09 Temmuz 2018

İBRAHİM’İN MİSAFİRLERİ \ Ahmet BAYDAR


İBRAHİM’İN MİSAFİRLERİ \ Ahmet BAYDAR

MA’KÛLÂT HAZRETİ 
 Varlıkların görülene ve görülemeyene doğru akışları, suyun buhara buharın suya dönüşmesi gibi fiziksel olduğundan izlenebilmektedir. Aynaya bakan kişinin suretiyle olan ilişkisi de, canlı yayının ekrandaki görüntüyle olan ilişkisi de böyledir. İzlenebilir, tekrarlanabilir ve geneldir. Temiz havadaki çiçekten yayılan rayiha gibi bazı dönüşümler görülemese de durum aynıdır. Fiziksel imkânlar birleşince görüntüler ve kokular var olmakta, bu imkânlar yok olunca görüntüler ve kokular da yok olmaktadır. 
 Gıdaların cana dönüşümü de bundan çok farklı değildir. Can gıdalarla vardır, gıdalar yok olunca can da yok olur. Ne var ki canın bedensel faaliyetleri göründüğü hâlde dimağda oluşturduğu faaliyetler görünmemektedir. Hâfıza, hayal, idrak, irâde, muhâkeme, kuşku, inkâr, iman ve onlarla ilgili pek çok faaliyet duyular üstü kalmaktadır. İnsan ruhunun hulûlî mi yoksa zuhûrî mi, a’razî mi yoksa cevherî mi olduğu tartışmasına girmeden şunu söyleyebiliriz. 
Kur’an’da; Âdem’e üflendiği belirtilen ruh ile ona vahiy getirdiği ifade edilen er-ruh da ma’kûlat hazretindedir. Çünkü izlenir, tekrarlanır ve genel değildir. Kur’an’da kendilerine iman edilmesi istenen mukarrabûn, kiramen kâtibin ve arşın etrafındakiler gibi (ulvî) melekler de böyledir. 
 ACABA BU MELEKLER GÖRÜNÜR MÜ? 
 Ulvî Melekler Görünür mü? Ahirete inanmayanlar; Hz. Muhammed’in doğruluğunu sureten kabul etmek, aslında reddetmek için, kendilerine gökten melek indirilmesini isterler. Bununla da yetinmez Allah’ın görünmesini isterler. Kur’an, onlara şu cevabı verir: “Büyüklendiler; büyük azgınlık ettiler. Melekleri görecekleri gün, işte o gün, günahkârlara hiçbir sevinç haberi yok!”[1] Yani vahyi değil de bizzat vahiy meleğini istemekle kendilerini peygamberlerin yerinde gördüler. Hatta “Beni göremeyeceksin” fermanına muhatap olan Peygamber’den de üstün gördüler kendilerini.[2]Oysa inkâr ettikleri bir ma’kûlü görmek istemişlerdi. Yani kendilerini kapatmışlardı. Bu nedenle görmeleri imkânsızdı. 
Nitekim Kur’an, elçi olarak bir meleğin gelmesini ve kendilerine görünmesini isteyen münkirlere de bu beklentilerinin anlamsızlığı sadedinde şöyle demişti: “Onu bir melek yapsaydık bir adam yapardık da düştükleri şaşkınlığa onları yine düşürmüş olurduk.”[3] Bunun anlamı şudur: Onlara vahiy değil de bizzat melek gelseydi, onu zaten göremeyeceklerdi. Eğer o melek bir adam biçimine dönüşmüş olsaydı, o zaman da onun insanlardan farkı kalmayacaktı. Yani münkirler yine olmayacağına inandıkları bir şeyi istiyorlardı. Ruh dünyalarını başka bir ihtimale kapatmışlardı. Bunlardan; vahiy meleğinin münkirlere görünmeyeceği anlaşılabilir. Onun münkir bir kitle tarafından görülemeyeceği de dolayısıyla anlaşılabilir. İlginçtir, Kur’an-ı Kerim, müminlerin vahiy meleğini görme talepleri olduğundan söz etmez. 
Aksine bir ayette; sahabenin, kendilerine yardım eden binlerce meleği görmediğinden bahseder: “Allah, Resulünün ve müminlerin üzerine sekinetini indirdi ve gözle görmediğiniz ordular indirdi.”[4] Yani müminler de kendi kalplerine güzel duygular telkin eden, düşmanlarının kalplerine korkular salan binlerce meleği görememişlerdir. Ulema, işte yukarıdaki ayetlere istinaden (ulvî) meleklerin görülemeyecekleri kanaatine varmışlardır. Evet, bu ayetlerden kitlelerin onları asıl mahiyetleriyle göremeyecekleri anlaşılmaktadır. Fakat acaba onlar istedikleri bir şekle bürünüp de bazı fertlere görünebilirler mi? 
 CİBRİL GÖRÜNÜR MÜ? 
 Cibril’in sahabeden bazıları suretinde göründüğü şeklindeki haberler, tavzihe muhtaçtır. Çünkü yukarıdaki ayetler, meleklerin birçok insana birden görünmelerini olumsuzlamaktadır. Bu konudaki haberler, “elçiyi eğer melek yapsaydık onu bir adam yapardık” ayetinin, delalet etmediği manaya tefsiri gibidir. Fakat bu konuda tavzihe muhtaç daha önemli bazı hususlar vardır. 
Hz. Muhammed’in Cibrîl’i iki defa gördüğü şeklindeki yorumlar Kur’an’a isnat edilmektedir.[5]Diğer yandan, Allah’ın ruhu’nun, Meryem’e bir insan şeklinde göründüğü, bizzat Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir. Bu ruh da müfessirlerin cumhuruna göre Cibril’dir.[6]Diğer yandan, Hz. İbrahim’in Allah’ın elçilerini gördüğü bizzat Kur’an’da beyan edilmiştir. 
Müfessirlere göre, İbrahim ve eşinin, Lut ve eşinin, hatta inkârcı kavmin de müşahede etmiş[7]olduğu bu elçiler, aralarında Cibril’in de bulunduğu meleklerdir. Bu çıkarımlar, insanın metafizik öğeleri görememesi gerçeği ile çelişmez mi? İnanmayan toplum, sahabenin göremediklerini görmüş müdür? Eğer evetse bu imkânın bugün de devam etmesi gerekmez mi? Eğer melekler, insan kılığında görünebiliyorlarsa, hayvan suretlerinde de görünemezler mi? Bu kabuller, toplumları hurafelere sevk edip bilimde kuşkuya vesile olmaz mı? Bu soruları, Kur’an’da anlatılan İbrahim’in misafirleri olayını esas alarak cevaplandırmak istiyoruz. 
 MÜJDE GETİREN ELÇİLER 
 İbrahim’in misafirleri olayı, en geniş şekliyle Hûd Suresinde yer alır. 
Bu bölüm Süleyman Ateş’in mealinde şöyle verilmiştir:
 “69- Elçilerimiz İbrahim’e müjde getirip: “Selâm!” demişlerdi. O da “Selâm!” dedi. Çok durmadan hemen kızarmış buzağı getirdi. 
 70- Ellerinin buzağıya uzanmadığını görünce durumlarını beğenmedi ve onlardan ötürü içinde bir korku duydu. “Korkma, dediler, biz Lût kavmine gönderildik.” 
 71- Ayakta durmakta olan karısı güldü, biz de ona İshâk’ı müjdeledik, İshâk’ın ardından da Ya’kub’u. 
 72- “Vay dedi, ben bir koca karı, bu kocam da bir pir iken doğuracak mıyım? Bu, cidden şaşılacak bir şeydir!” 
 73- Dediler ki: “Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir ey ev halkı! O, övülmeğe lâyıktır, iyiliği boldur.” 
 74- İbrahim’den korku gidip kendisine sevinç gelince Lût kavmi hakkında bizimle tartışmağa başladı. 
 75- Çünkü İbrahim, gerçekten halimdir, içlidir, Rabbine yalvarandır. 
 76- “Ey İbrahim, dediler, bundan vazgeç. Zira Rabbinin emri gelmiştir, mutlaka onlara geri çevrilmez azap gelecektir!'[8] 
 Olayın başında; elçiler müjde getirdiler deniyor. Bu, olayın mukaddimesidir. “Selamlaşma” bile bundan sonra gelmektedir. Ayrıca İbrahim (a.s.) ağırlamak için onlara yemek getirecektir. Demek ki Hz. İbrahim onları melek olarak değil tam birer insan olarak görmüştür. Kur’an okuyucusu, o misafirleri müjde getiren melekler olarak algılasa bile, Hz. İbrahim, onların önüne yemek koyana kadar bunun farkında değildir.
 Nitekim onların yemediklerini görünce endişelenmeye başlamıştır. Bunun üzerine misafirler, “Korkma biz Lut kavmine gönderildik!” derler. Bu arada İbrahim’in karısının ayakta durduğu ifade edilir. Bu değininin sebebi açık değildir. Sonra güldüğü dile getirilir. Onun gülüş sebebi ve bunun niçin zikredildiği de belirsizdir. Sonra ona İshak ve Yakup müjdelenir. Yakup oğul değil torundur. Bu zikrin sebebi de kapalıdır. Daha sonra “size” hitabıyla, ev halkına rahmet dilenir. “Siz” zamiri dil açısından erildir. Belli ki bu muhataplar arasında İbrahim de vardır. Zaten bundan sonra da İbrahim’den korkunun gittiği, kendisine sevinç geldiği ve Lut kavmi hakkında mücadeleye başladığı belirtilir. 
 ELÇİLERİN LUT’A GELİŞİ 
 Meselenin Hz. İbrahim’le ve eşiyle ilgili kısmı burada bitmektedir. Ancak elçilerin Hz. Lut’a gidişleri ve olanların anlatımı şöyle devam etmektedir: 77- Elçilerimiz Lût’a gelince onlar yüzünden kaygılandı, onlar için arşını daraldı. “Bu, çetin bir gündür!” dedi. 78- Daha önceden kötü işler yapan kavmi de koşarak ona geldiler: Ey kavmim, dedi, işte kızlarım, onlar sizin için daha temiz! Allah’tan korkun, konuklarımın içinde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu sizin?” 79- Dediler ki: “Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını bilmişsindir. Ve sen bizim ne istediğimizi de pekâlâ bilirsin”. 80-“Keşke sizi savacak gücüm olsaydı yahut da çok sarp bir kaleye sığınabilsem!” dedi. 81- (Melekler) dediler ki: “Ey Lût, biz senin Rabbi’nin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Gecenin bir kısmında aileni yürüt; içinizden, karından başka hiç kimse geri dönüp bakmasın. Çünkü ötekilerine erişen (azap) ona da erişecektir. Başlarına gelecek azap zamanı sabah vaktidir. Sabah da yakın değil mi?” 82- Emrimiz gelince oranın üstünü altına getirdik; üzerine de taş yağdırdık: çamurdan pişmiş, hazırlanmış, istif edilmiş, 83- Rabbinin katında işaretlenmiş (taşlar). Bu, zalimlerden uzak değildir.” Bu misafirlerin gerçek insanlar oldukları, aslında İbrahim’in onlara yemek değil de altından buzağı heykeli takdim ettiği, kabul etmedikleri için de onlardan korktuğu şeklindeki düşünmeler, en hafif ifadesiyle dile ve metne iftiradır. Kabul etmediklerini görünce onlara, “kabul etmez misiniz” manasında “yemez misiniz” dediğini düşünmek de akla iftiradır. Bu hâdisede izlenen bazı sıra dışılıklar, misafirlerin gelecek olaylara ve ilahi kudrete elçilik yapması, onların Kur’an dilindeki melekler olduğunu sarahatle göstermektedir. 
 OLAYIN ŞEMASI 
 Mealini verdiğimiz bu anlatım, Kur’an’da, üç yerde daha parçalar halinde tekrarlanmaktadır. Bunlardan birisi en kısa olanıdır. Burada, ilk anlatımın çatısına uygun şekilde, olayın sadece başı ve sonu hatırlatılmıştır.[9] Diğer bir bölüm ise, ilk anlatımın tam bir özetidir. Yine olay yukarıdaki şemaya uygun olarak hülasa edilmiştir.[10] 
 Başka bir bölüm de, Hz. İbrahim’in kendisiyle ilgili müjdenin genişletildiği fragmandır.[11]Burada çocuk müjdesinin Hz. İbrahim’e verildiği ifade edilmektedir. Oysa ilk anlatımda bu müjdenin, eşine verildiği dile getirilmiştir. Binaenaleyh bazıları bu son fragmanın anlatım şemasına uymadığını ve hatta çelişki oluşturduğunu zannetmişlerdir. Bu yazıda cevabını bulacak hususlardan birisi de bu zandır. Fakat her şeyden önce şu kadarını söylememiz gerekir. Bu ve benzer yanılmaların temelinde bu olayın iki ayrı kıssa gibi mütalaa edilmesi bulunmaktadır. 
Hz. İbrahim ve Hz. Lut’un kişisel ve yerel yakınlıkları nedeniyle birleştirilen iki kıssa gibi düşünülmektedir. O zaman da anlatımdaki birçok önemli husus dikkatlerden kaçmaktadır. 
 Evet, Lut, Hz. İbrahim’in kardeşinin oğludur. Ancak onların bu anlatımdaki birlikteliğinin sebebi akrabalıkları olamaz. 
Çünkü İbrahim, imanı akrabalığa tercih eden bir isimdir. Olaylarının birleştirilme sebebi, ikisine aynı elçilerin gelmesi de olamaz. Çünkü o elçilerin âdeti zaten budur. Bu olayın bir bütün olarak telakki edilmesini gerektiren, merkezinde de Hz. İbrahim’in bulunduğunu düşündüren hususlar vardır. Bütünlüğe delalet eden hususlardan birisi, iki yarının şemalarındaki mütekabiliyettir. Birinci kısmının şeması şöyledir: 1) Mukaddime. 2) Hz. İbrahim’in korkusu. 3) Misafirlerin Hz. İbrahim’i teskin edişleri. 4) Müjdeler. (Hanıma müjde verilişi ve İbrahim’e bereket müjdesi.)
 5) Hz. İbrahim’in Lut kavmi helak edilmesin diye mücadele vermesi. Olayın ikinci kısmının şeması da şöyledir: 1) Mukaddimeye karşı Elçilerin Lut’a gelişi. 2) Hz. İbrahim’in endişesine karşı, Lut’un endişesi. 3) Elçilerin İbrahim’i teskin edişine karşı, Lut’un kendi kavmini teskin etmeye çalışması. 4) Hz. İbrahim ve eşine çocuk müjdesine karşı, Lut ailesine necat ve eşine ve kavmine helak müjdesi. 5) Hz. İbrahim’in “kavim helak edilmesin” mücadelesine karşı, kavmin helak edilmesi. 
 İşte şemasını çıkardığımız bu iki yarıya Kur’an’ın verdiği ortak isim İbrahim’in misafirleridir: “İbrahim’in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?”[12] “İbrahim’in misafirlerinden onlara haber ver.”[13] Bu, oldukça düşündürücü olmalıdır. Çünkü her iki bölümde de bu adlandırmalardan sonra, olayın iki yarısı da tam olarak anlatılmıştır. Bu iki bölümü bütünleştiren diğer bir husus, olayın ta başında misafirlerin, “Korkma biz Lut kavmine gönderildik!” demeleridir. Onlar “Korkma biz meleğiz!” dememişlerdir. “Korkma müjde getirdik!” de dememişlerdir. Daha İbrahim’e ve eşine çocuk müjdesi vermeden “Lut kavmine gönderildik!” demişlerdir. Demek ki Lut’a gidişin, bizzat İbrahim’e gelişle bir bağlantısı söz konusudur.
 ASLINDA TEK OLAY 
 Elçilerin Hz. Lut’a gidişleri, Hz. İbrahim’e gelişlerinin devamıdır. Lut kavmiyle ilgili haber, rehberleri olan İbrahim’e gönderilmiştir. Olay bütündür. Bu bütünlüğün temelinde, Lut’un, İbrahim ailesinden oluşu bulunmaktadır. Nitekim helak olacak Lut’un eşi ve kavmidir. Ama zürriyetle müjdelenen İbrahim’in eşidir. Kurtarılacak olan Lut ailesidir, büyüyecek olan ise onun bağlı bulunduğu İbrahim’in ehlidir. Böyle düşünmemizi gerektiren hususlardan birisi de, insanların görmesinin ve meleklerin görünmesinin mahiyetiyle ilgilidir. İnsanın görmesi, fiziksel dönüşümlere ayarlıdır. Gördüğü şeyler de ölçülür ve yinelenirdir.
 Ayrıca sonucu da genel olur. Sahibini evrensel bilgiye götürür. Oysa metafizik varlıklar, ölçülür ve tecrübe edilir değildir. O zaman sonuç da genel olmayacaktır. Sahibini özel bir bilgiye ulaştıracaktır. Bu nedenle, mer’î olanların görünmesi umumi ise de gayr-i mer’î olanların görünmesi ferdî olmak durumundadır. Nitekim bu hususu teyit eden ayetlere yukarıda işaret etmiştik. O zaman misafir elçiler olayının da, Hz. İbrahim’le başlayan ve onda biten ferdi bir ru’yet şeklinde gerçekleşmiş olduğunu düşünmemiz gerekecektir. Elçiler önce İbrahim’e değil sadece ona gelmişlerdir. Bu hususta, fiziksellik ayarlarının değiştiği uykuda bizim için yeterli deliller bulunmaktadır.
 RÜYÂ; GÖRME 
 Çok insan rüya görür. Bu rüyalarda da fiziki kurallar aşılmaktadır. Nitekim kendi bedenlerini, uykuda uçarken görebilen çok kimse vardır. Kişi uçarken, aile efradının kendisine eşlik etmesi de olasıdır. Ama bütün aile efradının; aynı rüyayı, aynı detaylarla, aynı anda birlikte görmeleri duyulmamıştır. Çünkü aile fertlerinin cinsleri, yaşları, ihtiyaçları, özlemleri, idealleri, inanç düzeyleri, kültürleri, bilgileri, hayal kuvvetleri ve ruhi tekâmülleri farklı farklıdır.
 Tuzlu peynir yiyenin rüyada su görmesi olasıdır. Tuz ile rüyadaki su arasındaki ilişkinin fiziksel olduğu da düşünülebilir. Rüyasında uçtuğunu gören kimsenin, bu görüntü ile uyuyan bedeni arasında fiziksel bir ilişki de ihdas edilebilir. Lakin psikolojik sebeplerin müessir olmadığı birçok rüya vardır. Tamamen ruhsal cevherle gerçekleşen ve gelecekten haber taşıyan rüyalar insanlığın marufudur. 
Bunlar, Jung’un, başka bir kaynaktan geldiğini ve insanı yücelttiğini söylediği rüyalardır.[14] Eski Ahit ve Yeni Ahit gelenekleri de bunun ayrı ayrı tanıklarıdır.[15] Eski dünyanın algısına göre, rüyada görülenler, gerçekleşmeyecek şeyler değildir. Bu nedenle rüyalara, günümüzde olduğundan çok daha fazla değer verilmiştir. Kadim Arapçada, uyanıkken görme ile rüyada görme arasında fark bilinmemektedir. Nitekim ra’â fiili, fiziksel görme için de rüyada görme için de ortak kullanılmıştır.[16] Bazı hadislerde; müminin rüyası, peygamberlikten bir cüz,[17] peygamberliğin kırk altıda biri olarak nitelenmiştir.[18] 
 Rüya’nın sıra dışılığına Kur’an-ı Kerim de tanıklık etmektedir. Kur’an dilinde uyku durumuna menam, düşlere hulm, karışık düşlere edğâs, gelecekten haber taşıma değeri olan görmelere ise rüya denmiştir.[19] Rüyanın benzerlerinden farkı, geleceğe ait haberler taşıması nedeniyle tevilinin yapılması gerektiğidir. Hz. Yusuf’u zindandan kurtaran da bir rüya tevilidir.[20]  
TEMESSÜL; GÖRÜNME 
 Kur’an, mahiyeti açısından rüyadaki görmenin nesnesi durumunda olan görünmeden de söz etmiştir. Bu da temessüldür. Kelimenin kökü m-s-l dir. Kur’an, benzeri ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan söze mesel der.[21]Benzeri ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan heykele timsal der.[22]Benzeri ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan ma’kûlâta ise temessül der. Böyle bir olay Hz. Meryem için gerçekleşmiştir: “Ona ruhumuzu gönderdik ve ona tam bir beşer olarak temessül etti.”[23] Ayette temessül eden, görüntüsü ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan Cibril’dir. Bu, tıpkı Cibril’in bir bilge olarak Hz. Musa’ya temessül edip hayatının tevilini üç meselede kendisine öğretmesi gibidir.[24] Bu, duyuların ve aklın değil ruhun işidir. 
Ruh’un ruhta var edilmesidir. Genel değil özeldir. İman ve inkâra açık bir durumdur. Mahsûsâttan olmadığı için genel tarafından izlenmemiştir. O zaman meleklerin, temessül yoluyla görülebileceğini kabul etmenin işi safsataya götüreceği şeklindeki bir kaygı da yersiz ve anlamsız olacaktır. Ayrıca temessülde, rüyadakiler gibi müşahede edenin yadırgadığı şeyler olmaktadır. Hz. Meryem de,[25] Hz. Musa da[26] gördüklerini yadırgamışlardır. Öyleyse şu tespitimiz yerinde ve hatta gerekli olmaktadır. İbrahim’in yadırgadığı misafirler olayı da, rüya ve temessül gibi tevil edilmesi ve tahakkuku beklenmesi gereken bir haber olmalıdır. Bu tespitin yerindeliğinin delillerinden birisi de Kur’an’daki hadîs kelimesidir. 
 HADÎS; VAHİY, HABER
 Arapçada uyanıkken olsun, uyurken olsun, kulak yoluyla olsun vahiy yoluyla olsun, insanın mülaki olduğu sözlere ehâdîs denmiştir.[27]Kelime, Kur’an’da da kullanılmıştır: “Rabbin seni seçecek ve sana ehâdîsin tevilini öğretecek.”[28] Buradaki ehâdîs, rüya vasıtasıyla alınan haberlerdir. Başka bir anlatımla bu hadîsler Hz. Yusuf’un tevilini bildiği rüya haberleridir. Bu tür haberler zaman kavramını aşar. Geleceği bu¬günden bildirir. Metafiziğin fizikten önce olduğunu ispat eder. İşte burada dikkat çekici bir hususla karşılaşmaktayız: Misafirler olayını, rüyada görünenlere benzetmiştik. Bu nedenle tevil edilmesi gerektiğini söylemiştik. 
Şimdi de rüyada görünenlere ve tevil edilmesi gerekenlere Kur’an’ın hadîs dediğini görüyoruz. Bu durum, konumuz açısından gerçekten çok dikkat çekicidir. Çünkü Kur’an-ı Kerim, dört kez tekrarladığı Misafirler olayında gerçekleşenlere de hadîs demektedir: “İbrahim’in şerefli misafirlerinin hadîsi sana geldi mi?”[29] Önceki ayette hadîsler, tevili yapılması gereken haberlerdir. Sonraki ayette ise hadîs, elçilerin Hz. İbrahim’e ulaştırdığı haberdir. O zaman şu tespitimiz bir kez daha teyit edilmiş olmaktadır: İki ayrı kıssa olarak okuduğumuz misafirler olayı aslında ferdi bir görme, burada alınan haberler de tevili yapılması gereken hadistir.
 HADÎSLER TEVİL EDİLMELİDİR 
 Rüyalardaki haberler her zaman şimdiye ve buraya ait olmaz. Onlar çoğu zaman öznenin mazisine, beklentilerine, ideallerine, ruh hâline ve nefsî kemaline ait olur. Bir peygamber söz konusu ise elbette gayba ait de olabilir. Ne var ki özne, fiziksel hayatla ve şimdiyle sınırlıdır. Bu nedenle geçmiş, gelecek ve gayb haberleri, ancak onun bildiği nesneler üzerinden verilebilir. Artık yapılması gereken; öznenin ihtiyaçlarına, eğitimine, kültürüne, tecrübelerine ve ruhi tekâmülüne göre o nesnelerin tevil edilmesidir. Yani hadisler’in fizikileştiren tefsiri değil tahkikine yönelen tevili gereklidir. O zaman da misafirler olayını tefsir etmek için gerekçe yapılan şu sorular ehemmiyetini yitirecektir.
 Meleklerin sayıları üç müydü, onüç müydü? Onlar hangi meleklerdi? Bir haber için neden çok sayıda gelmişlerdi? Yemeyecekleri bir yemeğin gelmesini neden beklemişlerdi? Müjde vermeye geldikleri hâlde niçin korkutmuşlardı? Çocuk müjdesini İbrahim’e mi yoksa eşine mi vermişlerdi? Hanımı neden ayakta duruyordu? Niçin gülmüştü? Yaşlı bir adamın ve kısır kadının çocukları nasıl olacaktı? Müsrif kavmin erkekleri de melekleri görmüşler miydi? Bu ve benzeri sorulara tefsir yoluyla cevap aramak anlamsızdır. 
Aslında o cevaplarda isabet etmek de imkânsızdır. Çünkü bu, tevil edilmesi ve tahakkuku beklenmesi gereken bir hadis’tir. Tevilin ilk adımı ise, yukarıdaki soruların geri plana ittiği şu düşünme noktasıdır: İbrahim ve eşinin yaşlılıkta çocuk sahibi olmalarının, Lut kavminin helak edilmesinin, Lut ailesinin kurtarılıp karısının geride bırakılmasının, bunların her birinin dini anlatım açısından yalnız başına hiçbir değeri yoktur. Ancak hepsi bir arada bir değer ifade edecek, hepsi de müjde olarak nitelenebilecektir. 
 BİRİNCİ MÜJDE; KAVMİN DEVAMI 
 Dikkat edilirse, hadîs’in bütün fragmanlarında, doğum yapacak kadının adı yoktur. Ama henüz doğmamış oğlunun adı vardır. Gülen kadının oğluna gülmek mastarından yapılmış kelimeyle İshak denmiştir. Bundan daha garibi ise çocuğu henüz doğmamış kadına, torununun kendi adıyla müjdelenmesidir. Ona da takip mastarından alınmış bir kelimeyle Yakup denmiştir. (Rivayetlere göre kadın bu torununu dünya gözüyle görememiştir.) Bütün bunlardan anlaşılan şudur. Bu salt bir doğum müjdesi değildir. Bunun zürriyet müjdeleyen bir üslup olduğu gayet açıktır. 
 İKİNCİ MÜJDE; İLMİN DEVAMI 
 Yine dikkat edilirse, hadîs’in bütün fragmanlarında, Hz. İbrahim’e müjdelenenler arasında oğlunun adı yoktur. Bu elbette önemlidir. Çünkü o gülmemiştir. Fakat çocuktan “alîm” niteliği ile bahsedilmiştir.[30] Çünkü İbrahim’in kendisi, nübüvvetiyle ilim simgesidir. Nitekim torunun da adı anılmamış, ondan hiç bahsedilmemiştir. Bu çok daha önemlidir. Çünkü iman çizgisi için bu şart değildir. Bu üslubun da zürriyet müjdesinden ziyade, nübüvvete işaret eden bir beşaret olduğu gayet açıktır. Bu durumda eşine verilen haber, İsrailoğullarının müjdesi ise de, Hz. İbrahim’e verilen haber aynı zamanda İsmailoğullarının beşaretidir. Ancak Elçilerin İbrahim’e getirdiği haber sadece bu kadar değildir. Beşaretler, müsrif kavmin helaki ile tamamlanmaktadır. 
 ÜÇÜNCÜ MÜJDE; KAVMİN HELAKİ 
 Hadîs’in bütün fragmanlarına dikkat edilirse, Lut kavmine, yukarıdan işaretlenmiş siccilden taşlar ve tînden taşlar gönderileceği bildirilmiştir.[31]Ancak bu, Hz. İbrahim’e temessülde verilen hadisin lafzıdır. Tevili ve tahakkuk etmiş şekli değildir. Tevili ve tahakkuku elbette farklı olabilecektir. Nitekim o kavim, üzerine bir fırtına ve yıkıcı bir yağmur gönderilerek helak edilmiştir. Bunu bizzat Kur’an dile getirmiştir: “Onların üzerlerine bir fırtına gönderdik.”[32] Yine hadîs’in lafzına göre Hz. Lut, misafirlerini kurtarmak için “İşte size kızlarım!” demiştir.[33] Başka bir bölümde de “Yapacaksanız işte kızlarım!” demiştir.[34] Kavmin erkekleri ise “Ne istediğimizi bilirsin!” şeklinde itiraz etmişlerdir. Bu diyalogdan elbette Hz. Lut’un temiz kadınları, müsrif erkeklere takdim ettiği anlaşılamaz. O erkeklerin meleklere saldırdıkları anlamı da çıkarılamaz. Çünkü bunlar hadis’in lafzıdır. Hz. İbrahim’in temessülde müşahedesi böyledir. Tevili yapılması ve tahakkuku beklenmesi gerekir. Aslında bunlar simge sözlerdir. Sahiplerinin hayallerini, inançlarını, ideallerini ve hayat tarzlarını simgelemektedir. Gerçek hayatta ise kuşkusuz süregelen peygamberlerin temiznikâh sünneti şeklinde tahakkuk etmiştir. 
 SONUÇ 
 Tefsir faaliyetleri, İbrahim’in misafirleri hadîs’inin niçin anlatıldığını unutturmuştur. Kur’an-ı Kerim, burada meleklerin temessül keyfiyetini anlatıyor değildir. Anlatımı zorlaştırarak kalan boşluk, kapalılık ve zorlukları müfessirlere havale ediyor da değildir. Kur’an, toplumsal kader ilkesini konu edinerek Hz. İbrahim’in peygamberlik haberi üzerinden muhataplarına mesaj vermektedir. O mesaj da şudur: cinsellikte müsrif ve kullukta mücrim kavimler helak edilir. Buna mukabil iman ve salah üzere bulunan aileler de bereketlenir. Hicret öncesi Mekke’sine duyurulan işte budur. Onlara zımnen, “Helak ve bereket tarihi tekerrür edecek” denmektedir. Nitekim sünnetullah gereği; müsrif ve mücrim Mekke yönetimi aynı akıbetle dağılmış ve iman ailesi de büyüyerek bereketlenmiştir. İbret alınmazsa tarih tekerrür edecektir. Doğrusunu Allah bilir.
 ________________________________________
 [1]Furkân 25/21-22. [2]A’râf, 7/143. [3]En’âm 6/9. [4]Tevbe 9/26. [5]Bkz. Necm 53/5-16. ayetlerin tefsirleri. [6]“Ona (Meryem’e) ruhumuzu gönderdik ve ona tam bir beşer olarak temessül etti.” Meryem 19/17. [7]Bkz. Hûd 11/69-83, bölümün tefsiri. [8]Meal, Prof. Dr. Süleyman Ateş’in, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri adlı eserinden alınmıştır. [9]Ankebût 29/31-32. [10]Zariyât 51/24-32. [11]Hicr 15/52-60. [12]Zâriyât 51/24. [13]Hicr 15/51. [14]Erich Fromm, Rüyalar Masallar Mitoslar (Sembol Dilinin Çözümlenmesi) Çevirenler: Aydın Arıtan, Kaan H. Ökten, İstanbul 2003. [15]İbranicede mar’eh, Grekçe de horama. [16]Yusuf 12/4. [17]Ahmed b. Hanbel, Müsned. No: 14681. [18]“Müslümanın rüyası”, bkz. Tirmizî, Sünen no: 2279. [19]Yusuf 12/5. Bkz. 12/43, 44. İsrâ 17/60. [20]Yûsuf 12/36-7. [21]Zümer 39/29. [22]Çoğulu temâsîl, bkz. Enbiyâ 21/52. [23]Meryem 19/17. [24]Kehf 18/78. [25]Hz. Meryem şöyle demiştir: “Ben senden Rahman’a sığınırım. Eğer Allah’tan korkuyorsan (dokunma bana).” Meryem 19/18. [26]Kehf 18/71, 74. [27]Ragıb el-Isfehânî, Müfredât. Ebu’l-Bekâ, Külliyât. [28]Yusuf 12/6. [29]Bkz. Zâriyât 51/24. [30]Hicr 15/52-60. [31]Hicr 15/74, Zâriyât 51/33. [32]Kamer 54/34. A’râf 7/84. [33]Hûd 11/78. [34]Hicr 15/71 .

TEKLİF-İ MÂ LÂ YUTAK \ Ahmet BAYDAR


TEKLİF-İ MÂ LÂ YUTAK \ Ahmet BAYDAR

Kelam uleması, insana güç yetiremediği dini yükümlülüklerin yüklenmesine teklif-i mâ lâ yutak tabir etmiş ve bu meselenin mümkün olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilafın sebebi, aslında, ulemanın meseleye kendi prensipleri üzerinden bakmış olmaları, sonra da vardıkları sonuca nastan delil aramalarıdır.Mutezile meseleye, işlerinde hikmetli ve merhametli olan Allah’ın kullarına zulmetmeyeceği noktasından bakmış; yüce Allah’ın her şeyde olduğu gibi fiillerinde de adil olacağına, bütün fiillerinde adil olanın da, insanların kaldıramayacakları emir ve yasağı teklif etmeyeceğine inanmışlardır. Matüridîler ise, sorumluluk konusunda insanın kapasitesinin önemli olduğunu düşünmüşler ve ilahi tekliflere, insanın gücü nispetinde olması gerektiği noktasından bakmışlardır. Dolayısıyla onlara göre de Allah’ın, insana güç yetiremeyeceği şeyleri yüklemesi, insanın kudreti açısından caiz değildir. Eş’arîlere gelince. Onlar meseleye, Allah’ın kudreti açısından bakmışlar; dilediği her şeyi yapabilen Allah’ın, insana güç yetiremeyeceği şeyleri teklif etmesinin de caiz ve mümkün olduğunu düşünmüşlerdir. 
 TEK AYET, İKİ MEZHEP 
 Mutezile ve Matürîdîler, gücü yetmeyene teklifin mümkün olmayacağı hususuna, Kur’an’dan birçok delil getirirler. Onlara göre, görüşlerini takviye için getirilebilecek delillerin en önemlilerinden birisi, Bakara 2/286 ayetidir: “Allah, kimseye gücünün yetmeyeceğini teklif etmez.” Eş’ârîler’in, Allah’ın gücü yetmeyen kimseye teklifte bulunmasının mümkün olduğunu gösteren delillerinden birisi de, yine bu ayetin devamında gelen dua formundaki şu kısımdır: “Efendimiz! Takatimizi aşan şeyleri yükle(t)me bize!” Müminlerin, “Takatimizi aşan şeyleri yükle(t)me bize” diye duada bulunması, Eş’ârîlere göre; Allah’ın böyle bir teklifte bulunmasının imkân dâhilinde olduğunu göstermektedir. Şimdi cevabı aranması gereken soru şudur: Kelamcıların aynı ayetin yorumlanmasındaki bu ihtilafı, bu ayetin iki yarısı arasında gerçekten bir işkâl bulunduğuna işaret eder mi? 
 ORTAK ESASLAR 
 Aslında, iki farklı yoruma sebep olan bu ayetin doğru anlaşılabilmesi için, Kur’an’ın sorumluluk bahsinde vazettiği akli ve şer’i ilkeden ayrı mütalaa etmemek gerekir. Bu tartışmada hakem olacak elbette birçok ayet de zikretmek mümkündür. Ancak, biz özellikle bu ayeti konu edinmek istiyoruz. Hemen kaydetmemiz gerekir ki ayetin delaletine vukuf için, Bakara Suresinin sonlarında değinilen ahkâmı ve bu Suresinin nüzulü döneminde karşılaşılan sorunları göz önüne almak, bu ayet üzerinde düşünürken kaçınılmaz bir gerekliliktir. Hicretten hemen sonradır. Kitap ehlinin, Hz. Peygamber’e ve müminlere kucak açmaları beklenirken onlar, Muhacirlerin hayatını daha da zora sokmaktadır. Bu nedenle, 261. Ayetten itibaren infak, sadaka, cimrilik, fakirlik, dilenme, faiz, alışveriş, senetleşme ve tanıklık konularında hükümler sıralanır. Bu içtimai konularla ilgili hükümler biter bitmez 285. Ayette şöyle denir: “Elçi de Efendi’si tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de. Hepsi de Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine iman etti.” Burada, kitap ehlinin ortak olduğu dört iman esası zikredilmiştir. Müminleri sıkıntıya sokan içtimai ahkâma değinildikten hemen sonra buna işaret edilmesi, şu manayı takdir etmemizi gerektirir: Hz. Peygamber ve müminler, Kitap ehlinin de inandıkları gibi Allah’a, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanmaktadır. Oysa onlar, Hz. Peygamber’e inanmamakta ve Muhacirlere kucak açıp yardım etmemektedir. Ayetin devamında elçilerin arasında ayırımdan bahsedilmiş olması, bu mana takdirini teyit etmektedir. 
AYRILIK ESASLARI  
Ayetin hemen devamında, müminlerin ağzından şu söz nakledilmektedir: “Elçileri arasında hiçbir fark gözetmeyiz! Bir de (şöyle) dediler: “Duyduk ve itaat ettik; Efendimiz affını diliyoruz! Çünkü dönüş(ümüz) sanadır!” Yani önceki peygamberlerden birisinin elçilik mevkiini inkârda Yahudilerin durumuna, diğer bir peygamberin beşerî mevkiini inkârda da Hristiyanların durumuna düşmeyiz. Peygamberlerden birisi, hangi kavme mensup idiyse, hangi dilden konuşmuş idiyse, birisini bir kavim inkâr etmiş, diğerini başka bir kavim yüceltmişse de, biz elçiler arasında ayrım yapmayız. Burada işaret etmemiz gereken önemli bir husus da şudur. Ayetin başında üzerinde ittifak edilen ortak iman esasları zikredilmişti. Kur’an-ı Kerim, ahirete iman esasını başka birçok yerde dile getirdiği hâlde burada değinmemiştir. Gerçi ayet “dönüş(ümüz) sanadır!” şeklinde bir vurguyla sonlanmaktadır. Ancak dört iman esasıyla birlikte zikredilmemiştir. Çünkü kitap ehlinin bir kanadının bu konuda inancı yoktur. 
KADERE İMAN 
İman esasları arasında kadere iman da yer almamıştır. Çünkü kitap ehlinin diğer kanadının da, bu konuda kafası oldukça karışıktır. 
****
Aslında kader konusunda Arapların kafası da onlardan pek düzgün değildir. 
****
Nitekim Hicretin ikinci asrından itibaren Akaid ve Hadis kitaplarında, insanın fiili olan hayrı  veşerri Allah’a isnat eden kader inancı yer alacaktır. 
****
İşte bu nedenle, aşağıda beyan edeceğimiz veçhile, Kur’an bu girişten sonra, kadere imanı, onların bildiği şekilde değil de, bilinmesi gereken şekliyle detaylandırmıştır. 
****
 Müminler, imanlarını izhara şöyle devam ederler:  “Allah, kimseye gücünün yetmeyeceğini teklif etmez.  Herkesin lehine olan kendi yaptığı, aleyhine olan da (sadece) kendi yaptığıdır.” 
****
Bazı yorumcular, sentakstaki bütünlüğü fark edememiş ve bu sözü kime isnat edeceklerini bilememişlerdir. Aslında bu ifade, müminlerin söylediklerinin devamıdır. 
****
Siyaka göre de şu manaya gelir: Rabbimiz! Biz biliyoruz ki bir toplum kendi içindekini değiştirmedikçe sen değiştirmezsin. 
****
Sadece bu ümmet için değil, geçmiş gelecek bütün toplumlarda uygulaman (sünnetin) böyledir. 
****
Sen, ferde de takatini aşan şeyler icbar etmez, kişinin yaptıklarını kavminden, kavminin yaptıklarını da kişiden sormazsın. Bunda da geçmiş ve gelecek her fert eşittir. 
****
Başka bir ifadeyle müminler şöyle demektedir: İnanıyoruz ki her türlü oluşu takdir eden Allah’tır, ancak onlardan kesb ve iktisab (hayır-şer)gibi tercihlerde bulunan insandır. 
****
Oluştaki her kader Allah’ındır ama o kaderi şerre dönüştüren insandır. Bedenlerdeki  halk Allah’tan, fakat eylemlerindeki ahlak insandandır. 
****
 Bu durumda sorumluluk kişiseldir. Allah da, elçiler de, kavim de, kabile de aşiret de, onun yapıp ettiklerinden sorumlu değildir.  Unutan ve yanılan sorumlu mu? 
“UNUTUR VE YANILIRSAK” 
Müminler imanlarını izhar ile dualarına şöyle devam ediyorlar: “Efendimiz! Eğer unutursak veya yanılırsak bizi muaheze etme.” Evet, unutan ve yanılan kimse elbette sorumlu olmaz. Ama toplumsal fesat söz konusuysa, birey unutsa ve yanılsa da, onların fesadı onu da bu fesadın içine sürükler. Müminlerin unutma ve yanılma muhtevalı dualarının anlamı şudur: Rabbimiz! Onların başına gelecek felakete bizi de ortak etme. Eğer yukarıda işaret edilen ilkeyi unutur veya infak, sadaka, cimrilik, fakirlik, dilenme, faiz, alışveriş, senetleşme ve tanıklık konularına dayanılır da, kendisini değişime kapatmış toplumun zindanında kalırsak, onların yaptıkları zulüm sebebiyle bizi de onlarla birlikte cezalandırarak muaheze ve ahzu kabz etme! “Efendimiz! 
Bizden öncekilere yüklediğin gibi bir ağırlık (ısr) yükleme bize!” Müfessirlerin bir kısmı, buradaki ağırlığı, ehl-i kitaba teklif edilen meşakkatli ibadetler şeklinde tefsir etmiştir. Bir kısmı zor ahkâm, diğer bir kısmı da Eski kitaplara bağlılık şeklinde anlamıştır. Ancak bu yorumlar, Kur’an’ın, insanın kapasitesi nispetinde sorumlu olacağı esasını vaz eden ve öncekilere uygulanan sünnetin değişmeyeceğini beyan eden üslubuna muvafık değildir. Kur’an, önceki kitaplardaki ilkeleri tasdik eder. Tecviz ettiği farklı teşri de, azgınlık, zorbalık ve zulüm gibi değişen şartlara münasiptir. O hâlde acaba “Öncekilere yüklenen ağırlık (ısr) nedir? Bu ağırlık, ibadetlere mi yoksa muamelata mı dairdir? Akli mi yoksa örfi midir? Bireysel mi yoksa içtimai midir? Dahası bu ağırlığı onlara kim yüklemiştir? 
 HAPSEDEN AĞIRLIK
 Aslında ısr, doğrudan ağırlık demek değildir. Lügatlerde, ahit ve akit gibi insanın özgür hareketini kısıtlayan şey olarak tanımlanmıştır. Vesika olarak yazılmış senede vesr ve esr denmiştir. Elmalılı H. Yazır, ayetin tefsirinde bu kelimeyi tanımlarken “Aslı lügatte, esr-ü habs manasıyla alâkadar olup altındakini yerinde tutan ağır yük ve bağ demektir. Boyunduruk gibi ağır misaka, zor tahammül edilir ahd-ü tabi’iyete, kezalik rahim-ü karabete ıtlak edilir” demektedir. Kur’an, bir ayette Allah’ın ısrından söz eder. Allah’ın ısrı, önceki peygamberlerden, sonradan gelecek olan peygamberlere iman ve yardım etmeleri için aldığı ahittir. (Âl-i İmrân 3/8)
Peygamberler, Allah’a verdikleri bu ahdi toplumlarına öğretecek, böylece onlar, içtimai taassup, dini tefrika ve teşeyyu bataklığına düşmeden, gelecek peygamberlere iman ve yardım edeceklerdir. Böylece Allah’ın ısrında bağlı olarak dinde berdevam kalacaklardır. Lakin böyle olmamıştır. Tevrat’ın muhatapları, vahyin bu amacını gerçekleştirememişlerdir. Peygamberler arasında ayırım yapmışlardır. Yeniden kavmi ve ırki taassuba dönmüşlerdir. Yani öncekiler, Allah’ın ısrından tekrar kavmî ısra dönmüşler; kendilerini tağyir ve tecdide kapatan bir ağırlığa bağlamışlardır. 
Kur’an-ı Kerim, işte onların üzerinde bulunan bu taassubu ve onları bağlayan bu zincirleri, Hz. Peygamber’in kaldırdığını dile getirmekte buna da başka bir ayette yine ısr ve zincirler tabir etmektedir.(A’râf7/157). İşte üzerinde durduğumuz ayet-i kerimedeki ısr da, yukarıdaki iki ayetten farklı değildir. Yahudi ve Hıristiyanlarda, kendilerinden olan peygamberlere bağlılıkları nedeniyle, sonraki peygambere iman etmelerini engelleyen içtimaî taassup söz konusudur. Bu nedenle Bakara 286’dakiısr, “elçiler arasında ayrım yapmayız” vurgusundan hemen sonra gelmiştir. Buradaki ısr, bireyin özgürce hareketini engelleyen, sonraki peygambere iman ve yardım etmesine mani olan ahittir. Kendisini değişim ve yeniliğe kapatmış toplumun bireye yüklediği ağırlıktır. Müminler, karşılaştıkları bu oluşsal ağırlığa karşı yardım talebinde bulunarak “Efendimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bir ağırlık (ısr) yükleme bize!” diye dua etmektedir.
“ÂDEM VE EŞİ”
GİBİ Bireyi topluma hapsedip onu içinde tutan, kavminden, kabilesinden ve aşiretinden bağımsız hareket ettirmeyen, onun takatini aşan ağırlık karşısında müminler imanlarını izhar ile dualarına şöyle devam ederler: “Efendimiz! Zorlanacağımız şeyler yükle(t)me bize! Affet bizi, bağışla bizi, merhamet et bize!” Bu, insanın aczini itiraf ile Allah’tan yardım talebidir. Bu, tıpkı Âdem ve eşinin “Kendimize (biz) zulmettik. Bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen hüsrana düşeriz” duası gibidir. (A’râf 7/23). Medine’deki müminler de hülasa olarak: “Rabbimiz! Bizi toplum zindanında bırakma. Yardımın olmazsa biz kendi başımıza muvaffak olamayız!” demektedir. Müminlerin dualarının içtimai olduğu, mahalle baskısına ve kör taassuba karşı yapıldığı, bu duanın sonundaki; Mevlâ, yardım, kâfir ve kavm kelimeleri ile de tefsir ve teyit edilmektedir: “Sen velimizsin: kâfir topluma karşı zafer ver bize!”
 SONUÇ
  Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Aslında, çok merhametli ve hep merhametli olan Allah’ın, kullarına takatlerini aşan şeyler teklif etmeyeceği ve kulları arasında ayrım yapmayacağı izahtan varestedir. O’nun öncekiler ve sonrakiler hakkındaki sünnetinin değişmeyeceği de bilinen bir husustur. Bu durumda, önceki toplumlara, zorluk açısından sonrakilerden ağır bir şey yüklenmiş olması düşünülemez. İnsanın takatini aşan ağır yük (ısr) de aslında şeri bir emir değildir. Allah’ın da, müminlerin kendilerinin de tercih etmediği bir yüktür. Mümin bireylerin özgür hareketini kısıtlayan, asabiyet kaynaklı içtimai bir boyunduruktur. Ayetten önceki içtimai ahkâm, ayetin başındaki oysa biz “elçiler arasında ayrım yapmayız” itirafı, daha sonra hatırlatılan “Herkesin lehine olan kendi yaptığı, aleyhine olan da (sadece) kendi yaptığıdır” şeklindeki ilke, bu ağır yükün kaynağını bize göstermektedir. Duanın sonundaki yardım ve kavim vurgusu da bu manayı teyit etmektedir. Kitap ehlinden diyalog(!) arayanların, bu ayetlerden alacakları bir şey yok mudur? İslam dünyasının virtlerinden birisi olan “amenrrsulü”nün, ümmet arasında, özgürlükleri kısıtlayan ve kör taassubu körükleyen; ırkçılık, ulusçuluk, mezhepçilik, cemaatçilik, grupçuluk ve kaderciliklerinden ıslah edeceği bir şeyler yok mudur

BİZLERİN SORUMLU OLDUĞU KİTAP, YALNIZ KUR’AN DEĞİL MİDİR? \ Haluk GÜMÜŞTABAK

BİZLERİN SORUMLU OLDUĞU KİTAP, YALNIZ KUR’AN DEĞİL MİDİR? \ Haluk GÜMÜŞTABAK ile ilgili görsel sonucu

BİZLERİN SORUMLU OLDUĞU KİTAP, YALNIZ KUR’AN DEĞİL MİDİR? \ Haluk GÜMÜŞTABAK

Günümüz İslam toplumunda, Kur’an’ın asla bahsetmediği öyle konuları İslam’ın içine sokmuşuz ki, adeta hak ile batıl ayırt edilemez olmuş. Sizce bizler imanımıza, yalnız Kur’an ile yön vermemiz gerekmez mi? Yoksa Kur’an bizlerin inancımızı yaşamamız adına, yeterli bir kitap değil mi? Bu soruyu sorduğumda, bazı arkadaşlarımız, elbette Kur’an bizler için yeterlidir. Çünkü Allah, biz kitapta hiçbir eksik bırakmadık, sakın Kur’an’ın sınırlarını aşmayın, yalnız onun ipine sarılın diye uyarıyor Allah diye cevap veriyorlar. Bazı kardeşlerimiz de, yalnız Kur’an ile İslam’ı yaşayamayız, çünkü Kur’an’da her bilgi yoktur, özet bilgiler vardır ve açıklanmamıştır, düşüncesini savunuyorlar.
Allah aklını kullan ey kulum, diye uyarır bizleri Kur’an’da. Aklını kullanmayanı da rezil bir hayat beklediğinin uyarısını yapar. Gelin Allah’ın bu uyarısından yola çıkarak, bu iki düşünce üzerinde birlikte düşünelim. Sizce Rabbimiz, bizlere bir rehber, gönül gözü ve eğriyi doğrudan ayıran bir NUR gönderdiğini söylüyor da, hadi bir benzerini getirin bakalım diye de meydan okuyorsa, sizce bizlerin din ve iman adına yaşayacakları her bilgi, detay Kur’an’da olmayabilir mi? Eğer Kur’an’da her bilgi yoksa bu bilgileri beşeri sözlerle, açıklamalarla anlayabiliyorsak, bu din yalnız Allah’ın dini diyemeyiz. Ama Allah hükmüme, hiç kimseyi ortak etmem demiyor muydu ayetinde?
Elbette bu mümkün değil. Çünkü bu konuda bizleri, ayetleriyle Allah sürekli uyarıyor ve sakın emin olmadığın bilginin ardına düşmeyin, hesabını sorarım dedikten sonra, 
SİZLERİ KUR’AN’DAN HESABA ÇEKECEĞİM DİYEREK, ASLINDA SON NOKTAYI KOYMUŞTUR. 
Bu ayete, uyarıya iman eden bir Müslüman, kendisine Kur’an’dan başka rehber, yol gösterici açıklayıcı kitaplar arayabilir mi? Karar sizlerin. İmtihan sizin imtihanınız.
Bizlere öyle yanlış bilgiler öğretilmiş ki, doğrusu yanlış bilginin yanlış olduğunu kanıtlamak, inanın neredeyse imkânsız olmuş. Çünkü Kur’an, Müslüman toplumlarda anlaşılması zor ve her bilginin olmadığı bir kitap ilan edilince, onun yerini alan kitaplar, İslam toplumunda hüküm sürer, kanun koyar olmuş. Yani Kur’an dışı bu bilgiler, hükümranlığını sürdürebilmek için, toplumda kendisine çok güçlü bir zırh hazırlamış. Bu zırhı delip, gerçekleri açığa çıkarana ne mutlu. Hatırlayınız Allah Araf 185. ayetinde, 
“O HALDE KUR’AN’DAN BAŞKA HANGİ SÖZE İNANACAKLAR”
 diye bizleri uyarıyorsa, sizce bizlerin Kur’an’dan başka sözlere inanmamız doğru olur mu?Ülkeleri yönetmek için çıkartılan kanunlar, asla anlaşılması zor değildir ve konu hakkında topluma bilgi verilir. Hatta o ülkedeki tüm halk, bu kanunları bilmek zorundadır ve ben bilmiyordum diyerek, kendisini kurtaramaz. İnsanların kendi toplumunu yönetmek için çıkardığı kanunlar, herkes tarafından bilinmesi gerekiyor ve anlaşılabilecek bir şekildeyse, nasıl olurda Allah katından indirilen bir kitap anlaşılması zor olur ve her bilgi detay olmaz. İnsanların çıkardığı kanunlarda elbette eksikler olabilir, gerekli detay verilmemiş de olabilir, ek kanunla düzenlenir. Hatta kanunları sen bilemeyebilirsin de, ama avukat tutarak kendini savunabilirsin. Lütfen unutmayalım imanımız, Kur’an ve Allah arasında hiç kimse yoktur, Allah aracı kabul etmez ve bizler imtihanımızdan kendimiz sorumluyuz. Orada avukatımız da olmayacak, çünkü herkes kendi hesabını vermekle meşgul olacak. Onun için İslam dininde ruhban sınıfı yoktur der Kur’an. Allah’ın kanunlarında asla eksik olmaz ve Allah’ın tüm kulları anlayacak şekilde ayetleri göndermiştir. Daha doğrusu yemin ederek, bu kitabı kolaylaştırdığını ve kulunun anlayabileceği birçok örneklerle izah edildiğini söylüyor. Allah dan ve onun kitabından başka hakemler, yol göstericiler aramayalım, yolumuzu şaşırırız.
Enam 114: ALLAH’TAN BAŞKA BİR HAKEM Mİ ARAYACAĞIM? 
HÂLBUKİ SİZE KİTABI AÇIK OLARAK İNDİREN O’DUR. 
Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Kur’ân’ın gerçekten Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. Sakın şüpheye düşenlerden olma! (Bayraktar Bayraklı meali)
Sizce hala bizler, Kur’an’ın yanında başka kaynaklardan da istifade etmeliyiz, yoksa Allah’ın emirlerini yerine getiremeyiz diyebilir miyiz? Eğer bunu söylüyorsak, inanın Kur’an’ı küçümsüyoruz, devre dışı bırakıyoruz demektir. Allah verdiği emri, nasıl olurda açıklamaz, daha sonra hesap sorar. Lütfen unutmayalım, Peygamberimiz ÜMMİYDİ, yani hiçbir Ehli kitaba tabi değildi. 
Daha açıkçası bakın Allah Şura suresi 52. ayetinde ne diyor elçisi için. 
”SEN, KİTAP NEDİR, İMAN NEDİR BİLMEZDİN” 
Bu ayetten de şunu anlıyoruz. Peygamberimiz din adına ne öğrendiyse,  Kur’an’dan öğrendi. Asla batıla sapmış ne Yahudilere, nede Hristiyanlara tabi olmadığı için, onların inançlarını da bilmiyordu.
Günümüzde İslam’ı, Kur’an merkezli yaşamayan, emin olamayacağımız rivayetlerle yaşamaya devam edenler, batıl inançlarını Kur’an’dan gösteremediklerinde, içlerine sinmiyor olsa gerek, işte bak Kur’an’da yazmıyor ama Tevrat’ta ve İncil’de yazıyor, diye örnek göstermekten çekinmiyorlar. Kur’an’da Allah Tevrat’a ve İncil’e inanmamız gerektiğini yazıyor, onun için bu kitaplarda yazanlardan da sorumluyuz diyerek, adeta Kur’an öteleniyor ve Kur’an’ın sınırları aşılıyor. 
SİZLERİ KUR’AN’DAN SORUMLU TUTUYORUM DİYEN 
ALLAH’IN HÜKMÜ, NE YAZIK Kİ GÖRMEZDEN GELİNİYOR, ÜSTÜ ÖRTÜLÜYOR. 
Gerçek Müslüman, Allah’ın bir ayetine muhalif bir söze, asla inanamaz. İnanıyorsa o iman kalbine, yerleşmemiş demektir.
Lütfen unutmayalım, bizlere peygamberimizin hadisleridir diye nakledilen tüm sözler, bir rivayete göre diye başlar ve bu bilgiler direk peygamberimizden bizlere hitap şeklinde olmayıp, ikinci ve üçüncü şahısların nakliyle anlatılır. Madem bu bilgiler olmasaydı namaz bile kılmazdık, Allah’ın elçisi neden bunları kendi sağlığında yazdırıp, tıpkı Kur’an gibi bizlere ulaştırmadı? Bu bilgiler, Allah’ın elçisinin ölümünden yüzlerce yıl sonra toplanmış ve yazılmış. Sizce Allah ve elçisi, bu bilgilerle İslam’ı yaşamamızı ister mi, onca tam tersi olan ayetler varken? Karar sizin.
Bizler batıl inançlarımızı aklamak adına, ne yazık ki Kur’an’dan işimize gelen kelimelere, istediğimiz anlamları vererek, nefsimize bu inançları kabul ettirmeye çalışıyoruz. Bunu elbette yapabiliriz ama Allah’a hesap veremeyiz, lütfen unutmayalım. Allah Kur’an’dan önce gönderdiği elçi ve kitapların geldiğine, bizlerin inanmasını ister Kur’an’da. Ama unutmayalım, o kitaplarda geçen hükümlere günümüzde iman edin demez. Demesi de mümkün değildir zaten. Devletlerinde çıkardığı kanunlarda, öyle değil midir? Yeni çıkan bir kanun, eskisinin yerini alır ve mahkemelerde asla eskisi geçerli değildir.
Günümüzde elimizde, Allah’ın indirdiği ne Tevrat var Ne de İncil. İncil in sayısını bilen yok. Bunlara nasıl olur da güveniriz ve örnek gösteririz. Gösteremeyeceğimize çok açık bir örnek hatırlatmak istiyorum Kur’an’dan sizlere. Allah daha önce gönderdiği kitaplardan bazı konuları, nesih ettiğini, kaldırdığını ve yerine yenisini gönderdiğini söyler. Tabi bunu neden yaptığını yalnız Allah bilir. Onun içindir ki, elimizde hiç değişmemiş, tahrif olmamış Tevrat ve İncil bile olsa, hangi hükümlerin nesih edildiğini, hükmünün kalktığını bizler bilemeyiz. Ondan dolayıdır ki, asla İnancımız adına, günümüzde ellerinde bulunan ve adına Tevrat ve İncil dedikleri kitaplardan, kesinlikle örnekler, deliller gösteremeyiz. Bunun nedeni, 
BİZLERİN YALNIZ KUR’AN’DAN SORUMLU OLMAMIZ VE YALNIZ KUR’AN’IN İPİNE SARILMA EMRİ ALMAMIZ DANDIR
Aslında işimiz çok kolay ama bizler ellerimizle zorlaştırıyor ve imtihanımızı bilinmeyenlerle yaşıyoruz. Sizce Allah açıkça bizleri sorumlu tuttuğu kitapta, yerine getirmemizi istediği konuları, gerektiği gibi açıklamayıp, daha sonrada bizleri sorumlu tutar mı? Allah Kur’an’da, namaz kıl emrini verecek ama nasıl kılınacağını açıklamayacak, oruç tut diyecek ama bilgi vermeyecek öylemi? Bunun olamayacağını düşünemeyene, ben hiçbir şey anlatamam, onun için daha fazla örnekler vermemin de hiçbir faydası olmayacaktır. Lütfen geleneksel fıkıh inancının, dine ilavelerini Kur’an’da aramayalım, bulamadığımızda da Kur’an’ı detaysız görmeyelim, büyük saygısızlık yapmış oluruz.
Allah sizlere yol gösterici bir rehber, gönül gözünüzü açacak bir nur indirdim diyorsa, bu nuru anlamak ve hayata geçirmek için, hiçbir bilgiye, kitaba ihtiyacımız olmadığını, lütfen artık fark edelim. Hesabın görüleceği O çetin gün, üzülenlerin safında olmak istemiyorsak, yalnız Allah’ı veli edinelim ve yalnız Allah’ı yaşamımızda hakem tutalım, onun dışında izlenecek yollar aramayalım, pişman oluruz.
Saygılarımla

Kader Konusunda Bazı Yanlış Anlamalar Osman_KARADENIZ





kader,Osmanlıda,kazâ-kader risâleleri ve Taşköprîzâde'nin 'Risâle fi'l-Kazâ ve'l-Kader' adlı arapça eseri-2...



AMENTÜ DUASI NEREDE GECİYOR VE KADERE İNANMAYANLARA NASIL VE NERDEN DELİL GÖSTERMELİ

Ä°lgili resim

AMENTÜ DUASI NEREDE GECİYOR VE KADERE İNANMAYANLARA 
NASIL VE NERDEN DELİL GÖSTERMELİ 

 “Amentü”, İslâm dininin iman esaslarını ana hatlarıyla ifade eden ıstılahtır / isimdir. Arapça'da “âmene” fiilinin müfredi / birinci tekil şahsı olan ve “inandım” mânasına gelen âmentü, Kur'an'da üç yerde, söz sahibinin imanını açıklarken kullandığı bir ifade olarak geçer. [Bkz. Yûnus suresi, 190; Yâsîn suresi, 36-25; Şûrâ suresi, 42/15] Şûra sûresinde doğrudan doğruya Rasûlullah Efendimize (s.a.v.) “âmentü” demesi emredilir. 
Buna daya­narak âmentünün Kur'an'da yer alan bir ıstılah (terim) olduğunu söylemek mümkündür.
“Âmentü billahi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusülihî ve'l-yevmi'l-âhiri ve bi'l kaderi hayrihî ve şerrihî mine'llâhi teâlâ; ve'l-ba'sü ba'de'l-mevti hakk eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûlüh”. Yani “Allah'a, meleklerine, kitaplarına, pey­gamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna iman ettim. Ölümden sonra diriliş gerçektir. Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in onun kulu ve rasûlü olduğu­na şahadet ederim.” terkibinde sıralanan ve “mü'menün bih” olarak da adlandırı­lan itikadî esasların hepsi “âmentü” kavramıyla/ismiyle ifade edilir.
Âmentü'de sıralanan ve Ehl-i Sünnet inancına bağlı herkesin kabul etmesi ge­reken bu iman esasları Kur'an'da çeşitli ifadelerle yer almıştır. Bir yerde mü’mi­nin vasıfları olarak Allah'a, âhiret günü­ne, meleklere, kitaba (Kur'an'a) ve pey­gamberlere iman şeklinde sıralanırken [Bkz. Bakara Suresi, 2/177] başka bir yerde mü’minlere; Allah'a, peygamberine (Hz. Muhammed'e s.a.v.), peygamberine indirdiği ki­taba (Kur'an'a) ve önceden indirdiği ki­taba iman etmeleri emredilir. [Bkz. Nisâ Suresi, 4/136] Buna karşılık Allah'ı, me­leklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr edenin koyu bir sapıklık içinde olduğu belirtilir. [Bkz. Nisâ Suresi, 4/136]
Bu âyetlerde değişik şekillerde sıralanan iman esasları; Allah'a, meleklere, kitap­lara, peygamberlere ve âhirete iman ol­mak üzere beş esasta toplanmış ve an’ânevî (ge­leneksel) âmentü metninde bulunan ka­der, yani hayır ve şerrin Allah'tan oldu­ğu inancı bunlar arasında zikredilmemiştir.
Âmentü’deki iman esaslarının sa­yısı ve muhtevası hadislerde de farklı­dır. Buhâri’nin rivayet ettiği Cibril hadisinde, “İman nedir?” sorusuna, “Allah'a, meleklerine, Allah'ın görüleceğine, pey­gamberlerine ve öldükten sonra diril­meye inanmandır.” [Buhârî, Sahih, İmân, 37] cevabı verilerek sayılan beş değişik esas arasında da kader zikredilmediği hal­de İbn Hanbel Müsned, I, 21;  Müslim,  Sahih, İmân, 1; Tirmizî, Sünen, İmân, 4; İbn Mâce, Sünen, Mukaddime, 9; Ebû Dâvûd, Sünen, Sünnet, 17;  Nesâî, Sünen, İmân, 4  rivayetlerinde “hayrı ve şerri ile birlikte kadere iman” esası diğerlerine ilâve olarak zikredilir. 
Tirmizî'nin diğer bir rivayetine göre Rasûlullah (s.a.v.), “âmentü” lafzıyla başlayan bir hadisinde [Fiten, 63] “Ben Al­lah'a, meleklerine, kitaplarına ve âhiret gönüne inandım.” demiştir. Bu hadiste de iman esaslarının yine beş noktada top­landığı ve Kur'an'da olduğu gibi burada da İman esaslarını formülleştiren “âmentü” metninden bir zikredilmediği görülür.
İman esaslarını “âmentü” terkibinde olduğu gibi topluca mevzu edinen bazı âyet ve hadislerde “kadere iman”ın yer almayışı, onun ilim, irâde, kudret ve tekvin sıfatları içinde mütalaa edilebi­len özelliğine bağlı olsa gerektir. Yoksa Mu'tezile'nin ve günümüzdeki bazı ilahiyatçıların iddia ettiği gibi İslâm'da kader inancı­nın bulunmayışından dolayı değildir. Ni­tekim özellikle “kader inancı” üzerinde duran başka âyet ve hadisler de vardır. 
Aslında İslâm ıstılâhında / literatüründe iman esasları; “Allah'a, peygambere ve âhiret gününe iman” şeklinde önce üç (el-usûlü's-selâse), sonra kelime-i şehâdette belirtildiği üzere Allah'a (c.c.) ve Hz. Muhammed'in (s.a.v.) peygamberliğine iman şek­linde iki, son olarak daAllah'a iman şek­linde (aslü'l-usûl) tek bir esasta özetlen­miştir.
Bu son yaklaşıma göre Peygamber'e iman, Allah'a imana ulaşmanın yo­lu, âhiret de Allah'ın fiillerinden biri olduğundan Allah'a iman edilince ötekiler kendiliğinden benimsenmiş olur. İş­te Rasûlullah (s.a.v.) imanı, “Allah'tan baş­ka ilâh olmadığını tasdik etmektir.” diye tarif ederken [Bkz. Müslim, Sahih, İmân, 33, Tirmizî, Sünen, İmân,  5] ve “Allah'tan başka ilâh yoktur, diyen Cennete girer” müjde­sini verirken [Bkz. Tirmizî, Sünen, İmân, 17] bu gerçeği ifade etmiştir.
Dini bilgilerin öğretilmesinde ilk sırayı alan ve ilk devirlerden beri öğretilegelen Ehl-i Sünnetin an’ânevî (geleneksel) itikad metni olan “âmentü”nün, başta Cibrîl hadisi ol­mak üzere, Rasûlullah’ın (s.a.v.) “İman ne­dir?” sorusuna verdiği değişik cevap­lardan [Bkz. Müsned, I, 19; Tirmizî, Sünen, Ka­der, 17; Ebû Dâvûd, Sünen, Sünnet, 34; İbn Mâce, Sünen, Mukaddime, 9] derlendiği anla­şılmaktadır. Zira Tirmizî'nin bir rivaye­tinde [Fiten, 63] yer almayan kısımlar Müslim'de [İmân, 46, 53] İbn Mâce'de [Mukaddime, 10] ve Tirmizi’nin başka bir rivayetinde[Kader, 10] aynı lafız­larla zikredilmektedir…
İbn Hacer ve Aynî'nin Cibril hadisine yaptıkları şerhler de bu görüşü teyit etmektedir [Bkz. Fethu'l-Bârî, I,  197; Umdetü'l-Kaarî, 1, 326, 335]Âmentü klişesine akaid kitapları içinde ilk defa İmâm-ı Âzam'ın el-Fıkhü'l-Ekber'ine rastlanır. [s. 1]
Daha sonra Hakîm es-Semerkandî es-Sevâdü'l-A'zam'da [s. 5] ve özellikle Ebü'l-Leys es-Semerkandî Beyânü Akîdeti'l-Usûl adlı eserinde iman esaslarını “âmentü” terkibinde özetlemiştir.
Müteahhirîn devirde Ubeydullah b. Muhammed es-Semerkandi’nin “âmentü”yü şerhederek [Bkz. el-Akîdetü’z-Zekiyye, vr. 2a vd] başlattı­ğı “âmentü şerhi” te’lif türü, kendisin­den sonra da devam etmiştir. Âmentü tâliminin / öğretiminin Mâtürîdîler arasında son derece yaygın olmasında, mevzuyla ilgili ilk eserleri Semerkandlı âlimlerin yaz­mış olmalarının tesiri büyüktür. [Bkz. Diyanet İslam Ansiklopedisi, Amentü md.]

Amentü Duası Kur'an'da Var mıdır? Burdur’dan okuyucumuz: “Amentü duâsı Kur’ân-ı Kerim’de var mıdır? Bütün şartlarını açıklar mısınız?” İmanın bölünmeyen altı esasının ve şehadet kelimesinin beyanını ihtivâ eden Âmentü cümlesi, hiç şüphesiz Kur’ân’dan ve hadislerden alınmıştır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği Kitab’a inanmakta sebat gösterin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz derin bir dalâlete düşmüştür.”1 
Bu âyette iman edilecek esaslardan beşini beyan eden Kur’ân-ı Kerim, kader konusuna da muhtelif âyetlerde önemle yer verir. Meselâ; “Âlemleri uyarmak üzere kuluna hakkı batıldan ayırt eden Furkan’ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin olan, çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı bulunmayan, her şeyi yaratıp bir ölçü ve kadere göre takdir eden Allah yüceler yücesidir”2 âyeti veya “Biz her şeyi bir kadere göre yarattık!”3 âyeti; ya da “Hazinesi bizim katımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir kadere göre indiririz”4 âyeti bunlardan yalnızca bir kaçı.

Bu altı iman esasının topluca beyanını hadislerde de görmekteyiz. Ömer b. Hattâb’ın (ra) rivayet ettiği meşhur Cibril hadisinde, Hazret-i Cebrail’in (as), “İman nedir?” sorusuna cevap veren Allah Resûlü (asm); “İman, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır” buyurmuştur.5 

Bediüzzaman Hazretlerine göre iman, altı rükünden çıkan öyle bir hakikattir ki, bölünme kabul etmez. Çünkü her bir iman rüknü, kendini ispat eden delilleriyle diğer iman rükünlerini de ispat eder. Her biri her birine büyük bir delil teşkil eder. Öyle ise, bütün iman rükünlerini bütün delilleriyle sarsmayan batıl bir fikir, tek bir rüknü de inkâr edemez.6 
Âmentü, âlimlerin altı iman esasını bir araya getirerek formüle ettiği bir iman cümlesidir. Bu cümlenin sonunda zikredilen şehâdet kelimesi ise, İslâmın şartlarındandır. Şehadet kelimesi hakkında Resûl-i Kibriya Efendimiz’in (asm) bir müjdesini hatırlamamızda fayda var. Enes b. Malik’in (ra) rivayetiyle Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Hiç kimse yoktur ki, kalbinden tasdik ederek Allah’tan başka İlâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet etsin de, Allah Teâlâ onu Cehennem ateşine haram kılmamış olsun!”7 
İman mevzuunda bir müjdeli hadisi daha gönüllerimize misafir edelim: Yine Enes (ra) rivayet eder: Allah Resulü (asm) şöyle buyurmuştur: “Lâ İlâhe İllallah deyip de kalbinde bir arpa ağırlığınca iman bulunan kimse Cehennem’den çıkacaktır! Lâ İlâhe İllallah deyip de kalbinde bir buğday ağırlığınca iman bulunan kimse Cehennem’den çıkacaktır! Lâ İlâhe İllallah deyip de kalbinde bir zerre ağırlığınca iman bulunan kimse Cehennem’den çıkacaktır!”8 
Konuya dayalı bu gün son müjdeli hadisimizi de Ebû Saîd el-Hudrî (ra) rivayet etmiştir: Resûlullah Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Ehl-i Cennet Cennete, Ehl-i Cehennem de Cehenneme girdikten sonra, Cenâb-ı Allah: ‘Kimin kalbinde bir hardal tanesi ağırlığınca iman varsa Cehennemden çıkarınız!’ diye ferman buyurur. Bunun üzerine, bu gibiler simsiyah kesilmiş oldukları halde çıkarılırlar, hayat nehri içine atılırlar. Orada, selde kalan yabanî reyhan tohumları gibi, sür’atle hayat bulurlar...”9 
Dipnotlar: 
1. Nisâ Sûresi, 4/136 
2. Furkan Sûresi, 25/1,2. 
3. Kamer Sûresi, 54/49. 
4. Hicr Sûresi, 15/21. 
5. R. Sâlihîn, 60. 
6. Asa-yı Musa (yeni tarz), s. 90. 
7. Buhârî, 1/105. 
8. Buhârî, 1/41. 

9. Buhârî, 1/21.
 Âmentü billahi ve melâiketihi ve kütübihî ve rusülihî ve’l yevmi’l-âhıri ve bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihi mine’llâhi teâlâ ve’l-ba’sü ba’de’l mevti hakk Eşhedü en lâ iâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlüh.
Ben Allahü Teâlâ’ya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere; hayır ve şerrin Allahü Teâlâ’nın yaratmasıyla olduğuna inandım. Öldükten sonra dirilmek de haktır. Ben şehadet ederim ki, Allâhü Telâ’dan başka ilâh yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed (s.a.v) Onun kulu ve peygamberidir. Amentü, Türkçe’de “inandım” demektir. İman esaslarını ifade için kullanılır.
Ayet ve hadislere dayanmaktadır. Cenâb-ı Allah şöyle buyurur:
“.. Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; ..” (Bakara, 177)
” Ey iman edenler, Allah’a, elçisine, elçisine indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve ahiret gününü inkar ederse, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır.” (Nisa, 136)
Ömer (r.a.)’den sahih senetle rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v), iman esaslarını altı madde hâlinde bildirmiştir. Cibrîl hadîsi diye meşhur olan bu hadise göre:
Cebrâîl (a.s.), Hz. Peygamber’in yanında ashabdan bir kısmının bulunduğu bir zamanda insan kılığında gelmiş ve Hz. Peygamber’in dizinin dibine oturarak İslâm, iman, ihsan ve kıyamet hakkında bilgi edinmek ve bunları ashaba öğretmek istemiştir. İmanla ilgili soruya Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir:
“İman, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, bir de hayrı ve şerri ile kadere inanmandır.”
Cebrâîl (a.s) de:
“Doğru söyledin” diye tasdik etmiştir.
Hz. Peygamberin bu ve benzeri hadislerinde, iman esaslarını altı madde halinde bildirmesiyle, iman esasları Âmentü dediğimiz cümlelerde altı madde halinde ifade edilmiştir. Ehl-i Sünnet mensuplarınca ondört asırdır bu maddeler iman esasları olarak kabul edilmiş ve bu hususta icmâ-ı ümmet tahakkuk etmiştir.
Her ne kadar iman esaslarını bildiren ayetlerde kadere imân zikredilmemişse de kadere ve kazaya imân, Allah Teâlâ’nın ilim, irâde, kudret ve tekvin sıfatlarına inanmanın gereğidir. Bu sıfatlara inanma zarureti olduğu gibi bu sıfatlara iman da kaza ve kadere inanmayı gerekli kılar. Kaza ve kadere inanmak demek, iyi kötü, hayır fer, acı tatil her şeyin Allah’ın bilmesi, dilemesi, takdiri ve yaratmasıyla olduğuna inanmaktır. Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’de mevcut bir takım ayetler kadere inanmamızı istemektedir. 
Meselâ:
“Şüphesiz biz, her şeyi bir takdir ile (kaderle, bir ölçüye göre) yarattık” (el-Kamer, 54/49),
“O (Allah), her şeyi yaratıp ona bir nizam vermiş “mahlûkâtın mukadderatını tayin etmiştir.” (el-Furkan, 25/2). gibi ayetler bunlardandır. Kaza ve kadere imanla ilgili ayet ve hadisler birbirini teyid ederek kesinlik ifade eder.
Bir insanın mümin sayılabilmesi, önce Allah’ın varlığına ve birliğine inanmasıyla gerçekleşir. Kısaca “La ilâhe illallah Muhammedün Resulullah” kelime-i tevhidini diliyle söyleyip kalbiyle buna inanan İslâm’a ilk adımını atmış olur. Ancak hemen belirtelim ki bu cümle ile bütün iman esasları özlü ve toplu bir şekilde ifade edilmiş olur. Allah’ı yegane ilâh tanıyan ve Hz. Muhammed’i O’nun elçisi (peygamberi) kabul eden kişi, Hz. Muhammed’in Allah tarafından getirdiği hükümlerin ve esasların tamamını toptan kabullenmiş ve benimsemiş demektir.
Mümin sayılabilmek için sadece Allah’a inanmak yetmiyor. Âmentü esasları dediğimiz imanın şartlarına yani Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayır ve şer her şeyin Allah’ın dilemesi ve yaratmasıyla olduğuna inanmak icab ediyor. Hatta bunlar da yeterli olmayıp; bunlarla beraber Kur’an ve mütevâtir hadislerle bildirilen ve halkın, derin bir tefekkür ve muhâkemeye ihtiyaç duymadan bilebileceği dînî hükümlere de inanmak ve uygulanmasını istemek zarûreti vardır. 
Meselâ, beş vakit namazın farz olduğuna, rekatlarının belli sayıda olduğuna, Ramazan orucunun, zekâtın, gücü yetene hac etmenin farz olduğuna; haksız yere insan öldürmenin, şarap içmenin, ana-babaya asî olmanın, hırsızlık ve zina etmenin faiz ve yetim malı yemenin, vb. haram olduğuna inanmak şarttır…
İman bir bütün olup bölünme kabul etmediğinden, mümin sayılabilmek için bütün bu saydıklarımıza topluca ve herbirine ayrı ayrı inanma ve yeryüzünde bu hükümlerle hükmetmenin gereğini kabul etme mecburiyeti vardır. Bu, inanılması zarûrî hususlardan birinin inkârı, tamamını inkâr sayılmaktadır ve kâfir olmaya sebeptir. Hiç kimseye, imân konuları arasında bazılarına inanmak ve bazılarını reddetmek hakkı tanınmamıştır. ‘Biz bazılarına inanırız, bazılarına inanmayız’ demek küfürdür. (el-Bakara, 2/85; en-Nisâ, 4/150-151).
Âmentü esaslarının mana ve mahiyeti hakkında özetle şunları söylememiz mümkündür:
1) Allah’a inanmanın manası şudur; Allah’ın var olduğuna; birliğine, eşi, dengi, benzeri olmadığına; yegane yaratıcı olduğuna; O’ndan başka bir ilâh bulunmadığına; Allah’ın Kur’ân’da bildirilen yüce sıfatlarına, her türlü kemâl sıfatlarla muttasıf her türlü eksikliklerden uzak olduğuna; oğlu, kızı bulunmadığına; hiçbir şeye muhtaç olmadığına… vb. inanmak,
2) Allah’ın gözle görülmeyen nurânî ve ruhânî yaratıkları olan meleklerin varlığına inanmak,
3) Allah’ın, insanlar arasından, kendisiyle kulları arasında elçilik yapan peygamberler seçtiğine ve bunlardan ismi Kur’an’da bildirilenlerin tek tek peygamberliğine inanmak,
4) Allah’ın, peygamberlerden bazılarına kitaplar indirdiğine, bunlardan özellikle Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirilen Kur’an’a ve Kur’an’da zikredildiği üzere Hz. Musâ’ya indirilen Tevrat’a, Hz. Dâvûd’a indirilen Zebur’a, Hz. İsâ’ya indirilen İncil’e inanmak,
5) Ahiret gününe, kıyametin kopacağına, dünya hayatının son bulacağına, herkesin öleceğine ve tekrar diriltileceğine; hesaba, Sırata, Mizâna, Cennet’e, Cehennem’e… vb. inanmak,
6) Kadere, hayır ve şer her şeyin Allah’ın dilemesi ve yaratmasıyla olduğuna inanmak gerekmektedir. Mümin sayılabilmek için bunlara toptan inanma gereği olduğu gibi, her birine ayrı ayrı inanmak da zarurîdir. Bunlardan ve zarurât-ı dîniyye (kesin dini emir ve yasaklar)dan herbirine inanmak gerekir. Bunlardan birini inkâr, tamamını inkâr sayıldığından, küfürdür. Zira imanda bölünme olmaz. “Kalbinde arpa (zerre) ağırlığınca iman olduğu hâlde “Lâ ilâhe illallah” diyen Cehennem ateşinden çıkar (Cennet’e girer)” (Buhârî, Tevhîd, 19; Müslim, İmân, 316, 325, 326; Nesâî, İmân, 18; Tirmizî, Birr, 61) hadisinin anlamı şudur: Cidden az bir imana sahip kimse Cehennem’de ebedî kalmaz. Cezasını çektikten sonra Cehennem’den çıkarılır, Cennet’e sokulur. Burada “az bir imanı olan” demek, “inanılması gerekenlerden bazılarına inanan, bazılarına inanmayan” demek değildir. İman bir bütün olduğundan, bu küfürdür. Müminler, iman esaslarına inanma açısından eşittirler. Ancak, imanlarının kuvvetli ve zayıf oluşları açısından farklıdırlar. Bir de İslâm’ın emirlerinin yerine getirilmesi açısından farklıdırlar. “Kalbinde en küçük iman bulunan”dan maksat, zayıf bir imana sahip olup amellerde kusur eden demektir. Helâl saymaksızın bazı haramları işleyen, farzları terk edenler cezalarını çektikten sonra Cennet’e gireceklerdir. (el-Aynî, Umdetu’l-Kârî, Beyrut, (t.y), I, 168, 172, 173).
Şunu da belirtmek gerekir ki; bu ve benzeri hadislere bakıp da gayr-i müslimlerin (Ehl-i Kitâb’ın) Cennet’e gireceğini sanmak imkânsızdır. Çünkü -Allah Kur’an-ı Kerîm’de onların kâfir olduğunu açıkça bildirmiştir. (Mâide, 5/17, 72-73; Nisâ, 4/151-152). Cennet’i hak etmenin ilk şartı imandır. İman da, önce Allah’a Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanmak ve bütün Kur’anî hükümlerin hiçbirin ihmâl etmeden, eksiksiz olarak toplumda uygulanmasını istemekle gerçekleşir.
Kaynaklar
1) Amentü, Mehmed BULUT, Şâmil İslam Ansiklopedisi
2) Muhtasar İlmihal, Hasan Arıkan
3) İslami City
4) Hakikat Kitabevi

Bu duayı iman edilmesi gereken şartları sıralarken kullanıyoruz...

Lakin biraz araştırdığımızda Kuran'da Amentü duasının tam olarak böyle geçmediğini de görüyoruz...

Nette arama motoruna, Amentü süresi hangi ayetlerde geçiyor diye yazıldığında, bütün siteler de, hemen hemen aynı bilgi yazar... Ayetleri sıralar...

Oysa; bahsedilen ayetlere bakıldığında, inanca dikkat çekse de içeriği amentü duası değildir....
Dini inanç bazında kim ne söylerse söylesin, yapılması gereken, Kuran'ın saifelerini açıp, karşılaştırma yapmaktır... Hazıra konulan iman, yanlış bilgilerle kişiyi donatır...
Eğer söylenilen, Kuran anlatımına, ayetine ters düşüyorsa kabul edilemez... Bunu sonradan türemiş hadislerle kanıtlamaya çalışsalar da, kuran ayetleri hadislere değil, hadisler kurana uymalıdır...

Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlerine inanmak kısmı zaten, Kuran'ın baştan sona anlattığı bir iman desturudur.. Bu kısımlarına yürekten amentü ediyoruz...

Bence Kuran'ın hiç bir yerinde rastlanamayacak olan ''Hayrıhi ve şerrihi'' kısmıdır... 
Bu hazır mantık kader anlayışına sığar.. Bu da Kuran'ın kişi yaptığının karşılığını görecek yaklaşımına ters düşer..
Kader vardır, inanılmayan kader değil, kader anlayışı... 
Yani Allah yazdı, hayırda ondan, şerde ondan ne yapabiliriz mantığıyla beyinsiz bir yaşam, Kuran'a yaklaşmayan tutumdur.. Amentünün Hayrihi ve şerrrihi kısmı Kuran'da geçmez..
Bu kısmı kaderi inkara getirenler, neye göre suçlamalarda bulunuyor bilemiyorum ama Kuranda buyruk olarak geçmeyen bir sözü, zorla empoze etmelerine, dini anlamadan, araştırmadan, kulaktan dolma anlayışla yaşamaktan da bıktık... 

Müslüman üreten, düşünen demek... 

Bir yerde gerçek olan “sureler” her bir surenin bir cümlesi olan “ayetler.” 

Gerçekten de temel olması, esas alınması gereken “sureler” var iken, temele uymayabilecek duaların da “sure” imişçesine hafızalara kazınmış olması ve hatta surelerden öne çıkarılması, din adına belli kişilerin hâkimiyet kurmak istemelerinden başka bir şey değil. 

İnsanın başına gelecek veya getirilecek her türlü bela ve felakete kaderdenmiş, yaşanması gereken “şerler/felaketler”miş gibi bir anlayışla bakmak, çoğu zaman da “Ne yapalım, kaderi böyleymiş. Hayır da, şer de Allah’tan” diyerek teslimiyete bürünerek mücadeleden kaçmanın veya başkalarının yaptıklarının yanlarına kalmasına gerekçe bulmanın, boyun eğmenin sadece tesellisi olabilir.

Kadere inanmak ayrı şey, her belanın, her felaketin kaderden sayılması daha farklı bir şey. Hiçbir tedbir almadan, mücadele vermeden gelebilecek felaketlere “kader” dememek lazım. İnsan gücünü aşna felaketler kaderden olabilir. Özellikle insan marifetiyle yaratılan bela ve felaketler nasıl kaderden olur?
Gül Hanımın bu düşüncesine ve anlayışına ben de katılıyorum.

Ne kadar araştırma ve bilinçli olursa insan, toplumun iliğine kadar işlenmiş bu yanlışlıklar, o denli temizlenir..

Kader bahsi, gündemde en çok tartışılan bir konu.. Aslında anlaşılması o kadar da güç değil ama birilerinin böyle anlayış ardına saklanıp bunu kader kılıfına sığdırmak, kolaylarına geliyor...



YEZİD HAZRETİ.HASAN'I ÖLDÜRDÜKTEN VE KAFASININ KESEREK BAĞDAT SOKAKLARINDA DOLAŞTIRDIKTAN SONRA SÖYLEDİĞİ SÖZ 
""HAYIRDA ŞERDE KADER DEMEK ALLAHIN SÖZÜDÜR"" 
DİYEREK KENDİSİNİ HAKLI GÖSTERMEYE ÇALIŞMIŞTIR
Üstelik, hayır ve şer Allah'tandır mantığı, 
Kerbela'da Hazreti Hüseyin'i şehit eden Yezit tarafından da dillendirilmiştir... 
Yezit, Hazreti Hüzeyin'i şehit ettikten sonra, 
''Allah yazmasaydı bu olmazdı, 
Allah yazdı ki gerçekleşti diyerek kendini aklama, etrafını kandırma politikası içine girmiş, bu hadiseyi, hayır ver şer Allahtan, kader yazıldı gibi kılıfa sığdırmıştır...

Oysa kişi yaptığı ile sorumludur... Allah kuluna akıl, irade, seçme hakkı tanımıştır..
Kader hadisesini bir seneryoya benzetirsek; Benim bir yönetmen, aynı zamanda senarist olduğumu düşünelim... Bir oyun yazıyorum, ayrıca yönetiyorum.. İki oyuncu geldi ve ben birine kapıdan girip, yaralı kediye yardım etmesini söylüyorum, diğerine içeri girince kasadaki paraları almasını söyleyip, çekime başlıyorum... Bu iki oyuncu da benim söylediklerimi yerine getiriyorlar.. Çekim bittikten sonra, kediye yardım edeni ödüllendirip, kasadaki paraları çalanı da polisleri çağırarak, hapse attırırsam, oyunculardan madur olanı bana sormazmı, sen yazdın biz oynadık... Suçum ne..? İşte kader bahsinde de, toplumun inancı buna benziyor.. Oysa Allah doğru yolu, güzeli söyler fakat seçimi, aklında, iradenle tercihine bırakıyor... Aksi olsaydı, Allah yazdı neyse o mantığı, bu piyes oyununa benzerdi ki bu birilerine adaletsizlik olurdu... Öncelikle, yazdığınız yoruma yürekten teşekkür ediyorum Altay hocam.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...