16 Kasım 2017

DUA İLE TEDAVİ

DUA İLE TEDAVİ ile ilgili görsel sonucu

DUA İLE TEDAVİ 

Rukye okuyup üflemedir. Sihir karışmayan, yani şer ve şeytanlık için olmayıp da ondan korunmak ve bir hastalık veya âfete Allah'tan şifa niyazı için kendine veya diğerine hulûs-i kalp ve salih niyet ile bir duâ veya âyet okuyup üflemek kabilinden olan nefesler caizdir. Çünkü bunda kimseye zarar vermek veya sapıtmak veya Allah'tan başkasına sığınma ve iltica mânâsı yoktur.
Resulullah'ın kendisine ve diğerlerine bu şekilde okuyup üflediği ve böyle hayır için rukye (üfleme)'ye müsaade ettiği sabit ve bu sebeple gerek ruhanî ve gerek cismanî nice hastaların şifa bulduğu da vâki olmuş ve görülmüştür.
Bununla beraber mutlaka okuyup üfleme ile koruma ve yardım isteme, yani okumakla tedavi caiz olup olmayacağı hakkında da ihtilaf edilmiştir: Şüphe yok ki herkesin Allah'a sığınarak kendisi ve diğerleri için duâ etmesi, okuması, sadece meşrû değil, dince emredilmiştir. Lâkin bunun tedâvi için kendine okutmak denilen mânâ ile rukye denilen tarzda yapılmasında, Razî'nin beyan ettiği üzere ihtilaf edilmiştir. Bazıları rukyeyi, yani okuma ile tedâviyi yasaklamışlardır. Bunlar, şu hadis ile istidlâl etmişlerdir.
"Allah'ın birtakım kulları vardır ki, kendilerine ne keyy (yarayı dağlama), ne de rukye (okuyarak tedavi) yaptırmazlar, yani
dağlanmazlar ve başkalarının nefesiyle tedavi istemezler ve ancak Rab'lerine tevekkül ederler."
Bir hadiste de "Allah'a tevekkül etmemiştir dağlanan ve okunmak isteyen." buyurulmuştur.
Bunun izahı Buhârî'nin ve daha geniş olarak Müslim'in Husayn b. Abdurrahman'dan senetleriyle rivayet ettikleri şu hadistedir:
 Saîd b. Cübeyr'in yanında idim. 
-Dün gece düşen yıldızı hanginiz gördü? dedi. 
-Ben, amma, ben bir namazda değildim, böcek sokmuştu, dedim. 
-Ne yaptın? dedi, 
-Rukye ettirdim, okuttum.. 
-Seni ona ne sevketti?
-Şâbî'nin bize haber verdiği bir hadis.
-Şâbî size ne haber verdi? 
- Büreyde b. Husayb Eslemî'den "Gözden veya sokmadan başkasında rukye yoktur." dediğini bize haber verdi. 
- İşittiğini tutan iyi yapmıştır. Fakat İbnü Abbas bize Hz. Peygamber (s.a.v.)'den şöyle haber verdi: 
- Peygamber buyurdu ki:
'Bana ümmetler gösterildi, peygamber gördüm yanında bir toplumcuk, peygamber gördüm yanında bir iki adam, peygamber gördüm yanında kimse yok. Derken bana bir büyük kalabalık gösterildi, zannettim ki benim ümmetim, derken bana denildi ki: 
- Bu Musa ve kavmidir, lâkin ufuğa bak, baktım ki yine bir büyük kalabalık, derken bana denildi ki: Diğer ufuğa bak, baktımki bir büyük kalabalık. 
- İşte denildi bu senin ümmetin, beraberlerinde hesapsız ve azapsız cennete girecek yetmiş bin vardı.
Peygamber bunu söyledi, sonra kalktı evine girdi. İnsanlar bu hesapsız ve azapsız cennete girecekler kimler olduğu hakkında
konuşmaya daldılar. Bazıları: 
"Bunlar Resulullah'la sohbet edenler olsa gerek." dediler. Bazıları da:
"Bunlar İslâm'da doğup da Allah'a hiç şirk koşmamış olanlar olsa gerek" dediler, daha birtakım şeyler söylediler. Derken Resulullah (s.a.v.) çıktı: 
"Neden bahsediyorsunuz?" dedi, durumu haber verdiler, buyurdu ki: 
"Onlar, o kimselerdir ki, rukye yapmazlar, rukye istemezler, tetayyûr yani uğursuz da görmezler ve ancak Rablerine tevekkül ederler." 
Fakat Buhârî'de, Mesâbih'de ve Meşârık'da yoktur ve  hadis şöyledir: 
"Onlar, o kimselerdir ki, uğursuzluk saymazlar, okunmak istemezler, dağlanmazlar ve ancak Rab'larına tevekkül ederler." Bu, daha sahihtir.
Bu hadis İhlâs Sûresi'nde "Samed"in mânâsını izahta geçtiği üzere sebeplere gönül vermeyen, elemler ve musîbetler karşısında sarsılmayarak tevekkül makamının en yüksek mertebesinde bulunan "nefs-i râdıye" sahibi Allah ehli olanların büyükleri hakkında olduğu açıktır. Onun için bunlardan uğursuz sayma ve okunmayı istemenin terkedilmesinin daha iyi olacağına istidlâl
olunabilirse de herkes için mutlaka men edilmesi ve yasaklanmasına istidlâl etmek uygun olmaz. Yine Buhârî, Müslim ve diğer sahih hadis kitaplarında okunup üflemeye müsaade eden hadisler de çoktur.
Bu cümleden olarak Câbir b. Abdullah hadislerinde demiştir ki:
Benim bir dayım vardı, akrep sokmasına okuyup üflerdi. Resulullah (s.a.v.) okuyup üflemeden  yasakladı. Onun üzerine, vardı 
-Ey Allah'ın Resulü! Sen okuyup üflemeyi yasakladın, ben ise akrep sokmasına rukye ederim dedi. 
Resulullah da: 
-Sizden her kimin kardeşine bir menfaat etmeye gücü yeterse yapsın, buyurdu.
Avf b.Mâlik Eşceî hadisinde de demiştir ki:
Biz câhiliye zamanında okuyup üflerdik. Dedik ki:
-Ey Allah'ın Resulü  onun hakkında ne buyurursun? 
-Rukyelerinizi bana arzediniz, rukyelerde bir sakınca yoktur, onda şirk olmadıkça." buyurdu. 
 Ebu Saîd Hudrî hadisinde:
Resulullah'ın ashabından birtakım kimseler seferde idiler. Arap obalarından birine uğradılar. Onlara misafir olmak istediler, misafir etmediler.
-İçinizde bir rukye eden (okuyucu) var mı? Zira obanın efendisi ledig (yani yılan veya akrep sokmuş)dir" dediler.
Ashab içinden bir adam -ki Ebu Saîd kendisidir
-Evet, dedi.
Vardı onu Fatiha Sûresi'yle okudu üfledi, bunun üzerine adam iyi oldu. Ona bir bölük koyun verildi, o, onu kabul etmek istemedi,
-Peygamber (s.a.v.)'e arzetmeden almam,  dedi ve Peygamber'e vardı anlattı, 
-Ey Allah'ın Resulü, vallâhi yalnız Fatiha Sûresi ile okudum. 
Resulullah tebessüm etti de: 
-Sen onun rukye olduğunu ne bildin? Onu onlardan alın, bana da sizinle beraber bir hisse ayırın, buyurdu." 
Daha bunlar gibi hadisler delâlet ediyor ki, yasaklanmış olan rukyeler hakikatleri bilinmeyen, sihir ihtimâli ve şirk mânâsı bulunan rukyelerdir.
Bazıları da üflemeyi yasaklamışlardır.
İkrime demiştir ki:
Rukye eden (okuyan) üflememeli ve sıvazlamamalı ve düğüm yapmamalıdır.
İbrahim Nahaî'den de selef; okunmalarda üflemeyi mekruh görürlerdi, diye nakledilmiştir.
Bazısı da demiştir ki:
Dahhâk'ın yanına gittim ağrısı vardı, sana tâvîz okuyayım mı ey Ebu Muhammed! dedim. "Peki velâkin üfleme." dedi, ben de Muavvizeteyn'i okudum."
Halîmî demiştir ki:
"Rukye edenin üflememesi ve sıvazlamaması ve düğüm yapmaması gerekir." diye. İkrime'den rivayet olunan söz, sanki bu husustadır.
O, şuna kâni olmuştur:
Allah Teâlâ düğüme üflemeyi sığınılacak şeylerden kılmıştır. Şu halde yasaklanmış olması vacip olur. Fakat bu istidlâl zayıftır. Çünkü ancak ruhlara ve bedenlere zarar veren büyü olduğu zaman kötülenmiş olur. Ama bu üfleme, ruhları ve bedenleri ıslah için olursa haram olmaması vacip olur.
Bununla beraber Nesaî'de
Ebu Hüreyre'den şu hadis de rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Her kim bir düğüm bağlar da sonra ona üflerse sihir yapmıştır,  sihir yapan da şirk etmiştir. Her kim bir şeye
takılırsa (bir menfaati olur veya zararı defeder diye gönül takar, inanırsa veya o itikad ile muska ve nazarlık gibi bir şey takınırsa) ona havale edilir.
" Yani yalnız Allah'a sığınmayıp da o şeye bağlandığı, ondan umduğu, halbuki Allah'ın izni olmayınca hiçbir şeyin ne faydası, ne zararı olmayacağı için o takıldığı şeyden hiçbir fayda görmez, Allah'ın yardım ve lütfundan mahrum olur.
Her şeyin bir devası (ilâcı) vardır." hadisi gereğince rûhî hastalıklara rûhânî, cismanî hastalıklara cismanî sebeplerle tedavi meşrû olduğu gibi, karışık olanlara da karışık tedâvi elbette meşrû olur. Şu şart ile ki, tesir, sebeplerden değil, Allah'tan bilinmeli ve hepsinde de entrikadan, sihirbazlıktan, şarlatanlıktan, aldatma ve zarar vermeden sakınılmalıdır. Bu cihetle bedenî hastalıkların tedâvisinde bile gerek doktorun ve gerek hastanın ahlâk ve inanç itibarıyla ruh hallerinin dahi özel önemi bulunduğundan, ruhanî kıymet, iyi niyet ve itikat selameti hepsinin başında gelir. Yoksa tıp ilmi adına yapılan zararlar, afsunculuk, üfürükçülük adıyla yapılan zararlardan az değildir. Özellikle bunları Allah için insanlara hizmet ve menfaatten çok, sırf mal kazancı için vasıta yapan ve çok fazla ücretler almak üzere alış veriş akidleri yapmadan bir nefes sarfetmek bile istemeyen doktor taslaklarının, şarlatanların zararları, hiçbir zaman cinciliği, üfürükçülüğü sanat edinenlerden aşağı kalmamıştır. Böylelerinin de de dahil afsunculardan sayılması gerekir. Hatta yalnız tıp ilminde deği, her meslek ve sanatta hak ve hayır fikrinden ayrılarak insan aldatmak, şer saçmak için nefes sarfedenlerin hepsi de bu mânâda dahil olan, şerlerinden sığınılması gereken üfürükçülerin nefeslerinden olduğunun da unutulmaması gerekir. Bunların böyle olması ise karşılığında sırf hak ve hayır için ciddiyet ve doğrulukla Allah yolunda nefes sarfedenlerin varlıklarını ve kıymetlerini inkâra sebep teşkil etmez. Bundan dolayı, halis niyet ve temiz nefeslerle Allah'a sığınarak, Allah'tan şifa niyaz ederek okuyup üflemeyi de mutlaka sihirbazlık gibi kabul etmek doğru olmaz. Onun için rukye (okunma)yi caiz görenler Sıhah'ta rivayet edilen bir hayli hadis ile istidlâl etmişlerdir ki, Razî bunlardan şunları kaydetmiştir:
1- Resulullah (s.a.v.) biraz rahatsız olmuştu. Cibril Aleyhisselâm ona okuyup üfledi de 
"Bismillâh okur, rukye ederim sana seni inciten her şeyden, Allah da sana şifa verir." dedi, diye rivayet edilmiştir.
2- İbnü Abbas demiştir ki: Resulullah (s.a.v.) bize bütün ağrılardan ve hummadan korunmak için şu duayı öğretirdi: 
"Kerim olan Allah'ın adıyla, ben her kanı akan damarın şerrinden ve cehennem ateşinin şerrinden ulu Allah'a sığınırım."
3- Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: 
Bir kimse eceli gelmemiş bir hastanın yanına girer de yedi defa ,
"Niyaz ederim o ulu Allah'a, O yüce Arş'ın Rabb'ine ki sana şifa versin." derse şifa bulur.
4- Resulullah (s.a.v.) bir hastanın yanına girdiğinde şöyle derdi: 
"Gider o sıkıntıyı, insanların Rabb'i, ona şifa ver, sensin şifa veren, senin şifandan başka şifa yok, bir şifa ki dert bırakmaz."
5- Resulullah (s.a.v.), Hz. Hasan ile Hz. Hüseyn'i şöyle sığındırırdı: 
"İkinizi de Allah'ın tam kelimelerine sığındırırım, her şeytandan, kötü kazadan ve kötü gözden." derdi ve buyururdu ki: "Babam İbrâhim de oğulları İsmail ve İshak'ı böyle sığındırırdı."
6- Osman b. Ebi'l-Âs Sakafî'den, demişir ki: 
Resulullah'a vardım ve bende ağrı vardı, beni az daha öldürecekti. 
Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Sağ elini onun (ağrıyan yerin) üzerine koy ve yedi kere şöyle 
de: "Allah'ın adıyla, ben bulduğum şeyin şerrinden Allah'ın izzet ve kudretine sığınırım." ben de yaptım,
Allah bana şifa verdi." Bu dikkate şâyandır ki Resulullah ona okumamış, onun kendisine okutmuştur.
7- Peygamber (s.a.v.) sefere çıkıp da bir yere konduğu zaman şöyle derdi: 
"Ey yer! Benim Rabbim, senin de Rabbin Allah'tır, Allah'a sığınırım senin şerrinden ve sendekinin şerrinden ve senden çıkanın şerrinden ve senin üzerinde debelenenin şerrinden, Allah'a sığınırım arslandan, kara yılandan, zehirli yılandan, akrepten, beldenin sâkinlerinin, doğuranın ve doğurduğunun şerrinden."
 Bunlarda üflemeye dair bir işâret yoktur ve bunların meşrû sayılmaları için başka delile ihtiyaç olmaksızın Ku'rân'daki duâ ve sığınma emirleri ve bu sûreler yeterlidir. Bununla beraber Resulullah'ın üflediği ve sıvazladığı da sâbittir.
8-  Resulullah (s.a.v.) her gece muavvizâtı (İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri) okur ellerine üfler, yüzüne ve vücuduna meshederdi.
Bundan başka yine Hz. Âişe'den Sıhah'ta rivayet edilmiştir ki:
"Resulullah (s.a.v.) ailesinden birisi hastalandığı zaman ona Muavvizâtı (İhlâs, Felâk ve Nâs Sûreleri) üflerdi. Vefat ettiği hastalığında da ben okuyup üflüyor ve kendi eliyle kendisini sıvazlıyordum. Çünkü onun mübarek elinin bereketi benim elimden çok büyük idi."
Bununla beraber Resulullah'ın kendisine başkalarının okumasını istemediğini anlatan şu rivayet de çok mühimdir. Yine
Sahîh-i Müslim'de:  Hz. Âişe demiştir ki: 
Resulullah (s.a.v.) bizden bir insan rahatsız olduğu zaman onu sağ eliyle mesheder (sıvazlar), sonra şöyle derdi: 
"İnsanların Rabbi olan Allah'ım o sıkıntıyı gider, şifâ ver, sen şifa vericisin, senin şifandan başka şifa yok, senin şifân dert bırakmaz." 
Ne zaman ki Resulullah (s.a.v.) hastalandı ve ağırlaştı, sağ elini tuttum, onun yaptığını yapmak istedim, elini elimden çekti,
sonra
"Allah'ım, beni affet, beni Refîk-ı alâ ile beraber kıl." dedi, ben baka kaldım, ne göreyim iş tamam olmuştu (yani vefat etmişti).
Bunlardan başka Resulullah'ın harpte ve diğer zamanlarda yaralananlara okuyup dokunmasıyla derhal şifa hasıl olanlar da çoktur. Fakat onlar onun peygamberlik özelliğinden olan mûcizeler kabilinden olduğu için diğerleri hakkında delil olmaz. Bununla beraber yine Hz. Aişe 
"Resulullah (s.a.v.), Ensar'dan bir ehl-i beyte humeden, yani akrep gibi zehirli hayvan sokmasından okuyup üflemeye ruhsat verdi." demiştir ki, bu da Câbir hadislerini teyid etmektedir. Bunda emmek tıbben de faydalı olduğuna göre, tükürmenin de
bir yönü düşünülebilir. Bundan başka bir de gözden okuyup üfleme (rukye)ye izin verilmiş olduğu ve bu sebeple 
"Göz değmesi ve sokmadan başkasına rukye (okuyup üfleme) yoktur." denildiği de zikredilmiştir.
Göz değme olayı bir nefsânî durum olması hasebiyle bunda da ruhanî bir nefes ve telkinin faydası açıktır demektir.
_____________________________________________________________________________ 
Şimdi bütün bunlardan hasıl olan sonuç da şudur ki:
Sihir şâibesi olmamak üzere ruhî ve bedenî kurtuluş için tesirli dualarla rukye (okuyup üflemek) caiz olmakla beraber, istirkâ yani kendini başkasına okutmak, okuyup üfleme talep etmek, Allah'a sığınmak ve dua etmek için başkasının aracılığını dilemek mânâsını içine almış olması itibarıyla dinen hoş görülmüş değildir. O yukarıda zikrolunan hadisler gereğince Allah'ın
hesapsız ve azapsız cennete girecek has kulları ondan sakınırlar. Bundan dolayı Hanefî fıkhında bu mesele şu şekilde yazılmıştır: Şifa veren ancak Allah Teâlâ olduğuna ve şifaya onu sebep kıldığına itikat ettiği takdirde tedavi ile meşgul olmakta bir sakınca yoktur. Amma şifa veren ilaçtır diye inanırsa değil.
Karşılığında bir şer ve zarar düşünülmedikçe mümkün olan en zayıf bir fayda ihtimalinden dahi insanları yasaklamak doğru olmaz. Yüzde yüz değil, binde bir, milyonda bir misâle dayanan bir ihtimâl dahi olsa karşılığında bir zarar ihtimali bulunamayan bir fayda mülâhazası yalnız kuruntu değil, az çok delilden doğan bir şüphe demek olduğundan, ihtiyaç halinde daha kuvvetlisi bulunamayınca onunla amel caiz görülür ve öyle bir tesellinin mutlak şekilde yasaklanması da makûl olmaz. Fakat insanların sihirbazlara, şeytanlara kapılması da en çok bu gibi şüpheli durumlar içinde meydana gelir ve onun için zarar ihtimâllerinin de iyi düşünülmesi gerekir.
Bu esas üzere Fıkıh'ta da, şifa, Allah'tan bilinmek şartıyla tedavinin kesin olanıyla amel vacip, korku zamanında terk edilmesi haram; maznun (galip zan) olanıyla amel câiz, durumlara ve şahıslara göre bazan yapılması, bazan da terkedilmesi daha
uygun; mevhûm (kuruntu) olanıyla da amel etmek yasaklanmış değilse de, terk edilmesi daha uygun denilmiş, rukye (okuyup üfleme) de mevhûm (kuruntu) kısmından sayılmıştır. Kuruntu olmasının sebebi de dua olması itibarıyla değil, okuyanın nefesinde sebeplik düşüncesi itibarıyladır.
Şu halde bu açıklamadan anlaşılır ki okuyup üfleme ile tedavi halkın pek çoğunun zannettiği gibi dindarlığın gereği ve dinin emrettiği bir şey değil, nihayet bir izindir. Asıl dindarlığın gereği onu terketmek sûretiyle Allah'a dayanmak ve ancak Allah'a sığınıp O'na kendisi doğrudan doğruya duâ etmek ve duâsına başkalarının aracılığını istememektir. Müminin mümine gerek huzurunda ve gerek arkasından duâsı meşrû ve müstahsen ve hatta dinî görevi bulunduğunda ve "Duâ ibâdetin iliğidir." hadis-i şerifi gereğince duâ ibadetin, dindarlığın iliği olduğunda şüphe yok ise de, duâ etmek başka, okuyup üflemek, başkasının
nefesinden medet beklemek yine başkadır.
Allah Teâlâ duâyı emretmiş
  "Bana duâ edin, duânızı kabul edeyim." (Mümin, 40/60) 
"Ben (o kullara) yakınım. Bana duâ edince duâ edenin duâsına karşılık veririm." (Bakara, 2/186) 
"De ki: Duanız olmasaydı Rabbim size ne değer verirdi?" (Furkan, 25/77)
Fakat şirkten kendinden başkasına duâ etmekten yasaklamış,
  "Ben ancak Rabbime yalvarırım ve hiç kimseyi O'na ortak koşmam, de." (Cin, 72/20)
Aynı şekilde Kur'ân'da ve Resulü'nün diliyle en güzel duaları öğretmiş bütün şerlerden doğrudan doğruya kendisine sığınılmasını emretmiştir. Okuyup üfleyecek olan bunları bellesin, her zaman kendine cankurtaran edinsin. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edildiği üzere her gece ve her ihtiyacında temiz kalp ve itikat ile okusun, kendine üflesin, mümin kardeşlerine de hem dua, hem tavsiye etsin, temiz nefesle dua edenlerin dualarının bereketlerini de inkâr etmesin. Buna söz yok, fakat Allah Teâlâ böyle dua ve icabet (kabul etme) kapısını herkese açtığı, ona genellikle herkesi çağırdığı, herkesin doğrudan doğruya sığınmasını istediği ve şirk ayıbını kabul buyurmadığı halde; ona doğrudan doğruya dua ve ibadet ile
sığınma ve ilticayı bırakıp da, "Ben o kapıya gidemem, ne isteyeceğimi de bilemem." diye dua tellalı aramaya ve onun nefesinden meded ummaya kalkışmak dindarlığın gereği değil, câhiliyye adetidir. İnsanlar bundan gafil olup kendisine okutup üfletmeyi dindarlık gereği sandığı için burada bu genişçe anlatım ile sözü uzatmaya lüzum görüldü. "Muvaffak edici Allah'tır."

Vazifeli Ruhaniler-İyi okunmalı-



Vazifeli Ruhaniler-İyi okunmalı-


Esma-yı hüsna Yaratıcının zatını ve sıfatlarını belirten çeşitli kutsi kelimelerdir. Kutsal kaynaklarda geçen esmaların toplamı doksan dokuzdur. Bu adların dışında da Allah'ın binbir adı olduğunu söyleyen keşif ehli evliyalar olmuş. Esma-yı hüsna Allah'ın vahiy ve ilham yoluyla nebilere ve has zümrelere bildirdiği zat ve sıfat adları olarak da görülebilir.
Esma-yı Hüsnaların Vazifeleri Ruhanileri Var...
Esma-yı hüsnanın Allah tarafından"görevlendirilimiş" ruhanileri var. Bunlar cinniler, melekler taifesinden de olabilmektedir. Esma-yı hüsnadan herhangi biriyle yoğun olarak Allahı zikredenlere o esmanın görevlileri olan ruhaniler yardıma gelirler. Bunlar cinniler, melekler taifesinden de olabilirler. Hiçbir esma-yı hüsna yok ki onun görevli ruhanileri olmamış olsun. Bu Kuran-ı Kerim ayetleri ve süreleri için de geçerlidir.
Ruhaniler Esma-yı Hüsnalarla Dönüşürler...
Ruhaniler esma-yı hüsnanın sırrına mazhardırlar. Kendi yaşam kanunlarında Allah'ın dilediği sınırlar çerçevesine çıkmadan değişip dönüşebilmeye ruhanilerin selahiyetleri var. Kendi hayat kanunlarının dışına çıkmak için kullandıkları çeşitli kelimelerle şekilden şekile girebilirler. Bunun için de çok ağır bir bedel öderler. Değişip dönüşümün kanun dairesini zorladıklarında bu onların sonu olur. İnsan, kuş, kelebek, böcek, yılan, örümcek, kedi, keçi vb. hayvanların şekline girebilirler. Genellikle hiç beyazı olmayan kedi ve köpek; şeytani cinnilerin görselliği, tecellisi olarak kabul edilir.
Ruhaniler Elde Edilebilir...
Sufizm yolundaki velilerin, evliyaların emrinde bulunan ruhaniler vardır. Allah, ihlasla kendini anan sufilerden çoğuna armağan olarak ruhaniler verir. Kimileri bunların farkında olur kimileri olmaz. Ruhanilerden birini elde edenler sonsuz sevinç içinde kalırlar. Elde edilen ruhaniler dünya ve ahirette yardımcı olurlar. Kur'anda ve esma-yı hüsnanın sır bahçelerinde onları elde etme, onlardan yararlanma yolu açık bırakılmış. Esma-yı hüsnalardan usulünce yararlanırsa ruhanilerle iç içe olunabilinir. Hatta onlar istihbaratta, tıpta, iletişimde ve benzeri sahalarda kullanılabilir.
*Biat Almadan, İzinsizce Esmayla Riyazet Yapmak Tehlikelidir...
Sufizm okullarından selahiyetli bir gavsın ya da insan-ı kamilin elinden biat almadan esma-yı hüsnayı çalışanlar kendi başlarına riyazet yapıp ruhani alemleri fethi amaçlayanlar cinni şeytanların ağına düşerler. Onlara yem olurlar. Sufizm yoluna girerek biat almayanlara esma-yı hüsnanın ruhanileri de asla gelmez. O yollara girmeden velayet elde etmek tehlikeli sonuçlar doğurur. Biatsız esma-yı hüsna çalışanların, kendi başlarına riyazetler yapanların çoğu ya yoldan saparlar ya da cine şeytana maskara olan zavallı birer ****** olurlar. Esma-yı hüsnayla rizazet yapmak için selahiyetli birinden icazet almak gerekir, aksi halde çok tehlikeli sonuçlar ortaya çıkabilir.
Haftanın Günlerine Bakan Vazifeli Ruhaniler Var...
Sufizm yolunun havassına mazhar kimi evliyalar vardır:
 Ahmed Ziyaüddin Gümüşanevi, 
Muyyiddin İbn-i Arabi, 
İmam Ahmet Bin Ali El-Buni Hazretleri, 
İmam Yafii gibi... 

Bunlar, haftanın günlerine bakan ruhanilerin varlığına işaret etmişler, onların çağrı dualarını ve sırlarını açıklamışlardır. 
İmam Yafii Hazretleri yedi günün ruhani vazifelilerinin adlarını o günün esmasını ve harfini vererek büyük sırra dikkat çeker. 

Bu yedi harften herbiri haftanın bir gününe denktir. 
Pazartesinin harfi "şın" dır. 
O günün esma-yı hüsnası "Şakir" adıdır. 
Pazartesinin ruhani vazifelisinin adı 
"Cebrail Aleyhisselam"dır.
Salı gününün harfi "ze"dir. 
Esma-yı hüsnası "Zekiyyu"dur. 
Ruhanisinin adı "Semsemail Aleyhisselam"dır. 
Çarşambanın harfi "zı"dır. 
Esması "Zahir"dir. 
Ruhanisi "Mikail Aleyhisselam"dır. 
Perşembe gününün harfi "se"dir. 
Esması "Sabit"tir. 
Ruhanisi "Sarfiyail Aleyhisselam"dır. 
Cuma gününün harfi "cim"dir. 
Esması "Cebbar"dır. 
Ruhanisi "Anyail Aleyhisselam"dır. 
Cumartesinin harfi "fe"dir. Esması "Fatır"dır. 
Diğer günlerdeki butün ruhaniler bu güne tasarruf ederler, 
özel bir ruhani adı yoktur. 
Pazar gününün harfi "hı"dır. 
Bu günün özel bir duası vardır. 
Ruhanisi "Rukıyail Aleyhisselam"dır. 

Haftanın yedi günü için öngörülen harflerin yedi adet olması, bu harflerin Fatiha Süresinde geçmemesi ism-i azamın yedi sayısının sırrını kapsaması ve belirtilen yedi harfin tamamının En,am Suresinde geçmesi oldukça düşündürücüdür...
Esma-yı Hüsnayı Çalışma Yolları...
Esma-yı hüsnayı çalışmanın çok değişik yolları vardır. 
En büyük sır da esma-yı hüsnanın ebcet sayısınca anılmasındadır. 
Bir başka yol da esma-yı hüsnanın ebced sayı değerini kendisiyle çarpıp çıkan sonuç kadar onu anmaktır; bu durum ism-i azam gibi bir şeydir ve bunda çok büyük bir sır vardır. 
Asıl sır buradadır. 
Sözgelimi "Allah" esmasının ebcetsel sayı değeri altmış altıdır.
 Altmış altıyı kendisiyle çarparsak dört bin üçyüz elli altı rakamına ulaşırız. 
İşte Allah esmasını bu sayı kadar anmakta çok azemetli sırlar vardır. 
Bu sayıların esma-yı hüsnaya müvekkel olan ruhaniyi yaklaştırma gibi esrarları vardır. Sufizm yollarına biat eden müritler özellikle mürşitlerin önerdiği virtleri yaparak seyr-i süluk ederler. Dilerlerse hoşlarına giden herhangi bir esmayı şefaatçi ve vasıta kılarak amaçları için çalışabilirler. Sufizm yoluna biat eden kimseler esma-yı hüsnadan dilediklerini çalışmaya ruhsatlı sayılırlar; çünkü onlar esma yoluna bağlanmış has bir zümredirler. 
Esma-yı hüsna çalışılırken abdestli olunmalıdır. 
İlk önce gözler kapatılmalı yavaş yavaş vucut gevşetilerek yoğunlaşılmalıdır. Tamamen düşüncelerden arınıp kendini yok olmuş bilerek hatta evreni de yok bilerek çalışılan esma seri bir şekilde okuyanları amaçlarına ulaştırır. Esma, güneşe benzeyen bir nur gibi düşünülüp o ışık altında kalındığı fikredilerek çalışılmalıdır. 
Yoğunlaşmayı başaranlar korkunç bir zafer kazanırlar. Esmaların bütün yararlarına çok seri bir şekilde ulaşırlar. Esmaları böyle çalışmak gerekir. Gaflet ve vesvese içinde yapılan zikrin sevaptan başka bir yararı yoktur.
Her esma ebcetsel sayı değeriyle şifrelenmiştir. Bu sayılarda mucize sırlar vardır. Ebcetsel sayı değeriyle verilen herhangi bir esmayı, tekrar aynı sayıyla çarpıp çıkan sayı değerince eksik fazla olmadan anmakta, söylemede ism-i azam sırları vardır.Bu sayı bereketiyle ruhani alemlerin kapıları açılır ve esmanın sırları ortaya çıkar. Nasıl ki bir anahtarın küçük bir dişlisi olmadan kapılar açılmıyorsa bunun gibi esmayı belli bir sayı düzeninde çalışmamak da aynı sonucu doğurur. Yıllar geçse de hiçbir sır açığa çıkmaz. Her esma sayısal bir mucizedir, gayp kapılarının kildidir. Kapalı kapıların açılması için de esmanın ebcetsel sayısal değer çok önemlidir. 
Esma Fıtrata, Amaca Uygun Olmalıdır...
Her insan esmaya mazhar yaratılmıştır. 
Nasil ki parmak izleri ve yüz ayrı ayrıysa aynen öyle de her insanın yaratılışında esma faklılığı vardır. 
Kimi Rahman, 
kimi Vedüd, 
kimi Muhyi ,
kimi de Celil fıtratlıdır. 
İnsanların anlaşmazlıklarının temelinde de esma farklılığı vardır. 
Çalışılan esma amaca uygun olmayınca beklenen yararlara ulaşılmaz. 
Sözgelimi bir insan düşünün vesvese onun kaderi olmuş adeta... 
Hergün vesveseden ölüyor. 
Bu insan, "Ya Rauf" çalışırsa ne olur? Amacına ulaşmamış olur. 
Çünkü Rauf esmasının vesveseyi izaleye dahli yoktur. 
Esma-yı hüsnanın her biri ayrı ayrı tecelliye sahiptir. 
Bir tecelli diğerine karışmaz. 
Vesveseden helak olanların çalışması gerekli olan esma "Ya Kuddüs" dür. 
Çünkü bu esma vesveseyi yakıp yok eden her türlü kiri pası temizleyen bir tecelliye sahiptir. Yine bir insan düşünün nereye gitse ne yapsa hep hakarete maruz kalmaktadır. 
Evde, sokakta, işte hep aşağılanmaktadır. 
Bu insan "Ya Hayy" çalışmaya başlarsa ne olur? 
Amacına uygun bir esma seçmiş olmaz. 
Yine, her yerde horlanıp durur. 
Oysa böyle biri "Ya Aziz" esmasını çalışsa bunu da ebcetsel sayı çarpımıyla yapsa kırk gün geçmeden izzetli, el üzerinde tutulan biri haline gelir. 
Bu, doğru çektiği esmanın tecellisi neticesinde açığa çıkan bir şeydir. Sufilerin seyr-i sülukta başarısız olmalarının temelinde de fıtratlarına uygun esmayı çalışmamaları yatar. Sözgelimi bir sufinin yaratılış fıtratı; atak, girişimci, tuttuğunu koparan dışa dönük olsun. Bu sufi "Ya Halim" çalışırsa fıtratına aykırı bir esma seçmiş olur. 
Bu sufi "Ya Seri'u" çekse seri bir şekilde yol alır. Hayret edilecek sonuçlar ortaya çıkar. Her gıda her insana yaramadığı gibi, her esma da herkese yaramaz. Esmaların hepsi şifalı ilaçlara benzerler. Ama insan kendi hastalığına uygun ilaç alıp doğru esmayı çekebilmelidir... Aksi halde beklenen yararlara ulaşılamaz. Eğer sizin düşmanlarınız çoksa ,her gün birileri size sataşıp duruyorsa yüz milyon defa "Ya Rezzak" çekseniz ne olur? Hiçbir şey... Çünkü bu esma, düşmanlara karşı bir tecelli açığa çıkarmaz. Sadece helal rızk getirir, hepsi bu... Ama "Ya Muntakim" diye zikrederseniz daha bir kaç hafta geçmeden düşmanlarınızın herbiri müthiş bir felakete düşüp sille yer. 
Bunu da "Muntakim" esmasının tecellisi yapar. İnsan ihtiyaç sahibidir ve hastadır. Esmaların hepsi de birer şifalı ilaçtır. Bir insan gereksinimine göre değişik değişik esmalar çalışabilir. Özellikle Sufizm yollarına biat edenler özgüven içinde diledikleri esmaları çalışabilirler. Bu, onlara verilmiş birer icazettir, ruhsattır. Bunu, çok iyi anlamak lazım... Hiçbir insan yok ki Kur'anda kendine bakan bir süre ayet olmasın; hiçbir insan yok ki esma-yı hüsnadan kendine bakan bir esma olmasın... Bir insan kendi yaratılış fıtratına uygun düşen esmayla çalışmazsa yıllar geçse de hiçbir ilerleme sağlayamaz. Kul samimi olursa Allah bunu gönlüne ilham eder... Kalbi dinlemek kadar güzel bir şey yoktur. Kalp Allahı yansıtan bir ayna... Kalp ilahi sırra açılan bir pencere...
Esma-yı Hüsnaları Çalışma Zaman Dilimi..
Esma-yı hüsnayı hangi amaç için çalıştığımıza bağlı olarak zamansal sınır da değişir. Sözgelimi Sufizm yoluna bağlı biriyseniz mürşidinizin size tarif ettiği dersi ölene kadar yapmalısınız. Ama özel amaçlar içinse, sevgi, ilim, rızk, başarı, hastalık, sihir, düşmanlıklar, rüya, yakaza ve benzeri 7,14,21,40 günle 150 gün arasında bu çalışmalar değişebilir. Yani yedi günle altı aylık zaman dilimi arasında bu esmalar zikredilebilir. Bu çalışma amaca ulaşıncaya kadar da sürdürülür... 
En etkilisi de esma-yı ilahinin ebcetsel sayı değeriyle esmayı zikretmektir. 

Sözgelimi "Hayy" esmasının ebcetsel sayı değeri 18'dir. 
Bu esmayla özel bir dua planlanıyorsa 18 gün buna devam etmelidir. 

Yine "Ya Basıt" esmasının ebcetsel sayı değeri 72'dir. 
Yetmiş iki gün boyunca bu sayıda esmayı anmak ruhu sevinçlere boğar. Sırlar açığa çıkar. 
Böyle bir usul de vardır. İnsanlar, birbakıma esmanın ışınlarına aşık olarak yaratılmışlardır. 
Bir insan hangi esmaya aşık oluyorsa, ona büyüleniyorsa kalbinde onun sıcaklığından esin varsa o esmayı seçmelidir. 
Dilerse bir halife bunun tersini söylesin...
Bunda büyük bir bereket ve sır vardır. 
Kalbin sevmediği, aşık olmadığı esma yol aldırmaz sadece sevap getirir... 
Ya aşık olunan esmalar öyle mi?  Onlar ruhumuzu aşkla ışınlayacak bir nurdur. 
Ruh, esmanın aşkıyla, ondan aldığı ışınla büyür ve gelişir. Ruh gereksinim duyduğu esmaları çok iyi tanır. Ona karşı gizliden bir aşk yönelimi sergiler. Ruhun sevgilisi ve aşkı olan esmayı; ledüne sahip olan kimi veliler bilip söyleyebilirler. 
Bu çoğunlukla olası olmadığına göre en doğrusu Allah'a yakarıp dua ederek kendine yararlı olacak ve mürşitlik edecek esma-yı hüsnayı Ondan istemektir. 
Bir hafta kadar samimi kalple dua edildiğinde Allah'ın esma-yı hüsnaları sırasıyla yavaş yavaş okunmaya başlanır. 
Ruh, kimi esmalar okunurken aşktan çıldırır, onu ister... 
İşte o esma mühim bir mürşit olabilir ve çalışan hakkında ism-i azam hükmüne geçebilir. Gelinen konaklara göre de bu esma aşkı zaman içinde başka başka esmalara kayabilir. Bu da çok doğal sayılmalıdır. 
Bir sufinin "Rahman" esmasına aşıkken bir zaman sonra "Fettah"a aşık olması bereketli bir şeydir... 
Esmaları sevmede ruhun gereksinimi, ilahi esin yelleri, yaratılış sırrı çok önemlidir. Esma çalışmadan yana hiç kimse bir esmayı çalışmaya karşı sık boğaz edilmemelidir. 
Severek yapılan her şey güzeldir... 

TILSIM



Tılsım, Muska'dan farklı olarak, korunmak amacıyla değil, istenen, amaçlanan olumlu bir etkiyi - ki bu, zenginlik, ün ve şöhret kazanma, düşmanları ve rakipleri alt etme, karşı cinsin beğenisini ve dikkatini kazanma olabilir - kişinin yaşamını çekmek için kullanılır. Örneğin, düşmanlarına galip gelmek, rakiplerini alt etmek isteyen bir iş adamı için Mars tılsımı uygun olacaktır. Zengin ve ünlü olup birçok dost edinmek isteyen bir kişi içinse Güneş ve Jüpiter'in karma güçlerinden oluşan bir tılsım faydalı olacaktır. Aşkta başarılı olup, birçok aşık edinmek isteyen, karşı cinsin dikkatini çekmeyi isteyen biri için ise Venüs tılsımı gerekmektedir. Tılsım'da dikkat edilmesi gereken bir nokta ise yapım aşamasıdır. Tılsımın üretimini ustalaşmamış birinin yapması durumunda Tılsım kendisinden beklenen olumlu etkiyi vermeyecek aksine zararlı olacaktır. Bir Tılsım'ı insanın üzerinde taşıması tılsımın türüne göre bazı sorumluluklarda getirir. Örneğin Güç için yapılmış bir Tılsımı üzerinde taşıyan kişi cinsel ilişkiye girmeden önce bu tılsımı çıkarmalıdır. Zenginlik için yapılmış bir Tılsımı üzerinde taşıyan kişi ise ateşi demir ile karıştırmamalı, ateşin içine soğan kabuğu veya ekmek parçaları atmamalıdır. Yapılmaması gereken hareketler, dikkat edilmesi gereken noktalar, tılsımı yapan tarafından, tılsımı taşıyacak kişiye bildirilir.

Tılsım Çeşitleri Balık Tılsımları: Yüzlerce yıl Hıristiyan dininin sembolü olan balık, haçın kabul görmesinden sonra bu itibarini yitirerek yerini haça bırakmıştı. Asırlar sonra, 20. yy' da balık tekrar ortaya çıkarak, eski unvanına sahip olmaya başladı. Balık yüzyıllar boyunca cinsel bir sembol olarak ve Büyük Tanrıçanın üreme organlarını temsil eden bir simge olarak görüldü. Eski çağlarda böyle bilinen balık, Hıristiyan olmayan ülkelerde hala kısırlığa ve cinselliğe yardımcı bir tılsım olarak kullanılmaktadır. Kimileri balık tılsımları için "şeytandan korumasa bile taşıyanı cinsel yönden zevk alarak yasamasını sağlayacak bir tılsımdır." derler. Balık tılsımları, Kuzey Afrika ülkelerinin bir kısmında şans getirmeleri ve cinleri, kötü ruhları uzaklaştırsın diye dükkan önlerine asılırlardı.
Baykuşlu Tılsımlar: 
Kem gözlere karşı en iyi koruyucunun yine bir başka göz olduğu varsayımıyla tasarlanan baykuş seklindeki tılsımlar, en çok küçük bir Akdeniz adası olan Minorka'da kullanılmaktadır. En dikkat çekici özelliği gözlerin olduğu bu baykuş seklindeki koruyucu tılsım, camdan veya metalden yapılır. Bugün bile hala popülerliğini koruyan baykuş tılsımlarının, Minorka'da evleri de büyük felaketlerden koruduğuna inanılır. Baykuşun uğursuz bir hayvan olarak bilinmesi, bu tılsımın pek fazla rağbet görmemesine yol açan en önemli etken olarak değer kazanır. Onun koruyucu rolü, pek çoklarına göre evrensel değildir. Çünkü o, gecenin şeytani yaratığı olarak bilinir. 

Boynuz: Boynuzlar bugüne kadar birçok toplumda kah üzerinde taşımak, kah bir yere asmak suretiyle yaygın olarak kullanılan tılsımlardandır. Boğanın iriliği, vahşiliği gücü temsil ederken, çiftleşmesi doğurganlığı, çifte koşulması da bereketi temsil ettiği inancı onu bir tanrıya dönüştürür ve Antik çağ toplumları için bu durum ideal bir koruyuculuk timsali teşkil eder. Bir damına asılan ya da duvarına yerleştirilen bir boynuz o evin koruma altında olduğu inancını insanlara aşılar. Bugün altın ve gümüşten yapılan küçük ve tek bir boynuz bir zincirin ucunda boyuna asılır ve cinsel iktidar sembolü olarak kabul edilir. 

Defne: Defne ağacı, bulunduğu yere bereket getiren bir ağaç olarak bilinir. Onun bulunduğu yere hastalık ve kötü cinler giremez inancı pek yaygındır. Eski Yunan ve Roma' da taçlar defne dalları ve yapraklarıyla süslenir, mitoloji de ise defnenin yıldırımsavar bir gücü olduğuna inanılırdı. Hatta bu inanış o kadar geçerlilik kazandı ki, günümüzde bile ev girişlerinin iki yanına dikilen defne ağaçları hem evi kötü ruhlardan hem de yıldırımlara karşı koruyarak adeta bir paratoner vazifesi görmesi sağlandı. 

Deniz kabukları: Bilinen koruyucu tılsımların en eskisi olan deniz kabuklarının 20 bin yıl öncelerine dayanan bir tarihi vardır. Deniz kabukları dünyanın bir çok yerinde tılsım olarak kullanıldıkları gibi, süs eşyası olarak da çok yaygındırlar. Deniz kabuklarını eskiden beri bir çok şeyle ilişkilendiren insanoğlu, onu hem nazara karşı koruyucu olarak, hem de doğurganlığı temsil edici olarak kullanmışlardır. Onların yumurta biçimli şekilleri gözü hatırlattığından, cesetlerin göz yuvalarına yerleştirilirdi. Bunda amaç, ölünün öte dünyayı çürümeyen gözlerle görmesini sağlamaktı. Bu çok yaygın bir gelenek olarak bilinir. Deniz kabuğunun kadın cinsel organına benzetilen yarık kısmından dolayı,bazı eski metinler onu dışı yasam kapısı olarak adlandırır. O güçlü bir doğurganlık sembolü olarak ve de bir tılsım olarak, doğum sancıları ve kısırlığa karşı kullanılırdı. Kimi Asya ve Afrika ülkelerinde deniz kabukları hayvanların koşum aksesuarlarına takılarak onları nazardan korumak için de kullanılmıştır. Deniz kabuklarının takı olarak kullanılmasından sonra, bunların altın ve gümüşten olan taklitleri de yapılarak çok güzel birer süs eşyası olarak günümüzde de kullanılmaktadır. bunların mavi sırlı topraktan, akik ve kuvarstan da yapılanları mevcuttur. 

Diş ve Tırnaklardan yapılan Tılsımlar: 
Genelde ilkel toplumlardaki yerliler tarafından avlanan hayvanların dış ya da pençe ve tırnakları çok güçlü bir tılsım olarak görülürdü. Buna sebep olarak da hayvanlardaki o müthiş gücün, bu tılsımı kullananlara da geçeceğine inanılmasıydı. Ayı dişleri, bir kaplanın pençesi, bir kurt dışı, yaban domuzu ya da fil dışı çok rağbet gören, her birinin ayrı ayrı koruyucu bir güç yüklendiği tılsımlardı. Mesela bir ayı pençesi, doğum sırasında kadının en büyük yardımcısı olarak görülürdü. Ya da bir kurt dışı bebekleri korkulardan uzaklaştırır ve dişlerinin ağrılarını keser diye bilinirdi. İskandinav ırklarının bir çoğunda kutsal bir hayvan olarak bilinen Boz ayinin pençesi, hayvanda bulunan o büyük gücün ve cesaretin tılsımı taşıyana yansıyacağı anlamı taşırdı. Bugün, bir kaplan dışı ya da pençesi, kumarbazların çok inandıkları bir uğur tılsımıdır. 

Fesleğen: Hintlilerin kutsal bitkisi fesleğen, Tanrı Vişnu ve Krisna' ya adanmış bir bitkidir. doğum sırasında kadına yardımcı olduğuna inanılırdı. Sahibini sancılardan ve ağrılı hastalıklardan koruduğu da inanışlar arasındadır. Akdeniz' ülkelerinin bazılarında ise fesleğen, evdeki bakire kızın koruyucusuydu. Şayet evdeki bakire kız evlenme çağına gelmişse, fesleğen saksısıyla birlikte camin önüne konur ve evdeki kızın artık evlenmeye hazır olduğu bu, koruyucu bitkisi olan fesleğenle ilan edilirdi. 

Kedi: Bir patisi havada, oturan ve adeta birini çağıran pozda bir kedi düşünün! İste bu Japonya'nın en gözde uğuru olan Neko'dur. Sahibine şans getiren ve kötü talihi uzaklaştırır diye bilinen bu kedi tılsımına Japonlar Maneki Neko, yani çağıran Kedi ismini takmışlardır. Bu kedinin kaldırdığı patisi eğer sol ise, bu, işyerine müşterileri ve bereketi çağırıyor demektir. Şayet sağ patisini kaldırıyor ise, bu da bulunduğu eve huzur ve refahı davet ediyor demektir. Bu çağıran kedilerin beyaz renkte olanları mutluluğu, sari olanları ise zenginliği işaret eder. Kara kedi de sağlık, sıhhat çağrısında bulunur. Ev girişine ya da dükkan vitrinine konulan bu kedi, gününüzün neşe içinde geçmesini sağlayacaktır. İrili ufaklı bir çok boyutlarda bulunan bu kedi tılsımları, eskilerde tahtadan yapılırlarken, şimdilerde çiniden yapılıp, geleneksel renklere boyanmaktadır.

Kehribar: Görenin tas ya da kaya cinsi sandığı kehribar, aslında çam ağacının fosilleşmiş reçinesidir. Bugün kullanılan kehribarın, yüzyıllar öncesine dayanan bir geçmişi ve takana sirayet eden özel güçleri vardır. Kehribar tılsımları, takana hem hem kötü talihi yenmesi açısından, hem de iyi şansı çekmesi açısından çok yararlıdır. Kehribar boncuklarından yapılmış bir kolyenin, kişiyi zehirlenmelere karşı koruduğu bilinen yönlerinden biridir. kehribarın erkek penisi seklinde yontulup, tılsım olarak kullanılmasının da nazara ve kötü ruhlara karşı çok etkili olduğu inancı, 1900' lerin başında çok yaygındı. çeşitli hayvan motiflerinde islenen kehribarların da erkeklerin cinsel iktidarlarını kazanmasına, kadınların da doğurganlıklarını arttırmasına yardımcı olduğu bilinirdi. Kehribar, doğal hali bozulmadan boyuna asıldığı zaman guatr hastalığına da iyi gelmektedir. kişinin bu tedavi sırasında üç ay kehribarı boynundan hiç çıkarmaması gerekmektedir. 

Kekik: Kekik bitkisi, yemeklere lezzet katan tadının yani sıra da önemli bir koruyucu olarak bilinir. Bir kekik dalını yanında taşıyan kişi, korkularından, hastalıklarından ve karabasanlardan kurtulur. Saçına bir kekik dalı takan kadının aşkta şanslı olacağına inanılır. Kekik, insanların enerji eksikliklerini tamamladığı gibi, psişik güçlerini de güçlendirir. 

Kına: Kına bugün bile kullanılan hem uğur, hem de koruyucu nitelikleri olduğuna inanılan bir bitkidir. Düğünden bir gece evvel, kına geceleri düzenlenmesi, Türkiye'de olduğu kadar bir çok değişik Ortadoğu ve Asya ülkelerinde de yapılmaktadır. Kimi yerlerde bu kına gecelerine yalnızca kadınlar katılır ve gelinin ellerine sürülen kına bir bezle bağlanarak ertesi gün açılır. Bu uzun bir müddet elden çıkmaz. Bunda amaç, düğüne gelebilecek nazarin ve şeytani güçlerin saldırılarını etkisiz hale getirmektir. Bu gelenek Anadolu'muzda yıllardır özelliklerinden hiç bir şey kaybetmeden uygulanmaktadır. 

Köpekbalığı dışı (Aziz Paul'un Dili): Kökeni Ortaçağlara dayanan ve günümüzde bile hem süs eşyası hem de koruyucu olarak kullanılabilen bir tılsım olan Köpekbalığı dışı ya da Aziz Paul'un Dilinin, bir çok korumayı gerçekleştirdiğine inanılırdı. Bu tılsımın bu adi almasındaki nedene gelince ; Şiddetli bir fırtınada gemisi küçük bir adaya sürüklenen Aziz Paul, karaya çıkınca bir yılanın ısırmasına maruz kalır. O da buna tepki olarak o adayı kutsadı ve yılanlarına lanet okudu. O anda adadaki tüm yılanlar zehirlerini kaybettiler ve zararsız birer hayvan oldular. Bu yılanların zamanla ölmesi kayaların içinde fosilleşen üçgen seklindeki dişleri ada halkı tarafından Aziz Paul'un Dili olarak adlandırıldı ve bulundukları yerden çıkartılarak, üzerlerine altın, gümüş gibi montürler yerleştirildi ve kolye, gerdanlık, küpe gibi eşyalar haline sokuldular. Ama bunların aslında yılan dilleri değil, zamanla kayalarda fosilleşen köpekbalıklarının dişleri olduğu, çok sonra ortaya çıkacaktı. 

Mercan (Kırmızı): Yüzyıllardır tılsım yapımında kullanılan Kırmızı Mercan' in, taşıyanı nazardan, cinlerden, büyü ve delilik gibi hastalıklardan koruduğuna inanılırdı. Hormon düzensizliği çeken kadınların ve doğumda zorluk çekmek istemeyenlerin üreme organları yanında bulundurduklarında kırmızı mercanın onlara yardim edeceğine inanılır. Ayrıca kırmızı mercanın bebekleri de koruduğuna inanılır. Hatta bebeklerde dış çıkmasına bile yardımcı olduğu rivayetler arasındadır. Kırmızı mercanın en etkili olduğu kullanım sekli, doğal halidir. Süsü eşyası kullanımında da kırmızı mercandan kolye, küpe ve yüzük yapılır. 

Meşe Palamutu: Meşe ağacı yüzyıllardır kutsal bir ağaç olarak bilinir. Bunun meyvesi olan meşe palamutu da bu sebepten dolayı özel güçlere sahip olarak bilinir. Meşe palamudundan yapılan koruyucu tılsımların, kolera gibi hastalıklara iyi geldiği bilinmekte, inanılmaktaydı. Meşe ağacının uzun olan ömrünün, insanlara yansıyacağı düşüncesiyle uzun yaşamı da temsil ettiği bilinir. Üzerinde bir meşe palamutu taşıyanın hiç yaslanmayacağına inanılırdı.

 Sarı Kantaron: Bir adi da Aziz John Kökü olarak bilinen Sari Kantaron, kötü ruhları, kötü güçleri kovmak için kullanılan en etkili bitki olarak bilinir. Eski Roma'da bu bitkiye "şeytan Kaçıran" denirdi. Sari kantaronu, dalınla birlikte evin bir kösesine asmak, o evin ve sakinlerinin tılsımlı ve güçlü bir korumaya sahip olacaklarını ve evden içeri hiçbir kötü ruhun girmeyeceği anlamına gelirdi. Bundan başka sari kantaronun evi yıldırımlardan ve ölümden de koruduğuna inanılırdı. Bu bitkiyi evlerde en çok asili olarak Aziz John' un 24 Haziran' da ki yortusu sırasında görebilirsiniz. Bitkinin bir cinsinin yaprakları ışığa doğru tutulduğunda, üzerinde kırmızı lekeler görülür. Bu da Aziz John' un kafası kesildiği sırada kanının bitkinin yaprakları üzerine düşerek bıraktığı lekeler olarak yorumlanır. Sari kantarona Aziz John Kökü denmesinin sebebi de bu rivayete dayanmaktadır. 

Sarımsak: Çok eskilere dayanan koruyucu etkisi sarımsağı bitkiler içinde en etkili bir bitki tılsımı haline getirmiştir. Bilimsel olarak faydalarının arasına her gün bir yenisi eklenen sarımsak, eskiden vampirlere karşı korunma olarak kullanılırdı. İnsanlar evlerine sarımsaklar asarak bu kan emicilerden korunacaklarına, sarımsağın kokusunun vampirleri eve sokmayacağına inanırlardı. Hatta durum çok vahimse, sarımsağı boyunlarına bağlayıp öyle yatarlardı. Öte yandan sarımsak huysuz bebeklerin, gece rahat uyumaları için yatağın altına konurdu ve bebeklerin sakinleşmesi sağlanırdı. Ortaçağlarda sarımsak, savaşlarda yaralanmalara karşı da kullanılmış ve savaşanları koruduğuna inanılmıştı. Denizciler kötü hava şartlarına ve deniz kazalarına karşı da sarımsak kullanırlardı. 

Tavşan Ayağı: İlginç bir tılsım daha. Hem de en popüler tılsımlardan biri. 20.yüzyılın başlarında bu şöhreti yakalayan tavsan ayağı tılsımı için bir çok yerde bir dolu rivayetler üretilmiştir. Kimi "tavşanın ayağı uğurlu olsaydı, tavsana da uğur getirirdi, bakin simdi o üç ayaklı bir tavsan" dedi, kimi hayvan haklarından bahsetti ve bunun bir katliam olduğunu savundu, kimi de onun uğuruna yürekten bağlandı ve onu en uğurlu uğuru saydı. Ama var olan bir gerçek, tavsan ayağının bir tılsım olarak kullanılıyor olmasıydı. tılsım kaybetmek uğursuzluk sayılır ama, tavsan ayağı tılsımını kaybetmek kimilerine göre ölüm, zamansız bir felaket, kimilerine göre de çok büyük bir şanssızlık olarak algılanırdı. 

Üvez Ağacı: Keltler'in Minerva'sı, Gaul ülkesinin sanatçılara ve zanaatkarlara ilham veren Tanrıçası Brigit'in kutsal ağacı olarak mitoloji de bile kendisine yer bulan üvez ağacının, kötü büyüleri bozduğuna inanılırdı. Öyle ki; bir vampirin göğsüne çakılacak kazığın, amacına ulaşabilmesi için, üvez ağacından yapılmış olması gerekir derler. Bir bahçe içine ekilen üvez ağacı, bulunduğu bahçeyi, evi ve içindekileri şanssızlıklardan korur, iyi talihin gelmesini sağlarmış. Gemilerde fırtınaya, evlerde yıldırım düşmesine karşı kullanılan üvez ağacı, muska olarak da iki dal parçası kırmızı bir kurdeleye bağlanarak taşınırdı. 

Yılan Figürlü Tılsımlar: Çelişkilerin hayvani yılan, ayni zamanda da iyi bir koruyucu. Birçoğumuzun korktuğu, adinin geçmesinin bile insanları ürperttiği yılan, Çağlar boyunca önemli bir tılsım simgesi olarak kullanılmıştır. yılan seklinde dolanmış yüzükler, yılan figürlü bilezikler ve kolyeler altınla birleşerek takı dünyasında önemli bir yer kaplamışlardır. Yılanlı tılsımların, hastalıklara karşı çok kuvvetli bir tesiri olduğu bilinirdi. Yılanı ölümsüzlük sembolü olarak da gören toplumlar vardır. Bugün Tip dünyası bile bilinen bu ölümsüzlük yakıştırmasından dolayı yılanı amblem olarak seçmiştir. 

Yoncalar: En çok revaçta olan uğur simgesi olarak bilinen yoncaların, en makbulü dört yapraklı yoncadır. Üç yapraklı yoncanın da uğurlu sayıldığı yerler vardır, örneğin İrlanda gibi. Ama dört yapraklısı daha nadir bulunduğu için, üç yapraklıya nazaran güçlerinin daha fazla olduğu düşüncesi yaygındır. Dört yapraklı yoncanın inanılan tılsımlı güçleri arasında kötü büyüden korunma, inanç sağlamlığı, denge, birlik ve bütünlük sembolü olma özelliklerini sayabiliriz. yoncaların dörtten fazla yapraklılarına da rastlamak mümkün. Yaprak adetlerine göre her birinin ayrı ayrı anlamları bulunur. Mesela, beş yapraklı yonca zenginliği işaret ederken, altı yapraklısı askı, yedi yapraklı olanı ise kötülüklere karşı korunmayı belirtir. Yunus: Denizciler arasında pek yaygındır. Deniz kazaları ve denizden gelecek tehlikelere karşı denizcileri koruduğuna inanılır.

havasın derinlikleri

KBILANTOR ZKİRUKLAM ASTRAL KATLAR

 KBILANTOR ZKİRUKLAM ASTRAL KATLAR

TOKAT’TA İMAM HATİP LİSESİ’NE ADI VERİLEN VATAN HAİNİ ŞEYHÜLİSLAM MUSTAFA SABRİ’NİN KALEME ALDIĞI VE YUNAN UÇAKLARIYLA CEPHEDEKİ ASKERİMİZİN ÜZERİNE ATILAN TEALİ İSLAM CEMİYETİ BİLDİRİSİ



TOKAT’TA İMAM HATİP LİSESİ’NE ADI VERİLEN
VATAN HAİNİ ŞEYHÜLİSLAM MUSTAFA SABRİ’NİN KALEME ALDIĞI VE YUNAN UÇAKLARIYLA CEPHEDEKİ ASKERİMİZİN ÜZERİNE ATILAN TEALİ İSLAM CEMİYETİ BİLDİRİSİ 

 Teâli İslam Cemiyeti’nin 26 Eylül 1919 tarihinde İkdam Gazetesi’nde yayınlanan ve izleyen günlerde Yunan Uçaklarıyla Eskişehir cephesinde savaşan Türk Askerlerinin ve cephe gerisindeki halkın üzerine de atılan “BEYANNAME” başlıklı birinci bildirisi: 

 “Anadolu’nun muhterem ve masum ahâlisi! Teâli İslam Cemiyeti’nin işbu beyannamesini nazar-ı dikkat (dikkatli gözlerle) ve ehemmiyetle (önemle) okuyunuz! Ey Anadolu’nun masum ve mazlum ahâlisi! Bir zamanlar ne kadar şen ve bahtiyar idiniz. Hemen hepiniz çoluğunuz ve çocuğunuzun yanında, tarlalarınızın, bağlarınızın başı ucunda, çiftinizle, çubuğunuzla uğraşıp vaktinizi hoş geçirmeye çalışır idiniz. Bir müddetten beri size ne oldu? Niçin öyle boynunuz bükük tıpkı bir yetim gibi mahzun duruyorsunuz? 

Hakkınız var. Çünkü kiminiz yerinizden yurdunuzdan mal ü menalinizden (elinizdeki şeylerden), kiminiz, çoluğunuzdan, çocuğunuzdan oldunuz. Vaktiyle gürül gürül tüten ocaklarınız şimdi söndü ve her akşam tarladan gelirken keyifli keyifli türkü söyleyen babalarınız ve yavrularınız şimdi öldü. Acaba şu halin neden ileri geldiğini biliyor musunuz; şüphesiz ki bazılarınız bilir fakat içinizde bilmeyenler de bulunur. Bunun için cümlemizin yani aziz milletimizin ve mukaddes vatanımızın bir vakitten beri başına gelen belâların ve tâundan (bulaşıcı hastalık-veba) beter olan âfetlerin esbabını size biraz anlatalım: Oniki sene evvel “İttihat ve Terakki” namıyla memleketimizde bir bid’at (din dışı uygulama) çıktı. 

Selanik dönmeleriyle aslü nesli (soyu sopu) ve mezhep meşrebi belirsiz (dini inançları belli olmayan) ecnası muhtelife türedilerden mürekkep olan (cinsleri muhtelif yaratıklardan oluşan) bu cemiyet, istibdadı (diktatörlüğü) kaldıracağız, meşrutiyet ve hürriyet getireceğiz, hükümet ahaliye zulmetmeyecek, halk rahat edecek, devletlerin yanında kadrimiz, itibarımız yükselecek diye bizi aldattılar. Padişah ile millet baba evlat gibi birbirine ısınacak, yaklaşacak dediler. Arası çok geçmedi. İbtida (önce) Padişahı aldattıkları meydana çıktı. Bir “Otuz bir Mart” desisesiyle Sultan Hamid’i bigayri hak (haksız yere) tahtından indirdiler ve sarayını Bulgar eşkıyasıyla birlikte yağma ettiler. Hatta bu eşkıya ile beraber Harem-i Humayun’a (sarayın padişahın kadınlarının bulunduğu bölümüne) kadar girerek, oradaki muhadderat-ı muhteremenin (muhterem kadınların) üstünü başını aradılar, zinetlerini soydular. Otuz bu kadar sene makam-ı hilafet (hilafet makamı) ve saltanatta bulunmuş bir padişahı zişanın (şanlı padişahın) kendine ve ailesine karşı reva gördükleri o hakaret bu denîlerin (alçakların) nasıl cibilliyetsiz (soysuz) ve hayasız bir eşkıya çetesi olduklarını göstermişti. Padişaha yaptıkları muameleden milletin başına neler getireceklerini anlamak güç bir şey değildir. 

Fakat biz o zaman anlayamadık, Cenab-ı Hakk basiretimizi (algı yeteneğimizi) bağlamıştı. Yine “Otuz bir Mart” hadisesini bahane ederek Selânik’ten İstanbul’a gelen düzme Hareket Ordusu, yani İttihat çetesi, Payitahttaki (başkentteki) asker neferlerini, zavallı vatan kuzularını, din hâdimleri (din hizmetçileri) olan talebe-i ulumu (ilim tahsil eden öğrencileri), ulemayı (alimleri) sokak ortalarında süngülemişler ve birçok mazlumları darağacına asmışlar ve Fatih Camii Şerifi’ne kurşun yağdırmışlardır. O vakalardan da bu heriflerin maksat ve mahiyetlerini anlamak lazım gelirdi. Fakat yine anlayamadık. 

O günden sonra bu eşkıya Devleti Osmaniye’nin (Osmanlı Devleti’nin) iradesini ellerine aldılar. Ellerine geçirdikleri devlet ve Saltanat-ı Osmaniye’nin (Osmanlı İmparatorluğu’nun) hududu Bağdat, Basra, Hicaz, Şam, Halep, Diyarbekir, Musul, Yemen, Erzurum, İzmir, Bosna, Arnavutluk, Edirne, Trablusgarp, Rumeli gibi büyük büyük vilayetleri ve ülkeleri cami idi (içine alıyordu). Sonra gaflet ve cehaletleri yüzünden ibtida (önce) Trablusgarp gibi milyonlarca İslam memleketini elden çıkardılar. Biraz sonra Arnavutluk’taki din kardeşlerimize de fena muamele ederek Rumeli’nin kalesi mesabesinde olan o yerleri karıştırdılar, ateşe verdiler. 

Bu yüzden kendilerinin de mevkileri sarsıldı. Arnavutların gayreti ile ve İstanbul’da çalışan mücahit ve muhaliflerin muavenetiyle (yardımlarıyla) İttihatçılar devrildi. Gazi Muhtar Paşa ve Kâmil Paşa heyetleri hükümete geçti. Fakat İttihatçılar, el altından çalıştılar. Balkan Harbi’ni ihdas ettiler (ortaya çıkardılar) ve Kâmil Paşa hükümetini küçük düşürmek için bu muharebede Osmanlı Ordusu’nun içine girerek Allah’tan korkmadan ve vatana acımadan bin türlü yalan dolan, hile ve desiselerle (siyasi ayak oyunlarıyla) İslam askerlerinin bozulması için çalıştılar. Daha sonra apaçık eşkıya gibi Bab-ı Âli’yi (hükümeti) bastılar. Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı ve sair bigünah (günahsız) devlet memurlarını öldürdüler ve tekrar hükümete geçerek eski zulüm ve şiddetlerini kat kat ziyadesiyle tekrara başladılar. 

Mahmut Şevket Paşa Hadisesi vesilesiyle yine darağaçlarını kurdular. Damad-ı Şehriyari (Padişahın Damadı) Salih Paşa merhum ile beraber sürü sürü insanları astılar. Vapurlar dolusu binlerce halkı Sinop’a sürdüler. Sözde hürriyet verilen ahalinin ve efrad-ı milletin (milletin fertlerinin) ağızlarını kapadılar, kilitlediler. İstediklerini yaptılar ve bir kelime itiraz edeni boğdular, susturdular. Yapılan mebusan intihaplarında (milletvekili seçimlerinde) sopayla silahla halkı tehdit ederek ve bazı yerlerde adam öldürerek milletin reyini cebren (oyunu zorla) istediklerine verdirdiler, bu suretle intihap olunan (seçilen) mebuslar da milletin hukukunu müdafaa edecek yerde, İttihatçıların dalkavukluğunu yaptılar, hak ve hakikati ketmettiler (gizlediler), millete söylemediler. 
Eğer millet, bu gibi intihap 

TOKAT’TA İMAM HATİP LİSESİ’NE ADI VERİLEN VATAN HAİNİ ŞEYHÜLİSLAM MUSTAFA SABRİ’NİN KALEME ALDIĞI VE YUNAN UÇAKLARIYLA CEPHEDEKİ ASKERİMİZİN ÜZERİNE ATILAN TEALİ İSLAM CEMİYETİ BİLDİRİSİ 

 Teâli İslam Cemiyeti’nin 26 Eylül 1919 tarihinde İkdam Gazetesi’nde yayınlanan ve izleyen günlerde Yunan Uçaklarıyla Eskişehir cephesinde savaşan Türk Askerlerinin ve cephe gerisindeki halkın üzerine de atılan “BEYANNAME” başlıklı birinci bildirisi: “Anadolu’nun muhterem ve masum ahâlisi! Teâli İslam Cemiyeti’nin işbu beyannamesini nazar-ı dikkat (dikkatli gözlerle) ve ehemmiyetle (önemle) okuyunuz! Ey Anadolu’nun masum ve mazlum ahâlisi! 

Bir zamanlar ne kadar şen ve bahtiyar idiniz. Hemen hepiniz çoluğunuz ve çocuğunuzun yanında, tarlalarınızın, bağlarınızın başı ucunda, çiftinizle, çubuğunuzla uğraşıp vaktinizi hoş geçirmeye çalışır idiniz. Bir müddetten beri size ne oldu? Niçin öyle boynunuz bükük tıpkı bir yetim gibi mahzun duruyorsunuz? Hakkınız var. Çünkü kiminiz yerinizden yurdunuzdan mal ü menalinizden (elinizdeki şeylerden), kiminiz, çoluğunuzdan, çocuğunuzdan oldunuz. Vaktiyle gürül gürül tüten ocaklarınız şimdi söndü ve her akşam tarladan gelirken keyifli keyifli türkü söyleyen babalarınız ve yavrularınız şimdi öldü. 

Acaba şu halin neden ileri geldiğini biliyor musunuz; şüphesiz ki bazılarınız bilir fakat içinizde bilmeyenler de bulunur. Bunun için cümlemizin yani aziz milletimizin ve mukaddes vatanımızın bir vakitten beri başına gelen belâların ve tâundan (bulaşıcı hastalık-veba) beter olan âfetlerin esbabını size biraz anlatalım: Oniki sene evvel “İttihat ve Terakki” namıyla memleketimizde bir bid’at (din dışı uygulama) çıktı. Selanik dönmeleriyle aslü nesli (soyu sopu) ve mezhep meşrebi belirsiz (dini inançları belli olmayan) ecnası muhtelife türedilerden mürekkep olan (cinsleri muhtelif yaratıklardan oluşan) bu cemiyet, istibdadı (diktatörlüğü) kaldıracağız, meşrutiyet ve hürriyet getireceğiz, hükümet ahaliye zulmetmeyecek, halk rahat edecek, devletlerin yanında kadrimiz, itibarımız yükselecek diye bizi aldattılar. Padişah ile millet baba evlat gibi birbirine ısınacak, yaklaşacak dediler. Arası çok geçmedi. İbtida (önce) Padişahı aldattıkları meydana çıktı. 

Bir “Otuz bir Mart” desisesiyle Sultan Hamid’i bigayri hak (haksız yere) tahtından indirdiler ve sarayını Bulgar eşkıyasıyla birlikte yağma ettiler. Hatta bu eşkıya ile beraber Harem-i Humayun’a (sarayın padişahın kadınlarının bulunduğu bölümüne) kadar girerek, oradaki muhadderat-ı muhteremenin (muhterem kadınların) üstünü başını aradılar, zinetlerini soydular. Otuz bu kadar sene makam-ı hilafet (hilafet makamı) ve saltanatta bulunmuş bir padişahı zişanın (şanlı padişahın) kendine ve ailesine karşı reva gördükleri o hakaret bu denîlerin (alçakların) nasıl cibilliyetsiz (soysuz) ve hayasız bir eşkıya çetesi olduklarını göstermişti. Padişaha yaptıkları muameleden milletin başına neler getireceklerini anlamak güç bir şey değildir. Fakat biz o zaman anlayamadık, 

Cenab-ı Hakk basiretimizi (algı yeteneğimizi) bağlamıştı. Yine “Otuz bir Mart” hadisesini bahane ederek Selânik’ten İstanbul’a gelen düzme Hareket Ordusu, yani İttihat çetesi, Payitahttaki (başkentteki) asker neferlerini, zavallı vatan kuzularını, din hâdimleri (din hizmetçileri) olan talebe-i ulumu (ilim tahsil eden öğrencileri), ulemayı (alimleri) sokak ortalarında süngülemişler ve birçok mazlumları darağacına asmışlar ve Fatih Camii Şerifi’ne kurşun yağdırmışlardır. O vakalardan da bu heriflerin maksat ve mahiyetlerini anlamak lazım gelirdi. Fakat yine anlayamadık. O günden sonra bu eşkıya Devleti Osmaniye’nin (Osmanlı Devleti’nin) iradesini ellerine aldılar. 

Ellerine geçirdikleri devlet ve Saltanat-ı Osmaniye’nin (Osmanlı İmparatorluğu’nun) hududu Bağdat, Basra, Hicaz, Şam, Halep, Diyarbekir, Musul, Yemen, Erzurum, İzmir, Bosna, Arnavutluk, Edirne, Trablusgarp, Rumeli gibi büyük büyük vilayetleri ve ülkeleri cami idi (içine alıyordu). Sonra gaflet ve cehaletleri yüzünden ibtida (önce) Trablusgarp gibi milyonlarca İslam memleketini elden çıkardılar. Biraz sonra Arnavutluk’taki din kardeşlerimize de fena muamele ederek Rumeli’nin kalesi mesabesinde olan o yerleri karıştırdılar, ateşe verdiler. Bu yüzden kendilerinin de mevkileri sarsıldı. Arnavutların gayreti ile ve İstanbul’da çalışan mücahit ve muhaliflerin muavenetiyle (yardımlarıyla) İttihatçılar devrildi. 

Gazi Muhtar Paşa ve Kâmil Paşa heyetleri hükümete geçti. Fakat İttihatçılar, el altından çalıştılar. Balkan Harbi’ni ihdas ettiler (ortaya çıkardılar) ve Kâmil Paşa hükümetini küçük düşürmek için bu muharebede Osmanlı Ordusu’nun içine girerek Allah’tan korkmadan ve vatana acımadan bin türlü yalan dolan, hile ve desiselerle (siyasi ayak oyunlarıyla) İslam askerlerinin bozulması için çalıştılar. Daha sonra apaçık eşkıya gibi Bab-ı Âli’yi (hükümeti) bastılar. Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı ve sair bigünah (günahsız) devlet memurlarını öldürdüler ve tekrar hükümete geçerek eski zulüm ve şiddetlerini kat kat ziyadesiyle tekrara başladılar. 

Mahmut Şevket Paşa Hadisesi vesilesiyle yine darağaçlarını kurdular. Damad-ı Şehriyari (Padişahın Damadı) Salih Paşa merhum ile beraber sürü sürü insanları astılar. Vapurlar dolusu binlerce halkı Sinop’a sürdüler. Sözde hürriyet verilen ahalinin ve efrad-ı milletin (milletin fertlerinin) ağızlarını kapadılar, kilitlediler. İstediklerini yaptılar ve bir kelime itiraz edeni boğdular, susturdular. Yapılan mebusan intihaplarında (milletvekili seçimlerinde) sopayla silahla halkı tehdit ederek ve bazı yerlerde adam öldürerek milletin reyini cebren (oyunu zorla) istediklerine verdirdiler, bu suretle intihap olunan (seçilen) mebuslar da milletin hukukunu müdafaa edecek yerde, İttihatçıların dalkavukluğunu yaptılar, hak ve hakikati ketmettiler (gizlediler), millete söylemediler. 

Eğer millet, bu gibi intihap esnalarında (seçimler sırasında) biraz daha gayrete gelerek İttihatçılara karşı mücadele eden muhaliflerle elele verip de bu zorbaları vaktiyle başından defetmiş olsaydı bugünkü felaketlere maru esnalarında (seçimler sırasında) biraz daha gayrete gelerek İttihatçılara karşı mücadele eden muhaliflerle elele verip de bu zorbaları vaktiyle başından defetmiş olsaydı bugünkü felaketlere maruz olmayacaktı. Maatteessüf (üzülerek söylemek gerekirse) öyle zamanlarda yalnız muhalifler çalıştı, İttihatçıların cebir ve cevrine göğüs gerdi, fakat milletten hakkıyla yardım göremeyen o bir avuç erbab-ı hamiyet ve muhalefet ordunun bir kısım zabitanına (subaylarına) isnat eden (dayanan) İttihatçılarla başa çıkamadı; kahroldu, perişan oldu ve zavallılar vaktiyle İttihatçıların ne kadar muzır (zararlı) ve muhlik (tehlikeli) bir mahluk olduğunu anlamak üzere her türlü belalara maruz olurken beri tarafa milletin ekseriyeti (çoğunluğu) seyirci gibi duruyor ve güya, “bize dokunmayan yılan bin yaşasın” der gibi aldırmıyordu. 

Harbi Umumi (Birinci Dünya Savaşı) ihdas olunup da harp ve açlık sebebiyle her evden bir ölü çıkmaya başladığı gün millet ve memleket vaktiyle İttihatçılarla çarpışan mücahitlere yardım etmemesinin cezasını reyelayn (kendi gözüyle) müşahede etti, fakat iş işten geçmişti. Filhakika (gerçekten) İttihat ve Teraki’nin kıpkızıl cahil ve kanlı elleriyle bütün dünya için bir tehlike olan Harbi Umumiye istemeye istemeye sürüklendiğimiz zaman, millet ve memleketimiz için kıyamet kopmuştu. Bu muharebeye karışmayıp uzakta durmak eslem (selametli) ve elzem (gerekir) iken Almanların teşviki ve Enver ve Talat gibi çılgınların delaletiyle (önderliğinde) kendimizi öyle ir tehlike-i uzmaya ilka ettik(büyük bir tehlikenin içine girdik). 

Bütün dünya ve bütün Âlem-i İslam ayıpladı. Artık bizim işimiz daha o gün bitmişti. Koskoca Saltanat-ı Osmaniye beş on serserinin keyif ve arzusuna feda edilmişti. Artık hudutta ve muhtelif cephelerde milyonlarca evlâd-ı vatan su yerine kırılıyordu. Halbuki bu kadar fedakârlığa rağmen İngiliz ve Fransız gibi muazzam ve muntazam devletlere karşı bu muharebede katiyen bizim için kazanmak ihtimali yoktu. Bir taraftan da meydan-ı harplerdeki zayiatımız kadar (savaş meydanlarındaki kayıplarımız kadar) ve belki daha fazla olarak ahali açlıktan ve sefaletten zayiat veriyordu. 

Efrad-ı Millet (milletin fertleri) bu hal-i felaket ve sefalette kıvranırken, biçare (çaresiz) Anadolu yavruları, ana baba kuzuları kızgın çöllerde ve karlı dağlarda mihnet ve meşakkat (sıkıntı ve zorluk) altında aç ve susuz can verirken İttihatçılar İstanbul’da ve tehlikeden uzak yerlerde zevkü sefa ile vakit geçiriyor, istediği gibi yiyor, içiyor, yüzmilyonlarca lira borca soktuğu hazine-i milletten, beytülmal-i müsliminden (Müslümanların hazinesinden), nafaka-i masuminden (Masumların geçimleri için ayrılan paralardan) para çalıyor, zengin oluyor ve milletin hali pürmelâliyle (üzüntüsüyle) adeta istihza (alay) ediyordu. 

 Çünkü bu hainler, bu hinoğlu hinler memleketin başına kendi elleriyle getirdikleri her belada, her muharebede âlemi ölüme teşvik etmek, halkı kırdırarak kendi canlarını beslemek ve evvelkinden daha zinde ve kuvvetli bir mevcudiyetle muharebenin sonuna çıkmak usulünü pek iyi biliyorlardı. Muharebe olur, harbi kendisi çıkarmayan her sınıf halk zayiata uğrar, cidden azalır. Fakat İttihatçılar eskisinden fazla çoğalır. Bu hal gözbağcı İttihatçılara mahsus bir sihirdir. Harbi Umumi’den önceki İttihatçılarla sonrakiler arasında mukayese yaparsanız bu dakaika (ayrıntıya) vakıf olursunuz. 

Bu sır ve sihrin miftahını (anahtarını) da, arz ettiğimiz vechile başkalarını harbe ve ölüme sevk ederek kendileri geride yaygara ile vakit geçirmek ve tehlikeden kendilerine iltica ederek kendilerine kul köle yazılanların adediyle kendi mevcutlarının adedini artırmak usulünü maharetle idare etmelerinde aramalıdır. Nitekim bu defa da Anadolu’da Mustafa Kemal ve Kuvâ-yı Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden nâmerdâne (nâmetrçe) bir surette kaçarken, zavallı saf ve gafil ahâlî ve askerden cem’ettikleri (topladıkları) kuvvetleri düşmanla harbe tutuşturarak ve “siz mevkiinizde sebat edin, biz şu taraftan onların arkasını çevireceğiz” tarzında yalanlar ve hilelerle savuşup kaçarak zavallı neferlerimizi ve ahâlimizi boşu boşuna kırdırmak usulünü takip ediyorlar. 

Biçare millet, bu yankesicilerin hilelerini, desiselerini (oyunlarını) hâlâ tamamen anlayamamıştır. Yazık, bin kere yazık ki gerek harp içinde ve gerek mütârekeden (Mondros ateşkes antlaşmasından) sonra memleket bunların fitne ve fesadı uğruna milyonlarca evlâdını telef ediyor da Talât, Enver, Cemal, Mustafa Kemal vesaire gibi beş on şakînin (eşkıyanın) vücudunu ortadan kaldırmak için icap eden küçük fedakârlığı göze aldıramayarak memleketi ve kendilerini ebedi tehlikeden kurtarmak ve selâmete çıkarmak tarikini (yolunu) idrâk edemedi ve hâlâ da edemiyor! 

Millet meşrutiyeti kabul ettiği zaman bunun ahkamını (hükümlerini) ve Kanun-ı Esasisini (anayasasını) kendi muhafaza edecek ve hukukunu zorbalara ve yalancılara, dolandırıcılara kaptırmamak üzere kendisi olanca kuvvetiyle ve bütün azim ve dikkatiyle çalışacaktı. Uyumayacak ve yaldızlı sözlerle aldanmayacak, mazarrat (zararlarını) ve menfaatini bihakkın (hakkıyla) takdir edecekti. Halbuki millet hâlâ aldanıyor, aldatılıyor, lüzumsuz yere girdiği ve mağlubiyetle çıktığı bir muharebenin ferdasında (sonrasında) da aklını başına toplayamıyor. Kendisini hâlâ aldatmaya çalışan heriflere niçin diyemiyor ki; Ey hainler, ey Allah’tan korkmayan ve Peygamberden haya etmeyen mahluklar, muharebe ettiniz, başımızı bin türlü belalara soktunuz, mağlup oldunuz, bizi de o yolda mahv (yok) ve perişan ettiniz, devletlere karşı “mağlup olduk” dediniz, mütareke imzaladınız, silahlarımızı, boğazlarımızı, payitahtımızı (başkentimiz İstanbul’u) teslim ettiniz. 

Şimdi neye tekrar, gücünüz yetmediğini ikrar ve imza ettiğiniz devletleri yeniden kızdırarak üzerimize husumet (düşmanlık) ve gazaplarını (öfkelerini) davet etmekten ve istila olunmayan bakiye-i memleketimizi (memleketimizin geri kalan kısımlarını) de istila ettirmekten başka bir faidesi (yararı) olmayacak surette mecnunane (delicesine) hareketlere kalkışıyor ve bizi de eskisi gibi boşu boşuna kırdırıyorsunuz?! İngilizleri kızdırdınız, üzerimize Yunanlıları musallat ettiler. Harb’de mağlup olduktan sonra uslu oturmak ve mağlubiyetin netâyicine (sonuçlarına) katlanarak telâfisini sabr ü sükûn ve akl ü tedbir dâiresinde izâle etmekten (sabırlı ve sakin bir şekilde akıllı tedbirlerle gidermekten) başka çare var mıdır? 

Yunanlılarla harbe tutuşuyor, sonra da bir taraftan kaçıyor ve bir taraftan şöyle mukavemet ettik (direndik), böyle zayiat verdik gibi yalanlarla halkı iğfale (aldatmaya) çalışıyorsunuz! Düşünmüyorsunuz ki Yunanlılara fazla zayiat verdirmek bile bundan sonra bizim için hayırlı ve menfaatli bir şey olmaz: Hudânegerde (Allah göstermesin) sizin yalanlarınızı şahit tutarak işgal ettiği memleketimizde; “bu kadar kan döktüm ve şöyle fedakârlık ettim, böyle emek çektim” diyerek hakk-ı feth (harp tazminatı) davasına kalkar! Hem sizler ey yalancı ve deni (alçak) şakîler! Kendi milletimize karşı ecnebi milletlerden hiçbirinin yapmadığı şekavet (haydutluk) ve şenaatleri (alçaklıkları) irtikâp edip (işleyip) dururken milleti, eşrafı memleketi (memleketin şerefli insanlarını), ulemâyı (alimleri) asıp keserek mallarını yağma ederken kendinize ne hakla, ne yüzle, ne utanmazlıkla Kuvâ-yı Milliye (Ulusal Kuvvet) namını veriyorsunuz? Milleti öldürerek, mahvederek hukuk-ı milleti müdâfaa edeceksiniz öyle mi? Utanmaz hâinler, artık yetişir, yakamızı bırakın: Cenâb-ı Hakk’ın gazap ve laneti sizin üzerine olsun! Şimdi sulh imzalandı Kuvay-ı Milliye belasının tevlit ettiği (doğurduğu-sebep olduğu) mecburiyetle galip devletlere karşı yeniden taahhüt altına girdik. Devletler şimdi bize “Eğer Anadolu’da Kuvay-ı Milliye isyanını devam ettirir ve bastırmazsanız İstanbul’u da elinizden alacağız” diyorlar. 

Kuvay-ı Milliye eşkıyası ise İstanbul’u da elimizden çıkarmak ve memlekete son hizmet şeklinde son ihanetlerini de yapmak için çalışıyorlar. Ey Anadolu’nun Mazlum ve muhterem Ahalisi! İyi biliniz ve emin olunuz ki bu hal böyle devam edemez. ve memleketin her sancağına ve her bucağına sarmış olan bu ateş-i vahşet (vahşet ateşi) ve şekâvet (alçaklık) böyle sürüp gidemez. Vaktimiz pek daraldı; ve bu âsilerin, bâğîlerin (isyankârların), şekâvetlerinden(alçaklıklarından), cinayetlerinden halk bunaldı kaldı. Eğer bu ateşi kendi kendimize söndüremeyecek ve Anadolu’da asayişi temin ile biçare vatandaşlarımıza refah ve huzur veremeyecek olur isek galip devletler tarafından bildirildiği vechile payitahtımızdan (başkentimizden), sevgili İstanbul’umuzdan mahrum edileceğimiz gibi Anadolu’nun da ecnebiler tarafından istila (işgal) olunacağı şüphesizdir. 

Binaenaleyh (bu sebeple) bu bâğîleri (isyankârları), bu âsileri mümkün olduğu kadar az zaman zarfında tedip (yakalamak) ve tenkil etmek (görevden uzaklaştırmak) cümlemiz için bir fârizadır (ilahi görevdir). Balâda münderiç (yukarıda zikredilen) resmi ve kat’i vesikalardan anlayacağınız vechile (üzere) İstanbul ahalisi ve Hükümet-i Merkeziye (Merkezi Hükümet) nasıl vahim (korkulu) ve elim (üzüntülü) dakikalar yaşamakta olduğumuzu dikkate alarak kemal-i azmü ciddiyetle (büyük bir ciddiyetle) lazım gelen tedabire (tedbirlere) tevessül etmiş olduğunu size bildiririz; ve haber aldığımıza göre Halife-i Zişanımız ve sevgili Hakanımız Efendimiz Hazretlerinin de âsileri tedip etmek (yakalamak) ve sizin rahatınızı temin eylemek için cem edilecek kuvvetin başında olarak bizzat geleceklerini sizlere tebşir ederiz(Müjdeleriz). 

Hazır olunuz! Ve bu hainlerden, bu canilerden vatanı kurtarmak için size düşen vazifeyi ifada (görevlerinizi yerine getirmede) kusur etmeyiniz. Ey kahraman askerler! Harb senelerinde sizi cephe cephe sürükleyen ve aç susuz süründüren ve din kardeşlerinizin, hemşehrilerinizin beyhude (boş) yere ölmelerine sebebiyet veren birkaç kişi arasında Mustafa Kemal, Ali Fuat, Bekir Sami gibi zâlimler de var idi! İşte bu hâinlerin harb cephesi haricinde kalmış olan efrâd-ı alinize (aile fertlerinizin başına) kanlı elleriyle ne kadar fecâyii irtikâb etmiş olduklarını (belalar getirdiklerini) harbden avdetinizi müteakib (harpden dönüşünüzden sonra) gördünüz! Bugün yine o şakiler (eşkıya), bağilerdir (asilerdir) ki elleri birtakım yetimlerin, dul kadınların kanlarına mülamma (bulaşmış) olduğu halde kalbgâhınıza (canevinize) sokularak sizi mahvetmek ve evlâd u iyâlinizi yetim ve dul bırakmak ve servet ve saadetinizi külliyen (bütünüyle) çalmak için şeytanın dahi hatırına gelmeyen hiyle ve desâisi irtikâb ediyorlar (oyunlar oynuyorlar). 

Siz bu zâlimleri cinayetlerine daha ne kadar göz yumacaksınız? Elinize aldığınız fetvâ-i şerif ki (Dürrizade’nin idam Fetvası) Allahın emridir, okuduğunuz hatt-ı münif (yüksek dereceli yazı) ki halifemizin, padişahımızın bir fermanıdır, siz Allanın emrine halifenin fermanına ittibâen (uyarak) bu canileri, bu katil canavarları daha ziyade yaşatmamakla memur ve mükellefsiniz. Şu alçaklar ve hempaları (yardımcıları) bu cinayetleri hep sizin sayenizde yapıyor; bunların vücudlarını külliyen dünyadan kaldırmak beşeriyet için, Müslümanlık için bir farz olmuştur. Memleketin başına bu kadar felaket getirmiş olan bu hainler yaşatılacak mı? Siz daha ne kadar böyle gafletle bunların gayrimeşru emirlerine ittiba edeceksiniz (uyacaksınız)? Korkuyoruz ki; sizin bu aklınız, bu gafletiniz körü körüne hainlere itaatiniz daha pek çok mescitlerimizi ve mabetlerimizi harap eyleyecektir! 

 Askerler! Bu kadar uyuduğunuz artık yeter, bu zalimlere âlet olduğunuz artık kifayet eyler! Padişahımız Halifemiz Efendimiz Hazretlerinin merhamet ve şefkat kucağı size açılmıştır. Hepiniz koşunuz, geliniz dünya ve ahiret saadetini ihraz ediniz (kazanınız): İşte size ihtar eyliyoruz. Allah’ını, Peygamberini ve Padişahını seven bu tarafa gelsin!”(*) 
 _____________ 
*Bildiri Metni, ATASE Arşivi Kl:525, D:129, F:1-14’ü kaynak gösteren Mustafa Çalışkan’ın, A.Ü. İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde hazırlamış olduğu “Kurtuluş Savaşı Sırasında Din Faktörü, Ankara,” isimli Yüksek Lisans Tezi’nden alınmıştır. Ankara,1990. Bildiri metni için ayrıca bkz. Güner, Zekâi; Orhan Kabataş, Millî Mücâdele Dönemi Beyannâmeleri ve Basını, T.C. İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1990, s. 218-223; Hayri Yıldırım, İskilipli Atıf Hoca Neden Haindi, Togan Yayınları,1.Baskı, İstanbul,2014, s, 110-118. Bazı araştırmacılar, Teali İslam Cemiyeti’nin birden çok bildiri yayınladığı görüşündedirler. Onlardan birisi olan Yrd. Doç. Dr. Rahmi Doğanay, kitabında bu derneğin ikinci bir bildirisini daha yayınlamış bulunmaktadır. Bkz. Rahmi Doğanay, “Teâlî İslâm Cemiyeti’nin Beyannameleri (Metin ve Değerlendirme)”, Manas Yayınları, Elazığ,2008, s, 69-75; aynı kaynaktan alıntı ile Hayri Yıldırım, İskilipli Atıf Hoca Neden Haindi?, Togan Yayınları, İstanbul, 2014, s, 119-125. (Parantez içi açıklamalar tarafımızca yapılmıştır; ö.s.)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...