03 Aralık 2019

Sayıların Sembolizmi



Sayıların Sembolizmi
Sembol sözcüğü etimolojik olarak Latince Symbolum sözcüğünden Fransızca’ya, oradan da Türkçe’ye geçmiştir. Sözcüğün ilk anlamı tanınma işaretidir. Kökeni ise Yunanca’daki, sumbolon sözcüğüdür. İşaret,sembol, alegori anlamına gelen sözcüğün kökeninde zaten birlikteliği belirten sum- ön eki vardır.
Sözcük anlamı olarak sembol , “Biçimi ya da doğası ile bir düşünceyi ya da düşünceler bütününü çağrıştıran nesne ya da resim” demektir.
Meydan Larousse ise sembol tanımını “Duyularla algılanamayan bir şeyi belirten somut şey veya işaret” şeklinde vermektedir :
Yine Meydan Larousse’a göre sembolizm, “Olguları yorumlamaya veya inançları anlatmaya yarayan semboller sistemi” olarak tanımlanmıştır.
İnsanlar ilk çağlardan beri sembolleri kullanagelmişler, dönemlerinin, kendilerine göre özel ve gizli kalması gereken, bilgilerini bazı semboller aracılığı ile anlatmışlardır.
İlk çağlarda evren ile ilgili bilgiler, psikoloji ile ilgili bilgiler, ezoterik bilgiler hep semboller aracılığı ile aktarılmıştır.
Mitler, efsaneler, folklorik öyküler, hatta masallar ve çeşitli sanat eserleri bizlere bu sembollerin aktarılmasını sağlamışlardır.
Burada karıştırılmaması gereken işaret ile sembol arasındaki farktır. Sembol belli bir düşünceyi ve olguyu ifade etmek için kullanılır. 
İşaret ise bir düşünceden çok bir hareketi ya da eylemi ifade eder. 
Örneğin kırmızı, trafikte dur işaretidir, ama kanı sembolize ettiği için durulması, dikkat edilmesi gereken yerlerde kullanılır. 
A, harf olarak bir nidayı işaret eder, ancak sembol olarak boğa çağından beri boğayı sembolize eder, çünkü ters dönmüş düşünürsek V, boğa başına benzer. 
Örnekleri çoğaltabiliriz, ancak bu konuya vakıf olması gereken bazı yazarların da bunu karıştırması üzücüdür.
Sembollere geri dönersek, her sembolün, kendi döneminde bir düşünceyi anlatmak için kullanıldığıdır.
Başka bir deyişle bir sembolü yorumlarken kendi döneminde ele almak gerekmektedir. Bunun bir istisnası ezoterik sembolizmdir.
Ezoterik öğretiler yıllar boyu üstatlar tarafından aktarılarak geldiği ve olabildiğince bozulmadığı için semboller uzun süreler anlamlarını korumuşlardır
Bunun tam tersi olarak sembol anlam değiştirmiş de olabilir. 
Yunan kültüründe Athena’ya ait olup 
aklı ve bilgeliği temsil eden baykuş , 
yine aynı coğrafyada, 
Anadolu’da uğursuz bir haberi de, 
uğursuzluğu da sembolize etmektedir. 
O dönemde rüyasında baykuş gören biri bunu bilgelik olarak yorumlarken, günümüzde uğursuzluk olarak yorumlanmaktadır.
Sembollerle ilgili olarak bilinmesi gereken bir husus da,
bir sembolün birden fazla anlamı olabileceğidir.
Kişinin tekamül seviyesine göre sembollerin içindeki derin anlamı anlaması olanaklı olacaktır.
Bir başka deyişle sembollerin açıklamaları çeşitli seviyelerde olabilir, bunların anlaşılması ancak o yolda alınan yol ile orantılıdır.
Bu da semboller yoluyla aktarılan ezoterik öğretilerin
sadece inisiye olanlar tarafından anlaşılması açısından önemlidir.
Semboller üzerine çok şey yazılabilir ancak bunları başka yazılara bırakıp konumuz olan sayıları inceleyelim .
Eşyaların niceliklerini belirtmek için kullanılan sayılar çağlar içinde sembolik anlamlar kazanmışlar ve bunları günümüze taşımışlardır.
Burada şimdilik ilk on sayının sembolizmine bakarak konuyu daha iyi anlayabiliriz.
BİR :
Bir sayısı sembolik olarak herkesin ilk defada söyleyebileceği gibi TEK olanı,
MUTLAK olanı sembolize etmektedir.
İslam’da bir olan, tek olan Allah’tır. 
Allah sözcüğünün ilk harfi olan elif 1 şeklindedir ve ebcet hesabındaki değeri 1’dir.
Bir sayısının bir başka özelliği de kendinden önce başka sayı gelmemesidir.
Kendinden önce gelen sıfır hiçliği sembolize eder.
Bir ise hiçliği takip eder ve diğer sayılar ondan türer.
Burada Bir’in yaratılıcılık işlevi de ortaya çıkar.
Tarot destesindeki bir numaralı kart olan Büyücü de başlangıç ve yaratılış anlamındadır.
Bu bağlamda Yunan alfabesindeki alfa (a) da başlangıcı temsil eder.
İbrani alfabesindeki alef ise başlangıç olduğu gibi, bir inanışa göre diğer bütün harfler ondan türer.
Bir sembolizmi üretkenlikte de ortaya çıkmaktadır. 
Ataerkil toplumlarda üreme sembolü olan fallus da 1 şeklinde sembolize edilir.
Bazı yazarlar göre 1 ayakta duran insanı da sembolize etmektedir. 
Bir için başka sembol açıklamaları da vardır. 
Güneş de bir tanedir ve bu yüzden Mutlak Bir’in sembolü olarak Güneş de kullanılmıştır.
İKİ :
İki sayısının sembolizminde akla gelen kuşkusuz evrendeki düaliteyi sembolize ettiğidir.
İlk toplumlarda etraftaki en ulu kavramlar tekti ; Dünya, Güneş, Toprak Ana..gibi. Ancak erkeğin üremedeki rolünün ataerkil toplumlar tarafından ön plana çıkartılması evrendeki düailitenin de ön plana çıkmasına neden olmuştur. Dünya/öteki dünya , Güneş/Ay, Toprak Ana/Erkek Tanrı (Kybele/Attis gibi) düalite, hatta kadın/erkek, dişil/eril, sıcak/soğuk, gündüz/gece gibi ikilikler vurgulanmaya başlanmıştır.
ÜÇ :
“Allah’ın hakkı üçtür”. Küçüklüğümüzden beri duyduğumuz bu söz üç sayısının kutsallığı hakkında gereken bilgiyi vermektedir. Hıristiyan toplumda yetişen biri ise kutsal üçlemeden bu sayının kutsallığına aşinadır.
Üç sayısı eski toplumlarda gök-yer-yeraltı üçlemesi ile kutsaldı. Üçleme Mısır mitolojisinde İsis-Osiris-Horus şeklindedir. Yunan mitolojisinde ise bu Zeus-Poseidon-Hades (Gök ve yer-Deniz-Yer altı) şeklinde varolmuştur. Hristiyan inancında ise Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesine dönüşmüştür. (Bazı yerlerde Baba-Oğul-Meryem şeklinde). Bu üçleme İslam’da bazı mezheplerde Allah-Muhammet-Ali şeklinde görülmektedir.
Üçlemenin bir sembolik yanı da kutsal birleşme ve doğan çocuktur , bir başka deyişle baba-anne ve çocuk da bir üçlemedir.
Bir başka üçleme de Beden-can-ruh üçlemesi olarak gösterilebilir.
Sayı olarak üç kendisinden önce gelen iki sayının toplamı olarak da (1+2=3) önemlidir.
Üç sayısı sembolik anlamlarının bir bölümünü üçgen şekline de devretmiştir. Üçgen sembolizmi ile üç sayısının sembolizmi arasında benzerlikler vardır.
DÖRT :
Dört sayısının sembolizmi çok ilginçtir. Dört bir çok farklı şeyi ifade edebilir.
Bir masayı gözümüzün önüne getirebileceğimiz gibi en sağlam denge dört ayak üzerinde olur. Bir çok hayvan da dört ayağı üzerinde durmaktadır. İnsan da emeklerken dört ayağı üzerinde emekler. Böylece dört sağlamlığı düşündürtmüştür. Dilimizde varolan “dört elle sarılmak”, “gözünü dört açmak” gibi deyimler de yapılan işin sağlamlığını belirtmektedir.
Dört ayrıca dört temel yön ile de alakalıdır. Böylece etrafımızın dört parçaya ayrıldığını kabul edebiliriz. Aynen “dünyanın dört bucağı” deyiminde olduğu gibi.
Dört sayısı aynı zamanda dört elementi de (Ateş-Hava-Toprak_su) sembolize eder. Böylece dört, dünyanın yapı taşı olarak da yer alır.
Hıristiyanlıktaki haç, dört İncil, İslam’daki dört büyük melek, dört halife bu sembolizmle alakalıdır.
BEŞ :
Beş genelde yaşadığımız dünyayı ve insanı sembolize eder. Teozoflara göre günümüzdeki insanlık beşinci kök ırktır.
Beş, elimizdeki beş parmaktan dolayı da önemlidir. Eski mağara yerleşimlerine bakarsak insanların erleştikleri bölgelerde beş parmak izlerini de görürüz.
Beş sayısı dört elementle de ilgilidir. Eski çağlarda dört elementi bir arada tutan bir beşinci elementin varlığı düşünülmüştür.
Sembolizmde beş köşeli yıldız yaşamın sembolü olarak da kullanılmıştır.
Beş vakit namaz, İslam’ın beş şartı, beş ile ilgili sembolizme örnek olarak verilebilir.
ALTI :
Altı sayısının sembolizmi üzerinde düşününce kuşkusuz akla ilk gelen Süleyman’ın mührü olacaktır. İçiçe geçmiş iki eşkenar üçgenden oluşan bu şekil altı köşelidir. Çok eski çağlardan beri kullanıldığı düşünülmektedir.
Yukarı bakan üçgenin tekamül ederek tanrıya ulaşan ruhu, aşağıya bakan üçgenin ise toprağa dönüşü temsil ettiği düşünülmektedir. Bir başka açıklamaya göre ise yukarı çıkan ateşi ve aşağıya akan suyu sembolize etmektedir.
Altı sayısı 3+3 ‘tür. Bir özelliği de 1x2x3 olmasıdır. 6 sayısının ayrıca bölenlerinin {1,2,3} toplamı da kendisine eşittir. Böylece altı mükemmel bir sayı olarak düşünülmüştür.
Tanrının dünyayı altı günde yaratması da altının mükemmel olma özelliği ile alakalı olabilir.
YEDİ :
Yedi ile ilgili sembolizm her ana karşımıza çıkmaktadır.
Yedi sayısı ile ilgili sembolizmin kökeninde eskiden yedi gezegen olduğuna inanılması vardır. Dünya sabit, bütün gezegenlerin onun etrafında döndüğüne inanıldığı için bu gezegenler Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn, Ay ve Güneş’tir. Eskiden her gezegenin bir gök katında olduğu düşünülmekte olduğundan “Göğün yedi katı” deyimi o günlerden kalmadır. Aynı şekilde “yukarıda olan aşağıda olanla aynı olduğu” için yerin de “yedi katı” vardı. Bazı ezoterik öğretilerdeki yedi basamaklı inisiyasyon da sembolik olarak göğün yedi katına ulaşmayı ifade etmektedir.
Eskiden her gezegene bir kutsal gün olduğu için bir haftada yedi gün vardır. Haftanın günlerinden Pazartesi Ay, Salı Mars, Çarşamba Merkür, Perşembe Jüpiter, Cuma Venüs, Cumartesi Satürn , Pazar ise Güneş ile alakalıdır.
SEKİZ :
Sekiz , yedi kat gökyüzü inancının bir uzantısı olsa gerek tanrı katını temsil etmektedir. İslam’da sekizin Cennet’i temsil ettiği de düşünülmüştür. Ayrıca sekiz cennet ve yedi cehennem olduğu inancı da bu sembolizmle alakalıdır.
Hıristiyanlıkta ise gökyüzü tahtını sekiz melek taşır. Aynı inancın benzeri İslam’da da vardır.
Sekiz aynı zamanda tutulan yolda sonuna gelmeyi de, mükemmelleşmeyi de ifade eder. Budizm’deki sekiz yapraklı lotus çiçeği de sekiz aşamalı bir sistemin sembolüdür. Aynı şekilde Tapınakçılar arasında da sekiz aşamalı bir inisiyasyon sistemi de vardır.
DOKUZ :
Dokuz eski sembolizm de bir bitişi göstermektedir. Zaten tek haneli sayıların sonuncusudur. Dokuz üçün karesi olduğundan da bir erişilen noktayı , tamam olmayı göstermektedir.
Ancak dokuz sonun olduğu yerde başlangıcın da olması gibi başlangıcı da haber verir.
Eskiden göğün dokuz katı olduğu inancı da yaygındı. Buna göre dünya + 7 yıldız katı + sabit yıldızların olduğu kat , dokuz kat etmekteydi. İlginç olan bir başka husus da eski Türk inançlarında da göğün dokuz katı olduğuna inanılmasıdır. Aynı inanç Meksika’da da vardır. Aztekler yerin dokuz kat altı olduğuna da inanmaktaydı.
ON :
On en eski zamanlardan beri belki de ilk dört sayının toplamı olmasından ötürü mükemmelliği temsil ediyordu. (1+2+3+4=10)
İki elin parmaklarının sayısı olması da tamlığı ve mükemmelliği gösteriyordu.
Musa’ya gelen on emrin de bu sembolizmle alakası vardır. Ayrıca Zohar’da ifade olunduğu gibi evren on sözcükle yaratılmıştır.
Mayalarda on sayısı bir destenin sonu olduğu için sonu da sembolize etmekteydi. Ancak her kültürde olduğu gibi bu bitiş aynı zamanda bir başlangıcı da göstermekteydi.
Sayılar hakkına yazılacak çok şey var. 0,11,12,13,16,17,19,33,41 gibi sembolik yönü ağır basan bir çok sayıyı burada inceleyemedik. Bu sayılar da ancak başka bir araştırmanın konusu olabilirler.
KAYNAKÇA
ALLEAU René , La Science des Symboles , Editions Payot & Rivages, Paris, 1996
DURAND Gilbert, L’Imagination Symbolique, Presses Universitaires de France, Paris, 1964
ELIADE Mircea , Mitlerin Özellikleri (çev. Sema Rifat), Simavi Yayınları , İstanbul , 1993
ERSOY Necmettin , Semboller ve Yorumları , Kendi Basımı, İstanbul , 2000
JULIEN Nadia, Grand Dictionnaire des Symboles et des Mythes, Marabout, Alleur, 1997
JUNG Carl Gustav , The Archetypes and the Collective Unconcious, Routledge, London, 1996
JUNG Carl Gustav , Aion, Researches into the Phenomenology of the Self, Routledge, London, 1991
JUNG Carl Gustav (editor) , Man and his Symbols , Arkana, London, 1990
LARSEN Stephen, The Mythic Imagination, Bantam Books, New York, 1990
SCHIMMEL Annemarie, Sayıların Esrarı (çev. Mehmed Temelli), Verka Yayınları, İstanbul, 1997
__________________
HAYAT BU,BİR BAKARSIN HERŞEY BİR ANDA SON BULUR.
HAYAT BU,SON DEDİĞİN AN HERŞEY YENİDEN CAN BULUR...

Makro ve Mikro Kozmos (Evren ve İnsan)

Makro ve Mikro Kozmos
(Evren ve İnsan)

Zümrüt Tablet metninde şöyle geçer: “Anlam olarak, cisimlerin içi de dışı gibidir. İçle dış veya yukarısıyla aşağısı aynıdır. (İyisiyle ve kötüsüyle) Evren de hiçbir şeyin ne içi ne de dışı küçük veya büyük değildir. Her şeyin kökeni, çok gizli olan aynı şey, yani Yaradan’dır. Bu yaratanın babası güneş, annesi aydır. Küçük âlem, büyük âlemin aynısı olarak yaratılmıştır. Bu anlamda, fiziksel ve ruhsal bedenden oluşan mikro kozmosmakro kozmos ile aynıdır ve makro kozmosu anlayabilmek için mikro kozmosu öğrenmek gerekir.”
“Kozmos, kendini oluşturan öğelerin en küçüğünden en büyüğüne kadar, bölünemez bir bütündür. Bununla birlikte, daha kolay anlaşılabilmesi için ‘makro kozmos’ ve ‘mikro kozmos’ diye ikiye ayırarak incelenmektedir. Makro kozmos (Evren) ise; etimolojik bakımdan Grekçe kelimeler “makros” ile “kosmos”’tan gelir, “büyük evren” demektir. Makro kozmos, belli bir boyuttan sonsuzcasına büyüğe doğru uzanarak, evrenin tüm öğelerini içerir. Etimolojik bakımdan ‘kozmos’ sözcüğü Yunancadan alınmadır; ‘düzen’ ya da ‘güzellik’ anlamına gelir. Evrenin nesnel ve somut olaylarının ve olgularının tümü olarak tariflenmektedir.” Kozmos, kadim ilimler açısından ise evren anlamına gelen bir sözcüktür, ancak evreni canlı ve ilahi bir düzen olarak ifade eder. “Mikro kozmos ve Makro kozmos; kavramların kelime anlamları en kısa anlatımla büyük veya tüm evren olan Makro kozmos, küçük veya kesit evren olarak Mikro kozmos olarak tanımlanabilir. Var olan her nesnenin birbiri ile bağlantı içinde olduğu, en küçük oluşumun içinde en büyük oluşumun izlerini ve parçalarını taşıdığı bu iki tanım ile anlatılmaya çalışılır. Parçalar bir araya gelerek bir bütünü oluşturur ve bu bütün daha büyük bir sisteme bağlanarak daha büyük bir resmi ortaya çıkarır. Bu bağlamda en küçük parça yani mikro kozmos, makro âlemin yapı taşıdır ve onu oluşturan her şey diğerinin içinde de vardır.”

Kadim filozoflar insanın, hayat bulmacasının anahtarı olduğunun farkına varmışlardır çünkü insan ilahi planın yaşayan imgesidir. “İnsan, insan olmanın ne demek olduğunu araştırmak demektir.”denmiştir. William Blake ise şöyle der: “Dünyayı görmek için bir kum tanesinde ve cenneti bir yaban çiçeğinde. Yakala sonsuzluğu avucunun içinde ve bir saatin içinde ebediyeti”.

“Evrenin görünür ve görünmez bütün parçaları arasında simgesel ve reel bir benzerlik olduğu söylenir. (Aşağıda olan yukarıda olanın aynısıdır, yukarıda olan da aşağıda olanın.)” Pisagor insanın ve evrenin Tanrı’nın suretinde yaratıldığını öğretmiştir; her ikisi de aynı surette yaratıldığı için birini anlamak ötekinin bilgisine ulaşmaktır. Ayrıca büyük insan(Âlem) ile insan(küçük âlem) arasında sürekli bir etkileşim olduğunu öğretmiştir. O, bütün gökcisimlerinin canlı olduğuna, gezegenlerin ve yıldızların cisimlerinin, tıpkı insan bedeninin görünmez bir ruhani organizmanın, yani bilinçli bireyin taşıyıcısı olması gibi ruhları, zekâları ve tinleri ağırlayan bir ev olduğuna inanıyordu.

“Her ulusun gizem okulları yasaların, elementlerin ve evrenin güçlerinin insan bedeninde özetlendiğini, insan dışında var olan her şeyin insanın içinde de benzere sahip olduğunu öğretmiştir. İlk filozoflar, dikkatlerini algılanamaz olan Ulûhiyetten çekerek insana çevirmişlerdir, onun doğasının sınırlı çerçevesinde dışsal âlemlerinin gizemlerinin tezahür ettiğini görmüşlerdir. Büyük evrene, büyük âlem veya vücud anlamına gelen makro kozmos denmiş, insan vücuduna yani bireysel beşeri evrene ise mikro kozmos denmiştir. Yunan, Pers, Hindu ve Mısır gizem okulları öncelikle neofitlere makro kozmos ile mikro kozmos arasındaki yani Tanrı ile insan arasındaki hakiki ilişkiyi öğretmeyle ilgilenmişlerdir.”

“Kadim ezoterik sistemlerde ilâhî âlem çoğunlukla, bir “Hayat Ağacı” tiplemesiyle tasvir edilir. Eski öğretilerde makro kozmos yani büyük evren uzaya atılmış tek bir tohumdan büyüyen bir kutsal ağaç olarak görülmüştür. Kabalacılar, yaratımı; kökleri ruhun gerçekliğinde, dalları ise cisimsel varoluşun yansımasında olan bir ağaçla temsil ederler. Sefirot ağacı (hayır ve şerrin bilgisinin ağacı), ters çevrilmiş bir ağaçtır. Birçok kadim öğretide bulunan Hayat ağacı mikro kozmosun yani insanın sembolüdür. Ezoterik öğretiye göre insan önce dünya ağacının vücudunda potansiyel olarak mevcuttur, daha sonra onun dalları üzerinde nesnel tezahüre doğru çiçek açar. Ağacın gövdesine tırmanırken gösterilen yılan aklı, düşüncenin gücünü sembolize eder.” Hayat ağacı Kabala ve birçok öğretide evrenin modeli olduğuna inanılan semboldür. Var olduğu varsayılan; Yer, Yeraltı ve Gök’ten oluşan üç ortamı birbirine bağlayan ekseni temsil eden yaşam ağacı ezoterik bilgilere göre alemlerarası irtibatı simgeler. Dante’nin “İlahi Komedya” eserinde değindiği cennetteki ağaç da terstir. Ters yaşam ağaçları daha ziyade prensipten tezahüre doğru yoğunlaşmayı simgeler. Farklı kültürlerde hayat ağacı geleneklerine dikkat edilirse zıtlığın tamamlayıcılığı prensibini bize gösterir. Bu şeklin on sefirotu ile yirmi iki yolu, evren ve insan ruhunun, geleneksel deyişle; makro kozmos ve mikro kozmosun bir haritasını oluşturur. Makro kozmos ile mikro kozmos fikrini kavramanın bir yolu da, Hayat Ağacı’nı bilincin yapısının haritası olarak görmek olacaktır. “İnsan mikro ve makro kozmos arasındaki yegâne bağdır.” diyor Jung.

Prof. Dr. Fred Alan Wolf şöyle diyor: “Evren, hem madde hem de şuuru tek bir alan halinde içeren dev bir hologramdır.” Makro bakış açısı, “Aslında Her şeyin bir olduğunun” farkına varmış olmaktır. “What the bleep do we know”(Ne biliyoruz ki!) isimli kurgu belgeselde “Sen ve ben bir biçimde biriz.” denilmektedir. “Evrensel ilkelerin en önde geleni, “Bütünlük ve Birlik İlkesi”dir. Bütün evren birbirinden bağımsız parçalardan meydana geliyor gibi gözükse de, aslında “Bir” ve “Bütün”dür. Bir tek noktasının içinde bütünün bilgisi vardır. Okyanusun bir noktasında oluşan bir değişiklik anında bütüne yansır. Ve bir damla, okyanusun bilgisini ve gücünü içinde taşır.” Halil Cibran “Hakikat parçalanamaz.” der.

Mikro kozmosun şekilsel sembolü olarak “Pentagram”, sayısal sembolü olarak da “Beş” rakamı kullanılagelmektedir. (“Beş”, insanın sayısıdır. İnsan kollarını ve bacaklarını açtığı zaman, başı ile birlikte beş köşeli bir yıldıza benzemektedir. Ayrıca insanda görme, işitme, koklama, tat alma ve dokunma olmak üzere beş duyusu vardır.) Makro kozmosun sayısal sembolü “On” ile betimlenmektedir. Mikro kozmosun altında daha ufak kozmoslar da vardır ve bir görüşe göre insan bu küçük kozmoslar ve evren arasında bir köprü kurmaktadır ve bir bakıma orta yeri tutmaktadır.

Einstein'ın dediği gibi, "Evrenin en anlaşılamaz tarafı anlaşılabilir olmasıdır." S.Hawking bir makalesinde, mikro kozmos ile makro kozmos'u birleştiren "büyük birleşik kuram"ın evreni büyük ölçüde anlaşılabilir kılacağını ve bugün anlamakta zorlandığımız karadeliklerin esrarını, büyük patlamadan sonraki ilk bir kaç dakikayı anlayabileceğimizi söylüyor. Makro kozmos, içindeki güçler (gezegenler, sabit yıldızlar, Ay ve Güneş) mikro kozmos üzerinde de etki eder. Kendi başına bir makro kozmos olan insanın yaşamı kendisinden büyük olan resmin içinde ise sadece küçük bir lekedir.

“Okuduklarım ve bildiklerimle baktığımda makro ve mikro kozmosta gördüğüm mükemmellik karşısında şaşkın durumdayım. O zaman diyorsunuz ki, akıllı bir yaratıcı var. Akıllı yaratıcı, Allah. Düşünün ki insan hayatı kısacık. Dünya milyarlarca yıldır var. İnsan, en fazla 120 yıl yaşayabiliyor. İnsan toz parçası bile değil. Dalga içindeki bir damla.” “Bizim 1, 5 kilogramlık beynimiz, içindeki 1 trilyonluk hücresiyle makro kozmos ile mikro kozmosu kavrayabiliyor. Kendimizi bulmak da çok kolay değil. Felsefe, din eğitimleriyle kendimizi bulmaya çalışıyoruz. Buna çalışan kim? Beynimiz. Beynimiz hakkında pek az şey biliyoruz. Beyin çok değişik hücrelerden yapılmış. Yapısı ve işlevleri ise muazzam. Hem evreni, hem de hücre içini kavramamız, algılamamız ilginç. Bunu hiçbir hayvan algılayamıyor. Beyin beni şaşırtıyor.” diyor Ord. Prof. Dr. Gazi Yaşargil

Tüm çağların felsefecileri görünür evrenin, bütün evrenin yalnızca küçük bir parçasını oluşturduğunu, aynı şekilde, insanın fiziksel bedeninin de onun bileşik yapısının en önemsiz parçası olduğunu öğretmişlerdir. Kabalistlere göre Kabala insana soyut ilkeleri sayesinde, hem etrafındaki hem içindeki evrenin sırrını anlaması için verilmiştir. Kabala, bütün yaratıkların ve maddelerin öz bakımından bir olduğunu, küçük bir âlem olan insanın bir büyük âlem olan Tanrı’nın minyatür bir sureti olduğunu göstermiştir. “Zohar’da iki âdem inanışı vardır: Bunlardan birincisi olan ilahi varlık, en yüksek köken karanlıktan dışarı adımını atarak ikinci, dünyevi âdemi kendi suretinde yarattı. Daha yüce ve göksel olan insan, ilahi potansiyelleri ve kuvvetleriyle devasa bir kişidir; bu kişinin azaları Gnostiklere göre varoluşun temel elementleridir. Bu Âdem iki tarafa bakar şekilde sembolize edilmiş olabilir. O bir yüzüyle kendisini oluşturan sebep’e bakarken, diğeriyle içinde var olduğu devasa kozmos denizine bakmıştır.”

Tarih boyunca kadim uygarlıkların tüm bilgilerinde, Güneş ve Ay’ın, tüm gök cisimlerinin insanlar üzerindeki etkileri anlatılmış, eski Sümer’lerde, Aztek, İnka ve Maya’larda günümüz astronomlarını şaşırtan çeşitli Ay ve Güneş takvimleri yapılmıştır. Kadim topluluklar da evrenle insan yani mikro ile makro arasındaki benzerliği binlerce yıl önce fark etmiş ve insana yararlı olmak için kullanmaya başlamıştır. Her gök cismi kendine has bir yayın, titreşim yapmakta ve etki göndermektedir. Kadim toplumların ele aldığı güneş, ay, galaksi ve gezegenlerin insanoğlunu ruhsal ve fiziksel açıdan etkilemeleri güneş sistemi ve ötesindeki sabit yıldızların; doğum haritamıza göre bizim kişiliğimiz, psikolojik yapımız ve kaderimizle ilintili olduğu görüşü Hermetik öğretide mevcuttur. Eski çağlarda, her şeyin birbiri ile bağlantılı olduğu, bir bütünün parçası sayıldığı kadim anlayışa uygundur. Makrodaki her şey mikroyu ilgilendirir. Yani bir deyişle, “Yukarısı aşağıya benzer.” Temel yasalar görünenin ardındaki görünmeyene bakan gözler için her yerde aynıdır.

Mevlâna Mesnevi isimli eserinde şunları söyler: "Kutup, o kimsedir ki kendi etrafında döner dolaşır. Göklerse onun etrafında döner."; "...Tanrı, neyi dilerse o olur. O, mekân âleminde de hâkimdir, mekânsızlık âleminde de"; "Suret sureti olmayandan meydana gelir. Nitekim duman da ateşten çıkar... Yüzlerce alet, aletsizlikten meydana çıkar... Tanrı, elsizlik âleminde eller dokur. O canlar canı, adam suretini düzer durur" "Sonsuz gidişler, sonsuz hüner ve sanatlar, hep düşüncelerde doğan suretlerin gölgesidir"; "Her yurdun duvar, tavan ve sair suretlerini mimarın düşüncesinin gölgesi bil". Her şeyin bir zıttı bulunmakta, mikro kozmosta varolan her nesne ve her olgunun makro kozmosta bir karşılığı bulunmaktadır.

Jacob Böhme şöyle diyor: “Biz insanların Tanrı’yı işaret eden ortak bir kitabı var. O herkesin içindedir ve o Tanrı’nın paha biçilmez ismidir. Onun harfleri aşkın harflerdir. Kalbinizdeki ve ruhunuzdaki bu alfabeyi okuyun, başka kitaba gerek kalmayacaktır. Tanrı’nın çocuklarının bütün yazıları sizi bu kitaba yöneltir, çünkü bütün bilgelik hazineleri orada yatmaktadır. Bu kitap içinizdeki merihtir.” Yaşar Nuri Öztürk ise “Kur’an vicdanınızdır” diyor.

Spinoza’ya göre de evren “Makro ve Mikro Kozmos” olarak ikiye ayrılmıştır. “Başlangıçta bir olan bu iki evren, insanın duygu ve tutkularının esiri olması yüzünden ayrışmıştır. Neyin iyi neyin kötü olduğu “makro kozmos”un doğasında belli ve gizlidir. “Mikro kozmos” olarak insan duygu ve tutkularının esiri olmaktan kurtularak makro kozmosun doğasına geri dönüp bu evrensel ilkelere sahip olmalıdır. Zamanla makro ve mikro kozmos bağıntısı kurulur.” Protagoras “İnsan her şeyin ölçüsüdür” demiştir. Bu söylem bir yandan insanın göreceliliğini yansıtır, diğer yandan da insanın yapı ve işlev olarak makro kozmosun küçük ölçekte kuruluşu olduğunu ifade eder.

“Neo-Plâtonculuğa göre, mikro ve makro kozmos kavramları ve bağıntısı, ancak bir "sudûr" (meydana çıkma) düşüncesi çerçevesinde kavranabilir. Bu kavram, her şeyin tek varlıktan çıktığını ve yine ona döneceğini anlatır. Yaratılış, bir meydana çıkma ve yine aslına dönüşten ibarettir.” İhvan-üs-Safâ’ya (10. yüzyılda Basra'da ortaya çıkan bir felsefe çığırının taraftarlarına verilen bir addır) göre, "sudûr", “Tanrı'dan başlayarak sonsuza kadar dallanan bir ağaç gibi, üst evrenin tek biçiminden yola çıkıp, alt evrenin çoklu biçimini oluşturmaktadır”. "Başka evrenlerin varlıkları üzerinde, bu evrenin varlıkları ile benzetme yaparak, akıl ışığı ve kalp gözü ile düşünmek gerekir" denir. Risalelerde sıkça rastlanan, insanı küçük bir evren ve evreni büyük bir insan olarak değerlendirme, yani mikro ve makro kozmos bağıntısı tümüyle Neo-Plâtoncu gelenekten kaynaklanmaktadır. "Bedenimiz bu evrenin bir parçasıdır. Öyleyse, ruhumuz da evrenin ruhunun bir parçası olmaktadır. Evrenin ruhu varlıkları nasıl yönetiyorsa, ruhumuz da bedenimizi öyle yönetmektedir. İnsan ruhunun eylem ve yetenekleri, Evrensel Ruhun eylem ve yetenekleri ile eştir." denir.

“Hint simya kozmolojisi ve metafiziğin kökenlerini, Samkya felsefesinin "zuhurat" (tecelliyat) ve mikro kozmos-makro kozmos ilişkilerinde, Upanişadlar ve Vedanta'da bulmak mümkündür. Bu felsefelere göre, varolan her şey esas bir kaynak veya özün zuhurudur ve belirli bir zamandan sonra geldiği kaynak ve özle tekrar özdeşleşecektir. Zuhur ederek tezahür eden evren yapı itibarıyla hiyerarşiktir. Bütünlüğe dönme işlemi kavramsal olarak gerçek ve mükemmel özü ortaya çıkarmak için illüzyon içeren formları bir bir soymayı gerektirir.”

Hermes'in öğrencilerine öğüdü ise şöyledir: "İlim kuvvetin, iman kılıcın, sukut da delinmez zırhın olsun. Hakikati herkesin anlayış derecesine göre açıkla. Ruh, üstü örtülü bir nurdur ki ancak aşk ile ebedi olarak parlar; aşksız ise sönüp gider." "Bir olan şeyin gizemini bulmak ve tek bir şeyin mucizesini gerçekleştirmek için aşağıdaki olan yukarıdakine eşittir ve yukarıda olan aşağıda olana eşittir". Bu bakış açısı mikro ve makro kozmosa dolayısıyla insan ve evrene bir arada bakmayı ve incelemeyi gerektirir. Evrende mükemmel bir sistem kurulmuştur; her şey uyum ve mükemmellikte, olması gerektiği şekilde, gereken zamanda olmaktadır. Evrende tesadüf yoktur. Einstein “Tanrı zar atmaz” der. Her şey planlı ve programlı bir şekilde ilerlemektedir.

“Carl Jung tedavi ettiği hastalardan serbest resim çizmelerini istemiştir ve birçoğu mandala simgesini çizmiştir. Onlar için mandala genellikle birliktelik ve bütünsellik ifade etmektedir. Dıştaki daire evreni, kozmosu belirtirken içteki artı işareti veya yıldız insanı simgeler. İkisi bir arada evrenle bütünleşmiş, tüm varlık içinde birliğe ulaşmış insanı simgelerler.” Kimi filozofik düşünürlere göre; kozmos öylesine büyüktür ki, tüm dünya ve üzerindeki her şey aslında mikro kozmos boyutlarındadır. Kimi filozofik düşünürler de, mikro kozmosun sınırını ‘insan’ ile özdeşleştirmede arar.

“Bir atom parçacığı çok dar bir alana sıkışıp kaldığı zaman hapsedilmiş olmasına tepki gösterir ve hızla dönmeye başlar. “Kuantum etkisi” denen bu olgu, atom-altı dünyanın karakteristiği olan kıpırtıyı ve huzursuzluğu anlatır. Dünyamızdaki maddesel şeylerin çoğunda atom-altı parçacıklar, moleküller, atomik ve nükleer yapıların içinde sıkışmış durumdadırlar, dolayısıyla sürekli bir devinim halindedir ve hiçbir zaman dingin değildir. Bize cansız görünen bir taş parçası bile. Bu nedenle, doğada hiçbir statik yapı yoktur ve her şey bir an bile duraksamayan bir dansı sürdürmektedir.”

Osho şöyle diyor: “Evren canlı bir varlık, organik bir bütündür. Onun içinde var olan hiçbir şey diğerlerinden soyutlanmamıştır, her şey birbirine bağlıdır. En uzaktaki şeyler bile en yakındakilerle bağlantılıdır, hiçbir şey birbirinden ayrı değildir. Bu yüzden kimse kendisinin her şeyden ayrı duran, uzak, soyut bir ada olduğu yanılgısına düşmesin. Her şey bütüne bağlıdır ve sürekli diğerlerini etkilemekte ve onlardan etkilenmektedir. Evren bir aileye benzer, tek bir organik beden gibidir. Soluk aldığımda tüm bedenim bundan etkilenir; aynı şekilde güneş soluk aldığı zaman dünya da etkilenir. Dünya uzak mesafelerdeki güneşlerin hareketlerinden bile etkilenmektedir. En küçük hücre bile o dev güneşlerle birlik içinde titreşir.”

Büyük bilge Sokrat da "Kendini tanı, o zaman başkalarını ve evreni de tanıyacaksın" derken, insanın kendini tanıma yolunda çıkacağı yolculuğun, kendi mikro kozmosundan başlayarak, evrenin büyük sırlarının saklı olduğu, makro kozmosa doğru genişleyeceğine işaret etmiştir. “Ey insan, sende âlemler gizlidir…” der Hz. Ali.

Etrafımızda gördüğümüz her şey, bize “Sen bütünün bir parçasısın” diye haykırmaktadır. Ruhsal tekâmül, mikro dünyamızdan dışarıdaki çok daha büyük dünyaya doğru, oradan da makro kozmosa doğru yaptığımız bir yolculuktur. Bu yolculuk bilgi, inanç, akıl, sezgi, düşünme, tefekkür ile devam eder. İnsanlar mikro dünyalarında bulamadıkları cevapları ancak makro kozmosta arayabilirler. Arayış, akıl ve bilim önderliğinde sezgimize de danışarak devam edecektir. Tasavvufi inanışa göre Yaradan çağırır, “gerçek insan” ise arar. Var oluşunu düşünüyor olmasına bağlayan Descartes, böylece Tanrı’nın varlığını kavrayabileceğini iddia etmiştir.

Hargrave Jennings’in 1735 yılında basılan meşhur eseri “Gül Haçlılar, ritleri ve gizemleri” isimli eserde çok eski kabala tabloları mevcuttur. Onikinci tabloda şu yazılıdır: “ Birden çıkan her şey her şeyin içindedir.” Solomon Trişmosin isimli bir simyacının 1582 tarihli British Museum’da bulunan el yazmasında şöyle yazılıdır: “Kendini tanı, neyin parçası olduğunu ve bu bilimden ne bildiğini anla, çünkü bu sensin. Dışındaki her şey içindedir.”

Hermes’in dediği gibi; “Her parça bütünün temsilcisidir”. Ve parça bütüne ait olduğu müddetçe, parçadaki değişim, bütünü de değiştirir. Bireyin tekâmül seviyesindeki artış insanlığın tekâmül seviyesine olumlu olarak yansıyacaktır. Mikro ve makro kozmos da bir dengeler sistemidir, evrenin dinamik dengeli sistemi her türlü aşırılıklara karşıdır. Ezoterik öğretide “Dengelenmemiş kuvvetler boşlukta yok olur.” denir.

Gerçek insan, mikro kozmos ile makro kozmos arasında bir dengeler manzumesidir; hatta bir anlamda iletkendir. Hiç bitmeyen arayışında kendine hâkim olma, kendine güvenme niteliklerine sahiptir. Asırların gizeminin bilginin her zaman yanık olan lambası olmadan çözülmeyeceğini bilen “insan gibi insan”, aydınlanmış aklı ve zekâsı ile güçlü sezgisini de birleştirecek ve kendi dengeli yolunda yürümeye devam edecektir. İdrak sahibi olduğu için kıyafete değil, onun altındaki bedene ve felsefi sisteme bakacaktır. Aklı ve aşkı yolculuğunda, her daim onunla olacaktır...
“Ben insana sığabilene evren, evrene sığamayana insan derim.” Muhammed İkbal
kaynak:
Berk Yüksel

PAGANİZM

PAGANİZM

YÜKSEK GERİLİM


YÜKSEK GERİLİM 
Yağmurlar dindi. Ovanın böğründeki hafif eğimli toprak kanallar taralarda biriken fazla suyu denize akıttı; akıntı, kıyılarında sivrisineklerini ve kurbağalarını çoğalttı. Tarlalar da kanalların toprakta bıraktığı nemi sakladı, pamuğunu büyüttü. Tek pervaneli uçaklar mayıs sonu ovanın üstünde dolaşmaya başladılar. Sonra artık tarlaların üstünde sık sık uçtular, ovaya ilaç püskürttüler. Siyolan kokusu, bir yol ayrımındaki çilek tarlasında olgunlaşan çiçeklerin tadına sindi. Ardından sırayla ekmeğin, etin, sebzenin tadına sindi. 
Çevredeki hüsnüyusufların, morsalkımların, ıtırların özsuyuna yürüdü; şantiyelerdeki araçların dişlilerine, çimento ve çakıla, battaniyelerle karavanalara; işinden göçenlerin ve iş aramaya gelenlerin yatağına, yorganına, poturlarına, mintanlarına sindi. Tek pervaneli uçakların attığı ilaç, pamuk fidanları üstünde kurudu. 
Damarlı yüzlerinde benek benek beyaz lekeler bıraktı. Dümdüz ovayı yer yer kesen çitler arasındaki otlar, önceleri pamuk tarlalarına dolan fazla suyu bir uçtan çaldı, emdi, azıp gelişti. Kanallar suyun fazlasını denize attıkça otların payına düşen nem de azaldı. Yaz boyu azaldı bu pay ve otlar kurudu, dikene sardı. Dikenleşen sürgünlerde gövdeler, yolun tozuyla havanın ilacını tuttu; beyaza yakın bir kül rengine buladı. 
Bu kirli beyaz öbekler arasında kurumamakta direnen ince mor çiçekli ılgınlarla süpürgeotları ve çavşırlar güneşten renklerini attılar. Atılan rengin yerini hemen ilacın beyazlığı aldı. Kuru pamuklar eylülde toplanmaya başlandı. Sulanan ekim pamukları daha dolup gürbüzleşerek, yağmurlara kalmadan toplanacakları günleri beklediler. Yaprakları genişti. Üstlerinde daha çok ilaç lekesi biriktirdiler. Güneş, bütün yaz denizin üstünü kaynattı. Kaynatıp buharını aldı. Getirip taa ötelerden, ovanın üstüne saldı. 
Buhar tabakası, uçakların püskürttüğü ilacın pek az kısmını kaptı. Yine de yoğunlaşıp kalın bir sis bulutu yaptı. Uçaklar yeniden ilaç püskürtmeye geldiklerinde ovaya doğru biraz daha alçaldılar. Sisin altından uçup her seferinde biraz daha alçaldılar ve artık son ilaçlarını püskürtecekleri zaman, yoğun buhar tabakasıyla benekli bitki örtüsü arasında kalan ensiz bir koridorda uçtular. Hafif eğimli kanallardan akan suyu yüzü hareketsiz ince, kahverengi, tahıl kabuğunu andıran nesnelerle örtüldü. Böylece kanallar, ovadan çektikleri fazla suyun yüklediği sivrisinek ölülerini de denize akıttılar. Ama kanalların nemli karanlığında kurbağalar yaşamlarını sürdürdüler. Kanalların içinde siyonlardan korunup büyüdüler. 
Gece ay, yoğun buhar tabakasını delip de tarlaları aydınlattığında tedirginleşip daha çok bağırdılar. Yukarda, kuzeyde baraj, nehrin bahar suyunu biriktirdi. Biriktirip güçlü çarklarında döndürdü, ağdırdı. Ağdırıp ağdırıp bu suyu elektrik gücüne dönüştürdü ve yüksek gerilim hattına akıttı. Durmadan akıttı. Yüksek gerilim hattı, direkler üstünde ovaya uzandı. Tarlalarda, yol kıyılarında dura dikile; sulama kanallarının ve bu kanal yavrularının döşenme çizgilerini şurda burda kese atlaya daha güneye, kalabalığın toplaştığı yerlere uzandı. Uzanıp, yüklendiği öldürücü ve diriltici gücü bu yerlere taşıdı. 
Geçtiği her yerde kendisiyle kesişen her şeye ve herkese güçlü adını kazdı, bıraktı. Ama oralara uzanmadan önce bu yüksek gerilim hattı, geçtiği yerlerde hiç bir katı cismin kendisine elli santimden daha yakın gelmesine izin vermedi. Yağışlı havalarda çevresini daha geniş tuttu; yüz elli santimlik bir çapın çizdiği daire içinde egemenliğini kurdu. Dokunulmazlığını koruyarak yürüdü, gitti ve milyarda bir gücünden daha çok, ama çok daha azını vinç operatörü Kadir Çiçek'in ot-sap tavanından sarkan yirmi beş mumluk ampulüne boşalttı. 
 Ampul, Kadir Çiçek'in tavanında bir saat kadar ışıdı. Karısı çocukları yatırdı, bulâşıkları yıkadı, ekşimiş yoğurt artığının üstüne tel kasnağı iyice örttü; öylece getirip pencere önüne bıraktı. Cansız pencereye ince naylon bir gergi gerdi; dışarı, avluya çıktı. Kadir Çiçek, yirmi beş mumluk ampulün kapı önüne vuran aydınlığında tuzlu su kabını önüne çekti. Kabaran avuçlarını tuzlu suyun içine soktu. "Çok erken varmalı şantiyeye. Vinvin makarasını yağlatmalı. Doğru sürmeli kanaletlerin başına. Hava kararmadan ne kadar çoğunu oturtursak eğerlerine, o kadar iyi." Ellerini tuzlu sudan çıkardı, üstündeki atlet fanilaya sildi. Kapıdan süzülen ölü aydınlıkta baktı ellerine "-Dürzünün vinci!" dedi. Güldü yine de. 
Karısı tuzlu su dolu kaba uzandı: "-Oldu mu?" dedi. "-Oldu, oldu" dedi Kadir Çiçek. "Götür dök" Sakine çiçek, tası aldı, avlunun karanlığına daldı. Kocası bir sigara yaktı. Duvar dibindeki peykede yatan kardeşi Hasan'a baktı: "Aferin ülen" dedi nerdeyse yüksek sesle. "Dünün çocuğu... Şaka maka, kıvırdın gitti bu işi... Çabuk öğrendin orta halat yardımcılığını..." Hasan uykusunda mırıldandı. Sonra bir bağırdı ve peykeden aşağı sarkan sol bacağı seğirdi. Bacağını çekti yukarı. Yan döndü. Derin uyuyordu. Damın üstünde Hasan'ın küçüğü Sefer'le kendi büyük oğlu Kemal yatıyorlar. Uyumadıkları, cibinlik bezinin altında itişip kakıştıkları duyuluyordu. Kemal, neye gülüyorsa, kikir kikir gülüyordu. Sefer: "-Sus be, uyu artık!" diye bağırdı. 
Kadir Çiçek başını yukarı kaldırdı. Sefer'le Kemal'i görecekmiş gibi baktı. Oysa dam, ensesinin üstünde kalıyordu. "-Seslen şuna. Rahat versin. Her akşam bir oyun bulur. Uyutmaz küçük amcasını it". Karısı, dama çıkan merdiven başına vardı. Yıkarı seslendi: "-Kemal! Baban yanına varıyor ha!" Kemal'in zorla sindirmeye çalıştığı sesi yine de bıcır bıcır duyuluyordu aşağıdan. "-İşin bittiyse söndür ışığı" dedi Kadir Çiçek karısına. 
"-Yatacaksan yatağını açayım mı?" Sakine Çiçek, yeniden içeri yöneldi. "-Açma daha. Çok sıcak. Uyunacak gibi değil. Işığı söndür. Sivriler dolmasın içeri". Kapıdan dışarı süzülen sarı ışık birden yitti. Kadir Çiçek, kapının önünde ak bir leke olup kaldı. Uzaklarda kurbağalar durmadan haykırıyorlar. Bütün kanalların, derelerin, su birikintilerinin içinde yükseliyor bu haykırışlar ve yankılanıp geliyor: Kadir Çiçek'in avlusundaki bütün sesleri, Kemal'in gülüşlerini falan bastırıyordu. Sakine usulca çıktı içerden. Usulca konuştu: "-Sivriler pek eskisi kadar değil artık. Azaldılar". "-Uyumuş mu kızlar?" "-Uyumuşlar. Oğlan da uyusun iyice, alıcam yanıma". Kocasının soluna bir sandık çekti. 
Üstüne ilişti. Karanlıkta onun yüzünü seçmeye çalıştı. Daha otuzuna varmadan yaşlı bir ağaç gibi kalın kabuklu, yol yol çizgiliydi kocasının yüzü. "Bütün gün vincin üstünde. Ha babam, de babam. Ovanın güneşi üç yılda çökertti onu da". İçini çekti: "-Nasıl avuçların?" Kadir Çiçek dizlerine sürttü avuçlarını. Ses vermedi. "-Düşünme Kadir. Ne düşünüyorsun anam? Borçlarımız tükendi oldu işte. De işine bak. Kışa pencereleri camlarız". Kocası başını çevirip baktı ona. "Yine de kurban olduğum güneş. Yaz boyu Kadir'imin gözlerine dolmuş dolmuş da şimdi, gece ortasında gelmiş ordan şavkıyor". Böyle geçti Sakine Çiçek'in içinden. Kocasının gözlerindeki parıltıdan hoşlanıp eğdi başını. Peykede bir kıpırdanma oldu. 
Hasan doğrulup kalktı. "-Uyunmuyor be yenge. Çok sıcak..." Genç irisi gövdesiyle dikildi peykenin önüne. Ayak alışkanlığı gitti, avlunun bir köşesindeki musluklu tenekeden su çarptı yüzüne. Kollarını iyice ıslattı. Çizgili pijama altlığını çekerek şöyle bir dolandı avlunun ortasında. Abisi bir kibrit çaktı. Bir sigara daha ateşledi: "-Hasan..." dedi sonra, "demin uykunda konuşuyordun düdük..." Hasan, kötü şaşırdı: "-Yok yahu abi?... Ne diyordum ki?..." (Vinç operatörü treylerin üstündeki Hasan'ı gördü şimdi. Bütün gün gözü onun gözlerindeydi. İki yardımcı da treylerin üstünde, yan halatları bir kanaletin iki ucuna geçiriyorlar, kancalarına takıyorlar, onlar kancaları takar takmaz Hasan abisine "vinç askısını indir" işareti veriyor, sonra acele çelik halatı döndürüyor, vinç askısını çelik halata geçiriyor, yeniden abisine bakıyor, tam zamanında "kaldır" işareti veriyor. 
Önceleri bu iş sesli sürüyordu. Giderek iki kardeş gözleriyle anlaştılar. Hasan'ın işi çok dikkat istiyordu. Orta halatı döndürmekte, anında "indir" ya da "kaldır" işaretini vermekte ustalaşıyordu. Bakışları hep öyle çocuksu bir ciddiyeti, çocuksu bir önemsemeyi barındırıyordu. İşini öğrenmekte gösterdiği tükenmez çaba; o, kollarını oyuna çıkmış gibi gerişi; o, boynunu balıkçıl kuşu gibi dikişi, hep bir kıvırmayla, bir gülme duygusunu da birlikte getiriyordu Kadir'in yüreğine). "-Söyleyim mi?" dedi, Hasan'ın ürkek gözlerine bakıp. "-Söyle..." "-Yengenin yanında?" Durdu Hasan. Uykusunda olmadık sözler ettiyse yengesinden çok abisinden utanacak. 
"-Olan olmuş zaten. Duymuşsun ya" dedi. Pijamasının altlığını az daha çekti yukarı. Gidip yeniden musluklu tenekenin önüne çöktü. Ağzına bir lokma su alıp çalkaladı, tükürdü. 
Arkasını dönmedi hiç. Öyle çömeldiği yerden: "-Yengem de duysun, n'olacak" dedi, isteksiz. "-Hadi Kadir, deyiver neyse..." "-Ah oğlum, kız adı sayaydın daha iyi olurdu ya..." "-Eee, ne saymışım?" "-Kaldır, kaldııır!.. İndir, indiiir!.." Hep birlikte güldüler. Geniş bir soluk aldı Hasan. Gelip abisinin dizi dibine çöktü: "-Başka?" "-Ne olsun başka?" "-Pek bir sevdin sen bu işi Hasan... Pek bir sevdin... Etmemeydiniz... Askere gideydin daha iyiydi ya, askerden gelmiş gibi yapacağınıza..." Sakine, bitirmedi sözünü. 
Gülmeler durdu. Uzun sustular. Olmadı. Sakine, başka yerden aldı sözü: "-İşte, öyle istedin, öyle oldu; ne deyim?..." "-Aman be yenge! Der der aynı şeyi dersin. Bitirmişim ortaokulumu sayesinde abimin. Yarın bitirir Sefer de ortaokulunu acık benim sayemde... Derken Kemal, derken Gülten, derken Ayten ve dahi girer sıraya Orhan... Birbirimize dayanacağız demedik mi?" "-Yapsaydın askerliğini önden..." Kocasının kıpırdandığını, yüreğinin daraldığını bildi; kesin sustu. Yetmedi, koydu parmaklarını dudaklarının üstüne, kitledi onları. Kadir Çiçek, dibe eren sigarayı yere attı, tokyosuyla bastı üstüne. 
"-Kaç metre döşedik bu ay?" Hasan okulda derse kaldırılma korkusuna benzer bir korkuyu atlatmış gibiydi. Öğretmenin gözleri bir değip geçmişti kendisine, işte o kadar. Şimdilik. Şimdilik yine iyiydi her şey. "-Bugün yüz yetmiş metre geçtik abi... Öyle ya, eğere son monte ettiğimiz kanaletle yüz yetmiş metre geçtik... Yarın beşyüz metre fazlayı doldurursak primimiz üç bin lira tutar, değil mi?" "-Doldurursak tutar" dedi, Kadir Çiçek. "-Üç bini de pay ettin mi dördümüze..." Kafasında hesabını kurdu. "-Kadir Usta..." dedi sonra, "Kadir Usta... Yevmiyelerle, iki saat fazlalıkla birlik bu ay sade benim elime ne geçiyor biliyor musun? Tam bin dörtyüz elli lira geçiyor. İlk bu kadar çok olacak, biliyor musun? Şimdiye kadar en çok dokuz yüz elli olmuştu... İlk bin dört yüz elli lira. Para bu be!... 
Gidip hemen bir buzdolabı alıcam şuraya... Taksitle maksitle... Konduracam avluya... Çekecem bir de elektrik hattı içeri ampule giren hattan buraya.. Artık buz gibi içeriz suyumuzu... Ayranımızı da soğuturuz..." Göz kırptı abisine: "-Rakını da soğuturuz. Dolabın rakısı benden haa! Her zaman... Çocukların kitabı, kalemi, defteri de benden... Her zaman..." Abisi sevinmeye çalıştı ama, gelmedi içinden sevinmek. Sakine, Hasan'ın coşkusu çözülmesin diye çözdü parmaklarını dudaklarından, güldü: "-amanın şuna bakın!... Büyümüş, adam olmuş da..." Olmadı. Oturmadı bir şeyler yine yerine. Bu konu ne zaman açılsa bir söz ye fazla, ya eksik söylenmiş oluyor. "-Sağol Hasan... Sağol yine de..." "-Bir de Almanyalara gitmeye kalktındı abi. 
Hepimizi böylece döküm saçım bırakıp buralarda... Şimdi yani, kötü mü oldu?..." "-Amma öttün be sümüklü!" dedi Kadir. Yüreği hopladı Sakine'nin. Ama baktı ki, karanlıkta güzel parlamakta kocasının gözleri. Güzel, yumuşak. Hasan da baktı. Baktı ki, alay değil abisinin gözlerindeki. Öfke değil. Horlama değil. Sarıldı ona: "-Baba Kadir... Kadir Usta... Baba kadir Usta abim benim be..." dedi; kardı karıştırdı bu adları-sıfatları birbirine. 
Yüksek gerilim hattı yukarlardan dolandı, alçaklara indi. Yine döndü, dolandı ve gecenin ortasında kararmış bakır telleriyle gücünün milyarda birinden çok daha, çok daha azını, bir gün Kadir Çiçek'in avlusuna yerleşecek soğutucuya da aktarmak üzere hazır etti; bekledi. Yirmi altı beton kanaletle yüklü treyler, akşama doğru yükünden hafiflemiş olarak birkaç metre daha ilerledi. Kanalet hattına çapraz durdu, bekledi. Vinç operatörü Kadir Çiçek, boynuna bağladığı turuncu mendili çözdü; vincin üstündeki yerinde kımıldadı; alnının terini havalandırdı; parmaklarını büktü, açtı, levyeyi kavradı ve vinci, yirmi dördüncü kanaleti yerine oturtmak üzere treylerin ilerleyip durduğu yere sürdü; vinç askısını doğrultup bekledi. 
Az önce yirmi üçüncü kanaleti yerine oturtmak üzere, ellerinde katranlı iple eğerlerin başına koşmuş olan iki yan yardımcı, boşalan vinç halatlarının kancalarını çözmüşler, yirmi dördüncü kanaleti vince takmak için yeniden treylerin üstüne çıkmışlardı. Hasan Çiçek, katranlı iplerin eğerlerinden tam yerine konulup konulmadığına bakmış, abisine "tamam" işareti vermiş, yirmi üçüncü kanalet eğerlerindeki yerine oturduktan sonra o da dönmüş; treylere, yirmi dördüncü kanaletin ortasına çıkıp durmuştu. Vinç burnundan sarkan çelik askı halatını yakalayıp bekledi. Sağ yardımcı Bilal ile sol yardımcı Osman, yirmi dördüncü kanaletin iki ucundaki yerlerini aldılar, beklediler. 
Hasan orta halatı öptü. Orta halattan sarkan iki yan askıyı ayırıp birini Osman'a, ötekini Bilal'e attı. Vincin üstünde, gözlerini kendisinden ayırmayan, her hareketini hoşgörmez bir usta dikkatiyle izleyen abisine gülümsedi. Vinç motorunun büyük gürültüsünü bastırarak: "-Varan yirmi dört!" diye bağırdı ona. Sesini daha çok yükseltti: "-Geçtik! Dokuz kilometreyi tam dört yüz doksan metre geçtik şimdi!" Kadir Çiçek, yeniden önündeki kola uzandı. Kolu çekti. Çatırtı büyüdü. "-Kes hesabı! İşi bitirelim!.." diye haykırdı kardeşine. Çenesinde bir damar seğirdi. Hasan'ın o anda derin bir utanç ve saygıyı yükleniveren bakışlarını görmemek için gözlerini uzak denizle ova arasına kalın bir perde çeken yoğun sis tabakasına çevirdi. Güneş iyice alçalmış, şeklini iyice dağıtmıştı. Bir buzlu camın ardından yansıtıyordu kendini. 
Nerdeyse, haşlanmış, haşlanıp diriliğini itirmiş püskül püskül radika otları gibi, radika otlarının renksiz kökleri gibi buharlar saçarak ve artık her an biraz daha biçimini dağıtarak ovayı tarıyordu. Buharını koyveren ova mı, buzlu bir cam gerisinden yansıyan ışınlar mı, ayırdetmek her an güçleşiyordu. Taa uzaklarda, büyük kentin güneye bakan salkım saçak dış mahallesinde bu kereste bıçkısının cızırtılı sesi bütün gün Sakine Çiçek'in dişlerini kamaştırdı. Gürültüye alışkın kulakları, duyarlığını ağzına, dişetlerine aktarmıştı. Küçük bütan gaz ocağını avluya çıkardı. Tüpün düğmesini çevirdi, kibriti çaktı. 
Hışırtıyı duydu ve ocağın yanmış olduğunu bu güçlü hışırtıdan bildi. Yanmış gazın deliklerden fışkıran parıltısı, alçaldıkça aydınlığı yayvanlaşan ova güneşin parıltısını yine de bastıramıyordu. Sakine Çiçek, avluda çok eski bir bisiklete düşe kalka alışmaya çalışan Kemal'e: "-Koş anam, Sefer abine söyle, bir paket de Sana alıversin gelirken" dedi. Bütan gaz ocağının üstüne bir tencere su kodu. Kemal, annesini duymamış gibi bisikleti yalpalatarak bir kez daha döndü avlunun içinde. Gaz ocağına sürtünerek geçti. Sakine'nin içinde bir şey sıçrayıp indi. Dışarıdan avluya dolan bıçkı sesine arkasını dönüp yeniden seslendi: "-Sağır mısın Kemal? 
Sana söylüyorum!" "-Duydum" dedi, Kemal. Bisikletin cantını duvara sürttü. Sakine'nin dişleri daha bir derin kamaştı. Dilini dişetlerinin üstünde gezdirdi. Tükrüğünü yuttu. "-Duydunsa koşuversene. Gelirler nerdeyse. Hazır edelim yemeklerini ..." "-Erken daha". "-Erken... Sana erken. Bana her şey geç, baksana... Koş hadi!" Kemal isteksiz, bisikleti duvara dayadı. Camsız pencere önünde duran plastik sürahiyi ağzına dikti, içti. "-Ilık. Kan gibi" dedi. "-Buzdolabı alacak Hasan Amcan. Akşam söyledi. Babanla bir olup alırlar..." "-Ne zaman?" "-Bu ay başında". "-Yarından sonra yani?". "-Yarından sonra belki. Belki birkaç gün daha sonra... Hesaplarını bir yapsınlar hele... Borç-harç ne kalmış, görsünler de..." "-Fruko da koyalım içine anne. Şişe şişe, her çeşidinden koyalım". "-Bakalım. Belki. Bir gün koyarız belki". "-Keşke yaz başında alsaydık be anne!" "-Sana konuşması kolay. Fırla hadi!.. 
Yağ lazım bana. Koşuver Sefer Abin dönmeden..." Orhan, peykenin üstünde bir mısır koçanıyla oynuyordu. Koçanı ağzına, yeni çıkan diş yerlerine sürtüyor, salyasını akıtıyordu. Ayten'le Gülten, musluklu tenekenin başında bez bebeklerinin çamaşırlarını yıkıyorlardı. Kemal, avlu kapısından çıktı. Sakine Çiçek, kızların yanında yanına koştu; çekip aldı onları ordan. "-Bütün suyumu harcadınız yine!... Su nerede?..." Beton sulama kanallarının içi kuruydu. Çeşmeler çoktan kurumuştu. Eğimli kanallar, yaz başı pamuk tarlalarından artan suyu denize akıttıktan sonra, şimdi bu kanalların içbükey toprak duvarlarında dağınık tebeşir tozunu andıran ince, beyaz, iplik iplik, düzensiz bir çizgi kalmıştı. 
Çizgiler kendilerini yenileyerek dibe indikçe iç bükey duvarlarda da ince çatlaklar açılmıştı. Ovanın pamuğunu ilerde daha uyumlu sulayacak kanalet yapım tasarısı kağıtlar üstünden kalkıp her gün biraz daha genişleyerek, büyüyerek, uzayıp oranlarını çoğaltarak ovayı örtmeye başlamıştı. Bütün yaz ovaya ilaç püskürten küçük uçak pilotları, mat sedef renkli kalın çizgilerin ovayı düzgün parçalara bölerek toprakta yürüdüğünü görmüşlerdi. Güneyde iki büyük kenti birleştiren asfalt yol üstündeki kanalet fabrikası her gün biraz daha çok sayıda kanalet üretti. Fabrikanın önündeki yapım şantiyesinde, duvara asılı ova haritasına bir mühendis, her akşam daha çok sayıda renkli topluiğneler batırdı. 
Toplu iğneler arasındaki uzaklığı gözüyle birleştirdi; her santimini iki binle çarptı; şantiye muhasebecisi, bu çarpımdan çıkan metre ve kilometre fazlalarını paraya dönüştürüp yevmiyelere böldü. Şirket mühendisi her akşam, yerleştirilen kanaletlerin en son ucuna gitti; işçilerin kaç eğere kaç kanalet oturttuklarına baktı. Devlet kontrol mühendisi, her ay sonuna doğru gidip, yerlerine oturtulan kanaletlere ayağının üçüyle vurdu ve dönüp masasının başına, şirketin devlet alacağını hesabetti. Akşamları şirket mühendisleri devlet mühendislerini içkili, serin lokantalarda ağırladılar. Ağırlamadıkları zaman, devletin şirkete sunduğu aylık payı alabilmek için beklemek zorunda kaldılar. 
Böyle zamanlarda işçiler, bakkal ve fırınlardaki veresiye hesaplarını, bankalar ise kredi faizlerindeki toplamları çoğalttılar. Ama bütün bu, çok sayıda insanı içine alıp döndüren geniş çember, ovanın az sayılı sahipleri adına her gün biraz daha hızlı devindi ve ova, pamuğunu her gün biraz daha onlar için büyüttü. Şantiye mühendislerinden biri "bankalar için" dedi. Kontrol mühendislerinden biri "ovayı bölüşenler için" dedi. Kuşkulandılar birbirlerinden; küstüler ve ayrı adlı partilere oy verdiler. Durup seçim sonuçlarını beklediler. Güneş biraz daha dağıtıp yaydı ışığını. Vinç bumunun gerisinde, eli levyenin üstünde oturup bekleyen vinç operatörü Kadir Çiçek, gölgesini ardına düşürdü. 
Orta halat yardımcısı Hasan Çiçek, sağına baktı; sağ halat yardımcısı Bilal, yirmi beşinci kanaletin sağ altından ipi geçirirken o da hızla sola döndü. Sol halat yardımcısı Osman'ın da kanaletin sol alt ucundan halatı geçirdiğini gördü. İki yanına yeniden baktı. İki uçtan sarkan çelik halatların askı halkalarına geçirilmesini bekledi. Vinç askısından sarkan orta halatı eliyle tarttı. Dengeyi duydu avuçlarında. Çelik halatı büktü, vinç askısının ağır ağır dönmesini sağladı. Kadir Çiçek, gözüyle izledi dönüşü ve bakışlarını çevirip kardeşinin gözlerine dikti. İşin bu en önemli, en çok dikkat isteyen anını kaçıncı kez yine gözleriyle paylaştılar. Hasan'ın gözünde Kadir'in artık ezbere tanıdığı ışık parladı: "Kaldır!" Kadir, işaret parıltısını yakalar yakalamaz vinci çalıştırdı. Vinç bumunu ağır ağır kaldırıp döndürmeye başladı. 
Bilal ve Osman bir sıçrayışta treylerden indiler. Ellerinde katranlı halatlar, ovada birkaç metre aralıkla çifter çifter ve çatal ağızlarıyla açılıp duran beton kanalet eğerlerinden en yakındaki çiftin başına kondular. Katranlı İplerini eğerlerin üstüne serdiler. Onlar bu serme işini yaparken Hasan, sürekli olarak abisine işaret verdi. Vinç bumunun ucunda askıya alınmış ağır beton kanalet, tam eğerlerin üstüne oturacak biçimde geldi, orada bekledi. Hasan, treylerin üstünden yer atladı. Bilal'le Osman'ın yanına koştu. 
Katranlı iplerin eğerler üstüne uygun serilip serilmediğine baktı. İpler güzel serilmişti. Başını kaldırdı, abisine baktı: "-İndir!" dedi, bu kez sesli olarak. Kadir Çiçek, kolu çekti. Vinç bumu ağır ağır indi eğerlere. Eğerlerdeki katranlı ipler üstüne. Hasan, kanalet iki uçtan iki eğer üstüne tam oturana dek işaret verdi abisine. Bu arada treyler hareket etti ve bir sonra konulacak kanalet yerine ilerledi. Hasan: "-Tamam!" diye haykırdı. Sağ ve sol yardımcılar, gevşeyip boşalan çelik askı halatlarını büyük bir çabuklukla kancalarından çözdüler, vinci serbest bıraktılar. Hasan'la birlik yeniden treylerin üstüne çıktılar. Kadir Çiçek, vinci, bir sonraki ve en sonuncu kanaleti kaldırıp yerine oturtmak üzere, treylerin şimdi bulunduğu yere sürdü. 
Orada bekledi. Yukarlardan inip gelen yüksek gerilim hattı, ekibin ulaştığı kilometre noktasının az ötesinde kanalet hattını kesiyordu. Treylerde kalan son kanalet de az sonra yüksek gerilim hattının toprakta bıraktığı yayvan gölgeyi bıçkı gibi kesecek. Kesip taa ötelere uzanacak. Uzanan her fazla metresi, kanalet döşeme ekibinin her bir i için birer öğün demek olacak. Sakine Çiçek, duvar dibindeki ıtırlarla sardunyalara, camsız pencere dibinde ağır ağır boy veren mor çiçekli hüsnüyusufa su verdi. Diplerini serinletti. Plastik ibrikte kalan suyu avlunun içinde acele gezdirdi. Avlu taşları önce halka halka esmerleşti, sonra hemen kayboldu esmer, kıvrık çizgiler. Avluya çizgilerin cılızlığında ince bir serinlik dokunup geçti. Çapraz ayaklı masayı ıtırların yanına taşıdı Sakine. açtı. Masanın yeşil-beyaz muşambası üstüne cacığı koydu. Cacığın yoğurdu, yüzeyinde, henüz gözle seçilemeyen hafif bir fışırdamayı gizledi. Sakine Çiçek, bütan gaz ocağının başında durdu. Kaynayan suya evde kesilmiş makarna saldı. 
Boynunu dikip gökyüzüne baktı yine. Zamanı anlamaya çalıştı. Ay çıkıyordu. Buzlu cam gerisinde irin renkli bir ışık, şimdi maviye çalan beyaz bir ışıkla kavgaya başlıyordu. "Vakittir" dedi Sakine Çiçek. Peykenin üstünde yüzükoyun sızıldanan Orhan'ı doyurmaya koyuldu. Bıçkı sesi dinmişti. Vincin bumu askısını sarkıttı. Hasan, çelik halatı yakaladı. Aşağıdan gelen soluk yeşil renkli bir pikap kızını yavaşlattı. Şantiye mühendisi Nazif, pikabını yolun kıyısına bıraktı, indi. Bir hendeği atlayıp ekibin yanına vardı. Eliyle "durun" işareti yaptı. Durdular. Kadir Çiçek'in canı sıkıldı. Hasan Çiçek, orta halatı gevşetti avucunda, ama bırakmadı. 
Kadir Çiçek levyeyi boşa aldı, kalktı, başını Nazif beye uzattı. "-Elektrik hattını görüyorsun değil mi usta?" "-Biliyorum" dedi Kadir Çiçek. "-Dikkatli olmak gerek. Bumu uzak tut. Yaklaştırma". "-Evet, evet" dedi Kadir Usta. "-Kötü bir saat. Geç. Uzaklıklar yanıltır şimdi..." Hasan Çiçek atıldı: "-Tek kanalet kaldı!" dedi. "-Olsun. En iyisi bırakın işi artık. Sabah yerleştirirsiniz". (Yaşını on sekizden büyük ve askerliğini yapmış gösteren bir sahte kimlik kartıyla abisinin karşısına dikildiği günden bu yana altı ay geçmişti. O sabah abisi kendisini kovalamıştı. Akşam, evde dövmüştü. "-Kaç kişi girdi bu yoldan işe. Şantiye anlamıyor. Anlasa da anlamazlığa geliyor. Bilal nasıl çalışıyor sanıyorsun?" diye karşı durmuştu Hasan yine de. Yumuşamadı abisi. "-Sıkıntıdasın... Çok sıkıntıdasın. Bilmiyor muyum ben?" dedi Hasan. O zaman iki tokat daha yedi abisinden. "-Sana ne ulan? Benim bileceğim iş! 
Okula gideceksin. İşte bu kadar!.." İlk büyük çatışmalarıydı abisiyle. Çocuklar yadırgadılar. Hepsi korktular, ağladılar. Kadir Çiçek, fırlayıp kahveye gitti. Gece çok geç döndü. Konuyu açtırmadı bir daha. Hasan'la konuşmadı. Evin kereste borcu hesabını ona değil, Kemal'e yazdırdı. Üçüncü gün, memleketlisi Avni'den biraz daha borç para istemek için de Sefer'i gönderdi. Sefer, eli boş döndü. Dördüncü gün, Osman'ın beşiğini götürdü. Beşik bir daha geri gelmedi, ama Kadir Çiçek, akşam Sefer'le eve üç ekmek ve bir takım ciğer gönderdi. Kendi gelmedi. Beşinci gün yevmiye dağıtma günüydü. Sakine Çiçek, gözünü avlu kapısından ayırmadı. 
Bütan gaz ocağını yakmak için kocasının dönmesini bekledi. "Kıyma getirirse patatesi vururum ocağa..." Yağışlar dinmemişti daha. Bütün ay vinç de, treyler de araziye çok seyrek girebilmişti. Fazla çalışma, prim söz konusu değildi. İş günleri bile sayılıydı. "-Hepsi hepsi yediyüz tutar bu ay. Fazla tutmaz" demişti Kadir Çiçek. Karısı, bütün bir ayı nasıl geçireceklerini düşünmeyi çoktan unutmuştu. En yakın akşamı ve en yakın sabahı düşünebiliyordu o. Hasan, damın üstüne çıkmış, akan yerine bir çinko parçası çakıyordu. Damın üstünde eğilip doğruldukça yengesini görüyordu. Yengesinin işi her gün biraz daha azalmıştı. 
Her gün biraz daha az tencere ovuyordu. Çamaşırı biriktiriyordu. Biriktirmeye olanak kalmayınca, düz suda çalkalıyordu. Terden kayışa dönmüş gömlek yakalarını bir tutam kille ovuyordu. Hasan, elini cebine sokmuştu. Sahte kimlik kartını çıkarmıştı. Karta, herkese iyi gelecek bir iksir gibi bakmıştı. Damdan indi sonra. Yengesinin, yeşil lastik ayakkabılarının ucuyla bir su birikintisini incitmeden dürtüklediğini gördü. "-Ne inat bu benim abim!.. Ne inat..." dedi. Sakine Çiçek, kocasını savunmak istedi. Ama şu an savunacak belli bir ipucu yakalayamadı. "-Seni düşündüğünden..." dedi sadece. "-Bu yaz çalışsam... İlerde yine okurum..." Hasan sözünü tamamlamadan avlu kapısı gıcırdadı. 
O yana fırladı Sakine. Baktı, kocasının elleri bomboş değil. Eski gazete kağıtlarına sarılmış paketlere uzandı. "-Al. Götür ocağa bir şeyler koy". Kadir Çiçek'in sesi başka bir adamın sesiydi. Yüzü başka bir adamın yüzüydü. "-Hasta mısın Kadir?" Kadir, karşılık vermedi. Kaç gündür tek söz etmediği, yüzüne bakmadığı hasan'a doğru yürüdü. Hasan, abisi yeniden tokatlarsa diye kendini hazır etti. Söyleyeceklerini bir bir dizdi içinden. Abisi yanından geçti. Peykenin ucuna ilişti. Ellerine baktı. Parmaklarını kenetleyip şıklattı. "-Sen git, ocağa bir şeyler koy" dedi yine karısına. Hasanelindeki çekici toprak duvara sürttü. 
Kabaran toprak hemen döküldü yere. "-Hasan..." dedi Kadir Çiçek, "yanıma gel". Hasan, yanına gitti abisinin. Ama çok yakınına değil. "-yarın birlikte gidelim şantiyeye. Kağıtlarına bakacaklar. Uygunsa iş verecekler sana." Hasan'ın yutkunma bezleri sızlamıştı. Göz çevrelerinde bir yanma olmuştu. "-Sağol abi" demişti, sızlama ve yanmaları bastırıp. "-Doğramacı yevmiyelerimi kestirmiş. Şantiye şefi haberliydi. Kesmiş. Bu ay öderim demiştim". 
Başka bir açıklama yapmamıştı Kadir Çiçek. Sadece sözü bağlamıştı: "-Yanıma alacağım seni. Belki ilerde iyi bir vinç ustası olursun sen de". "-Olurun" demişti Hasan da. "Senin borçların var, keserler. Benim borçlarım yok kesemezler" demişti, dili ağzına dolaşarak. "yani diyeceğim... bir yandan kesilirsek, bir yandan damlarız hiç değilse... Öyle değil mi abi?) Mühendis Nazif, kararsız duruyordu. "-En iyisi boşaltın treyleri. O gitsin. Bilal vincin başında kalsı", dedi. "Gerçi evet... tek kanalet için... Yine de, boşaltın". 
Kadir Çiçek, kararlı konuştu: "-Çift iş olur bey. Şimdi oturturuz onu biz. Yerleştiririz geçeriz". Mühendis Nazif, artık bir şey demedi. Bütün gün yerlerine oturtulmuş kanaletlerin simdi iyice belirginleşen aklığına baka baka yürüdü. Bir boydan bir boya geçti döşenmiş kanalet hattının yanından ve çatlayan eğerlerden birini kafasına not ederek pikabına döndü. "-Yine de dikkatli olun" diye bağırdı ekibe; bindi, gaza bastı, doğu yönünde sürdü pikabını. Vincin bumu son kanaleti kavradı, kaldırdı. Hasan çelik orta halatı büktü. 
Bum ağır ağır döndü, yüksek gerilim hattının altına özenle girdi. Operatörün gözüyle ayarladığı sınırı bir milim aşmadan girdi hattın altına; kanaleti hizaladı, eğere yakın yere indi ve orada başı eğik bekledi. Kadir Çiçek de sabırsız bekledi. Hasan'ın bakışları seçilmez olmuştu. Sesini duymayı bekledi. O, her gün biraz daha erkekleşen, artık neredeyse tam kendisi olmaya aday sesin "boşalt" demesini bekledi. Ama Osman, kendi payına düşen katranlı ipi aceleden kötü sermişti. Halat tam yerinde değildi. Hasan, çelik orta halatı bırakmadan sol yardımcıya seslendi: "-Düzelt ipi! İpi düzelt!.. Oturt yerine Osman!.." Sol yardımcı, ipi düzletmek için askıda kanaleti usulca itti; itip yer açmak istedi. Açtığı yerden eğere doğru eğildi, sığmadı. 
Az daha itti kanaletin ucunu. Kadir Çiçek, vincin gürültüsünü bastırmak, bastırıp sesini duyurmak ve: "-Oyun mu oynuyorsunuz be? diye bağırmak için soluğunun hepsini topladı, ağzını açtı ve: "-Oy..." diyebildi. Kanaleti taşıyan askılardan biri kaymış ve kanaletin bir ucu yere vurmuştu. Bozulan denge, o anda ağırlığından kurtulan vinç bumunu yukarı doğru esnetti. Yukarı doğru esneyen bum, yüksek gerilim hattının egemenlik alanına girdi; gücünün milyarda birinden pek azını kapıp, elinde hâlâ çelik halatı tutmakta olan Hasan'ın gövdesine akıttı. Çelik halat ucunda iri, siyah bir kömür asılıp kaldı. 
İş erken başlamıştı. Şimdi ay, kalın buhar tabakası ardında, az önceki kavgadan yorgun, erin soluyarak, derin soluyup durmadan terleyerek ovaya çiseliyordu. Islak ışık vincin ucundaki iri kömür parçasında ince cızırdıyordu. Sakine Çiçek, cacık yoğurdunun yüzeyinde giderek çoğalan fışırdamayı gördü. Daha bekledi. Fışırtı derine, dibe indi. O zaman, artık beklemedi. Çocukları Sefer'e bıraktı. Başına bir örtü örttü, yanına Kemal'i aldı; siyolanlı pamuk tarlalarının kıyıcıklarında dura dikile, yüksek gerilim hattı direklerinin koyduğu işaretleri izleye ede, bir kalabalığın toplaştığı, resmi araçların mavi ve kırmızı ve sarı ışıklarını durmadan yakıp söndürdükleri bir yere doğru yürüdü. 
Ama Sakine Çiçek daha oraya varamadan, asfalt yoldan sirenlerini öttürerek bir polis aracı geçti. Ters yönde, kente gitti. Polis aracının içinde biri: "-Kardeşim ha?" dedi, Kadir Çiçek'e. Kadir Çiçek bumun ucundaki kömür parçasından daha kara görünüyordu. Bir kömür parçası nasıl ses vermezse, o da öyle ses vermedi. "-Demek iş kazası?" dedi, aracın içindeki öbür polis. "Sigortanız vardır. Kaz ise iyi. Kardeşininki sana kalır". Kuşkuyla baktı Kadir Çiçek'e. "-Yaşı uygun ki çalıştı. Vardır sigortası kardeşinin de". dedi beriki. Hasetle baktı Kadir Çiçek'e Yağmurlar yeniden başladı. Ovanın böğrüne sokulmuş hafif eğimli toprak kanallar, pamuk tarlalarının fazla suyunu denize akıtmaya yetişemedi. Tarlalarda küçük, durgun göller oluştu. 
Kuzeyde baraj, daha çok elektrik gücü üretti. Ve bu gücü yüksek gerilim hattına akıttı. Durmadan akıttı. Yüksek gerilim hattı, direkler üstünden ovaya uzandı. Dokunulmazlığını koruyarak, büyük kentlerin kapılarında bölünüp kollara ayrılarak, caddelerde yeniden kollara ayrılarak, dış mahallelerde daha ince kollara ayrılarak, ayrılan en ince kollarından birini Kadir Çiçek'in ot-sap tavanından aşırtarak gitti; gücünün milyarda birinden daha çok azını bir kez daha parçalara böldü ve böldüğü daha küçük çaplı güçleri cezaevlerinde durmadan çoğalan koğuşlara, o koğuşların tepelerindeki en küçük ampullere boşalttı. 
Çoğalan koğuşlarda ampuller, en uzak yıldızların ışıltıları kadar ölü bir ışıkla sabahlara dek yandı. Kadir Çiçek, koğuşta gözünü bu soluk ışıktan hiç ayırmadı. Üşenmesiz, uzun baktı. Aylarca baktı: Işığı iyice tanıdı. Tanıyıp beynine akıttı; gerildi. Her sabah daha yüksek gerildi. Adalet AĞAOĞLU

YÜKSEK GERİLİM

YÜKSEK GERİLİM 
Yağmurlar dindi. Ovanın böğründeki hafif eğimli toprak kanallar taralarda biriken fazla suyu denize akıttı; akıntı, kıyılarında sivrisineklerini ve kurbağalarını çoğalttı. Tarlalar da kanalların toprakta bıraktığı nemi sakladı, pamuğunu büyüttüTek pervaneli uçaklar mayıs sonu ovanın üstünde dolaşmaya başladılar. Sonra artık tarlaların üstünde sık sık uçtular, ovaya ilaç püskürttüler. Siyolan kokusu, bir yol ayrımındaki çilek tarlasında olgunlaşan çiçeklerin tadına sindi. Ardından sırayla ekmeğin, etin, sebzenin tadına sindi. Çevredeki hüsnüyusufların, morsalkımların, ıtırların özsuyuna yürüdü; şantiyelerdeki araçların dişlilerine, çimento ve çakıla, battaniyelerle karavanalara; işinden göçenlerin ve iş aramaya gelenlerin yatağına, yorganına, poturlarına, mintanlarına sindi. 
Tek pervaneli uçakların attığı ilaç, pamuk fidanları üstünde kurudu. Damarlı yüzlerinde benek benek beyaz lekeler bıraktı. Dümdüz ovayı yer yer kesen çitler arasındaki otlar, önceleri pamuk tarlalarına dolan fazla suyu bir uçtan çaldı, emdi, azıp gelişti. Kanallar suyun fazlasını denize attıkça otların payına düşen nem de azaldı. Yaz boyu azaldı bu pay ve otlar kurudu, dikene sardı. Dikenleşen sürgünlerde gövdeler, yolun tozuyla havanın ilacını tuttu; beyaza yakın bir kül rengine buladı. Bu kirli beyaz öbekler arasında kurumamakta direnen ince mor çiçekli ılgınlarla süpürgeotları ve çavşırlar güneşten renklerini attılar. Atılan rengin yerini hemen ilacın beyazlığı aldı. Kuru pamuklar eylülde toplanmaya başlandı. Sulanan ekim pamukları daha dolup gürbüzleşerek, yağmurlara kalmadan toplanacakları günleri beklediler. Yaprakları genişti. Üstlerinde daha çok ilaç lekesi biriktirdiler. Güneş, bütün yaz denizin üstünü kaynattı. Kaynatıp buharını aldı. Getirip taa ötelerden, ovanın üstüne saldı. Buhar tabakası, uçakların püskürttüğü ilacın pek az kısmını kaptı. Yine de yoğunlaşıp kalın bir sis bulutu yaptı. Uçaklar yeniden ilaç püskürtmeye geldiklerinde ovaya doğru biraz daha alçaldılar. Sisin altından uçup her seferinde biraz daha alçaldılar ve artık son ilaçlarını püskürtecekleri zaman, yoğun buhar tabakasıyla benekli bitki örtüsü arasında kalan ensiz bir koridorda uçtular. Hafif eğimli kanallardan akan suyu yüzü hareketsiz ince, kahverengi, tahıl kabuğunu andıran nesnelerle örtüldü. Böylece kanallar, ovadan çektikleri fazla suyun yüklediği sivrisinek ölülerini de denize akıttılar. Ama kanalların nemli karanlığında kurbağalar yaşamlarını sürdürdüler. Kanalların içinde siyonlardan korunup büyüdüler. Gece ay, yoğun buhar tabakasını delip de tarlaları aydınlattığında tedirginleşip daha çok bağırdılar. Yukarda, kuzeyde baraj, nehrin bahar suyunu biriktirdi. Biriktirip güçlü çarklarında döndürdü, ağdırdı. Ağdırıp ağdırıp bu suyu elektrik gücüne dönüştürdü ve yüksek gerilim hattına akıttı. Durmadan akıttı. Yüksek gerilim hattı, direkler üstünde ovaya uzandı. Tarlalarda, yol kıyılarında dura dikile; sulama kanallarının ve bu kanal yavrularının döşenme çizgilerini şurda burda kese atlaya daha güneye, kalabalığın toplaştığı yerlere uzandı. Uzanıp, yüklendiği öldürücü ve diriltici gücü bu yerlere taşıdı. Geçtiği her yerde kendisiyle kesişen her şeye ve herkese güçlü adını kazdı, bıraktı. Ama oralara uzanmadan önce bu yüksek gerilim hattı, geçtiği yerlerde hiç bir katı cismin kendisine elli santimden daha yakın gelmesine izin vermedi. Yağışlı havalarda çevresini daha geniş tuttu; yüz elli santimlik bir çapın çizdiği daire içinde egemenliğini kurdu. Dokunulmazlığını koruyarak yürüdü, gitti ve milyarda bir gücünden daha çok, ama çok daha azını vinç operatörü Kadir Çiçek'in ot-sap tavanından sarkan yirmi beş mumluk ampulüne boşalttı. Ampul, Kadir Çiçek'in tavanında bir saat kadar ışıdı. Karısı çocukları yatırdı, bulâşıkları yıkadı, ekşimiş yoğurt artığının üstüne tel kasnağı iyice örttü; öylece getirip pencere önüne bıraktı. Cansız pencereye ince naylon bir gergi gerdi; dışarı, avluya çıktı. Kadir Çiçek, yirmi beş mumluk ampulün kapı önüne vuran aydınlığında tuzlu su kabını önüne çekti. Kabaran avuçlarını tuzlu suyun içine soktu. "Çok erken varmalı şantiyeye. Vinvin makarasını yağlatmalı. Doğru sürmeli kanaletlerin başına. Hava kararmadan ne kadar çoğunu oturtursak eğerlerine, o kadar iyi." Ellerini tuzlu sudan çıkardı, üstündeki atlet fanilaya sildi. Kapıdan süzülen ölü aydınlıkta baktı ellerine: "-Dürzünün vinci!" dedi. Güldü yine de. Karısı tuzlu su dolu kaba uzandı: "-Oldu mu?" dedi. "-Oldu, oldu" dedi Kadir Çiçek. "Götür dök" Sakine çiçek, tası aldı, avlunun karanlığına daldı. Kocası bir sigara yaktı. Duvar dibindeki peykede yatan kardeşi Hasan'a baktı: "Aferin ülen" dedi nerdeyse yüksek sesle. "Dünün çocuğu... Şaka maka, kıvırdın gitti bu işi... Çabuk öğrendin orta halat yardımcılığını..." Hasan uykusunda mırıldandı. Sonra bir bağırdı ve peykeden aşağı sarkan sol bacağı seğirdi. Bacağını çekti yukarı. Yan döndü. Derin uyuyordu. Damın üstünde Hasan'ın küçüğü Sefer'le kendi büyük oğlu Kemal yatıyorlar. Uyumadıkları, cibinlik bezinin altında itişip kakıştıkları duyuluyordu. Kemal, neye gülüyorsa, kikir kikir gülüyordu. Sefer: "-Sus be, uyu artık!" diye bağırdı. Kadir Çiçek başını yukarı kaldırdı. Sefer'le Kemal'i görecekmiş gibi baktı. Oysa dam, ensesinin üstünde kalıyordu. "-Seslen şuna. Rahat versin. Her akşam bir oyun bulur. Uyutmaz küçük amcasını it". Karısı, dama çıkan merdiven başına vardı. Yıkarı seslendi: "-Kemal! Baban yanına varıyor ha!" Kemal'in zorla sindirmeye çalıştığı sesi yine de bıcır bıcır duyuluyordu aşağıdan. "-İşin bittiyse söndür ışığı" dedi Kadir Çiçek karısına. "-Yatacaksan yatağını açayım mı?" Sakine Çiçek, yeniden içeri yöneldi. "-Açma daha. Çok sıcak. Uyunacak gibi değil. Işığı söndür. Sivriler dolmasın içeri". Kapıdan dışarı süzülen sarı ışık birden yitti. Kadir Çiçek, kapının önünde ak bir leke olup kaldı. Uzaklarda kurbağalar durmadan haykırıyorlar. Bütün kanalların, derelerin, su birikintilerinin içinde yükseliyor bu haykırışlar ve yankılanıp geliyor: Kadir Çiçek'in avlusundaki bütün sesleri, Kemal'in gülüşlerini falan bastırıyordu. Sakine usulca çıktı içerden. Usulca konuştu: "-Sivriler pek eskisi kadar değil artık. Azaldılar". "-Uyumuş mu kızlar?" "-Uyumuşlar. Oğlan da uyusun iyice, alıcam yanıma". Kocasının soluna bir sandık çekti. Üstüne ilişti. Karanlıkta onun yüzünü seçmeye çalıştı. Daha otuzuna varmadan yaşlı bir ağaç gibi kalın kabuklu, yol yol çizgiliydi kocasının yüzü. "Bütün gün vincin üstünde. Ha babam, de babam. Ovanın güneşi üç yılda çökertti onu da". İçini çekti: "-Nasıl avuçların?" Kadir Çiçek dizlerine sürttü avuçlarını. Ses vermedi. "-Düşünme Kadir. Ne düşünüyorsun anam? Borçlarımız tükendi oldu işte. De işine bak. Kışa pencereleri camlarız". Kocası başını çevirip baktı ona. "Yine de kurban olduğum güneş. Yaz boyu Kadir'imin gözlerine dolmuş dolmuş da şimdi, gece ortasında gelmiş ordan şavkıyor". Böyle geçti Sakine Çiçek'in içinden. Kocasının gözlerindeki parıltıdan hoşlanıp eğdi başını. Peykede bir kıpırdanma oldu. Hasan doğrulup kalktı. "-Uyunmuyor be yenge. Çok sıcak..." Genç irisi gövdesiyle dikildi peykenin önüne. Ayak alışkanlığı gitti, avlunun bir köşesindeki musluklu tenekeden su çarptı yüzüne. Kollarını iyice ıslattı. Çizgili pijama altlığını çekerek şöyle bir dolandı avlunun ortasında. Abisi bir kibrit çaktı. Bir sigara daha ateşledi: "-Hasan..." dedi sonra, "demin uykunda konuşuyordun düdük..." Hasan, kötü şaşırdı: "-Yok yahu abi?... Ne diyordum ki?..." (Vinç operatörü treylerin üstündeki Hasan'ı gördü şimdi. Bütün gün gözü onun gözlerindeydi. İki yardımcı da treylerin üstünde, yan halatları bir kanaletin iki ucuna geçiriyorlar, kancalarına takıyorlar, onlar kancaları takar takmaz Hasan abisine "vinç askısını indir" işareti veriyor, sonra acele çelik halatı döndürüyor, vinç askısını çelik halata geçiriyor, yeniden abisine bakıyor, tam zamanında "kaldır" işareti veriyor. Önceleri bu iş sesli sürüyordu. Giderek iki kardeş gözleriyle anlaştılar. Hasan'ın işi çok dikkat istiyordu. Orta halatı döndürmekte, anında "indir" ya da "kaldır" işaretini vermekte ustalaşıyordu. Bakışları hep öyle çocuksu bir ciddiyeti, çocuksu bir önemsemeyi barındırıyordu. İşini öğrenmekte gösterdiği tükenmez çaba; o, kollarını oyuna çıkmış gibi gerişi; o, boynunu balıkçıl kuşu gibi dikişi, hep bir kıvırmayla, bir gülme duygusunu da birlikte getiriyordu Kadir'in yüreğine). "-Söyleyim mi?" dedi, Hasan'ın ürkek gözlerine bakıp. "-Söyle..." "-Yengenin yanında?" Durdu Hasan. Uykusunda olmadık sözler ettiyse yengesinden çok abisinden utanacak. "-Olan olmuş zaten. Duymuşsun ya" dedi. Pijamasının altlığını az daha çekti yukarı. Gidip yeniden musluklu tenekenin önüne çöktü. Ağzına bir lokma su alıp çalkaladı, tükürdü. Arkasını dönmedi hiç. Öyle çömeldiği yerden: "-Yengem de duysun, n'olacak" dedi, isteksiz. "-Hadi Kadir, deyiver neyse..." "-Ah oğlum, kız adı sayaydın daha iyi olurdu ya..." "-Eee, ne saymışım?" "-Kaldır, kaldııır!.. İndir, indiiir!.." Hep birlikte güldüler. Geniş bir soluk aldı Hasan. Gelip abisinin dizi dibine çöktü: "-Başka?" "-Ne olsun başka?" "-Pek bir sevdin sen bu işi Hasan... Pek bir sevdin... Etmemeydiniz... Askere gideydin daha iyiydi ya, askerden gelmiş gibi yapacağınıza..." Sakine, bitirmedi sözünü. Gülmeler durdu. Uzun sustular. Olmadı. Sakine, başka yerden aldı sözü: "-İşte, öyle istedin, öyle oldu; ne deyim?..." "-Aman be yenge! Der der aynı şeyi dersin. Bitirmişim ortaokulumu sayesinde abimin. Yarın bitirir Sefer de ortaokulunu acık benim sayemde... Derken Kemal, derken Gülten, derken Ayten ve dahi girer sıraya Orhan... Birbirimize dayanacağız demedik mi?" "-Yapsaydın askerliğini önden..." Kocasının kıpırdandığını, yüreğinin daraldığını bildi; kesin sustu. Yetmedi, koydu parmaklarını dudaklarının üstüne, kitledi onları. Kadir Çiçek, dibe eren sigarayı yere attı, tokyosuyla bastı üstüne. "-Kaç metre döşedik bu ay?" Hasan okulda derse kaldırılma korkusuna benzer bir korkuyu atlatmış gibiydi. Öğretmenin gözleri bir değip geçmişti kendisine, işte o kadar. Şimdilik. Şimdilik yine iyiydi her şey. "-Bugün yüz yetmiş metre geçtik abi... Öyle ya, eğere son monte ettiğimiz kanaletle yüz yetmiş metre geçtik... Yarın beşyüz metre fazlayı doldurursak primimiz üç bin lira tutar, değil mi?" "-Doldurursak tutar" dedi, Kadir Çiçek. "-Üç bini de pay ettin mi dördümüze..." Kafasında hesabını kurdu. "-Kadir Usta..." dedi sonra, "Kadir Usta... Yevmiyelerle, iki saat fazlalıkla birlik bu ay sade benim elime ne geçiyor biliyor musun? Tam bin dörtyüz elli lira geçiyor. İlk bu kadar çok olacak, biliyor musun? Şimdiye kadar en çok dokuz yüz elli olmuştu... İlk bin dört yüz elli lira. Para bu be!... Gidip hemen bir buzdolabı alıcam şuraya... Taksitle maksitle... Konduracam avluya... Çekecem bir de elektrik hattı içeri ampule giren hattan buraya.. Artık buz gibi içeriz suyumuzu... Ayranımızı da soğuturuz..." Göz kırptı abisine: "-Rakını da soğuturuz. Dolabın rakısı benden haa! Her zaman... Çocukların kitabı, kalemi, defteri de benden... Her zaman..." Abisi sevinmeye çalıştı ama, gelmedi içinden sevinmek. Sakine, Hasan'ın coşkusu çözülmesin diye çözdü parmaklarını dudaklarından, güldü: "-amanın şuna bakın!... Büyümüş, adam olmuş da..." Olmadı. Oturmadı bir şeyler yine yerine. Bu konu ne zaman açılsa bir söz ye fazla, ya eksik söylenmiş oluyor. "-Sağol Hasan... Sağol yine de..." "-Bir de Almanyalara gitmeye kalktındı abi. Hepimizi böylece döküm saçım bırakıp buralarda... Şimdi yani, kötü mü oldu?..." "-Amma öttün be sümüklü!" dedi Kadir. Yüreği hopladı Sakine'nin. Ama baktı ki, karanlıkta güzel parlamakta kocasının gözleri. Güzel, yumuşak. Hasan da baktı. Baktı ki, alay değil abisinin gözlerindeki. Öfke değil. Horlama değil. Sarıldı ona: "-Baba Kadir... Kadir Usta... Baba kadir Usta abim benim be..." dedi; kardı karıştırdı bu adları-sıfatları birbirine. Yüksek gerilim hattı yukarlardan dolandı, alçaklara indi. Yine döndü, dolandı ve gecenin ortasında kararmış bakır telleriyle gücünün milyarda birinden çok daha, çok daha azını, bir gün Kadir Çiçek'in avlusuna yerleşecek soğutucuya da aktarmak üzere hazır etti; bekledi. Yirmi altı beton kanaletle yüklü treyler, akşama doğru yükünden hafiflemiş olarak birkaç metre daha ilerledi. Kanalet hattına çapraz durdu, bekledi. Vinç operatörü Kadir Çiçek, boynuna bağladığı turuncu mendili çözdü; vincin üstündeki yerinde kımıldadı; alnının terini havalandırdı; parmaklarını büktü, açtı, levyeyi kavradı ve vinci, yirmi dördüncü kanaleti yerine oturtmak üzere treylerin ilerleyip durduğu yere sürdü; vinç askısını doğrultup bekledi. Az önce yirmi üçüncü kanaleti yerine oturtmak üzere, ellerinde katranlı iple eğerlerin başına koşmuş olan iki yan yardımcı, boşalan vinç halatlarının kancalarını çözmüşler, yirmi dördüncü kanaleti vince takmak için yeniden treylerin üstüne çıkmışlardı. Hasan Çiçek, katranlı iplerin eğerlerinden tam yerine konulup konulmadığına bakmış, abisine "tamam" işareti vermiş, yirmi üçüncü kanalet eğerlerindeki yerine oturduktan sonra o da dönmüş; treylere, yirmi dördüncü kanaletin ortasına çıkıp durmuştu. Vinç burnundan sarkan çelik askı halatını yakalayıp bekledi. Sağ yardımcı Bilal ile sol yardımcı Osman, yirmi dördüncü kanaletin iki ucundaki yerlerini aldılar, beklediler. Hasan orta halatı öptü. Orta halattan sarkan iki yan askıyı ayırıp birini Osman'a, ötekini Bilal'e attı. Vincin üstünde, gözlerini kendisinden ayırmayan, her hareketini hoşgörmez bir usta dikkatiyle izleyen abisine gülümsedi. Vinç motorunun büyük gürültüsünü bastırarak: "-Varan yirmi dört!" diye bağırdı ona. Sesini daha çok yükseltti: "-Geçtik! Dokuz kilometreyi tam dört yüz doksan metre geçtik şimdi!" Kadir Çiçek, yeniden önündeki kola uzandı. Kolu çekti. Çatırtı büyüdü. "-Kes hesabı! İşi bitirelim!.." diye haykırdı kardeşine. Çenesinde bir damar seğirdi. Hasan'ın o anda derin bir utanç ve saygıyı yükleniveren bakışlarını görmemek için gözlerini uzak denizle ova arasına kalın bir perde çeken yoğun sis tabakasına çevirdi. Güneş iyice alçalmış, şeklini iyice dağıtmıştı. Bir buzlu camın ardından yansıtıyordu kendini. Nerdeyse, haşlanmış, haşlanıp diriliğini itirmiş püskül püskül radika otları gibi, radika otlarının renksiz kökleri gibi buharlar saçarak ve artık her an biraz daha biçimini dağıtarak ovayı tarıyordu. Buharını koyveren ova mı, buzlu bir cam gerisinden yansıyan ışınlar mı, ayırdetmek her an güçleşiyordu. Taa uzaklarda, büyük kentin güneye bakan salkım saçak dış mahallesinde bu kereste bıçkısının cızırtılı sesi bütün gün Sakine Çiçek'in dişlerini kamaştırdı. Gürültüye alışkın kulakları, duyarlığını ağzına, dişetlerine aktarmıştı. Küçük bütan gaz ocağını avluya çıkardı. Tüpün düğmesini çevirdi, kibriti çaktı. Hışırtıyı duydu ve ocağın yanmış olduğunu bu güçlü hışırtıdan bildi. Yanmış gazın deliklerden fışkıran parıltısı, alçaldıkça aydınlığı yayvanlaşan ova güneşin parıltısını yine de bastıramıyordu. Sakine Çiçek, avluda çok eski bir bisiklete düşe kalka alışmaya çalışan Kemal'e: "-Koş anam, Sefer abine söyle, bir paket de Sana alıversin gelirken" dedi. Bütan gaz ocağının üstüne bir tencere su kodu. Kemal, annesini duymamış gibi bisikleti yalpalatarak bir kez daha döndü avlunun içinde. Gaz ocağına sürtünerek geçti. Sakine'nin içinde bir şey sıçrayıp indi. Dışarıdan avluya dolan bıçkı sesine arkasını dönüp yeniden seslendi: "-Sağır mısın Kemal? Sana söylüyorum!" "-Duydum" dedi, Kemal. Bisikletin cantını duvara sürttü. Sakine'nin dişleri daha bir derin kamaştı. Dilini dişetlerinin üstünde gezdirdi. Tükrüğünü yuttu. "-Duydunsa koşuversene. Gelirler nerdeyse. Hazır edelim yemeklerini ..." "-Erken daha". "-Erken... Sana erken. Bana her şey geç, baksana... Koş hadi!" Kemal isteksiz, bisikleti duvara dayadı. Camsız pencere önünde duran plastik sürahiyi ağzına dikti, içti. "-Ilık. Kan gibi" dedi. "-Buzdolabı alacak Hasan Amcan. Akşam söyledi. Babanla bir olup alırlar..." "-Ne zaman?" "-Bu ay başında". "-Yarından sonra yani?". "-Yarından sonra belki. Belki birkaç gün daha sonra... Hesaplarını bir yapsınlar hele... Borç-harç ne kalmış, görsünler de..." "-Fruko da koyalım içine anne. Şişe şişe, her çeşidinden koyalım". "-Bakalım. Belki. Bir gün koyarız belki". "-Keşke yaz başında alsaydık be anne!" "-Sana konuşması kolay. Fırla hadi!.. Yağ lazım bana. Koşuver Sefer Abin dönmeden..." Orhan, peykenin üstünde bir mısır koçanıyla oynuyordu. Koçanı ağzına, yeni çıkan diş yerlerine sürtüyor, salyasını akıtıyordu. Ayten'le Gülten, musluklu tenekenin başında bez bebeklerinin çamaşırlarını yıkıyorlardı. Kemal, avlu kapısından çıktı. Sakine Çiçek, kızların yanında yanına koştu; çekip aldı onları ordan. "-Bütün suyumu harcadınız yine!... Su nerede?..." Beton sulama kanallarının içi kuruydu. Çeşmeler çoktan kurumuştu. Eğimli kanallar, yaz başı pamuk tarlalarından artan suyu denize akıttıktan sonra, şimdi bu kanalların içbükey toprak duvarlarında dağınık tebeşir tozunu andıran ince, beyaz, iplik iplik, düzensiz bir çizgi kalmıştı. Çizgiler kendilerini yenileyerek dibe indikçe iç bükey duvarlarda da ince çatlaklar açılmıştı. Ovanın pamuğunu ilerde daha uyumlu sulayacak kanalet yapım tasarısı kağıtlar üstünden kalkıp her gün biraz daha genişleyerek, büyüyerek, uzayıp oranlarını çoğaltarak ovayı örtmeye başlamıştı. Bütün yaz ovaya ilaç püskürten küçük uçak pilotları, mat sedef renkli kalın çizgilerin ovayı düzgün parçalara bölerek toprakta yürüdüğünü görmüşlerdi. Güneyde iki büyük kenti birleştiren asfalt yol üstündeki kanalet fabrikası her gün biraz daha çok sayıda kanalet üretti. Fabrikanın önündeki yapım şantiyesinde, duvara asılı ova haritasına bir mühendis, her akşam daha çok sayıda renkli topluiğneler batırdı. Topluiğneler arasındaki uzaklığı gözüyle birleştirdi; her santimini iki binle çarptı; şantiye muhasebecisi, bu çarpımdan çıkan metre ve kilometre fazlalarını paraya dönüştürüp yevmiyelere böldü. Şirket mühendisi her akşam, yerleştirilen kanaletlerin en son ucuna gitti; işçilerin kaç eğere kaç kanalet oturttuklarına baktı. Devlet kontrol mühendisi, her ay sonuna doğru gidip, yerlerine oturtulan kanaletlere ayağının üçüyle vurdu ve dönüp masasının başına, şirketin devlet alacağını hesabetti. Akşamları şirket mühendisleri devlet mühendislerini içkili, serin lokantalarda ağırladılar. Ağırlamadıkları zaman, devletin şirkete sunduğu aylık payı alabilmek için beklemek zorunda kaldılar. Böyle zamanlarda işçiler, bakkal ve fırınlardaki veresiye hesaplarını, bankalar ise kredi faizlerindeki toplamları çoğalttılar. Ama bütün bu, çok sayıda insanı içine alıp döndüren geniş çember, ovanın az sayılı sahipleri adına her gün biraz daha hızlı devindi ve ova, pamuğunu her gün biraz daha onlar için büyüttü. Şantiye mühendislerinden biri "bankalar için" dedi. Kontrol mühendislerinden biri "ovayı bölüşenler için" dedi. Kuşkulandılar birbirlerinden; küstüler ve ayrı adlı partilere oy verdiler. Durup seçim sonuçlarını beklediler. Güneş biraz daha dağıtıp yaydı ışığını. Vinç bumunun gerisinde, eli levyenin üstünde oturup bekleyen vinç operatörü Kadir Çiçek, gölgesini ardına düşürdü. Orta halat yardımcısı Hasan Çiçek, sağına baktı; sağ halat yardımcısı Bilal, yirmi beşinci kanaletin sağ altından ipi geçirirken o da hızla sola döndü. Sol halat yardımcısı Osman'ın da kanaletin sol alt ucundan halatı geçirdiğini gördü. İki yanına yeniden baktı. İki uçtan sarkan çelik halatların askı halkalarına geçirilmesini bekledi. Vinç askısından sarkan orta halatı eliyle tarttı. Dengeyi duydu avuçlarında. Çelik halatı büktü, vinç askısının ağır ağır dönmesini sağladı. Kadir Çiçek, gözüyle izledi dönüşü ve bakışlarını çevirip kardeşinin gözlerine dikti. İşin bu en önemli, en çok dikkat isteyen anını kaçıncı kez yine gözleriyle paylaştılar. Hasan'ın gözünde Kadir'in artık ezbere tanıdığı ışık parladı: "Kaldır!" Kadir, işaret parıltısını yakalar yakalamaz vinci çalıştırdı. Vinç bumunu ağır ağır kaldırıp döndürmeye başladı. Bilal ve Osman bir sıçrayışta treylerden indiler. Ellerinde katranlı halatlar, ovada birkaç metre aralıkla çifter çifter ve çatal ağızlarıyla açılıp duran beton kanalet eğerlerinden en yakındaki çiftin başına kondular. Katranlı İplerini eğerlerin üstüne serdiler. Onlar bu serme işini yaparken Hasan, sürekli olarak abisine işaret verdi. Vinç bumunun ucunda askıya alınmış ağır beton kanalet, tam eğerlerin üstüne oturacak biçimde geldi, orada bekledi. Hasan, treylerin üstünden yer atladı. Bilal'le Osman'ın yanına koştu. Katranlı iplerin eğerler üstüne uygun serilip serilmediğine baktı. İpler güzel serilmişti. Başını kaldırdı, abisine baktı: "-İndir!" dedi, bu kez sesli olarak. Kadir Çiçek, kolu çekti. Vinç bumu ağır ağır indi eğerlere. Eğerlerdeki katranlı ipler üstüne. Hasan, kanalet iki uçtan iki eğer üstüne tam oturana dek işaret verdi abisine. Bu arada treyler hareket etti ve bir sonra konulacak kanalet yerine ilerledi. Hasan: "-Tamam!" diye haykırdı. Sağ ve sol yardımcılar, gevşeyip boşalan çelik askı halatlarını büyük bir çabuklukla kancalarından çözdüler, vinci serbest bıraktılar. Hasan'la birlik yeniden treylerin üstüne çıktılar. Kadir Çiçek, vinci, bir sonraki ve en sonuncu kanaleti kaldırıp yerine oturtmak üzere, treylerin şimdi bulunduğu yere sürdü. Orada bekledi. Yukarlardan inip gelen yüksek gerilim hattı, ekibin ulaştığı kilometre noktasının az ötesinde kanalet hattını kesiyordu. Treylerde kalan son kanalet de az sonra yüksek gerilim hattının toprakta bıraktığı yayvan gölgeyi bıçkı gibi kesecek. Kesip taa ötelere uzanacak. Uzanan her fazla metresi, kanalet döşeme ekibinin her bir i için birer öğün demek olacak. Sakine Çiçek, duvar dibindeki ıtırlarla sardunyalara, camsız pencere dibinde ağır ağır boy veren mor çiçekli hüsnüyusufa su verdi. Diplerini serinletti. Plastik ibrikte kalan suyu avlunun içinde acele gezdirdi. Avlu taşları önce halka halka esmerleşti, sonra hemen kayboldu esmer, kıvrık çizgiler. Avluya çizgilerin cılızlığında ince bir serinlik dokunup geçti. Çapraz ayaklı masayı ıtırların yanına taşıdı Sakine. açtı. Masanın yeşil-beyaz muşambası üstüne cacığı koydu. Cacığın yoğurdu, yüzeyinde, henüz gözle seçilemeyen hafif bir fışırdamayı gizledi. Sakine Çiçek, bütan gaz ocağının başında durdu. Kaynayan suya evde kesilmiş makarna saldı. Boynunu dikip gökyüzüne baktı yine. Zamanı anlamaya çalıştı. Ay çıkıyordu. Buzlu cam gerisinde irin renkli bir ışık, şimdi maviye çalan beyaz bir ışıkla kavgaya başlıyordu. "Vakittir" dedi Sakine Çiçek. Peykenin üstünde yüzükoyun sızıldanan Orhan'ı doyurmaya koyuldu. Bıçkı sesi dinmişti. Vincin bumu askısını sarkıttı. Hasan, çelik halatı yakaladı. Aşağıdan gelen soluk yeşil renkli bir pikap kızını yavaşlattı. Şantiye mühendisi Nazif, pikabını yolun kıyısına bıraktı, indi. Bir hendeği atlayıp ekibin yanına vardı. Eliyle "durun" işareti yaptı. Durdular. Kadir Çiçek'in canı sıkıldı. Hasan Çiçek, orta halatı gevşetti avucunda, ama bırakmadı. Kadir Çiçek levyeyi boşa aldı, kalktı, başını Nazif beye uzattı. "-Elektrik hattını görüyorsun değil mi usta?" "-Biliyorum" dedi Kadir Çiçek. "-Dikkatli olmak gerek. Bumu uzak tut. Yaklaştırma". "-Evet, evet" dedi Kadir Usta. "-Kötü bir saat. Geç. Uzaklıklar yanıltır şimdi..." Hasan Çiçek atıldı: "-Tek kanalet kaldı!" dedi. "-Olsun. En iyisi bırakın işi artık. Sabah yerleştirirsiniz". (Yaşını on sekizden büyük ve askerliğini yapmış gösteren bir sahte kimlik kartıyla abisinin karşısına dikildiği günden bu yana altı ay geçmişti. O sabah abisi kendisini kovalamıştı. Akşam, evde dövmüştü. "-Kaç kişi girdi bu yoldan işe. Şantiye anlamıyor. Anlasa da anlamazlığa geliyor. Bilal nasıl çalışıyor sanıyorsun?" diye karşı durmuştu Hasan yine de. Yumuşamadı abisi. "-Sıkıntıdasın... Çok sıkıntıdasın. Bilmiyor muyum ben?" dedi Hasan. O zaman iki tokat daha yedi abisinden. "-Sana ne ulan? Benim bileceğim iş! Okula gideceksin. İşte bu kadar!.." İlk büyük çatışmalarıydı abisiyle. Çocuklar yadırgadılar. Hepsi korktular, ağladılar. Kadir Çiçek, fırlayıp kahveye gitti. Gece çok geç döndü. Konuyu açtırmadı bir daha. Hasan'la konuşmadı. Evin kereste borcu hesabını ona değil, Kemal'e yazdırdı. Üçüncü gün, memleketlisi Avni'den biraz daha borç para istemek için de Sefer'i gönderdi. Sefer, eli boş döndü. Dördüncü gün, Osman'ın beşiğini götürdü. Beşik bir daha geri gelmedi, ama Kadir Çiçek, akşam Sefer'le eve üç ekmek ve bir takım ciğer gönderdi. Kendi gelmedi. Beşinci gün yevmiye dağıtma günüydü. Sakine Çiçek, gözünü avlu kapısından ayırmadı. Bütan gaz ocağını yakmak için kocasının dönmesini bekledi. "Kıyma getirirse patatesi vururum ocağa..." Yağışlar dinmemişti daha. Bütün ay vinç de, treyler de araziye çok seyrek girebilmişti. Fazla çalışma, prim söz konusu değildi. İş günleri bile sayılıydı. "-Hepsi hepsi yediyüz tutar bu ay. Fazla tutmaz" demişti Kadir Çiçek. Karısı, bütün bir ayı nasıl geçireceklerini düşünmeyi çoktan unutmuştu. En yakın akşamı ve en yakın sabahı düşünebiliyordu o. Hasan, damın üstüne çıkmış, akan yerine bir çinko parçası çakıyordu. Damın üstünde eğilip doğruldukça yengesini görüyordu. Yengesinin işi her gün biraz daha azalmıştı. Her gün biraz daha az tencere ovuyordu. Çamaşırı biriktiriyordu. Biriktirmeye olanak kalmayınca, düz suda çalkalıyordu. Terden kayışa dönmüş gömlek yakalarını bir tutam kille ovuyordu. Hasan, elini cebine sokmuştu. Sahte kimlik kartını çıkarmıştı. Karta, herkese iyi gelecek bir iksir gibi bakmıştı. Damdan indi sonra. Yengesinin, yeşil lastik ayakkabılarının ucuyla bir su birikintisini incitmeden dürtüklediğini gördü. "-Ne inat bu benim abim!.. Ne inat..." dedi. Sakine Çiçek, kocasını savunmak istedi. Ama şu an savunacak belli bir ipucu yakalayamadı. "-Seni düşündüğünden..." dedi sadece. "-Bu yaz çalışsam... İlerde yine okurum..." Hasan sözünü tamamlamadan avlu kapısı gıcırdadı. O yana fırladı Sakine. Baktı, kocasının elleri bomboş değil. Eski gazete kağıtlarına sarılmış paketlere uzandı. "-Al. Götür ocağa bir şeyler koy". Kadir Çiçek'in sesi başka bir adamın sesiydi. Yüzü başka bir adamın yüzüydü. "-Hasta mısın Kadir?" Kadir, karşılık vermedi. Kaç gündür tek söz etmediği, yüzüne bakmadığı hasan'a doğru yürüdü. Hasan, abisi yeniden tokatlarsa diye kendini hazır etti. Söyleyeceklerini bir bir dizdi içinden. Abisi yanından geçti. Peykenin ucuna ilişti. Ellerine baktı. Parmaklarını kenetleyip şıklattı. "-Sen git, ocağa bir şeyler koy" dedi yine karısına. Hasanelindeki çekici toprak duvara sürttü. Kabaran toprak hemen döküldü yere. "-Hasan..." dedi Kadir Çiçek, "yanıma gel". Hasan, yanına gitti abisinin. Ama çok yakınına değil. "-yarın birlikte gidelim şantiyeye. Kağıtlarına bakacaklar. Uygunsa iş verecekler sana." Hasan'ın yutkunma bezleri sızlamıştı. Göz çevrelerinde bir yanma olmuştu. "-Sağol abi" demişti, sızlama ve yanmaları bastırıp. "-Doğramacı yevmiyelerimi kestirmiş. Şantiye şefi haberliydi. Kesmiş. Bu ay öderim demiştim". Başka bir açıklama yapmamıştı Kadir Çiçek. Sadece sözü bağlamıştı: "-Yanıma alacağım seni. Belki ilerde iyi bir vinç ustası olursun sen de". "-Olurun" demişti Hasan da. "Senin borçların var, keserler. Benim borçlarım yok kesemezler" demişti, dili ağzına dolaşarak. "yani diyeceğim... bir yandan kesilirsek, bir yandan damlarız hiç değilse... Öyle değil mi abi?) Mühendis Nazif, kararsız duruyordu. "-En iyisi boşaltın treyleri. O gitsin. Bilal vincin başında kalsı", dedi. "Gerçi evet... tek kanalet için... Yine de, boşaltın". Kadir Çiçek, kararlı konuştu: "-Çift iş olur bey. Şimdi oturturuz onu biz. Yerleştiririz geçeriz". Mühendis Nazif, artık bir şey demedi. Bütün gün yerlerine oturtulmuş kanaletlerin simdi iyice belirginleşen aklığına baka baka yürüdü. Bir boydan bir boya geçti döşenmiş kanalet hattının yanından ve çatlayan eğerlerden birini kafasına not ederek pikabına döndü. "-Yine de dikkatli olun" diye bağırdı ekibe; bindi, gaza bastı, doğu yönünde sürdü pikabını. Vincin bumu son kanaleti kavradı, kaldırdı. Hasan çelik orta halatı büktü. Bum ağır ağır döndü, yüksek gerilim hattının altına özenle girdi. Operatörün gözüyle ayarladığı sınırı bir milim aşmadan girdi hattın altına; kanaleti hizaladı, eğere yakın yere indi ve orada başı eğik bekledi. Kadir Çiçek de sabırsız bekledi. Hasan'ın bakışları seçilmez olmuştu. Sesini duymayı bekledi. O, her gün biraz daha erkekleşen, artık neredeyse tam kendisi olmaya aday sesin "boşalt" demesini bekledi. Ama Osman, kendi payına düşen katranlı ipi aceleden kötü sermişti. Halat tam yerinde değildi. Hasan, çelik orta halatı bırakmadan sol yardımcıya seslendi: "-Düzelt ipi! İpi düzelt!.. Oturt yerine Osman!.." Sol yardımcı, ipi düzletmek için askıda kanaleti usulca itti; itip yer açmak istedi. Açtığı yerden eğere doğru eğildi, sığmadı. Az daha itti kanaletin ucunu. Kadir Çiçek, vincin gürültüsünü bastırmak, bastırıp sesini duyurmak ve: "-Oyun mu oynuyorsunuz be? diye bağırmak için soluğunun hepsini topladı, ağzını açtı ve: "-Oy..." diyebildi. Kanaleti taşıyan askılardan biri kaymış ve kanaletin bir ucu yere vurmuştu. Bozulan denge, o anda ağırlığından kurtulan vinç bumunu yukarı doğru esnetti. Yukarı doğru esneyen bum, yüksek gerilim hattının egemenlik alanına girdi; gücünün milyarda birinden pek azını kapıp, elinde hâlâ çelik halatı tutmakta olan Hasan'ın gövdesine akıttı. Çelik halat ucunda iri, siyah bir kömür asılıp kaldı. İş erken başlamıştı. Şimdi ay, kalın buhar tabakası ardında, az önceki kavgadan yorgun, erin soluyarak, derin soluyup durmadan terleyerek ovaya çiseliyordu. Islak ışık vincin ucundaki iri kömür parçasında ince cızırdıyordu. Sakine Çiçek, cacık yoğurdunun yüzeyinde giderek çoğalan fışırdamayı gördü. Daha bekledi. Fışırtı derine, dibe indi. O zaman, artık beklemedi. Çocukları Sefer'e bıraktı. Başına bir örtü örttü, yanına Kemal'i aldı; siyolanlı pamuk tarlalarının kıyıcıklarında dura dikile, yüksek gerilim hattı direklerinin koyduğu işaretleri izleye ede, bir kalabalığın toplaştığı, resmi araçların mavi ve kırmızı ve sarı ışıklarını durmadan yakıp söndürdükleri bir yere doğru yürüdü. Ama Sakine Çiçek daha oraya varamadan, asfalt yoldan sirenlerini öttürerek bir polis aracı geçti. Ters yönde, kente gitti. Polis aracının içinde biri: "-Kardeşim ha?" dedi, Kadir Çiçek'e. Kadir Çiçek bumun ucundaki kömür parçasından daha kara görünüyordu. Bir kömür parçası nasıl ses vermezse, o da öyle ses vermedi. "-Demek iş kazası?" dedi, aracın içindeki öbür polis. "Sigortanız vardır. Kaz ise iyi. Kardeşininki sana kalır". Kuşkuyla baktı Kadir Çiçek'e. "-Yaşı uygun ki çalıştı. Vardır sigortası kardeşinin de". dedi beriki. Hasetle baktı Kadir Çiçek'e Yağmurlar yeniden başladı. Ovanın böğrüne sokulmuş hafif eğimli toprak kanallar, pamuk tarlalarının fazla suyunu denize akıtmaya yetişemedi. Tarlalarda küçük, durgun göller oluştu. Kuzeyde baraj, daha çok elektrik gücü üretti. Ve bu gücü yüksek gerilim hattına akıttı. Durmadan akıttı. Yüksek gerilim hattı, direkler üstünden ovaya uzandı. Dokunulmazlığını koruyarak, büyük kentlerin kapılarında bölünüp kollara ayrılarak, caddelerde yeniden kollara ayrılarak, dış mahallelerde daha ince kollara ayrılarak, ayrılan en ince kollarından birini Kadir Çiçek'in ot-sap tavanından aşırtarak gitti; gücünün milyarda birinden daha çok azını bir kez daha parçalara böldü ve böldüğü daha küçük çaplı güçleri cezaevlerinde durmadan çoğalan koğuşlara, o koğuşların tepelerindeki en küçük ampullere boşalttı. Çoğalan koğuşlarda ampuller, en uzak yıldızların ışıltıları kadar ölü bir ışıkla sabahlara dek yandı. Kadir Çiçek, koğuşta gözünü bu soluk ışıktan hiç ayırmadı. Üşenmesiz, uzun baktı. Aylarca baktı: Işığı iyice tanıdı. Tanıyıp beynine akıttı; gerildi. Her sabah daha yüksek gerildi. Adalet AĞAOĞLU

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...