20 Nisan 2018

Kader,Mevdudi Cebir.ve.Kader Hilal




Eshab-ı kirama düşman olmak fitnesini ilk ortaya çıkaran (Abdullah bin Sebe) isminde Yemenli bir Yahudidir.


İlk Fitne ve Muharebeler Ahmet Cevdet Paşa diyor ki:
Eshab-ı kirama düşman olmak fitnesini ilk ortaya çıkaran 
(Abdullah bin Sebe) isminde Yemenli bir Yahudidir. 

Bu Yahudi, Müslüman görünerek önce Basra’ya geldi. “İsa tekrar dünyaya gelecek de, Muhammed gelmez mi? O da gelecek, Ali ile birlikte dünyayı küfürden kurtaracak. Hilafet Ali’nin hakkı idi. 

Üç Halife, Onun hakkını elinden zorla aldı” diyordu. Basra’dan kovuldu. Kufe’ye gelip, halkı kışkırtmaya başladı. Buradan da kovuldu. Şam’a geldi. Şam’da da yüz bulamayınca Mısır’a kaçtı. Mısır’da, kendisini Ehl-i beytin aşığı olarak tanıtarak, Halid bin Mülcim, Sudan bin Hamran, Gafıki bin Harp ve Kinane bin Bişr gibi soysuz, azılı haydutları etrafına topladı.

“Ali’ye uymayanlara düşman olmak lazım” ve kendisine inananlara da, “Peygamberden sonra, en üstün Ali’dir” diyordu. Sözlerine inandırmak için, âyetlere yanlış manalar veriyor, hadis uyduruyordu. “Peygamber kendinden sonra Ali’nin halife olmasını emretti. Eshab, Peygamberi dinlemedi, dünya çıkarları için, dinlerini terk ettiler” diyordu. Bu sırları herkese açmayın, diye de tembih ediyordu. (Ben şan ve şöhreti sevmem. Tek maksadım, size doğru yolu bildirmektir) diyordu. Böylece Hazret-i Osman’ın şehit edilmesine sebep oldu. Sonra, Hazret-i Ali’nin askerleri arasına, üç Halifenin düşmanlığını yaydı.

Buna aldananlara Sebeiyye denir. Hazret-i Ali, bu dedikoduları haber alınca, üç Halifeye dil uzatanları ağır suçladı. İbni Sebe, Hazret-i Ali’nin kerametlerini ileri sürerek, (Bu insan gücünün üstündeki işleri, Onun ilah olduğunu gösteriyor) diyordu. Hazret-i Ali, bu sözleri de haber alınca, İbni Sebe ve ona inanan hurufileri ateşte yakacağını bildirdi. Bunları Medayin şehrine sürdü. Fakat, orada da rahat durmadı. Adamlarını Irak ve Azerbaycan’a göndererek, sahabe düşmanlığını yaydı. Hazret-i Ali, Şamlılarla savaştığından, bunlarla uğraşmaya vakit bulamadı. (Kısas-ı Enbiya)

Şah Veliyyullah Dehlevi hazretleri de diyor ki:
Kurnaz Yahudi İbni Sebe, Müslüman görünerek, Mısırlıları aldattı. Hazret-i Osman’ın şehit edilmesine sebep oldu. Büyük bir fitne çıkardı. Bu yüzden, milyonlarca müslüman kanı aktı. Sebecilik, 8. asırda Hurufilik ismini aldı. Hurufiler, üç halifeye olmadık iftiralar ettiler. Halbuki üç Halife, Hazret-i Ali’yi baş üstünde taşıdılar. Onun mübarek kalbini incitecek bir şey yapmadılar. Birkaç zâlimin, ahmağın, imam-ı Hasan’ın cenazesine yaptığı saygısızlığı bahane ederek ve olayları değiştirerek Müslümanlara saldırıyorlar. Yahudi dönmeleri, Müslümanları parçalamak, milleti birbirine düşman etmek için, tarihi olayları şişirerek ortaya atıyorlar, inanması ve öğrenmesi farz olmayan hatta örtülmesi lazım olan acıklı olayları anlatarak, kardeşi kardeşe saldırtmak istiyorlar.

Bu sinsi düşmanların yalanlarına aldanıp parçalanmamalı. Birlikten kuvvet hasıl olur. Ayrılık felakete sebep olur. Sahabe-i kiram arasındaki savaşları anlatan tarihlerin çoğu, Emevileri kötüleyen Abbasiler zamanında, onların arzularına göre yazıldığı için, Sahabe-i kiramı kusurlu gösteriyorlar. Maide suresinin, (Ey iman edenler! Dinden çıkarsanız, Allah, sizin yerinize başkalarını getirir. Onları sever. Onlar da Allah’ı severler) mealindeki 54. âyeti, dinden dönenlere karşı gelenleri, Allahü teâlânın sevdiğini bildirmektedir. Bu da, Hazret-i Ebu Bekir zamanında oldu. Hazret-i Ebu Bekir, dinden dönenlerle savaşmış, onların tehlikesini önlemiştir. Cennetlik oldukları âyet ve hadis ile bildirilen böyle mübarek insanları kötülemek büyük felakettir, bölücülüktür. (Kurret-ül-ayneyn)

Büyük zatlara iftira etmek 
Eshab-ı kiram kitabında diyor ki:
İkiyüzlülük, hainlik alametidir. Eshab-ı kirama ve hele en kıymetlilerinden olan Hazret-i Ali için, ilk üç halifeyi kabul etmediği halde, ikiyüzlülük gösterip sustu demek ne kadar çirkindir. Allah’ın aslanına, tam 30 yıl, hainlik alametini yüklemek ve bu uzun zamanda, hep ikiyüzlülükle yaşadı demek, ne kadar çirkin bir iftira olur. Hadis-i şerifte, (Küçük günaha devam edilirse, büyük olur) buyuruldu. Münafıkların bir kötülüğünü 30 yıl durmadan yapmanın, artık ne olacağını düşünmeli. Üç halifenin üstünlüğünü söylemekle, Hazret-i Ali küçültülmüş olmaz, yüksek mertebesine dokunulmuş olmaz. Halbuki, fitnecilerin dediği gibi, onu ikiyüzlü bilmekle, bütün bu meziyetler, kıymetler, kendisinden alınmış olur. Çünkü, ikiyüzlülük, münafıkların, en aşağı, yalancı ve dolandırıcı kimselerin işidir. Eshab-ı kiramın hepsi ve Hazret-i Ali, Resulullahın hatırı için sevilir. Çünkü Resulullah efendimiz, (Eshabımı seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık, bana düşmanlıktır) buyurmuştur. (Buhari)

Eshab-ı kiram, İslamiyet’i yaymak ve Resulullaha hizmet etmek için, insan gücünün üstünde çalışmışlar, din uğrunda gecelerini, gündüzlerine katmışlardır. Mallarını Allahü teâlâ yolunda feda ettiler. Akrabalarını, ailelerini, çocuklarını, vatanlarını, evlerini, tarlalarını, ağaçlarını Resulullahın sevgisi yolunda terk ettiler. Onun mübarek vücudunu kendi vücutlarına ve Onun sevgisini, mallarının ve evlatlarının sevgisine tercih ve takdim ettiler. Bunlar, sohbet, yani arkadaşlık şerefine nail olmuşlar ve o sohbette, başkalarına nasip olmayan bereketlere ve derecelere kavuşmuşlardır. Başkaları dağ kadar altın sadaka verse, onların bir avuç arpa sadakası sevabına, hatta yarısına yetişemez. Allahü teâlâ, onları överek, (Onlardan razıyım) buyurdu. Fetih suresinde de onlara kızanlara, düşman olanlara kâfir buyurdu. Şu halde, onlara kötü söylemekten, küfürden kaçar gibi kaçmalıdır.

Farklı ictihadlarından dolayı bir şey denemez. İmam-ı Ebu Yusuf, müctehid olduktan sonra, imam-ı a’zama uysaydı hata olurdu. İmam-ı Şafii Sahabe-i kiramın sözlerine uymaz, kendi reyine tâbi olurdu. İster Hazret-i Ebu Bekir olsun, ister Hazret-i Ali olsun, hiçbirinin sözlerine uymaz, kendi reyi ile karar verirdi. Bir müctehidin, Sahabinin sözüne uymaması caiz iken, Sahabe-i kiramın farklı ictihadları niçin suç olsun? Sahabe-i kiram ictihad işlerinde, bazen Server-i âleme de uymamış, bu bir suç olmamış ve azarlanmamışlardı. Bu farklı ictihadları Allahü teâlâ beğenmeseydi, elbette azap edeceğini bildirirdi. Halbuki, Resulullah ile yüksek sesle konuşanları yasaklamış ve azarlamıştı. Bedir’de alınan esirlere yapılacak iş hakkında Sahabe-i kiramın görüşleri farklı olmuştu. Ömer ve Sa’d ibni Muaz esirleri öldürelim dedi. Diğer Sahabiler ise, para karşılığı bırakalım, demişlerdi. Server-i âlem de, bunu kabul buyurmuştu. Sonra, âyet gelerek, birinci görüşün doğru olduğu bildirildi. (Eshab-ı kiram)

İbni Hacer-i Mekki hazretleri diyor ki:

Müslümanın birinci vazifesi Eshab-ı kiramın sevgisini, Ehl-i beytin sevgisi ile cem etmektir. Ehl-i beyti, Resulullahın evladı oldukları için sevdiğimiz gibi, diğerlerini de, Onun Eshabı oldukları için sevmeliyiz! Çünkü, Eshab-ı kiramın nail oldukları şeref pek yüksektir. O şerefe başkaları kavuşamaz. Her müslümanın bunların hepsini adil, salih, veli, âlim ve müctehid bilmesi lazımdır. Kendilerinden bir hata çıksa da Cenab-ı Hak hepsini af ile müjdelemiş ve (Allah, hepsinden razıdır) buyurmuştur. Sahabe-i kiramdan birini kötülemek, bu âyeti inkâr olur. (Savaik-ul-muhrika)

Eshabın istisnasız hepsi Cennetliktir

Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde Cennet ile müjdelenen eshab-ı kiramdan herhangi birine kâfir demek, küfre sebep olur. Eshab-ı kiramın istisnasız hepsinin Cennetlik olduğu âyet ve hadislerle bildirilmiştir. Diğer maddelerde yazdığımız için tekrar etmiyoruz.

Eshab-ı kiramın her birini sevmemiz, hepsine saygı göstermemiz lazımdır. Aralarında yaptıkları muharebeleri, Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için yaptıklarına inanmak lazımdır. Bu muharebelere katılanların hiçbirinde makam, şöhret, para hırsı yoktu. Hepsi dinin emrini yerine getirmek gayesinde idiler.

Hazret-i Osman şehit olunca, bütün müslümanlar, Hazret-i Ali’yi halife yaptılar. Halife hazretleri, önce ortalığı yatıştırmaya başladı. Sahabe-i kiramdan birçoğu ise ve bilhassa aşere-i mübeşşereden, yani Cennet ile müjdelenen on kişiden biri olan ve yedinci dedesinde Peygamber efendimiz ile akraba olan ve İslamiyet’in ilk zamanında imana gelip, kâfirlerden çok cefa çeken ve İstanbul’da medfun bulunan Halid ibni Zeyd eba Eyyub-el ensari ile ahiret kardeşi olan Talha ve yine aşere-i mübeşşereden Zübeyr ve Peygamberimizin ölünceye kadar sevgilisi olan ve Kur’an-ı kerimde Allahü teâlâ tarafından methedilmek saadetiyle şereflenen Hazret-i Âişe validemiz, Hazret-i Osman’ın katillerinin hemen yakalanarak kısas yapılmasını Halifeden istediler. Halifede, (Ortalık karışık olduğundan, bu işe başlarsam, fitnenin artmasına ve belki ikinci bir facianın çıkmasına sebep olur. Önce isyanı bastırayım, ortalığı rahata kavuşturayım, ondan sonra, Allahü teâlânın kısas emrini yapacağım) dedi. Karşı taraftakiler ise, katillerin, şimdi bile belli olmadığını, daha sonra hiç bulunamayacaklarını, fitnenin daha da büyüyeceğini, halife öldürmenin âdet haline geleceğini ve dinin emri yapılamayacağını, ancak şimdi mümkün olduğunu, ictihad ederek söylediler.

Böyle ictihad edenler arasında bulunan Talha, Şam’da vazifeli olduğu için, Bedir’de bulunamamış, diğer bütün gazalarda bulunmuş, hele Uhud muharebesinde, Allahü teâlânın yolunda çok işkencelere uğramıştı. Resulullaha kendisini siper etmiş ve Peygamber efendimizi ok yağmuru altında sırtına alarak kayaya çıkarmıştı.

Resulullahın (Talha ve Zübeyr Cennette benim komşularımdır)buyurduğunu, Hazret-i Ali söylüyor. Zübeyr bin Avvam da, Haticet-ül-kübranın biraderinin oğludur ve Peygamber efendimizin halası Safiyye’nin oğlu olup, İslamiyet’in ilk günlerinde, onbeş yaşında iken müslüman olmuştur. Allahü teâlânın yolunda ilk kılıç çeken budur. Yani, İslam subaylarının birincisidir. Birçok gazalarda ve en tehlikeli anlarda, Resulullahın önünde çarpışarak çok yerinden yaralanmıştı. Peygamber efendimiz (Her Peygamberin havarisi vardır. Benim havarim Zübeyr’dir) buyurmuştur. Hazret-i Ömer vefat edeceği zaman, halife olmaya layık gördüğü altı kişiden biri Talha, biri de Zübeyr’dir. Zübeyr çok zengin olup, bütün servetini Resulullah uğrunda feda etmişti.

İşte bu büyük zatlar, kısasın hemen yapılmasına ictihad edip, şiddetle istediler. O zaman, Eshab-ı kiramın ictihadı üç türlü idi. Bir kısmı, halife gibi ictihad etmişti. Bir kısmı da, karşı taraf gibi ictihad etmişti. Üçüncü kısım ise, susmayı uygun görmüştü. Bunlardan her birinin, başkasına uymayıp kendi ictihadı ile hareket etmesi lazım idi. Birinci ve ikinci kısımda olanlar çoğaldı. Abdullah bin Sebe adındaki yahudi, işe karışarak, iş muharebeye sürüklendi ve Basra ve Cemel vakaları meydana geldi.

Hazret-i Muaviye, o zaman Şam’da vali idi. Üçüncü kısım ictihadında olup, idaresindeki müslümanları bu muharebelere karıştırmamıştı. Hepsinin rahat ve sükunetle yaşamasını temin etmişti. Fakat, Hazret-i Ali Şamlıları da çağırınca, Hazret-i Muaviye, birçok hadis-i şerifleri düşünerek, karşı taraf gibi ictihad etti. Halife Şamlılarla anlaşmak üzere iken, araya siyonizm, yahudi parmağı karışarak, Sıffin muharebesi meydana geldi.


Bu muharebelerde, Eshab-ı kiram birbirlerini incitmeyi, intikam almayı, hilafete, saltanata, rütbe ve servete kavuşmayı asla düşünmemiş, yalnız ictihadları farklı olduğundan, dinin emrini yerine getirmeye uğraşmışlardır. Muharebe zamanında bile, birbirleri ile mektuplaştıkları, nasihat verdikleri, seviştikleri çok misallerle meydandadır. Mesela, Sıffin muharebesi sıralarında, İstanbul imparatoru ikinci Kostantin, hudutlardaki İslam şehirlerine rahatsızlık veriyordu. Hazret-i Muaviye, ona mektup yazıp: (Bu sarkıntılıktan vazgeçmezsen, şimdi efendimle sulh yapar, onun askerinin kumandanı olur, oraya gelip, şehirlerini yakarım. Seni domuzlara çoban yaparım) demişti. Yine aynı zamanda, halife Hazret-i Ali, büyük bir kalabalık karşısında (Kardeşlerimiz bizden ayrıldı. Onlar, kâfir ve fâsık değildirler. Çünkü, ictihadları öyle oldu) buyurdu. Birbirleri ile harp ederken, biri ötekine kardeşim dedi. O da, buna efendim dedi. Bunların muharebeleri, ictihadları ayrı olduğu için olup, saltanat için, mal ve şöhret için değildi. (Eshab-ı Kiram kitabı)

Burada bunu ispat için bir güzel misal verelim: 

Eshab-ı kiramın, ensarın büyüklerinden, Peygamber efendimizin mihmandârı, sancaktârı ve katiplerinden olan Halid bin Zeyd Ebu Eyyub-i Ensari hazretleri [Türkiye’de Eyüp Sultan denilmekle meşhurdur] 670 (H.50) senesinde İstanbul’da şehit olmuştur.

Resulullah, Medine’ye hicret edince, deve bunun kapısında çöktü. Mescid yapılıncaya kadar, yedi ay bu mübarek sahabinin evinde misafir kaldı. Bütün eshab-ı kiram istediği halde, Resulullahı yedi ay ağırlama ve evinde bulundurma şerefi bu mübarek zata nasip oldu. Medine ahalisi Hazret-i Halid’in evine gelip Resul-i ekremi ziyaret etti.

Hazret-i Halid, Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye ve başka gazalarda Resulullah efendimizin yanında bulundu ve hayır dualarına kavuştu. Birçok muharebelerde sancaktârlık hizmeti ile şereflendi. Bu sebeple kendisine Sancaktâr-ı Resulullah ünvanı verildi. Yüzelli hadis-i şerif haber vermiştir. İhtiyar olduğu halde Hazret-i Muaviye zamanında, Süfyan bin Avf kumandasındaki ordu ile İstanbul’u almaya geldi. Yezid’in de bulunduğu asker arasında otuzüç sahabi vardı. Abdullah ibni Abbas, Abdullah ibni Ömer, Abdullah ibni Zübeyr hazretleri de Ebu Eyyüb-el Ensari Halid hazretleri ile beraberdi. Bunlardan Hazret-i Halid dizanteriden vefat etti.

Ebu Eyyub-i Ensari hazretleri, Cemel ve Sıffin vakalarında, Hazret-i Ali’nin yanında bulundu. Kumandanları arasında yer aldı. Hakemlerin kararı ile Hazret-i Muaviye halife seçildiği gün, Medine’de Hazret-i Ali tarafından vali idi. Suriye, Filistin muharebelerinde, Mısır ve Kıbrıs’ın fethinde bulundu. Gayet şecaatli ve pek kahramandı. Bir muharebede özrü sebebiyle bulunmadığı için hep üzülürdü.

İlk imana gelenlerden ve hayatta iken ismen Cennetle müjdelenen on kişiden biri olan Hazret-i Talha ile ahiret kardeşi idi. Resulullah efendimiz yapmıştı.

[Ki bu Talha hazretleri, Hicretin 36. yılında, Cemel vakasında, Hazret-i Ali’ye karşı savaş edenler arasında idi. Bu muharebede şehit olunca, Hazret-i Ali çok üzüldü. Ağlayarak yanına gitti, mübarek elleri ile, toprağı yüzünden sildi. Cenaze namazını kendi kıldırdı.]

Evet, bu yüce sahabi, Resulullahın sancaktârı, Hazret-i Ali’nin kumandan ve valilerinden Hazret-i Halid, bir zaman önce kendisine karşı savaştığı Hazret-i Muaviye’nin, halifeliği zamanında İstanbul’un fethi için teşkil ettiği orduya katıldı. Birbirlerini sevmeselerdi, Hazret-i Ali efendimizin buyurduğu gibi, birbirlerini kardeş bilmeselerdi hiç Hazret-i Muaviye’nin halifeliği zamanında onun emrine girip, fetih için gönderdiği orduya katılır mıydı? Ki bu katılması onun şehit olmasına da sebep oldu. (Kısas-ı Enbiya, Şevahüd-ün-nübüvve, Tezkire-i Kurtubi muhtasarı, H. S. Vesikaları, Eshab-ı Kiram, S. Ebediyye)

İmam-ı Müslim’in üstadlarından Ebu Züratirrazi, kitabında diyor ki:
(Eshab-ı kiramı aşağılayan, onlara dil uzatan, zındıktır. Müslümanların, Resulullahın düşmanlarını düşman bilmeleri ve onlara, Ehl-i beytin düşmanlarından daha fazla lanet etmeleri lazım gelir. Resulullahın büyük düşmanı olan ve çok eziyet ve cefalar etmiş olan Ebu Cehile lanet etmiyorlar, ona bir şey demiyorlar da, Resulullahın methettiği, sevdiği Hazret-i Muaviye’yi, Ehl-i beyte düşman zannedip, bu kerim olan zata dil uzatıyorlar ve hâşâ lanet ediyorlar. Bu nasıl dindir, nasıl müslümanlıktır? Muhammed aleyhisselamın, Allahü teâlânın peygamberi olduğunu, Kur’an-ı kerimin Ona Allahü teâlâdan geldiğini bizlere ulaştıran Eshab-ı kiramdır. Eshab-ı kiramı büyük ve doğru bilmeyen, onların bizlere ulaştırdıkları haberlere de inanmaz ve tabii, dinleri yıkılır, gider.)

Mirat-i kâinatın 327. sayfasında buyuruyor ki:
Akaid kitaplarının hepsinde şöyle yazılıdır: Eshab-ı kiramın hepsini büyük bilmek, hepsine hüsnü zan etmek, hepsinin salih ve adil olduğuna inanmak, hiçbirine dil uzatmamak, düşmanlık etmemek ve bir kısmını sevdiği için, ötekileri fena bilmemek kati deliller ile bütün müslümanlara vaciptir.

Mevahib-i ledünniyyede, (Eshabımın ismini işitince, susunuz! Şanlarına yakışmayan sözleri söylemeyiniz) hadis-i şerifi yazılıdır.

Eshab-ı kiramın şanlarına layık olmayan sözleri söylemek, müslümanlara yakışmaz. Onların muharebeleri kötü sebeplerle, aşağı düşüncelerle değildi. Onların ruhları ve nefsleri, insanların en iyisinin ve yükseğinin huzurunda bulunarak, mübarek sohbet ve nasihatlerini dinleyerek temizlenmiş, nurlanmış, kalblerinde kin ve geçimsizlik kalmamıştı. Her biri ictihad makamına yükselmiş olduğundan, kendi ictihadlarına uygun hareket etmeleri lazım ve vacip idi. Bazı işlerde ictihadları ayrılınca birbirlerine uymayıp, kendi ictihadlarına uymaları doğru yol idi. Onların birbirlerine uymamaları da, uymaları gibi, hak üzere idi. Nefsin arzusu değildi.

Yine 327. sayfada diyor ki:
İmam-ı azam Ebu Hanife buyurdu ki: Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer’i üstün tutup, Hazret-i Osman ile imam-ı Ali’yi sevmek (Ehl-i sünnet vel cemaat) alametlerindendir. Bu ikisini üstün ve ikisini de sevgili tutmak, Cehennemden kurtulanlara mahsustur. İkisinin üstünlüğünü Eshab-ı kiramın hepsi söylemiş ve Tabiinin hepsi din imamlarımıza bildirmiş ve imamlarımız, kitaplarında yazmıştır. Mesela imam-ı Şafii’nin ve Ebül-Hasan Eşari’nin, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’i bütün ümmetin üstünde bildirdikleri muhakkaktır. İmam-ı Ali’nin dahi, halife iken, ileri gelen kimselere karşı, (Ebu Bekir ile Ömer’in, bu ümmetin en üstünü olduklarını) buyurduğu muhakkaktır. (Benden sonra ümmetin en yükseği, Ebu Bekir ile Ömer’dir), hadis-i şerifini imam-ı Ali’den işittiklerini imam-ı Zehebi ve imam-ı Buhari bildiriyor. Şii âlimlerinin büyüklerinden Abdürrezzak-ı Lahici de, bu ikisinin yüksek olduğunu söylüyor ve diyor ki, (imam-ı Ali’nin yüksek olduğunu ve en çok Onu sevdiğimi söylediğim halde, Onun yolundan ayrılarak, kendi görüşlerime uyabilir miyim? Çünkü O, Ebu Bekir ile Ömer’in kendisinden daha üstün olduklarını söylemiştir). Abdürrezzak bin Ali Lahici, Kum şehrinde müderris idi. 1051 [m. 1642] de vefat etti. (Eshab-ı Kiram kitabı)

Sual: Peygamber efendimizin vefatından sonra, ilk Müslümanlar arasında meydana gelen harplerin sebebi ne idi?
Cevap: Eshab-ı kiram arasındaki muharebeler iyi niyetlerle, güzel sebeplerle yapılmış olup, inat ve düşmanlık ile değildi. Çünkü onların hepsi Peygamber efendimizin sohbeti ile, hırs, kin ve düşmanlık gibi şeylerden temizlenmişlerdi. Her biri kendi ictihadına göre hareket etmiştir. İctihadı doğru olanlara iki veya on sevap, isabet etmeyenlere de bir sevap vardır. O hâlde doğruyu bulmaya çalışıp da bulamayıp yanılanlarına da doğru olanlar gibi dil uzatmamak lazımdır. Hazret-i Ali kendisinden ayrılanlar için, “Kardeşlerimiz bizden ayrıldı, onlar kâfir, fâsık değildir. Çünkü ictihatlarına göre hareket ediyorlar” buyurmuştur. Peygamber efendimiz de, (Eshabıma dil uzatmaktan sakınınız!)buyurmuştur.
Eshab-ı kiramın hepsini büyük bilmemiz ve hepsini hürmetle, iyilikle anmamız lazımdır. Çünkü Eshab-ı kiramı sevmek, Peygamber efendimizi sevmekten ileri gelir. Eshab-ı kirama düşmanlık, Peygamber efendimize düşmanlık olur. Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri buyurdu ki:
“Eshab-ı kirama hürmet etmeyen bir kimse, Muhammed aleyhisselama iman etmiş olmaz.”

Yahudi ve Münafık İlişkisi

Ä°lgili resim

Yahudi ve Münafık İlişkisi

   Tarih kesin bildiriyor ki; İsrailoğulları, bu peygambere ve onun getirdiği dine karşı en fazla zarar veren topluluktur. Öncelikle yahudiler ve bunun hemen ardından haçlılar. Bunların peygamberimize, onun dinine ve bu dine bağlı olanlara karşı başlattıkları savaş, oyunları ve tuzakları ile en iğrenç, en çirkin ve en alçakça bir savaştır. Ve onlar bu savaşta ısrar etmiş ve onu sürdürmüşlerdir. 
Yahudiler, islam ümmetinin henüz beşiğindeyken ortadan kaldırmak için bütün gayretleriyle çalıştılar. Sonunda ümitlerini kestiler ve bir süreye kadar geriye çekildiler. Bugün artık kafir olanlar sizin dininizi yok etmekten ümidini kesmişlerdir. O halde onlardan korkmayın, benden korkun. – (maide,103)  Bu ümitsizliklerine rağmen yahudilerin kinleri, kendileriyle birlikte varlığını devam ettirdi. Hatta zamanla daha da arttı. Yeryüzünde kötülüğü yaymak ve kendilerinin dışındaki bütün ümmetleri ortadan kaldırmak için haince planları ve kararlıkları azdı.
İslamiyetten asırlarca önce Arap yarımadasında yahudiler yayılmış ve yarımadada yahudi kolonileri oluşmuştur. Bu kolonilerin en tanınmışı yesrib dedir. Şehir sonradan medine adı ile anılmıştır. 
Romalıların şamı ele geçirip yahudileri çiğnemelerinden ve öldürmelerinden sonra beni nadir, kaynuka ve kurayza adlı üç yahudi kabilesi yesribe yerleşmiştir.
   Yahudilerin medine ve hicaz gibi yerlere yerleşmeleri genellikle bulundukları yerlerin işgal edilmesi ve sürgün sonrasıdır. Hz. Musa israiloğullarını mısırdan firavunun zulmünden kurtararak millet olma şuuruna kavuşturmuştur. Fakat vaadedilen diyara ulaşamadan vefat etmiştir. Yerine geçen yeşu zamanında kenan ülkesine varılmıştır. Hz. Davudun saltanat döneminde kudüs merkez edinilmiş ve mabedin inşaa çalışmalarına başlanmıştır. Mabedin bitirilmesi hz. Süleyman döneminde olmuş ve bu dönemde yahudi krallığı en muhteşem devrini yaşamıştır.
Hz. Süleymanın ölümü ile yahudi krallığı güneyde yahuda, kuzeyde israil olmak üzere ikiye bölünmüştür. İsrail krallığı M.Ö 722 yılında asur, yahuda krallığı M.Ö 586 yılında babil tarafından işgal edilmiş, mabet yakılıp yıkılmış ve yahudi bağımsızlığı son bulmuştur. Yahudilerin babil esareti M.Ö 538 yılındaki iran hakimiyetine kadar sürmüştür. 
Yahudiler M.Ö 332 yılında büyük iskenderin istilasına kadar iran kontrolünde kalmış ve iran imparatorunun yardımıyla mabedi yeniden yapmışlardır. 
Bu dönem M.S 70 yılında romalıların hakimiyetleri ve mabedin tahribi ile son bulmuştur.

   Bunların en önemlisi babil sürgünüdür. Babil kralı buhtunnasarın nakubadnazarın kudüsü zaptedip yahuda krallığına sonverdiği (M.Ö 586) israiloğullarından bir kısmını esir aldığı sırada bazı yahudi grupları hicaz taraflarına gitmiş vadil kura, teyma ve yesribe yerleşmiştir. 
O sırada orada cümhürlülerden bazı topluluklar ile Amelikanın kalıntıları bulunmaktadır. Yahudiler önceleri onlarla iyi geçinmiş zamanla çoğalınca onları ordan kovup şehri ele geçirmiş ve medinede yaşamaya başlamışlardır.
   Hz. Peygamber zamanında yahudi ve münafık ilişkisi, islama karşı giriştikleri savaşlar bedir savaşında başlamaktadır. Hz. peygamber bedir gazvesinden döndüğünde islam dini daha da kuvvetlendi ve islam içinde bir hayli münafıklar peyda oldu. Bedr savaşından sonra yahudilerle yapılan anlaşmanın akabinde yahudilerden olan kab bin eşref, mekkeye gidip kureyşi, müslümanlar aleyhine tahrik etmiştir. Bu tahrik ve teşvikler uhud gazvesinden sonra daha da artmıştır.
   Hz. Peygamber müslümanlar ile antlaşma yapan yahudilerin antlaşmaya olan sadakatlerini öğrenmek için aralarında hz. Ebubekir, hz. Ömer, hz. Alininde bulunduğu on kişi ile kuba yakınındaki beni nadir yahudilerine gitmiştir. Yahudilere gidiş gayesini ve teklifini açıklayan hz. Muhammed önce iyi karşılanmış fakat sonradan onların aralarında bir dedikodu başlamış ve birkaç kişi bir araya toplanıp birşeyler konuşmuşlardır. Kendi aralarında konuştukları konunun hz. Muhammedi öldürmeğe yönelik bir suikast olduğu anlaşılmıştır.
   Suikast Hz. Muhammedin oturduğu damın başına çıkıp büyükçe bir taş atmak şeklinde olacaktır. Bu işi yerine getirmeyi de amr b. Cihaş üzerine almıştır. Fakat bundan haberdar olan hz muhammed derhal oradan kalkmış ve medineye dönmüştür. O, medineye dönünce muhammed b. Meslemeyi beni nadire elçi göndermiş antlaşmayı bozmalarından ve peygambere karşı suikast düzenlemelerinden dolayı on gün zarfında memleketlerinden çıkıp başka bir yere gitmelerini emretmiştir.
Sıkıştıkları zaman inanmış görünme, rahata kavuştukları zaman inkar etme, söz verip yerine getirmeme, verdiği sözden dönme ve kendi inançları doğrultusunda yaşama yahudilerin alışkanlıklarından olduğu dikkati çeken hususlardandır.
   Yahudilerin islam düşmanlarıyla anlaşma yapmaları, onlara yardım etmeleri, başlangıçta iyi olan ilişkileri bozmuştu. Hendek savaşında beni kureyza yahudileri islam düşmanlarıyla işbirliğine girmişlerdi. Bu arada peygamberimize suikast tetip etmeye teşebbüs eden beni nadir yahudileri munafıkların reisi abdullah ibn ubey b. Selul ile anlaşmış ve medineden çıkmama kararı almışlardır.
Munafıkların bu halini beyan etmek üzere Allah şöyle buyurmaktadır. “Şu münafıklık yapan kimseleri görmüyormusun? Ehli kitaptan küfürde direnen yoldaşlarına şöyle diyorlar:
Andolsun eğer siz yurtlarınızdan çıkarılırsanız biz de, sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde olan konularla asla kimseye boyun eğmeyiz. Eğer size savaş açılırsa biz size yardım ederiz. Allah şahittir ki onlar yalancılardır.’’ (haşr,11-13)
   Yahudilerin müslümanlara karşı silahlı direnişleri de olmuştur. Çeşitli suçları dolayısıyla yerleşmiş bulundukları medineden kovulan yahudilerin çoğu hayberde toplanmıştır. Hz. Peygamber zamanında yahudilerin kalesi olan hayber 628 yılında müslümanlar tarafından zapdedilmiştir. Hz. Muhammed 200 atlı, 1500-1600 piyade ile medineden çıkıp haybere gelmiştir. Savaşta yahudilerden 93 kişi ölmüş ve müslümanlardan 15 kişi şehit olmuştur.
Hz. Muhammed sav hayberde kaldığı günlerde bir suikast da düzenlenmiştir. Yahudilerin ileri gelenlerinden olan savaşta yakınları ölen zeynep adında bir yahudi kadını, hz muhammedi arkadaşlarıyla beraber yemeğe davet etmiş ve kızartılmış koyun etine zehir katarak onları öldürmeyi planlamıştır. Ancak hz. Peygamber yapılan planı anlamıştır.
Bu olayı enes b. Malik şöyle nakletmektedir.
‘’Hayberden bir yahudi, nebiye zehirleyerek kızartılmış bir koyun eti takdim etmişti. Rasulü ekrem bundan yemiş kendisiyle beraber bişr ibn bera da yemişti. Sonra rasulü ekrem ashaba bu et zehirlidir yemeyiniz demişti. Bu ihaneti yapan yahudi kadın getirildi. Kadın cürmünü itiraf etti. Bunun üzerine ashab tarafından bu kadını öldürelim mi ya rasulallah diye soruldu. Peygamberde hayır öldürmeyiniz buyurdu. Resulü ekrem nefsi için intikam niyetinde değildi. Fakat bilahare bişr, zehirden dolayı vefat edince kadın kısas edildi. Bu bir lokma etin tesirini zaman zaman rasulü ekrem küçük dili üzerinde hissederdi.’’ (Sahihi buhari muhtasarı ez-zebidi VIII-44)
Bu zehirleme ile ilgili başka rivayet de ebu hureyre den nakledilmektedir.
Hayber fetholunduğu zaman nebiye haris kızı zeyneb tarafından içi zehirle kızartılmış bir koyun hediye edilmişti. Bunun zehirli olduğunu vahiy ile bilen nebi, ashaba hayberde ne kadar yahudi varsa onları bana toplayınız buyurdu. Ashabta toplayıp getirdiler. Rasulullah bunlara hitap ederek şu koyuna zehir koydunuz mu diye sordu. Yahudiler evet koyduk dediler. Rasulullah bu cinayete sizi ne sevk etti demişti. Yahudiler de biz şöyle düşündük. Eğer sen yalancı peygamber isen koyunu yer ölürsün biz de müsterih oluruz. Eğer hakiki bir peygamber isen sana bir zarar erişmez. Diye cevap verdiler. (ez-zebidi sahihi buhari muhtasarı, VIII-466)
İslam anlayışı dünyaya yayıldıkça yahudilikte gerileme başladığı, islami gelişme karşısında yahudilerin yollarından dönmediği, hakikatlare daima sırt çevirdiği, yahudilerin biat etmeleri gerekirken en büyük mücadeleyi islam ve hz. Muhammed ile yaptıkları yönünde ileri sürülen görüşler; bu ihtiyatlı yaklaşımın altyapısını oluşturmaktadır.
   Yahudilerin hz. Musa zamanından beri, sahip oldukları anlayış gereği, daima vurgun ve hile yolunda yürüdükleri ve içten içe eski inanışlarını yaşattıkları ve bu vesile ile islamdan da öç alma yolunu tuttukları bir gerçektir. Müslümanlar arasında fitnenin uyanmasında ve ikiliğin oluşmasında temel etken olarak Abdullah b. Sebe görülmektedir. Bu yaklaşımlara göre Abdullah b. Sebe görünüşte müslüman fakat hakikatte islama karşı derin kin duymuş yahudi dönmesi bir kimsedir. Gayesi islamı sarsmaktır; bu gayeye ulaşmak için halk arasında müslüman kisvesi altında birçok hurafe yaymıştır.
   İbni sebe basra, kufe, mısıır gibi yerleri dolaşarak, idareden şikayetçi olan ve eski geleneklerine bağlı halk arasına tefrika sokmaya, iran/zerdüşti, hıristiyan ve yahudi inançları ile ilgili teferruatı, islamdanmış gibi gösterip dine dahil etmeye çalışmıştır. O, hz. Osmanın şehit edilmesinde ve müslümanların birbirine düşman olmasında büyük rol oynamıştır. Sebe, hz. Alinin şehid edilmesinden sonra da iranlılar, hindliler, mısırlılar, yahudiler ve hıristiyanlar arasında yaygın bazı inançları hz. Aliye atfetmiş; onun ilah olduğu, ölmediği, göğe çekildiği, dünyayı düzeltmek ve adaletle doldurmak için yakında geleceği inancını yaymıştır. Böylece o, bir sebeiyye fırkası ortaya çıkarmıştır.
   Abdullah b. Sebe ile ilgili olarak taberi şunları kaydetmektedir. ‘’ Abdullah b. Sebe sanalı bir yahudidir ve annesi sihayidir. Hz.Osman zamanında müslüman olmuş, sonra müslüman diyarlarda sapık fikirler yaymaya başlamıştır. Abdullah b. Sebe hz. Ali için sen ilahsın demiş ve sebeiyye fırkası da cuzi ilahinin tenasuh ile aliden sonra imamlara geçtiğini savunmuştur. Şiadan galiye fırkası da bunun bir benzerini söylemiştir. O, hz. Alinin peygamberin vasisi olmasından dolayı hz. Osmandan hilafate daha layık olduğunu savunmuştur.
   Mahmud kasım; dirasetun fil felsefetil islamiyye adlı eserinde hz. Alinin hilafeti zamanındaki nifakın başının islam kisvesine bürünmüş yemenli bir yahudi olan abdullah b. Sebe olduğunu onun siyasi ve dini fitneyi çıkaran hileli mahkemeyi çizen kişi olduğunu kaydediyor ve müslümanların çok işini fesad ettiği içinde tenkid ettiğini belirtiyor. 

Eserin başka bir yerinde o, mesih isab. Meryem gibi hz. Aliye uluhiyet isnad eden ibn sebenin Gnostisizm cemiyetine dahil olduğuna, batını fikirler ile uğraştığına, kuranın bazı ayetlerini tevil edip kabal görüşlerini islama dahil etmeye çalıştığına da yer veriyor.
İbn sebe cemel vakasının da içinde de büyük rol oynamıştır. İbn sebe ve onun tarafından veya yandaşları tarafından ortaya atılıp, yayılan fikirler yüzünden islam alemi kanlı çatışmalara ve bölünmelere, sonuçsuz düşmanlıklara sahne olmuştur.
Allah şöyle buyurmaktadır:

‘’ Niceleri vardır ki: Allaha ve peygambere inandık ve itaat ettik derler, sonra da bunların bir kısmı sözlerinden döner. Bunlar, gerçekten yürekten iman etmiş kimseler değildirler.’’ (nur-47)
Allah yine islamı dili ile kabul ve itiraf edip kalben kabul etmeyen kimselerin ruhi durumlarını da ortaya koymaktadır. Kuranda bu tip insanların amellerinin boşa çıktığı şu şekilde beyan edilmiştir.
‘’Allah küfürde direnenlerin ve insanları Allah yolundan alıkoyanların bütün iyi amellerini hesap gününde boşa çıkaracaktır… Doğru yol kendilerine açık bir şekilde anlattıktan sonra ona sırt çeviren eski küfürlerine ve batıl dinlerine dönen bu münafıklar, şeytanın kendilerini aldattığı ve düşmanla işbirliği yaparak başarıya ulaşabileceklerine dair boş ümitlere kaptırdığı kimselerdir.’’ (muhammed,1-25) Selam ve dua ile

Bir İsrail Hikayesi Daha

Sevgili muhalif makale.com okurları, uzun bir aradan sonra 

Elhamdülillah Bir İsrail Hikayesi Daha adlı yazıyla yine beraberiz.

İlk yazının devamı olarak israil’in kirli oyunları hakkındaki araştırmalarım ve ayan beyan ortada olan bir takım mevzuları yine yorumlayarak yazıma devam etmek istiyorum.
Büyük Ortadoğu Projesi…

Korkunç bir plan, alçak bir inanç, kirli bir düzen…
İsrail, lanetli bir nesil’dir, kıyamet yine bu zalimlerin üzerine kopacaktır.
Sapkın inançları sebebi ile kendilerine gönderilen tüm Peygamber ve Nebileri zalimce katlettikleri bir kısmı Hazreti Kur’an’da kesin olarak, bir kısmı İslâm Alimlerinin kitaplarında ise klavuz olarak belirtilmiş ve bize aktarılmıştır.

Hazreti Musa Aleyhisselam, Firavun’un zulmünden kaçırırken gözlerinin önünde cereyan eden bir takım mucizevi olaylara bizzat şahitlik etmelerine rağmen yinede daima nefslerine mağlup olup Hak yoldan sapacak kadar sapkın bir kavim olan israiloğullarını vahiy ve emir almak için tur dağına çıkıp her döndüğünde ya bir sapkınlık yada bir isyan ile buldu.
Hazreti Allah’ın izni ile Nil nehri’ni ortadan ikiye bölüp bunları karşıya geçirdi, Firavun’u bu sırada ibreti alem için sulara gömdü.

Hazreti Mevlâ, kendilerine bıldırcın eti ve kudret helvasını her gün hiçbir çabasız yollamasına rağmen yine de kendi yaptıkları eşeğe (buzağı) tapacak kadar nankör, kör ve nasipsiz bir toplululuk.
Kendileri için vaad edilmiş topraklar olarak bugün göz koydukları topraklar gösterildi ancak bu topraklar onlara mâl edilmedi.
Buraya kaçmaları, burada yaşamaları emrolundu ancak bu topraklar onlara ait olacak, bu topraklara sahip olmak için gerekirse bebeklerin kanını dökecekleri tabi ki emredilmedi, bu tamamen onların sapkınlığı ve nasipsizliği neticesinde uydurdukları sapkın bir inanç’tan başka bir şey değil.
Hazreti Musa’yı çok sevdikleri söylerler, ancak kendilerine göre uyarladıkları emir ve yasaklara göredir gösterdikleri bu sevgi.
Rabbimizin, emirleri nefslerine ağır geldiği için daha o zaman yalanlamaya ve inkara başlamışlardı.
Hazreti Musa, israiloğullarını Firavun’un zulmünden kurtarıp emrolunan topraklara götürürken yolda vefat etti ve daha tur dağında iken sapıtan bu grup bundan sonra yine kendilerine göre bir inanç sistemi oluşturmaya başladı.

Bunlara göre; ‘Vaad edilmiş topraklar hakimiyet altına alınmadan inandıkları kurtarıcı mesih gelmeyecekti, buna bağlı olarak vaad edilmiş topraklar hakimiyetleri altında değilken gelen hiçbir Peygamber’e veya Nebi’ye itibar etmediler, inanmadılar ve hatta katlettiler.’

Bundan dolayı israil lanetli bir millet’tir, kıyamet bunların üzerine kopacaktır.
Hazreti Mehdi Aleyhisselam geldiği zaman ve deccal Hazreti İsa Aleyhisselam tarafından öldürüldükten sonra,
Hadis-i Şerif’te de aktarıldığı gibi;

Sizler Yahûdîlerle muhakkak savaşacaksınız! Harp o kadar şiddetli olacaktır ki, hattâ taş: ‘Ey Müslüman! Şu arkamdaki bir Yahûdî’dir! Gel de onu öldür!’ diyecektir  – (Müslim, Fiten, 80)
Dünya üzerindeki aklı baliğ, buluğ çağına ermiş ne kadar yahudi var ise İnşaAllah bizler tarafından yok edilecek, yalnızca çocukları kalacak ve bu vesile ile soyları kurumuş da olmayacak, kıyamet israiloğullarının üzerine kopacak derken işte geriye kalan bu çocukların nesilleri altın çağdan sonra insanları saptıranlar olacaklar yine.

Hazreti Mehdi Aleyhisselam ile beraber İnşaAllah, Rabbimizin vaadi üzerine ‘İslâm Nurunu Tamamlayacak’ yani tüm dünya İman edecek, zalim israil’in soyu dahil tüm dünya müslüman olduktan sonra dünya’ya Şeriat kanunları hükmedecek ve ‘kurt kuzu’yu yemeyecek’ yani böylesine müstesna bir barış ortamı olacak ve bununla beraber altın çağ’da yaşanacak tabi ki, buna göre  

Hazreti Mehdi Aleyhisselam’da tüm ilimler olacak ve hatta cinlere dahi hükmedecek, yer altında bulunan tüm değerli madenleri yer üstüne çıkarmalarını emredecek ve böylece zenginler fakir, fakirler zengin olacak demektense aslında herkes eşit olacak çünkü altın değersiz bir metal haline gelecek, topraktan bolluk fışkırıp, gökten bereket yağacak, hastalıkların çoğu yok olacak ve ömürler uzayacak İnşaallah.

Konuyu dağıtmadan devam edelim sevgili okurlar, değerli takipçilerimiz.
Bizim beklediğimiz Mehdi, yahudi ve hıristiyanlara göre deccal, oysaki onların mehdi diye bekledikleri ve bu uğurda katliam yaptıkları aslında deccal’den başkası değil. Dört farklı incil vardır, bu dört incilin orjinalleri birbirlerinden farklı dillerle yazılmıştır; eski yunanca, latince, ibranice, aramice olarak tamamı birbirini yalanlayan ve çekişki içerinde bulunan bir yazı dizisidir. Bu dillerin tamamını bilip incil’i hakkı ile araştıran zaten gerçeği görüp 

Müslüman oluyor bunun birçok örneği var. İncillerin tamamı Tevrat ile başlar, her hangi bir konuda cevapsız kalan hıristiyan tevrat’a başvurmak zorundadır, hıristiyanlar çelişkilerinden asla kurtulamazlar, vicdanları hiçbir zaman rahat değildir, inançları ile ruh ve nefs asla birbirini tamamlayamaz, dini bir huzur asla ve asla olamaz, sadece atalarının dini üzerine yaşamaktalar, aslında İslâm’ı araştırıp onun Hâk Din olduğunu kavradığı halde yine de İman etmeyenler de işte bu yüzden İman edemiyorlar, eğer İman ederlerse atalarının ve ölmüş olan tüm sevdiklerinin sonsuz ateşte olduklarına da iman etmeleri gerektiğinden bunu gururlarına yediremedikleri için geçmişlerin bir bildiği vardır deyip yaşıyorlar körü körüne.

Yahudilere göre lanetli bir şey ağaca asılarak ifşa edilir, orjinal incil’i ve kusursuz hıristiyanlığı tahrif edenlerde yine yahudilerdi, Hazreti İsa’nın benzerinden intikam almak için onu ağaca astılar, bunu inançları gereği yaptılar ve bir taşla iki kuş misali hıristiyanları da günahlarının kefareti olarak kandırdılar. Bugün mukaddes dinimizi sapkın cemaatler, sapkın meshepler ile tahrif etmeye çalışan yine yahudi’dir. Bizi İmanlı olduğumuz sürece Hazreti Allah’ın izni ile asla yenemezler, onlar bunu çok iyi biliyor, Hocalarımız itibarsızlaştırıldı, cemaatlerimiz güvensiz ortamlar ilan edildi, insanlar bireysel müslümanlığı tercih ederek yanlış itikat ile ibadetler yaparak inancına ve imanına zarar vermeye başladı.
Daha bir şiir’in içindeki birkaç mana’yı kavrayıp, çözemeyen tutuk insan kaldı ki Kur’an-ı azimüşşan’ı tövbe hâşâ kendi kendine yorumlamaya kalkarak kendisine anladığı kadarının yeteceğine inanıyor ve okumuyor bile sadece bana Kur’an yeter deyip temiz kalbine güvenip ibadet bile yapmıyor. İşimiz şansa kalmış diye bilir miyiz , asla diyemeyiz her zaman ve her daim her işimiz Rabbimize kalmıştır ama biz hayatımızı tamamen piyango gibi yaşıyoruz, yaptığımız bir hayrın, aldığımız bir duanın bizi cennet’e götüreceğini düşünüyoruz ya bu da itikatımızın bozuk olduğunun delili sevgili okurlar.
Hazreti Mehdi’de, deccal de Hak’tır.
Büyük Ortadoğu Projesi olur mu bilemem, ama kürdistan kuruldu, yani yönetimi tamamen israil’in elinde olan ve istedikleri zaman istediklerini yaptıracakları bir Devlet arz-ı mevud’un içinde hazırlandı, Suriye, Mısır, Filistin, Lübnan hepsi tamam geriye bir tek Türkiye kaldı. Ve sen sevgili kardeşim, Hakkı Batıl’dan ayırt edecek şuur’a sahip değilsin.
Meydanlarda biz bop’un eş başkanıyız diye resmen ve canlı canlı itiraf edenlere hâlâ aynı hıristiyanın gururu için körü körüne inanması gibi inanıyorsun.
Onlar, dur bakalım bu işin sonu ne olacak buraya kadar inandık diyor, sende dur bakalım bu kadar destek verdik ne olacak bu işin sonu diyorsun.
Bu, Bop’tan bir iş ama sen bile bile uyuyorsun.Saygılarımla… 

ŞİİLİĞİN DOĞUŞU NASIL OLMUŞTUR?’

Şiiliğin Doğuşu Nasıl Olmuştur?
ŞİİLİĞİN DOĞUŞU NASIL OLMUŞTUR?’ 
sualinin cevabını vermek için tarihin perdelerini biraz aralayacak ve gerçek vak’alarla aramıza giren sisleri dağıtmaya gayret edeceğiz. Bunun için de İslâm’ın ilk inkişaf dönemlerinden kısaca bahsedeceğiz.
En büyük hidâyet meş’alesi olan Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın nazil olmasıyla bütün insanlık âleminde yepyeni bir devir başlamıştı. İnsanlar kalb ve ruhlarının fıtrî ihtiyacı olan Hak Dine kavuşma sevinci içinde idiler. Şirkten tevhide, zulmetten nura, hurafelerden hakikata, cehaletten marifete kavuşmuşlardı. 
Kur’an’ın hayatdar prensipleri onları her an maddî ve manevî kemalâta doğru götürüyordu. Dünün bedevî insanlan, artık âleme medeniyet dersi verecek hale gelmişlerdi. Müslümanlar göz kamaştıracak bir gayret ve himmetle, bütün insanlık âlemine iman ve irfan nurlarını neşrediyorlardı. 
Yapılan bütün zulüm ve işkencelere, hile ve ihanetlere, oynanan bütün oyunlara rağmen, bu hidâyet nurunun altına giren insanlar, günbegün artıyor ve kuvvetleniyorlardı. Artık Hak Din büyük bir şa’şaa ile parlıyor, terakki ve teali ediyordu. 
İslâmiyet gönüllerde taht kura kura yayılıyor; imanın küfre, Hakk’ın bâtıla, tevhidin şirke ve adaletin zulme galib geleceğinin emareleri ufukta görünüyordu.
Nitekim, öyle de oldu. Resûl-i Ekrem Efendimizin devr-i saadetlerinde İslâmiyet; Mekke, Medine, Hicaz ve civar bölgelerde mutlak hâkimiyetini kurdu. Artık cehalet ve zulmet devri, yerini saadet ve nûr devrine bırakmıştı.
Hz.Ebûbekir ve Hz.Ömer (R A) devirlerinde kısa zaman içerisinde yapılan emsalsiz fütuhatlarla Suriye, Mısır, Irak ve İran’ın fethine muvaffak olundu.
Bu harikulade inkişaf, İslâm düşmanlarının, bilhassa Yahudilerin[1] hased ve kinlerini kabarttı.
Yahudiler tarih boyunca nifak ve ihtilâf çıkarmada ve ehl-i hakkı bölüp parçalamada meharet kesbetmiş dessas bir millettir. İlâhî iradeye her devirde karşı çıkmış, kendi peygamberlerini katletmekten çekinmemişlerdir. Bunlar her çeşit ihtilâli tezgâhlayan ve bütün ifsat komitelerini sevk ve idare eden, beşerin huzur, ahlâk ve itikadını bozmayı baş gaye edinen muzır bir millettir. Münafıklık, riyakârlıkta hiçbir kavim bunlara ulaşamamıştır.
Bir ayette meâlen şöyle buyrulur:
“(Ey Muhammed!) İman edenlere düşmanlık etmede insanların en şiddetlisinin Yahudiler ile Allah’a ortak koşanlar olduğunu görürsün. Yine onların iman edenlere sevgi bakımından en yakınının da Hristiyanlar olduğunu görürsün. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır. Onlar büyüklükte taslamazlar.[2]
Bunlara, “insanlık âleminin nefs-i emmâresi” denilse yeridir. Kur’an’ın: İşte üzerlerine zillet ve yoksulluk damgası vuruldu”[3] ayetiyle Yahudiler, kıyamete kadar üzerlerinden silip atamayacakları bir zillet ve meskenet damgasını yemişlerdir.
Yahudiler, İslamiyet’in kısa zamanda gösterdiği büyük inkişaf karşısında dehşete kapılıyor ve beyinleri çatlayacak gibi oluyordu. Üstelik birçok Yahudi cemaatlerinin İslâm’a girişi de onları büsbütün çıldırtıyordu. İslamiyet’in bu hızlı ve parlak yayılışı mutlaka durdurulmalıydı. Bu gidişle İslâmiyet bütün dünyaya yayılacak ve Yahudilik yeryüzünden silinip gidecekti. Birkaç bin senelik Yahudi varlığı artık son bulmuş olacaktı. Yahudiler vaktiyle, yani İslamiyet’ten 6.5 asır önce de Hıristiyanlığın zuhuru ile böyle bir yok oluş tehlikesi geçirmişlerdi. Önce, Hıristiyanlığı ortadan kaldırmak için büyük gayret göstermişler, daha sonra bu yeni dinin mensuplarını kuvvetle mağlup edemeyeceklerini anlayınca hile ve desise yoluna başvurmuşlardı. Şöyle ki:
Hıristiyanlığın esas temellerini yıkarak onun yerine kendi uydurma hurafelerini ikame etmek üzere âlim ve feylesof bir Yahudi olan Saul’u sahneye çıkardılar. Bu zeki Yahudi beyi, güya Hıristiyanlığı kabul ederek Pavlos ismini aldı ve kiliseye çekilerek uzun müddet inziva hayatı yaşadı. Hıristiyan dininin icablarını harfiyyen yerine getiriyor ve gitgide halkın itimadını kazanıyordu. Sonunda Hıristiyanların hüsn-ü zannına o derece mazhar oldu ki, kendisine bir havari gibi hürmet etmeye başladılar. Pavlos, bu hüsni zannı, Hıristiyanlığı bozmakta çok dessas bir şekilde kullanmasını bildi. Hz.İsa (AS) ile görüştüğüne ve O’ndan talimat aldığına halkı inandırmayı başardı. Kesif ve plânlı gayretleri sonunda, Hıristiyanların hem itikad, hem de ibadetlerini hakikattan saptırmaya ve birtakım bâtıl mezheb ve fırkaları ortaya çıkarmaya muvaffak oldu[4]. Artıktevhid’in yerini teslis almış, yani Hıristiyanlar bir tek Ma’bûd’a bedel, Hz.İsa ve Hz.Meryem’e de ulûhiyet isnad etmeye başlamışlardı.
Fakat, Yahudilerin İslamiyet’in hızla yayılışı karşısında maruz kaldıkları tehlike, eskisinden çok daha büyüktü. Yahudilerin bu yeni dine mukavemetleri imkânsızdı. Çünkü İslamiyet’in gelişme istidadı fevkalâde idi. Zira İslâm dini akla, mantığa muvafık olduğundan kalblere te’sir ediyor; sadece Yemen Yahudilerinin değil, bütün İsrâiloğullarının, doğup yükselmekte olan bu İslâm güneşi karşısında eriyecekleri muhakkak görünüyordu. Öyle ise, ne pahasına olursa olsun buna mani olunmalıydı.
Vaktiyle, Hıristiyanlara karşı tezgâhlanan oyunun, şimdi Müslümanlara karşı oynanması lâzımdı. Uzun müzakerelerde bulundular ve sonunda Medine’de İbn-i Sebe’yi[5] sahneye çıkardılar.
İbn-i Sebe, tahribat programını başlıca iki esas üzerine bina etti. İlk olarak, Müslümanlar arasında ihtilâf çıkarmakla, İslâm’ın inkişafına mani olacak; ikinci safhada İslâmî inanç ve itikada hurafeler katarak, onlar arasına, kıyamete kadar sürecek bir fikir ayrılığı sokacaktı. Bu iki hedefin tahakkuku için komiteler kuracak ve onlar vasıtasıyla Müslümanlar arasındaki birlik ruhunu, muhabbet, uhuvvet gibi manevî rabıtaları zayıflatarak ortadan kaldırmak üzere yoğun faaliyet gösterecekti. Her bir ifsat merhalesinin arkasından hemen durum değerlendirmesi yapılacak, plânlanan hedeflerle alınan neticeler kontrol edilecek, değişen ve gelişen şartlar altında yeni hedeflerin tahakkuku için yeni plânlar yapılacak ve tatbik sahasına sokulacaktı.
İbn-i Sebe ve arkadaşları halkın üzerinde te’sir icrâ edebilmek için hâlis bir Müslüman, muttaki bir mü’min kılığına girme kararı aldılar. Bu safhada, İbn-i Sebe, rolünü emsalsiz bir biçimde oynamayı başardı. Sabah namazlarında herkesten önce mescide gidiyor, yatsıda herkesten sonra mescidi terk ediyordu. Çokça namaz kılıyor, ekseri günler oruç tutuyor ve daima zikirle meşgul oluyordu. Gittiği her yerde çekici ve câzib konuşmalar yapıyor ve kendisini İslâm’ın en hâlis ve sâdık bir fedaisi gibi gösteriyordu. Sahâbelerle, bilhassa Hz.Ali ile bol bol sohbet ediyor, onlara itimad telkin ediyordu. Bir taraftan fazilet ve takvâsını halka gösterirken, diğer taraftan da etrafıyla uyum te’min edemeyen gayr-i memnun kimseleri buluyor ve onlarla gizliden gizliye diyalog kuruyordu. Bu tiplerin bir kısmını makam ve mevki hırsından, bir kısmını şahsî garazdan, bir diğer kısmını da soy-sop üstünlüğü damarından yakalayıp kendine bağlıyor ve onları birer problem insan haline getiriyordu.
Daha sonra, faaliyetlerini Medine dışına taşırmaya ve daha önce buralara göndermiş olduğu adamlarıyla temaslar kurup halkı hilâfet aleyhinde kışkırtmaya karar verdi. O günkü içtimaî bünye de, maalesef, bu yıkıcı fikirlerin yayılmasına oldukça muvafık idi. Devlet aleyhinde istismar edilebilecek hususlar vardı. Bunlardan birisi Haşimilik – Emevilik rekabetiydi. Devlet adamlarının ekserisinin Emevîlerden olması, Haşimîler için bir huzursuzluk kaynağı, dolayısıyla da önemli bir tahrik unsuruydu. İstismar edilebilecek bir diğer husus da; devlet işlerinde Ensâr’dan çok, Muhâcirlerin vazife almış olmasıydı.
İbn-i Sebe, bu ve benzeri bütün fırsatları değerlendirmek üzere seyahata çıktı. Önce Basra’ya gitti. Burada daha önce yerleştirdiği komitacıları vasıtasıyla devletten memnun olmayan kişilerle temaslar kurdu. Yaptığı faaliyetler, Vali Abdullah bin Amr’ın dikkatini çekince Küfe’ye geçti. Burada da bir kısım halkın idare aleyhinde olması, İbn-i Sebe’nin işini daha da kolaylaştırdı ve kısa zamanda komitacılarını gerekli biçimde organize ederek Şam yolunu tuttu. Şam’da aradığını bulamadı. Zira, devlet işleri yolundaydı ve istismar edebileceği fazla bir mevzu yoktu. Buradan Mısır’a gitti. Aradığı şartları maalesef burada fazlasıyla buldu. Çünkü, muhtelif sebeblerle devlet idarecileri aleyhinde bulunan çeşitli grublar, burada toplanmışlardı. İbn-i Sebe dağınık halde bulunan bu grubları büyük gayretler sonunda bir çatı altında toplayarak, onları Hz.Osman’a (R.A) karşı harekete hazır hale getirdi.
Bu merhaleden sonra, Hz.Osman (R.A) aleyhinde tanzim ettiği bir dizi iftira listesini diğer İslâm vilâ-yetlerindeki adamlarına göndererek Halife’ye karşı bir kıyam hareketi başlatmak üzere yeni ve yoğun bir faaliyetin içine girdi ve adamlarına şu talimatı verdi: “İşe, bütün devlet erkânını kötülemekle başlayın. Kendinizi de ‘emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker’ ile meşgul gösterin. Halkın hürmet ve muhabbetini kazanın.”
Kendisi de çeşitli vilâyetlere ve bilhassa Basra ve Kûfe’ye sürekli olarak mektuplar gönderiyordu. Bu mektuplarda idari ve siyasî mes’eleler, yalan ve iftiralarla abartılıyor, Hz.Osman ve valilerinin halka zulüm ve gadrettiği ve bütün vilâyetlerin müthiş bir kargaşa içinde bulunduğu imajı veriliyordu. Maksat, Medine dışındaki diğer bölgelerin İslâmî çizgiden gittikçe uzaklaştığı, anarşinin bütün İslâm beldelerinde yaygınlık kazandığı kanaatini halka telkin etmek, halifenin bu mes’elelere karşı lâkayd ve âciz kaldığını zihinlere yerleştirmekti.
Fitne ve fesat haberleri Medine’ye ulaşınca Hz.Osman (R.A), Hz.Ali’nin de yardımıyla, durumun tedkiki için çeşitli vilâyetlere güvenilir ve itibarlı hey’etler gönderdi. Bu hey’etler, durumun propaganda edildiği gibi olmadığım, aksine bütün ülkede huzur ve sükûnun hâkim olduğunu müşahede ederek raporlarında belirttiler. Hz.Osman (R.A), hey’etlerin bu raporları ile de iktifa etmedi ve bütün valileri istişare için Medine’ye çağırdı. Onlarla müşaverede bulundu. Gerçekten ortada önemli bir problem yoktu. Yine de tedbir olarak valileri, halka iyi muamele etmeleri yolunda ikaz etti. Ancak fitne durmuyordu. Çünkü, düşman gizli ve sinsi idi ve çok plânlı çalışıyordu. Ortada, üzerine yürünülebilecek açık bir cephe mevcut değildi. Halk, her gün biraz daha fitnenin içine itiliyordu.
İbn-i Sebe, bu çalkantılar sırasında, Şiîliğin ilk çekirdeği olan Sebeiyye mezhebini kurdu[6]. Böylece, tasarladığı hainâne plânını gerçekleştirmede büyük bir adım atmış oluyordu. Bu mezheb, istikbâlde İslâm’ı parçalayacak fırkaların temelini teşkil edecekti.
İbn-i Sebe, Mısır’da kurmuş olduğu bu mezhebine yeterince taraftar buldu ve onları Hz.Osman (R.A) aleyhine tam manâsıyla şartlandırdı. Şimdi sıra yeni bir halife adayı tesbit ederek Hz.Osman’ı (R.A) katletmeye gelmişti. Bu noktada şöyle bir plânla işe başladı:
“Hz.Osman kusurlu ve hatalı bir insandı. O’nun yerine gelecek kimse de hatalı bir insan olursa problemlere çözüm getirilemez; zulmün, haksızlığın önü alınamazdı. O halde en mühim mes’ele, O’nun yerine gelecek kişinin hatadan salim, masum bir insan olmasıydı. Bu masum insan ise, çocukluğundan beri Hz.Peygamber’in (SAV) murakabesi altında yetişen, O’nun terbiyesiyle olgunlaşan ve O’nun ilmine ve kemaline vâris olan Hz.Ali’den başkası olamazdı. Her peygamberin bir veziri olduğu gibi, Hz.Ali de Hz.Peygamber’in veziriydi Hz.Ebûbekir, Hz.Ömer ve Hz.Osman, O’nun bu veraset hakkını gasbetmişlerdi…”
İbn-i Sebe bu dâvasını kuvvetlendirmek için, Hz.Ali’yi (RA) eski masal kahramanları gibi gösteriyor, birtakım hurafe ve hikâyelerle O’nun, insanüstü bir varlık olduğunu telkin ederek etrafındaki insanları gitgide birer Hz.Ali meczubu haline getiriyordu.
İbn-i Sebe, plânlarını merhale merhale icra sahasına koymaktaydı. Şimdi sıra güya Hz. Ali’nin (R.A) hakkını almaya gelmişti. Bunun için de şu telkin metodunu uyguladı:
Her peygamberin bir vasisi vardır. Hz. Peygamber (S.A.V), Hz. Ali’yi (R.A) vasi tayin etmiştir. Hz. Peygamber’in bu vasiyetini yerine getirmemek kadar büyük bir cinayet olamaz. Hem Hz. Peygamber (S.A.V), Hz. İsa gibi tekrar yeryüzüne-geri gelecek ve ‘niçin vasiyetimi yerine getirmediniz’ diye bizden hesap soracaktır. O zaman hepimiz mahcup olacak ve hüsrana uğrayacağız…[7]
Bu gibi telkinlerle, çevresindeki insanların his ve heyecanlarını, arzu ettiği noktaya getirince Medine’yi basıp Hz. Osman’ı (R.A) öldürmeye karar verdi. İbn-i Sebe, hacca gidiyormuş gibi yaparak harekete geçirdiği adamlarını Medine yakınındaki Merve’de topladı. İlk fırsatta Medine’ye girecekler ve Hz. Osman’ı öldürmek için çareler arayacaklardı.
Katlin, Haşimîler tarafından yapıldığı intibaını vermek için de Mısırlılar Hz. Ali’nin (R.A) etrafında toplanacaklar ve güya Hz. Ali’nin (R.A) hakkını müdafaa edeceklerdi. Tâ ki, Emevîlerle Haşimîler karşı karşıya gelsinler ve böylece dahilî harbler başlasındı.
İbn-i Sebe, daha önce Basra, Mısır ve Küfe gibi merkezlerdeki adamlarına Hz. Âişe, Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in (R.A) imzalarıyla uydurma mektuplar göndermiş ve onlardan güya Hz. Osman’ın hilâfetten uzaklaştırılmasını istemişti. İbn-i Sebe’nin komitecileri bu mektuplarla birçok insanları ifsat ettiler. Böylece kuvvetlendiler ve yola çıkarak İbn-i Sebe’nin grubuna Medine yakınlarında iltihak ettiler. Bu yeni kuvvetlerle İbn-i Sebe’nin eşkıyaları üç bin civarına erişmiş oluyordu.
Mısırlılar Hz. Ali’ye, Basralılar Hz. Talha’ya ve Kûfeliler de Hz. Zübeyr’e başvurarak: “Mektuplarınızı okuduk; Osman’ı hal’ edip ümmeti salâha çıkarmak ve sizi devletin başına getirmek istiyoruz,” dediler. Onlar da, kendileri tarafından böyle bir mektubun yazılmadığını, işin içinde bir nifak olduğunu söyleyerek hemen memleketlerine dönmelerini tavsiye ettiler. İsyancılar bu defa Hz. Osman’ın yanına gittiler. Bunun üzerine, Hz. Osman, Hz. Ali’nin de yardımıyla, asileri ve bütün Medinelileri mescidde topladı. Herkesin şikâyetini dinledi. Onlara: “Şikâyetlerinizi nazara alacağız, hatâ telâkki ettiğiniz mes’eleleri tashihe gayret edeceğiz. Müsterih olun…” dedi. Bu arada asiler, Mısır valisinin azlini istediler. Hz. Osman (RA) “vali olarak kimi istediklerini” sordu. Onlar da: “Ebûbekir’in oğlu Muhammed’i isteriz” diye karşılık verdiklerinde, Hz Osman teklifi kabul etti ve hemen tayin emrini Muhammed’e verdi. Neticede bütün taraflar mutmain olarak geri dönmeye başladılar. İbn-i Sebe, bu durumdan fazlasıyla rahatsız oldu. Geri dönmekte olan Mısır kafilelerini tekrar Medine’ye döndürmek ve mütecaviz bir hale getirmek için şeytanî bir plân hazırladı. Mısır valisine hitaben, Hz. Osman (RA) adına bir mektup yazdı: Mektuba, Hz. Osman namına sahte bir mühür basıp, fedailerinden birine vererek kafile arkasından yola çıkardı. O da devesiyle kafileye yetişerek, plân gereği şüpheli hareketlerle nazar-ı dikkati kendisine çekti. Neticede kafiledekiler bu adamdan şüphelenerek onu yakaladılar ve mektubu ele geçirdiler. Zaten onun istediği de bu idi.
Mektupta Mısır valisine hitaben, “Bu âsiler geldiği zaman elebaşlarını öldür ve gerisini de hapset,” diye emredilmişti. Bu mektubu dinleyen mütecavizler birden şoke oldular ve yeniden galeyana gelerek tekrar Medine’yi bastılar. Hz. Ali, Hz. Zübeyr ve Hz. Talha’nm hâdiseyi yatıştırma gayretlerine rağmen sonunda Hz. Osman’ın evini bastılar ve kendisini Kur’an okurken şehid ettiler.
Hz. Osman’ın katili Yemenli bir Yahudi olan el-Gafikî idi. Hz. Osman’ın şehadetiyle İbn-i Sebe, dâ vasında büyük bir merhale kat’etmiş oluyordu. Artık nifak tohumları meyvelerini vermeye başlamıştı. Bu elîm hâdise Müslümanların İslâm dinini başka ülkelere ulaştırmalarına engel oldu. İslâm’ın fütuhat ve tebliğ devri kapandı, bir tevakkuf ve keşmekeş devri başladı.
Bu merhaleden sonra İbn-i Sebe, Haşimîlerle Emevîleri karşı karşıya getirmek için yeni bir plân hazırladı. Hz. Osman (RA) Emevî, Hz. Ali (RA) ise Haşimî olduğu için, Hz. Osman’ı, Hz. Ali’nin öldürttüğünü ve O’nun yerine geçmek istediğini etrafa gizlice yayarak Emevileri tahrik etti. İbn-i Sebe, bir taraftan Hz. Ali’ye bu çirkin iftirayı yaparken, diğer taraftan O’nun halife olması için açıkça gayret gösteriyor, böylece halkın bu iftiraya kanmasını sağlamaya çalışıyordu.
Bu maksatla, Mısır’dan gelen kafileden, Yahudi asıllı İbn-i Meymun riyasetinde bir hey’et seçerek Hz. Ali’nin (RA) huzuruna gönderdi. Hey’et Hz.Ali’ye: “Malûmunuz olduğu üzere, bu ümmet başsız kalmıştır. Halifeliğe de en lâyık sizsiniz. Sizden bu vazifeyi deruhte etmenizi istiyoruz,” dediler. Hz. Ali (RA) bu teklifi reddederek, onları evinden kovdu.
Hz. Ali’den (RA) böyle bir cevap alınması üzerine Kûfelilerden bir hey’eti Hz. Zübeyr’e ve Basralılardan bir hey’eti de Hz. Talha’ya gönderdi. Hz. Zübeyr ve Hz. Talha da, Hz. Ali gibi bunların hilâfet tekliflerini reddederek, huzurlarından kovdular.
İbn-i Sebe, onlardan da istediğini elde edemeyince bu defa mütecavizleri sevk ve idare eden Yahudi Gafikî’ye şu talimatı verdi: “Medinelileri mescide toplayınız ve onlara hemen kendilerine bir halife seçmelerini söyleyiniz. Aksi takdirde hepsini kılıçla tehdit ediniz…”
Gafikî başkanlığındaki âsiler, bu emir mucibince Medinelileri mescide toplayarak onlara: “En kısa zamanda kendinize bir reis seçiniz. Şayet siz bugün bu vazifeyi yapmazsanız, Ali, Zübeyr ve Talha da dahil olmak üzere hepinizi kılıçtan geçireceğiz,” dediler.
Bu tehdidi dinleyen Medine halkı, Hz. Ali’nin (RA) huzuruna çıkarak, O’ndan halifeliği kabul etmesini istirham ettiler. Hz. Ali de bu karışık durumu göz önünde bulundurarak vazifeyi, hiç istemediği halde, kabûle mecbur oldu.
Az zaman sonra Hz. Talha ve Hz. Zübeyr (RA) Hz. Ali’ye (RA) giderek, O’ndan, kitabın hükmünü icra etmesini ve Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını istediler. Hz. Ali onlara hitaben: “Haklısınız; fakat devlet henüz asileri tam manâsıyla sindirmiş değildir. Onun için devletin hâdiselere hâkim olmasını beklemek gerekir…” dedi.
Hz. Ali (RA), suçluların tek tek belirlenerek sorguya çekilmelerini ve gerekli cezaya çarptırılmalarını istiyordu. Hz. Âişe, Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (RA) ise, şu fikirdeydiler: “Fitne büyümüş, devleti hedef almış ve halife şehid edilmiştir. Mes’ele sadece Hz. Osman’ın katilinin bulunması değildir. Bu fitne hareketine katılanların çoğunun öldürülmesi gerekir. Bu sebeble, âsiler hemen cezalandırılmalıdır.”
Hz. Ali (RA), Kur’an’ın nassından hareket ile, “Birinin hatasıyla başkasının mesul olamayacağı” görüşünü ileri sürerek, onların bu fikrine iştirak etmedi.[8]
Bediüzzaman Hazretleri bu içtihad farkını şöyle izah eder:
Cemel Vak’ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) arasında olan muharebe, adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki:
Hazret-i Ali, adalet-i mahzâyı esas edip Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muârızları ise, Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslâmiye adalet-i mahzâya müsait idi; fakat mürur-u zamanla İslâmiyetleri zayıf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzânın tatbikatı çok müşkül olduğundan, “ehvenüşşerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intac etmiştir. Madem sırf lillâh için ve İslâmiyetin menâfii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali’nin içtihadı musîb ve mukàbilindekilerin hata ise de, yine azâba müstehak değiller. Çünkü, içtihad eden, hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır, hatasından mazurdur. Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı muhakkik, demiş ki:
Sahâbelerin muharebesinde kıyl ü kıl etme. Çünkü kem kâtil ve hem maktul ikisi de ehl-i Cennettirler.
Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki:
“Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.”
Âyetin mânâ-yı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.
Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kàbil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.
İşte, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, adalet-i mahzâyı Şeyheyn zamanındaki gibi kàbil-i tatbiktir deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukàbilleri ve muarızları ise, “Kàbil-i tatbik değil; çok müşkülâtı var’ diye, adalet i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebep değiller, bahanelerdir [9]
Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (RA), Hz. Ali’nin içtihadını öğrendikten sonra, Hz. Âişe (RA) ile Mekke’de görüştüler ve âsilerin üzerine yürümek için kuvvet toplamak üzere Basra’ya gitmeye karar verdiler.
Hz. Âli de (RA), Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in (RA) Basra’ya gittiklerini haber alınca devletin bütünlüğünde bir parçalanma, bölünme olmaması için ordusuyla Basra’ya hareket etti ve Zikar mevkiinde konakladı. Hz. Ali (RA) mes’elenin sulh yoluyla halledilmesi için Ka’ka isminde bir elçisini Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’e (RA) göndererek onlara, tefrikanın fenalığını, birlik ve beraberliğin ehemmiyetini, her şeyin sulh yoluyla daha iyi hallolacağını anlatmasını istedi. O da bu emir mucibince, Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in yanına giderek onlara Hz. Ali’nin (RA) görüşlerini: bu yaranın ilâcının sükûnet olduğunu, sükûnet teessüs ettikten sonra her tedbirin alınabileceğini, aksi halde fitne ve fesat çıkacağını, bunun da İslâm’a ve Müslümanlara getireceği sıkıntının büyük olacağını izah etti. Onlar: “Eğer Ali bu fikirde ise, aramızda bir görüş ayrılığı kalmamıştır,” dediler.
Bu neticeden her iki tarafın mensupları da memnun oldular. Böylece bir istikrar, bir sükûn, hali hâsıl oldu. Herkes kendisini emniyet ve huzur içerisinde görerek çadırlarına çekildiler.
Bu sulhdan, ziyade rahatsız olan münafık İbn-i Sebe, taraftarlarını toplayarak onlara: “Ne yapıp yapıp harbi kızıştırmanız ve Müslümanları birbirine düşürüp kırdırmanız lâzım. Şayet bir netice alamazsak, bütün gayretimiz boşa gider; hedefe varamamış oluruz,” dedi. Ve savaşı başlatmak üzere yeni bir plân hazırladılar. Sabaha yakın saatlerde tatbike koyula cak bu yeni plân gereği, İbn-i Sebe kendi adamlarım Hz.Ali (RA) ile Hz. Zübeyr ve Hz. Talha’mn (RA) çadırlarının etrafında yerleştirdi. Bunlar daha sonra her iki tarafın çadırlarına baskında bulundular. Gürültü üzerine uyanan Hz.Zübeyr ve Hz.Talha (RA) “Ne var, ne oluyor?” diye sorduklarında, İbn-i Sebe’nin adamları, “Hz.Ali’nin adamları (Kûfeliler) bize gece baskını yaptı,” dediler.
Bu haber üzerine Hz. Talha ve Hz. Zübeyr (RA): “Anlaşıldı, Hz. Ali, harbi kesmekte samimî değilmiş,” dediler.
Öte yandan gürültüyü işiten Hz.Ali (RA): “Ne oluyor?” diye sordu. Yine İbn-i Sebe’nin adamları: “Karşı taraf bize gece baskını yaptı. Biz de püskürttük,” dediler. Hz. Ali de: “Anlaşıldı. Talha ve Zübeyr bizimle sulh mes’elesinde mutabık değilmişler,” dedi. Böylece on bin kişinin hayatına mâl olan Cemel Vak’ası meydana geldi. Hz. Talha ve Hz. Zübeyr de bu harbde şehit düştüler. İbn-i Sebe, böylece Hz. Osman’ın (RA) katlinden sonra maksadına doğru mühim bir merhale daha kat’etmiş oluyordu.
Hz. Ali (RA) Cemel Vak’ası’ndan sonra bir müddet Basra’da kaldı. Daha sonra oradan Kûfe’ye geldi. Müslümanların büyük bir kısmı, Fas’tan ta Çin hududuna kadar Hz.Ali’ye (RA) bîat etmişlerdi. Bîat etmeyen, sadece Suriyeli Müslümanlar kalmıştı.
Hz. Ali (RA) Şam Valisi Muâviye’nin ve dolayısıyla Suriye’nin biatini te’min etmek için, her zaman olduğu gibi sulh yolunu tercih ederek kendisine Cerir ismindeki bir adamını elçi olarak gönderdi.
İbn-i Sebe, Hz. Ali’nin (RA) mes’eleyi sulh yoluyla halletme teşebbüsü üzerine, her zamanki gibi sulh yolunu tıkamak için, yine harekete geçti. Çünkü, şayet sulh olursa, Hz. Ali (RA) bundan sonra ilk iş olarak İbn-i Sebe taraftarlarını ele alacak, suçlular tesbit edilince de akıbetleri çok kötü olacaktı. Şu hâlde, iki taraf da bir esas üzere barışacak olurlarsa âsilerin hezimete uğrayacakları şüphesizdi. Onun için, mutlaka bu sulha mani olunmalı ve taraflar karşı karşıya getirilmeliydi. İbn-i Sebe ve arkadaşları hâdiseleri kendi lehlerine çevirecek bir hâlin doğmasını bekliyorlardı. Nitekim, hâdiselerin seyri lehlerine cereyan etti. Çünkü, Muâviye, Hz. Ali’nin (RA) bu teklifini kabul etmemişti. Neticede her iki taraf da harb hazırlıklarını tamamlayıp Muharrem ayında Sıffîn’de karşı karşıya geldiler.
Bununla beraber Hz. Ali (RA) ile Hz. Muâviye (RA) bu ayda harb etmemek için bir aylık bir mütareke yaptılar. Hz. Ali (RA) bu mütarekeyi fırsat bilerek, Hz. Muâviye’ye sulh için yeniden hey’etler yolladı.
İbn-i Sebe, harbe mani olmak için giden hey’etler içine Hâtemoğlu Adiy ve Sebt gibi adamlarını soktu. Bu adamlar Hz. Muâviye’yi mütecaviz bir lisanla tehdit etmişler ve O’na karşı, “Siz de Cemel Vak’ası’nda hezimete uğrayanlardan daha perişan olacaksınız…” gibi tahrik edici sözler sarf ederek muhtemel bir sulha mani olmuşlardı.
İbn-i Sebe ve adamları, bir taraftan da Hz. Ali’nin ordusunu bir an evvel harbe girmeye teşvik ediyor ve onlara, “Şamlılarrı da Cemel Vak’ası’ndakiler gibi hezimete uğrayacaklarını” telkin ediyorlardı. Neticede taraflar yine karşı karşıya geldiler ve Sıffîn Muharebesi vuku buldu.
İbn-i Sebe, bu dahilî harblerle esas maksadına yaklaşmış oluyordu. Çünkü, onun asıl maksadı, İslâm itikadına hurafeler sokarak onu aslî safiyetinden çıkarmaktı.
Bugün kavga eden mü’minler yarın barışabilir ve tekrar biraraya gelerek İslâm birliğini yeniden te’sis edebilirlerdi. Müslümanlar arasında tâ kıyamete kadar devam edebilecek bir ihtilâf çıkararak onları inanç yönünden parçalamak, hiziplere ayırmak icab ediyordu. Şimdi yapılacak en önemli iş, itikadları aslî çizgisinden saptırmak için dine hurafeler sokmak idi. İbn-i Sebe bu işe, Ehl-i Beyt muhabbetini istismar etmekle başladı. Ehl-i Beyt’in en ateşli bir taraftarı olarak sahneye çıktı. Hilâfetin baştan beri Hz. Ali’nin hakkı olduğunu ve O’ndan haksız olarak gasbedildiğini etrafa yaydı. Hz. Ali ve evlâtlarını, İlâhlar Hanedanı haline getirerek İslâm Dinini Hıristiyanlıkta olduğu gibi tevhid esasından saptırmaya tevessül etti. Sonunda İbn-i Sebe başkanlığındaki bir grub, Hz. Ali’nin (RA), huzuruna çıkarak O’na: “Sen Rabbimizsin, İlâhımızsın,” dediler. Hz. Ali, bu müşriklerin bir kısmını yaktırdı[10]. İbn-i Sebe’yi ise, ordu içinde taraftarlarının çokluğu sebebiyle, fitne ve zaafa yol açacağı endişesinden, yaktırmaktan vazgeçti. İran’ın eski hükümet merkezi olan Medayin’e sürdürdü.
Ne yazık ki, Medayin, İbn-i Sebe’nin sapık fikirlerinin üretilmesine çok müsaid bir zemin idi. İbn-i Sebe burada, vaktiyle Hz. Ali’den kaçan Haricîlerle görüştü ve reisleri Evfa oğlunu buldu. Evfa oğlunun Hz. Ali’ye karşı bir harekette bulunmak istediğini anlayınca, ona: “Böyle bir hareketle Ali’yi mağlûb edemezsiniz, ancak siz mağlûb olursunuz,” dedi. Evfaoğlu, İbn-i Sebe’ye fikrini sorunca, o da: “Üç fedai ile bu işi hallederiz,” dedi. Bu konuşmadan sonra, Hz. Ali, Hz. Muâviye ve Hz. Amr İbnü’l-Âs’ın öldürülmesinde mutabık kaldılar. Bu maksatla üç suikastçıyı yola çıkardılar. Üç sahâbî, Ramazan’ın 17′nci günü sabah namazını kıldıracakları sırada öldürüleceklerdi. Takdir-i İlâhî ile Hz. Muâviye ve Hz. Amr Îbnü’l-Âs bu suikastten kurtuldular. Fakat İbn-i Mülcem isimli suikastçı Hz. Ali’yi, şehadetine sebeb olan zehirli bir kılıç ile yaralamaya muvaffak oldu.
İbn-i Sebe, İbn-i Mülcem’i Hz. Ali’yi öldürtmek üzere yola çıkardıktan sonra Meymun oğlunu birkaç adamıyla Kûfe’ye göndermişti. Meymun oğlu orada: “Ali ölmedi, uruç etti, semâya çıktı. Şimdi o, bulutların üzerindedir. Çok geçmeden geri dönecek ve kılıcıyla bütün dünyaya adalet dağıtacaktır…” gibi hurâfeler yayacaktı.
İbn-i Sebe, yakın mesai arkadaşları ile beraber İran’da yapacakları ihanet faaliyetlerinin plânlarını hazırladılar ve çalışmaya koyuldular. O günkü içtimaî durum da onların bu plânlarını tatbike son derece elverişli idi. Şöyle ki:
İslâmiyet çok kısa bir zamanda geniş bir sahaya yayılmıştı. Bu derece geniş ve yaygın bir coğrafya üzerinde İslâm’ın bütün mânâ ve inceliklerini, hikmet ve hakikatlarını, yeni Müslümanlığı kabul etmiş milletlere, intikal ettirmek, mizaçları farklı kavimleri İslâmî potada eritmek ve yoğurmak, henüz yeni kurulmuş bir İslâm Devleti için fevkalâde zor bir işti. İslâm’ın ulaştığı her yerde, İslâm’a kitleler halinde katılmalar oluyordu. Gerçi bu durum, Müslümanları sevindiriyordu. Fakat, manevî hamur gerekli şekilde yoğrulamıyor, ideal mânâda Müslümanlar pek yetişemiyor, dolayısıyla da ideal duyuş ve yaşayış açısından Müslümanlar arzu edilen kıvamda bütünleşemiyordu. Halk tabakaları, işlenmemiş ham toprak gibiydiler. Bu durum, bilhassa kendini İran’da açık bir şekilde gösteriyordu.
Yeni Müslüman olmuş kimseler, eski yanlış inançlarından bütün bütün kurtulmuş değillerdi. Asırlardan beri süre gelmiş hurafe ve bâtıl inançların te’sirinde kalarak ruhları, akılları, kalbleri boyanmış bu insanlara İslâm’ın vehim ve hayâlâttan, düzmece ve hurâfattan uzak olan berrak, net, safi hakikatların olduğu gibi kabul etmek hayli zor geliyordu. İslâmiyet bu mutaassıp insanlarca hakkıyla hazmedilemiyor ve hak din, kalblere ve hislere tam manâsıyla yerleştirilemiyordu. Psikolojik olarak istiyorlardı ki eski inançlarını, örf ve an’anelerini de İslâmiyetle birlikte devam ettirsinler. Diğer taraftan, hilâfet makamı da, bu ülkede ikaz ve irşad hizmetini gereken seviyede yapamıyordu. O beldelerdeki insanlara, İslâm’ı bütün müesseseleriyle yerleştirme ve onların şüphe ve tereddütlerini izale etme hizmeti, büyük ölçüde aksıyordu. Zira, İslâmiyet gayet geniş bir sahaya yayılmış, sahâbelerin büyük bir kısmı iç fitnelerde vefat etmiş, diğer bir kısmı uzlet hayatını tercih etmiş, bir kısmı da içtimaî hayata müdahale edemeyecek kadar yaşlanmıştı.
Bu mühim vazifenin ihmal edilmesi neticesinde, bu yeni beldeler uzun süre hamisiz ve sahipsiz kaldı. Fetih zamanında aldıkları ilk feyiz ve ilimle Kur’ân’a ve imana ait hakikatları tamamıyla ihata edememişlerdi. Bu sebeble henüz hak ve bâtılı, hurafe ve hakikati temyiz edecek duruma gelmemişlerdi.
İşte, Yahudi gibi dessas bir kavim, bu içtimaî durumdan istifade etmeyi başardı.
İbn-i Sebe’nin, İran’da menfî fikirlerini yerleştirmesinde mühim bir faktör dehalkın psikolojik yapısıydı. Onların iç dünyasında, akıldan ziyade his hükmediyordu. Gönülleri hakikatten ziyade efsane ve hurafelere açıktı. Hâdiseleri mantık ve muhakeme uyumu içinde tahlil edemiyor, fikir süzgecinden hakkıyla geçiremiyorlardı.
Diğer taraftan asırlarca süren saltanatlarının ve millî gururlarının, vaktiyle köle addettikleri Araplar tarafından söndürülmesini de bir türlü hazmedemiyor, akıl plânında olmasa bile, his plânında İslâmiyete karşı bir hazımsızlık gösteriyorlardı.
İbn-i Sebe, bütün bu faktörleri değerlendirmesini bildi. Arkadaşlarını toplayarak onlara, “Biz asıl harbe yeni başladık. Bilmiş olun ki, bu, Müslümanlar arasında kıyamete kadar devam edecek bir harbtir. Şimdi, biz Ali’yi takdis edeceğiz ve ettireceğiz. O’na, yerine göre ‘ulûhiyet’ izafe edeceğiz, yerine göre ‘peygamberdir’ diyeceğiz, yerine göre de ‘hilafetin, Ali’nin hakkı olduğunu, fakat Ebûbekir, Ömer ve Osman’ın O’nun bu hakkını gasbettiklerini’ anlatacağız.”
İbn-i Sebe ve arkadaşları, bu kararı aldıktan sonra etraflarındaki adamlarını, bu fikirleri yaymak üzere vazifelendirdiler.
Bunlar, “Hilâfet Ali’nin hakkı idi. Hilâfete lâyık Ali ve evlâtlarıdır. Bu hak, onlardan gasbedildi. Üç halife, bilhassa Ömer, bu hakkı gasbetmekle Allah’ın iradesine karşı geldiler… Allah’ın iradesine itaat için Ali’den yana çıkmak lâzımdır…” diye telkinlere başladılar. Bu telkinler, halk tarafından kabul görünce, daha da ileri giderek insanlara ilâhlık isnad eden Hulûl Akidesini İslâm inancına sokmak için gayret gösterdiler. İslâm inancını aslî çizgisinden saptırarak, tevhid akidesine taban tabana zıt bir itikadı yaymaya başladılar. Hulûl Akidesi İranlıların eski dinlerinde de vardı. Bu bakımdan, bu bâtıl itikad onlarda kolaylıkla taraftar buldu.
Önce, Hz. Ali’ye (RA) ilâhlık izafe ettiler. Daha sonra, bu ilâhlığın, O’nun evlâtlarına da intikal ettiği dâvasında bulundular ve neticede İran’da bir ilâhlar hanedanı ortaya çıktı.
Hz. Ali’nin (RA) vefatında İbn-i Sebe, “Ölen Ali değil, O’nun suretine giren bir şeytandır. Ali şimdi göklere çıkmış ve bulutlar üzerinde taht kurmuştur,” diyerek O’nun ölümüne hulul akidesi paralelinde bir yorum getirdi.
Böylece, Mısır’da Sebeiyye Mezhebinin kurulmasıyla tohumu atılan Şiîlik, İran’da yeşermeye, gelişmeye başladı. Ve bundan yirmiden fazla fırka (kol) türedi.
Bu Şiâ fırkalarını ve itikadlarındaki sapıklıkları kısaca tarif edelim :
1- Sebeiyye Fırkası: Kurucusu, Abdullah İbn-i Sebe’dir. Temel inançları; Hz. Ali’ye ve evlâtlarına ulûhiyet isnad etmektir. O’nun ölmediğini, aslında ölenin, O’nun kılığına giren bir şeytan olduğunu iddia ederler. Hz. Ali ise, göğe çıkmıştır. Gök gürlemesi O’nun sesi; şimşek çakması ise, O’nun kamçısının şakırtısıdır.
2- Kâmiliye Fırkası: Bu fırkaya göre, imamet (imamlık) bir nûrdur. İmam, aynı zamanda nebidir de. Sahâbeyi tekfir ederler. Bir taraftan Hz. Ali, Nûrdurderler, diğer taraftan da hakkını aramadığı için de küfrüne hükmedecek kadar acîb bir divanelik ve tenakuza düşerler.
3- Ulyaniyye Fırkası: Hz.Ali ve oğullarına ulûhiyet isnad eden bu fırka mensupları, Hz.Peygamber’in (SAV) O’nun tarafından gönderildiğine inanırlar.
4- Muğayriyye Fırkası: Bunlar, Cenâb-ı Hak için “Nurdan bir recül (erkek) sûretindedir ve başında nurdan bir tâc vardır” derler ve daha böyle sayısız köhne hurafe ve efsanelere inanırlar ki, insan olarak bunları saymaktan hayâ ettim, utandım.
5- Mensuriyye Fırkası: “İmamlar masumdur, peygamberler hatâdan hâli değildirler, imamlar mertebece peygamberlerden daha üstündürler; Allah insan sûretindedir…” gibi yine sayısız hurâfe ve efsanelere dayanır.
6- Hatabiyye Fırkası: Bunlara göre; Dünya ebedîdir. Cehennem diye bir şey yoktur; lezzet Cennet; elem Cehennem’dir. Bunlar, haram, helâl tanımazlar.
7- Haşimiyye Fırkası: Cenâb-ı Hakk’ı insan sûretiyle yâd eder, “Kendi karışıyla yedi karıştır, şöyledir, böyledir…” şeklinde safsatalar ileri sürerler.
8- Numaniyye Fırkası: Şeytaniye ismi de verilen bu fırka, Haşimiyye fırkası gibi, Cenâb-ı Hakk’a insan sûreti izafe ederler.
9- Yunusiyye Fırkası: Cenâb-ı Hakk’ın, arş üzerinde oturduğunu ve melâikelerin daima O’nu gördüklerini iddia ederler.
10- Nasriyye Fırkası: Cenâb-ı Hakk’ın, Hz. Ali ve oğullarına hulûl ettiğini, yani, onlarla bütünleştiğini iddia ederler.
11- Cenahiyye Fırkası: Bunlar, “Allah’ın ruhu Hz. Âdem’de (A.S.) idi. O’ndan sonra diğer peygamberlere intikal ederek geldi. En sonra da 12 İmam’a intikal ederek geliyor” şeklinde hezeyanlarda bulunurlar.
12- Gurabiyye Fırkası: Bu fırka mensupları, “Peygamber Efendimiz’in Hz.Ali’ye olan benzerliğinin, ‘gurabın guraba’ (karganın kargaya) benzeyişinden daha ileri olduğunu ileri sürerek, Cebrail’in (A.S.) yanlışlıkla vahyi Hz. Peygamber Efendimize götürdüğünü iddia ederler.
13- Zerrariyye Fırkası: Allah’ın, hayat sıfatının dışındaki diğer sıfatlarının hadis, yani sonradan olduğuna inanırlar.
14- Zerramiyye Fırkası: Bunlar da “İmamet Hz. Ali’den (RA) oğlu Muhammed Hanifiye’ye, O’ndan da diğerine intikal etti…” derler.
15- Mufavvize Fırkası: Bunlar, “Cenâb-ı Allah, sadece Peygamber Efendimizi yarattı. Peygamberimiz de, yeri göğü, kâinatın tamamını yarattı” şeklinde bir cehalete saplanmışlardır.
16- Bedaiyye Fırkası: Bunların durumu çok daha acîbdir. Zira, Cenâb-ı Hakk’ın, yarattıklarının evvel ve âhirlerini düşünmeden yarattığını söyleyecek kadar ahmaklığa saplanmışlardır.
17- Benaniyye Fırkası: Nasriyye fırkası gibi, hulul akidesini kabul ederler.
18- Salihiyye Fırkası: İtikadda Mûtezile, amelde Hanefîdirler.
19- Süleymaniye Fırkası: Bunlar, Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer’in (RA) imametlerini kabul etmekle beraber, Hz. Ali (RA) yerine bunların imam olmalarını hatâlı kabul ederler.
20- Cârudiyye Fırkası: Peygamberimizin imamet hakkındaki sözlerinin gerçekte Hz. Ali’ye (RA) dair olduğunu, O’nu imam kabul etmeyen Sahâbe-i Kirâm’ın (hâşâ) kâfir olduğunu iddia ederler.
21- İmamiyye Fırkası: Onlara göre, Hz. Peygamber (SAV), Hz. Ali’yi (RA) bizzat imam tayin etmiştir. Müteâkip imamlarıda, Resûlüllah’ın vasiyeti gereği hep o seçer. Bunlar, imamet mertebesiyle nübüvvet mertebesini birbirine denk tutarlar. Şu farkla ki, imama vahiy gelmez, derler. Bu fırka mensupları daha ziyâde İran, Irak ve Pakistan’da taraftar bulmuştur. Azim bir hataları daha var ki, o da, sahâbeyi tekfire cür’et etmeleridir.
22- İsmailiyye Fırkası: İrak’ta ortaya çıkmıştır. Bilâhare, Hindistan, Pakistan, İran ve Afrika’nın bazı bölgelerinde tutunmuştur. Bu mezheb sahiplerince din perdesi altında saltanat yolu açılmaya çalışılmış ve sonunda İbn-i Meymun’un torunlarından Ubeydullah isimli birinin başkanlığında bir devlet kurulmuş ve bu devlet bilâhare Şam’dan Fas’a kadar genişleyerek İmparatorluk haline gelmiştir. 270 sene hüküm sürdükten sonra, hicrî 567 senesinde yıkılmıştır. Bunlara, Bâtınîler de denir.[11]
Bu mezheb, İslâmiyetten önce intişar eden ve halkın malını, sahip olduğu her şeyini, hattâ kadınlarını dahi ortak kabul eden, mübah kılan ve sözde eşitliği ve sulh-u umumîyi böylece te’sis iddiasında olan Mezdek isimli bir sapığın ortaya attığı fikirlerden çokça etkilenmiştir.
Kendi mezheblerinin imamlarını başkalarından ayrı olarak ilâhî feyze mazhar kabûl ederler. Onlara göre, imamları masumdur, hatâdan ârîdir, günah işlemez, yaptıklarından sorumlu tutulamaz. Zira, imamlar, başkalarının bilmediği şeyleri bilirler.
Esasen, İsmailiyye mezhebine yukarıda sıraladığımız asılsız inançları sokan, 9.asır başlarında bu tarikata hususî ve siyasî maksatlarla giren Yahudi dönmesi Abdullah İbn-i Meymun’dur. O’nun İsmailiyye mezhebini seçmesi sebebsiz değildir. Diyebiliriz ki, Yahudi Hahambaşı Abdullah İbn-i Sebe’nin İslâmiyete vurduğu darbenin bir benzerini, bu, yani Abdullah İbn-i Meymun vurmuştur. Nasıl ki, İbn-i Sebe, Hz. Ali (RA) ve oğullarını istismar ederek fitneyi ateşlendirmişse, İbn-i Meymun da, Evlâd-ı Resûl olan Ca’fer-i Sâdık ve oğlu İsmail’i istismar ederek, maalesef, sapık fikirlerini çok değişik perdeler altında yayabilmiştir. Tarihte, kan dökücülükte eşine nadir rastlanan İbn-i Meymun, neticede nice Müslümanların dinden çıkmalarına da sebeb olmuştur.
İbn-i Meymun, bu tarikatı gizli ve siyasî bir cemiyet ve komite haline getirdi. Zerdüşt Dininin yedi prensibini örnek alarak, kendi tarikatına giren sofileri yedi dereceye ayırdı. Tarikatın piri olarak kendisi de yedinci dereceye oturdu ki, bu mertebe -hâşâ- Allah’tan doğrudan doğruya emirler alan imamlık makamıydı. Bu makamda bulunan imam, o kadar salâhiyetliydi ki, helâli haram, haramı da helâl yapabilirdi. Ona mübah olmayan hiçbir şey yoktu.
Bu tarikatta ileri gidenler zamanla kendileri ibadetten istinkâf ettikleri gibi, başkalarını da ibadetten uzaklaştırdılar ve sonunda onların dinden çıkmalarına sebeb oldular. Hattâ Cennet ve Cehennem’in bu dünyada olduğunu, insanın zevk ü safa içinde, keyfince bir hayat yaşaması lâzım geldiğini ileri sürerek âhireti inkâr ettiler ve ettirdiler.
Şiâ itikadını taşıyan fırkalar içinde tarih boyunca en tahripkârı bu İsmailiyye fırkası, diğer adı ile Bâtınîler olmuştur. Asya’nın başı dönmüş bu kanlı anarşistleri, fikirde, itikadda, ahlâk ve hayatta fesat çıkartmışlar; İslâm âleminde yıllarca süren sükûn ve huzuru bozmuşlardır. Bu anarşistlerin başında Şeyh-i Cebel diye anılan Hasan Sabbah ve onun cennet fedaileri gelmektedir.
Hasan Sabbah [12] Şia’nın Bâtıniye koluna mensup olup, Şia hareketinin gelmiş geçmiş en büyük bozguncularından biridir. Asya’da ilk defa kelimenin tam mânâsı ile anarşizmi o müesseseleştirmiştir. Alamut Kalesi’nde sistematik bir biçimde her türlü terör hareketlerini plânlamış, tatbik sahasına koymuştur.
Hasan Sabbah, Selçuklu İmparatorluğunun imansız bir düşmanı idi. Maksadı, Selçuklu İmparatorluğu’nu yıkmak, Şia fikriyatının gelişmesine engel olan bu güçlü devleti ortadan kaldırmaktı. Bu gayesini tahakkuk ettirmek için Cennet tasvirlerine uygun bir bahçe inşâ ettirdi. Bu bahçede göz kamaştırıcı köşkler yaptırdı. Bu bahçede ve köşklerde hususî yetiştirilmiş şarkıcılar, Cennet hurilerini andırır genç kızlar vardı. Hasan Sabbah’ın adamları değişik muhitlerden, 20 yaşlarında, cesaretli, atılgan gençleri toplayarak Alamut Kalesi’ne getirirlerdi. Bu gençlere önce Cennet ve Cennet’in zevk ve safâları anlatılırdı. Bilâhare bu gençler uyuşturucu maddeler ile uyutulur Cennet Bahçesine indirilirdi. Orada ayılan gençler, gözlerini açtıklarında karşılarında muhteşem köşkler, hûri misâl kızlar, rengârenk çiçekler, meyva bahçeleri görünce, Hasan Sabbah’ın müjdelediği Cennet’e girdiklerine gerçekten inanırlardı. Günleri zevk u safâ ile geçerdi. Bir müddet sonra tekrar uyuşturucu ile uyutulur ve Cennet bahçesinden çıkartılırlardı. Artık bu gençlerin en büyük arzuları, Hasan Sabbah’ın bu Cennet bahçesine tekrar girebilmek olurdu. Şeyhü’l-Cebel Hasan Sabbah bu dessas plânı ile birtakım gençleri kendine bağlamış, onları kendisinin intihar timleri haline getirmişti. Şiâ Şeyhi Hasan Sabbah bir kimseyi öldürtmek istediği zaman, bu gençlerden birisini çağırır, “Git filân kimseyi öldür, bu işi başarır gelirsen seni Cennet’e gönderirim. Eğer ölürsen meleklerimi gönderir seni Cennet’e aldırırım,” derdi. Böylece Cennet aşkı ile yanıp tutuşan bu gençler, şeyhin bu emrini mutlak bir teslimiyetle yerine getirir, istenen adamı ne pahasına olursa olsun öldürürlerdi.
Hasan Sabbah, tam 33 yıl Alamut Kalesi’nde, bu kanlı faaliyetlerini sürdürdü. İran şiîlerinin bu anarşist şebekesi, yüzlerce, binlerce Müslümanın kanına girdiler. İçtimaî sükûnu kaçırdılar, terör estirdiler. Dirayetli bir devlet adamı olan, Selçukluların dünyaca meşhur veziri, Nizâmülmülk’ü şehid ettiler. Şiilerin yayılmasına mani gördükleri âlim ve fakîhler, Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından katledildiler.
Şiâ Şeyhi Hasan Sabbah’tan sonra, halefleri de aynı yoldan yürüdüler. Selçuklu veziri Ebû Nâsır, bunlar tarafından katledildi. Halife Müsterşid de bu anarşistler tarafından şehid edildi.
Bâtınîlerin tarih boyunca yapmış oldukları tahripler yalnız masum ve müdafaasız insanları öldürmekle kalmamış, bunlar, aynı zamanda şehirler basmış, kervanlar yağmalamış, mukaddes beldelerde bile kan dökmekten geri kalmamış, katliâm yapmışlardır. Meselâ, Şia’nın Bâtıniye koluna mensup Cennabi oğlu Ebû Tahir, etrafına topladığı birkaç bin çapulcuyla hicri 311 yılında hacca gitmekte olan hacıları pusuya düşürerek çoğunu kılınçtan geçirdi, mallarını yağmaladı.
Hicrî 317 yılında da aynı çete yine Hac mevsiminde Arafat’tan Mekke’ye dönen hacılara saldırarak hepsini kılınçtan geçirdi. Bu toplu katliâmdan kurtulan bir kısım hacılar Kâbe-i Muazzama’ya sığındılarsa da bu anarşistler, Kâbe’ye girdiler ve onları da Beytullah’ın içinde şehid ettiler. Hattâ bir kısmının cesetlerini zemzem kuyusuna attılar. Kabe’nin örtüsünü yağma ettiler. Ebû Tahir, Kâbe’nin kapısını ve Hacerü’l-Esved’i söküp götürdü. Hicri 339 yılına kadar tam 22 sene Hacer-ül Esved bunların elinde kaldı. O zamanki Bağdat hükümeti bu gözü dönmüş Şiâ çapulcularından Hacerü’l-Esved’i geri almak için 50.000 altın teklif etti. Bu teklifi reddettiler. Nihayet Afrika’daki Fâtımîlerin Mehdi sinin şiddetli tehdidi üzerine Hacerü’l-Esved’i iade ettiler. [13]
————————————————-
DİPNOTLAR VE REFERANSLAR
[1] M.S. 70 yıllarında Romalıların Yahudileri Filistin’den uzaklaştırmasından sonra Yahudiler, kabile kabile Arabistan, Hicaz ve Yemen’e yerleşmişler ve buraları İkinci “Arz-ı Mev’ud” saymışlardı. Kısa zamanda buraların servet, mülk ve arazilerini ellerine geçirmişler, bir taraftan Musevîliği yaymaya çalışırken, diğer taraftan da halkı alabildiğine sömürmüşlerdi. Bir ara Yemen Hükümdarı Musevîliği kabul edince, Yahudiler Yemen’de ağırlıklarını hissettirmeye başlamışlardı. Fakat, islâmiyetin doğuşu ve hızla yayılması onları endişeye sevketmişti. Nitekim Hicaz ve civarında islâmiyetin yayılmasıyla mağlûb ve makhur olarak oralardan sökülüp atılmışlardı. Mekke ve Medine’deki Yahudilerin Müslümanlar karşısında uğradıkları bu mağlûbiyet, Yemen Yahudilerini son derece rencide etmişti.
[2] Maide Suresi 5/82
[3] Bakara Suresi 2/61
[4] Ziyaeddin Gümüşhanevî, Netaic-i i’tikadiye, s. 86
[5] Abdullah ibn-i Sebe hahambaşıydı ve büyük bir komiteciydi. Hz. Osman (ra) zamanında Yemen’den Medine-i Münevvere’ye gelerek zahiren Müslüman olmuştu, ilk nifak ve ihtilâf tohumlarını burada atmaya başladı, İslâmiyet’i içinden yıkmak için büyük gayret gösterdi. Bu Yahudi dönmesinin maksadı, Pavlos’un Hıristiyanlığa yaptığı gibi, İslâm akaidini ifsad ederek Müslümanlığı çığırından çıkarmak ve Müslümanları birer hurâfeci ve hayalperest haline getirmekti. Şunu hemen ifâde edelim ki, Yahudilerin İslâm Dini’ne düşmanlıkları Peygamberimizin (sav) doğumu ile başlamıştı. Onlar, Tevrat’tan mülhem olarak Âhirzaman Peygamberi’nin gelişini bekliyorlar, lâkin onun, kendi milletlerinden olacağını zannediyorlardı. Zanlarının hilâfına, Âhirzaman Peygamberi Kureyş’ten gelince, bu hâl onların kin ve hasedini galeyana getirdi. Bütün gayretlerine rağmen, gerek Resûlullah Efendimiz’in (sav) hayatında, gerekse Hz. Ebûbekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) devirlerinde Müslümanlar arasında en ufak bir fitne sokmaya muvaffak olamadılar. Hz. Osman (ra) devrinin sonlarına doğru ellerine bazı fırsatlar geçti. İbn-i Sebe de bu fırsatları en iyi bir şekilde değerlendirmeyi başardı.
[6] Prof. Muhammed Ebû Zehra, Mezhebler Tarihi, s. 39.
[7] İbn-i Sebe Hıristiyanlıktaki ricat fikrini taraftarlarına kabul ettirerek onları galeyana
getirmeyi başarmıştı. İbn-i Sebe, halka, “Hz. İsa’nın geri döneceğine inandığınız halde, neden Hz. Peygamber’in (sav) tekrar geri döneceğine inanmıyorsunuz? Halbuki, şu âyet-i kerîme Hz. Peygamber’in (sav) tekrar geri döneceğini bize bildirmektedir: “Herhalde O Kur’ân’ı senin üzerine farz kılan (Allah), seni (tekrar) dönülecek yere döndürecektir.” ibn-i Sebe, yukarıdaki âyeti kendi fikrine delil getiriyor ve Hz. Peygamber’in (sav) geri gelmeye Hz. İsa (as)’dan daha fazla hak sahibi olduğunu telkin ederek halkı ifsat ediyordu.
Halbuki, bu âyet-i kerîmenin mânâsı İbn-i Sebe’nin iddia ettiği gibi değildir. Bu âyet-i kerîme, Hicret sırasında nazil olmuştu. Resûlüllah (sav), Mekke’den hicretinde, el- Cuhfe denilen yere geldiği zaman, doğup büyüdüğü Mekke’den ayrılışın ızdırabını duyarak kederlenmiş ve Cenâb-ı Hak, Resûl-i Edîb’ini (sav) teskin ve teselli için bu âyeti inzal buyurmuş ve onun tekrar Mekke’ye döneceğini haber vermişti.
[8] Görüldüğü gibi, Hz. Ali (ra) ile Hz. Talha (ra) ve Hz. Zübeyr (ra) arasındaki ihtilâf,
içtihad farkından ileri geliyordu.
[9] Mektûbat
[10] Abdurrahman İbn-i Ahmed, Şerh-i Mevakıf, s. 624, H. 1286, İst..; Fahreddin Razî, Muhassilu Kelâm, s. 177, H. 1323, Mısır. Hz. Ali (r.a) bir gün evinden çıkarken bu sapık güruhtan birkaç kişinin kendisine secde ettiklerini görmüş, onlara ne yaptıklarını sormuş. Onların kendisine “Sen, O’sun” dediklerini duyunca, hayretle: “Ben kimim?” demişti. Onlar da (hâşâ): “Sen O’ndan gayrı bir mabûd olmayan Allah’sın” demeleri üzerine celallenerek: “Bu söz küfürdür. Bundan tevbe ediniz. Yoksa sizi mahvederim” cevabını vermiş, onlara üç gün süre tanımıştı. Verilen mühlet içinde tevbeye yanaşmadıkları için, Hz. Ali, bu sapık adamların yakılmasını emretmişti…

[11] Bâtınîlik, Kur’ân’ın zahir mânâlarını değil de, kendi akıllarınca bâtınî mânâlarını esas alarak amel eden fırkadır. Bunlar, meselâ, hacda yapılan “Yedi Tavaf emrini “Yedi İmama İşarettir” şeklinde tefsir ediyorlar, işte, böyle tefsirler yapa yapa, mensuplarını, dinden, şeriattan çıkarıyorlar.
[12] Hasan Sabbah; Hümeyriye sülâlesine mensup bir ailenin çocuğudur. Pederi Şia’nın en azgın kolu olan Hz. Ali’yi (ra) ilâh kabul eden-Gulat fırkasının en ateşli bir müntesibi idi. Hasan Sabbah ilk dersini babasından aldı. Korkunç derecede ihtiras sahibi idi. Karanlık ruhlu, karanlık fikirli bir dessas idi.
[13] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, c.8, s.307.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...