23 Haziran 2019

İmanın Şartları Nelerdir? Temel İnanç Esasları Nelerdir?

İmanın Şartları Nelerdir? Temel İnanç Esasları Nelerdir?

İslam’ın altı temel inanç esası vardır. Bunlar; Allah’a (c.c.), meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere imandır. İslam’ın temel inanç esasları Hz.Muhammed (s.a.v.) tarafından şöyle açıklanmıştır: “…Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman etmendir. Keza hayrı ve şerriyle kadere inanmandır.” (Müslim, İman, 1.) “Amentü” diye bildiğimiz dinimizin altı temel inanç esasını bu hadis belirlemiştir. Bu altı esastan birini inkâr etmek, inanmadığını söylemek kişiyi dinden çıkartır.

Allah’a İman

Allah’a (c.c.) iman, İslam inancının temelini oluşturur. Diğer inanç esaslarına iman edebilmek için öncelikle her şeyin yaratıcısı olan tek Allah’a (c.c.) iman etmek gerekir. Allah’a (c.c.) iman; Allah’ın (c.c.) varlığına, tekliğine, her şeyin yaratıcısı ve sonsuz güç sahibi olduğuna, tüm noksanlıklardan uzak olduğuna inanmaktır. İslam dini, Allah (c.c.) inancının doğru anlaşılması üzerinde çokça durmuştur. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğinin ilk on üç yılını kapsayan Mekke döneminde inen ayetlerin temel konusu insanları yanlış bir Allah (c.c.) inancından kurtarmak ve Allah’ı (c.c.) doğru bir şekilde tanıtmak olmuştur. Çünkü doğru bir Allah (c.c.) inancı olmayan kişiye diğer iman esaslarını sağlıklı bir şekilde kavratmak da mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim’de “… O ki göklerin ve yerin hakimiyeti O’na aittir. O’ndan başka ilah yoktur. Hayatı veren de ölümü yaratan da O’dur…” (A’râf suresi, 158. ayet.) buyrularak Allah’ın (c.c.) her şeyin hâkimi ve yaratıcısı olan tek bir ilah olduğu anlatılmaktadır.
Yüce Allah (c.c.) hiçbir şeye benzemez. Çünkü o zamandan ve mekândan münezzehtir. Zamanı ve mekânı yaratan Allah’ın (c.c.), yarattığı şeylerle sınırlandırılması zaten aklen de mümkün değildir. Dolayısıyla O’nun nasıl bir varlık olduğunu ancak sahip olduğu sıfatlardan öğrenebiliriz.
Allah’ın (c.c.) sıfatlarının bir kısmı sadece O’nda bulunur. Zâtî Sıfatlar dediğimiz bu sıfatlara O’nun dışındaki hiçbir varlık sahip olamaz. Yüce Allah’ın (c.c.) bazı sıfatları ise sınırlı olarak yaratılmışlarda da bulunabilir. Bu sıfatlara da Sübûtî Sıfatlar denir.
Allah’a (c.c.) inanmak, insanın duygu ve davranışlarında olumlu değişiklikler meydana getirir. Allah’a (c.c.) inanan insan için hayatın ve ölümün bir anlamı vardır. Kendisinin boş yere yaratılmadığını, bu dünyada yerine getirmesi gereken sorumlulukları olduğunu bilir. Allah’a (c.c.) inanan kişi, “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. ‘Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru.” derler.” (Âl-i İmrân suresi, 191. ayet.) ayetinde de buyrulduğu gibi daima Allah (c.c.) ve O’nun yarattıkları üzerine düşünür.
Allah’a (c.c.) inanan kimse hem bu dünyada hem de ahirette mutluluğa ulaşmanın, O’nun emir ve yasaklarına uymaktan geçtiğini bilir ve davranışlarını buna göre düzenler. Allah’a (c.c.) hak ettiği şekilde kulluk etmeye, çevresi ile iyi ilişkiler kurmaya, ihtiyaç sahiplerine yardım etmeye çalışır. Öfkelendiğinde sabreder, akrabalarına bakar, adaletli olmaya gayret eder. Allah’ın (c.c.) emrettiği şeyleri yapar, yasakladıklarından uzak durur.
Allah’a (c.c.) iman eden kişi huzurlu olur. Her an korunup gözetildiğini, Allah’ın (c.c.) her an yanında olduğunu bilir. Bu dünyada ne kadar zorluk varsa hepsinin imtihan olduğunun ve sabrettiğinde karşılığını ahirette alacağının farkında olur. Ölümün bir son olmadığını, aksine sonsuz bir hayatın başlangıcı olduğunu bildiği için ölümden korkmaz. Ölümden sonrası için hazırlık yapar.
Allah’a (c.c.) iman etmiş olan kişi için en önemli konu Allah (c.c.) rızasıdır. Yaptığı işlerde dünyevi çıkardan önce bu işin Allah’ın (c.c.) rızasına uygun olup olmadığını sorgular. Doğruluğu ve dürüstlüğü en önemli ilke olarak görür. Allah’ın (c.c.) emir ve yasakları doğrultusunda yaşadığı için huzurlu ve mutlu bir hayat sürer.

Meleklere İman

Melek kelimesi sözlükte elçi, haberci, güç, kuvvet anlamlarına gelir. Melekler Allah’ın (c.c.) yarattığı görünmeyen varlıklardır. Meleklerin varlığını bizlere haber veren birçok ayet vardır. Bir ayette “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de iman ettiler. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler…” 27buyrularak meleklerin varlığına inanmanın farz olduğu bizlere bildirilmiştir.
Melekler duyu organları ile algılanamayan, sürekli Allah’a (c.c.) kulluk eden, asla günah işlemeyen varlıklardır. Duyu organları ile algılanamadıkları için melekler hakkında tek bilgi kaynağımız ayet ve hadislerdir. Melekler hakkında bu kaynaklara dayanmayan hiçbir bilgi geçerli değildir.
Melekler nurdan yaratılmış 28; uyumak, yorulmak, usanmak29 gibi özelliklerden arınmış; cinsiyetleri olmayan30 varlıklardır. Allah’a (c.c.) isyan etmezler, O’nun emrinden çıkmazlar. Asla günah işlemezler.31 Allah (c.c.) tarafından kendilerine hangi görev verilmişse sadece o işi eksiksiz olarak yaparlar.
32 Son derece süratli, güçlü ve kuvvetli varlıklardır. Kur’an-ı Kerim’de meleklerin kanatları olduğu bildirilmekte ancak bu kanatların mahiyeti konusunda bilgi verilmemektedir.33 Melekler, Allah’ın (c.c.) emir ve izniyle çeşitli kılıklara bürünebilirler.34 Gaybı bilemezler. Allah (c.c.) tarafından kendilerine gayba dair bir bilgi verilmiş ise ancak o kadarını bilebilirler. 35
Sayıları konusunda bilgi sahibi olmadığımız melekler içinde, adı ve görevi konusunda bize bilgi verilenlerden bazıları şunlardır:
• Cebrâil: Allah (c.c.) tarafından vahiy getirmekle görevlidir.36
• Azrâil: Ölüm sırasında canlıların ruhunu almakla görevlidir.37
• Mikâil: Kainattaki tabiat olaylarını ve yaratılmışların rızıklarını yönetmekle görevlidir.38
• İsrâfil: Kıyamet gününde sûra üflemekle görevlidir.39
• Kirâmen Kâtibin: İnsanın sağında ve solunda bulunan meleklerdir. Sağdaki melek iyi davranışları, soldaki melek ise kötü davranışları kaydetmekle görevlidir.40

• Münker ve Nekir: Ölümden sonra kabirde sorgu ile görevli meleklerdir.41
• Hamele-i Arş: Arşı taşıyan meleklerin adıdır.42
• Mukarrabûn ve İlliyyûn: Allah’ı (c.c.) tesbih etmek ve anmakla görevli meleklerdir. Bu melekler, Allah’a (c.c.) çok yakın olan ve O’nun katında şerefli mevkii bulunan meleklerdir.43

Ayrıca şu meleklerin varlığı da bizlere haber verilmektedir:
• İnsanın kalbine doğruyu ve gerçeği ilham etmekle görevli melekler.44
• Namaz kılanlarla birlikte Fatiha suresi bitiminde “amin” demekle görevli melekler.45
• Her gün sabah ve ikindi namazlarında müminlerle birlikte olmakla görevli melekler.46
• Kur’an okunurken yeryüzüne inmekle görevli melekler.47
• Sokakları ve yolları dolaşıp zikir, Kur’an ve ilim meclislerini arayıp bulmakla görevli melekler.48
• Müminlere49 özellikle bilgin olan müminlere rahmet okumakla görevli melekler.50
• Sadece Allah’a (c.c.) hamd ve secde etmekle görevli melekler.51

Meleklere inanan bir mümin öncelikle Allah’ın (c.c.) yaratmasının görünen âlem ile sınırlı olmadığını anlar. O’nun yüceliğinin kendi sınırlarının çok ötesinde olduğunu fark ederek acziyetini idrak eder. Kendisini her an görüp gözeten, fark edemediği nice tehlikelerden koruyan ve yaptıklarını her an kayıt altına alan meleklerden haberdar olduğu için hem kendini güvende hisseder hem de davranışlarına çekidüzen verir. Şeytanın vesveselerine karşı yalnız olmadığını, meleklerin her an onu iyiye yönlendirmek için gayret ettiklerini bilir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadisinde “Şeytan da melek de insanoğluna sokularak onun kalbine bir takım şeyler atarlar. Şeytanın işi kötülüğe çağırmak, sonu fena ve zararlı olan şeylere teşvik etmek ve hakkı yalanlamak, haktan uzaklaştırmaktır. Meleğin işi hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır.”52 buyurarak melek ve şeytanın insan üzerindeki mücadelesine dikkat çekmiştir.
27 Bakara suresi, 285. ayet.
28 Müslim, Zühd, 60.
29 Enbiyâ suresi, 19-20. ayetler.
30 Zuhruf suresi, 19. ayet.
31 Nahl suresi, 50. ayet.
32 A’râf suresi, 206. ayet.
33 Fatır suresi, 1. ayet.
34 Meryem suresi, 16-17. ayetler.
35 Bakara suresi, 31-33. ayetler.
36 Nahl suresi, 102. ayet.
37 Secde suresi, 11. ayet.
38 İbn Ebu Şeybe, Musannef, Zühd, 47.
39 Müslim, Salâtu’l Musafirîn, 200.
40 Kaf suresi, 1
41 Tirmizî, Cenaiz, 7.
42 Mü’min suresi, 7. ayet.
43 Nisâ suresi, 172. ayet.
44 Tirmizî, Tefsir, 3.
45 Buhârî, Ezan, 111-112.
46 Müslim, Mesacid, 37.
47 Buhârî, Fezailu’l Kur’an, 15.
48 Müslim, Zi kr, 8.
49 Ahzâb suresi, 43. ayet.
50 Tirmizî, İlim, 19.
51 A’râf suresi, 206. ayet.
52 Tirmizî, Tefsir, 3.

Kitaplara İman

Yüce Allah’ın (c.c.) insanlara yaptığı büyük lütuflardan biri de doğru yolu gösteren, hem dünyada hem de ahirette mutluluğa götüren, hak ile batılı açıklayan kitaplar göndermiş olmasıdır. Peygamberler aracılığı ile bize ulaşan bu ilahi kitaplara inanmak, iman esaslarından biridir. İlahi kitaplar, uymaları gereken emir ve yasakları müminlere bildiren kitaplardır. Bu hâliyle ilahi kitaplara yol gösterici bir kılavuz, onu getiren peygamberlere de birer rehber olarak bakılabilir.
Kitaplara iman, Allah (c.c.) tarafından bazı peygamberlere kitaplar indirildiğine ve bu kitapların içeriğinin, indirildikleri hâliyle tümüyle doğru ve gerçek olduğuna inanmak demektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Ey iman edenler, Allah’a, peygamberlerine, peygamberlerine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin…”53 buyrularak kitaplara imanın, Müslüman olabilmenin şartlarından olduğunu bildirmiştir.
Allah’ın (c.c.) gönderdiği kitaplara iman etmek, geçmişte gönderilen kitapların bugünkü hâllerine iman etmek demek değildir. Müslüman’ın sorumluluğu, kitapların indirildiğine ve indirildiği hâliyle doğru olduğuna inanmaktır. İlahi kitaplardan bazıları günümüze hiç ulaşamamış, bazıları da tahrif edilerek orijinal hâllerinden uzaklaşmışlardır. Günümüze ulaşamayanlara Hz. İbrahim’e (a.s.) verilen suhufu, orijinal hâllerini muhafaza edemeyenlere de Tevrat, Zebur ve İncil’i örnek verebiliriz. Günümüze kadar indirildiği şekliyle ulaşabilen tek ilahi kitap, Yüce Allah’ın (c.c.) indirdiği son kitap olan Kur’an-ı Kerim’dir. Bu konuyla ilgili bir ayette “Kur’an’ı muhakkak ki biz indirdik. Elbette onu yine biz koruyacağız.”54 buyrulmaktadır.
İlk insan olan Hz. Âdem’den (a.s.) günümüze kadar yüce Allah’ın (c.c.) insanları yaratma amacı, insanlardan beklentileri dönemlere göre değişiklik göstermemiştir. Bu nedenle ilk peygamber olan Hz. Âdem’den (a.s.) son peygamber- Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar tüm peygamberler aynı iman, ibadet ve ahlak esaslarını bildirmiştir. Bu esaslar üzerine kurulan dinin adına da yüce Allah (c.c.) İslam demiştir. Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir: “Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler…”.55
İlahi kitaplar, yüce Allah’ın (c.c.) göndermek zorunda olduğu kitaplar olarak değil; insanların doğru yolu bulabilmek için muhtaç olduğu kılavuzlar olarak görülmelidir. Her ne kadar insan aklıyla doğruyu yanlıştan ayırabilecek güce sahip ise de bu gücü doğru kullanabilmek için bir rehbere ihtiyacı vardır. İnsanlığın vahiyden uzaklaştıkça toplumsal huzurdan da uzaklaştığı, vahye hakkıyla uydukça da gerçek mutluluğa yaklaştığı tarihi bir gerçektir. İnsanın bu özelliklerini en iyi bilen yüce Allah (c.c.), kullarına peygamberler aracılığıyla kitaplar göndererek yol göstermiş ve büyük bir lütufta bulunmuştur.
Yaratılış amacı kulluk etmek olan insana yaratıcıyı tanıtmak, kulluğun somutlaşmış hâli olan ibadetleri göstermek, kendisi, çevresi ve Rabbi ile iletişiminde aşmaması gereken sınırları çizmek için gönderilen ilahi kitaplar insan için gerçek anlamda bir rahmettir. Şu ayetle, Allah’ın (c.c.) çizdiği ve aşılmamasını istediği sınırlar vurgulanmaktadır: “Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininde ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kazanç budur.”56
53 Nisâ suresi, 136. ayet.
54 Hicr suresi, 9. ayet.
55 Âl-i İmrân suresi, 19. ayet.
56 Nisâ suresi, 13. ayet.

Peygamberlere İman

Farsça bir kelime olan peygamber; “haberci, elçi” anlamlarına gelir. Dinî terim olarak ise yüce Allah’ın (c.c.) insanlar arasından seçtiği ve vahiyle şereflendirerek emir ve yasaklarını insanlara ulaştırmak için görevlendirdiği elçiye denir. Peygamber kelimesi yerine resul, mürsel ve nebi kelimeleri de kullanılır. Nübüvvet kavramı ile de ifade edilen peygamberlik müessesesi, ilk insan Hz. Âdem (a.s.) ile başlamış, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) ile son bulmuştur.
İman esaslarından biri olan peygamberlere iman; bu kimselerin Allah (c.c.) tarafından görevlendirildiğine, getirdikleri tüm bilgilerin gerçek ve doğru olduğuna inanmak demektir. Peygamberlere iman, aralarında fark gözetmeden tüm peygamberlere inanmayı gerekli kılar.
Kur’an-ı Kerim’de “Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu? İşte gerçekten kâfirler bunlardır…”57 buyrularak peygamberlerden bazısına inanıp bazısına inanmamanın kafirlik sayılacağı bildirilmektedir. Peygamberler, insanları hem dünya hem de ahiretle ilgili konularda uyarmak, öldükten sonra hesap verileceğini bildirmekle görevli elçilerdir. Bu nedenle peygamberlerin dünyada yaptığımız hangi davranışların ahirette ödüllendirileceğini, hangilerinin de cezaya sebep olacağını bildirmeleri bizim için büyük bir nimettir. Zira bu bilgilendirme olmasaydı hiç kimse ahiretteki hesap gününe hazırlanma imkânı bulamaz, cenneti hak edecek bir hayat süremezdi. Aynı zamanda bu durum, yüce Allah’ın (c.c.) adalet ve merhamet sıfatlarına da aykırı olurdu. Bu nedenle yüce Allah (c.c.), kendilerine peygamber gönderilmemiş hiçbir topluluk ve ümmet bulunmadığını Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirmektedir: “…(Geçmiş) her ümmet içinde mutlaka bir uyarıcı peygamber bulunagelmiştir.”58
Yüce Allah (c.c.) peygamberleri, toplum içinde ahlaki özellikler bakımından en fazla öne çıkmış ve peygamberlik sorumluluğunu en iyi şekilde taşıyacak insanlar arasından seçmiştir. Peygamberleri diğer insanlardan ayıran tek özellikleri, Allah’tan (c.c.) vahiy alıyor olmalarıdır. Bu konuyla ilgili Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “De ki ‘Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Fakat bana ilahınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyediliyor’…”59
Peygamberlerin tek görevi Allah’tan (c.c.) aldıkları vahyi insanlara tebliğ etmek değil; aynı zamanda dinî esasları açıklayarak insanlara öğretmek ve bu esaslara uygun yaşayıp örnek olmaktır. Bu özellikleri dolayısıyla peygamberlere, vahyin somutlaşmış hâlidir de denilebilir. Nitekim Hz. Aişe’ye (r.a.)* Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ahlakı sorulduğunda “… Onun ahlakı Kur’an’dır.”60 diye cevap vermiştir. Kur’an-ı Kerim’de de “Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.”61 buyrularak ahlakı Kur’an olan Hz.Muhammed’in (s.a.v.) hayatının inananlar için örnek teşkil ettiği vurgulanmıştır.
Peygamberlik (nübüvvet) gereklidir. Çünkü insanlar her ne kadar Allah’ın (c.c.) varlığını ve birliğini akıllarını kullanarak bulabilirlerse de O’nun özel sıfatlarını ve buyruklarını tam olarak bilemezler. İyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı bulmakta zorlanırlar ve hatta çoğu zaman nefislerine yenilerek yanlış yollara saparlar. Aynı zamanda ölümden sonraki hesapta sorumlu tutulabilemeleri için nelerden hesaba çekileceklerini bilmeye ihtiyaçları vardır. Bu yüzden peygamberlik, insanlar için büyük bir rahmet olarak niteleyebileceğimiz bir müessesedir. Allah (c.c.) tarafından insanlara önder olarak gönderilen peygamberler aynı zamanda gönderildikleri toplumlarda kültür ve medeniyetin yeniden inşasında önemli roller üstlenmişlerdir.
Peygamberler, gönderildikleri topluma Allah (c.c.) tarafından seçildiklerini ve O’nun sözlerini tebliğ etmekle sorumlu olduklarını söylemişlerdir. Bu durum toplumun bazı kesimlerinde şüpheyle karşılanmış ve onlardan peygamberliklerini ispat etmeleri istenmiştir. Peygamberler bu kişileri ikna etmek için Allah’ın (c.c.) izniyle, insanların gücünü ve aklının sınırlarını aşan bazı olağanüstü olaylar gerçekleştirmişlerdir. Bu olaylara mucize denir. Mucize, peygamberin vahiy aldığına inanmayanlara karşı bir meydan okumadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu meydan okumalardan biri şu şekilde anlatılır: “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz haydi onun benzeri bir sure getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin). Eğer yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır.”62
57 Nisâ suresi, 150-151. ayetler.
58 Fâtır suresi, 24. ayet.
59 Fussilet suresi, 6. ayet.
60 Müslim, Salâtu’l Müsâfirîn, 139.
61 Ahzâb suresi, 21. ayet.
* Radıyallâhu anh: Allah ondan razı olsun.
62 Bakara suresi, 23-24. ayetler.

Kadere İman

Kelime olarak “bir şeye gücü yetmek, biçimlendirmek, planlamak, ölçü ile yapmak, kıymetini bilmek, mukayese etmek” anlamına gelen kader; dinî bir terim olarak yüce Allah’ın (c.c.) yarattıklarını istediği şekil ve biçimde var etmesi, insanların özgür iradeleriyle yapacaklarını bilmesi, takdir etmesi ve bir plana göre düzenlemesine de kader denir.63 Kâinatta kusursuz bir sistem vardır. Her varlık bu sistemin işleyişi içerisinde mevcudiyetini sürdürür. Yüce Allah’ın (c.c.) kader kavramı çerçevesinde koyduğu ve yönettiği bu sisteme “âdetullah” veya “sünnetullah” denir. Nitekim Kur’an’da “Her şeyin, kaynağı bizim katımızdadır ve biz her şeyi kusursuzca belirlenmiş bir ölçüye, bir uyuma göre indiririz.”64 buyrularak bu gerçeğe dikkat çekilmektedir.
Kadere iman, imanın altı esasından biridir. Kadere inanmayan birinin Müslüman olması veya Müslüman kalması mümkün değildir. Zira kadere iman etmek, Allah’ın (c.c.) sonsuz ilmi ve kudretine iman etmenin doğal bir sonucudur. İnsan, Allah’ın (c.c.) vermiş olduğu aklı kullanarak seçimlerde bulunur. İyi ile kötüyü, hak ile batılı aklı sayesinde fark eder. Bir akla sahip olmak, aynı zamanda insana büyük bir sorumluluk yükler. “Bu Kur’an; kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak tek ilah olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara bir bildiridir.”65 ayetinde vurgulandığı gibi aklı doğru şekilde kullanmak, yüce Allah’ın (c.c.) insanların üzerine yüklediği bir sorumluluktur.
İnsan, aklını ve iradesini kullanarak yaptığı tercihlerde özgürdür. Bu özgürlüğünün doğal bir sonucu olarak da fiillerinden sorumludur. Bu durum, Kur’an’da şöyle ifade edilmiştir. “Kim iyi bir iş yaparsa faydası kendisinedir ve kim kötülükte bulunursa zararı kendisinedir…”66
* Radıyallâhu anh: Allah ondan razı olsun.
63 MEB, Dini Terimler Sözlüğü, s. 239.
64 Hicr suresi, 21. ayet.
65 İbrahim suresi, 4. ayet.

Ahirete İman

Sözlükte “son, sonra olan, son gün” anlamına gelen ahiret; dinî terim olarak; İsrafil isimli meleğin, kıyametin kopması için sûra ilk defa üflemesiyle başlayacak olan sonsuz hayata denir. Sûra ikinci kez üflenmesi ile insanlar yeniden diriltilecek, dünyada yaptıklarının hesabını verecek, cennete veya cehenneme gireceklerdir. İman esaslarından olan ahirete iman; bu dünyanın geçici olduğuna, ölümün bir son olmadığına ve öldükten sonra sonsuz bir hayatın başlayacağına inanmaktır. Kur’an-ı Kerim’de ahirete inanmanın gerekliliği şu şekilde ifade edilmektedir: “…Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse o tam manasıyla sapıtmıştır.”67
İslam dinine göre asıl hayat ahiret hayatıdır. Bu dünyanın geçici ve aldatıcı zevkleri uğruna sonsuz ahiret hayatı heba edilmemelidir. Kur’an-ı Kerim’de “Fakat siz (ey insanlar) ahiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu hâlde dünya hayatını tercih ediyorsunuz.”68 ayetiyle bu hususa dikkat çekilmiştir. Yine Kur’an-ı Kerim’de “…Şüphesiz bu dünya hayatı geçici bir eğlencedir. Ama ahiret, gerçekten kalınacak bir yurttur.“69 buyrularak dünya hayatının geçiciliği ve ahiret hayatının ebediliği hatırlatılmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de, ahiretteki sonsuz mutluluğun bu dünya hayatında kazanılacağı vurgulanır. Bu nedenle dünya hayatının, geçici olmasına rağmen ahireti kazanma yolunda çok önemli olduğu unutulmamalıdır. Yüce Allah (c.c.) ahiret hayatını kazanma uğruna bu dünyayı da tamamen terk etmenin yanlış bir davranış olduğunu şu ayetle bizlere bildirmektedir: “Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu da iste ama dünyadan da nasibini unutma…”.70
Ahiret, duyu organlarımızla algılayamayacağımız bir âlemdir. Dolayısıyla bu konuda tek bilgi kaynağımız vahiydir. Mahiyeti konusunda vahiyden başka bilgi kaynağımız olmamasına rağmen ahiretin varlığını akılla bularak kabul etmek mümkündür. Nitekim insan çevresine baktığında mükemmel yaratılmış ve kusursuz şekilde işleyen düzeni görür, bunun üzerinde düşünmeye başlar. Bütün bunların sebepsiz olamayacağını, kendisinin de bu dünyaya bir amaç için gönderilmiş olması gerektiğini anlar. Hayatın, ölümle son bulan bir süreç olarak tanımlanamayacak kadar muhteşem olduğunu fark eder. Ölümün yok olma anlamına gelmesinin bir şeyleri eksik bırakacağını düşünür. Bu dünyadaki iyilik ve fedakârlıkların, haksızlık ve kötülüklerin hak ettiği karşılığı bulması gerektiğinden hareketle ahiret hayatını aklen de kabul eder.
Ahirete iman eden kişi;
Bu dünyada yapacağı her şeyin hesabını vereceğini bildiğinden ahlaklı ve erdemli bir hayat sürmeye gayret eder. İyiliklerini artırmaya, kötülüklerini ise en aza indirmeye çalışır.
Dünyadaki nimetlerin geçici ve aldatıcı olduğu bilinciyle hareket ederek kanaatkâr olur, israftan kaçınır. Dünya hayatına ve nimetlerine aşırı bağlılıktan, cimrilikten kurtulur.
Ölümün bir son olmadığını bilir, ölümden sonrası için hazırlık yapar ve ölüm korkusu azalır.
Cennete ulaşmanın yolunun Allah’ın emir ve yasaklarına boyun eğmek olduğunu bildiği için ibadetlerini aksatmaz, haramlardan uzak durur. Böylece hayatının her anını Rabbinin isteklerine göre düzenleyerek her an yaklaşmakta olan ölüme hazırlıklı olmaya çalışır.
Asıl hayatın ahirette olduğunu ve bu dünyadaki erdemli davranışlarla ahiret yurdunu kazanabileceğini şuuruyla inandığı değerler uğruna fedakârlık yapmaktan çekinmez. Cesur ve kararlı bir hayat sürer. Başkalarının hakkını kendi çıkarlarından üstün tutarak çevresine faydalı, herkesin sevdiği bir birey haline gelir.
66 Fussilet suresi, 46. ayet.
67 Nisâ suresi, 136. ayet.
68 A’lâ suresi, 16-17. ayetler.
69 Mü’min suresi, 39. ayet.

KURANDAKİ KESİK HARFLER GERÇEĞİ (HURUF-U MUKATTA)



KURANDAKİ KESİK HARFLER GERÇEĞİ (HURUF-U MUKATTA)



Mukaddes kitabımız Kuranı Kerim’deki hurufu mukatta harflerinin hiç bir anlamı olmadığı, bu harflerin öylesine kullanılıp herhangi bir plan doğrultusunda kullanılmadığı , bu harfleri kullanılmasındaki amacının sadece dikkat çekmek  olduğu vb. gibi söylemler bizce büyük bir yalandan ibarettir.
Kurandaki edebi güzelliği ve sanatları görüp ondaki matematik yapıyı görmezden gelen insanlar maalesef bu konuda da bir çok yalan uydurmuşlardır.
Kuranda matematiksel bir mucize yoksa Cenabı Hakk neden şu kelimelerin sayılarına özen göstermiş.
Mesela ahiret kelimesi Kuran’da 115 kez geçiyor, dünya kelimesi de 115 kez geçiyor. 
Yani dünya ve ahret kelimelerinin tekrar sayıları aynı. 
Şeytan kelimesi 88 kere geçiyor. Bakıyorsunuz ‘melek’ kelimesi de 88 kere geçiyor. 
Kuran’da böyle diyalektik bir mantık var. Karşıtlar eşit geçiyor. Ay kelimesi 12 kere geçiyor. 
Gün kelimesi 365 kere geçiyor. Allah buralarda matematiksel bir mesaj veriyor bize. 
Gün kelimesinin çoğulu olan ‘eyyam ve yevmeyn’ kelimeleri de toplam olarak 30 kere geçiyor. İlginç! Besmele 19 harf. 114 sure var, 19’un 6 katı. Yine besmelede geçen kelimelerden birisi olan ‘Allah’ kelimesi kuranda 2698 defa geçiyor. 19’un 142 katı. Rahim kelimesi kuranda 57 defa geçiyor, 19’un 3 katı. Kuran’da 9. surenin başında besmele yok. Ne oldu? Fakat bir de bakıyorsunuz, Neml (karınca) suresinde bu eksik tamamlanıyor. 114,  19’un 6 katı. Allah kitabıyla ilgili bizleri meraklandırmak istiyor.
İşte huruf-u mukattalarında içeriğinde ,sayısında ve kullanıldığı yerlerde ilginç deliller mevcut.
Bu kitabın sahibinin matematik ilminde de ne denli üstün olduğunu gösteren ip uçları saklı. Tabi görmek isteyen gözler , bulmak isteyen kalpler için…
Huruf-u mukatta, sûre başlarında kesik kesik okunan , birleşik veya tek başına bulunan harflerdir. Zaten bu harfler okunurken de teker teker okunur, bir kelime gibi okunmaz.Kuran, belli bölümleri başlangıç harfleriyle başlayan, bildiğimiz tek kitaptır.
Arap alfabesinde yirmi sekiz harf vardır ve bu sayı”lam-elif” bir harf sayıldığında tam yirmi dokuza ulaşır .İlginçtir Kur’ân-ı Kerim’de de alfabedeki harf sayısınca, yirmi dokuz sûrede huruf-u mukatta bulunur.Bu harflerin seçilip yerleştirilmesinde öylesine bir nizam bulunmaktadır ki, bilhassa bazı müelliflerin fütursuzca, neredeyse “tesâdüfî” demeye varan değerlendirmelerine asla imkân vermez.Kur’ân-ı Azîmüşşan, sûrelerin başına da bu harflerin yarısını, yani 14 tanesini zikretmiş, yarısını da terk etmiştir. Aynı zamanda bu harfler, 14 değişik şekildedir.29 sûreden ikisi Medenî, diğerlerinin hepsi Mekkî’dir
Huruf-u mukattaa’nın Kur’ân-ı Kerim’deki yerleri de şöyledir:
Altı sûrede “elif-lâm-mîm” vardır. Bunlar; Bakara, Âl-i İmrân, Ankebût, Rûm, Lokman ve Secde sûreleridir. Â’râf Sûresi’nde de “Elif-lâm-mîm-sâd” bulunmaktadır.
Beş sûrede “elif-lâm-râ” vardır. Bunlar; Yunus, Hûd, Yusuf, İbrahim ve Hicr sûreleridir. Ra’d Sûresi’nde de “elif-lâm-mîm-râ” vardır.
Altı sûrede “hâ-mîm” vardır. Bunlar; Mü’min, Fussilet, Zuhruf, Duhân, Câsiye ve Ahkaf sûreleridir. Şûrâ Sûresi’nde de “hâ-mîm-ayin-sîn-kaf” bulunmaktadır.
Ayrıca, Şuarâ ve Kasas sûrelerinde “tâ-sîn-mîm“, Neml Sûresi’nde “tâ-sîn“, Meryem Sûresi’nde “kâf-hâ-yâ-ayîn-sîn-kaf“, Tâhâ Sûresi’nde “tâ-hâ“, Yâsin Sûresi’nde “yâ-sîn“, Sâd Sûresi’nde “sâd“, Kaf Sûresi’nde “kaaf“, Kalem Sûresi’nde de “nûn” harfi bulunmaktadır.
_749115_orig   _2849385_orig  _9563184_orig
29 sureden 19’unda başlangıç harfleri, kendi başlarına ayeti oluştururlar. Örneğin Bakara Suresinde “Elif-Lam-Mim” tek başına ayettir. 10 surede ise başlangıç harfli girişin yanında ayet normal anlatımına başlar. Örneğin Kaf Suresindeki ilk ayet “Kaf, Şanı yüce Kuran adına” şeklindedir. Başlangıç harflerinin yalnız olarak geçtikleri sure sayısı 19’dur.Başlangıç harfleriyle beraber normal anlatımın devam ettiği 10 surenin 9’unda, Kuran’a (Kuran veya Kitap tanımlamasıyla) dikkat çekilir. İşte bu 9 surenin sure numaralarının toplamı 190’dır.(10+11+12+13+14+15+27+38+50= 190) 190, 19’un 10 katıdır. Başlangıç harfli surelerde geçen 14 harfin hepsinin birden mevcut olduğu ayet sayısı 114(19×6)’dır.
İlginçtir bu kalıplardaki harfleri baştan başlayıp sayarsanız Sad harfinin hem  7‘nci hem 19’uncu hem  de 29’uncu harf olduğunu görebilirsiniz. Üstelik ilk Sad  harfinin  kullanıldığı  kalıp 7’nci  surenin  başında, ikinci Sad harfinin kullanıldığı kalıp ise 19’uncu surenin başındadır. Sad harflerinin üçüncüsü ile başlayan ve ismini de bu harften alan  Sad Suresi’nde toplam 29 adet Sad harfi kullanılmıştır.
Armstrong Limiti olarak bilinen yükseklik limiti yerden 19 kilometredir. Bu limitten sonra astronot kıyafeti giymek gerekmektedir. Eğer giyilmeyecek olursa, vücuttaki su, vücut sıcaklığında kaynamaya başlayacaktır.
Son dönem alimlerden Cevherî, huruf-u mukattaalara oldukça farklı bir açıdan bakmış ve Kur’ân’ın eşsizliğini, kullanılan harflerin sayısında aramıştır. Cevherî, sûre başlarındaki harflerin Arap alfabesindeki harflerin 14’ünden oluştuğunu, bunun da alfabenin yarısı ettiğini söyleyerek, gerek 14 ve gerekse 28 sayılarıyla alâkalı kâinattan karşılaştırmalar yapmıştır: Meselâ her eldeki eklem sayısı 14’tür. İnsanın sırt omurgasının altında 14, üstünde 14 kemik vardır. İnek, deve, eşek, yırtıcı hayvanlar, diğer doğum yapan ve emziren hayvanların ön taraflarında 14, arka taraflarında 14 kemik vardır. Kuşların uçarken kullandıkları kanat tüylerinin sayısı 14+14’tür. Bazı sürüngen ve balık gibi uzun boylu hayvanların omurga kemiklerindeki sayı 28’dir. Arapçadaki harf sayısı 28’dir. Bunlardan 14’ü idğam yapılır, 14’üne yapılmaz. Arapçadaki noktalı harflerin sayısı 14 iken noktasızlar da 14’tür. Ay’ın 14 güney, 14 kuzey olmak üzere 28 evresi vardır.
Kur’ân’da sadece iki yerde mukatta harfi olarak “kaf” vardır. Bunlar Kâf Sûresi ve Şûrâ Sûresidir. Bazı alimlere göre “kaf” Kur’ân demektir. Şöyle ki, her iki sûrede 57’şer tane ق vardır. Bunların toplamı 114 eder. Bu rakam, Kur’ân-ı Kerîm sûrelerinin yekün adedidir. Demek ki her iki sûredeki “kaf”sayısı, remzen Kur’ân sûrelerinin sayısını işaretlemektedir. Zaten her iki sûrenin mânâ ve muhtevası da Kur’ân’la çok alâkalıdır.
Sûrelerin başlarındaki harflerin, sûrenin genel muhtevasıyla yakın bir münasebeti de vardır. Bu münasebet hem lâfız, hem de mânâ yönüyledir. Meselâ Kaf Suresine baktığımızda “kâf” harfi üzerine bolca kafiye vardır ve bu harf cömertçe kullanılmıştır. Benzer bir durum yine Sâd Sûresi’nde de vardır. Bu sûrede de “Sâd” harfinin ifade ettiği karakteristik bir özellik gözümüze çarpmaktadır ki, o da “husûmet”tir. Bu durum sûrenin tamamında kendini göstermektedir. Arapçada “sâd” aynı zamanda sabrı da temsil eder ki bu surede de sabır konusu işlenmiştir. Beşer çapındaki sabırda, en zirve noktayı peygamberler tutar. Peygamberlerin içinde de Hz. Eyyûb örnek olarak verilir. İlginçtir bu sûrede de Hz. Eyyûb anlatılmaktadır. Bu espriden hareket edilirse görülür ki huruf-u mukattaa bulunan sûreler ile başındaki harler arasında sıkı bir münasebet vardır.
“Meselâ, Ra’d Sûresi’nin başında “Elif-Lam-Mim-Ra” harfleri vardır. Bu harfler, sıralamaya uygun şekilde tertip edilmiştir. Yani birinci sırada “Elif”, ikincide “Lam”, üçüncüde “Mim” ve dördüncü sırada da “Ra” vardır. Enteresandır ki, sûrede geçen bu harfler sayı bakımından da aynı şekilde sıraya tâbi tutulmuşlardır. Şöyle ki: Ra’d Sûresi’nde 625 tane “Elif”, 479 “Lam”, 260 “Mim”, 127 de “Ra” vardır. Bu durum sadece Ra’d Sûresi’ne mahsus da değildir. Meselâ, Bakara Sûresi’nin mukatta harfleri olan  “Elif-Lam-Mim”de sûre içinde aynı esasa göre tekrar edilmiştir. Bu sûrede 4592 “Elif”, 3204 “Lam”, 2195 tane de “Mim” vardır. Mukatta ile başlayan bir başka sûre de “Âl-i İmrân”dır. Aynı planlama bu sûrede de söz konusudur. İlginç bir durumda Yâsîn Sûresi’nde vardır. Çünkü bu sûrede durum, yukarıdakilerin tam tersine dönmüştür. Şöyle ki:”Bu sûrede sonra gelen harf, öncekinden daha çok zikredilmiştir. Zîrâ Yâsîn Sûresi’nin mukattasında harflerin normal sırası tersine dönmüştür. Yani en son harf olan “ya” başa geçmiş, sıralamada ondan önce olan “sin” ise sona kalmıştır. Öyle ise bu harflerin sûre içindeki tekrar edilme sayısı da tersine dönmeli, “sin” daha çok, “ya” ise daha az olmalıdır. Nitekim öyle de olmuştur.
Aşağıdaki “ha-mim” harflerinin geçtiği huruf-u mukatta harfleri tablosu aslında bizlere çok şey anlatmaktadır :

Bu tablodaki düzenin tesadüfen oluşması imkansızdır.Bu “Ha-mim” tablosu öylesine zekice bölünmüş ve ilişkiler ağıyla örülmüş ki bu durumu tesadüfle izah imkansız bir hal almıştır.Zira bu harfleri kullanarak sadece salt bir metin değil aynı zamanda anlamlı bir metin oluşturulma zorunluluğu da vardır.
Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) “Allah’ın her kitabında bir sırrı vardır. Kur’an’daki sırrı da sûrelerin başlarında bulunan harflerdir.” dediği rivayet edilir.Öyleyse bize düşen Yüce Allah’ın Kurana yerleştirdiği bu sayısal mucizeleri araştırıp bulmak ve imanımızın tadını çıkarmaktır.

İMÂNIN ŞARTLARI 6

şartı kaçtır imanın şartları ile ilgili görsel sonucu

İMÂNIN ŞARTLARI 6

Îman edilmesi, inanılması lâzım olan altı şeyden dördüncüsü, (Allahü teâlânın Peygamberlerine inanmaktır). İnsanları, Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak, doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir. Rüsül, resûller demektir. Lügatte, gönderilmiş zat ve haberci demektir. İslâmiyette (Resûl) demek, yaratılışı, huyu, ilmi, aklı, zamanında bulunan bütün insanlardan üstün, kıymetli, muhterem bir zat demektir. Hiçbir kötü huyu, beğenilmiyecek hâli yoktur. Peygamberlerde (İsmet) sıfatı vardır. Yâni Peygamber olduğu bildirilmeden önce ve bildirildikten sonra, küçük ve büyük hiçbir günah işlemez. [İslâmiyeti içerden yıkmak istiyen kâfirler, Muhammed aleyhisselâm Peygamber olmadan önce, heykellerin önünde kurban keserdi diyorlar ve mezhepsizlerin kitaplarını da vesika olarak gösteriyorlar. Bu çirkin iftirâlarının yalan olduğu, yukarıdaki satırlardan anlaşılmaktadır. ] Peygamber olduğu bildirildikten sonra, Peygamber olduğu yayılıncaya, anlaşılıncaya kadar, körlük, sağırlık ve benzerleri ayb ve kusurları da olmaz. Her Peygamberde yedi sıfatın bulunduğuna inanmak lâzımdır:Emânet, sıdk, teblîg, adalet, ismet, fetânet ve emnül-azl. Yâni Peygamberlikten azl edilmezler. Fetânet, çok akıllı, çok anlayışlı demektir.
Yeni bir şeriat getiren Peygambere (Resûl) denir. Yeni din getirmeyip, insanları, önceki dîne dâvet eden Peygambere (Nebî) denir. Emirleri teblîg etmekte ve insanları, Allahü teâlânın dînine çağırmakta, Resûl ile Nebî arasında bir ayrılık yoktur. Peygamberlere îman etmek, aralarında hiçbir fark görmiyerek, hepsinin sâdık, doğru sözlü olduğuna inanmak demektir. Onlardan birine inanmıyan kimse, hiçbirine inanmamış olur.

Peygamberlik; çalışmakla, açlık, sıkıntı çekmekle ve çok ibâdet yapmakla ele geçmez. Yalnız Allahü teâlânın ihsânı, seçmesi ile olur. İnsanların dünyadaki ve âhiretteki işlerinin düzgün ve faydalı olması için ve zararlı işlerden koruyup, selâmete, hidâyete, rahata kavuşturmak için, Peygamberler vâsıtası ile dinler gönderilmiştir. Düşmanları çok olduğu ve alay ettikleri, üzdükleri hâlde, Allahü teâlânın, inanmak için ve yapmak için olan emirlerini insanlara teblîg etmekte, bildirmekte, düşmanlardan korkmamış, göz kırpmamışlardır. Allahü teâlâ, Peygamberlerin sıdk sahibi olduklarını, doğru söylediklerini göstermek için, Onları mucizelerle kuvvetlendirdi. Hiç kimse bu mucizelere karşı gelemedi. Peygamberi kabûl edip inanan kimseye, o Peygamberin (Ümmeti) denir. Kıyâmet gününde, ümmetlerinden, günahı çok olanlara şefaat etmeleri için izin verilecek ve şefaatleri kabûl olacaktır. Ümmetlerinden, âlim, sâlih, Velî olanlarına da, şefaat etmeleri için Allahü teâlâ izin verecek ve şefaatlerini kabûl buyuracaktır. Peygamberler, mezarlarında, bizim bilmediğimiz bir hayat ile diridir. Mübârek vücûdlarını toprak çürütmez. Bunun içindir ki, hadis-i şerifte, (Peygamberler, mezarlarında, namaz kılarlar ve hac ederler) buyuruldu.

[Şimdi, Arabistânda bulunan (Vehhâbî) adındaki kimseler, bu hadis-i şeriflere inanmıyorlar. Bunlara inanan hakîkî müslümanlara kâfir diyorlar. Mânaları açık olmayıp, şüpheli olan nassları yanlış tevil ettikleri için, kendileri kâfir olmuyor ise de, (Bid’at sahibi) oluyorlar. Müslümanlara çok zarar veriyorlar. Vehhâbîlik, Muhammed bin Abdülvehhab isminde Necdli bir ahmak tarafından kuruldu. İngiliz câsûsu Hempher, İbni Teymiyyenin sapık fikirlerini ileri sürerek, bunu aldattı. Abduh ismindeki bir Mısrlının kitapları ile, türklere ve her yere yayıldı. [Ahmed ibni Teymiyye, 728 [m. 1328] de Şâmda vefât etti. Muhammed Abduh, 1323 [m. 1905] de Mısrda vefât etti. ] Bunların beşinci mezhep değil, dalâlette, yanlış yolda olduklarını, (Ehl-i sünnet) âlimleri, yüzlerce kitaplarında bildirmişlerdir. (Se’âdet-i Ebediyye) ve (Kıyâmet ve Âhiret) kitaplarında bunlar uzun bildirilmiştir. Allahü teâlâ, genç din adamlarını vehhâbîlik yoluna kaymaktan muhâfaza buyursun. Hadis-i şerifler ile medh olunan (Ehl-i sünnet) âlimlerinin yolundan ayırmasın!]

Peygamberlerin mübârek gözleri uyurken, kalb gözleri uyumaz. Peygamberlik vazîfelerini görmekte, Peygamberlik üstünlüklerini taşımakta, bütün Peygamberler müsâvîdir. Yukarıda bildirdiğimiz yedi şey, hepsinde vardır. Peygamberler, Peygamberlikten azl edilmez, atılmaz. Velîlerden ise, evliyâlık alınabilir. Peygamberler insandan olur. Cinden, melekten insanlara Peygamber olmaz. Cin ve melek, Peygamberlerin derecelerine yükselemez. Peygamberlerin, birbirleri üzerinde, şerefleri, üstünlükleri vardır. Meselâ ümmetlerinin çok olması, gönderildikleri memleketlerin büyük olması, ilim ve marifetlerinin çok yerlere yayılması, mucizelerinin daha çok ve devamlı olması ve kendileri için ayrı kıymetler ve ihsânlar bulunması gibi üstünlükler bakımından, âhir zaman Peygamberi (Muhammed) aleyhisselâm, bütün Peygamberlerden daha üstündür. Ülül’azm olan Peygamberler, böyle olmıyanlardan ve Resûller, resûl olmıyan Nebîlerden daha üstündürler.

Peygamberlerin sayısı belli değildir. Yüzyirmidörtbinden çok oldukları meşhûrdur. Bunlardan üçyüzonüç veya üçyüzonbeş adedi Resûldür. Bunların içinden de, altısı daha yüksektir. Bunlara (Ülül’azm) Peygamberler denir. Ülül’azm Peygamberler, Âdem, Nuh, İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafâdır.

Peygamberlerin içinde otuzüç adedi meşhûrdur. Bunların ismleri: Âdem, İdrîs, Şît veya (Şîs), Nuh, Hûd, Sâlih, İbrâhîm, Lût, İsmâ’îl, İshak, Ya’kûb, Yûsüf, Eyyûb, Şu’ayb, Mûsâ, Hârun, Hıdır, Yûşa’ bin Nûn, İlyâs, Elyesa’, Zülkifl, Şem’un, İşmoil, Yûnüs bin Metâ, Dâvüd, Süleymân,Lokmân, Zekeriyyâ, Yahyâ, Uzeyr, Îsâ bin Meryem, Zülkarneyn ve Muhammed aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâmdır.

Bunlardan, yalnız yirmisekizinin ismleri Kur’an-ı kerimde bildirilmiştir. Şît, Hıdır, Yûşa’, Şem’un ve İşmoil bildirilmemiştir. Bu yirmisekizden Zülkarneyn ve Lokmân ve Uzeyrin Peygamber olup olmadıkları kat’i belli değildir. Zülkifl aleyhisselâmın ikinci ismi Harkıldır. Bunun İlyâs veya İdrîs yâhut Zekeriyyâ aleyhisselâm olduğunu söyliyenler de vardır.

İbrâhîm aleyhisselâm, Halîlullahdır. Çünkü, bunun kalbinde, Allahü teâlânın sevgisinden başka, hiçbir mahlûkun sevgisi yoktu. Mûsâ aleyhisselâm, Kelîmullahdır. Çünkü, Allahü teâlâ ile konuştu. Îsâ aleyhisselâm, Kelimetullahdır. Çünkü, babası yoktur. Yalnız (OL) kelime-i ilâhiyyesi ile anasından dünyaya geldi. Bundan başka, Allahü teâlânın hikmet dolu kelimelerini, vaaz vererek, insanların kulaklarına ulaştırırdı.

Âdem oğullarının en üstünü, en şereflisi, en kıymetlisi ve mahlûkların yaratılmasına sebep olan Muhammed aleyhisselâm, Habîbullahdır. Onun Habîbullah olduğunu ve büyüklüğünü, üstünlüğünü gösteren şeyler pek çoktur. Bunun için, Ona, mağlup olmak, bozguna uğramak gibi sözler söylenemez. Kıyâmette, herkesten önce kabirden kalkacaktır. Mahşer yerine önce gidecektir. Cennete herkesten önce girecektir. Mucizeleri, sayılmakla bitmez ve saymaya insan gücü yetişmez ise de, mîraç mucizesini yazmakla, yazılarımızı süsliyelim:

Resûlullah yatağında iken uyandırılıp, mübârek bedeni ile, Mekke şehrinden Kudüsteki Mescid-i aksâya ve oradan göklere ve yedinci gökten sonra, Allahü teâlânın dilediği yerlere götürüldü. Mîraca, böylece inanmak lâzımdır. [İsmâ’îlî sapık fırkasında olanlar ve islâm âlimi şekline bürünen din düşmanları, mîraç bir hâl idi, yalnız ruh ile oldu. Beden ile gitmedi diyerek ve yazarak gençleri aldatmaya çalışıyorlar. Böyle bozuk kitapları almamalı, bunlara aldanmamalıdır. Mîracın nasıl olduğu, birçok kıymetli kitaplarda, meselâ (Şifâ-i şerif)de uzun yazılıdır. [Şifâyı yazan kâdı İyâd mâlikî, 544 [m. 1150] de Merrâküşte vefât etti. ] (Se’âdet-i Ebediyye) kitabında da geniş anlatılmıştır. ] Mekke-i mükerremeden (Sidre-tül-müntehâ)ya kadar, Cebrâîl aleyhisselâm ile birlikte gitti. (Sidre-tül-müntehâ), altıncı ve yedinci göklerde bir ağaçtır ki, bütün bilgiler ve bütün yükselişler oradan ileri geçemez. Resûl-i ekrem efendimiz, Sidrede, Cebrâîl aleyhisselâmı, altıyüz kanadı ile kendi şeklinde gördü. Cebrâîl aleyhisselâm Sidrede kaldı. Mekkeden Kudüs-i şerife kadar veya yedinci göke kadar, (Burak) üstünde götürüldü. (Burak), beyaz renkli, katırdan küçük ve merkebden büyük bir Cennet hayvanıdır. Dünya hayvanlarından değildir. Erkekliği, dişiliği yoktur. Çok hızlı giderdi. Gözün görebildiği uzaklığa ayağını basardı. Resûlullah, (Mescid-i aksâ)da, Peygamberlere imam olup, yatsı yâhut sabah namazını kıldırdı. Peygamberlerin ruhları, kendi insan şekllerinde orada bulundu. (Kudüs)den yedinci göke kadar (Mîraç) adındaki bilinmeyen bir merdivenle bir anda çıkarıldı. Yolda melekler, sağa sola dizilmiş, Resûlullahı medh-u senâ ederlerdi. Her göke gelince Cebrâîl aleyhisselâm Resûlullahın teşrîf ettiğini haber ve müjde verirdi. Her birinde, bir Peygamberi görüp selâmlaştı. (Sidre)de şaşılacak çok şeyler gördü. Cennetteki nîmetleri, Cehennemdeki azâbları gördü. Cenâb-ı Hakkın cemâlini görmek arzusundan ve zevkınden, Cennetteki nîmetlerin hiçbirine bakmadı. Sidreden ileriye, yalnız olarak, nûrlar arasında ilerledi. Meleklerin kalemlerinin seslerini işitti. Yetmişbin perdeden geçti. İki perde arası, beşyüz senelik yol gibi idi. Bundan sonra, güneşten daha parlak (Refref) adında bir döşek üzerinde Kürsîden geçti. Arş-ı ilâhîye erişti. Arştan, zamandan, mekândan, madde âlemlerinden dışarı çıktı. Cenâb-ı Hakkın kelâmını işitecek makama vardı.

Zamansız ve mekânsız olarak, âhirette Allahü teâlânın görüleceği gibi, anlaşılamıyan ve anlatılamıyan bir hâlde, Allahü teâlâyı gördü. Harfsiz ve sessiz olarak, Allahü teâlâ ile konuştu. Allahü teâlâyı, tesbîh, hamd ve senâ eyledi. Sayısız ikrâmlara, şereflere kavuştu. Kendine ve ümmetine elli vakit namaz farz oldu ise de, Mûsâ aleyhisselâmın işareti ile, yavaş yavaş beş vakte indirildi. Bundan önce, yalnız sabah ile ikindi yâhut yatsı namazları kılınırdı. Bu kadar uzun yolculuktan ve ikrâmlara, ihsânlara kavuştuktan sonra ve şaşılacak nice şeyler görüp işittikten sonra, yatağına geldi. Yeri daha soğumamış idi. Bildirdiklerimizin bir kısmı, âyet-i kerimelerle, bir kısmı da, hadis-i şeriflerle haber verilmiştir. Hepsine inanmak vâcib değil ise de, Ehl-i sünnet âlimleri bildirdiği için, bu haberleri kabûl etmiyen, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur. Âyet-i kerimeye veya hadis-i şeriflere inanmıyan ise, kâfir olur.

Muhammed aleyhisselâmın (Seyyid-ül-enbiyâ) olduğunu, yâni Peygamberlerin en üstünü olduğunu gösteren sayısız şeylerden birkaçını bildirelim:

Kıyâmet günü, bütün Peygamberler, Onun sancağı altında gölgeleneceklerdir. Allahü teâlâ, her Peygambere, [Mahlûklarımın içinde, seçip sevdiğim, habîbim Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğu zamana erişirseniz, Ona îman ediniz ve yardımcı olunuz!] diye emretti. Bütün Peygamberler de, ümmetlerine böyle vasıyet ve emreyledi.

Muhammed aleyhisselâm, (Hâtem-ül-enbiyâ)dır. Yâni Ondan sonra hiç Peygamber gelmiyecektir. Mübârek ruhu, her Peygamberden önce yaratıldı. Peygamberlik makamı, en önce Ona verildi. Peygamberlik, Onun dünyaya teşrîf etmesi ile tamamlandı. Îsâ aleyhisselâm, kıyâmete doğru, Hz. Mehdî zamanında, gökten Şâma inecek ise de, yer yüzüne, Muhammed aleyhisselâmın dînini yayacaktır. Onun ümmetinden olacaktır.

[Hicrî kamerî 1296 ve mîlâdî 1880 senesinde, Hindistânda İngilizlerin ortaya çıkardıkları (Kâdıyânî) denilen sapıklar, Îsâ aleyhisselâm için de, çirkin ve yalan söyliyorlar. Kendilerine müslüman diyorlar ise de, islâmiyeti içerden yıkmaktadırlar. Müslüman olmadıklarına fetvâ verilmiştir. Bunlara (Ahmedî) de denilmektedir.

Hindistânda ortaya çıkan bid’at ehli ve zındıklardan birisi, (Cemaatüt-teblîgıyye) fırkasıdır. Bunu 1345 [m. 1926]de, İlyâs isminde bir câhil kurdu. (Müslümanlar dalâlete düştü. Bunları kurtarmak için rü’yâda emir aldım) diyordu. Hocaları, sapık, Nezîr Hüseyn, Reşîd Ahmed Kenkühî ve Halîl Ahmed Sehârenpûrînin kitaplarından öğrendiklerini söyliyordu. Müslümanları aldatmak için, hep namazın ve cemaatin kıymetini anlatıyorlar. Hâlbuki, bid’at ehlinin, yâni (Ehl-i sünnet) mezhebinde olmıyanların namazları ve hiçbir ibâdetleri kabûl olmaz. Bunların Ehl-i sünnet kitaplarını okuyarak, evvelâ bid’at inanışlarından kurtulup, hakîkî müslüman olmaları lâzımdır. Kur’an-ı kerimde, kapalı bildirilmiş olan âyetlerden yanlış mâna çıkaranlara (Bid’at ehli) veya (Sapık) denir. Âyet-i kerimelere, kendi hâin, sapık düşüncelerine göre, yanlış mâna veren islâm düşmanlarına (Zındık) denir. Zındıklar, Kur’an-ı kerimi ve islâmiyeti değiştirmeye çalışıyorlar. Bunları ortaya çıkaran ve besleyen ve dünyanın her tarafına yaymak için milyarlar sarf eden, en büyük düşman, ingilizlerdir. İngiliz kâfirinin tuzaklarına düşmüş olan câhil ve soysuz (Teblîg-ı cemaatcı)lar, kendilerine, (Ehl-i sünnet) diyerek ve namaz kılarak, yalan söyliyor, müslümanları aldatıyorlar. Abdüllah bin Mes’ûd buyuruyor ki, (Dîni olmadığı hâlde namaz kılan kimseler olacaktır). Bunlar, Cehennemin dibinde sonsuz yanacaklardır. Bunlardan bir kısmı, minâre tepesindeki leylek yuvası gibi, büyük sarıkları, sakalları ve cübbeleri ile, âyet-i kerimeler okuyup, bunlara yanlış mâna vererek, müslümanları aldatıyorlar. Hâlbuki hadis-i şerifte (İnnallahe lâ yenzuru ilâ süveriküm ve siyâbiküm ve lâkin yenzuru ilâ kulûbiküm ve niyyâtiküm), (Allahü teâlâ şekllerinize ve elbiselerinize değil, kalblerinize ve niyetlerinize bakar) buyuruldu. Beyt:

Kadd-i bülend dâred, destâr pâre pâre,

Çün âşiyân-ı leklek, ber kelle-i minâre.



Bu câhillerin, ahmakların yaldızlı sözlerinin yalan olduklarını isbât eden, (İhlâs Vakfı)nın kitaplarına cevap veremedikleri için, (İhlâs Vakfının kitapları yanlıştır, bozuktur. Bu kitapları okumayın) diyorlar. İslâm düşmanı sapıkların, zındıkların en büyük alâmeti, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazılarına ve bunları neşreden hakîkî din kitaplarına bozuktur, bunları okumayınız demeleridir. İslâmiyete yaptıkları zararları ve Ehl-i sünnet âlimlerinin cevapları, (Fâideli Bilgiler) kitabımızda uzun yazılıdır. ]

Muhammed aleyhisselâm, peygamberlerin en üstünü, âlemlerin rahmetidir. Onsekizbin âlem, Onun rahmet deryasından faydalanmaktadır. Sözbirliği ile, bütün insanların ve cinnin Peygamberidir. Meleklere, nebâtâta, hayvanlara ve her maddeye de Peygamber olduğunu bildirenler çoktur. Diğer Peygamberler, belli bir memlekette, belli bir kavme gönderilmişti. Resûl-i ekrem ise, bütün âlemlere, canlı, cansız her mahlûka Peygamberdir. Allahü teâlâ, başka Peygamberleri ismleri ile söylemiştir. Muhammed aleyhisselâmı ise, ey Resûlüm, ey Peygamberim diyerek taltîf buyurmuştur. Başka Peygamberlerin herbirine verilen her mucizenin benzeri, kendisine de ihsân buyurulmuştur. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine, o kadar çok ikrâmda bulunmuştur, o kadar çok mucize vermiştir ki, başka hiçbir Peygamberine böyle vermemiştir. Mübârek parmağı ile işaret buyurunca, ayın ikiye ayrılması, mübârek avucuna aldığı taşların tesbîh etmesi, ağaçların (yâ Resûlallah) diyerek, kendisine selâm vermesi, Resûlullah yanından ayrıldığı için, (Hannâne) adındaki kuru odunun sesle ağlaması, mübârek parmaklarının arasından saf su akması, âhirette kendisine (Makam-ı Mahmûd), (Şefaat-i kübrâ), (Kevser havuzu), (Vesîle) ve (Fadîle) adındaki makamların verilmesi, Cennete girmeden önce, cemâl-i ilâhîyi görmekle şereflenmesi ile ve dünyada hulk-ı azîm, dinde yakîn, ilim, hilim, sabr, şükür, zühd, iffet, adl, mürüvvet, hayâ, şecâ’at, tevâzu, hikmet, edeb, semahat (iyilik yapıcı), merhamet (re’fet) ve bitmez tükenmez fazîletler ve şereflerle, bütün Peygamberlerin üstüne çıkarılmıştır. Ona verilen mucizelerin sayısını, Allahü teâlâdan başkası bilemez. Onun dîni, bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır. Dîni, bütün dinlerin en iyisi, en yükseğidir. Onun ümmeti, bütün ümmetlerden üstündür. Onun ümmetinin Evliyâsı, başka ümmetlerin Evliyâsından daha şereflidir.

Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin Evliyâsı arasında, Resûlullahın halîfesi olmaya hak kazanan ve hilâfete, başkalarından daha lâyık olan, imamların, Velîlerin baş tâcı (Ebû Bekr-i Sıddîk), Peygamberlerden sonra, gelmiş ve gelecek bütün insanların, en hayrlısı, en üstünüdür. Hilâfet derecesini, şerefini önce kazanan Odur. Müslümanlık meydana çıkmadan önce de, Allahü teâlânın lutfü ve ihsânı ile, putlara tapmadı. Kâfirlik ve sapıklık ayblarından muhâfaza buyurdu. [Resûlullahın, nübüvvetten önce putlara taptığını sanan ve yazanların ne kadar zevallı ve câhil olduklarını buradan da anlamalıdır. ]

Bundan sonra, insanların en üstünü, Fârûk-i a’zam, Allahü teâlânın, Habîbine arkadaş olarak seçtiği, ikinci halîfe (Ömer bin Hattâb)dır.

Bundan sonra, insanların en üstünü, Resûlullahın üçüncü halîfesi, iyilikler, ihsânlar hazînesi, hayâ, îman ve irfân kaynağı, Zinnûreyn (Osman bin Affân)dır.

Bundan sonra insanların en hayrlısı, Resûlullahın dördüncü halîfesi, şaşılacak üstünlükler sahibi, Allahü teâlânın arslanı (Ali bin ebî Tâlib)dir.

Bundan sonra, (Hz. Hasen) halîfe oldu. Hadis-i şerifte bildirilen otuz sene halîfelik, bunun ile tamam oldu. [Hasen bin Ali 49 [m. 669] da Medîne-i münevverede zehirlenerek vefât etti. ] Bundan sonra, insanların en üstünü, Resûlullahın, iki gözünün nûru (Hüseyn bin Ali)dir.

Bu üstünlükler, sevabın daha çok olması, dîn-i islâm uğrunda, vatanlarını, sevdiklerini terk etmek, başkalarından daha önce müslüman olmak,Resûlullaha son derece uymak, Onun sünnetine sımsıkı sarılmak, dînini yaymaya uğraşmak, küfrü, fitneyi, fesatı önlemek demektir.

Ali, her ne kadar, Ebû Bekrden başka, herkesten önce müslüman oldu ise de, o zaman, çocuk olduğu için ve malsız olduğu için ve Resûlullahın evinde ve hizmetinde olduğu için, onun önce îman etmesi, başkalarının îman etmesine, ibret almalarına ve kâfirlerin bozguna uğramasına sebep olmadı. Hâlbuki diğer üç halîfenin îmana gelmeleri, islâmı kuvvetlendirdi. İmâm-ı Ali ve çocukları, Resûlullahın en yakın akrabâsı ve Resûlullahın mübârek kanından oldukları için,Sıddîk-i ekberden ve Fârûk-ı a’zamdan daha üstün denilebilir ise de, bu üstünlükleri, her bakımdan üstünlük demek değildir. Her bakımdan, o büyüklerin önünde olmalarını sağlamaz. Hızır aleyhisselâmın, Mûsâ aleyhisselâma birkaç şey öğretmesine benzer. [Kan bakımından daha yakın olan, daha üstün olsaydı, Hz. Abbâs, Hz. Aliden daha üstün olurdu. Kan bakımından çok yakın olan Ebû Tâlibde ve Ebû Lehebde ise, müminlerin en aşağısında bulunan şeref ve üstünlük hiç yoktur. ] Kan bakımından yakın olduğu için, Hz. Fâtıma, Hz. Hadîce ile Hz. Âişeden daha üstündür. Fakat, bir bakımdan üstünlük, her bakımdan üstün olmasını göstermez. Bu üçünden en üstün hangisi olduğunu, âlimlerimiz başka başka söylemiştir. Hadis-i şeriflerden anlaşıldığına göre, üçü de ve Hz. Meryem ve Fir’avnın hâtunu Hz. Âsiye, dünya kadınlarının en üstünüdürler. Hadis-i şerifte, (Fâtıma, Cennet hâtunlarının üstünüdür. Hasen ve Hüseyn de, Cennet gençlerinin yüksekleridir) buyuruluyor ki, bu, bir bakımdan üstünlüktür.

Bunlardan sonra, Eshâb-ı kirâmın en üstünleri (Aşere-i mübeşşere)den yâni Cennet ile müjdelenmiş on kişiden olanlardır. Bunlardan sonra, Bedr gazâsında bulunan üçyüzonüç kişi üstündür. Onlardan sonra Uhud gazâsındaki yediyüz arslanın arasında bulunanların hepsi, daha sonra da (Bi’at-ür-rıdvân), yâni ağaç altında Resûlullaha söz veren bindörtyüz kişi üstündür.

Resûl-i ekrem efendimizin yolunda, canlarını, mallarını feda eden, Ona yardım eden Eshâb-ı kirâmın hepsinin ismlerini, saygı ile, sevgi ile söylememiz, bize vâcibdir. Onların büyüklüğüne yakışmıyan sözler söylememiz, aslâ câiz değildir. İsmlerini saygısızca söylemek, dalâlettir, sapıklıktır.

Resûlullahı seven kimsenin, Onun Eshâbının hepsini de sevmesi lâzımdır. Çünkü, bir hadis-i şerifte, (Eshâbımı seven, beni sevdiği için sever. Onları sevmiyen kimse, beni sevmemiş olur. Onları inciten, beni incitir. Beni inciten de, Allahü teâlâyı incitmiş olur. Allahü teâlâyı inciten kimse, elbette azâb görecektir) buyuruldu. Başka bir hadis-i şerifte de, (Allahü teâlâ, benim ümmetimden bir kuluna iyilik yapmak isterse, onun kalbine, Eshâbımın sevgisini yerleştirir. Onların hepsini canı gibi sever) buyuruldu.

Bunun için, Eshâb-ı kirâm arasında olan muhârebeleri; kötü düşüncelerle ve halîfeliği ele geçirmek, nefsin arzularını yerine getirmek için yaptıklarını sanmamalıdır. Böyle sanmak ve bunun için o büyüklere dil uzatmak, münâfıklıktır ve felakete sürüklenmektir. Çünkü, Resûlullahın huzurunda oturmakla, Onun mübârek sözlerini işitmekle, te’assub [yâni inatçılık, çekememek] ve mevkı’ arzusu ve dünyaya düşkün olmak, hepsinin kalblerinden sıyrılmış, gitmişti. Hırs [doymazlık, düşkünlük], kin ve kötü huydan kurtulmuş, tertemiz olmuşlardı. O yüce Peygamberin ümmetinin Evliyâsından biri ile birkaç gün bir arada bulunan bir kimse, o Velînin güzel huylarından ve üstünlüklerinden faydalanıyor, temizleniyor, dünyaya düşkün olmaktan kurtuluyor da, Eshâb-ı kirâm efendilerimiz, Resûlullahı herşeyden çok sevdikleri, mallarını, canlarını, Onun için feda ettikleri, vatanlarını terk ettikleri, Onun, ruhlara gıdâ olan sohbetine âşık oldukları hâlde, bunların kötü huylardan kurtulamadıkları, nefslerinin temizlenmediği, geçip tükenici dünya cîfesi için döğüşecekleri nasıl düşünülebilir?O büyükler, elbette herkesten daha temizdir. Bunların ayrılığını, muhârebelerini, bizim gibi bozuk niyetli kimselere benzetmek, dünya için, nefslerinin bozuk isteklerine kavuşmak için döğüştüler demek hiç yakışır mı?Eshâb-ı kirâm için böyle çirkin şeyler düşünmek, câiz değildir. Böyle söyliyen bir kimse, hiç düşünmez mi ki, Eshâb-ı kirâma düşmanlık etmek, onları terbiye eden, yetiştiren, Resûlullah efendimize düşmanlık etmek olur. Onları kötülemek, Resûlullahı kötülemek olur. Bunun için, din büyükleri buyurdular ki, (Eshâb-ı kirâmı büyük bilmiyen, onlara saygı göstermiyen bir kimse, Resûlullaha îman etmemiş olur). Deve ve Sıffîn muhârebeleri, onları kötülemeye sebep olamaz. Bu muhârebelerde, Hz. Aliye karşı gelenlerin hepsini kötü olmaktan kurtaran, hattâ sevaba kavuşturan dînî sebepler vardır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Yanılan müctehide bir sevap, doğruyu bulana iki veya on sevap vardır. İki sevaptan birincisi, ictihâd etmek sevabıdır. İkincisi, doğruyu bulmak sevabıdır. ) Bu din büyüklerinin aralarında olan çekişmeler, döğüşmeler, inat ile, düşmanlık ile değildi. İctihâdları sebebi ile idi. İslâmiyetin emrinin yerine getirilmesini istedikleri için idi. Eshâb-ı kirâmın herbiri müctehid idi. [Meselâ, Amr ibni Âs’ın müctehid olduğu, (Hadîka)nın ikiyüzdoksansekizinci sayfasındaki hadis-i şerifte bildirilmektedir. ]

Her müctehidin, kendi ictihâdı ile bulduğu, edindiği bilgiye uygun iş yapması farzdır. Kendi ictihâdı, hernekadar, kendinden daha büyük bir müctehidin ictihâdına uygun olmaz ise de, yine kendi ictihâdına uyması lâzımdır. Başkasının ictihâdına uyması câiz değildir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin talebesi olan Ebû Yûsüf ile MuhammedŞeybânî ve imam-ı Muhammed Şâfi’înin talebesi olan Ebû Sevr ve İsmâ’îl Müzenî, çok yerde, hocalarına uymadılar. [Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit, 150 [m. 767] de Bağdâdda vefât etti. Muhammed bin İdrîs Şâfi’î 204 [m. 820] de Mısrda vefât etti. ] Hocalarının haram dediklerinden bazılarına helâl dediler. Helâl buyurduklarından bazılarına haram dediler. Bundan dolayı, bunlara günah işledi, kötü oldular denilemez. Böyle söyliyen hiç yoktur. Çünkü, bunlar da, hocaları gibi müctehiddirler.

Evet, Ali efendimiz, Muaviyeden ve Amr ibni Âstan daha yüksek, daha âlim idi. Kendini onlardan ayıracak, pekçok üstünlükleri vardır. İctihâdı da, o ikisinin ictihâdlarından daha çok kuvvetli ve isâbetli idi. Fakat, Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid oldukları için, ikisinin de; bu büyük imamın ictihâdına uymaları câiz değil idi. Kendi ictihâdlarına göre hareket etmeleri lâzım idi.

Suâl: Cemel ve Sıffîn muhârebelerinde, Muhâcirlerden ve Ensârdan pekçok Sahâbî, imam-ı Ali ile birlikte idi. Ona itaat ettiler. Ona uydular. Bunların hepsi müctehid iken, imam-ı Aliye uymağı vâcib bildiler. Bundan anlaşılıyor ki, imam-ı Aliye uymak, müctehid olanlara da vâcib imiş. İctihâdları uymasa da, onunla birleşmeleri lâzım imiş denirse:

Cevap: Aliye uyanlar, onunla birlikte harp edenler, onun ictihâdına uydukları için birleşmedi. Kendi ictihâdları da, İmâmın ictihâdına uygun olduğu için, onların ictihâdı, imam-ı Aliye uymağı vâcib göstermişti. Bunun gibi, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden çoğunun ictihâdları, imam-ı Alînin ictihâdına uymadı. O büyük imam ile harp etmeleri vâcib oldu. O zaman Eshâb-ı kirâmın ictihâdları üç türlü olmuştu. Bir kısmı, imam-ı Alînin haklı olduğunu anladı. Bunların, imam-ı Aliye uymaları vâcib oldu. Bir kısmı ise, onunla harp edenlerin ictihâdını haklı gördü. Bunların da, Ali ile harp edenlere uymaları, onunla harp etmeleri vâcib oldu. Üçüncü kısm, her iki tarafa da uymamak, döğüşmemek lâzımdır dedi. Bunların ictihâdı, muhârebelere karışmamağı Îcap ettirdi. Her üç kısm da, elbette haklı idi ve sevap kazandılar.

Suâl: Yukarıdaki yazı, imam-ı Ali ile muhârebe edenlerin de haklı olduğunu gösteriyor. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimleri, imam-ı Alînin haklı olduğunu, karşısındakilerin yanıldıklarını, özürleri olduğu için, affolunduklarını veya sevap da aldıklarını bildirmektedir. Buna ne denilir?

Cevap: İmâm-ı Şâfi’î ve Ömer bin Abdülazîz gibi din büyükleri, Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri için yanıldı demek câiz olmaz buyurdu. Bunun için, (Büyüklere yanıldı demek yanlıştır) buyurmuşlardır. Küçüklerin, büyükler için, (doğru yaptı, yanlış yaptı, beğendik, beğenmedik) gibi şeyleri söylemeleri câiz değildir. Allahü teâlâ, ellerimizi o büyüklerin kanlarına bulaştırmadığı gibi, biz de, haklı ve haksız gibi sözleri söylemekten dillerimizi korumalıyız. Derin âlimler, delîlleri kavrıyarak ve olayları inceliyerek, imam-ı Ali haklı idi, karşısında bulunanlar yanıldı buyurdular ise de, bu sözleri ile (Ali, karşı tarafta olanlarla konuşabilseydi, onların da kendi gibi ictihâd etmelerini sağlıyabilirdi) demek istemişlerdir. Nitekim Zübeyr bin Avvâm hazretleri, deve muhârebesinde, Hz. Aliye karşı olduğu hâlde, olayları daha derin inceliyerek, ictihâdı değişti. Muhârebeden vazgeçti. İşte Ehl-i sünnet âlimlerinden hatâyı câiz görenlerin sözleri, böyle anlaşılmalıdır. Yoksa, Hz. Ali ve onunla birlikte olanlar hak yolda, karşı tarafta olan Âişe-i Sıddîka vâlidemiz ve bununla birlikte olan Eshâb-ı kirâm bâtıl işte idi demek, câiz değildir.

Eshâb-ı kirâmın bu muhârebeleri, ahkâm-ı şer’ıyyenin dallarında olan ictihâd ayrılıklarında idi. İslâmiyetin temel, belli başlı işlerinde hiç ayrılıkları yoktu. Şimdi bazı kimseler, Muaviye ile Amr ibni Âs gibi din büyüklerine dil uzatıyor, saygısızlık gösteriyorlar. Eshâb-ı kirâmı incitmenin,Resûlullahı incitmek ve küçültmek olacağını anlıyamıyorlar. İmâm-ı Mâlik bin Enesin (Muaviyeye veya Amr ibni Âsa söğen, kötüliyen kimse, onlara söylediği söze lâyık bir kimsedir. Onlara karşı edebsizlik yapanlara, söyliyenlere ve yazanlara ağır cezâ vermek lâzımdır) buyurduğu, (Şifâ-i şerif)de yazılıdır. [Muaviye bin Ebû Süfyân, 60 [m. 680] de Şâmda vefât etti. Amr ibni Âs 43 [m. 663] de Mısrda vefât etti. ] Allahü teâlâ, kalblerimizi, Habîbinin Eshâbının sevgisi ile doldursun! O büyükleri, sâlih ve müttekî olanlar sever. Münâfık ve şakî olan sevmez.

[Resûlullahın Eshâbının kıymetlerini, üstünlüklerini anlıyarak, hepsini sevenlere, hepsine saygı gösterenlere ve onların yolunda gidenlere, (Ehl-i sünnet) denir. Birkaçını severiz, başkalarını sevmeyiz diyerek çoğunu kötüliyenlere, böylece hiçbirinin yolunda bulunmıyanlara, (Râfızî) ve (Şî’î) denir. Râfızîler, Îrânda, Hindistânda ve Irâkta çoktur. Türkiyede hiç yoktur. Bunlardan bazısı, yurdumuzdaki müslüman, temiz Alevîleri aldatmak için, kendilerine (Alevî) dedi. Hâlbuki, Alevî, Aliyi seven müslüman demektir. Bir kimseyi sevmek için, onun yolunda olmak, onun sevdiklerini sevmek lâzımdır. Bunlar, Aliyi sevmiş olsalardı, onun yolunda giderlerdi. Ali, Eshâb-ı kirâmın hepsini severdi. İkinci halîfe olan Ömerin de müşâviri, derd ortağı idi. Fâtımadan olan kızı Ümm-i Gülsümü, Ömere nikâh etti. Hutbede, Hz. Muaviye için (Kardeşlerimiz, bizden ayrıldı. Onlar kâfir ve fâsık değildir. İctihâdları böyle oldu) buyurdu. Kendisine karşı harp eden Talha şehit olunca yüzünden toprakları sildi. Namazını kendi kıldırdı. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde, (Müminlerin kardeş olduğunu) bildiriyor. Feth sûresinin son âyet-i kerimesi, (Eshâb-ı kirâmın birbirleri ile seviştiklerini) haber veriyor. Eshâb-ı kirâmdan birisini bile sevmemek ve hele düşmanlık etmek, Kur’an-ı kerime inanmamak olur. Ehl-i sünnet âlimleri, Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerini iyi anladılar.  Hepsini sevmemizi emrettiler. Müslümanları felaketten kurtardılar.

Ehl-i beyti yâni Aliyi ve bütün evladını, soyunu sevmiyenlere ve Ehl-i sünnetin göz bebeği olan bu büyüklere düşmanlık edenlere, (Hâricî) denir. Bugün hâricîlere (Yezîdî) denilmektedir. Yezîdîlerin, dinleri, îmanları çok bozuktur.

Eshâb-ı kirâmın hepsini severiz deyip de, onların yolunda bulunmıyan, kendi bozuk düşüncelerine, Eshâbın yoludur diyenlere, (Vehhâbî) denir. Vehhâbîlik, mezhepsiz din adamı Ahmed ibni Teymiyyenin kitaplarındaki sapık fikirleri ile, Hempher denilen ingiliz câsûsunun yalanlarının karışımından hâsıl oldu. Vehhâbîler, Ehl-i sünnet âlimlerini, tasavvuf büyüklerini ve şî’îleri beğenmiyor, hepsini kötüliyorlar. Müslüman, yalnız, kendilerini sanıyorlar. Kendileri gibi olmıyanlara müşrik diyor. Bunların malı, canı vehhâbîlere helâldir diyorlar. (İbâhî) oluyorlar. Nasslardan, yâni Kur’an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden, yanlış, bozuk mânalar çıkararak, müslümanlığı bu mânalar zannediyorlar. Edille-i şer’iyyeyi ve hadis-i şeriflerin çoğunu inkâr ediyorlar. Dört mezhebin âlimleri, Ehl-i sünnetten ayrılanların, dalâlete saptıklarını, islâmiyete çok zarar verdiklerini, birçok kitaplarında vesikalarla isbât ettiler. Daha geniş bilgi almak için türkçe (Kıyâmet ve Âhiret), (Se’âdet-i Ebediyye) kitaplarını ve arabî (Minha-tül-vehbiyye), (Et-Tevessül-ü bin-Nebî ve bis-Sâlihîn), (Sebîl-ün-necât) ve fârisî (Seyf-ül-ebrâr) kitaplarını okuyunuz! Bu kitaplar ve bid’at ehline red olarak yazılmış birçok kıymetli kitaplar İstanbulda (Hakîkat Kitabevi) tarafından bastırılmıştır. (İbni Âbidîn) in üçüncü cildinde bâgîleri anlatırken ve türkçe (Nimet-i islâm) kitabının nikâh bahsinde, vehhâbîlerin ibâhî oldukları açıkça yazılıdır. [Muhammed Emîn ibni Âbidîn 1252 [m. 1836] da Şâmda vefât etti. ]Sultan ikinci Abdülhamîd hânın amirallerinden Eyyüb Sabri pâşa, (Mir’ât-ül-haremeyn) ve (Tarih-i vehhâbiyyân) kitaplarında ve Ahmed Cevdet pâşa, tarihinin yedinci cildinde, vehhâbîleri türkçe olarak uzun uzun yazmaktadırlar. [Eyyûb Sabri pâşa, 1308 [m. 1890] da vefât etti. ] Yûsüf Nebhânînin Mısrda basılan arabî (Şevâhid-ül-hak) kitabı da, vehhâbîlere ve İbni Teymiyyeye uzun cevap vermektedir. Bu kitaptan elli sayfa, 1972 de İstanbulda arabî olarak neşredilen (İslâm âlimleri ve vehhâbîler) kitabında mevcuttur.

Eyyüb Sabri pâşa diyor ki: (Vehhâbîlik, 1205 [m. 1791] yılında Arabistân yarımadasında kanlı, işkenceli bir ihtilâl ile meydana çıktı. ) Vehhâbîliği ve mezhepsizliği kitapları ile dünyaya yaymaya uğraşanlardan biri, Mısrlı Muhammed Abduhdur. Bir mason olan ve Kâhire mason locası başkanı Cemâleddîn-i Efgânîye hayrânlığını açıkça yazan Abduh büyük islâm âlimi, ilerici fikir adamı, kıymetli reformcu denilerek, gençliğin önüne sürüldü. [Cemâlüddîn Efgânî, 1314 [m. 1897] de vefât etti. ] Ehl-i sünneti yıkmak, islâmiyeti bozguna uğratmak için pusuda duran islâm düşmanları da, din adamı kılığına girerek, yaldızlı kelimelerle müslümanlığı överek, sinsice bu fitneyi körüklediler. Abduh göklere çıkarıldı. Ehl-i sünnetin büyük âlimlerine, mezhep imamlarına câhil denildi. İsmleri söylenilmez oldu. Fakat, islâmiyet için kanlarını döken, Resûlullah aşkına canlarını veren ecdadımızın, şanlı şerefli şehitlerin temiz ve asîl evlatları, bu propagandalara ve milyonlarca lira verilerek yapılan reklâmlara aldanmadı. Hattâ, bu şişirme din kahramanlarını duymadı ve tanımadı. Cenâb-ı Hak, şehit yavrularını, alçakça yapılan bu hücûmlardan korudu. Bugün de, Mevdûdî, Seyyid Kutb ve Hamîdullah ve (Teblîg-ı cemaatcı)lar gibi mezhepsizlerin kitapları tercüme edilerek gençliğin önüne sürülmektedir. [Mevdûdî, Hindistândaki (Cemaat-ül-islâmiyye)nin müessisidir. 1399 h [m. 1979] da vefât etti. Seyyid Kutb 1386 [m. 1966] da Mısrda idam edildi. ] Dev gibi reklâmlarla ballandıra ballandıra medh edilen bu tercümelerde, islâm âlimlerinin bildirdiklerine uymıyan sapık fikirlerin bulunduğunu görüyoruz. Su uyur, düşman uyumaz. Allahü teâlâ, habîbi, çok sevdiği Peygamberi Muhammed hurmetine, müslümanları, gaflet uykusundan uyandırsın. Düşmanların yalanlarına, iftirâlarına aldanmaktan muhâfaza buyursun! Âmîn. Yalnız duâ etmekle kendimizi aldatmıyalım! Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesine uymadan, sebeplere yapışmadan, çalışmadan duâ etmek, Allahü teâlâdan mucize istemek demektir. Müslümanlıkta, hem çalışılır, hem de duâ edilir. Önce sebebe yapışmak, sonra duâ etmek lâzımdır. Küfürden kurtulmak için birinci sebep, islâmiyeti öğrenmek ve öğretmektir. Zaten, Ehl-i sünnet îtikatını ve farzları, haramları öğrenmek, kadın erkek, herkese farzdır. Birinci vazîfedir.

Ehl-i sünnet îtikatını ve ilm-i hâlini öğrenmiyen ve çocuklarına öğretmiyenler, müslümanlıktan ayrılmak, küfür felaketine düşmek tehlikesindedir. Böyle kimselerin duâları zaten kabûl olmaz ki, küfürden korunabilsinler. Resûlullah efendimiz buyurdu ki, (İlm bulunan yerde müslümanlık vardır. İlim bulunmıyan yerde müslümanlık kalmaz. ) Ölmemek için, yimek, içmek lâzım olduğu gibi, kâfirlere aldanmamak, dinden çıkmamak için de, dînini, îmanını öğrenmek lâzımdır. Ecdadımız, her zaman toplanırlar, ilmihâl kitaplarını okurlar, dinlerini öğrenirlerdi. Ancak, böyle müslüman kaldılar. İslâmiyetin zevkıni aldılar. Bu saadet ışığını bizlere, doğru olarak ulaştırabildiler. Bizim de müslüman kalmamız, yavrularımızı içimizdeki ve dışımızdaki kâfirlere kaptırmamamız için, birinci ve en lüzûmlu çâre, herşeyden önce Ehl-i sünnet âlimlerinin hazırladığı ilmihâl kitaplarını okumak ve öğrenmektir. Çocuğunun müslüman olmasını istiyen ana-baba, çocuğuna Kur’an öğretmelidir. Fırsat elde iken okuyalım, öğrenelim ve çocuklarımıza, sözümüzü dinliyenlere öğretelim! Mektebe gittikten sonra öğrenmeleri güç olur. Hattâ imkânsız olur. Felaket gelince, âh etmek fayda vermez. İslâm düşmanlarının, zındıkların, tatlı, yaldızlı kitaplarına, gazetelerine, mecmû’a, televizyon ve radyolarına ve filmlerine aldanmamalıdır. İbni Âbidîn, üçüncü ciltte buyuruyor ki, (hiçbir dîne inanmadığı hâlde, müslüman görünüp, küfre sebep olan şeyleri müslümanlıkmış gibi anlatarak, müslümanları dinden çıkarmaya çalışan sinsi kâfirlere (Zındık) denir).

Suâl: Mezhepsizlerin bozuk kitaplarından tercüme edilmiş yazıları okuyan biri diyor ki, (Kur’an-ı kerim tefsîrlerini okumalıyız. Dînimizi, Kur’an-ı kerimi anlamayı, din âlimlerine bırakmak, tehlikeli ve korkunç bir düşüncedir. Kur’an-ı kerimde (Ey din âlimleri) denmez. (Ey îman edenler), (Ey insanlar) gibi hitâblar kullanılır. Bunun için, her müslüman, Kur’an-ı kerimi kendisi anlıyacak, başkasından beklemiyecektir).

Bu kimse, herkesin tefsîr, hadis okumasını istiyor. İslâm âlimlerinin, Ehl-i sünnet büyüklerinin kelâm, fıkh ve ilmihâl kitaplarını okumağı tavsiye etmiyor. Diyânet işleri başkanlığının yayınladığı Mısrlı Reşîd Rızanın 1394 [m. 1974] tarih ve 157 sayılı (İslâmda Birlik ve Fıkh Mezhepleri) kitabı da, okuyanları büsbütün şaşırttı. [Reşîd Rıza, Muhammed Abduhun talebesidir. 1354 [m. 1935] de vefât etti. ] Bu kitabın birçok yerinde, meselâ altıncı konuşmasında diyor ki:

(Müctehid imamlarını Peygamberler kadar yükselttiler. Hattâ,Peygamberin hadisine uymıyan bir müctehidin sözünü tercîh edip, hadisi bıraktılar. Bu hadisin nesh edilmiş olması veya imamımızın nezdinde başka bir hadisin bulunması muhtemeldir dediler.

Bu taklîdciler, hükmde hatâ etmesi veya bilmemesi câiz olan kimselerin sözü ile amel edip de, hatâdan berî olan Peygamberin hadisini terk etmekle, müctehidleri taklîdden de ayrılmış oluyorlar. Kur’andan bile ayrılmış oluyorlar. Müctehid imamdan başka kimse Kur’anı anlıyamaz diyorlar. Fıkhcıların ve diğer taklîdcilerin bu gibi sözleri, yahudilerden ve hıristiyanlardan intikâl ettiğini gösteriyor. Hâlbuki Kur’anı ve hadisi anlamak, fıkhcıların yazdığı kitapları anlamaktan daha kolaydır. Arabca kelime ve üslûbları hazm edenler, Kur’anı ve hadisi anlamak için zorluk çekmezler. Allahü teâlânın kendi dînini açıkça anlatmaya kâdir olduğunu kim inkâr eder?Resûlullahın Allahın murâdını herkesten iyi anladığını ve anlatmaya başkalarından daha muktedir olduğunu kim inkâr edebilir?Hz. Peygamberin açıklamaları ümmete kâfî değildir demek, Onun teblîg vazîfesini tam olarak îfâ edemediğini söylemeye varır. İnsanların çoğu, Kur’an-ı kerimi ve sünneti anlıyamasalardı, cenâb-ı Hak, o kitap ve sünnetteki hükmler ile bütün insanları mükellef kılmazdı. İnsan, inandığı şeyleri, delîlleri ile bilmelidir. Cenâb-ı Hak taklîdciliği takbîh etmiştir. Baba ve dedelerini taklîd etmelerinin Mâzur görülmiyeceğini açıklamıştır. Âyetler gösteriyor ki, taklîd Allah katında aslâ makbûl değildir. Dînin fürû’ kısmını delîllerinden anlamak, îman kısmını anlamaktan daha kolaydır. Güç olanı teklîf edince, güç olmıyanla nasıl mükellef kılmaz?Bazı nâdir hâdiselerin hükmünü çıkarmak güç olur ise de, bunları bilmemek ve yapmamak özr sayılır. Fıkhcılar, kendiliklerinden bir takım mes’eleler îcâd ettiler. Bunlar için hükmler ihdâs eylediler. Bunlara, re’y, kıyâs-ı celî, kıyâs-ı hafî gibi şeyleri delîl getirmeye kalkıştılar. Bunlar, akıl yolu ile bilgi edinmek mümkün olmayan ibâdetler sâhasına da taşırıldı. Böylece dîni genişleterek, birkaç katına çıkardılar. Müslümanları külfete soktular. Ben kıyâsı inkâr etmiyorum. İbâdet sâhasında kıyâs yoktur diyorum. Îman ve ibâdetler, Hz. Peygamber zamanında tamamlandı. Kimse, bunlara birşey ilâve edemez. Müctehid imamlar, insanları taklîdden men etmiş, taklîdi haram kılmışlardır).

Bu kitaptan özetlediğimiz yukarıdaki yazılar, mezhepsizlerin bütün kitapları gibi, müslümanların dört mezhep imamını taklîd etmelerini men ediyor. Herkesin tefsîr ve hadis öğrenmesini emrediyor. Buna ne dersiniz?

Cevap: Mezhepsizlerin yazıları dikkat ile okunursa, sapık düşüncelerini ve bölücü görüşlerini, çürük mantık zincirleri ile ve yaldızlı kelimelerle süsliyerek müslümanları aldatmaya çalıştıkları hemen görülür. Câhiller, bu yazıları mantık, akıl çerçevesinde, ilme dayanıyor sanarak inanır, arkalarına takılırlar ise de, ilim ve keskin görüş sahipleri, aslâ bunların tuzaklarına düşmez.

Müslümanları sonsuz felakete sürükliyen mezhepsizlik tehlikesine karşı gençleri uyarmak için islâm âlimleri, ondört asırda n beri binlerce kıymetli kitap yazmışlardır. Yukarıdaki suâle cevap olmak üzere, Yûsüf Nebhânînin (Huccet-ullahi alel-âlemîn) kitabının yediyüzyetmişbirinci sayfasından başlıyarak, bir miktâr tercüme etmeyi uygun gördük [Yûsüf Nebhânî, 1350 [m. 1932] de Beyrûtta vefât etti. ]:

Kur’an-ı kerimden ahkâm çıkarmak, herkesin yapabileceği şey değildir. Müctehid imamlar bile, Kur’an-ı kerimdeki ahkâmın hepsini çıkaramıyacakları için, Resûlullah Kur’an-ı kerimdeki ahkâmı, hadis-i şerifleri ile açıklamıştır. Kur’an-ı kerimi, ancak Resûlullah açıkladığı gibi, hadis-i şerifleri de, yalnız Eshâb-ı kirâm ve müctehid imamlar anlıyabilmişler ve açıklamışlardır.

Bunu anlıyabilmeleri için, Allahü teâlâ, müctehid imamlara aklî ve naklî ilimleri ve idrâk kuvveti ve keskin zihin ve ziyâde akıl ve daha nice üstünlükler ihsân eylemiştir. Bu üstünlüklerin başında, takvâ gelmektedir. Bundan sonra, kalblerindeki nûr-u ilâhî gelmektedir. Müctehid imamlarımız, bu üstünlükler yardımı ile, Allahü teâlânın ve Resûlullahın kelâmlarından onların murâdlarını anlamışlar, anlıyamadıklarını (Kıyâs) ile bildirmişlerdir. Dört mezhep imamının herbiri, kendi re’yi ile konuşmadığını bildirmiş ve talebelerine (sahih hadise rastlarsanız, benim sözümü bırakın. Resûlullahın hadisine uyun!) demiştir. Mezhep imamlarımız, bu sözü, kendileri gibi müctehid olan derin âlimlere söylemişlerdir. Bu âlimler, dört mezhebin delîllerini bilen, tercîh ehli olanlardır. Bunlar, mezhep imamının ictihâdının delîli ile yeni öğrenilen sahih hadisin senetlerini, râvîlerini ve hangisinin sonra vârid olduğunu ve daha birçok şartları inceliyerek hangisinin tercîh edileceğini anlarlar. Yâhut müctehid imam, bir mes’eleye delîl olacak hadis-i şerif kendisine ulaşmadığı için, kıyâs yaparak hükm eylemiştir. Talebeleri bu mes’eleye senet olacak hadis-i şerifi öğrenerek, başka türlü hükm vermişlerdir. Fakat talebeleri böyle ictihâd yaparken, mezhep imamının kâidelerinden dışarı çıkmazlar. Daha sonra gelen müctehid müftîler de, böyle fetvâ vermişlerdir. Bütün bu yazılanlardan anlaşılıyor ki, dört mezhep imamlarını ve bunların mezheplerinde yetişmiş olan müctehidleri taklîd eden müslümanlar, Allahü teâlânın ve Resûlünün hükmlerine tâbi olmaktadırlar. Bu müctehidler,Kur’an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden başkalarının anlıyamıyacağı hükmleri anlamışlar, anladıklarını bildirmişlerdir. Müslümanlar da, onların kitap ve sünnetten anlayıp bildirdiklerini taklîd etmişlerdir. Çünkü, Nahl sûresinin kırküçüncü âyet-i kerimesinin meâl-i şerifi, (Bilmiyor iseniz, bilenlerden sorunuz!)dir.

Bu âyet-i kerime, herkesin Kitabı ve Sünneti doğru anlıyamıyacağını, anlıyamıyanların da bulunacağını göstermektedir. Anlıyamıyanların, Kur’an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden anlamaya çalışmalarını değil, anlamış olanlardan sorup öğrenmelerini emretmektedir. Kur’an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin mânalarını herkes doğru anlıyabilseydi yetmişiki sapık fırka meydana çıkmazdı. Bu fırkaları çıkaranların hepsi de derin âlim idi. Fakat hiçbiri, Nassların, yâni, Kur’an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin mânalarını doğru anlıyamadı. Yanlış anlıyarak, doğru yoldan ayrıldılar. Milyonlarca müslümanın felakete sürüklenmelerine de sebep oldular. Nasslardan yanlış mânalar çıkarmakta, bazıları o kadar taşkınlık yaptılar ki, doğru yoldaki müslümanlara kâfir, müşrik diyecek kadar sapıttılar. Türkçeye tercüme ederek, el altından yurdumuza sokulan (Keşf-üş-şübühât) ismindeki kitapta, Ehl-i sünnet îtikatında olan müslümanları öldürmek ve mallarını yağma etmek mubâhtır denilmektedir.

Allahü teâlâ, mezhep imamlarının ictihâd etmelerini ve mezheplerini kurmalarını ve bütün müslümanların bu mezhepler üzerinde toplanmalarını, yalnız sevgili Peygamberinin ümmetine ihsân etmiştir. Cenâb-ı Hak, bir yandan îtikat imamlarını yaratarak, sapıkların, zındıkların, mülhidlerin ve insan şeytanlarının îtikat ve îman bilgilerini bozmalarına mani olduğu gibi, mezhep imamlarını da yaratarak, dînini bozulmaktan korumuştur. Hıristiyanlıkta ve yahudilikte bu nîmet olmadığı için, dinleri bozulmuş, oyuncak hâline gelmiştir.

Resûlullahın vefâtından dörtyüz sene sonra, ictihâd edebilecek derin âlim kalmadığını islâm âlimleri sözbirliği ile bildirdiler. Şimdi, ictihâd etmeli diyen kimsenin akıl hastası veya din câhili olduğu anlaşılır. Büyük âlim Celâleddîn-i Süyûtî, ictihâd derecesine yükselmiş olduğunu söylemişti. [Süyûtî Abdürrahmân, 911 [m. 1505] de Mısrda vefât etti. ] Zamanındaki âlimler kendisine bir suâl sorup, buna iki çeşit cevap verilmiş olduğunu, bunlardan hangisinin daha sağlam olduğunu bildirmesini söylediler. Cevap veremedi. İşinin çok olduğundan, buna vakit ayıramıyacağını bildirdi. Hâlbuki kendisinden istenilen şey, fetvâda ictihâd yapması idi. Bu ise, ictihâd derecelerinin en aşağısıdır. İmâm-ı Süyûtî gibi derin bir âlim, fetvâda ictihâddan kaçınınca, müslümanları mutlak ictihâd yapmaya sürükliyenlere deli veya din câhili denilmez de, ne denir?İmâm-ı Gazâlî, kendi zamanında müctehid bulunmadığını, (İhyâ-ül-ulûm) kitabında bildirmiştir. [İmâm-ı Muhammed Gazâlî, 505 [m. 1111] de Tûs şehrinde vefât etti. ]

Müctehid olmıyan bir müslüman, bir sahih hadis öğrenip, mezhebi imamının buna uymıyan hükmünü yapmak kendine ağır gelirse, bu müslümanın, dört mezhep arasında, bu hadise uygun ictihâd etmiş olan müctehidi arayıp bulması ve bu işini onun mezhebine göre yapması lâzımdır. Büyük âlim İmâm-ı Nevevî (Ravdat-üt-tâlibîn) kitabında bunu uzun açıklamaktadır. [Yahyâ Nevevî, 676 [m. 1277] de Şâmda vefât etti. ] Çünkü, ictihâd derecesine yükselmemiş olanların Kitaptan ve Sünnetten ahkâm çıkarmaları câiz değildir. Şimdi, bazı câhiller, kendilerinin mutlak ictihâd derecesine yükseldiklerini, Nasslardan, yâni Kitaptan ve Sünnetten ahkâm çıkarabileceklerini ve dört mezhepten birini taklîd etmeye ihtiyaçları kalmadığını söyliyorlar. Senelerden beri taklîd etmiş oldukları mezhebi terk ediyorlar. Bozuk düşünceleri ile mezhepleri çürütmeye kalkışıyorlar. Bizim gibi olan din adamlarının re’ylerine uyamayız gibi câhilce, ahmakca şeyler söyliyorlar. Şeytanın vesvesesi ve nefslerinin tahrîki ile üstünlük iddiâ ediyorlar. Böyle sözleri ile, üstünlüklerini değil, ahmaklıklarını ve alçaklıklarını ortaya koymuş olduklarını anlıyamıyorlar. Bunlar arasında, herkes tefsîr okumalı, tefsîrden ve Buhârîden ahkâm çıkarmalıdır diyen ve yazan câhilleri ve sapıkları da görmekteyiz. Sakın müslüman kardeşim! Böyle ahmaklar ile arkadaşlık etmekten, bunları din adamı sanmaktan çok sakın! İmâmının mezhebine sımsıkı sarıl! Dört mezhepten dilediğini ve beğendiğini seçebilirsin. Fakat, mezheplerin kolaylıklarını araştırmak, yâni mezhepleri (Telfîk) etmek câiz değildir. [(Telfîk) demek, mezheplerin kolaylıklarını karıştırarak yapılan bir işin bu mezheplerden hiçbirine uymaması demektir. Bir işi yaparken dört mezhepten birine uyduktan sonra, yâni bu iş, bu mezhebe göre sahih olduktan sonra, ayrıca diğer üç mezhepte de sahih ve makbûl olması için gerekli şeylere de, mümkün olduğu kadar uyulursa, buna (Takvâ) denir ki, çok sevap olur.]

Hadis-i şerifleri okuyup iyi anlıyabilen bir müslümanın, önce kendi mezhebinin delîlleri olan hadisleri öğrenmesi, sonra hadislerin medh ettiği işleri yapıp, korkuttuklarından sakınması, dîn-i islâmın büyüklüğünü, kıymetini ve Resûlullahın ve Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının kemâlâtını ve Resûlullahın hayatını ve fazîletlerini ve mucizelerini ve dünyanın, âhiretin, Cennetin ve Cehennemin hâllerini ve melekleri, cin ve geçmiş ümmetleri ve Peygamberleri ve kitaplarını ve Kur’an-ı kerimin ve Resûlullahın üstünlüklerini ve Onun Âlinin ve Eshâbının hâllerini ve kıyâmet alâmetlerini ve daha nice dünya ve âhiret bilgilerini öğrenmesi lâzımdır. Resûlullahın hadis-i şeriflerinde dünya ve âhiretin bütün bilgileri toplanmıştır.

Bu yazdıklarımız anlaşılınca, hadis-i şeriflerden çıkarılmıyan din hükmlerinin faydası olmaz diyen kimsenin ne kadar câhil olduğu ortaya çıkar. Hadis-i şeriflerin bildirdikleri sayısız ilimler arasında, ibâdetleri ve muamelatı bildiren hadis-i şerifler pek az kalmaktadır. Bazı âlimlere göre beşyüz kadardır. [Tekrar edilmiş olanları da katılırsa, üçbini geçmez. ] Bu kadar az hadis-i şerif arasından sahih bir hadisi, dört mezhep imamından hiçbirinin işitmemiş olması düşünülemez. Sahih hadisleri dört mezhep imamından en az birisi delîl olarak almıştır. Kendi mezhebindeki bir işin, sahih olan bir hadis-i şerife uygun olmadığını gören bir müslümanın, bu hadis-i şerife göre ictihâd etmiş olan başka bir mezhebe uyarak bu işi yapması lâzımdır. Kendi mezhebi imamı da belki bu hadis-i şerifi işitmiş, fakat daha sahih olduğunu anladığı veya daha sonra olup birincisini nesh eden başka bir hadis-i şerife uyarak veya müctehidlerin bileceği başka sebeplerden dolayı, bu hadisi delîl olarak almamıştır. Bir hadisin sahih olduğunu anlıyan bir müslümanın, mezhebinin bu hadis-i şerife uymıyan hükmünü bırakıp, bu hadise uyması güzel olur ise de, bu kimse için, bu hadisten hükm çıkarmış olan başka mezhebi taklîd etmesi lâzımdır. Çünkü, o mezhebin imamı, ahkâmın delîllerinden onun bilmediklerini bilerek, o hadis ile amel etmeye mani birşey bulunmadığını anlamıştır. Bununla berâber, bu işi kendi mezhebine uyarak yapması da câizdir. Çünkü mezhebinin imamının öyle ictihâd etmesi, muhakkak sağlam bir delîle dayanmıştır. Mukallidin bu delîli bilmemesini islâmiyet özr saymaktadır. Çünkü, dört mezhep imamlarının hiçbiri, ictihâd ederken, Kitaptan ve Sünnetten ayrılmamışlardır. Bunların mezhepleri, Kitabın ve Sünnetin açıklamalarıdır. Kitabın ve Sünnetin mânalarını ve hükmlerini müslümanlara açıklamışlardır. Onların anlıyabilecekleri şekilde anlatmışlar, kitaplara geçirmişlerdir. Mezhep imamlarının bu işleri, islâm dînine o kadar muazzam bir hizmettir ki, Allahü teâlâ kendilerine yardım etmeseydi, bunu yapmaya insan gücü yetişemezdi. Bu mezhepler, Resûlullahın hak Peygamber olduğunu ve islâm dîninin sahih olduğunu bildiren en kuvvetli vesikalardan biridir.

Din imamlarımızın ictihâdlarında birbirlerinden ayrılmaları, yalnız fürû’-i din, yâni fıkh mes’elelerindedir. Usûl-i dinde, yâni îtikat ve îman bilgilerinde hiç ayrılıkları yoktur. Dinde zarûrî bilinen ve delîlleri tevâtür ile bildirilmiş hadis-i şeriflerden alınan fürû’ bilgilerinde de, ayrılıkları yoktur. Fürû-i din bilgilerinin bazısında ayrılmışlardır. Bunların, delîllerinin kuvvetlerini anlamadaki ayrılıkları, buna sebep olmuştur. Bu ufak ayrılıkları da, bu ümmete rahmettir. Müslümanların, diledikleri, kolaylarına gelen mezhebe uymaları câizdir. Resûlullah bu ayrılığı müjde olarak bildirmiş ve bildirdiği gibi olmuştur.

Îtikat bilgilerinde, yâni inanılacak şeylerde ictihâd etmek câiz değildir. Dalâlete, sapıklığa yol açar. Büyük günah olur. Îtikat bilgilerinde doğru olan tek yol vardır. Bu da, (Ehl-i sünnet vel-cemaat)mezhebidir. Hadis-i şerifte, rahmet olduğu bildirilen ayrılık, fürû’da, yâni ahkâmda olan ayrılıktır.

Dört mezhebin hükmlerinin ayrıldıkları bir mes’elede, içlerinden yalnız birinin hükmü doğrudur. Bu doğru hükmü taklîd edenlere iki sevap, doğru olmıyan hükmleri taklîd edenlere bir sevap vardır. Mezheplerin rahmet olması, bir mezhebi bırakıp başka mezhebi taklîd etmenin câiz olacağını göstermektedir. Fakat, dört mezhepten başka, Ehl-i sünnetten olan mezhepleri ve hattâ Eshâb-ı kirâmı taklîd etmek câiz değildir. Çünkü, onların mezhepleri kitaplara geçmemiş, unutulmuştur. Bilinen dört mezhepten başkasını taklîd etmek imkânı kalmamıştır. Eshâb-ı kirâmı taklîd etmek câiz olmadığını islâm âlimlerinin sözbirliği ile bildirdiklerini, İmâm-ı Ebû Bekr-i Râzîda, haber vermektedir. [Ebû Bekr Ahmed Râzî, 370 [m. 980] de vefât etti. ] Mezheplerin ve müctehidlerin ve bilhâssa dört mezhep imamının üstünlüklerini ve mezheplerinin Kitaptan ve Sünnetten dışarı çıkmadıklarını ve icmâ ile, kıyâs ile bildirdikleri hükmlerin kendi re’yleri olmayıp, Kitaptan ve Sünnetten alınmış olduklarını iyi anlamak istiyenlere, İmâm-ı Abdülvehhâb-ı Şa’rânînin (Mîzân-ül-kübrâ) ve (Mîzân-ül-hıdriyye) kitaplarını okumalarını tavsiye ederiz. (Huccetullahi alel’âlemîn) kitabından tercüme burada tamam oldu. Yukarıdaki yazıların hepsi, arabî aslından tercüme edilmiştir. Bütün yayınlarımızda olduğu gibi, burada da, başka kitaplardan aldığımız ilâveler köşeli parantez içine alınmış, böylece ilâvelerimizin kitabın yazıları ile karıştırılmaması sağlanmıştır. (Huccetullahi alel’âlemîn) kitabından yukarıdaki yazıların arabî aslı, 1394 [m. 1974] senesinde, ofset yolu ile İstanbulda bastırılmıştır.

(Kur’an-ı kerimde din âlimleri denmez) sözü doğru değildir. Çeşidli âyet-i kerimeler, âlimleri ve ilmi övmektedir. Abdülganî Nablüsî hazretleri (Hadîka) kitabında buyuruyor ki:

Enbiyâ sûresi, yedinci âyet-i kerimesinde meâlen, (Bilmediklerinizi, zikir sahiplerinden sorunuz!) buyuruldu. Zikir, ilim demektir. Bu âyet-i kerime, bilmiyenlerin, âlimleri bulup onlardan sorup, öğrenmelerini emretmektedir. İmrân sûresinin yedinci âyetinde meâlen, (Müteşâbih âyetlerin mânalarını ancak ilim sahipleri anlar) ve onsekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın var ve bir olduğunu, ilim sahipleri anlar ve bildirirler) ve Kasas sûresinin seksenbirinci âyetinde meâlen, (İlm sahipleri, onlara, size yazıklar olsun! Îman edip, amel-i sâlih işliyenlere Allahü teâlânın vereceği sevaplar, dünya nîmetlerinden daha iyidir dediler) ve Rum sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (İlm ve îman sahipleri, dünyada iken inkâr ettiğiniz kıyâmet günü, işte bu gündür diyeceklerdir) ve İsrâ sûresinin yüzsekizinci âyetinde meâlen, (İlm sahipleri, Kur’an-ı kerimi işitince secde ederler ve sahibimizde hiçbir kusur yoktur. O, verdiği sözden dönmez derler) ve Hac sûresi 54.  âyetinde meâlen, (İlm sahipleri, Kur’an-ı kerimin Allah kelâmı olduğunu anlar) ve Ankebût sûresinin ellinci âyetinde meâlen, (Kur’an-ı kerim, ilim sahiplerinin kalblerinde yerleşmiştir) ve Sebe’ sûresinin altıncı âyetinde meâlen, (İlm sahipleri, Kur’an-ı kerimin Allah kelâmı olduğunu ve Allahü teâlânın rızasına kavuşturduğunu bilirler)ve Mücâdele sûresinin onbirinci âyetinde meâlen, (İlm sahiplerine Cennette yüksek dereceler verilecektir) ve Fâtır sûresinin yirmiyedinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâdan ancak ilim sahipleri korkar) ve Hucurât sûresinin ondördüncü âyetinde meâlen, (En kıymetliniz, Allahü teâlâdan çok korkanınızdır) buyurulmuştur.

(Hadîka)nın üçyüzaltmışbeşinci sayfasındaki hadis-i şeriflerde, (Allahü teâlâ ve melekler ve her canlı, insanlara iyilik öğretene duâ ederler) ve (Kıyâmet günü önce Peygamberler, sonra âlimler, sonra şehitler, şefaat edeceklerdir) ve (Ey insânlar, biliniz ki, ilim âlimden işiterek öğrenilir), (İlm öğreniniz! İlm öğrenmek ibâdettir. İlm öğretene ve öğrenene cihâd sevabı vardır. İlm öğretmek, sadaka vermek gibidir. Âlimden ilim öğrenmek, teheccüd namazı kılmak gibidir) buyuruldu. (Hülâsa) fetvâ kitabının sahibi Tâhir Buhârî diyor ki: (Fıkh kitabı okumak, geceleri namaz kılmaktan daha sevaptır). [Tâhir Buhârî, 542 [m. 1147] de vefât etti. ] Çünkü, farzları, haramları, [âlimlerden veya yazmış oldukları] kitaplardan öğrenmek farzdır. Kendisi yapmak ve başkalarına öğretmek için fıkh kitapları okumak, tesbîh namazı kılmaktan daha sevaptır. Hadis-i şeriflerde, (İlm öğrenmek, bütün nâfile ibâdetlerden daha sevaptır. Çünkü, kendine de, öğreteceği kimselere de faydası vardır) ve (Başkalarına öğretmek için öğrenen kimseye, Sıddîklar sevabı verilir) buyuruldu. İslâm bilgileri, ancak üstâddan ve kitaptan öğrenilir. İslâm kitaplarına ve rehbere lüzûm yoktur diyenler, yalancıdır, zındıktır. Müslümanları aldatmakta, felakete sürüklemektedir. Din kitaplarındaki bilgiler,Kur’an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkarılmıştır. (Hadîka)dan tercüme, tamam oldu. [Hadîkanın müellifi Abdülganî Nablüsî, 1143 [m. 1731] de vefât etti. ]

Allahü teâlâ, Resûlünü, Kur’an-ı kerimi teblîg etmek, öğretmek için gönderdi. Eshâb-ı kirâm, Kur’an-ı kerimdeki bilgileri Resûlullahdan öğrendiler. Din âlimleri de, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Bütün müslümanlar da, din âlimlerinden ve bunların kitaplarından öğrendiler. Hadis-i şeriflerde (İlm hazînedir. Anahtarı, sorup öğrenmektir) ve (İlm öğreniniz ve öğretiniz!) ve (Herşeyin kaynağı vardır. Takvânın kaynağı, âriflerin kalbleridir) ve (İlm öğretmek günahlara kefarettir) buyuruldu.

İmâm-ı Rabbânî (Mektûbât) adındaki kitabının birinci cildi, yüzdoksanüçüncü [193] mektûbunda buyuruyor ki:

(Mükellef) olan, yâni âkıl ve bâlig olan kimsenin, önce, îmanını, îtikatını düzeltmesi lâzımdır. Yâni Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Allahü teâlâ, o büyük âlimlerin çalışmalarına bol bol sevap versin! Âmîn. Kıyâmette Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır. Cehennemden kurtulacak olanlar, yalnız bunların yolunda gidenlerdir. [Onların yolundan gidenlere (Sünnî) denir. ] Resûlullahın ve Eshâbının yolunda gidenler, yalnız bunlardır. Kitaptan, yâni Kur’an-ı kerimden ve Sünnetten, yâni hadis-i şeriflerden çıkarılan bilgiler içinde kıymetli, doğru olan, yalnız bu büyük âlimlerin, Kitaptan ve Sünnetten anlayıp bildirdikleri bilgilerdir. Çünkü, her bid’at sahibi, yâni her reformcu ve her (sapık) kimse, bozuk düşüncelerini, kısa aklı ile, Kitaptan ve Sünnetten çıkardığını söylüyor. Ehl-i sünnet âlimlerini gölgelemeye, küçültmeye kalkışıyor. Demek ki, Kitaptan ve Sünnetten çıkarıldığı bildirilen her sözü, her yazıyı doğru sanmamalı, yaldızlı propagandalarına aldanmamalıdır.

Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin bildirdiği doğru îtikadı açıklamak için, büyük âlim Tür Püştî hazretlerinin fârisî (El-mu’temed) kitabı çok kıymetlidir ve açık yazılmıştır. Kolayca anlaşılabilir. [(HakîkatKitâbevi), 1410 [m. 1989] da bastırmıştır. Fadlullah bin Hasen Türpüştî, Hanefî fıkh âlimlerindendir. Altıyüzaltmışbir 661 [m. 1263] senesinde vefât etti. ]

Akâidi, yâni inanılacak bilgileri düzelttikten sonra, (Helâl), (Haram), (Farz), (Vâcib), (Sünnet), (Mendûb) ve (Mekruh) olan şeyleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları fıkh kitaplarından öğrenmek ve bunlara uymak lâzımdır. Bu âlimlerin üstünlüklerini anlıyamamış olan câhillerin çıkardıkları sapık kitapları okumamalıdır. Allah korusun! Îtikat edilecek şeylerde Ehl-i sünnet mezhebine uymıyan inanışı olan müslümanlar, âhirette Cehenneme girmekten kurtulamaz. Îmanı doğru olanın ibâdetinde gevşeklik olursa, tevbe etmese bile, affedilebilir. Affedilmese bile, azâb çektikten sonra, Cehennemden kurtulur. İşin başı, îtikadı düzeltmektir. Hâce Ubeydullah-i Ahrâr buyurdu ki: (Bütün keşfleri, kerâmetleri bana verseler, fakat, Ehl-i sünnet velcemaat îtikatını vermeseler, kendimi harap bilirim. Keşf ve kerâmetim olmasa ve kabahatim çok olsa, fakat Ehl-i sünnet ve cemaat îtikatını ihsân eyleseler, hiç üzülmem). [Ubeydüllâh-i Ahrâr, 895 [m. 1490] de Semerkandda vefât etti. ]

Bugün, Hindistânda müslümanlar kimsesiz kaldı. Din düşmanları her taraftan saldırıyor. Bugün, islâma hizmet için bir lira vermek, başka zaman verilen binlerce liradan daha çok sevaptır. İslâma yapılacak en büyük hizmet, Ehl-i sünnet kitaplarını, îman ve islâm kitaplarını alıp, köylere, gençlere dağıtmakla olur. Hangi tâlihli, bahtiyâr kimseye bu hizmeti nasip ederlerse, çok sevinsin. Çok Şükretsin. İslâma hizmet etmek her zaman sevaptır. Fakat, İslâmın zayıf olduğu, yalanlarla, iftirâlarla, müslümanlık yok edilmeye çalışıldığı bu zamanda, Ehl-i sünnet îtikatını yaymaya çalışmak, katkat daha çok sevaptır. Resûlullah, Eshâb-ı kirâmına karşı buyurdu ki, (Siz öyle bir zamanda geldiniz ki, Allahü teâlânın emirlerinden ve yasaklarından onda dokuzuna uyup, onda birine uymazsanız, helâk olursunuz. Azâb görürsünüz! Sizden sonra, öyle bir zaman gelecek ki, o zaman, emirlerin ve yasakların yalnız onda birine uyan kurtulacaktır). [(Mişkât-ül-mesâbih) C. 1- 179.  sırada ve Tirmizî,Kitap-ül-fiten 79.  sırada mevcuttur.] Bu hadis-i şerifte bildirilen zaman, işte bu zamandır. Kâfirlerle cihâd etmek, müslümanlara saldıranları tanımak, onları sevmemek lâzımdır. [Güç kullanarak yapılan cihâdı hükûmet yapar. Devletin ordusu yapar. Müslümanların böyle cihâdı yapması, asker olarak, hükûmetin verdiği vazîfeyi yapmakla olur. Cihâd-ı kavlînin cihâd-ı katlîden, yâni söz ve yazı ile olan cihâdın, kuvvet kullanarak yapılan cihâddan daha faydalı olduğu, altmışbeşinci mektûbda da yazılıdır. ] Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını, sözlerini yaymak için, kerâmet sahibi olmak, âlim olmak şart değildir. Her müslümanın bunu yapmak için uğraşması lâzımdır. Fırsatı kaçırmamalıdır. Kıyâmette her müslümana, bunu soracaklar, islâma niçin hizmet etmedin diyeceklerdir. İlmihâl kitaplarını yaymak için uğraşmıyanlara, din bilgilerini yayan kurumlara, kimselere yardım etmiyenlere, çok azâb yapılacaktır. Özr, behâne, kabûl edilmiyecektir. Peygamberler, insanların en üstünleri, en kıymetlileri iken, hiç rahat oturmadı. Allahü teâlânın dînini, Se’âdet-i Ebediyye yolunu yaymak için, gece gündüz uğraştılar. Mucize istiyenlere de, (Mucizeyi Allahü teâlâ yaratır. Benim vazîfem, Allahü teâlânın dînini bildirmektir) buyururlardı. Bu yolda çalışırlarken, Allahü teâlâ da, bunlara yardım eder, mucize yaratırdı. Bizim de, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını, sözlerini yaymamız ve kâfirlerin, düşmanların, müslümanlara iftirâ ve eziyyet edenlerin, kötü, alçak, yalancı olduklarını, gençlere, dostlara bildirmemiz lâzımdır. [Bunları bildirmek, gîbet olmaz. Emr-i mâruf olur. ] Bu yolda malı ile, kuvveti ile, mesleği ile çalışmıyanlar, azâbdan kurtulamıyacaklardır. Bu yolda çalışırken, sıkıntı, işkence çekmeyi büyük saadet, büyük kazanç bilmelidir. Peygamberler, Allahü teâlânın emirlerini bildirirken, câhillerin, soysuzların hücûmlarına uğrardı. Çok sıkıntı çekerlerdi. O büyüklerin en üstünü, seçilmişi, Allahü teâlânın sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâm, (Benim çektiğim eziyyet gibi, hiçbir Peygamber eziyyet görmedi) buyurdu. (Mektûbât)dan tercüme tamam oldu.

[Her müslümanın, Ehl-i sünnet îtikatını öğrenmesi ve sözü geçenlere öğretmesi lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerini bildiren kitapları ve gazeteleri bulup, almalı, bunları, gençlere tanıdıklara göndermeli. Okumaları için çalışmalıdır. İslâm düşmanlarının iç yüzlerini açıklıyan kitapları da yaymalıdır].

Yer yüzünde bulunan bütün müslümanlara doğru yolu gösteren ve Muhammed aleyhisselâmın dînini, değişmeden, bozulmadan öğrenmemize rehber olan Ehl-i sünnet âlimleri, dört mezhebin ictihâd derecesine yükselmiş olan âlimleridir. Bunların en büyükleri, dört büyük zat olup, birincileri, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbittir. İslâm âlimlerinin en büyüklerindendir. Ehl-i sünnetin reîsidir. Hâl tercümesi (Se’âdet-i Ebediyye) ve (Fâideli Bilgiler) kitaplarında uzun yazılıdır. Hicretin seksen [80] senesinde Kûfede tevellüd, 150 [m. 767] senesinde Bağdâdda şehit edildi.

İkincisi, İmâm-ı Mâlik bin Enes, çok büyük âlimdir. Hicretin doksan [90] senesinde Medînede tevellüd, 179 [m. 795] de orada vefât ettiği, seksendokuz sene yaşadığı İbni Âbidînde yazılıdır. Dedesi, Mâlik bin Ebî Âmirdir.

Üçüncüsü, İmâm-ı Muhammed bin İdrîs Şâfi’î olup, islâm âlimlerinin gözbebeğidir. Yüzelli [150] senesinde, Filistinde, Gazzede tevellüd, ikiyüzdört 204 [m. 820] de Mısrda vefât etti.

Dördüncüsü, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel olup, yüzaltmışdört [164] senesinde Bağdâdda tevellüd, 241 [m. 855] de orada vefât etti. İslâm binâsının temel direğidir.

Bugün, bu dört imamdan birine uymıyan bir kimse, büyük tehlikededir. Doğru yoldan sapmıştır. Bunlardan başka Ehl-i sünnet âlimleri çok vardı. Onların da doğru mezhepleri vardı. Fakat, zamanla, mezhepleri unutuldu. Kitaplara geçirilemedi. Meselâ (Fukaha-i seb’a) denilen, Medînedeki yedi büyük âlim ve Ömer bin Abdülazîz, Süfyân bin Uyeyne, İshak bin Râheveyh, Dâvüd-i Tâî, Âmir bin Şerâhil-i Şa’bî, Leys bin Sa’d, A’meş, Muhammed bin Cerîr Taberî, Süfyân-ı Sevrî ve Abdürrahmân Evzâî bunlardandır. [Süfyân bin Uyeyne, 198 [m. 813] de Mekkede vefât etti. Süfyân-ı Sevrî, 161 [m. 778] de Basrada vefât etti. ]

Eshâb-ı kirâmın hepsi, hak üzere, hidâyet yıldızları idi. Herhangi birisi, bütün dünyayı doğru yola getirmeye kâfî idi. Müctehid idiler. Hepsi kendi mezhebinde idi. Çoğunun mezhepleri birbirlerine benzerdi. Fakat, mezhepleri toplanmamış, kitaplara yazılmamış olduğundan, onlara uymamız mümkün değildir. Dört imamın mezheplerini, yâni inanılacak ve yapılacak şeylerde bildirdiklerini, kendileri ve talebeleri topladı, açıkladı. Kitaplara yazıldı. Bugün, her müslümanın, adı geçen dört imamdan birinin mezhebinde bulunması, bu mezhebe göre yaşaması ve ibâdet etmesi lâzımdır. [Bu dört mezhepten birine uymak istemiyen kimse, (Ehl-i sünnet) değildir. Başlangıç kısmında ikinci sayfaya bakınız!]

Bu dört imamın talebelerinden ikisi, îman bilgilerini yaymakta çok yükseldi. Böylece, îtikatta, îmanda mezhep iki oldu. Kur’an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uygun doğru îman, yalnız bu ikisinin bildirdiği îmandır. Fırka-i nâciyye olan Ehl-i sünnetin îman bilgilerini yer yüzüne yayan, bu ikisidir. Birisi Ebül-Hasen Eş’arî olup, hicretin [266] senesinde Basrada tevellüd, üçyüzotuz [m. 941] da Bağdâdda vefât etti. İkincisi, Ebû Mensûr-i Mâtürîdî olup, 333 [m. 944] senesinde Semerkandda vefât etti. Her müslümanın îtikatta, bu iki büyük imamdan birine uyması lâzımdır.

Evliyânın tarîkleri haktır. İslâmiyetten kıl kadar ayrılıkları yoktur. [Dîni, dünya kazançlarına vesîle eden, mal, mevkı’ elde etmek için velî, mürşid ve din adamı olarak ortaya çıkan yalancılar, sapıklar her asırda  vardı. Bugün de, her meslekte, her sanatta ve her vazîfede kötü kimseler de bulunmaktadır. Kazançlarını, zevklerini başkalarının zararlarında arıyanları görerek, bunların karışmış oldukları vazîfelilerin ve mesleklerin hepsini lekelemek, haksızlık ve câhillik olur. Bozgunculara yardım etmek olur. Bunun için, sapık din adamlarını, câhil ve sahte tarîkatçıları görerek, islâm âlimlerine, tasavvuf ehline ve hizmetleri tarihte şerefli sayfalar doldurmuş olan büyük zâtlara dil uzatmamalıdır. Onlara dil uzatanların haksız olduklarını anlamalıdır. ] Evliyânın, kerâmetleri vardır. Hepsi haktır, doğrudur. İmâm-ı Yâfi’î buyurdu ki, (Gavs-üs-sekaleyn mevlânâ Abdülkâdir-i Geylânînin kerâmetleri, ağızdan ağıza o kadar yayılmıştır ki, şüphe etmek, inanmamak olamaz. Çünkü heryerde yayılmak, yâni [Tevâtür], senet yerine geçmektedir). [Abdüllah Yâfi’î, 768 [m. 1367] de Mekkede vefât etti. Abdülkâdir Geylânî, 561 [m. 1161] de Bağdâdda vefât etti.]

Namaz kılan bir kimsenin, küfür olan bir şeyi, açık olarak ve zarûretsiz söyleyerek veya kullanarak, kâfir olduğu anlaşılmadıkça, başkalarına uyarak, buna kâfir demek câiz olmaz. Kâfir olarak öldüğü bilinmedikçe lânet edilmez. Kâfire dahî lânet etmek câiz değildir. Bunun için, Yezîde lânet etmemek daha iyidir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...