iki galaksi birbirlerine yaklaştıklarında oluşan korkunç birleşmeyi gecenin bir anında görüp geçebiliriz. Bazen de ekranda bükülmüş kuyrukları olan uzun bir gelgiti izleyebiliriz. Bu araştırma noktalarında, her galaktik ışık küresinin bulunduğu yerde Kara Madde´nin ışıklı maddeden üç ile on kez daha fazla olduğunu öğreniyoruz. Işık halkaları daha uzuyor. Bu gerçek, modeller aracılığı ile astronomlar tarafından gözleniyor, yorumlanıyor ve görülemeyen Kara Madde hakkında bilgi edinilmeye çalışılıyor. Kozmoloji tarihinde ilk kez, bilgisayar modelleri güncel gözlemlere rehberlik yapıyorlar.
Geleceğin güçlü beyni
Yeni araçlar ve onlardan aşağı kalmayan yeni düşünce biçimleri bize evrensel yapının sırrına doğru götürebilirler. 400 yıl öncesinde Galileo, küçük mercekleri dar bir karton borunun içine yerleştirdiğinde, borunun ucunda çok güçlü bir beyin vardı. Gökteki soluk ışıklı zayıf çizgileri görerek, onlara "Samanyolu" adını verdi. Gerçekte orada milyarlarca yıldız ve yıldızlararası bulutsular vardı. Sonra birdenbire bir insan galaksinin ne olduğunu anlayıverdi, Belki de gelecek olan yüzyılda şu anda hönüz doğmamış olan bir başka güçlü beyin, bilmediğimiz yeni bir aygıtla bakacak ve sorunun cevabını verecek. Kara Madde nedir?

YERYÜZÜNDE GİZEMLİ ŞEKİLLER

YERYÜZÜNDE GİZEMLİ ŞEKİLLER
Ekin tarlaları üzerindeki geniş alanların gece esrarengiz bir biçimde düzleştirilmesiyle oluşan büyük geometrik modellerdir.''Hasat Çemberleri'' ya da ''Ekin Motifleri'' olarak da bilinen bu şekiller bir gecede birdenbire belirmektedirler; kimler ya da hangi güçler tarafından oluşturuldukları görülememiş olsalarda, araştırmalar ve bulgular çok enterasan sonuçlar doğurmaktadır.

Bu gizemli şekiller ilk kez 1980'de, yerel İngiliz gazetesi Wiltshire Times tarafından ''Ekin Çemberleri'' olarak adlandırılmışlardır. Ekin çemberleri buğday, arpa, çavdar, yulaf, pirinç gibi farklı ürünlerin yetiştiği tarlalarda ortaya çıkabildikleri gibi, nadirende olsa sebze ekili alanlarda, ağaçlık bölgelerde, hatta kar üstünde bile görülebilmektedir. Tahıl tarlalarında, genellikle ekinlerin belirli bir boy ve olgunluğa eriştikleri dönem olan Nisan-Eylül ayları arasında ortaya çıkmaktadırlar. Büyüklükleri şekilden şekile farklılık göstermekle beraber, çapları genelde 5 metre ile 220 metre arasında değişmektedir. Büyük oluşumların uzunluğu 280 metreye kadar varmakta, yaklaşık 10.000 metrekarelik bir alanı kaplayabilmektedirler.


İngiltere, özellikle Stonehenge bölgesi ekin çemberlerinin ana vatanı olarak bilinmekteyse de bu gizemli şekillere hemen hemen her ülkede rastlanmaktadır. En çok İngiltere, Almanya, Rusya, Kanada'da görülmektedirler. Bu şekiller ilk ortaya çıkmaya başladıklarında yalnızca basit, simetrik çemberlerden oluşmaktaydılar. Günümüzde ise, matematiksel anlamda kusursuz grafikler olan spiraller gibi pek çok değişik formda ekin çemberleri ortaya çıkmaktadır. Şekiller zamanla geometrik açıdan hem karmaşıklaşmış hem de mükemmelleşmiştir; Ekin çemberleri genelde yay, üçgen ya da daire biçimindedirler, fakat dikdörtgen ve poligon gibi başka biçimlerde oluşumlara da rastlanmaktadır.
Ekin çemberlerinin hemen hepsinde, alt kısımdaki ekinler, merkezden dışa doğru uzanan bir spirale sahiptirler. Çemberlerin kenarları oldukça düzgündür; pergelle çizilmiş izlenimi vermektedirler. Gerçek ekin çemberlerinde ekinler yere yatıktır ve yerden yaklaşık 1 inç yüksekliktedirler. Ekinler kırılmamışlardır ve genelde büyümeye devam ederler. Bu, ekin çemberlerinin insanlar tarafından yapılmamış olduğunun bir başka kanıtıdır, çünkü normalde ekinlerin bu şekilde düzleştirilmesi kopmalarına, kırılmalarına ve hasar görmelerine neden olmaktadır. Çemberlerden bazıları bir sepet gibi örülmüştür, buna rağmen bitkilerin her biri şaşırtıcı bir biçimde doğru yerdedir. Bu şekillerden bazılarında ise ekinler belli bir yüksekliğe ulaştıktan sonra spiral biçimini almaktadırlar. Bu özellikleri ekin çemberlerini benzersiz kılmaktadır.



Ekin çemberlerinin geçmişi 1670'lere kadar uzanmaktadır, fakat bunların varlığına ilişkin kanıtlar ancak yakın zamanlarda elde edilmeye başlamıştır. Kayıtlara geçen ilk ekin çemberi 1966 yılında, İngiltere'nin Hertfordshire kasabası sakinleri tarafından bulunmuştur. Bu esrarengiz şekiller 1972 yılına kadar bir daha görülmemişlerdir. Ağustos 1972'de, Güney İngiltere'nin Warminister bölgesinde önce bir UFO gözlemlenmiş, ardından da bir buğday tarlasında esrarengiz şekiller belirmiştir. 1972 yılından beri her yıl daha çok sayıda ekin çemberi ortaya çıkmaktadır. 1976 yılında, Langenburg'lü bir çiftçi olan Edwin Fuhr, tarlası üzerinde uçan kubbe şeklinde araçlar görmüştür. O gece tarlayı araştıran Fuhr, burada dört ekin çemberinin oluştuğunu farketmiştir. Bu olayı takip eden üç gün boyunca UFO'lar gözlemlenmeye devam etmiş ve çemberlerin sayısı yediye ulaşmıştır.

Ağustos 1981'de araştırmacı Pat Delgado, basın organlarına, Winchester yakınlarındaki Cheesefoot Head'de bir mısır tarlasında birtakım esrarengiz çemberlerin ortaya çıktığını bildirmiş, olay önce İngiltere'de ardından da tüm dünyada büyük yankı uyandırmış ve dikkatler ekin çemberleri bilmecesine çevrilmiştir.
1983 yılında şu anda dünyanın en önde gelen ekin çemberleri araştırmacılarından biri olan İngiliz mühendis Colin Andrews, Ekin Çemberleri Araştırma (CPR)'yi kurmuştur. Andrews ve Delgado, bu oluşumlarla ilgili detaylı araştırmalar yapmaya başlamışlar, çiftçiler ve diğer tanıklarla görüşmüşler, şekillerin çeşitli açılardan fotoğraflarını çekmişler ve elde ettikleri bulguları değerlendirmişlerdir. 1973 yılından 1997 yılına kadar ortaya çıkan ekin çemberlerinin hepsi CPR arşivlerinde kayıtlıdır.

Delgado ve Andrews, 1987 yılında Wiltshire ve Hampshire kentleri yakınlarında 40'a yakın ekin çemberi bulmuşlardır. Bunlar daire, yüzük, eşmerkezli daire biçiminde üçlü ve beşli oluşumlardı. 1987 yılında, ekin çemberleri oluşumları hem sayı bakımından hem de modellerdeki çeşitlilik ve karmaşıklık açısından yeni bir ivme kazanmıştır. Aynı zamanda bu şekillerin esrarengizliği de artmıştır. Çemberlerin içine giren köpekler hastalanmış, turuncu ışıklar yayan cisimler görülmüş, esrarengiz sesler duyulmuştur. Colin Andrews bu çemberlerin birinin içindeyken 'statik elektriğin hışırtılı sesini' duyduğunu söylemiştir.



FARKLI TİPTE ÇEMBERLER

Grafik biçimindeki ilk ekin çemberleri 1990'larda ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunlara en iyi örnek, 1994'te Stonehenge'in bir mil kadar güneyinde ortaya çıkan oluşumdur. Stonehenge üzerinde uçan ve yerde olağandışı herhangi bir görünüme rastlamayan bir pilot, yaklaşık 45 dakika sonra aynı yerden geçerken Stonehenge'in tam güneyinde oldukça geniş ve geometrik açıdan kusursuz, grafik biçiminde devasa bir ekin çemberinin ortaya çıktığını farketmiştir. Bu birdenbire ortaya çıkan yaklaşık 134 metrelik oluşumun insanlar tarafından yapılmasının imkansız olduğu, hadi yapıldı desek bile bunun günler alacağı kesindir..

Ekin çemberlerinin en dikkat çekicisi, 'tüm çemberlerin anası' olarak da bilinen ve 17 Temmuz 1991'de İngiltere'de, Barbury Kalesi yakınlarındaki bir buğday tarlasında ortaya çıkan oluşumdur. Bu oluşumda, merkezi, dairesel bir alan düzleştirilmiş ve iki eşmerkezli daire ile çevrelenmiştir. Bu dairelerin üstüne ikizkenar bir üçgen yerleştirilmiştir; bu üçgenin her bir köşesinde farklı bir dairesel model bulunmaktadır. Bunlardan biri basit bir çember, diğeri 6 kollu bir fırıldak, sonuncusu ise ilginç bir spiral şeklindedir. Tüm oluşum 190 metre genişliğindedir.



Wiltshire'ın Alton Barnes bölgesindeki Milk Hill'de ortaya çıkan ve 'Galaksi' adı verilen ekin çemberi de oldukça ilgi çekicidir. Bu şekil, bir spiral içine kusursuz bir biçimde yerleştirilmiş 400'den fazla çemberden oluşmaktadır. Tüm oluşum 450 metre uzunluğundadır, içindeki çemberlerin çapları ise 30 cm ila 21 metre arasında değişmektedir. 'Oluşumda 400 çember bulunduğu ve bunlardan bazılarının çapının 20 metreyi geçtiği düşünülürse, her 30 saniyede bir tane çember çizilmiş olmalıdır ki bu sadece düzleştirme için harcanacak zamandır. Bu oluşum sınırları zorlamaktadır. Geleneksel açıklamalar bu noktada yetersiz kalmaktadır.'

Hampshire'lı araştırmacı Karen Douglas ise bu konuda şu yorumu yapmaktadır: 'Bu çok heyecanlandırıcı. Herkes, genelde bu oluşumların aldatmaca olduğunu söyleyenler bile, bu seferkinin muhteşem olduğunu düşünüyor. Onu diğerlerinden farklı kılan muhteşem büyüklüğü ve karmaşıklığı. Daha önce de büyük ekin çemberleri gözlemlenmişti fakat hiçbiri yüzlerce çemberden oluşmuyordu. Bu oluşum insanları gerçekten de hayrete düşürdü.'

Ekin çemberlerinin mükemmel geometrik tasarımları insanları, bunların nasıl yapıldığını araştırmaya itmiştir. Bu esrarengiz şekillerin nasıl oluştuğu hakkında sayısız teori üretilmiş olsa da bunların pek azı ikna edicidir. Bazı araştırmacılar, ekin çemberlerinin oluşumunda normal olmayan hava koşullarının etkili olduğunu iddia etmiş, bazıları ise bu şekillerin belli bir alan üzerinde yoğunlaşan alçak ses frekansları tarafından meydana getirildiğini öne sürmüşlerdir.



Bu konudaki teorilerden biri de, UFO Olaylarını örtbas etmeye çalışan istihbarat birimlerinin halkı yanlış yönlandirmek için ortaya attıkları; bu oluşumların insanlar tarafından sahtekarlık amaçlı yapıldıkları teorisidir. Fakat bu oluşumlar o kadar gelişmiş ve komplike tasarımlara sahiplerdir ki, bu birdenbire beliren devasa ve kusursuz şekillerin insan yapımı olabileceğini düşünmek imkansızdır. Bunun kanıtlanması için, bu şekillerin bazıları kopye edilmeye çalışılmış, fakat küçük bir daire bile düzgün yapılamamıştır. Şekiller zamanla daha da karmaşıklaşmış; DNA spiralini temsil eden şekillerden, oldukça komplike matematiksel figürlere kadar uzanan bir çeşitlilik göstermiştir. Bu yüzden ekin çemberlerinin sahtekarlık ürünü olduğu teorisi de bu şekillerin oluşumunu açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Bu konuda en çok destek gören görüş, bu şekillerin dünyamızı ziyaret eden insan dışı zeki varlıklar tarafından yapıldığı görüşüdür.
Ekin çemberlerinin içine giren kişiler, buradayken ya da buradan çıktıktan sonra farklı hisler duyduklarını bildirmişlerdir. Bu kişiler, çemberlerin içindeyken aşırı baş dönmesi ve mide bulantısı yaşadıklarını söylerler. Hatta bazıları bu deneyimin ayaklarını yerden kestiğini söylemektedir. Yeni yüzyıl insanları, ekin çemberlerinin içindeyken kendilerinde iyileştirici güçler hissettiklerini iddia etmektedirler. Bazıları ise ekin çemberlerini bir tür sanat olarak yorumlamakta ve çemberlerin, sanat eserleri gibi derin ve etkileyici anlamlar taşıdıklarına inanmaktadırlar.



Ekin çemberleri sadece insanları değil hayvanları da etkilemektedir; yakın çiftliklerdeki büyükbaş hayvanlar çemberlerin ortaya çıkmasından saatler önce hırçınlaşmaya ve sinirli hareketler yapmaya başlamaktadırlar. Çemberler, aynı zamanda çevrelerindeki elektronik aletlerin bozulmasına neden olmaktadırlar. Çemberlerin üzerinde uçan uçakların içindeki elektronik donanımlar zaman zaman arızalanmaktadır.

Çemberler, ortaya çıktıkları alanı tümüyle etkilemektedir; bir çemberin içindeki ve çevresindeki ekinlerin manyetik yapısı ve yaydığı enerji değişmekte, ürünlerin kromozomları ciddi dönüşümlere uğramaktadır. Manyetik alan değişimleri dolayısıyla bölgede pusulalar çalışmamaktadır. Çemberlerin ortaya çıktığı gecenin sabahı araba aküleri arızalanmakta, Geiger sayaçları bölgede oldukça yüksek oranlarda radyasyon belirlemekte, voltmetreler yüksek seviyede enerji oluşumu tespit etmektedirler. Bu enerji bölgede çok uzun bir süre boyunca, ekinler toplanıp yeni tohumlar ekildikten sonra bile kalmaktadır.


Alıntı: Sirius

ZAMAN YOLCULUĞUNDA ZAMAN MAKİNASI


ZAMAN MAKİNASI
Zaman yolculuğu, H. G. Wells in 1985 yılında ünlü romanı Zaman Makinesini yazmasından bu yana güncel bir bilim-kurgu temasıdır. Fakat acaba gerçekten yapılabilir mi? Bir insanı geçmişe veya geleceğe taşıyacak bir makine inşa etmek mümkün müdür ?

On yıllar boyunca Zaman yolculuğu saygın bilimin sınırlarının dışında kaldı. Fakat son yıllarda bu konu kuramsal fizikçiler arasında bir çeşit yan uğraş haline gelmeye başladı. Çıkış noktası kısmen eğlence amaçlıydı; Zaman yolculuğu üzerine düşünmek eğlenceliydi. Fakat bu araştırmanın ciddi bir yanı da var: Neden ve sonuç arasındaki ilişkiyi anlamak. Bu, fizikte birleştirici bir kuram oluşturma çabalarının ana öğelerinden bir tanesi. Eğer, kuramsal olarak bile olsa, sınırsız Zaman yolculuğu mümkün ise, böyle bir birleşik kuramın yapısı bundan büyük oranda etkilenecek demektir.
Zamana ilişkin en iyi kavrayışımız, Einstein in görelilik kuramları sayesindedir. Bu kuramların öncesinde zaman kesin ve evrensel; fiziksel koşulları ne olursa olsun herkes için aynı kabul ediliyordu. Einstein, özel görelilik kuramında iki olay arasında ölçülen zaman aralığının gözlemcinin nasıl hareket ettiğine bağlı olacağını söyler. Temel olarak, farklı şekillerde hareket eden iki gözlemci, aynı iki olay arasında farklı zaman aralıkları deneyimleyeceklerdir.

Bu etki genellikle ikizler açmazı kullanılarak açıklanır. Sally ve Samin ikiz olduklarını düşünün. Sam evde otururken Sally bir rokete biner, yüksek bir hızda yakındaki bir yıldıza gider, sonra dönüp dünyaya geri gelir. Sally için yolculuğun süresi sözgelimi bir yıl olabilir; fakat geri dönüp de uzay aracından indiği zaman, dünyada 10 yıl geçmiş olduğunu görür. Artık kardeşi ondan 9 yaş daha yaşlıdır. Sally ve Sam, aynı günde doğmuş olmalarına karşın artık aynı yaşta değildirler. Bu örnek zaman yolculuğunun sınırlı bir çeşidini göstermekte. Sonuçta Sally dünyanın geleceğine doğru 9 yıllık bir sıçrama yapmış oldu.

Jet Lag

Zaman genleşmesi olarak bilinen etki, iki gözlemcinin birbirlerine göre hareket etmeleri durumunda meydana gelir. Günlük yaşantımızda bu tuhaf zaman çarpılmalarını gözlemleyemeyiz, çünkü bu etki ancak, hareketin ışık hızına yakın hızlarda olması sırasında belirgin hale gelir. Uçakların ulaştığı hızlarda bile, tipik bir yolculukta meydana gelen zaman genleşmesi birkaç nanosaniye kadardır. Bununla birlikte atom saatleri bu kaymayı kaydedecek kadar hassastırlar ve hareket sonucunda zamanın gerçekten de uzadığını onaylarlar. Dolayısıyla geleceğe yolculuk, şimdilik nispeten heyecan vermekten uzak miktarlarda da olsa, kanıtlanmış bir gerçektir.

Gerçekten gözle görülür zaman çarpılmalarını gözlemleyebilmek için, günlük deneyimler dünyasının ötelerine bakmak gerekir. Atomaltı parçacıklar, büyük hızlandırıcı cihazlarla neredeyse ışık hızına yakın hızlara ulaştırılabiliyorlar. Bu parçacıklardan muonlar gibi bazıları belli bir yarılanma ömrü ile bozunduklarından içsel bir saate sahiptirler. Einsteinin görelilik kuramına uygun olarak, hızlandırıcılar içinde yüksek hızlarda hareket eden muonlar, sanki ağır çekimde bozunuyormuş gibi gözlemlenirler. Bazı kozmik ışınlar da şaşırtıcı zaman çarpılmalarına maruz kalırlar. Bu parçacıklar ışık hızına o kadar yakın seyrederler ki, onlar açısından bakıldığında, dünya zamanına göre on binlerce yıl gibi gözükmesine rağmen, dakikalar içinde galaksiyi kat ederler. Eğer zaman genişlemesi olmasaydı, bu parçacıklar buraya hiçbir zaman varamazlardı.

Hız, zamanda ileri sıçramanın bir yoludur. Kütle çekimi ise bir diğer yolu. Einstein genel görelik kuramında kütle çekiminin zamın yavaşlatacağı öngörüsünde bulunmuştu. Saatler tavan arasında, dünyanın merkezine daha yakın olan ve dolayısıyla daha derin bir kütle çekim alanı içinde bulunan bodrum katına göre birazcık daha hızlı çalışırlar. Benzer şekilde, uzaydaki saatler, yerdekilere göre daha hızlı çalışırlar. Yine bu etki de çok küçüktür. Fakat, hassas saatler yardımıyla doğrudan ölçülmüştür. Hatta bu zaman çarpıtma etkileri Küresel Konumlandırma Sistemlerinde dikkate alınmak zorundadır. Eğer dikkate alınmazsa, gemiciler, taksi sürücüleri ve uzun menzilli füzeler kendilerini rotalarından kilometrelerce sapmış halde bulabilirler.

Bir nötron yıldızının yüzeyinde kütle çekimi öyle güçlüdür ki, zaman burada, dünyaya göre yaklaşık yüzde 30 daha yavaş akar. Böyle bir yıldızdan bakıldığında buradaki olaylar hızlı biçimde ileri sarılan bir filmin görüntüsüne benzer. Bir kara delik ise zaman çarpıklığının en uç noktasını temsil eder. Deliğin yüzeyinde zaman, dünyaya göre durmuş haldedir. Yani bir kenarından kara deliğe düşecek olursanız, sizi yüzeyine doğru çektiği o kısa süre içerisinde evren tüm sonsuzluğunu yaşar ve bitirir. Dolayısıyla kara deliğin içindeki bölge, dışarıdaki evren söz konusu olduğu sürece, zamanın sonunun da ötesindedir. Eğer bir astronot bir kara deliğin çok yakınına yaklaşıp parçalanmadan geri dönebilirse- ki bu çok uzak bir olasılıktır- geleceğe oldukça uzun bir sıçrama gerçekleştirebilir.

Şimdiye kadar zamanda ileri gitmekten bahsettik. Peki ya geriye doğru seyahat? Bu konu çok daha sorunlu. 1945 yılında Princetondaki ileri çalışma enstitüsünde bulunan Kurt Gödel, Einstein in kütle çekim alanı denklemlerinden, dönen bir evren tanımı ortaya koyan bir çözüm çıkartır. Bu evrende bir astronot, kendi geçmişine ulaşacak şekilde uzayda seyahat edebilmekteydi. Bu durum, kütle çekiminin ışığı etkileme şeklinde kaynaklanıyordu. Dönen evren ışığı (ve dolayısıyla nesneler arasındaki nedensel ilişkileri) sürükleyecek, maddesel bir nesnenin uzayda ve zamanda kapalı bir döngü içinde, herhangi bir devrede yakın çevresindeki ışık hızını aşmaksızın dönmesine izin verir. Gödelin çözümü matematiksel bir merak olarak bir kenara bırakıldı; sonuçta, evrenin bir bütün olarak döndüğünü gösteren bir kanıt yoktu. Fakat bulduğu çözüm bir taraftan da, zamanda geri gitmenin, görelilik kuramı tarafından yasaklanmadığını da ortaya koymuştur. Zira Einstein de bu kuramın bazı durumlarda geçmişe yolculuğa izin verebileceği düşüncesiyle başının dertte olduğunu itiraf etmişti.

Geçmişe yolculuk için başka senaryolar da bulundu, örneğin 1974 yılında Tulane Üniversitesinden Frank J. Tipler, kocaman ve sonlu uzunluğa sahip bir silindirin kendi ekseni etrafında ışık hızıyla dönmesinin, yine ışığı bir ilmek gibi kendi etrafına çekerek, astronotların kendi geçmişlerini ziyaret etmelerini sağlayabileceğini hesaplamıştır. 1991 de ise Princeton Üniversitesinden J. Richard Gott, evren bilimcilerinin Büyük Patlamanın erken dönemlerinde yaratılan yapılar olarak bildikleri kozmik sicimlerin de benzer sonuçlar verebileceğini öngörmüştü. Fakat 1980lerin ortalarında, solucan deliği kavramı temel alınarak, bir zaman makinesi için en gerçekçi senaryo ortaya çıktı.

Bilim kurguda solucan delikleri kimi zaman yıldız geçitleri olarak adlandırılırlar. Bunlar sayesinde, uzayda birbirinden çok uzak noktalar arasında kestirme bir geçiş yapılabilir. Hipotetik bir solucan deliğinden atladığınızda, galaksinin diğer bir yanına bir an içinde ulaşmak mümkündür. Solucan delikleri, kütle çekiminin sadece zamanı değil uzayı da çarpıttığını gösteren genel görelilik kuramına doğal olarak uygundurlar. Kuram, uzaydaki iki noktayı birbirine bağlayan alternatif yol ve tünel geçişlerine benzer yapılanmalara izin verir. Bir tepenin altından geçen bir tünelin, tepe yüzeyini izleyen yoldan daha kısa olabilmesi gibi, bir solucan deliği de bildiğimiz uzaydaki normal bir güzergâhtan daha kısa olabilir.

Solucan deliği bir bilim-kurgu aygıtı olarak 1985 yılında yayınlanan Contact adlı romanında Carl Sagon tarafından kullanıldı. Sagonın da vurguladığı gibi Kaliforniya Teknoloji Enstitüsünden Kip S. Thorne ve arkadaşları, solucan deliklerinin bilinen fizikte uyumlu olup olmadığını bulmak üzere yola çıkmışlardı. Başlangıç noktaları, bir solucan deliğinin korkunç bir kütle çekimine sahip olması açısından bir karadeliğe benzemesi gerektiği düşüncesidir. Fakat hiçliğe doğru tek yönlü bir yolculuk sunan karadelikten farklı olarak, solucan deliklerinin girişleri gibi çıkışları da olmalıydı.

Döngünün İçinde

Bir solucan deliğinin içinden geçilebilir özellikte olabilmesi için Thorne un ekzotik madde dediği şeye sahip olması gerekir. Bunun görevi, çok büyük kütleli bir sistemin kendi yoğun ağırlığı altında bir kara deliğe çökmesi yönündeki doğal eğilimle mücadele edecek bir karşıt kütle çekimi üretmektir. Karşıt kütle çekimi veya kütle çekim itmesi, negatif enerji veya basınçla üretilebilir. Negatif enerji durumlarının bazı Kuantum sistemlerinde mevcut olduğu bilinmektedir ki, bu durum, yeterli miktarda karşıt kütle çekimi malzemesinin bir araya toplanıp toplanamayacağı pek açık olmasa da, Thorne un ekzotik maddesinin fizik kurallarınca yasaklanmadığını düşündürmektedir. (Bkz. Negative Energy Wormholes and Warp Drive, Lawrence H. Ford ve Thomas A. Ramon: Scientific American, Ocak 2000).

Daha sonra Thorne ve meslektaşları, kararlı bir solucan deliği oluşturulabilmesi halinde, bunun bir zaman makinesine de dönüştürülebileceğini fark ettiler. Bunların birinden geçen bir astronot sadece evrende başka bir yere değil, geçmişte veya gelecekte herhangi bir zamana da çıkabilirdi.

Solucan deliğini zaman yolculuğuna uygun hale getirmek için ağızlarından bir tanesi nötron yıldızına bağlanıp, yüzeyine yakın bir şekilde konumlandırılabilirdi. Yıldızın kütle çekimi, solucan deliğinin ağzının yakınlarındaki zamanı, solucan deliğinin uçları arasındaki zaman farkının gittikçe artmasını sağlayacak şekilde yavaşlatacaktır. Daha sonra her iki uç da uzayda uygun yerlere yerleştirildiğinde bu zaman farkı aynen korunacaktır.

Bu zaman farkının 10 yıl olduğunu varsayalım. Bu deliği bir yönde geçen bir astronot geleceğe doğru 10 yıllık bir sıçrama yaparken, ters yönde geçen bir astronot geçmişe doğru 10 yıllık bir sıçrayış gerçekleştirecektir. Normal uzay üzerinden yüksek bir hızla başlangıç noktasına dönen ikinci astronot, henüz ayrılmadan önce evine dönmüş olacaktır. Diğer bir deyişle, uzaydaki kapalı bir ilmek aynı şekilde zamanda da kapalı bir ilmek haline gelebilir. Bunun kısıtlamalarından biri, astronotun, solucan deliğinin henüz yapılmamış olduğu bir geçmiş zaman dilimine gidememesidir.

Solucan deliğinden bir zaman makinesi yapma konusunda aşılması en zor sorunlardan birisi, öncelikle solucan deliğinin nasıl yapılacağıdır. Muhtemelen uzay, Büyük Patlamanın kalıntıları olan bu tip yapılarla doğal olarak örülü durumdadır. Eğer öyleyse, üstün bir uygarlık bunlardan bir tanesine hükmedebilir. Veya solucan delikleri Planck uzunluğu denen ve bir atom çekirdeğinin 1020de biri kadar minicik ölçeklerde doğal olarak meydana çıkıyor olabilirler. Prensipte böyle minik bir solucan deliği bir enerji itimiyle kararlı hale getirilip, bir şekilde kullanılabilir boyutlara genişletilebilir.

Sansürlü !

Mühendislik sorunlarının çözüldüğünü kabul edersek, bir zaman makinesinin üretilmesi, nedensel açmazlarla dolu bir Pandora Kutusunun açılmasına neden olabilir. Geçmişe gidip kendi annesini henüz genç bir kızken öldüren zaman yolcusunun durumunu düşünelim. Buna nasıl anlam verebiliriz ? Eğer kız ölürse, gelecekte zaman gezginin annesi olamayacaktır. Öte yandan zaman yolcusunun doğumu gerçekleşmezse, geri dönüp annesini de öldüremez.

Bu çeşit açmazlar, zaman gezgininin geçmişi değiştirmeye kalkıştığı imkânsızlığı aşikâr durumlar da ortaya çıkar. Fakat bunlar, bir kişinin geçmişin bir parçası olmasını da engellemez. Sözgelimi zaman gezgini geçmişe gider, genç bir kızı ölümden kurtarır ve bu kız da büyüdüğünde onun annesi olur. Nedensel döngü şimdi tutarlıdır ve artık açmazlara neden olmaz. Nedensel tutarlılık, bir zaman gezgininin neler yapabileceği konusunda bazı kısıtlamalar getirebilir. Fakat, zaman yolculuğunu hepten yasaklamaz.

Zaman yolculuğu tamamen açmazlarla dolu olmasa da, oldukça acayip olacağı kesin. Bir yıl ileriye sıçrayıp Scientific Americanın ileriki bir sayısındaki bir matematik teoremini okuyan bir zaman yolcusu düşünün. Ayrıntıları not alsın, kendi zamanına dönsün, bir öğrenciye bu teoremi anlatsın ve öğrenci de bunu Scientific American a yazsın. Çıkan makale elbette zaman yolcusunun okuduğu makalenin ta kendisidir. Dolayısıyla karşımıza bir soru çıkıyor: Teoreme ilişkin bilgi nereden geldi ? Gezginimizden değil, çünkü o sadece bir yerde okudu; öğrenciden de değil, çünkü o da bunu gezginimizden öğrenmişti. Dolayısıyla bilgi, mantıksız bir şekilde hiçbir yerden gelip var olmuş gibi gözüküyor!

Zaman yolculuğuyla ilgili garip sonuçlar bazı bilimcileri, bu fikri tamamen reddetmeye itiyor. Cambridge Üniversitesinden Stephen W. Hawking, nedensel döngüleri devre dışı bırakacak bir tarihsel sırayı koruma varsayımı öneriyor. Görelilik kuramı nedensel döngülerin oluşmasına izin verdiğinden tarihsel sıranın korunması, geçmişe yolculuğu engelleyecek bir başka etmenin ise karışmasını gerektirmekte. Peki bu etmen ne olabilir ? Bir öneriye göre durumu kurtaran, kuantum süreçleri olabilir. Bir zaman makinesinin varlığı, parçacıkların kendi geçmişleri ile döngüsel ilişkilere girmesini mümkün kılacaktır. Hesaplamalardan edinilen ip uçlarına göre, meydana gelecek karışıklık, kendi kendini besleyerek, solucan deliğinin dağılmasına yol açacak bir enerji kaçağına neden olabilir.

Tarihsel sıra koruması halen bir varsayımdan ibarettir ve Zaman yolculuğu da halen bir ihtimal olarak durmakta. Konunun nihai çözümü, sicim kuramı veya onun bir uzantısı olan M-kuramı gibi bir kuram aracılığıyla, Kuantum mekaniği ile kütle çekiminin başarılı bir birleşiminin ortaya konmasını beklemek zorunda olabilir. Hatta gelecek nesil parçacık hızlandırıcılarının yakındaki parçacıkları kısa ömürlü nedensel döngülere sokabilecek kadar uzun ömürlü atom altı solucan delikleri oluşturabilmeleri de mümkün gözüküyor. Bu olay Wellsin Zaman Makinesi hayali yanında çok cılız bir çaba olarak kalsa da, fiziksel gerçeklik görüşümüzü ebediyen değiştirecektir.
Kaynak:internet

ESKİ MEDENİYETLER NAZCA'NIN SIRLARI

ESKİ MEDENİYETLER NAZCA'NIN SIRLARI
Peru Çölü'ndeki geogliflerin sırrı bir asırdır bilim adamlarının ve maceraperestlerin iştahını kabartıyor.

İspanyol "conquistador" Pizarro tarafından İnka İmparatorluğu'nun yıkılışıyla birlikte, yani yaklaşık 16. yüzyılın ortalarından itibaren, Latin Amerika'da bir efsane başını almış yürümüştü. Hemen herkes, Güney Peru'nun And Dağları'yla Pasifik Okyanusu arasında sıkışıp kalmış çöl yaylalarındaki devasa geometrik şekillerden söz ediyordu. Yüzlerce metre genişliğindeki 9 parmaklı maymundan, 40 metrekarelik bir alana yayılmış örümcekten, 300 metre uzunluğundaki kuş şekillerinden...

Üstelik, tümü hayvan figürleriyle sınırlı değildi. Biraz daha kuzeyde, tepeleri süsleyen birkaç kilometre uzunluğundaki ok şekillerine rastlandığı da belirtiliyordu. Ama bütün söylenenler rivayetten öteye geçmemişti. Çünkü, bu şekilleri gören bir tek kişi bile yoktu. Bazı gezginler bunlardan söz etmiş; bazılarıysa, başkalarına aktarmış ve böylece Nazca'nın sırrı doğmuştu. Yani kumlu arazideki dev şekillerin sırrı...


Nazca asırlarca konuşuldu, ancak bu konudaki en somut adım 1939 tarihinde atıldı. Peru'nun başkenti Lima'nın 400 kilometre güneyindeki Nazca bölgesinin üzerinde gözlem uçuşu yapan Amerikalı arkeolog Paul Kosok, bu şekillerin gökyüzünden ilk fotoğraflarını çekti. Böylece insanlık bu "geoglif"lerle tanışmış oldu.
Geoglif Yunanca kökenli bir kelime. Eski Yunanca'da toprak anlamına gelen "ge" ve kazınmış anlamında kullanılan "gluphe" kelimelerinden türetilmiş. Paul Kosok'un fotoğraflarından beri, bilim dünyası şu soruların yanıtını arıyor: Bu dev şekilleri kim, nasıl ve hangi amaçlarla çizdi?

Soruyu açıklamaya yönelik ilk varsayımlar, gerçek anlamda hayal gücünün ürünüydü. Bu çizgilerin, başlangıçta "Kolomb-öncesi Latin Amerika"da düzenlenen ilk olimpiyatların atletizm pistleri olduğu iddia edildi. Başkaları bir adım daha ileri gittiler ve onların büyücü şamanların gizemli işaretleri olduğunu ileri sürdüler. Tabii, astroloji uzmanları da kendi üstlerine düşen katkıyı yapmakta gecikmediler. Maymun, kuş ve fok gibi hayvan şekillerinin dev bir yıldız falı olduğunu söylediler. Onlara göre, bu dev hayvan şekilleri, günümüz burçlarından çok farklı değillerdi.

Ancak, Nazca'nın sırrını popülerleştiren isim Alman "new age" yazarlarından Erich von Däniken oldu. 1968 yılında kaleme aldığı "Tanrıların Arabaları" adlı araştırma kitabında, bu dev şekillerin uzaylı zekâsının ürünü olduğunu öne sürdü. Ona göre, yamuk biçimindeki ana şekiller, basit bir biçimde uzay gemilerinin iniş pistleriydi. Ancak, uzaydan gelen ve gelişmiş bir teknolojiye sahip bu yabancılar, yerel halk tarafından "tanrılar" olarak kabul görmüşlerdi. İşte o nedenle, daha sonra bu gökyüzünden gelen tanrılarla iletişim kurmak için kumun üzerine, büyük çoğunluğu hayvan figürlerinden oluşan dev şekiller çizmişlerdi.

Nazca için ilk bilimsel açıklama, Alman matematikçi Maria Reiche'den (1903-1998) geldi. 1946 yılında Nazca yakınlarındaki San Pablo kasabasına yerleşti ve ölene dek orada yaşadı. Hemen tüm bilimsel kariyerini geogliflere adamıştı. Yine onun sayesinde, Nazca'nın dev şekilleri, UNESCO tarafından "Dünya Mirası" kategorisinde koruma altına alındı. Maria Reiche, öncelikle bu çizgilerin nasıl çizildiği sorusuna bir açıklık getirdi. Ona göre, kumun daha koyu olan üst tabakası kazınmış ve böylece alttaki daha açık bir tabaka ortaya çıkarılmıştı. Ona göre, şekiller Güneş'in, Ay'ın ve bazı yıldızların pozisyonunu yansıtıyordu. Ve insanlara ne zaman ekinlerini ekmeleri, ne zaman tarlalarını sulamaları ve ne zaman ekini toplamaları gerektiğini hatırlatıyordu. Ne var ki, daha kuşkulu bilim adamlarına göre bu kuram, bir bakıma dev okları ve düz çizgi biçimindeki şekilleri açıklıyordu. Ama, özellikle hayvan figürlerinden oluşan görüntüler konusunda yetersiz kalıyordu. Öte yandan, düz çizgiler hemen bütün yönlere kaydırılmıştı. Nitekim, daha sonra bilgisayar aracılığıyla yapılan hesaplar, şekiller ve çizgilerin sadece yüzde 20'sinin astronomik pozisyonlara uygun düştüğünü gösterdi. Kısacası, Maria Reiche'nin kuramı belki olayın bir yönünü aydınlatıyordu, ama kesinlikle tümünü değil...

Nazca'nın sırrı bu noktada tıkanıp kalmıştı. Eğer, geogliflerin yaklaşık 12 kilometre kuzeybatısında ortaya çıkarılan Cahuachi kazıları olmasaydı, belki de mesele unutulup gidecekti. Ancak, İtalyan mimar ve arkeolog Guiseppe Orefici, bu bölgede gerçekleştirdiği kazılarda çok sayıda eşyayı gün ışığına çıkardı. Söz konusu olan 24 kilo-metre kare genişliğinde dev bir nekropol idi ve buraya tahminen 20 bin ile 30 bin kişi gömülmüştü. Ortaya çıkarılan çok sayıda mumya, süs eşyası, müzik aleti gibi eşyaların arasında bulunan iki şey İtalyan arkeologun dikkatini çekmişti. Üstlerinde geogliflerdeki çizgileri anımsatan şekillerin bulunduğu seramik vazolar ve asıl önemli-si bir mezarda ortaya çıkarılan ölü töreni mantosu...

Bu eşyalar, karbon 14 testi ile, M.Ö. 5. yüzyıldan M.S. 6. yüzyıla kadar tarihlendirilebiliyordu. Yani, burada bir uygarlık tam 1000 yıl boyunca varlığını sürdürmüştü. Bölgenin çöl topraklarını mesken tutan söz konusu topluluk, günümüzde "Nazcalılar" diye anılıyor.
Biz yine konumuz açısından ölü töreni mantomuza dönelim. Bu 2000 yıllık mantonun kenarlarına 500 tane küçük bebek işlenmişti. Bu bebeklerin bir kısmı müzik aletleri çalıyor, diğerleri de ellerini havaya açmış bir şekilde dans ediyorlardı. Her bebeğin yaptığı hareketi bir başkası izliyordu. Bebeklerin davranışları bir ölü gömme ritüelini çağrıştırıyordu. İşte bu noktadan hareket eden İtalyan arkeolog, Nazca geogliflerinin dinsel bir ritüeli simgelediği tezini geliştirdi.

Ona göre Nazcalılar, barışçıl, ama koyu dindar bir topluluktu. Mumyaların arasında, bir tane bile düşman mumyasına rastlanmaması, onların savaşçı olmadığının somut bir kanıtıydı. Yazıyı, büyük bir olasılıkla tanımıyorlardı. Ancak, sanatta ve asıl önemlisi, geometri konusunda çok ileriydiler. Hem de, kenarları 110 metre uzunluğunda ve 20 metre yüksekliğinde piramitler inşa edecek kadar ustaydılar.

Kazılarda ortaya çıkan bir başka ilginç nokta ise, bulunan tüm eşyalarda ortak paydanın su olmasıydı. Kurak, hatta çöl denecek bir iklimde varlıklarını sürdüren Nazcalılar için su çok önemliydi. O nedenle, sarmal biçimde kuyular oluşturarak gelişmiş bir su iletişim şebekesi oluşturmuşlardı. Şebekeden, bazı civar köyler ve kasabalar bugün bile yararlanıyorlar. Bu noktadan hareket eden Guiseppe Orefici, Nazcalılar'ın bütün dinsel ritüellerinin su ve bereket kavramları çevresinde geliştiği sonucuna ulaştı.

(Solda) Nazca'nın yerini gösteren Güney Amerika haritası. Taranmış yer daha sonraki İnka imparatorluğundur. (Sağda) Pampa de Ingenio'da çöl yüzeyindeki çeşitli jeogliflerin krokisi.

Ona göre, üç farklı kategoriye ayrılabilecek geoglifler (sarmal şekiller, hayvan figürleri, dev düz çizgi ve oklar) kesin, ama farklı dönemlere tekabül ediyordu. İlk olarak, Nazcalılar'ın, M.Ö. 500 yıllarında sarmal şekilli geoglifleri oluşturdukları düşünülüyor. Bunlar göreceli olarak daha küçük şekiller. Ardından daha büyük çizgilere, kuş, örümcek, fok, maymun gibi hayvan şekillerine geçiyorlar. İtalyan arkeoloğa göre, bu hayvanlar Nazcalılar'ın tanrılarını simgeliyor; tümünün su ile yakından ilişkili olduğu ise çok açık... Bu dönem, aynı zamanda Nazca uygarlığının altın çağları... İlk kentlerini, nekropollerini inşa ediyorlar. M.S. 3. ve 4. yüzyılı kapsayan bu dönem, And Dağları'ndaki büyük fayın yol açtığı büyük bir deprem ile sona eriyor. Doğal felaket karşı-sında tanrılarına duydukları güveni yitiren Nazcalılar, kurdukları kentlerin üstünü kum ile örtüp göç etmeye hazırlanıyorlar. İşte bu sırada, gidecekleri yönü gösteren ok ya da düz çizgi şeklindeki son dönem geogliflerini çiziyorlar. Çünkü onlar, artık hayvan figürleri biçimindeki tanrılarını terk etmiş bulunuyorlar. Ancak, yeni göçtükleri toprak-larda da onları mutlu bir son beklemiyor. Önce, 6. yüzyılda Huariler tarafından özümseniyorlar. 1000 yıllarında, Huariler'i yıkan Chinchas'ların egemenliğine giriyorlar. Son olarak da İnkalar'ın içinde eriyip tarihin tozlu sayfalarına karışıyorlar.

Peki ama, büyük çoğunluğu sadece uçaktan görülebilen bu dev şekilleri Nazcalılar nasıl çizdiler? Guiseppe Orefici bu konuyu fotoğrafçılıkta kullanılan "agrandisman" yöntemiyle açıklıyor. Ona göre, önce ana şeklin en küçük parçasının şeklini çizdiler ve daha sonra da, basit basamak hesaplarıyla daha büyüklere geçtiler. İtalyan arkeoloğun düşüncesi başka bir olayı daha açıklıyor: bazı geogliflerdeki temel hesaplama hatalarını...

İtalyan arkeolog, bu kuramını bir süre önce Perulu ilkokul öğrencileriyle gerçekleştirdiği bir deneyle kanıtladı. Öğrencilerle birlikte, direkler, ipler ve bazı temel geometri kurallarını kullanarak, bu dev şekillerden bir tanesinin benzerini yarım gün içinde gerçekleştirdi.
Ancak, İtalyan arkeolog Guiseppe Orefici'nin kuramında karanlık noktalar var. Kazılarda ortaya çıkarılan eşyaların, özellikle de vazoların üstündeki şekillerle geoglifler arasında birebir bir ilişki görülmüyor. Örneğin yamuk, düz ok ve çizgi gibi bazı tipik geoglif şekillerine bu tür eşyaların üstünde hiç rastlanmıyor. Aynı topluluğun, toprakta farklı, günlük yaşam eşyaları üstünde farklı motifleri işlemiş olması bazı sorular yaratıyor. Öte yandan, bugün bilim adamlarının sık sık kullandığı tarihlendirme yöntemi olan "karbon 14 testi" kaya ve tahta için olumlu sonuçlar verirken, toprak konusunda kuşkular taşıyor. Kısacası, Nazca'nın sırrının üstündeki perde tam olarak kalkmış değil... Bu, belki bilim için kötü bir haber, ama hayalperestler ve sanatçılar için bir şans sayılabilir...







Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...