28 Haziran 2018

AHMED HULUSİ, KİMDİR BU SAPIK? TANIMAK İSTEYEN VAR MI? \ Saadettin MERDİN


AHMED HULUSİ, KİMDİR BU SAPIK? TANIMAK İSTEYEN VAR MI? \ Saadettin MERDİN

Bu kerameti kendinden menkul kimse de, Evrenesoğlu gibi Amerika’da yaşıyor. Bir herifin de; ‘Allah İlminden Yansımalarla Kur’an-ı Kerim Çözümü’ elimde bir meali var. Bir Müslümanı tasavvuf ne kadar bozarmış, görmek isteyen ibret için bakmalı. Hani Amerika içinde ahkâm ayetleri olmayan bir Kur’an yazdırmaktaymış diye basında bazı haberler duyardık. Hiç gerek yok bu meali tüm dillere çevirip, bedava dağıtsın kâfi. Diyanet’in fetva dairesi gibi, bir de ‘İslam Dairesi’ olmalı ki, böyle İslam dışı, Kur’an dışı yayınları, düşünceleri tespit edip, ilan etmeli.
Bu sapıkta, Abdulkerim el-Cîlî, Abdulkadir Geylanî, İbn-i Arabî, İmam Rabbanî, Ahmed Rufaî’yi esas alarak, Kur’an’ın canına okumuş. Ona göre, Kur’an devri insanlarının anlayışı çok ibtidaî olduğu için Allah derdini tam anlatamamış, öncekiler de anlayamamış.(!) Oysa kendisi bir kelimeye pek çok anlamlar vererek Kur’an’ı bir fermanname olmaktan kurtarmış. Ve bugüne kadar hiç kimse böyle bir çalışmanın benzerini yapamamıştır. Sapıklıklarından birkaç örnek verelim;
*Allah ismiyle işaret edilen şey’in dışında ve dûnunda/aşağısında başka bir varlık yoktur. Seyreden, seyredilen, seyir aynı tek vücud’tur. O vücud; ilmiyle, ilmini, ilminde seyretmektedir. Kendisinden başka mevcut olmayan O/Hüve; İlminde/ilim boyutunda, ilmiyle, esma’ul-husna tanımlamasıyla işaret edilen özelliklerini/ kuantum potansiyel ilmini seyretmiştir. Ve bu seyrin başı, sonu yoktur.(Evrenin başlangıcı sonu yoktur). Zerre/nokta olan insan seyreden, Küll/Allah seyredilendir. Allah kendisini insanın gözünden seyretmektedir. Yine tanrı olan insan da küll’ü/Allah’ı seyretmektedir. Belki şöyle de diyebiliriz; ‘Zaman ve mekân ötesi yapı olan ‘Kuantum Potansiyel’, ‘Esmâ’ ile işaret edilen özellikleri itibariyle kendi kendini seyr halindedir ve durum bundan ibarettir.
*Gökte tanrı, yerde sen ve sana gökten inmiş bir kitab anlayışı kadar saçma bir şey olamaz.
*Allah ismiyle işaret edilen ‘İnsan’dır. Allah’ın isimleri ötelerde bir tanrının cici isimleri değildir. Onlar vücud/varlık sahibi kabul edilenlerin tüm özellikleri/sıfatlarıdır. Asılları itibariyle yok iken, gölge varlıklarına verilen isimden ve açığa çıkan özelliğinden dolayı Allah ismiyle işaret edilenin yaratılış/var oluş özellikleridir.
*Açık şirk; ‘İnsanın dışında ve ötesinde gökte ve yerde bir tanrı kabul etmektir’, Gizli şirk ise; ‘Allah’ın dışında bir kuvvet/güç sahibi varlık kabul etmektir.’ Şirk; Tanrı ve O’nun dışındakiler anlayışıdır. Allah var, gayrı yok!
*Kur’an; bilgidir. Mutlak hakikattir. O teklif görünümünde, ‘tesbit’ten ibarettir. O gökten peygambere yollanmış, yazılı bir kitab değildir. O; esma mertebesi’nden insan bilincine inzal olan, boyutsal açığa çıkıştır. İnsan; dillenmiş Kur’an’dır. Kur’an; insanın şuurudur. Sizi size anlatan, konuşan Kur’an aslında sizsiniz. Kur’an; insana (Allah’tan geldiğini, O’ndan bir ruh olduğunu, O’nun gören gözü, tutan eli olduğunu, esmasının tecellisi olduğu) hakikatini hatırlatmak içindir.
*İnsan; aşama aşama boyut değiştirerek, meleki yapıya kavuşacak olan ölümsüz varlıktır. O ölümü sadece yalayıp, tadar. Asla ölmez. Ba’s/öldükten sonra dirilmeler de sonsuza kadar devam eder, durur. Bu her daim yeniden yaratılış daha dünyada iken başlar. Velayet, nübüvvet, risalet ba’sleri gibi. İnsanlar tanrısal hakikatlerini hatırlayarak, beden sonrası sonsuz yaşam için hazırlanmalıdır. Kur’an’da tüm anlatılan olaylar ve verilen misaller hep İnsan’ın bu tanrısal hakikatini hatırlatmak için verilmiştir. Bunu hisseden, yaşayan Diri’ dir, Gören’ dir. Bu hakikatin farkına varmayanlar, ‘İnsansı’ dırlar. İnsan Allah Esmâ’sının özellikleriyle var olmuş olduğunun farkına varmalı ve Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmalıdır.
* Semalar, arz ve arasındakiler, algılanan ve algılanamayanların tümü Allah adıyla işaret edilen İnsanı tesbih etmektedirler. Her şey Allah’a/insana kulluk halindedir. Tüm insanların yaptıklarını Allah üzerine almaktadır ve Allah bu yüzden ‘Biz’ ifadesini kullanmaktadır. Gerçek fail bir tanedir.
*Evrendeki tüm, suretler, boyutlar ‘esmasıyla tedbiratının’ yürüdüğü oluşumlardan başka bir şey değildir. Diğer tüm varlıklar sadece isimden ibarettir. O’ndan başka varlık kabul etmek şirktir.
*İman; kişinin ‘bilinç olan benliğinin bedensellik ötesi bir varlık olduğunun fark ve idrak etmesi sonucu o yolda mücadele vermenin adıdır’.
*Resule iman; Bir bedenlide ‘hakikatin dillenişine’ inanmaktır. Resuller gönderilmezler, açığa çıkarlar.
*Kitablara iman; bilgiye imandır. Peygamberlerin hakikatlerinden boyutsal bir geçişle şuurlarında buldukları bilgiye/vahye imandır.
*Ahirete iman; ‘Ben’in ölmeyeceğine, ölüm tadılıp, bedensiz, ruh bedenle, diğer görülmeyen varlıklarla birlikte, boyut değiştirerek yaşamaya inanmaktır. Aşama aşama, çeşitli boyutlarda sonsuza değin yaşamaktır.
*Allah’tan korkmak; Allah denen sistemi ve düzeni düşünerek, tedbir alarak yaşamak demektir. Allahtan korkmak; bir sonraki yaşam boyutunda yaşanacakları hesaplamaktır.
*Bu sapık; tüm İslami kavramları alt-üst ederek, onları vahdet-i vücûd felsefesine göre anlamlar vermektedir. Artık sema; insanın bilinç boyutu, arz; insan bedeni, en’am/evcil hayvanlar; insanın ‘insansı’ yönü, dağlar; insanın egosu, ben’i olmuştur. Zevc; bilincin eşi olup, bir süre sonra terk edilecek bedendir.
*Âdem’de haleka/yaratma yok, ceala/ oluşum vardır. Âdem; mülhime nefs bilincindeki insanı sembolize eder. Bu aşama; bedensellik/nefs-i emare gayyasına düşen insanın, beden şartlarıyla kayıtlı ve sınırlı varlık aşamasıdır. Bu bilinç aşamasında boyut değiştirerek, sınır ve kayıt altına girmemek, şuur seviyesine çıkmak için resuller zikr/hatırlatma getirmişlerdir.
*İblis; Âdemde Hakk’ın tecelli ettiğini görememiştir. Kendisinin Esma Hakikatinden/ Allah’tan geldiğini bildiği için, meleki kuvve olduğundan, bedenlenmiş Âdem’de bunları yok zannetmiştir. (Âdem’in Allah olduğunu anlayamamış)
*Firavun; ‘Ben sizin en yüce Rabbinizim’ derken, kendisini ‘Hakk’ olarak niteleyip, dillendirmesi özü itibariyle doğrudur. Sadece o ‘Rabb’ul-Alemîn’/Esmaların kaynağı, açığa çıkaranı değildir. O bu sözü Sâliklerin de başına gelen nefs-i mülhime/bilinç aşamasında söylemiştir.
*Cennet; ‘şuurlu bilinçlerin’ kendilerine bahşedilen kudret ve bazı esma özellikleri doğrultusunda diledikleri gibi yaşayacakları, biyolojik beden kısıtlamalarından (kurtuldukları) şartları anlamaktır. Cennet ‘evren içre evrenlerde’ yaşamaktır. Cennet yaşamın bir diğer boyutudur.
*Cebrail ve diğer melekler, hayal mahsulü birer varlık olmamakla birlikte, bunlar beynin işleyiş mekanizması neticesinde oluşan varlıklardır. Algılama kapasitemizin ötesinde olan bu varlıkların görüntüleri beynimizin ürünüdür. Bunlarla Abdulkerim el-Cîlî ve İbn-i Arabî iletişim kurmuşlardır. De ki Ey Muhammed!; “Ben ‘mele-i A’lâ’da (meleklerin insanın yaratılışını tartıştıkları o yüce toplulukta olup bitenler) hakkında herhangi bir bilgiye sahib değilim.” [Sad/69] ayettinden evliyanın ‘Mele-i A’la’dan bilgi aldığını, ya da oraya yükseldiklerini söylemektedir. Hâlbuki ayet, Peygamberimize bile bunu çok görmektedir.
*Ahmed Hulusi; daha 21 yaşında iken ‘Tecelliyat’ adlı kitabında şaşmaz doğrultuda müşahedelerini yazmıştır(!) Bu nedenle açıkladıkları el malı değil, Allah hîbesidir/vergisidir.(!) Üstelik ‘Seyyid’tir. Eh artık istediği kadar sallayabilir. Nasıl olsa Seyyidler masumdurlar(!) Anlattıklarında hiçbir çelişki yoktur. Bunu da mele-i a’la’dan velilerin bilgi aldıkları bölümde anlatmaktadır. Ya Hulusi Efendi! 45 sene önce paralel evrenler, hologram, iç içe evrenler, kuantum potansiyel gibi ara sıra cümlelerin arasına sıkıştırdığın bu fantastik bilimsel konular var mıydı? Aslında sen ne modern bilimi biliyorsun, ne de İslam’ı. Nereden aldın bu ilmi? Bu icazeti kim verdi sana?
*Ahmed Hulusi tam bir hurûfî/hurafecidir. Ona göre Kur’an’ın sırrı Fatiha’da, Fatiha’nın sırrı besmelede, Onun sırrı ‘Be’ harfinde, O’nun ki de ‘Be’ harfinin altındaki ‘nokta’da imiş!. Hz. Ali’de o nokta imiş! Ama maalesef bugüne kadar müfessirler bu sırrı anlayamamış. Zaten ilim bir nokta imiş, lakin bunu cahiller çoğaltmış. Üstad aşmış artık! Artık Allah/evren ‘çok boyutlu holografik tek kare resim’ dir. Allah saf enerjidir/ nurdur. Allah isimleri; evrensel boyutların tümünü yok’tan, gölge vücud/holgramik olarak var kılan özellikler tekilliğidir.(!) Her ne demekse! Artık üstadımız Allah’ın bir parçası olarak her bir şeyi açıklamaya soyunmuştur. Evren aslında yok. Sadece sanal bir üç boyutlu fotoğraf, film o kadar. Köylülükten, bedevilikten kurtulmak istiyorsanız biraz, kuantumsal potansiyel, hologramik fotoğraflar, hatta biraz paralel evrenler masalı katmalısınız. Hatta ‘Dünya ‘kova’ dönemine girdi, yenilen hükmü geldi! Gibi sözlerle biraz da astroloji olmalı. Tüm bu maskaralıklar ‘Allah İlminden (alınanlarla) Kur’an Çözümü’ adlı mealine yazdığı önsözden! Allah’ım sen encamımızı hayreyle! Kesinlikle Yahudilerin Tevrat tahrifi bu herifin yaptığının yanında hiç mesabesinde kalır.

“DİN GÜNÜ” NE DEMEKTİR / İHSAN ELİAÇIK

İKTİBAS NE DEMEKTİR “DİN GÜNÜ” NE DEMEKTİR / İHSAN ELİAÇIK


Kur’an’da “din günü” (yevmu’d-din) kavramı -birisi bir ayette iki kez olmak üzere- 12 yerde geçiyor. 
Bunları aşağıda tek tek sıraladım.
Sağdan soldan duyduklarınızı unutun. 
 Bakın, Kur’an “din günü” derken ne kastediyor.

 1- “Hamd, Âlemlerin Rabbi’nedir. O Rahmân ve Rahîmdir. DİN GÜNÜ’NÜN mâlikidir. ” (Fatiha; 2-4) 
 Hepimizin çok iyi bildiği Fatiha suresinde “Din gününün maliki” (Mâliki yevmu’d-din) ifadesi “din gününde mülkün tek sahibi” demek oluyor. 
 Demek, bir “din günü” var ve bu günde mülkün tek sahibi bir mâlik/melik olacak. 
 Demek, bu gün, Yunus’un “Hani bunun ilk sahibi?” ifadesinde geçen “İlk sahib”in ortaya çıktığı ve bütün sahte ve yalan mülk (servet ve iktidar) sahipliklerinin sona erdiği gündür. Demek ki din günü esas itibariyle “mülk” ile ilgilidir. 

 2- “Sizi ateşe sokan nedir? (diye sorulunca) ‘Biz salât etmez, yoksulu doyurmaz, dalanlarla beraber dalardık. DİN GÜNÜ’NÜ yalan sayardık. Apaçık gerçek (yaqîn) gelinceye kadar böyleydik.” (Müddesssir; 42-47). 

Demek ki o günde yaman bir hesabın ve bunun cezası olarak ateşin/azabın içine düşenler, Yunus’un “Mal da yalan mülk de yalan” ifadesinde geçen yalana dalıp gidenler, bunun peşinde bir ömür tüketenler, bundan dolayı da “sâlat” etmeyenler ve “yoksul”u unutanlardır. 

Salât ile yoksulun arasını ayırarak, salâtı sadece “namaz kılmak”tan ibaret sananlardır. 
 Bunların salâtı Maûn suresinde geçtiği gibi yüzlerine çarpılacaktır. “Yazıklar olsun sizin salâtınıza!” ifadesinden de anlaşılacağı gibi, içinde yetim ve yoksul derdi olmayan her salât boş (sâhun) dur. 

 Demek ki, din günü öyle bir gündür ki içinde yetim ve yoksul derdi olmayan, başta salât olmak üzere tüm dindarlık tezahürlerinin iflas bayrağını çektiği gün olacaktır. 

Şu halde siz siz olun salâtınızı, sakın yetim ve yoksuldan ayırmayın. Salâtınız sizi yetime ve yoksula götürsün, aksi halde karşılaşacağınız koskoca bir iflastır. Demek ki din günü “yoksulların hesabı” ile ilgilidir. 

 3- “Hani bir zamanlar Rabbin meleklere demişti ki: “Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Ona son şeklini verip ruhumdan üfleyince onu selâmlayın!” Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan selâma durdular. 

Yalnız iblis büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu. Allah: “Ey iblis, Kendi elimle yarattığımı selamlamaktan seni alıkoyan nedir? Büyüklük taslayıp kendini üstün mü görüyorsun?” dedi. 

İblis: “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın.” Allah: “Hemen çık oradan, çünkü artık sen kovuldun. 

Lânetim DİN GÜNÜ’NE kadar senin üzerindedir.” (Sad; 71-78) Görüldüğü gibi bu ayete de din günü “büyüklük taslamak”, “kendini üstün görmek”, “Beni ateşten onu çamurdan” diyerek eşitsizlik yaratmak ile ilgili ele alınıyor. 

 Din gününe kadar bu türden iddiaların “lanetli” olduğu ifade edilerek, o büyük din gününde bütün bunların sona ereceği ifade ediliyor. 

 Şu halde her türden büyüklük taslama, kendini üstün görme, kendinde olan bir şeyin ötekinde olmamasını “eşitsiz ilişkilere” dayanak yapma Şeytanîdir ve lanetlidir. Ben beyazım o zenci… 

Ben Batılıyım o Doğulu… 
Ben erkeğim o kadın… 
Ben bilgiliyim o cahil… 
Ben zenginim o yoksul… 
Ben Türk’üm o Kürd… 
Ben askerim o sivil… 
Ben sünniyim o alevi vb. 
tüm durumdan eşitsizlik çıkaran kıyaslamalar lanetlenmiştir. 
 Demek ki din günü bütün bunların sona erdiği gündür. 
 Demek ki din günü “eşitlik” ile ilgilidir.

 4- “Her şeyi kendine ait kılıp toplayanlar (ashâb-ı şimâl)… Nedir acaba bunların karşılaşacakları? İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su… 

Kapkara boğucu bir duman… 
Ne serinletir ne rahatlatır… 
Çünkü onlar geçmişte kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri (mutrefîn) idiler. 

En büyük günahta ısrar ediyorlardı. 
Diyorlardı ki; “Biz ölüp toz toprak olduktan sonra, tekrar mı diriltileceğiz?” 

Üstelik önceki atalarımızla birlikte!” Söyle onlara; “Öncekilerin ve sonrakilerin hepsi belli bir günün belli bir vaktinde toplanacaklar. ” 
Sonra siz, ey sapkın inkârcılar! 

Mutlaka zakkum ağacından yiyeceksiniz. 
Karınlarınızı onunla dolduracaksınız. 
Üstüne de kaynar su içeceksiniz. 
Doymak bilmez susuz develer gibi içeceksiniz. 
İşte bu DİN GÜNÜ’NDE onların ziyafetidir! (Vakıa; 41-56). 

 Görüldüğü gibi ayette “din günü ziyafetinden” bahsediliyor. 
Bu günde “zakkum ağacından doymak bilmez susuz develer gibi içecek” olanların, “kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri” (mutrefîn) olduğu, bunların en büyük günahta (mülke şirk) ısrar ettikleri çünkü onların ashâb-ı şimal oldukları ifade ediliyor.

 Ashâb-ı şimal… Nedir acaba Ashâb-ı şimal? Öyle görünüyor ki bu deyim Kur’an literatürü içinde “Ashâbu’l- cenne” (Bahçe sahipleri) deyiminin diğer söylenişidir. 

Çünkü Arapça’da şimâl kökü toplamak, içine almak, kendine ait kılmak demektir. Türkçeye de geçen şâmil, teşmil, şumûl de bu kökten… 

Ör. cihanşumûl; dünyayı içine alan, kapsayan… 
Âleme teşmil etmek; 
Her şeyi içine almak, herkesle ilgili yapmak… 
Keza şekli şemâili deriz yani şekli ve tüm özellikleri… 
 Şu halde Ashâb-ı şimal, 
her şeyi kendine ait kılanlar, toplayanlar, 
her şeyi kapsamak isteyenler, 
kendilerini her şeye teşmil edenler, 
şecere-i huld (son sınırına kadar toplama) 
ve mülk-i la yeblâ (yıkılmaz bir mülk) peşinden koşanlar demektir… 

 Bunun tersi olarak ayetin öncesinde Ashâbu’l-yemin kullanılır. Yemin söz ve güç kuvvet manalarını içerir. Mal ve mülk toplamanın (şimâl) değil; sözün/yeminin güç ve kuvvetine inananlar demektir. 

Mal yığarak ve toplayarak değil; birbirine destek olarak, birbirinde yok alarak kuvvet bulanlar demektir. 

Bereket manası da buradan gelir. 
 Şimal’e kuzey, Yemin’e de güney (Yemen tarafı/sağ taraf) denmesinin de Mekke’nin o günkü yerleşim planına baktığımızda bununla ilgili olduğu anlaşılıyor. 

Çünkü müşriklerin toplandığı Daru’n-Nedve adlı toplantı yeri şehrin merkezi yerinde, Müslümanların toplandığı Daru’l-Erkam da şehrin kenarında Safa tepesi yanındaydı. 

Merkez-çevre veya burjuvaların oturduğu yer ile varoşlar dememiz gibi… Demek ki din günü kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri (ashab-ı şimâl) ile şehrin varoşlarında, kenar semtlerinde yaşayanların (ashâb-ı yemin) arasındaki uçurumun ortadan kalktığı gündür.  Demek ki din günü toplumsal “altüst oluş” ile ilgilidir. 

 5- “Onlara İbrahim olayını da anlat. Bir zamanlar babasına ve halkına: “Siz neye tapınıp duruyorsunuz?” demişti. “Putlara tapıyoruz, onların başından hiç de ayrılmayacağız” dediler. 

İbrahim: “Dua ettiğiniz vakit onlar işitirler mi veya size bir fayda yahut zarar verirler mi?” dedi. 

“Ama atalarımızdan hep böyle gördük” dediler. 
İbrahim: “Peki” dedi, “Bu taptığınız şeylere siz ve atalarınız başını kaldırıp hiç bakmadı mı?” 
“Âlemlerin Rabbi hariç bu tanrıların hepsi benim düşmanımdır. 

Çünkü beni yaratan, sonra da beni doğru yolda yürüten O’dur. 
Beni yediren, içiren O’dur. 
Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur. 
Beni öldürecek olan, sonra yeniden diriltecek olan O’dur. 

Ve DİN GÜNÜN’DE günahlarımı bağışlamasını umduğum O’dur.” (Şuara; 69-82). 
 Görüldüğü gibi şehrin/ülkenin merkezinde atalarından gördüğü hal üzere bir takım putlara tapanlar, heykellere perestij edenler vardır. 

Bunlar ülkenin bilgi, iktidar ve servet kaynaklarını ellerinde tutmakta ve toplayıp kendilerine ait kıldıkları ile halk üzerinde hegemonya kurarak iktidar sürmektedirler. 

 İşte din günü bu hegemonyanın sona erdiği, iktidar ve servet sahiplerinin konumlarını kaybedip, mülkün tümüyle Allah’a (halka) ait kılındığı gündür. O gün tek mâlik Allah (halk) tır…

 6- “Hani Rabbin meleklere: “Ben, balçığı oluşa oluşa ses veren toprak haline getirip ondan bir beşer yaratacağım. Onu muntazam bir kıvama getirip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için selâma durun” dedi. 

Bunun üzerine bütün melekler selâma durdular. 
Ancak iblis, selâmlayanlarla beraber olmaktan kaçındı. 
Allah: “Ey iblis, sen neden selâmlayanlarla beraber olmadın?” dedi. 

İblis: “Benim, balçıktan oluşturarak kurumuş çamurdan yarattığın bir beşere selâm durmam olacak şey değildir” dedi. Allah: “O halde çık oradan; çünkü sen artık burada kalamazsın. 

DİN GÜNÜ’NE kadar yaklaşma buraya” dedi. (Hıcr; 28-35). (Bkz. 3. sıradaki ayet ve açılması ile aynı). 

 7- “Vay başımıza gelene! İşte bu DİN GÜNÜDÜR.” diyecekler. Onlara: “Evet, işte bu yalan dediğiniz o gün; safların ayrılma günüdür” denecek. 

Ve bir ses “O zulmedenleri, yardakçılarını ve Allah’tan başka taptıkları şeyleri toplayın. Sürün ateşin yoluna. Tutun, yakalayın hepsini çünkü sorgudan kaçamayacaklar” diye yankılanacak.” (Saffat; 20-23). 

 Görüldüğü gibi burada da din günü safların ayrıldığı, zulmedenlerin ve yardakçılarının (eşlerinin), Allah’ın altında taptıklarının toplanıp hesaba çekildiği, yaptıkları zulmün hesabını tek tek verdikleri gündür. 
 Demek ki din günü “zulmün” hesabını verme ile ilgilidir. 

 8- Soruyorlar; “Ne zamanmış DİN GÜNÜ?” Ateş üzerinde yakıldığınız gün! “Tadın kendinize ayırdıklarınızı! (fitnelerinizi). Budur işte o sizin acele istediğiniz!” Sakınanları ise cennetler, pınarlar bekliyor. 

Rablerinin kendilerine verdiklerinden alacaklar. Çünkü onlar dünyadayken güzel ahlâk sahibiydiler. Gece yarılarında kalkarlardı. Seher vakitlerinde af dilerlerdi. Onların mallarında isteyenin ve mahrum bırakılanın hakkı vardır.” (Zâriyat: 12-19). 

 Bu ayette geçen “fitne” kavramının kullanışı da çok ilginçtir. “Onlara bunların (yığıp yoksullardan sakladıklarınızın) hesabını din günü vereceksiniz” denince “Ne zamanmış bu din günü” diye alay ediyorlar. 

“Ateş üzerinde fiten edildiğiniz gün” yani altının cevheri curûfundan ayrılırken ateşte kızartılması gibi sizin de yandığınız gün deniliyor. Burada fitne/fiten kelimesi kullanılıyor. 

Sonra “Tadın fitnelerinizi” yani madenin curûfunu ayırıp altınını kendinize ayırdığınız gibi kendinize biriktirdiğiniz malların dağlanıp size ateş olarak geri dönmesini de tadın deniyor. 

Burada da fitneleriniz deniyor. Fitne, Arapçada altınla ilgilidir. Şeytan (el-Fettânu), iki fitne: altın ve gümüş/ dirhem ve dinar (el-Fettânân), kuyumcu (el-Feten) kelimeleri de bu köktendir. 

 Şu halde ayet “İşte kendiniz için biriktirdikleriniz (hazâ mâ keneztum lienfisekum), tadın biriktirdiklerinizi” (zûgû mâ kuntum teknizûn) ayetiyle aynı şeyi anlatmaktadır. (Tövbe; 34-35). 

 Demek ki din günü yoksulların ve mahrum bırakılmışların hakkı olan saklanmış birikimlerin (kenz/fiten) hesabının sorulacağı gündür. 
 Demek ki din günü “altın, gümüş, yoksullar, mahrumlar” ile ilgilidir. 

 9- “İnsan cimri ve muhteris yaratılmıştır. Başına bir kötülük gelince feryat eder. Eline mal geçince (hayr dokununca) men eder, vermez. Ancak salât edenler hariç. Onlar sürekli salât üzeredirler. 

Mallarında İsteyenin ve mahrum bırakılanın hakkı vardır. (Çünkü) Onlar DİN GÜNÜ’NÜ tasdik ederler.” (Meâric: 19-26). (Bkz. bir önceki ayetle aynı). 

10- “Yolsuzluk yapanların vay haline! 
Onlar alacaklarının son kuruşuna kadar peşine düşerler. 
Ama iş vereceklerine gelince kıyısından kenarından nasıl çalıp çırpacaklarını hesaplarlar. Onlar diriltileceklerini sanmıyorlar mı? O büyük günde… 

İnsanlar o gün Âlemlerin Rabbi için ayağa kalkacak. Hayır! Yoldan çıkanların sicili tutuldu. Bilir misin, sicil demek? Orada her şey madde madde yazılmıştır. O gün yalan diyenlerin vay haline! Onlar DİN GÜNÜ’NE yalan diyenlerdir.” (Mutaffifîn: 1-11). 

 Görüldüğü gibi buradaki tema da aynı. 
 Demek ki din günü bütün yolsuzlukların hesabının sorulacağı gündür.
 O gün çalınan, çırpılan, zimmete geçirilen, cebe indirilen, eşe dosta peşkeş çekilen her zerrenin hesabı sorulacaktır.  Demek ki din günü “yolsuzluklar” ile ilgilidir. 

 11- “Bilir misin, nedir DİN GÜNÜ? Evet, nedir acaba DİN GÜNÜ? O gün, kimse kimse için bir şeye malik olamacak! O gün artık iş/emir Allah’ındır.” (İnfitâr; 17-19). 

 Ve “din günü” kavramının geçtiği son ayet… İki defa “din günü nedir?” diye soruyor. Ardından cevabı veriyor. Dikkat ediniz: “O gün kimse kimse için bir şeye malik olamayacak!” (Yevmu lâ temliku nefsun linefsin şeyâ). “Maliki yevmu’d-din” deki mülk ile aynı kökten: temliku… 

 Yani o gün kimse mülk sahibi olamayacak, o gün mülkün hepsi Allah’ın (halkın) olacak… 
 İşte “din günü” budur. *** Kelime-i Şehadet’in ilk cümlesi Lehu’l-Mülk, ikinci cümlesi Lailaheillallah, üçüncü cümlesi Muhammedun Rasulullah’tır dememizin ne anlama geldiği sanırım anlaşılıyor… 

 Nitekim Kur’an’da Lailaheillallah ile Lehu’l-Mülk’ün birlikte kullanıldığı her yerde daima Lehu’l-Mülk önce geliyor. Lehu’l-Mülk demeden bu dine giremezsiniz. 

Peki “din günü” bu dünyada mı öbür dünyada mı olacak? Baktığımızda “dini günü” geçen ayetlerin hep Mekke döneminde geldiğini, Medine döneminde geçmediğini, özellikle de Mekke’nin Fethi’nden sonra bu tür tehditlerin tamamen sona erdiğini görüyoruz. 

 Yani din günü Mekke’nin Fethi günü oluyor. Gerçekten de o gün, mülkün tek sahibi Allah (halk) olmuş, efendi ile köle aynı hizaya gelmiş, zulmedenler nasıl bir inkılap ile devrildiklerini görmüş, toplanan, yığılan, yoksullardan kaçırılan malların hesabı sorulmuş, zulmedenler ateşin yoluna sürülmüş, tutulmuş, bağlanmış, bütün konumlarını kaybetmiş, defterler açılmış, yolsuzlukların hesabı bir bir sorulmuş, kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri elim azabı tatmış, siyahî köle Bilal Kâbe’nin damında ezan okuyarak “Bugün emr Allah’ındır, mülkün yegâne sahibi O’dur, 

O’ndan başka otorite yoktur” diye “din gününü” haykırarak ilan etmiştir. *** Demek ki “din günü” zalimlerin devrildiği gündür. 

 “Kıyamet” halkın ayağa kalkışı, üzerinden ölü toprağını atışı ve dirilişidir. “Sura üflemek” yerlerde sürünen, ölmüş, bitmiş bir halka vahiy soluğunu üflemek, onları diriltmek, ayağa kaldırmaktır. 

 “Ölülerin dirilişi”, ölmüş bir halkın uyanışı, mezara dönmüş şehirlerin canlanışı, yattıkları yerden sarsılarak kalkışıdır. “Çığlık, sayha, tufan” bu anlamda toplumsal altüst oluş anlarıdır. Bunların hepsi Mekke’nin Fethi günü gerçekleşmiştir. 

 “Ahiret”, sonra demek olup bunların eninde sonunda bir gün gerçekleşeceğini ifade eder. Öyle ki bunlar bu dünyada gerçekleşmese, öbür dünyada ilelebet gerçekleşecektir. 

Buna da itikat ederiz. İtikadımız bu dünya ile sınırlı değildir. Önce şehirler dirilecek, sonra şehrin mezarları… Din günü, kıyamet, ahiret, cennet, cehennem her ikisini de ifade eder. 

 Zulümle dolmuş şehirler her daim bir Mekke Fethi bekler. Üzerine ölü toprağı serpilmiş halklar, her daim diriltici bir soluk (nufiha fis-sur) gözler. 
 Bu anlamda Mekke Fethi bir defada olmuş bitmiş bir olay değildir. 

Daha fethedilecek nice Mekke’ler, uyanıp dirilecek nice halklar ve devrilecek nice zalimler vardır… 
 “Ey hayat süren leşler sizi kim diriltecek?” 
 “Din gününden” kaçış, kurtuluş yok!

ŞÜPHESİZ BİZ ONA DOĞRU YOLU GÖSTERDİK. (İNSAN SURESİ 3) \ Haluk GÜMÜŞTABAK



ŞÜPHESİZ BİZ ONA DOĞRU YOLU GÖSTERDİK. (İNSAN SURESİ 3) \ Haluk GÜMÜŞTABAK


Bizler Kur’an’ın açık ve anlaşılır olduğunu, Kur’an’ın birçok ayetinden okuduğumuz ve tebliğ alıp iman ettik dediğimiz halde, ne yazık ki bu iman kalplerimize yerleşmediği için okuyup, iman ettik dediğimiz ayetlerin, tam tersini hayatımıza geçiriyoruz. 

Hâlbuki Allah İnsan suresi 3. ayetinde: 
“ŞÜPHESİZ BİZ ONA DOĞRU YOLU GÖSTERDİK, İSTER İNANIR İSTER İNKÂR EDER”, diyerek bizlerin izleyecek tek yolun, Kur’an olduğunu bildirmiştir.
Bu konu çok önemli, onun içindir ki neredeyse yazdığım makalelerimin birçoğunun ana konusunu, yaptığımız bu yanlışlara ayırıyorum. Peki, sonuç alıyor musunuz diye sorarsanız, azınlık bir kısım kardeşlerim hariç, genel çoğunluğumuz, ne yazık ki İslam’ı Kur‘an merkezli yaşamadığı için, anlamamakta ısrar ediyorlar. Tabi bu durumda çok açık ve basit, belki de birkaç cümleyle bahsedeceğimiz, hatırlatacağımız ayetleri, daha detaylı,  Kur’an’dan birçok örnekler vererek, yaptığımız yanlışı anlatma gereği duyuyorum. 
Bu konu, bir kardeşimizin dikkatini çekmiş olmalı ki, bakın bana kısaca nasıl bir cevap yazma gereği duymuş. Önemsediğim için, sizlerle paylaşmak istedim.
“Haluk Hoca, ALLAH’IN BİR İKİ SATIRDA ANLATTIĞI MESELEYİ, SİZ BİR KAÇ SAYFADA ANLATTINIZ. 
Kur’an bu kadar anlaşılmaz bir Kitap mı?”
Çok doğru, Allah anlayasınız ve ibret alasınız diye gönderdiğim ayetleri, kolay, açık ve nice örneklerle izah ettik ve öyle gönderdik der bizlere. Bizler bunca ayetleri tebliğ aldığımız halde hala, açıkta ne kadar açık, her ayeti herkes anlayamaz, veli insanlar anlar deyip, işin içinden çıkıyoruz. 
Çok daha ilginci, Allah dinin anası, temeli, bizlerin sorumlu olduğumuz ayetleri MUHKEM, yani şüphe duyulmayacak kadar açık gönderdim dediği halde, bizler Allah’ın ayetlerini izlememiz gerekirken, inatla beşerin rivayetlerinin ardı sıra gidiyor, Allah’ın ayetlerini, anlaşılması zor ilan edip, görmezden geliyoruz.
Bu gerçekleri görmezden gelen kardeşlerime, sabırla Kur’an’dan birçok örnekler vermeye devam ediyorum. Tabi böyle olunca, bir cümleyle anlatabileceğimiz bir konuyu, sayfalarca örnekler vererek anlatılma gereği duyuyorum. Belki yanlışlarını fark ederler diye. Şöyle düşünebilirsiniz. 
İsteyen anlar, istemeyen anlamaz dersek, kolayı seçmiş oluruz. 
Yüzlerce yıldır, toplumu Allah ile aldatan din tacirleri, toplumun kanına öyle girmiş ki, Müslümanlar 
HAKKI BATIL, BATILI HAK OLARAK KABUL EDER OLMUŞ.
Böyle bir topluma, bir konuyu anlatırken, kısaca bir cümleyle kestirip atamazsınız. Çünkü minareyi çalan din tacirleri, yalanlarının ortaya çıkmaması için öyle sözleri, Allah’ın elçisinin adıyla topluma anlatmışlar ki, toplum yanlış yapmaktan korkarken, farkında olmadan Kur’an’ı inkâr ettiğinin farkına bile varamaz olmuşlar. 
Günümüz mezhep ve fıkıh inancının şekillendirdiği İslam, farkında olmadan Kur’an’da çelişki yaratıyor ama bunun bile farkına varamıyoruz. Allah ile aldatılmış bu toplum, ne yazık ki kolay ikna olmuyor.
Allah çok basit ve birkaç cümleyle ŞEFAAT, yani bağışlanma affetme konusunu apaçık bir şekilde açıklamış ve demiş ki: “Şefaat tümden bana aittir. 
Hiç bir şefaatin fayda etmediği o günden sakının” Sizlere sorsam ve desem ki, Allah bu hükümlerinde, kendisinden başka affedici, şefaat eden olabilir diyor mu? Ya da daha sonra bu hükmünden vazgeçer mi? Eğer Kur’an’ın diğer ayetlerinde, kelimelere farklı anlamlar yükleyip, evet Allah’ın yanında peygamberler, veli, evliya kişilerde şefaatçidir dediğimiz andan itibaren, Kur’an’da çelişki yaratacağımız gibi, Allah’a da saygısızlığın en büyüğünü yapmış oluruz.
İşte makalelerimin daha detaylı olmasının ve birçok ayetlerle konuyu izah etmeye, hatırlatmaya, düşünmeye vesile olmamın, çaba göstermemin nedeni, bu yanlışlarımıza ışık tutabilmek ve azda olsa bazı kardeşlerimizin, farkında lığını sağlamaktır amacım. 
Zaten böyle aldatıcıların çıkarak, toplumun kafasını karıştırmak isteyenlerin önüne geçebilmek için Allah, şöyle diyor Kur’an’da: ”BİZ HER ŞEYDEN NİCE ÖRNEKLERİ, DEĞİŞİK İFADELERLE VERDİK Kİ ANLAYASINIZ”
Benimde yaptığım bundan ibarettir. Hurafe inançların, dine ilavelerinin yanlışlığını kardeşlerime anlatabilmek, bir konunun doğru anlaşılabilmesi için, birçok ayet örneği vermek zorunda kalıyorum. Hatırlatmak isterim, ben ayetleri açıklamıyorum, çünkü ayetleri açıklayan, tefsir eden yalnız Allah’tır. Haşa Allah’ın açıklayamadığını anlayan ve açıklayanlar mı var aramızda.
Benim yaptığım, HAK İLE BATILI KARŞILAŞTIRMAK VE DİN KARDEŞLERİMİN DÜŞÜNMESİNE VESİLE OLMAKTIR. Bunun dışında hiç kimsenin, ben ayeti açıkladım, açığa çıkardım, anlaşılır hale getrdim deme hakkı yoktur. Açıklayan, uyaran imtihan eden yalnız Allah’tır. 
AÇIK OLMAYAN BİR KİTAPTAN, NASIL İMTİHAN OLABİLECEĞİMİZİ DÜŞÜNÜRÜZ. 
Bizler, apaçık olan muhkem ayetlerden yola çıkarak, ayetler üzerinde düşünerek hayatımıza geçirmeliyiz.
Yaşadığımız FIKIH İslam’ı, öyle kemikleşmiş ve rivayetlerle şekillendirilmiş yaşanıyor ki, mezheplerin yaptığı ilaveleri Kur’an’da göremediğimizde, neredeyse Kur’an’ın tamamı unutulup, bakın işte namazın kaç rekât olduğu bile Kur’an’da yazmıyor deyip, işin içinden çıkıyoruz. Allah’ın sınırlamadığını, kimin haddine sınırlamak. Bu sözleri söyleyen ve inanan bir insana, ne yazık ki bir ayetle yanlışını anlatmak o kadar zor ki, bunu anlatamam.
Beni sünnet inkârcısı olarak suçlayan kardeşlerim, farkında olmadan Kur’an inkârcısı olduğunu onlara anlatabilmek için, sabırla yazmaya Allah’ın izniyle devam edeceğim. Lütfen unutmayalım, Allah’ın elçisi yalnız Allah’ın sünnetine uymuştur. Bizlerde Allah’ın elçisini örnek almak istiyorsak, yalnız Allah’ın sünneti Kur’an’a uymalıyız.
Hepimiz hata yapabiliriz. En az hata yapmak istiyorsak batıldan, hurafeden uzak, Allah’ın bizleri imtihan edeceğine hükmettiği, Kur’an’ın ipine sarılalım.
Saygılarımla

BAKARA SURESİ 102. AYETİ: HARUT VE MARUT’UN KİMLİĞİ HAKKINDA BİR DÜŞÜNCE DENEMESİ \ İsmail Hakkı BAŞDAĞ



BAKARA SURESİ 102. AYETİ: HARUT VE MARUT’UN KİMLİĞİ HAKKINDA BİR DÜŞÜNCE DENEMESİ 

İsmail Hakkı BAŞDAĞ

Bakara Suresi 102. ayeti ile ilgili araştırma yapanların karşısına çıkan en büyük sorunlardan bir tanesi, ayet içinde geçen Harut ve Marut’un kim oldukları konusunda yapılan açıklamalardır. Söylemek gerekirse, Kur’an içinde Bakara Suresi 102. ayetinden başka bir ayet ile ilgili olarak, böylesine birbirine taban tabana zıt yorumları görmek pek mümkün değildir. Ayet içinde geçen “Ma” edatının hangi anlamda kullanılacağı bile ihtilaf konusu olan bu ayet içinde geçen isimlerin kimler olduğu üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmak bu yazının konusu olacaktır.
Öncelikle şunu hatırlatmak isteriz ki; Böylesine ihtilaflı yorumların olduğu bir ayet hakkında söz söylemek, gerçekten zordur. Bizim de bu ayet hakkında söylemeye çalışacağımız sözler, kendi yorumumuzdan öteye geçmeyecek, eksik ve hata barındırmaktan ari olmayacaktır. Konu hakkında ortaya koyacağımız iddiaların, her yazımızda olduğu gibi tarafımızdan kesin doğrular olarak lanse edilmeye çalışılmadığı bilinmelidir.
Ayet Bakara Suresi 40. ayetinden itibaren başlayan, İsrailoğulları ile ilgili anlatımların bağlamına dâhildir. Ayetin üzerinde cümle cümle durmaya çalışarak, bir sonuca varmaya çalışacak, ondan sonra ayetin mealini vermeye çalışacağız.
وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُو الشَّيَاطِينُ عَلَىٰ مُلْكِ سُلَيْمَانَ ۖ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَٰكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ ۚ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّىٰ يَقُولَا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْ ۖ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ ۚ وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ ۚ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ ۚ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ ۚ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنْفُسَهُمْ ۚ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
—–Bakara Suresi 101- Onlara Allah katından bir resul, beraberlerinde olan kitabı onaylayıcı olarak (bir kitap ile) geldiğinde, kendilerine kitap verilmiş olanlardan bir gurup, yanlarında olan kitaptaki Allah’ın bu konudaki hükmünü (bildikleri halde) hiç bilmiyormuş gibi arkalarına attılar (gelen elçi ve kitabı inkâr ettiler).
Konunun ilk muhataplarının Medineli Yahudiler olduğunu dikkate almak durumunda olduğumuz hatırlatarak, ayette kendilerine yanlarında kitabı onaylayan bir kitapla gelen bir elçiyi kabul etmeleri gerekirken onları ret eden Medineli Yahudilerin, bu konudaki tutumları anlatılmaktadır.
وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُو الشَّيَاطِينُ عَلَىٰ مُلْكِ سُلَيْمَانَ
—–(Onlar Allah’ın hükmüne tabi olmak yerine insan) Şeytanların Süleyman’ın sahip olduğu hükümdarlık konusunda söylediklerine (onun bir sihirbaz olduğu yalanına) uydular.
Burada ayet içinde geçen “Mülk” kelimesinin üzerinde durularak anlamının tespit edilmesi, sonra gelecek olan “Melekeyn” kelimesine verilebilecek anlamın tespit edilmesinde rol oynayacaktır.
El Mülkü “Emir ve yasaklar ortaya koymak sureti ile varlıkların zapt altına alınması ve onlar üzerinde tasarrufta bulunulması” anlamındadır.
Mülk; “Yönetmeye, idare etmeye, muktedir olmaya sağlayan kuvvet”, Melik ise, bu güce sahip olan kimse demektir.
وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَٰكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا
—–(Bu şeytanlaşmış insanlar Süleyman’ın sihir yaparak Kâfir olduğunu iddia etmelerine rağmen) Süleyman Kâfir değil, o şeytanlar Kâfirdi.
Ayetin bu cümlesi, Süleyman (as) ‘ın sihir yaptığı iftirasını ret etmekte, asıl Kâfirlerin ona böyle bir iftira atanların olduğunu söylemektedir.
 يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ
 —–(Bu şeytanlaşmış insanlar) Babil’de insanlara sihri ve iki güç sahibi elçi olan Harut ve Marut’a indirileni (şeytanlık karıştırarak) öğretiyorlardı.
Ayetin bu cümlesinde geçen Melekeyni kelimesine neden İki Melek değil de, İki güç sahibi elçi anlamı verdiğimiz elbette merak konusu olacak ve cevabı istenecektir. Ayetin bu cümlesinin çevirilerine baktığımızda meallerde bu kelimenin çoğunlukla İki Melek şeklinde çevrildiği görülmektedir. Az da olsa bazı meallerde bu kelimeye İki güç sahibi şeklinde anlamın verildiği görülmektedir. Bu ayetin üzerinde konuşulması en zor ayetlerinden biri olması hasebiyle, bazı ilk tefsircilerce bu kelime Melikeyni (iki melik) şeklinde okunmuş, bazı meallerde gördüğümüz İki güç sahibi şeklindeki anlamın dayanağı, kelimenin bazı eski tefsirlerde bu şekilde yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.
Ayet ile ilgili olarak karşılaşılan müşkülün en başta gelen sebebi, iki meleğin yeryüzünde ne işinin olduğu, meleklerin insanlar ile nasıl birebir ilişki kurabildiğidir. Ayetin bu cümlesinde geçen Ünzile (indirildi) kelimesinin geçişlerine baktığımızda, bu kelimenin yeryüzündeki beşer elçilere indirilen vahiy ile alakalı olarak kullanıldığı görülecektir. Bu noktanın dikkate alınması bizce elzemdir.
[017.095] De ki: «Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, biz de onlara semadan resul olarak bir melek gönderirdik.»
Allah’ın elçi gönderme sünnetinin, insana kendi cinsinden olan elçi olduğuna göre, indirilme olgusu ile muhatap olanların Kur’an içinde Elçi olarak vasıflandırılmış olmaları, Harut ve Marut’un kim olabilecekleri hususunda bizlere ipucu verebilir.
Şimdi ayet içindeki cümlede geçen Melekeyni kelimesinin geçtiği başka bir ayeti ele almaya çalışarak, bu kelimenin muhtemel anlamını tespit etmeye çalışalım. Bu kelime karşımıza bir başka yerde daha, Âdem ve İblis kıssasının geçtiği Araf Suresi 20. ayetinde karşımıza çıkmaktadır.
فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَانُ لِيُبْدِيَ لَهُمَا مَا وُورِيَ عَنْهُمَا مِنْ سَوْآتِهِمَا وَقَالَ مَا نَهَاكُمَا رَبُّكُمَا عَنْ هَٰذِهِ الشَّجَرَةِ إِلَّا أَنْ تَكُونَا مَلَكَيْنِ أَوْ تَكُونَا مِنَ الْخَالِدِينَ
[007.020] Fakat şeytan onlara, gözlerinden gizlenmiş olan edep yerlerini açığa çıkarmak için vesvese verdi. Onlara şöyle telkinde bulundu: «Rabbinizin size bu ağacın meyvesini yasaklamasının tek sebebi, sizin iki melek veya ölümsüz hayata kavuşanlar olmanızı önlemektir» dedi.
Araf Suresi 20. ayetinde de geçen Melekeyni (iki melek) kelimesi üzerinde de geçmişte aynı kıraat tartışmaları yapılmış, bazı tefsirciler bu kelimeyi Melikeyni (iki melik) olarak okumuşlardır. Fakat pek rağbet görmeyen bu kıraati destekleyecek olan bir başka ayet, Aynı kıssanın Taha Suresi 120. ayetinde karşımıza çıkmaktadır.
[020.120] Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: «Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülk sana yol göstereyim mi?».
Yazımızın başında, Mülk kelimesinin Melekeyn kelimesinin anlamının tespit edilmesinde rolü olacağını hatırlatmıştık. Taha Suresi 120. ayetinde İblisin Âdem’e verdiği vesveseye dikkat ettiğimizde, ona güç ve kuvvet sahibi olmanın yolunu göstereceğini söylemektedir. Araf Suresi 20. ayetinde ise İblis, Âdem ile eşine ağaca yaklaşmamaları emrinin sebebi olarak, onların Melekeyn olmamaları yani güç ve kuvvet sahibi olmamaları için olduğu vesvesesini vermektedir.
Bunları göz önüne alarak, Melekeyn kelimesinin anlamının, GÜÇ VE KUVVET SAHİBİ İKİ KİŞİ olması kuvvet kazanmaktadır. Dikkat edilirse Araf Suresi 20. ayetinde geçen Melekeyni kelimesine verdiğimiz anlamın delilini, Taha Suresi 120. ayetinde geçen Mülk kelimesinin anlamından çıkarmaktayız.
Tabi şimdi burada mütevatir kıraat olan Melekeyn şeklinde okumanın yerine, şaz kıraat olarak görülen Melikeyn şeklindeki kıraati tercih ettiğimiz gibi durum anlaşılabilir.
Hayır, ayetin yine mütevatir olan MELEKEYN şeklindeki kıraatini tercih ettiğimizin altını özellikle çiziyoruz. Ancak bu kelimenin anlamını İki Melek şeklinde verdiğimizde ortaya çözülmesi güç problemler çıkmakta, bu problemlerin çözümü için, bu kelimeye bildiğimiz anlamda gaybi varlıklar olan melekler anlamını yüklemek yerine, gaybi anlamda kullanılan melek kelimesinin, yine Allah’ın gücünün ve kuvvetini temsil etme anlamından dolayı bu kelime ile ifade edilmiş olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.
Yani Melek kelimesinin gaybi anlamdaki varlıklar şeklindeki tarifinden önce, onların bu kelime ile ifade edilmiş olmasının dikkate alınması gerekmekte ve onların bu kelime ile isimlendirilmiş olması, güç ve kuvvet sahibi oldukları içindir.
MELEK ve MELİK kelimeleri kök olarak güç ve kuvvet sahibi olmak bakımından aynı anlama, fakat kullanım alanında işaret ettikleri varlık cinsleri farklıdır. Allah (CC) ‘nin yeryüzüne koyduğu yasa gereği, Allah (CC) ile kulları arasındaki iletişimi onlara melek elçi ile vahyettiği beşer elçiler ile sağladığı herkesçe malumdur. Melek elçinin bir beşer ile iletişim sağlaması için, o kişinin elçilik görevine sahip olması gerekmektedir.
Bu durumun, İbrahim’in misafirleri kıssasında melek elçilerin onun karısı ile konuşması veya Meryem’e gelen elçinin beşer kılığında bir melek olması gibi istisnaları olmakla birlikte, genel teamül meleğin beşer elçiler ile iletişim kurması şeklindedir. Bu durumu dikkate aldığımızda, insanlar ile muhatap olanlar yine onlarla aynı varlık cinsinden olanlar, yani beşer elçiler olduğuna göre, Harut ve Marut’un beşer cinsinden iki elçi olmaları daha ağır basmaktadır.
Buraya kadar yazdıklarımızı özetleyecek olursak; Bakara Suresi 102. ayetinde geçen Harut ve Marut’un bildiğimiz gaybi anlamda melekler değil, beşer cinsinden olan ve ellerinde hem yönetim gücü hem de elçilik gücü bulunan iki kişi diyebiliriz. Bu iki kişinin kim olabileceğini düşündüğümüzde, İsrailoğullarının tarihinde önemli role sahip olan ve Kral Peygamber olarak bilinen baba DAVUD (as) ve onun oğlu olan SÜLEYMAN (as) olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Davud ve Süleyman (as) ‘ların kıssasında baktığımızda, onlara mülk, yani insanlar üzerinde yönetim ile tasarruf etme hakkı verilmiş olduğunu görmekteyiz.
Ayetin bu cümlesi meallerde “Babil’de Harut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı” şeklinde çevrilmektedir. Bu çevirilerin, Harut ve Marut’un Babil şehrinde ikamet ediyor gibi bir anlamı çağrıştırmasından dolayı, sıhhatli bir çeviri olduğunu söylemek güçtür. Cümleye verilecek anlamın sihirbazların bu işi Babil’de yapıyor olduklarına dair bir anlamı çağrıştırarak verilmesi gerektiği düşünmekteyiz.
يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّىٰ يَقُولَا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْ ۖ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ
—–Hâlbuki bu iki elçi kendilerine indirilenleri, “Bizim size öğrettiklerimiz sizin için bir denemedir, sakın bunları yanlış yönde kullanarak Kâfir olmayın” diyerek insanlara tebliğ ettikleri halde bu şeytanlaşmış insanlar o bilgileri istismar ederek, karı kocanın arasının bozulmasını sağladılar.
Ayetin bölümü, Harut ve Marut’un insanlara sihir öğretirken sanki “Biz size bu sihri öğretiyoruz ama sakın bunu yanlış kullanmayın” dedikten sonra insanlara sihir öğrettiği gibi anlayış hâkimdir. Elçiler, vazifeleri gereği sadece kendilerine indirilenleri insanlara tebliğ ederler. Allah’ın insanlara olan emir ve yasaklarını onlara bildirmek için gelen bütün elçiler, insanlar için bir imtihan vesilesidir.
[044.017] And olsun ki, biz onlardan önce Firavun kavmini de denemiştik. Onlara çok kıymetli bir resul gelmişti.
Burada önemli bir noktayı hatırlatmak yerinde olacaktır; İmtihan için yaratılmış olan insanlara tarih boyunca gelen elçiler, o insanlara inanmak veya inanmamak noktasında bir imtihana tabi tutulduklarını unutmamalarına dair Rablerinin beyanını iletmişler ve onlara Allah’ karşı inkârcı olmamalarını öğütlemişlerdir. Ancak elçilerin bu öğütleri birçok insan tarafından ret edilmiş, pek azı tarafından kabul görmüştür. Harut ve Marut tarafından sanki karşılarındaki birisine söylüyorlarmış gibi anlaşılan bu ifadeler, vahyin bütün insanlara çağrısı olan, “İman edin inkâr etmeyin” sözünün, onlar üzerinden anlatılması diyebiliriz.
Fakat insanların bir kısmı diğer insanların üzerinde tahakküm sağlayabilmek için, dini değerleri kullanmış hala da kullanmaktadır. Samiri örneğinde görülebileceği gibi, elçinin öğretilerine bir avuç katarak kendi şirk öğretilerini insanlara bu yolla empoze etmeye çalışmak, şeytanlaşmış insanların kullandığı kadim bir yol olup, Bakara Suresi 102. ayetinde de bu durumu görmekteyiz.
Burada önemli bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz; Şeytanlaşmış insanların kullandığı önemli silahlardan bir tanesi, insanların zihnine sokmak istedikleri şeytanlıklarını o insanların güvenilir olarak gördüğü ve bildiği insanları kullanarak yapmalarıdır. İnsanların güvenini kazanmış kişilerin söylediği iddia edilen sözlerin yani onlara atfen uydurulan iftiraların, o insanlar tarafından kabul görmesi daha kolay olup, şeytanlaşmış insanların halen kullandıkları bir yoldur. Harut ve Marut’un insanlar üzerindeki olan güveni, insan şeytanlarının bu isimleri istismar ederek, insanlar üzerinden çıkar sağlamalarına sebep olmuştur.
Karı kocanın arasının nasıl bozulduğuna gelince, olayı sadece bir karı koca anlaşmazlığı olarak değil, bunu insan şeytanlarının yaptıkları ile diğer insanlara verdikleri zararın boyutunu anlatan bir ifade olarak okumak mümkündür.
وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ
—–O şeytanlar yaptıkları sihir ile bir kimseye zarar vermiş olmasınlar ki, Allah bunu bilmesin.
Ayetin bu cümlesi genellikle, “Oysa Allah’ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezlerdi” şeklinde çevrilmektedir. Ayetin bu cümlesinin, şeytanların yaptığı sihrin Allah (CC) tarafından bilindiği, yani işledikleri bu cürmün cezasız kalmayacağını haber verecek bir anlama sahip olduğu şeklinde çevirmenin daha uygun olduğunu düşünmekteyiz.
وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ
—–Onlar (bu şeytanlıkları yapmakla) kendilerine fayda vermeyecek, zarar verecek olanı öğreniyorlar.
وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ
—–And olsun ki bu şeytanlar sihri satın alanın ahirette (cennetten) bir payı olmayacağını bilmektedirler.
Onlara yaptıklarının yanlış olduğunu, yaptıkları bu yanlışın onlara ileride pahalıya mal olacağı bildirilmesine rağmen, bu yanlışta ısrar ediyorlardı.
وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنْفُسَهُمْ ۚ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
—–Kendilerini (cehennem) karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi.
Bakara Suresi 102– (Onlar Allah’ın hükmüne tabi olmak yerine insan cinsinden olan) Şeytanların Süleyman’ın sahip olduğu hükümdarlık konusunda söylediklerine (onun bir sihirbaz olduğu yalanına) uydular. (Bu şeytanlar Süleyman’ın sihir yaparak Kâfir olduğunu iddia etmelerine rağmen) Süleyman Kâfir değil, o (insan cinsinden olan) şeytanlar Kâfirdi. (Bu şeytanlar) Babil’de insanlara sihri ve iki güç sahibi elçi olan Harut ve Marut’a indirileni (şeytanlık karıştırarak) öğretiyorlardı. Hâlbuki bu iki elçi kendilerine indirilenleri, “bizim size öğrettiklerimiz sizin için bir denemedir, sakın bunları yanlış yönde kullanarak Kâfir olmayın” diyerek insanlara tebliğ ettikleri halde bu şeytanlar o bilgileri istismar ederek, karı kocanın arasının bozulmasını sağladılar. O şeytanlar yaptıkları sihir ile bir kimseye zarar vermiş olmasınlar ki, Allah bunu bilmesin. Onlar (bu şeytanlıkları yapmakla) kendilerine fayda vermeyecek, zarar verecek olanı öğreniyorlar. And olsun ki bu şeytanlar sihri satın alanın ahirette (cennetten) bir payı olmayacağını bilmektedirler. Kendilerini (cehennem) karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi.
103- Eğer onlar iman etmiş ve sakınmış olsalardı, Allah katında alacakları karşılık daha hayırlı olurdu, keşke bunu bilselerdi.
Ayetin ilk muhataplarına olan mesajı konusunda şunları söyleyebiliriz:
Medine’de ikamet eden Yahudilerin, yanlarında olan Tevrat’ı onaylayıcı olarak gelen Muhammed (as) ‘a şeksiz şüphesiz iman etmeleri gerekirken bunu yapmayıp, insanları saptırmayı amaç edinen ve nedenle “Şeytan” olarak vasıflandırılan insanların sözlerine tabi oldukları, bu insanların sahip olduğu söylemin, Süleyman (as) hakkında yalan yanlış iftiralar uyduranlar olduğu bildirilmektedir.
Bu şeytanların insanlara Harut ve Marut’a indirileni öğretmelerine gelince: Bu konudaki ayet içinde geçen “Ma” edatının iki farklı anlamda kullanıldığı meallere rastlamaktayız. Kanaat olarak bu edatın ismi mevsul anlamını taşıdığını düşünenlere katılmakla birlikte, olumsuz anlamda kullananlara karşı herhangi bir söz söylemek hakkımız olmadığını da bilmekteyiz. Neticede herkes ayet hakkında yorum yapmakta ve bu yorumu yaparken isabet etme veya edememe durumuna da düşebilmektedir.
Harut ve Marut’un kim oldukları konusunda tefsirlerde izahların olduğu, konu ile ilgili araştırma yapanların malumudur. Harut ve Marut’un Davut ve Süleyman (as) ‘lar olduğu şeklinde ortaya attığımız iddia, dikkat edilirse bazı Kur’an ayetlerinin delaleti iledir. Bizim ortaya attığımız bu düşüncenin kesin doğrular olduğunu iddia etmediğimizin bilinmesi gerektiğini tekrar hatırlatmak isteriz.
Çünkü bu konuda birçok kimsenin kafasında doğru olarak bildiği bir düşünce mevcut bulunmaktadır. Yine birçok kimse bizim bu konuda yazdıklarımızı da kendi sahip oldukları doğrular çerçevesinde değerlendirecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (CC) BİLİR.

ENAM SURESİ 38. AYETİ: EKSİK BIRAKILMAYAN KİTAP KUR’AN MI? \ İsmail Hakkı BAŞDAĞ



ENAM SURESİ 38. AYETİ: EKSİK BIRAKILMAYAN KİTAP KUR’AN MI?

İsmail Hakkı BAŞDAĞ

Kur’an ayetlerinin, bağlam ve mantık örgüsü dışına çıkılarak okunduğunda, istenilen anlama çekilebileceği, isteyenin bu kitaba istediğini söyletebileceği bir duruma düşeceği herkesçe malumdur. 

Bu kitabı mevcut ön yargılarına onaylatmak isteyenlerin başvurduğu ilk yöntem maalesef böyle bir okuma yöntemi olmaktadır. 

“Biz bu kitaba ne söyletmek istiyoruz?” sorusunun cevabını almak isteyenler önce cımbızla bir ayet seçip, ayetin önüne arkasına kitap içindeki bağlamına bakmadan, “Bak kardeşim ben demiyorum Allah diyor” şeklinde yaptıkları çıkarımın en büyük desteği, bu şekilde yapılan okumalardır. 

 Son yıllarda Kur’an’ın daha fazla gündeme gelmesi, rivayetlerin belirlediği din anlayışının yeniden sorgulanmasına, bu konuda safların iyice açılmasına, hatta şiddetli tartışmaların yaşanmasına sebep olduğu, konu ile alakalı olanlarca malumdur. 

Kur’an’ın din konusunda belirleyici yegâne kitap olduğu iddiasına karşı getirilen, rivayetlerin Kur’an’ın tamamlayıcısı olduğu iddiası ve bu iddiaya karşı Kur’an içinden getirilen, Kur’an’ın eksik olmadığı iddiasının, bazı ayetlerin bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunması sonucunda getirilmiş olması, maalesef bir takım sorunlara sebep olmaktadır. 

 Bu duruma örnek olarak verebileceğimiz bir ayet olan Enam Suresi 38. ayetinin üzerinde durarak, bu ayetin, Kur’an’ın eksik olmadığına dair getirilebilecek bir delil olup olmayacağını anlamaya çalışacağız. 

 وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا طَائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ إِلَّا أُمَمٌ أَمْثَالُكُمْ ۚ مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ ۚ ثُمَّ إِلَىٰ رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ 

 Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz kitapta eksik bırakmadık, sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar. 

 Ayet içindeki “Biz kitapta eksik bırakmadık” cümlesi, “Kur’an eksik değildir” iddiasına delil olarak sunulan bir ayet olarak kullanılmaktadır. Hatta cümle içine “Bu” ilavesi yapılarak, “Bu kitap” olarak yazılmakta ve ifadenin işaret ettiği anlamın Kur’an olduğu söylenmektedir. 

Hâlbuki cümle içinde “Bu” anlamı verecek bir işaret zamiri bulunmamasına rağmen, Kur’an’a istediğini söyletmek amaçlı bir okuma örneği sergilenmektedir. 
 Tefsirlerde ayetin bu cümlesi ile ilgili olarak yapılan yorumlarda Kitap kelimesi ile kast edilen anlam hakkında iki ayrı görüş bulunmaktadır. 
Bir görüş bu kelime ile kast edilen anlamın Kur’an olduğunu savunurken, bir diğer görüş ise bu kelime ile kast edilen anlamın Levh-i Mahfuz olduğunu söylemektedir. 

Yani bu cümlede bulunan Kitap kelimesinin hangi anlama sahip olduğu konusunda iki ayrı iddia bulunmakta, iddiaların her ikisinin de doğru olma ihtimali bulunmadığı için, bu iki iddiadan bir tanesinin daha isabetli olması gerekmektedir. 

 Ortadaki bu iki iddianın hangisinin daha isabetli olabileceğine gelince; Kur’an içinde geçen El Kitap kelimesinin sadece Kur’an anlamına gelmediği, bu kelime ile ilgili Kur’an içinde araştırma yapanların malumudur. 
Bu kelimenin anlam alanlarından bir tanesi, Allah’ın varlık üzerine koyduğu yasaları da ifade eden teşbihi bir anlam taşımaktadır. 

Bu kelimenin Kur’an anlamı taşıyabileceğini düşündüğümüzde, karşımıza bazı sorular çıkmaktadır şöyle ki: Bu kelimenin Kur’an anlamı taşıdığını düşündüğümüzde, bu kitabın artık tamamlanmış ve bir daha herhangi bir ayetin inmemiş olması gerekmektedir ki, Allah (CC) ‘nin “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” buyurması ile Kur’an’ın kast edildiğini anlayabilelim. 

Yani Enam Suresi 38. ayetinin Kur’an’ın son inen ayeti olması gerekmektedir ki, bu kitabın inişi artık bitmiş ve bize din adına gerekli olanların bu son ayet ile tamamlandığının bildirilmiş olduğu bildirilmiş olsun. Fakat bu ayetin inen en son ayet olduğunu söylemek mümkün değildir. 

Öyleyse Allah (CC) ‘nin iniş süreci devam eden bir kitabın daha inişi bitmeden “Biz kitapta şeyi eksik bırakmadık” demiş olması mantıklı görünmemektedir. Şayet o cümle yerine “Biz bu kitapta eksik bırakmayacağız” denilmiş olsaydı, belki cümlenin Kur’an’ı kast ettiği iddiası daha doğru görülebilirdi, lakin böyle bir cümle başka bir ayette de yoktur. 

 “Biz kitapta eksik bırakmadık” cümlesinin Kur’an’ı işaret edebileceğini düşündüğümüzde, bu ayetin indiği zaman eksik olmadığı söylenen bir kitabın, bu ayetin inişinden sonra neden hala inmeye devam ettiğinin cevabı istenecektir. 

Yani Allah (CC) iniş sürecinin ortasında bir ayet indirip, “Biz kitapta eksik bırakmadık” diyor, ama hala ayet indirmeye devam ediyor. Enam Suresi 38. ayetinde eksik bırakılmadığı bildirilen bu kitap eğer Kur’an ise, eksiğini tamamlamak için hala ayet indirmeye devam ediyor demek anlamına gelmektedir. 

 Özellikle kalbinde hastalık bulunan ve Kur’an hakkında çelişkiler arayan zehir hafiyelerin bizler tarafından ortaya atılan bazı çelişkili iddialar üzerinden belden aşağı vurmaya çalıştıkları malumdur. Kur’an ayetleri hakkında yapılacak olan yorumların, bazı karşı iddialara sebep olmayacak şekilde yapılması önem arz eden bir husustur. 

Enam Suresi 38. ayetinde eksik bırakılmayan kitabın Kur’an olduğunu söylemek, bu gibi karşı iddiaya sebep olacak, bu iddianın cevabı ise verilemeyecektir. Demek istediğiniz şu dur: Enam Suresi 38. ayetinde eksik bırakılmadığı bildirilen kitabın Kur’an veya Levh-i Mahfuz olduğu iddiasından, bir tanesi daha isabetlidir. 

Kitap kelimesinin geçtiği ayetlerde bu kelimenin sadece Kur’an için kullanılmadığını, farklı kullanımlarının içinde Levh-i Mahfuz anlamı da olması, bizi bu iki anlamdan hangisinin daha uygun olabileceği düşüncesine sevk etmelidir. 

Yani Enam Suresi 38. ayeti, ön yargılarımızı onaylatacağımız bir ayet olarak okunmamalı, bu konuda mevcut diğer yorumların da doğru olma ihtimali hesaba katılmalıdır. 

 Ayet içindeki bu cümlenin Kur’an’ı işaret etmiş olduğunun düşünülmesi, bu konuda ortaya çıkacak bazı soruların cevabının verilmesini güçleştirdiğinden dolayı, diğer anlam olan Levh-i Mahfuz anlamı yani cümlenin, Allah (CC) ‘nin yarattığı her şey üzerine bir yasa koyduğunun bu konuda hiç bir eksik olmadığını ifade etmiş olması daha kuvvetlidir. 

 Bu iddiamızla, Kur’an’ın eksik olduğu, bu eksiği rivayetlerin tamamladığı iddiasına katılmadığımız bilinmelidir. Amacımızın Kur’an ayetleri okuma yönteminin ön kabuller doğrultusunda olmaması gerektiğini bir kez daha hatırlatmaya çalışmaktır. 
 EN DOĞRUSUNU ALLAH (CC) BİLİR.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...