10 Mayıs 2017

AYIN YARILMASI (ŞAKKUL KAMER) DİYE BİR MUCİZE VAR MIDIR ?


AYIN YARILMASI (ŞAKKUL KAMER) DİYE BİR MUCİZE VAR MIDIR ?

Bu yazılarla amaçladığımız iki temel hedef vardır, îlki, Kur’an’ın bu tür ayetlerim vüsatimiz oranında irdeleyerek, Kur’an’ın kendi özüne uygun şekilde anlaşılmasına katkıda bulunmak; ikincisi de Hz. Peygamber’e isnad edilen bir mucize de olsa, tarihi olayların gerçekliğini sorgulamaktır.
Eldeki mushafta 54., Hz. Osman Mushafında ise 37. sırada olan 55 ayetlik Mekkî Kamer suresinin ilk ayetinde “…inşakkal kamer” (ay yarıldı) şeklinde bir ifade bulunduğu için, bu, Hz. Peygamber zamanında ayın bir mucize olarak ikiye yarıldığı ve sonra yeniden birleştiği, bir takım ulema ve ravilerce anlatılagelmiş, buna ayın yarılması (şakkul kamer) mucizcsi denmiştir. Sahih bir islam tarihi yazımına olan ihtiyaç bu tür rivayetleri okudukça bir kez daha kendisini hissettiriyor.
Bu yazıda, Kamer suresinin bu ayetinin gerçek anlamının ne olduğunu ve olabileceğim izaha çalışaca­ğız. Ay yarılması denen sözde mucizenin gerçek olup olmadığı hakkında akla takılan sorulara yer vereceğiz.
OLAY NASIL OLDU
Hz. Peygamber zamanında hicretten beş sene evvel Mekke’de bir akşam vakti dolunay halindeki ayın ikiye bölündüğü rivayeti Buhari, Müslim, Tirmizi, Ahmed b. Hanbcl, Ebu Davud, Beyhaki ve daha bir çok kaynak tarafından nakledilmiştir. Olayın sahabe arasındaki ravileri ise Enes b. Malik, Abdullah b. Mesud, Abdullah b. Ömer, Cübeyr b. Mut’im, Ab­dullah b. Abbas veHz. Ali’dir.
Tefsir kitaplarına baktığınızda Hadis kitaplarından esinlenerek -aslında buna, hadis kitaplarının manyetik etkisi altında kalarak desek daha doğru olur-ilgili ayetin aynı şekilde, ayın gerçek anlamda yarıldığına delalet ediyor tarzında yorumlandığını görürsü­nüz.
Tüm bu klasik eserlerde ortak olan bir tarafı varsa o da “gerçekten ayın ikiye bölündüğünün” anlatılması­dır. Tüm diğer hadis kitaplarındaki rivayetlerin de özeti mahiyetindc olduğu için biz Buhari’nin konuyla ilgili olarak Kitabı’na aldığı rivayetleri ele aldık, bera­ber okuyalım:
1 – “Müsedded …İbni Mesud’tan: Dedi ki (İbni Mes’ud), Rasulullah zamanında ay iki parçaya ayrıldı. Bir parça dağın üst tarafında, bir kısmı da diğer tarafında idi. Rasulullah ‘şahid olunuz’ dedi.”
2 – “Ali (îbni Abdillah) …Abdullah’dan (İbni Mcs’ud olmalı): Biz Rasulullahla beraberdik, ay yarıl­dı ve iki parça oldu. Bize ‘şahid olun’ buyurdu.”
3 – “Yahya b. Bükeyr …İbni Abbas’dan: Ay Rasu­lullah zamanında yarıldı.”
4 – “Abdullah b. Muhammcd …Enes’den: Ay iki fırkaya ayrıldı.”(l)
Buharinin hadislerinin hepsi bu kadar.
Olayın hicretten beş sene önce gerçekleştiği, yu­karıda Abdullah b. Muhammed’in Enes’den yaptığı rivayete göre, [private] müşriklerin Hz. Peygamber’den mucize istedikleri, bunun üzcrine gerçekleştiği, diğer rivayet­lerde ise böyle bir talebin bulunmadığı anlaşılıyor. Yine bazı rivayetlerde olayın Mina’da gerçekleştiği, ayrıca Müslim’in İbni Mes’ud’dan ve Ahmed’in Enes’den yaptığı rivayetlere göre de iki defa bölünme olayının olduğu bildirilmektedir.
Yine bu rivayetlere bakılırsa, ay yarıldığında müşrikler, “bu İbni Ebi Kebşe’nin (Peygamberimiz kastediliyor) büyüsüdür” demişler. Sonra, Muhammed bizi büyülese dahi tüm insanları büyüleyemez ya, dışa­rıdan gelenleri bekleyelim ve bir de onlara soralım de­mişler, seferden gelenler olayı doğrulamışlar. (3)
İbni Kesir de ayın yarılmasının şimşek çakar gibi çok ani bir süratte olduğu ve hemen geri kapandığı gö­rüşündedir.
OLAYIN KRİTİĞİ
1 – Kur’anî Bakış
Kamer süresi de diğer Mekkî sureler gibi ahiret hayatına dikkatleri çeken, ahirete imanın önemini vur­gulayan bir suredir. Allahu Teala kıyametin yaklaştığını ihbardan sonra, Kur’an’ın bir öğüt kitabı olduğunu vurguluyor. Sonra Nuh, Ad, Semüd, Lut, Firavun kavimlerinin başlarına gelen olaylar, onlara yapılan çağrıya rağmen öğüt dinlemeyip azgınlıklarına devam et­meleri ve sonuçta uğradıkları azaplar anlatılmakta ve nihayet Mekke müşriklerine söz getirilerek şöyle de­nilmektedir:
“Şimdi sizin kafirleriniz onlardan daha mı iyidirler? Yoksa kitaplarda sizin için bir beraat mi vardır? Yoksa ‘biz birbirimize yardım eden bir topluluğuz’ mu diyorlar?” (5)
İşle surenin genel karakteristiği budur. Şimdi de konumuz olan, surenin ilk ayetlerini okuyalım:
“Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı. Onlar ne zaman bir mucize (ayet) görseler ‘eskiden beri devam edegelen bir büyüdür’ derler. Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular. Halbuki her işin bir gayesi (durma yeri) vardır. Andolsun onlara kötülükten önleyecek nice haberler gelmiştir. Bunlar, gayesine ulaşan birer hikmettir. Fakat peygamberlerin uyarıları fayda vermiyor. Çağıranın görülmemiş, tanınmamış bir şeye çağır­dığı gün sen de onlardan yüz çcvir.” (Kamer- 1-6. ay­etler)
Görüldüğü üzere surenin bu ilk ayellerindc, insanlara kıyametin yaklaştığı, bir gün hesaplaşma anı­nın geleceği hatırlatılmaktadır. Sure, ilk olarak “kıya­metyaklaştı ve ay yarıldı” sözüyle başlıyor. Burada ilk olarak, kıyametin yaklaştığının ihtar edildiği kesin­dir, bunda şüphe yoktur. Fakat ayetin ikinci kısmı, yani “ay yarıldı” (inşakkal kamer) ifadesine gelince işte olayın yanlış anlaşılması buradan itibaren başlıy­or. Lakin bu meseleyi Kur’an’a bütüncül bir şekilde baklığımızda anlamakta hiç bir güçlük çekmeyiz.
Kuran’da “yarıldı” ve benzerî ifadeler:
Kamer surcsinin bu ilk ayeti, yani “ay yarıldı” ifadesi esasen Kur’an’daki benzerlerinden birisidir. Bil­hassa kıyamet sahnelerim tasvir eden, ahiret ahvalin­den bahseden surelerde ve ayetlerde, bu şekilde “gök yarıldı” “yer yarıldı” gibi deyimler kullanılmıştır. Biz şimdi bu ayetlerden bazılarını okuyucunun dikkatine sunacağız:
l- “O gün gökyüzü beyaz bulutlar halinde yarılıp melekler bölük bölük indirilirler.”(6)
2 – “Gök yarılıp da erimiş yar gibi kıpkırmızı bir gül olduğu zaman”(7)
3 – “Gök de yarılmış, çatlamıştır.” (8)
4 – “Gök yarıldığı zaman“(9)
Bu ayetlerin hepsinde de “yarılma” olarak tercü­me edilen fiiller ş-a-k-k-a fiilinin türevleridir ve hepsi de mazî sîgasıyla kullanılmıştır. Yani hepsi de gele­cekte, kıyametin kopması anında vuku bulacak hadise­leri bildirmesinc rağmen, hep mazi (geçmiş) sigasıyla anlatılmıştır. Ama bu ayetler nasıl “yarılacak”, (“o gün) yarılır” gibi tercüme ediliyorsa, Kamer suresinin ilk ayetinin de bu şekilde tercüme edilmesi olanaksız değildir ve tercüme edilmese de biz o anlama geldiğini bilmeliyiz.
5- “Bundan dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer varılacak, dağlar yıkılıp dağılacaktır. (10)
Bu ayet, hristiyanların “Rahman çocuk edindi” diye iftira etmeleri üzerine inmiştir.
6 – “Sonra toprağı bir yarışla yardık.“(l1)
7 – “O gün yer yarılır, onlar kabirlerinden dışarı çıkarlar…(12)
8- “…öylesi (taşlar)da var ki çatlar da onlardan su fışkırır.”
Yukarıda dediğimiz gibi, bizzat ‘ş-a-k-k-a” türev­li fiillerin kullanıldığı bu ayetlerin dışında), anlam ola­rak yine aynı, yani “yarılma” olayından bahseden, değişik kelime ve fiiller Kur’an’ın Mekki ayctlerinde kullanılmaktadır. Bunlardan birisi Müzemmmil suresi­nin (ki ilk inen surelerdendir) 18. ayetinde geçen “münfetir” kelimesidir: “Gök kubbe yarıldığı zaman” Bir diğeri ise Nebe suresinin 19. ayetindeki “fütiha” kelimesidir: “O gün gök yüzü açılır…”
Daha bu ayetlerin dışında, Mekke’de nazil olup, kıyametin kopuşu ve ahiret ahvalini tasvir eden sure­lerde böyle, alışılmışın dışında olayların cereyan ede­ceği çok sık bir şekilde vurgulanmaktadır.
“Yer yarıldığı (zaman) (13);
“Güneş katlanıp durüldügünde, yıldızlar kararıp döküldüğünde, dağlar sallanıp yürütüldüğündc… denizler kaynatıldığında…”(14) gibi ay­etler sözünü ettiğimiz tasvir ayetlerinden sadece bir kaçıdır.
Şimdi Kamer suresinin ilgili ayetini bu ayetlerden ayırmaya imkan var mıdır? “Ay yarıldı” ayetinin, bu yukarıdan beri sıraladığımız ayetlerden hiç bir farkı yoktur anlam itibariyle. Yani o da kıyametin -tıpkı se­manın yarılmasından bahsedildiği gibi, dağların atılmasından denizlerin kaynatılmasından ilh. söz edildiği gibi- ayın da yarılacağı bildiriliyor…
Kur’an’ın anlattığına göre kıyamet denen olayın normalin ötesinde bir hadise olacağı anlaşılıyor. Ama insanoğlunun tecrübe edemediği ve mahiyeti hakkında şimdilik fazla bir bilgi sahibi olmadığı bu sahnenin bir parçası olan ay yarılmasının da nasıl vuku bulacağı hakkında bir şey dememiz zordur, yazımızın konusu da bu değildir zaten.
Konuyla ilgili olarak önemle altını çizmemiz ge­reken husus, Sayın Süleyman ATEŞ’in isabetli tesbitinde olduğu gibi (15), Kur’an-ı Kerim’de gelecekle il­gili haberlerin geçmiş (mazî) sigasiyle bildirilmesidir. Buna Nahl suresinin l. ayetini örnek vermektedir sayın Ateş: “Allah’ın emri gelmiştir…”
“Kıyamet yaklaştı ay yarıldı”nın anlamı da “Kı­yamet yaklaştı o gün ay yarılacaktır” anlamındadır. Yani ayın yarılması, vukubulmuş bir olay değildir. Belki vuku bulacaktır. Araf suresinin 44-50. ayctilerinde Cennet ehli ile Cehennem ehlinin ahiretteki ahvali anlatılıyor. Bu olaylar hep, “nida ettiler”, “bulduk (derler)”, “buldunuzmu” gibi mazî sîgasındaki sözcüklerle anlatılmaktadır. Oysa anlatılanların ahiretle yani gelecekte gerçekleşeceği apaçıktır.
Öte yandan Nesefî ve Hasan Basrî’nin ay yarılmasının “gelecekte gerçekleşeceği” görüşünde oldukları da bildirilmiştir. (16)
Ayın Yarılması Diye Bir Mucize Yoktur
Kur’an-ı Kerim, Peygamberimizc, bilinen anlam­da herhangi bir mucizenin verildiğini bildirmez. Bila­kis Peygamberimize mucize verilmediğini -gerekçeleriyle- ifade eder. Zaten eğer Peygamberimize mucize verilmiş olsaydı bu açık açık anlatılırdı. Ayın yarılması gerçek olsaydı bunun da açıkça bildirilmcsi, belki de -Süleyman Ateş’in dediği gibi -Kamer suresindcn sonra inen surelerde bu olaya değinilmesi gerekirdi.
Kur’an İsra suresinin 90-95. ayetlerindc, müşrik­lerin, Allah Rasulündcn mucize istediklerini fakat bu isteklerinin verilmediğini açık açık bildirmektedir. Bu ayetlerde müşriklerin Hz. Peygamberden, (a) yerden bir kaynak fışkırtmasını, (b) yahut hurma ve üzümler­den oluşan bir bahçe edinmesini, (c) yahut üzerlerine gökten parçalar yağdırmasını, (d) Allah’ı ve melekleri şahitler getirmesini, (e) yahut altından bir ev edinmesi­ni, (f) veya göğe çıkmasını, gökten bir kitap getirmesini talep ettiklerini, aksi taktirde O’na inanmayacaklarını söylediklerini bildirmeklcdir.(17) Netice itibariyle bu saçma isleklerindcn hiç birisi onlar için yerine geti­rilmemiştir. ,
Yine İsra suresinin 59. ayetinde Allahu Teala, mucize vermeyişinin sebebini, önceki kavimlerin ya­lanlamaları olarak gerekçelendirmekledir. Yani Allah mucize verdiğinde buna inanmaları gerekir, inanmazlarsa azabı hak edecekleri için Allah bu ahmak insanlara mucize göndermemiştir.(18)
Aynı olguya değinen bir ayet de şudur: “Eğer kendilerine bir mucize ge­lirse ona mutlaka inanacaklarına dair olanca güçle­riyle Allah adına and içtiler. De ki, Mucizeler ancak Allah tarafındandır. Ama mucize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?(19)
Kamer suresindcn çok sonra inen bu En’am sure­sinin 33, 34, 35 ve devamındaki ayetlerde Allahu Teala Peygamberini teselli ediyor. 33. ayette de, ev­velki peygamberlerin de yalanlandığını ama sabrettik­lerini bildiriyor. 35. ayette ise aynen şöyle buyuruyor:
“Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, yapabilirsen yerin içine inebileceğin bir tünel, ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki onlara bir mucize getîresin! Allah dileseydi elbette onları hidayet üzerinde toplayıp birleştirirdi. O halde sakın cahillerden olma!”
Görüldüğü üzere Allah inkarcılara, onlara veril­miş mucizelerden bahsetmiyor. Peygambere, davasını sabırla anlatmaya devam etmesini salık veriyor. Diğer yandan “biz onlara ayı ikiye böldük, yine inanmadılar” da diyebilirdi. Ama böyle bir ifade de yok!
Bu ayetlerden anladığımız şudur. Allahu Teala İslam’ın insanlar tarafından akılları hayrette bırakan bazı olağanüstü vakalar karşısında değil, aklı selim ile, hür irade ile kabul edilmesini istemiştir. Nitekim öyle de olmuştur. Her ne kadar insanlar Mekke’de 13 yıl kadar İslam’ı kabul etmemek için olanca inatlarını ve diretmelerini ortaya koymuşlarsa da aradan kırk yıl geçmeden tüm Arap Yarımadası İslamlaşmıştı.
Ayın yarılmasının müşriklerin Rasulullah’dan mucize istemeleri üzerine gerçeklcştiğine dair güveni­lir bir rivayet yoktur. Mevdudi bunun sadece İbni Abbas tarafından rivayet edildiğini söylüyorsa da (20), yazımızın baş tarafında kaydettiğimiz Buhari hadislerindcn Enes rivayetinde de olayın müşriklerin mucize isleklerinden sonra vuku bulduğu anlatılıyordu.
Oysa böyle bir olay gerçekleşmemiştir. Kamer suresinin bu ilk ayeti kıyametin yaklaştığını ihtar et­mekten başka bir anlamda değildir.
2 – Rivayetlere Göre Şakk-ı Kamer:
Kur’an’ı yine Kur’an’la anlamak şarttır. Kur’an’ı en iyi tefsir eden yine Kur’an’dır. Kur’an’a göre. Bunu hiçe sayan ulema kesimi her konuda olduğu gibi “ayın yarılması mucizesi”(!)nde de önümüze bir yığın kîl ü kal çıkartıp Kur’an’a rağmen bir efsanenin kabulünü müslüman halka dayatmaktadırlar. Gerek Arapça gerekse Türkçe tefsirler içerisinde sayın Süleyman Ates’den başka olayın kritiğini yapan birine rastlama­dık. Bu da bize “bilimsel statükoculuk” diye bir kav­ram ilham etti…
Kur’an’dan sonra en sahîh kitap (!) diye lanse edi­len Buhari ve sair hadis kolleksiyonlarında ayın Rasulullah zamanında yarıldığına ilişkin bir yığın hadis bu­lunmaktadır. Her ne kadar, merhum Seyyid Kutup gibi bir müellif de olayın tevalüren (!) nakledildiğini yaz­mışsa da, tevatürle hiç bir suretle ilgisi yoktur. Çünkü yazının baş tarafında da belirttiğimiz gibi bu olay en nihayetinde 5-6 tane sahabe tarafından (İbni Mes’ud, İbni Ömer, Enes, İbni Abbas, Cübeyr, Ali) rivayet edilmektedir ve sonuç itibariyle ahad haberdir. Ahad haberle tevatür olmayacağını ve bunun bir itikadi durum hasıl etmekten oldukça uzak olduğunu ise her­kes bilir.
Bu ravilerden Hz. Ömer’in oğlu Abdullah Mekke’de iken çok küçük yaşta olması gerekir. Çünkü Medine’de Uhud savaşında çocuk yaşta bulunduğu için 15 yaşlarında kabul etsek şakk-ı kamerin vuku’u zamanında (hicretten beş sene öncesi) yedi yaşlarında bulunması gerekir. Enes de bu esnada belki doğma­mış, belki de bir iki yaşlarında idi. Çünkü Medine’de dört yaşlarında bulunuyordu. Abdullah îbni Abbas ise henüz doğmamıştı.(21) O’nun hicreten üç yıl önce doğduğu biliniyor. Olayı görme ihtimali bulunan tek kişi İbni Mes’ud’dur.(22)
Görüldüğü üzere, İbni Mes’ud’un dışındaki ravilerin çoğunluğu hicrete beş sene kala, yani ay yarılmasının -sözde- vuku’u yılı çelik-çomakta, oyunda-eğleşte çocuklardır. Üstelik içlerinden bazıları henüz doğma­mıştır. Acaba Rasulullah’ın yanından hiç ayrılmayan arkadaşları, niçin bu olayı görmemişler ya da görmüşlerse rivayet etmemişler de, bu üç beş tane küçük yaştaki çocuk görmüştür? Olayın taşradan, bağdan bahçe­den gelenden v.s. hiç anlatılmamaktadır. Diğer yandan yine İbni Abbas’dan “ay yarıldı” ayetinin Rasulullah zamanında ay tutulması olayı üzerine indiği de rivayet edilmiştir. Yani rivayetler arasında çelişki ve tutarsızlık alenen göze çarpmaktadır.
Şimdi hala müslümanlar, Kur’an’ın sarih olarak bildirmemesinc rağmen, çarık-çürük rivayetlere dayanarak ayın yarıldığına inanacaklar mıdır? înanacaklarsa bu, Kur’an’ı hiçe sayan bir inanış değil midir? Körü körüne ataların izinden gitmenin adı değil midir bu?
3- Olayın İmkaniyeti:
Rivayetlerin tenkidini kabullenemeyecek müslü­manlar, “Allah ayın yarılmasını isterse neden olmasın” diye pirimitif bir itiraz yükselterek işin içinden sıyrılmaya çalışacaklardır. Evet Allah her şeye kadirdir. Bizim tartışmamız Allah’ın ay küresini yarmaya kadir olup olmadığı değildir. Bizim tartışmamız, böyle bir olayın olup olmadığı sorunudur ki olmadığını ileri sü­rüyoruz. Allah’ın her şeye kadir olması, O’nun düzen­siz ve sünnetinc aykırı şeyler yaratması demek değil­dir. Allah’ın yaratması ve sünnetullah düzenlidir, ahenklidir, rasyoneldir.?! Kaldı ki ay yarılmış olsa bile, sırf bunun için bir tek müşrikin bile iman ettiği bildirilmiş değildir.
Olayın gerçekliği üzerinde düşünmeyen müslü­manlar, bu sefer oturup ayın nasıl yarılabileceğini bir­takım kozmolojik öncüllerle ispatlamaya çalışmışlar­dır. Öte yandan ayın yarılmasının şimşek çakar gibi bir iki saniye içinde olup bitmiş bir olay olduğu (!) kabul görmekledir. Bunun imkanını akıl almaz. Kaldı ki böyle olsa bile, şimşek çakması insanlar için ne oranda bir mucize ise, ayın yarılması da o oranda mu­cizedir! Şimşek çakar gibi ikiye ayrılan ay’ın (!) insan­lar hiç farkına varamayacaklar, “bize bir kez daha gös­ter” deme ihtiyacı duyacaklardır. Bir anlık böyle bir olay hiç kimsede iman kanaati oluşturamayacak, hiç kimsenin imanını artırmayacaktır.
Söz konuşu olayın, Mekke dışındaki yerlerden görülmeyişi ve bunun tarih boyunca hiç bir ülkede bir rivayet olarak duyulmamış olmasına, o anda diğer ül­kelerde havanın bulutlu olduğu, bazı yerlerde güneşin henüz batmış bulunduğu, bazı yerlerde gecenin tam ortası, yani tatlı uyku zamanı olup insanlar ayakta olma­dıkları için görülememiştir türündeki cevaplar da asla ikna edici ve sahici değildir. Çünkü dünyanın tamamı bu sayılan vasıflarda bulunuyordu da sadece Mekke’de hava ve iklim, ikiye ayrılan ayı görmeye müsait değil­di. Bu imkansız bir şeydir.
Böyle bir olay olmuş olsaydı Hz. Peygamber’in tüm Mekke’li insanları çağırması gerekirdi diye düşü­nüyoruz. Adeta Musa’nın Firavun sihirbazlarıyla mü­sabaka yaparkan tüm insanların orada hazır bulunması gibi.
SONUÇ
Şakkul kamer mucizesi denen olayla, Kur’an’ın yine Kur’an’la anlaşılması gerekliliği bir kez daha önemini hissettiriyor. Kur’an kendisine hiç danışılmadan tarihsel rivayetlerle tabir caizse hariçten gazel okuyarak yine Kur’an hakkında hüküm verilmekten artık kurtarılmalıdır.
Kur’an’ı bütüncül bir şekilde ele almak gerekir. Kur’an’ın her hangi bir ayetinden hareketle, “Allah her şeye kadir değil midir, O isterse olur” mantığıyla ulu orta hüküm kotarmak Kuran’ı katletmektir. Öyle olursa hiç kimsenin hiç bir yoruma karşı çıkıp, bunu Kuran’a isnad edemezsin deme hakkı olamaz.
Güya, Kuran’ın “Allah’ın kelamı olduğunu – ki elbette öyledir –ve bir çok ilmi gelişmeyi haber verdiğini zoraki tevillerle ve cahilce zorlamalarla çıkarsamaya çalışanlar gibi, Kuran’ın ayın yarıldığını bildirdiğini sananlar oturup inciler döktürerek ayın nasıl yarılabileceğini, bunun nasıl mümkün olduğu tartışmışlardır.
Müslümanlar arasında bilimsel zihniyetin iflası sonucu toplumsal yapı o hale gelmiş ki, bugün bir deli çıkıp da mesela son Peygamber Hz. Muhammed (a.s.)’in yeniden dirilip kabrinden çıktığını ve Medine’de ikamet ettiğini, insanları yeniden dine çağırdığını duyarsa, aradan üç gün geçmeden tüm Türkiye’de halkın ekseriyetinin bu haberin sevinciyle coştuğunu görürsünüz. Üstüne üstünlük eli kalem tutan mollalar ve cami kürsülerinde hitap eden vaiz efendiler derhal olayın olabilirliğini, Allah’ın buna gücünün yeteceğini, zaten Kuran’da bu olayı telmih buyuran ayetlerin varolduğunu, ilgili hadisleri vs. sayıp dökeceklerdir.
Peygamberin devrinde ay’ın her hangi bir surette yarılıp iki parçaya ayrıldığına ve bir müddet sonra tekrar birleştiğine inanmıyoruz. Kamer suresinin söz konusu ayetinin böyle bir olayı anlattığını sananlar yanılgı içindedirler. Asırlar boyunca oluşmuş hurafelerden biridir. Böyle bir mucizeyi var kabul edip de inanmayanı tekfir etmek de ruhban sınıfının ve kendisini engizisyon mahkemesinin fetvacıbaşısı zannedenlerin işidir. Çünkü olayı gerçekten anlamaya çalışmak bir yana; formel açıdan da baksak bu konunun, inkarı halinde küfrü gerektiren bir inanç esası olması için ilgili Kuran ayetlerinin hem delalet hem de sübut açısından kati olması gerekir. Kuran ayetleri sübut açısından katidir fakat bizim sözünü ettiğimiz ayet delalet açısından zannidir. Yukarıda benzerlerini verdik. Mekke’nin müşriklerine kıyametin yaklaştığını haber veren ayetlerden biridir.
Müslümanların tekelci, ‘hocacı’, şeyhçi, felancı, iftiracı, doğmatik olmaktan ziyade aklı selimin sesine kulak verenci olmaları gerekmez mi ? Yine Kuran, sözde inancımızın başında geliyorken, en az ve en sonra okuduğumuz kitap da Kuran değil midir ? Kuran’ı anlayarak ve çokça okuduğumuzda bize doğruları kazandıracaktır. Hidayete erdirici yegane kaynak Kuran’dır.
İKTİBAS
Dipnotlar
1 – Buhari, Sahih, Kitabut Tefsir, Kamer suresi.
2 – İbn Kesir, Hadislerle Kuran Tefsiri, C. 14, S. 7585 ve 7582.
3 – İbn Kesir, a.g.e. S. 7583.
4 – a.g.e. S. 7587.
5 – Kamer, 43-44.
6 – Furkan, 25.
7 – Rahman, 37.
8 – Hakka, 16.
9 – İnşikak, 1.
10 – Meryem, 90.
11 – Abese, 26.
12 – Kaf, 44.
13 – İnşikak, 3.
14 – Tekvir, 1-6.
15 – Prof. Dr. Süleyman Ateş, Yüce Kuran’ın Çağdaş Tefsiri, 9/151. Ayrıca bkz. İbn Kesir, a.g.e. S. 7580.
16 – İbn Kesir, a.g.e. S. 7587; Zemahşeri, Keşşaf, 4/431.
17 – İsra, 90-93.
18 – Tabatabai, Tefsirul Mizan, 19/61-63.
19 – En’am, 109.
20 – Mevdudi, Tefhimul Kuran, 6/47-48.
21 – İbn Kesir, a.g.e. S. 7585; Ateş, a.g.e. S. 152.
22 – Ateş, a.g.e. S. 152

KURAN’IN ORJİNAL METNİ TAHRİF EDİLDİ Mİ?



KURAN’IN ORJİNAL METNİ TAHRİF EDİLDİ Mİ?

Bu yazımızda Kuran’ın orjinal Arapça metninin tahrif edilip edilmediği hususunda bir kaç cümle kaleme almayı düşündük.
Sayıları çok az olsa da bazı insanların neden “Kuran’ın tahrif edilmiş olabileceğini düşündüğünü” merak ettik ve araştırmaya karar verdik. Gördük ki Kuran’ın tahrif  edildiğini söyleyenler şu noktaları ön plana çıkarıyorlar :
  • Bazı Kelimelerin Okunması Sırasındaki Harf Değişiklikleri 
Mesela Tevbe suresinin 114.ayetindeki “iyyahu” sözcügünü, Hammad ibn Zeberkan, “ebahu” diye okurdu. Sad suresinin 2. ayetindeki “izzettin” sözcüğünü de “girratin” şeklinde okumaktaydı.
  • Bazı Sahabelerin Kuranda Yer Alan Bir İki Kelimede Onların Eş Anlamlılarını Tercih Etmeleri
Mesela Abdullah ibn Abbas, Kur’an’da okuduğumuz kimi sözcüklerin yerine, onların eş anlamlarını kullanırdı.Enes ibn Malik de Müzzemmil suresinin 6. Ayetindeki “akvamu” sözcüğünün yerine, “asvabu” sözcüğünü kullanmıştır. İbn Ömer, Cuma suresinin 10. Ayetindeki “fes’av” sözcüğünün yerine, “femzü” sözcüğünü; yine İbn Abbas , Karia suresinin 5. ayetindeki “kel’ihni”yerine “k’essavfi”yi uygun görüp kullanırdı.Yine İbn Abbas “sayhaten vahideten”lerdeki “sayhaten” yerine, “zeyfeten”i yeğlerdi. Enes İbn Malik, İnşirah suresinin 2. Ayetindeki “vada’na” kelimesini,”halelna” diye okurdu.
  • Sahabelerin Kendilerine Ait Kuranlarının Olması
İddialarına göre bazı sahabelerin elinde bulunan mushaflar şu an ki orjinal Kuranımıza uymamaktadır. Örneğin, İbn Mesud’un Mushaf”ında Fatiha Suresi gibi çok temel bir surenin olmadığı iddia edilir.Tabi Felak ve Nas sureleri de. Ali’nin surelerinin sırasının bugünkü Kuran sırasına uymadığı da ayrı bir iddia.Ayrıca Suyuti, kitabında, Bakara suresinin, Ahzab suresi ile aynı uzunlukta olduğunu aktarıyor. (Bkz. Suyuti, el itkan, 2/32.)
  • İbni Ömer’in Şu Sözleri Söylemiş Olduğu İddiası
İçinizden kimse, Kur’an’ın tümünü elinde tutuğunu söylemesin. Bunu diyen bilir mi Kur’an’ın tümü ne kadardı?Nasıldı? Kesin olan o ki, Kuran’ın çoğu yok olup gitmiştir. (Bkz. Süyuti, el Itkan, 2/32)
  • Bazı Hadislerde Geçen Yakma Olayları
Osman, kuruldaki üç kişiye şunları söyledi:
“(Medine’li) olan Zeyd ile, Kuran’dan herhangi bir kesimde ters düştüğünüz zaman, tartışma konusu olan parçayı Kureyş dili ile yazın. Çünkü Kuran sadece Kureyş dili ile inmiştir.” Onlar da bu buyruğu yerine getirdiler. Sonunda (esas) sayfalardan Kuran nüshaları oluşturulup iş bitince, Osman, söz konusu sayfaları (Hafsa’dan getirilenler) geri gönderdi. Oluşturulan nüshaların da her bir kesime gönderilmesini buyurdu. Ve bunların dışında kalan her bir Kuran sayfasını ya da mushafı yaktırdı.

Yukarıdaki iddialar Kuranın orjinal metninin tahrif edildiğine ilişkin birilerinin kendilerince sundukları delillerdir.
Şimdi gelelim bu iddialarla ilgili bizim düşüncelerimize…
Önce konuyla ilgili ayetlerimizi verelim:
“Muhakkak ki o zikri biz indirdik. Ve muhakkak onu koruyucu olanlar da elbette biziz.” (Hicr, 9)
“O’na ne önünden, ne de arkasından batıl (yaklaşıp) gelemez.”(Fussilet, 42)
Bir de kendilerine ilim verilmiş olanlar, Kur’ân’ın şüphesiz Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilsinler ve ona iman etsinler de kalpleri ona saygı duysun. Çünkü Allah, iman edenleri doğru yola eriştirir. (Hac,54)
Kendisinde şüphe olmayan bu kitabın indirilişi, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafındandır.Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? Hayır, o senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi korkutman için, Rabbin tarafından gelen bir haktır. Gerek ki, hidayeti kabul ederler. (Secde,2-3)
Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O, işitendir, bilendir. (Enam,115)
Korunmuş bir kitaptadır. (Vakia,78)
Yukarıdaki ayetler bir taraftan Kuran’ın kitap özelliğine vurgu yaparken bir taraftan da onun korunduğunu; tamamlandığını; onda şüphe olamayacağını ve de asla değiştirilemeyeceğini haykırmaktadır. Bu ayetler ve ortaya koyduğu deliller iman üzre yaşamayı seçmiş bir insan için zaten yeterlidir. Ancak kitabın tahrif edildiğini düşünen biri için delili kitaptan getirmek elbetteki onu tatmin etmez. O halde biz başka deliller getirerek konumuza devam edelim.
Biz biliyoruz ki Peygamberimiz , Kur’an ayetlerinin yazılmasını bizzat kendi kontrolünde tutmuştur. O, vahyin gelişinden hemen sonra bir kısım sahabelerine, inen ayetleri mutlaka yazdırıyor ; vahyi yazdırdıktan sonra ayetleri tekrar ettiriyor ; yazılırken herhangi bir yanlışlık yapılmışsa düzeltiyor ; vahyi yazana “yazdığını çoğalt ve müminlere dağıt” diye emrediyor sonra da ezberletiyordu. Kur’ân ayetleri bu yöntemle müminlere ulaştırılıyordu.O Kuran’ın korunması konusunda o kadar hassastı ki kendi sözlerinin yazılmasını dahi yasaklamıştır.
Madem Resulullah daha yaşarken gelen vahiyleri yazdırıyor,yazdırdıklarını saklıyor veya saklatıyor idiyse , zaten onu bir kitap haline getirme çabası içindeydi diyebiliriz. Dolayısıyla o  dünyasını değiştirdiğinde de Kuran denen kitabımız zaten oluşmuştu denilebilir. Yazılan sayfaların başka başka ellerde olması onun kitap olmasına engel değildir. İlginçtir şu ana kadar bulunan en eski Kuranlardan biri, peygamberimizin ölümünden 20-40 yıl sonrasına ait ve Almanya’da Tuebingen şehri Üniversitesi kütüphanesinde yer alıyor. Bu kitap 649-675 arasına tarihlendirilmiş olup, “Hz. Ali’ye ait olduğu muhtemeldir” deniliyor. Demek ki, peygamberimizin vefatından yalnızca 20 yıl sonra yazılmış bir nüshaya ulaşılabilmiştir. Bu el yazması eserde İsra, Yasin, Saffat ve Hadid sureleri bulunuyor. Bu bilgi, Kuran’ın elçi zamanında mushaflaştırıldığının arkeolojik ve somut bir kanıtıdır.
Hz. Peygamber (s.a.s)’in vefatını takip eden Yemame savaşlarında yetmiş kadar hafızın şehid düşmesi müslümanları telaşa düşürdü. Hz. Ömer de hafızların toplanması için halife Hz. Ebu Bekir’e başvurarak konunun görüşülmesini istemişti. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr, Zeyd İbn Sabit başkanlığında toplanan Abdullah b. Zübeyr, Sa’d b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Haris b. Hişam’ın da bulunduğu büyük bir komisyon tarafından zaten var olan Kur’an sahifeleri Mekke lehçesi esas alınarak bir araya getirildi.(Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1980, III, s. 761).
Hafız ve katib olan Zeyd b. Sabit, Hz. Ebu Bekir’in talimi, Hz. Ömer’in yardım ve gözetimi altında, elinde yazılı Kur’an metni olan herkesin bu metinleri getirmesini ve getirirken de ellerindeki metinlerin bizzat Hz. Peygamberden yazıldığına dair iki güvenilir şahid gösterilmesi istendi. Böylece bütün metinler toplanarak bir araya getirilmiş ve Kur’an-ı Kerim’in asli nüshası yazılarak halife Hz. Ebu Bekir’e teslim edilmiştir. Zeyd b. Sabit’in çalışmalarıyla ortaya koyduğu bu asli nüshaya “İmam Mushaf” adı verilmiştir. Abdullah b. Mes’ud’un teklifiyle iki kapak arasında “İmam Mushaf” üzerinde yapılan danışma ve görüşmeler sonucunda bunun üzerinde her hangi bir noksanlık görülmemiş ve güvenirliği konusunda ittifak sağlanmıştır. Yani o zamanki hafızlar ve ellerinde kendilerine ait özel Kuranı olanlar bu oluşturulan mushafın kendi ellerindeki veya hafızalarındaki Kuran ile aynı olduğunu kabul etmişlerdir. Böylece bu Kur’an-ı Kerim her hangi bir tahrifata uğramadan “Mushaf” haline getirilerek aynı mushaftan çoğaltılan mushafların ana kaynağını teşkil etmiştir.
Halife Hz. Osman, Rasulullah’ın diğer ashabı ile de istişare ederek, İslam dünyasında yalnızca Hz. Ebu Bekr’in emriyle derlenmiş olan onaylı Kur’an mushaflarının kullanılmasını ve bir başka lehçe yahut ağız ile yazılmış tüm diğer nüshaların kullanılmasının yasaklanmasını kararlaştırmıştır. Hz. Osman buna bir önlem olarakta gelecekte herhangi bir kargaşa yahut yanlış anlamaya meydan vermemek için diğer tüm nüshaları yaktırarak ortadan kaldırma yoluna gitmiştir.
Hz. Ebu Bekir zamanında yazılan İmam Mushaf, Hz. Ömer’in ölümünden sonra kızı ve Peygamberimizin hanımı Hz. Hafsa’ya geçmişti. Hz. Osman zamanında bu nüshadan çoğaltılan mushafların yedi nüsha olduğu söylenir (Muhammed Hamidullah, a.g.e., II, s.763). Bunlar Medine, Mekke, Şam, Kufe ve Basra’ya gönderilerek müslümanlar arasında çıkabilecek farklı okuyuşlar önlenmiş oldu. Hatta Hz. Ali’nin Hz. Osman için “Eğer Osman (r.a) Kur’an’ın tek kitap halinde toplatılarak çoğaltılması işini yapmasaydı ben yapardım” dediği bilinmektedir.
Resmî Mushaf Dışındaki Mushaflar Neden Yakıldı?
Hz. Osman bir önlem olarak da gelecekte herhangi bir kargaşa yahut yanlış anlamaya meydan vermemek için diğer tüm nüshaları yaktırarak ortadan kaldırma yoluna gitti.
1. Özel mushafların yakılmasının temel nedeni, Kur’ân üzerinde bir düşünce ayrılığının doğmasını önlemek idi. Henüz noktasız ve harekesiz olan o zamanki Arap yazısı ile tutulan notların, aynen Peygamber’den duyulduğu biçimde okunması da çok zor idi. İşte bundan ötürüdür ki okuma farkları baş göstermişti.
2. Kur’an’ı yazan Müslümanlar, anlamını bilmedikleri kelimelerin yanına Peygamber (asm)’den duydukları anlamları da yazıyorlardı. Bu ileride büyük karışıklıklara neden olacaktı.
3. Kişilerin, kendi kendilerine tuttukları notları, evlerinde veya herhangi bir yerde okurken yanılabilmeleri mümkün idi. İşte bu yanılmalardan ötürü bazı kelimelerin okunuşunda farklar doğmuştu. Kimi bir kelimeyi hitap kipiyle okurken, kimi de onu üçüncü şahıs kipiyle okumuştu.
Bu sorunları ancak uzmanlardan oluşan bir komisyon ortadan kaldırabilirdi. İşte bu iş, ilk olarak Ebubekir zamanında yapıldı. Titiz bir çalışma ile Kur’ân’ın sûreleri derlendi, bir araya getirildi. Fakat sûre denilen bu bölümler, esaslı bir sıraya konmamış, derlenen parçalar, rast gele bir araya getirilip bir cild (Mushaf) halinde bağlanmıştı. Bu Mushaf, özel nüshalardan farklı idi. Çünkü özel nüshaların kiminde sûreler iniş sırasına göre dizilmiş, kiminde böyle bir metot izlenmemişti.
4. Resmî Kur’ân’dan az da olsa farklı birtakım özel Kur’ân nüshaları durdukça Kur’ân üzerindeki ihtilâflar sürüp gider ve hattâ büyürdü. İşte böyle bir ihtilâfı önlemek için özel Mushaflar yakıldı.
5. İkinci derlemede meydana gelen Kur’ân nüshasının, diğerinden farkı şu idi : Birinci derlenen Mushaf’ın sûreleri bir sıraya konmamıştı. İşte Osman (ra) zamanında kurulmuş olan komisyon, daha titiz ve daha rahat bir çalışma ile Kur’ân’ın tüm âyetlerini ve surelerini derleyip Hz. Peygamber (asm)’in işaret ettiği gibi yerli yerince konmuştur.
6. Hz. Osman (ra) zamanında yapılmış olan derleme, Peygamber (asm)’in yazdırdığı Kur’ân’dan farklı olsaydı, Osman’dan sonra halîfe olan Hz. Alî, kendi özel Mushafını resmîleştirir, Osman Mushafını yürürlükten kaldırırdı. Oysa öyle yapmamış,Osman Mushafını resmî Muhsaf kabul etmiştir. Dolayısıyla bu durum bile mevcut Mushafın, asıl Kur’ân’a uygunluğunu gösterir.
Hz. Âlî (ra) Mushafını görmüş olanlar, onun-sûrelerinin iniş sırasına göre düzenlenmiş olmakla beraber-içerikte Osman Mushafının aynı olduğunu söylemektedirler. Sadece sayısı pek az bazı kelime farkları vardır. Bunlar da anlam değişikliği yapmayan sinonim kelimelerdir.
7. Resmî Mushaf’tan ayrı olarak meydana getirilmiş olan özel nüshalar yakılmış olmakla beraber, bunlardan bazıları saklanarak sonraki kuşaklara intikal etmiştir. Bunları görenler, bunlarla resmî Mushaf arasındaki farkları tesbit etmişlerdir. İbn Ebî Davud’un Kitâbu’l-Mesâhifi, bu farkları belirtmiştir. Bunlar gözden geçirilince resmî Mushaf ile bu özel nüshalar arasında da temelde bir fark olmadığı, sadece ufak tefek bazı kelime farkları bulunduğu, çok az olan bu farkların da bir anlam değişikliği yapmadığı görülür. Bu durum da resmî Mushafın, Peygamber’in okuduğu Kur’ân olduğunu kesin bir biçimde ortaya koyar
Hz. Peygamber hayatta iken sahabîlerin nâzil olan âyet ve sûreleri öğrenmek ve ezberleyebilmek için yoğun bir gayret içine girdiklerine, onlardan bazılarının kendileri için özel nüshalar oluşturmaya çalıştıklarında hiç bir şüphe yoktur. Nitekim bunlar arasında Übey b. Kâ’b’ın ve Abdullah b. Mes’ûd’un mushafları meşhurdur. Bütün bunlar Hz. Osman’ın resmi mushaflarından önce yazılmış mushaf nüshalarıdır. Resmi mushaf nüshalarından sonraki süreçte de bunların tertibi esas alınmak suretiyle yine gerek sahabe gerekse tabiîn neslinden elbette pek çok kimse tarafından mushaflar yazılmıştır. Hz. Peygamber’in bazı eşlerine kadar özel mushafı olanlar bulunduğuna göre Hz. Ali’yi de bu önemli ilgi ve mesainin dışında düşünmek mümkün değildir. Nitekim yukarıda zikrettilerimiz dışında Hz. Ali’ye nisbet edilen ve onun valisi veya çocukları tarafından okunduğu bilinen San’â Mushafı’nın da Hz. Osman’ın mushafları ile gerek tertip gerekse muhteva açısından tam bir birliktelik içinde olduğunu incelemelerimiz sonucunda görmüş bulunuyoruz.
Bu konuda uzun yıllar inceleme ve araştırma yapan Eski Diyanet İşleri Başkanı Teyyar Altıkulaç : “Orjinali Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan ve Halife Hz. Osman’a izafe edilen Mushaf-ı Şerifle bugün dünyanın her yerinde okunmakta olan Kur’an-ı Kerim’i kelime kelime, harf harf, hatta diş diş kontrol ettik ve arada herhangi bir değişikliğin olmadığını tespit ettik. Aynı çalışmayı Kahire’de bulunan El-Meşhedü’l-Hüseyni mushafı üzerinde de yaptık.”demiştir.  Yine Eski Diyanet İşleri Başkanı Teyyar Altıkulaç : “Hz.Ali’ye isnad edilen ‘San’a Mushafı’nın da yakında neşredileceğini bildirdi. Bu neşirler ortaya çıkardı ki, indirildiği andan bu yana Kur’an-ı Kerim mushafları arasında en küçük bir değişiklik yoktur ve Müslümanlar Allah’ın da bir korumasının sonucu olarak, Kur’an-ı Kerim’i gözleri gibi korumuşlardır.”
Gelelim “Kuran’ın tahrif edildiğini ve bazı surelerin çıkarıldığını söyleyen şia alimleri vardır” iftirasının atıldığı şii kardeşlerimizle ilgili bir iki cümle söylemeye!
Mesela meşhur şia alimi Kummi’ye bakalım ve onlar bu konuda neler söylüyor görelim. Kummi, zamanının Şiî şeyhi olup “Sadûk” lakabıyla anılan ve aynı zamanda Şîa’nın sahih kabul ettiği dört hadis kitabından birinin (Men lâ yahduruhü’l-faklh) müellifidir. İbn Bâbeveyh el-Kummî (ö. 381/991), sözünü ettiğimiz iddialar konusunda özetle şöyle demektedir:
“Bizim inancımıza göre yüce Allah’ın peygamberi Muhammed’e gönderip iki kapak arasına alınmış olan ve insanların elinde bulunan Kur’an bundan ibarettir (onda daha fazla bir şey yoktur)… Onda daha çok şey bulunduğu görüşü­nü bize kim nisbet ediyorsa, o bir yalancıdır.”
Tefsir sahibi Ebû Ca’fer Muhammed b. Hasan b. Al i et-Tûsî de , Kummi gibi düşünen bir âlimdir. Tûsî Kur’an’da tahrif iddiasına dair haberlerin âhâd nitelikte rivayetlerden ibaret bulunduğuna dikkat çekmiş, bunlara itibar edilemeyeceğini bildirmiş ve bu tür görüşlere şu ifadelerle karşı çıkmıştır:
“Kur’an’da fazlalık ve noksanlık meselesine gelince; bu tür sözler onun için hiç yakışık sözler değildir. Çünkü onda herhangi bir fazlalık bulunduğu düşüncesinin bâtıl olduğu hususunda görüş birliği (icma) vardır. Müslümanların inancına göre onda eksik her hangi bir şey yoktur. Bizim mezhebimiz açısından sahih olan budur.
İmâmiyye’den yine tefsir sahibi Ebû Al i Fadl b. Hasan et-Tabersî ise (ö. 548/1153) tahrif iddiasına karşı, görüşünü şu ifadelerle dile getirmiştir:
“Kur’an’da fazlalık bulunduğu görüşünün batıl olduğu konusunda icma vardır. Onda eksiklerin bulunduğu hususuna gelince, bizim ashabı­mızdan bazıları ve avamdan bazı kimseler Kur’an’da değişiklik ve eksiklik olduğuna dair rivayette bulunmuşlarsa da bizim mezhebimizin görüşü bu değildir.
Günümüzde de çeşitli bilimsel toplantılarda kendileriyle karşılaşılan İmâmiyye Şiası’na mensup İranlı ilim adamlarının bu konuda söyledikleri de önemlidir. Onlar Kur’an’da herhangi bir değişikliğin söz konusu olmadığını söylemekte, “Kur’an’da değişiklik” iddiasının Şîa’ya isnad edilmesini doğru bulmadıklarını ve bundan üzüntü duyduklarını ifade etmektedirler.
Seyyid Kutup da bu konu da der ki ;
Sonra bir zaman geldi müslümanlar inanç sistemlerini, sosyal düzenlerini, yurtlarını, ırzlarını, mallarım ve ahlâklarını hatta akıl ve düşüncelerini bile koruyamaz oldular! Onlara üstünlük sağlayan düşmanları, inananlarca iyi olan her şeyi değiştirip, yerine yine onlarca iğrenç kabul edilen kavramları yerleştirdiler. İnanç, düşünce ve değer yargısı; ölçü, ahlâk ve gelenek; düzen ve kanun olarak karşı çıktıkları, benimsemedikleri her şeyi onlara kabul ettirdiler. Toplumsal çözülmeyi, ahlâki çöküntüyü, dejenereyi ve insana özgü tüm niteliklerden soyutlanmayı kendilerine çekici gösterip; onları hayvanlarınkine benzer bir hayatın içine yuvarladıkları, zaman zaman hayvanları bile tiksindirecek bir hayat biçimini yaşattılar. Bütün bu kötülükleri “İlericilik”, “Gelişmişlik”, “Lâiklik”, “Bilimsellik”, “Serbestlik”, “Özgürlük”, Zincirleri kırmak”, “Devrimcilik” ve “Yenilik” gibi parlak sloganlar ve isimler altında kabul ettirdiler. Böylece müslümanların kala kala sadece “müslüman” isimleri kaldı. Bu dinle uzaktan, yakından hiçbir ilgileri kalmadı… Ne var ki, -bütün bunlara rağmen- bu dinin düşmanları bu kitabın ayetlerini değiştiremediler, tahrif edemediler.
Sonuç olarak şunu ifade edebiliriz: Allah Zikri koruyacağını vadetmişken ; Resulullah indirilen vahyi ezberletmiş ve yazıya geçirmişken; sahabenin de onun korunması için yaptıkları tarihsel olarak ortadayken bir takım ahad haberlere , bir -iki kelimenin tercihen farklı okunuşuna dayanarak Kuran’ın korunamadığını söylemek kötü niyetli olmaktan kaynaklanmaktadır. Bu kitabı gerçekten tahrif etmek isteyen çoktur. Düşmanının sayısı da azımsanmayacak kadardır.
Yalnız şunu da ifade etmeliyiz ki onun orjinalin metnini değiştiremeyen bir kısım gruplar tercüme yolunu kullanarak onun anlamını tahrif etmeyi başarmışlardır. O ilk günkü gibi elimizdedir ve orjinali elimizde olduğu sürece yapılan çalışmalarla tercüme hataları da giderilebilecektir. Unutmayalım kitabı Allah açıklar. Kuran kendi kendini tefsir eden bir kitaptır. Bu kitap aynı zamanda içindeki kavramlarında sözlüğüdür. Allah Kuranı harf harf matematiksel olarak ; içeriğiyle bilimsel olarak; örnekleriyle tarihsel olarak;mesajlarıyla da güncel olarak korumuştur.
Kuran tahrif edilmiş olsa Yüce Allah şu ifadeleri kullanır mı?
Biz, onlara, ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki onun gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?
Kuran değişikliğe uğratılmış bir kitap olsa şu matematiksel mucizeler nasıl olur da değişikliğe uğramamış olur:
  • “Ay” (Şehr) kelimesi Kuran boyunca 12 kez geçer.
  • “Gün” (Yevm) kelimesi 365 kez geçer.
  • “Günler” (Eyyam ve Yevmeyn) 30 kez geçer.
  • “Şeytan” ve “Melek” kelimeleri eşit sayıda 88’er kez geçer.
  • “Dünya” ve “Ahiret” kelimeleri eşit sayıda 115’er kez geçer.
  • “İman” ve “Küfr” kelimeleri eşit sayıda 25’er kez geçer.
  • “Adalet” (Qıst) ve “Zulüm” kelimeleri 15’er kez geçer.
  • “Güneş” (Şems) ve “Işık” (Nur) kelimeleri 33’er kez geçer.
” Vezin, kafiye, sıra ve tertip açısından Kurân’daki ayetlerin ve harflerin dizilişi birbiriyle bağlantılıdır. Her bir cümle, kelime ve harfin dizilişinde mükemmel bir düzen ve bütünlük vardır. Bu adeta saatteki saniye, dakika ve saati sayan ve bir birinin düzenini tamamlayan sistem gibidir. Şayet Kurân’dan bir harf dahi eksiltilmiş olsaydı bu mükemmel düzen bozulacak ve bunun fark edilmemesi mümkün olmayacaktı.
Kur’ân ayetlerinin manaları da birbiriyle bağlantılıdır. Bir bütünlük gösterir. Bazen bir önceki ayet bir sonrakinin delili, bir öncekinin neticesi olur. Aslında bu konuda söylenecek o kadar çok şey var ki ama yazdıkça yazı uzuyor. Uzun yazılar da insanları sıkıyor. Bütün bu anlatılanlara rağmen Kuranın metni değiştirilmiştir diyenlere şunu söylemek isterim:
” Ey kalbi körelmiş insan! Doğumlar ve ölümler devam ettikçe şu dünyadaki imtihan gereği Allah’ın mesajının ve teklifinin herkese değişmeden ulaşması gerekir. Bu teklifin tahrif olduğunu iddia etmenle Allah’ın imtihan yapmayı beceremediğini söylemen arasında bir fark yoktur. Hani diyorum yoksa senin asıl derdin tahrifle falan değil de Allah’la mı?”
ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Cilt: 13, Sayı: 1, 2004 s. 53-72 

Muhammed Hamidullah’ın Siyer İlmine Katkıları Adem APAK Yrd. Doç. Dr.; U.Ü. İlâhiyat Fakültesi Özet Muhammed Hamidullah, geçen yüzyılın en önemli İslâm alimlerinden birisi olup, İslâmî ilimlerde –özellikle siyer, hadis ve İslâm hukuku- pek çok eser vermiştir. Onun çalışmalarının sayısı ve çeşitliliği kadar, İslâmî ilimlere getirdiği yeni yorumlar da dikkat çekicidir. 

Meselâ Hamidullah, siyerde mucize merkezli bir peygamber sunumu yerine, insanî odaklı ve dinî öğretiyi merkeze alan bir peygamber takdimini ortaya koymuştur. Bu makalede müellifin siyer ve İslâm tarihi alanlarındaki eserlerinin kısaca tanıtımlarının yapılması ve onun bu konulara dair orijinal görüşlerinin örneklerle analiz edilmesi hedeflenmektedir. Abstract Muhammad Hamidullah’s Contribution to the Science of Siyer Muhammad Hamidullah is one of the leading Muslim scholars of the last century who has written on various Islamic sciences including, but not limited to, Siyer, Hadith and Islamic Jurisprudence. Hamidullah is significant not only for the variety and the amount of his publications, but also for the new approaches he brought to the Islamic

sciences in general. In the science of Siyer, for instance, instead of presenting Muhammad (pbuh) simply as a miracle-maker prophet, Hamidullah gave emphasis to the human nature of the Prophet beside his prophetic mission. This article attempts to give a brief description of Hamidullah’s books, especially in Siyer and Islamic History. It will also analyze some of his views that are considered both original and novel by giving several examples. Anahtar Kelimeler: Muhammed Hamidullah, Siyer, İslâm Tarihi, İslâm Peygamberi Key words: Muhammad Hamidullah, Siyer, Islamic History, The Prophet of Islam A. MUHAMMED HAMİDULLAH’IN SİYER ALANINDAKİ ESERLERİ Muhammed Hamidullah, Kur’an ilimleri başta olmak üzere, İslâm hukuku ve hadis gibi İslâmî disiplinlerde pek çok eser vermiştir1. Onun dünyada özellikle de ülkemizde tanınmasına vesile olan ilmî saha ise, İslâm Peygamberi adlı eseri nedeniyle siyerdir. Müellifin bu çalışmasından başka gerek telif, gerekse tahkik olarak bu alanda müracaat edilen pek çok kitabı bulunmaktadır. İbn İshak (ö. 151/768), ilk meğâzî2 ve İslâm tarihi yazarı olarak kabul edilir3. Onun siyerli ilgili rivayetleri İbn Hişam’ın es-Sîretü’nNebeviyye isimli eserinin muhtevasında günümüze kadar gelmiştir. Ayrıca nüshalar halinde bu rivayetlerin orijinal kısımları geçen asırda neşredilmiştir. Neşirlerinden biri Süheyl Zekkar’a4, diğeri de Muhammed Hamidullah’a5 aittir. İbn İshak’ın bu kitabı incelendiğinde Hz. Peygamber’in (sav) hayatı ve şahsiyetinin, 1 Müellifin 40 kadar kitap ve 700’e yakın makalesinin olduğu ifade edilmektedir. bk. Altınay, Ramazan, “Örnek Bir Çağdaş İslâm Bilimleri Araştırmacısı: Muhammed Hamidullah”, Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 3, Van 2000, s. 263-264; Yaşaroğlu, Kamil, “Muhammed Hamidullah”, Çağdaş İslâm Düşünürleri, (ed. Karadaş, Cağfer), Bursa 2003, s. 89. Müellifin eserleri hakkında ayrıca bk. Avcı, Casim, “Prof. Dr. Muhammed Hamidullah”, Hadis Tetkikleri Dergisi, sy. 1, İstanbul 2003, s. 224-226. 2 Fayda, Mustafa, “İbn İshak”, DİA, XX, 95. 3 Şeşen, Ramazan, Müslümanlarda Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, İstanbul 1988, s. 26. 4 İbn İshak, Kitabü’s-Siyer ve’l-Megâzî, (thk. Süheyl Zekkar), Dimaşk 1976. 5 İbn İshak, Sîretü İbn İshak el-Müsemma bi-Kitabi’l-Mübtede ve’l-Meb’as ve’l-Meğâzî, (thk. Muhammed Hamidullah), Rabat 1976-Konya 1981. 52 münferit bir hadise gibi telakki edilmeyip, dünya ve insanlık tarihinin önemli bir bölümü olarak ele alındığı görülür6. Aşağıda da ifade edileceği gibi, Hamidullah’ın siyer ile ilgili çalışmalarında, İbn İshak’ın bu geniş çerçeveli ve tarihî derinliği dikkate alan siyer anlayışından önemli derecede etkilendiği görülür. Muhammed Hamidullah’ın genelde İslâm tarihi, özelde de siyer alanında yaptığı önemli çalışmalarından biri de Belâzürî’nin (279/892-93) Ensâbü’l-Eşrâf 7 isimli eserinin ilk bölümünü neşretmesidir. Bu eser, bir bütün olarak tabakât, ensâb ve ahbâr üsluplarının birleştirilmesi suretiyle meydana getirilmiştir8. Kitabın, Hamidullah’ın neşrettiği kısmının muhtevası, klâsik siyer eserleri muhtevasıyla birebir uyumludur. Bu nedenle diğer ciltlerinden bağımsız olarak değerlendirildiğinde, Ensâbü’l-Eşrâf’ın bu bölümünü müstakil bir siyer kitabı olarak kabul etmek mümkündür. Eser, Nuh’un (a.s.) soyunun tanıtılmasıyla başlar. Daha sonra Hz. İbrahim-Hz. İsmail silsilesiyle Hz. Peygamber’e (sav) kadar soy zinciri takip edilir. Hz. Peygamber’in (sav) doğumu ve peygamberliğine kadar faaliyetleri, peygamberliği, ayrıca ilk Müslümanların Mekke müşrikleriyle ilişkileri de kitapta ele alınır. Bir ensâb kitabı olması sebebiyle kronolojik metod yerine biyografik takdim tercih edildiği için, eserde konu başlıkları genelde şahıs isimleriyle şekillenmiştir. Kitabın başında Mekke’nin ileri gelen müşriklerinin (Ebû Cehil, Ebû Leheb, Âs b. Vâil, Utbe b. Rebia vs.) soyları ve faaliyetleri hakkında bilgi verildikten sonra, aynı şekilde ilk Müslümanlarla ilgili olarak yine şahıs adı başlıklarında malumat aktarılmıştır. Kitabın muhtevasında Habeşistan’a göç, Akabe Biatları, Hicret gibi tarihî olaylara, seriyye ve gazve benzeri siyer konularına da yer verilmiştir. Hz. Peygamber’in (sav) özel hayatından ayrıca vali, amil, komutan, müezzin gibi idareci ve memurlarından bahsedilmesinin ardından kitap vefat hadisesinin aktarımıyla tamamlanmıştır. Vakıdî’nin Kitabür’r-Ridde maa nebze min futûhi’l-Irak isimli ridde hadiseleri ve Irak fetihlerini konu alan kitabı da Muhammed Hamidullah’ın neşrettiği diğer bir İslâm tarihi kaynağıdır9. 6 Fayda, Mustafa, “İbn İshak”, DİA, XX, 95. 7 Belâzürî, Ensâbü'l-Eşrâf, I, (thk. Muhammed Hamidullah), Jerusalem 1963. 8 Fayda, Mustafa, “Belâzürî”, DİA, V, 392. 9 Vâkıdî, Kitabü’r-Ridde maa nebze min futûhi’l-Irak, (thk. Muhammed Hamidullah), Paris 1989. Aynı eser Yahya Cebûrî tarafından da (Beyrut 1990, Dâru’l-Garbi’l-İslâmî) neşredilmiştir. 53 el-Vesâiku’s-Siyâsiyye10, gerek Hz. Peygamber’in (sav), gerekse onun halifelerinin resmî nitelikteki yazışmalarını muhtevi, siyer ve İslâm tarihinin ilk kaynaklarının taranmasıyla meydana getirilen bir çalışmadır. Kitabın ilk iki bölümünde Hz. Peygamber’in (sav), bir peygamber, devlet başkanı ve ordu komutanı olarak yaptığı yazışmalar ele alınır. Bu bölümde onun komşu devlet başkanlarına gönderdiği davet mektuplarının orijinal kısımları ve kendisine ulaşan cevapların metinleri yer alır. Ayrıca Hz. Peygamber’in (sav) vali, ordu komutanı, zekât amili, kabile reisi gibi farklı görev ve statüdeki şahıslara mektupları ve bunların cevapları bulunur. Bundan başka, başta Medine vesikası olmak üzere11 kabilelerle yapılan siyasî anlaşmalara dair bilgiler de eser muhtevasına dahidir. Çalışmada sadece Hz. Peygamber (sav) ve onun idarecilerinin değil, Mekke müşriklerinin Müslümanlar’la ilgili yazışmaları da konu edilmiştir. Buna Ebû Süfyan’ın, Muhacir Kureyşliler’i himaye etmemeleri için Medinelile’re gönderdiği mektup12 örnek gösterilebilir. İlk iki bölümü Hz. Peygamber’in (sav) yazışmalarına ayrılan kitabın üçüncü bölümü ise Hulefâ-i Râşidîn döneminin resmî muhaberât faaliyetlerine hasredilmiştir. Bu nedenle Hamidullah’ın bu eseri, bir siyer çalışması izlenimi vermekle birlikte, İslâm tarihi ve İslâm hukuku başta olmak üzere, diğer İslâmî ilim dalları için de kıymetli bilgiler ihtiva etmektedir. Muhammed Hamidullah’ın gerek dünyada gerekse ülkemizde tanınmasına sebep olan eseri İslâm Peygamberi’dir13. Dilimize farklı mütercimler tarafından çevrilen14 bu kitabın metodu ve muhtevası hakkında aşağıda hususî değerlendirmeler yapılacağı için, biz burada onun siyerle ilgili diğer çalışmalarından özet olarak bahsetmek istiyoruz: Muhammed Hamidullah’ın, İslâm Peygamberi gibi defalarca neşirleri ve tercümeleri yayınlanan diğer bir çalışması Hz. Peygamber’in (sav) askerî faaliyetlerini konu edinen Hz. Peygamber’in Savaşları adlı eseridir15. Bu kitap klâsik meğazî kitaplarının modern 10 Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyasiyye li Ahdi’n-Nebevî ve’lHalîfeti’r-Râşide, Beyrut 1985. Bu eserin Hz. Peygamber (sav) ile ilgili bölümü Hz. Peygamber Dönemi Siyasi-İdari Belgeleri adıyla Vecdi Akyüz tarafından tercüme edilmiştir. (İstanbul ts., Kitabevi Yay.) 11 el-Vesâik, s. 57-63. 12 el-Vesâik, s. 69. 13 Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), I-II, İstanbul 1991. 14 Eserin Türkçe çevirileri hakkında bk. Altınay, s. 270. 15 Hamidullah, Muhammed, Hz. Peygamber’in Savaşları, (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1991, 2003. 54 versiyonu gibidir. Bu çalışmasında Hamidullah’ın, ilk siyer müellifi kabul edilen İbn İshak’ın metodundan etkilendiği söylenebilir. Hz. Peygamber’in Savaşları kitabında müellif, klâsik siyer ve meğazî eserlerinde bulduğu bilgileri, şahsî gözlemlerinden de istifade ederek harita ve kroki desteğiyle mukayeseli bir şekilde değerlendirmiştir. Asıl yerleri kaybolmaya başlayan ve bazen de iskân alanları tarafından işgal edilmiş bulunan tarihî mekânların orijinal koordinatlarının günümüze kadar ulaşmasında onun gayretlerinin büyük payının bulunduğu unutulmamalıdır. Resûlüllah Muhammed16 isimli kitap, Hamidullah’ın muhtasar bir siyer çalışmasıdır. Burada onun, siyer ile olduğu kadar, genel İslâm tarihi konularıyla da alâkalı olan yayınlanmış eserlerinden de bahsetmek gerekirse, bunlar yazarın ülkemizde verdiği ders ve konferanslar notlarından derlenen küçük boyuttaki kitaplar olup, İslâm Tarihine Giriş17, İslâm Müesseselerine Giriş18 ve İslâm Tarihi Dersleri19 adlarını taşımaktadır. Ayrıca müellifin Behawalvapur İslâmia Üniversitesi’nde verdiği on iki konferansı The Emergence of Islam ismiyle kitaplaştırılmış ve ve İslâm’ın Doğuşu adıyla dilimize çevrilmiştir20. Hz. Peygamber’in Altı Orijinal Diplomatik Mektubu21 ismiyle yayınlanan kitabının muhtevası, onun el-Vesâik eserinin muhteviyatında mevcuttur. Nihayet İslâm’da Devlet İdaresi22 isimli kitabı da onun dolaylı bir siyer çalışması olarak kabul edilebilir. 16 Hamidullah, Muhammed, Resûlüllah Muhammed, (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1973. Bu kitabın başka bir çevirisi Allah’ın Elçisi Muhammed başlığıyla Ülkü Zeynep Babacan tarafından yapılmıştır. (İstanbul 2001). 17 Hamidullah, Muhammed, İslâm Tarihine Giriş, (çev. Ruhi Özcan), İstanbul 1999. 18 Hamidullah, Muhammed, İslâm Müesseselerini Giriş, (çev. İhsan Süreyya Sırma), İstanbul 1984, 1992. Bu eser, müellifin Erzurum Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi’nde verdiği İslâm Müesseseleri Tarihi derslerinin sistemli bir şekilde çevrilmesi neticesinde ortaya çıkmıştır. (Yaşaroğlu, s. 91. 19 Hamidullah, Muhammed, İslâm Tarihi Dersleri, (çev. Ruhi Özcan), Erzurum 1976. 20 Hamidullah, Muhammed, İslâm’ın Doğuşu, (çev. Murat Çiftkaya), İstanbul 1997. 21 Hamidullah, Muhammed, Hz. Peygamber’in Altı Orijinal Mektubu, (çev. Mehmet Yazgan), İstanbul 1990. Bu eserde Hz. Peygamber’in (sav), Mısır meliki Mukavkıs, el-Ahsâ valisi Münzir, Habeş kralı Necaşi, Bizans imparatoru Heraklios, İran hükümdarı ve Umman melikleri Cevfer ile Abd kardeşlere gönderdiği mektuplar ve muhtevaları ele alınmıştır. 22 Hamidullah, Muhammed, İslâm’da Devlet İdaresi, (çev. Kemal Kuşçu), Ankara 1979. Müellifin siyer alanındaki eserlerinin muhtevası hakkında geniş bilgi için bk. Altınay, s. 269-292. 55 Muhammed Hamidullah’ın yukarıda zikredilen eserlerinden başka gerek İslâm tarihi, gerekse siyer alanında çeşitli dillerde yayımlanan makale ve tebliğleri de bulunmaktadır. Bunların bir listesi İslâm Peygamberi isimli kitabın sonunda verilmektir. Ancak bu listenin baş tarafında, zikredilen çalışmaların onun bütün eserlerini kapsamadığı, burada bazı seçmelerin yapıldığı ifade edilmektedir23. Dolayısıyla müellifin gerek dünyada, gerekse ülkemizde yayınlanan bütün eserlerinin yeniden tespit ve tasnifine, ayrıca şayet varsa yayınlanmayan çalışmalarının da ilim dünyasına kazandırılmasına ihtiyaç duyulduğu açıktır. Buna katkı sadedinde biz, onun ülkemizde yayınlanan ve siyerle doğrudan ilgili olduğunu düşündüğümüz makalelerinden tespit edebildiklerimizi burada zikretmek istiyoruz: 1. “el-Îlâf veya İslâm’dan Önce Mekke’nin İktisadî-Diplomatik Münasebetleri”, (çev. İsmail Cerrahoğlu), AÜİFD, IX, Ankara 1961, s. 213-223. 2. “Hz. Peygamber Devrinde İçtimaî Hayat”, Hilal, III/26, Ankara 1962, s. 2-3. 3. “Hz. Peygamber Devrinde İçtimaî Hayat”, Hilal, III/31-34, Ankara 1962, s. 9-12. 4. “Hz. Peygamber’in Kisra’ya Gönderdiği Mektubun Aslı” (çev. Muharrem Şen), Diyanet Dergisi, VIII/82-83, Ankara 1969, s. 95- 100. 5. “Hz. Peygamber’in Kisra’ya Gönderdiği Mektubun Aslı” (çev. Muharrem Şen), VIII/84-85, Ankara 1969, s. 169-176. 6. “Hz. Peygamber’in Orduya Güzel Numunesi”, Hilal, X/117, İstanbul 1971, s. 7-9. 7. “Hz. Peygamber’in Süt Kardeşleri”, İslâm Medeniyeti Dergisi, III/2, İstanbul 1973. 8. “Hz. Peygamber’in İslâm Öncesi Seyahatleri”, (çev. Abdullah Aydınlı), EAÜİFD, IV, Ankara 1980, 327-342. 9. “Hz. Peygamber’in Hayatı”, Görüş, VIII/9, İstanbul 1981, s. 6-10. 10. “Hem Rahmet Hem de Harb Peygamberisin” (çev. Y. Ziya Kavakçı), Diyanet Özel, Ankara ?, s. 88-95. 11. “Hz. Peygamber Gayri Müslimlere Nasıl Davrandı” (çev. Suphi Seyf), İlim Sanat, VII, Ankara 1986, s. 12-18. 23 bk. İslâm Peygamberi, II, 1159-1169. 56 12. “Hz. Peygamber’in Büyük Düşmanlarının Psikolojisi” (çev. İsmail Yakıt), EAÜİFD, Erzurum 1986, VI, s. 211-218. 13. “Hz. Peygamber’in Siretinde Anılan Devlet Çeşitleri” (çev. Mustafa Varlı), Diyanet, XV/4, Ankara 1989, s. 45-66. 14. “Hz. Peygamber Zamanında (569-632) Medine’nin Sosyal Yapısı” (çev. İhsan Süreyya Sırma), İlk İslâm Devleti (Makaleler), İstanbul 1992, s. 9-35. 15. “İlk İslâm Devleti”, (çev. İhsan Süreyya Sırma), İlk İslâm Devleti (Makaleler), İstanbul 1992, s. 36-59. 16. “Hicrî Takvim ve Tarihî Arkaplanı” (çev. Kasım Şulul), UÜİFD, IX, Bursa 2000, s. 671-686. 17. “Müslümanların, Gayrimüslimlerle Münasebetleri”, (çev. Levent Öztürk), İSTEM, Konya 2003, II, s. 195-205. B. MUHAMMED HAMİDULLAH’IN SİYERE METOD VE MUHTEVA AÇISINDAN KATKILARI Çalışmanın bu kısmında, Muhammed Hamidullah’ın klâsik siyer ve İslâm tarihi yazarlarından farklı olarak siyer konularını ele alış tarzını, hem metod hem de muhteva açısından ele alınması hedeflemektedir. Değerlendirmelerde özellikle onun İslâm Peygamberi ve Hz. Muhammed’in Savaşları adlı kitapları esas alınmıştır. 1. Siyerin Temellendirilmesi Muhammed Hamidullah, siyer alanında yazdığı en önemli eser olan İslâm Peygamberi’nin başlangıç kısmında, siyer çalışmalarına niçin gerek duyulduğunu açıklamaktadır. Acaba Müslümanlar Hz. Peygamber’in (sav) hayatını niçin öğrenmek, okumak, yazmak ve tetkik etmek istemişlerdir? Veya Hz. Peygamber’in (sav) hayatını bilmek bizler için neden önemlidir? Hamidullah, hem kendi dönemine kadar yazılan eserlerin, hem de bizzat telif ettiği çalışmaların yazılış sebebini ve daha sonra yapılacak aynı mahiyetteki araştırmalara niçin ihtiyaç duyulacağını şu şekilde izah eder: Allah Resûlü (sav), insanların en şereflisidir ve kâmil insandır, bu sebeple sadece peygamberliğini kabul edenlerin değil, dünyadaki her insanın onu tanımaya ihtiyacı vardır. Çünkü her ırk, her bölge ve her meslekten bir çok insan dünyadan gelip geçmesine rağmen, onun yeri kesinlikle doldurulamamıştır. Dünyada yaşamış olan pek çok kişi unutulmuştur, ancak Hz. Peygamber (sav) zihinlerde hâlâ canlı durmaktadır. Bu sebeple o, tanınmayı ve tanıtılmayı her insandan çok daha fazla hak etmektedir. Ayrıca Müslümanlar’ın onu özellikle tanımaları gerekir. Çünkü onun yolu bilinmezse, 57 sünnetini takip etmek ve gerçek anlamda müslüman olmak mümkün değildir. Hz. Muhammed (sav), Kur’ân’ın insanlara ulaşmasını sağlamış ve inananlar için müstesna bir örnek olmuştur. O, bir peygamber olarak tebliğ ettiği İslâm dinini bizzat yaşamış ve ideal anlamda mü’minlik örnekleri sunmuştur. Bu sebeple hayatını bilmek, Müslümanlar için öncelikli gaye ve vazife, hatta zorunluluk olmaktadır. Resûlüllah (sav), dünyanın hak aleyhine bozulan dengesini yeniden kurmak için gönderilmiştir ve ondan sonra yeni bir elçi/peygamber de gelmeyecektir. Dolayısıyla dünyanın onun gösterdiğinden başka çıkış yolu ve kurtuluş şansı yoktur. Hz. Peygamber’in (sav) çağrısı bir ırk veya zümreye mahsus olmayıp bütün insanlığadır. O, özel nitelikli insanlara değil, ortalama/vasat olanlara hitap etmektedir. Zira Hz. Muhammed (sav) bir insan, bir kul olarak hayatın (sıradan insanın yaşadığı) bütün tezahürlerini yaşamış ve her alanda örnek alınabilecek mükemmel davranışlar sergilemiştir24. 2. Siyer Yazımında Kaynak Çeşitliliği Siyer ilminin temel kaynakları Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in (sav) hadisleridir. Dolayısıyla bu kaynaklardan herhangi biri ihmal edilerek siyerin yazılması mümkün değildir. Ancak bunlar siyer telifi için gerekli olmakla birlikte, yeterli de değildir. Her şeyden önce siyer müellifinin sıradan bir biyografi yazarından farklı olması gerekir. Hz. Peygamber’in (sav) hayatını tetkik edecek kişi, samimi, derin bir anlayış sahibi, önyargısız ve tarafsız olmalıdır. Bundan başka siyer yazarı, Hz. Peygamber’in (sav) yaşadığı ülkenin önceki dönemini, ayrıca devrin beynelmilel tarihini bilmek durumdadır. Onun sosyoloji, edebiyat, askerlik gibi yan bilim ve sanatlarda yeterli derecede malumat sahibi olması da gerekir. Hz. Peygamber’in (sav) hayatını tetkike başlayan kişi, her şeyden önce Kur’ân ve Hadis ilimlerine vakıf olmalıdır. Arap Edebiyatı, özellikle şiir alanında yeterli seviyeye ulaşmalı, kitabeleri tetkik edip onlar hakkında değerlendirmeler yapabilmelidir. Ayrıca o, sadece Hicaz merkezli bir tarih malzemesiyle yetinmeyip, Hicaz ile doğrudan veya dolaylı ilişkili olan çevre ülkelerin o dönemden kalan kroniklerinden ve kalıntılarından da istifade etmelidir. Meselâ Çin, Habeşistan, Mısır, Bizans, İran ve Hindistan’dan Hz. Peygamber’in (sav) yaşadığı dönemin görünüşünü -dışarıdan gözlem olarak- tespit edebilmelidir. 24 İslâm Peygamberi, I, 3-6. 58 Siyer yazarı, ilk siyer müellifi olarak bilinen İbn İshak başta olmak üzere, ilmî seleflerinin eserlerinden ziyadesiyle istifade etmeli, ayrıca muazzam bir bilgi birikimi sunan ensâb kitaplarından en iyi şekilde yararlanmalı, Ya‘kûbî, Dineverî ve Taberî gibi siyer konularında önemli bilgiler aktaran umumî tarih kaynaklarını da ihmal etmemelidir25. Nihayet siyer müellifi, bahsedilen kaynak eserlere ilave olarak, daha sonraki dönemlerde gerek doğuda, gerekse batıda neşredilen, hem Müslümanlar tarafından yazılmış, hem de müsteşriklerin telif ettikleri siyer ile ilgili eserlerden mutlaka haberdar olmalı ve bunları tetkik etmelidir26. 3. Şahsî Gözlem Muhammed Hamidullah, siyer çalışmalarında önceki dönemlerden kendisine ulaşan rivayetler ile iktifa etmeyip, tarihçilerin çokça ihmal ettikleri şahsî gözlem metodunu kullanmıştır. Geçmişte bir kereliğine yaşanmış tarihî hadiselerin gözlenebilmesi mümkün değildir. Ancak konu edinilen olayların meydana geldiği mekânları (şayet buralar hâlâ korunabildiyse) tekrar inceleme imkânı her zaman vardır. Bu sayede, gerçekleştiği rivayet/iddia edilen olayların, gözlenen mekânsal imkânlarla meydana gelip gelemeyeceğine dair kanaat izhar etmek mümkün olur. Hamidullah bu metodu siyer alanında yazdığı eserlerinde en güzel şekilde uygulamıştır. Meselâ, Bedir savaşının gerçekleştiği alanı bizzat incelemiş, savaşı krokiler yardımıyla aktarmıştır27. Uhud, Hendek, Hayber savaşları ve Mekke’nin fethini de benzer şekilde sunmuştur28. Müellif, Hendek savaşı krokisini, ziyaret ettiği dönemdeki yerleşim mekânlarıyla iç içe göstererek, savaşın gerçekleştiği alanı farazî bir şekilde değil, kendisinin inceleme yaptığı dönemdeki gerçek boyutlarıyla tanıtmaya çalışmıştır29. Ayrıca gözlem yaptığı tarihî mekânların, incelediği zamandan kendi gözlem tarihine kadar (1930-1950) geçen dönemdeki değişimlerinden ve ziyareti esnasındaki özelliklerinden de bahsetmiştir30. Nitekim müellif, Uhud savaşının yapıldığı mekânı ziyareti esnasında, o dönemde bölgede hangi kabile mensuplarının yaşadığına dair güncel bilgiler verir31. Benzer tespitleri gözlem yapma imkanı bulduğu Taif 25 Hamidullah, çalışmalarında mümkün olduğunca ilk kaynaklara müracaat etmiş, eserlerinde matbu kaynaklar kadar yazmaları da kullanmıştır. Altınay, s. 269; Yaşaroğlu, s. 92. 26 İslâm Peygamberi, I, 7-10. 27 Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 29-30, 33. 28 Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 52, 67, 107, 87. 29 Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 67. 30 Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 42-43. 31 Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 50. 59 ve civarı32 ile Huneyn bölgesi33 hakkında da yapar. Hamidullah, Nur Dağı ve Hira mağarasını defalarca tetkik etmiş ve buralar hakkındaki gözlemlerini aktarmıştır34. Bu esnada karşılaştığı bölge sakinlerine, oranın eski tarihi ile ilgili sorular sorarak, araştırmasında yerel kültürün kaynaklarından ve bölge sakinlerinin gözlem ve bilgilerinden de istifade etmiştir35. Muhammed Hamidullah, eserlerinde siyer kaynaklardan bilgiler aktarmak suretiyle hadiseleri değerlendirirken, zaman zaman şahsî gözlemleriyle tarihî bilgileri karşılaştırmış ve bu hususta gözlemlerine daha çok itibar etmiştir. Müellif bu tavrını “Bütün belgeler yararlıdır, ama, hiçbir rapor kişisel gözlemle bir değildir” sözleriyle dile getirir36. Onun bu yönünü Uhud savaşı ile ilgili değerlendirmelerinde bulmak mümkündür: Hamidullah pek çok kişinin Uhud Dağı’nın arkasında bir geçit olduğunu ve geçidin doğruca Hz. Peygamber’in (sav) savaş esnasındaki karargâhına açıldığını, bu sebeple okçuların yerlerini terk etmesi sebebiyle Müslümanlar’ın bu savaşta zor anlar yaşadığının kaynaklarda zikredildiğini ifade ettikten sonra, kendisinin burayı hem 1932 hem de 1939’da defalarca incelediği ve bizzat dağa tırmandığı halde, böyle bir geçide rastlamadığını, dolayısıyla Halid b. Velid’in dağın arkasından saldırmasının mümkün olmadığını, ancak 10 kilometre kadar bir mesafeyi aşıp etrafını dolaşarak Müslümanlar üzerine hücum etmesinin daha yüksek bir ihtimal olduğunu ifade eder37. 4. Geniş Çerçeveli Siyer Sunumu Siyer alanında yazılmış kitaplar, konularını genelde dar çerçeveli olarak Hz. Peygamber (sav) odaklı olarak ele almışlardır. Bu tür eserlerin başlangıç kısmında, İslâm öncesi dönem Mekke’si ve Kâbe hakkında kısa bilgiler verilmekte, ardından Hz. Peygamber’in (sav) soyu ile ilgili özet malumat aktarılmakta, daha sonra onun özel hayatı ve peygamberlik faaliyetlerine geçilmekte, akabindeki olaylar da Hz. Peygamber’in (sav) şahsî faaliyetleriyle ilgili oldukları derecede zikredilmektedir. Hamidullah ise siyer konularını çok daha geniş çerçeveli ele alır. O, sadece Mekke veya (biraz daha geniş şekilde düşünülürse) Mekke-Medine-Taif üçgeni değil, bütün bir Hicaz ve Arap yarımadası merkezinde bir siyer takdimi yapar. Hatta zaman zaman bu sınır da aşılıp, Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları arasında 32 Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 95-96. 33 Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 92. 34 İslâm Peygamberi, I, 73. 35 Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 94. 36 Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 107. 37 Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 57. 60 bağlantı sağlayan, Bizans, İran ve Habeş ile kültürel, dinî, siyasî, ticarî ve askerî ilişkileri bulunan bir Arap yarımadası perspektifiyle Hz. Peygamber’in (sav) faaliyetlerini inceler. Müellif, bu bakış açısıyla Hz. Peygamber’i (sav) dünyanın bütün bu bilinen bölgelerine (sadece Mekke veya Hicaz değil) gönderilen bir peygamber olarak görür ve onun nübüvvetini bir şehrin veya bir bölgenin değil, o günün dünyasının en önemli olayı olarak kabul eder. Hamidullah bu bakış açısıyla meselâ Bedir savaşını sadece Mekke-Medine arasında veya Medineli Müslümanlar’la Mekke müşriklerinin iştirak ettikleri bir çatışma ya da Hicaz’ın bir iç meselesi olarak görmeyip, bunun uluslararası boyutuna dikkat çekerek, savaşın Habeşistan’daki yansımalarına işaret eder38. Benzetmek mümkün olursa, Hamidullah, siyer konularını sadece Hz. Peygamber (sav) odaklı bir sanal kameradan izlemek yerine, Hz. Peygamber’i (sav) ve çevresini en merkeze almakla birlikte, hadiseleri, çevre ülkelerdeki yankılarını da gözlemleyebilecek şekilde çok daha geniş çerçeveli bir perspektifle sunmaya çalışır. Hamidullah’ın ortaya koymaya çalıştığımız siyer metodu, İslâm Peygamberi adlı eserinde müşahhas hale gelmiştir. Nitekim müellif, eserinin başlangıç kısımlarında Hz. Peygamber’in (sav) soyu ve Mekke’nin siyasî hayatına geçmeden önce, o dönemin dünyası hakkında muhtasar, ama ihatalı malumat aktarır Bu bahiste zikri geçen coğrafî bölgeler Çin, Hindistan, Türkistan, Moğolistan, Bizans, İran ve Habeşistan’dır39. Hamidullah, bu bölgelerdeki siyasî, içtimaî ve dinî görünümlerin bir panoaomasını sunduktan ve bölgelerin hususî problemlerini zikrettikten sonra, yeni bir dünya düzeni ve dinî öğretiye ihtiyaç duyulduğunu şu ifadeyle dile getirir: “İşte insan o devirde, bunların (doğru ve gerçek) kendisine yeniden söylenilmesine ve yeni baştan kendisinin sadece bir takım haklara sahip değil, aynı zamanda karşılıklı vazifelerle de yüklü bulunduğuna ve hayatında işlemiş olduğu fiil ve hareketlerinden mes‘ul ve bunların hesabının mutlaka bir gün vereceğine dair yeni baştan bir öğretime tabi tutulmaya muhtaçtır”40. Bu ifadeleriyle sadece Hicaz’ın değil, bütün dünyanın bir mübelliğe ihtiyaç duyduğuna işaret eden Hamidullah, önce tebliğ için en uygun olan mekânı aramaya çalışmış ve bu mekânda olması gereken coğrafî, sosyolojik hususiyetleri saydıktan sonra buna en uygun merkezin genelde Arap yarımadası, özelde de Mekke olduğunu 38 Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 45-46. 39 İslâm Peygamberi, I, 11-17. 40 İslâm Peygamberi, I, 17. 61 ileri sürmüştür41. Müellif Mekke’nin neden tebliğ merkezi olarak seçildiğini aklî delillerle izah etmesinin ardından bu göreve Hz. Peygamber’in (sav) seçilmesinin sebeplerini de aynı şekilde ortaya koymaya çalışmıştır42. Hamidullah, siyer alanındaki bu orijinal değerlendirmelerinden sonra klâsik siyer eserlerinin genellikle ilk konusu olan Mekke’nin tarihi ve Hz. Peygamber’in (sav) soyunun zikrine geçmiştir43. 5. Kronolojik Metoddan Sistematik Metoda Geçiş Muhammed Hamidullah, eserlerinde kendisinden önce doğu bilimcilerinin müracaat ettikleri araştırma tekniklerini ustaca kullanmış, geliştirmiş ve çalışma yaptığı bütün disiplinlere bu sistematik yaklaşımını yansıtmıştır. Onun bu tavrını özellikle İslâm Peygamberi kitabında müşahede etmek mümkündür. Hamidullah, Allah Resûlü’nün (sav) hayatını (klâsik siyer kitaplarında olduğu gibi) menkıbevî üsluptan kurtararak rasyonel bir şekilde ele almış ve konuları aklî izahlarla açıklamaya çalışmıştır44. Onun bu tür bir yol takip etmesinde hukuk araştırmacısı olmasının mutlaka etkisi vardır. Ayrıca onun, eserini neşrettiği Mutezile kelamcısı ve fıkıh alimi Ebu’l-Hüseyn el-Basrî’nin45 fikirlerinden etkilenmiş olduğu da söylenebilir. Müellif, hukuk ilminden elde ettiği metodu siyer/tarih konularına da teşmil etmiş, kesinlikle yalın bir tarih aktarımına itibar etmeyip, tenkit, tercih, tahlil ve değerlendirmeye dayalı bir sistem takip etmiştir46. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi isimli eserini iki kısımda ele almıştır. Birinci kısımda (tercümenin ilk cildi) siyerin siyasî konularını, ikincisinde ise kültür ve medeniyet bahislerini incelenmiştir. Her iki bölümde de siyer bahisleri klâsik siyer kitaplarının aksine kronolojik değil, sistematik olarak sunulmuştur. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, eserde farklı kategorilere ayrılan konular, kendi içlerinde kronolojik olarak işlenmiştir. Meselâ Medine’ye hicret sonrasında gerçekleşen ve Siyasî-Dinî Hayat başlığıyla aktarılan hadiseler, Kureyşliler, Ehabiş Kabileleri, Habeşliler, Mısırlılar, Bizanslılar, İranlılar, Yarımadadaki Diğer Araplar, Yahudiler, Medine Dışındaki Yahudiler, Hristiyanlar ile 41 İslâm Peygamberi, I, 18-23, 24-26. 42 İslâm Peygamberi, I, 27-30. 43 İslâm Peygamberi, I, 31-35. 44 Altınay, s. 271. 45 Basrî, Ebu’l-Hüseyin, el-Mu‘temed fi Usûli’l-Fıkh, (nşr. Muhammed Hamidullah), I-II, Dimaşk 1965. 46 Yaşaroğlu, s. 91-92. 62 İlişkiler şeklinde tasnif edilmiş, ardından bu kategoriler kendi içinde kronolojik bir şekilde sunulmuştur47. Eserin ikinci kısmı (cildi) de benzer özelliklere sahiptir. Müellif burada zamanımızdaki ilim tasniflerine göre kültür ve medeniyet tarihi konularına dahil edilebilecek siyer bahislerini ele almıştır. Bu kısımda Hz. Peygamber’in (sav) dinî, ahlâkî ve içtimaî sahadaki eğitim, öğretim ve uygulama faaliyetleri incelenmiştir. Bu başlık altında ibadet ve eğitim tarihi, özellikle ilmî faaliyetler konu edilmiş, ayrıca devletin tanımı, kuruluşu, kuramsallaşması, yetkisi, sorumlulukları ve fonksiyonları üzerinde tespit ve değerlendirmeler aktarılmış, adlî sistemin kuruluş ve yönetilmesi, iktisadî ve askerî teşkilatların işleyişi, diplomatik hayatın başlangıcı ve gelişmesi ile Hz. Peygamber’in (sav) siyaset sisteminin temel prensipleri örneklerle sunulmuştur. Mimarî ve şehircilik faaliyetleri de bu bölümde kendisine yer bulmuştur. Eserin son kısımlarında ise sosyal hayat üzerinde durulmuş, yani siyerin sosyal tarih alanına giren hayat görüntülerine yer verilmiş ve nihayet Hz. Peygamber’in (sav) vefatı ve akabinde gerçekleşen hilafet meselesinden bahisle eser tamamlanmıştır. İslâm Peygamberi’nde dikkat çeken diğer bir husus da, Hicret’ten önce Müslüman kadınların faaliyetleriyle ilgili müstakil bir konunun ele alınmasıdır ki, böyle bir bahse diğer siyer kitaplarında tesadüf etmek mümkün değildir48. Hamidullah, Hz. Peygamber (sav) döneminde Müslümanların Yahudi ve Hıristiyanlarla siyasî ilişkilerinden bahsederken, onların dinî hayatları hakkında da özet bilgiler aktarmış, burada Kur’ân-ı Kerîm’e göre Mesih ve Hıristiyanlık başlıklı bir bölümü eserine dahil etmiştir49. Arabistan’da yayılma imkanı bulan Mecusilik, Sabilik, Budizm gibi dinler de kitabın bu kısmında özet mahiyette de olsa yer bulmuştur50. Bu gibi konular, Hamidullah’ın siyer muhteviyatına dahil ettiği yeni mevzular kabilindendir. Müellif bu şekilde Hicaz’ın siyasî, kültürel, sosyal ve dinî görünümü hakkında sistemli bilgiler aktarmış ve sadece Hz. Peygamber (sav) değil, onun odağında yer aldığı coğrafî merkez çerçeveli bir siyer sunumu yapmaya çalışmıştır. 47 İslâm Peygamberi, I, 217-631. 48 İslâm Peygamberi, I, 168-175. 49 İslâm Peygamberi, I, 546-646. 50 İslâm Peygamberi, I, 646-650. 63 6. Hz. Peygamber’in (sav) Takdiminde Dinî Öğretinin ve İnsanî Boyutun Öne Çıkarılması Muhammed Hamidullah’ın siyer alanına getirdiği yeniliklerden biri, belki de en önemlisi, Hz. Peygamber’i (sav) takdimde mucize boyutundan ziyade, onun insanî yönünün ve getirdiği dinî öğretinin öne çıkarılması hususudur. Gerek eski kaynaklarda, gerekse günümüzde yazılan siyer kitaplarında Hz. Peygamber’in (sav) faaliyetlerinin sunumunda mucize bahislerine ağırlık verildiği ve Allah Resûlü’nün (sav) doğumundan itibaren mucizeler ışığında tanıtıldığı açıkça görülür. Nitekim bu konuda Delâil diye bilinen müstakil kitaplar yazılmıştır51. Muhammed Hamidullah, peygamberliğin takdiminde, özellikle mucize, bahsinde seleflerinden farklı yaklaşımlara sahiptir. Müellif, “Bir peygamberden beklenen şey, onun doğumundan itibaren mucizeler göstermesidir” şeklinde mucizeler hakkındaki genel kanaatini aktardıktan sonra, eserinde Hz. Peygamber’in (sav) doğumu ve çocukluğu esnasında meydana geldiği rivayet edilen ve mucize olarak nitelendirilen hadiseleri52, kalbinin yarılması meselesini53, onun müşrik bayramlarına katılmasının engellendiği hususunu54 herhangi bir yorum ve değerlendirme yapmaksızın sıralar. Ancak bunlar arasında sadece Bahira hadisesine itiraz ederek, buna inanmanın safdillik olacağını söyler55. Peygamberlik sonrasında gerçekleşen Hicret esnasında mağaradaki güvercin ve örümcek meselesi56 ile yolda karşılaşılan Ümmü Mabed’in keçisinin bol süt vermesi57 gibi olayları da eserine alır. Fakat bunlar hakkında da herhangi bir görüş açıklamaz58. 51 Meselâ bk. Ebû Bekr Cafer b. Muhammed b. Hasan Firyâbî, Delâilü’nNübüvve, (thk. Amir Hasan Sabri), ? 1986, (Dâru Hira); Ahmed b. Abdullah el-İsfahânî, Delâilü’n-Nübüvve, Haleb ts. (Dâru’l-Vâî); Kâdı Abdülcabbar, Tesbîtü Delâili’n-Nübüvve, (thk. Abdülkerim Osman), I-II, Beyrut 1966, (Dâru’l-Arab); Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve ve Ma‘rifeti Ahvâli Sahibi’ş-Şerîa, I-VII, Beyrut 1985. 52 İslâm Peygamberi, I, 40-44. 53 İslâm Peygamberi, I, 102-103. 54 İslâm Peygamberi, I, 48-49. 55 İslâm Peygamberi, I, 47-48. 56 İslâm Peygamberi, I, 163. 57 İslâm Peygamberi, I, 165. 58 Hz. Peygamber’in (sav) gerek risâletinden önce, gerekse sonra meydana geldiği bildirilen olağanüstü hallerle ilgili olarak farklı bilgi, yorum ve değerlendirmeler için bk. Sâbûnî, Nureddin Ahmed b. Mahmud, Matüridiyye Akaidi, (çev. Bekir Topaloğlu), Ankara 1979, s. 109-127; Filibeli Ahmed Hilmi, İslâm Tarihi, İstanbul 1982, s. 145-148; Bulut, Halil İbrahim, Nübüvvetin İsbatı Açısından Hissî Mucizeler, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2001, s. 30-44, 69-85, 215-290; Ahatlı, Erdinç
Muhammed Hamidullah, mucizeler ile ilgili esas kanaatlerini kitabının Mir’ac ve Mucizeler başlıklı kısımda dile getirir59. Kur’ân-ı Kerîm’de bir çok peygamberden ve onların mucizelerinden bahsedildiğini ifade ederek, Mûsâ’nın âsâsının yılan olması, kaybolan Yûsuf’un bulunduğuna dair babası Ya‘kûb’un vahiy alması ve Îsâ’nın hastaları iyileştirmesini buna örnek olarak gösterir60. Müellif, bu örnekleri sıraladıktan sonra, Allah’ın, zor vazifelerini yerine getirirlerken hem kendilerini kuvvetlendirmek ve hem de şereflendirip üstün kılmak için peygamberlerine fevkalâdelikler verdiğini ve onlar için mucizeler yarattığını ifade eder. Hz. Peygamber’e (sav) de bazı mucizeler verilmiştir. Ancak Hz. Ebû Bekir ve Hz. Hatice ona inanmak için mucizeye ihtiyaç duymamışlardır. Bununla birlikte onun mucizelerinin birer şahidi olmalarına rağmen, Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibiler de yola gelmemişlerdir61. Bu ifadeleriyle müellif, mucizenin iman konusunda tek başına yeterli olmadığını vurgulamak istemiştir. Yani Hamidullah’a göre, mucizenin inanmadaki tesiri ve önemi kat‘î değil, izafîdir62. Müellif, gerek önceki peygamberler, gerekse Hz. Peygamber’in (sav) mucizeleri hakkındaki görüşlerini şu ifadeleriyle ortaya koyar: “Ben şahsen, Allah’ın seçilmiş kulları olan Resûllerin gösterdiği bütün mucizelerin gerçekliğine tam manasıyla inanan bir kimse olmakla birlikte, varlığı vacip (zaruri) olduğu için Allah’a ve Peygamberlik ve Hz. Muhammed’in Peygamberliği, İstanbul 2002, s. 66- 225; Erul, Bünyamin, “Hz. Peygamber’in Risaleti Öncesi Hayatına Farklı Bir Yaklaşım”, Diyanet İlmi Dergi -Peygamberimiz Hz. Muhammed Özel Sayısı-, Ankara 2003, s. 33-67. 59 İslâm Peygamberi, I, 119. 60 İslâm Peygamberi, I, 120. 61 İslâm Peygamberi, I, 121. 62 Yaşaroğlu, s. 95. Mucizenin peygamberin nübüvvetine delalet derecesinin ne olduğu konusunda daha önceki müellifler de benzer ifadeler dile getirmişlerdir. Meselâ Bağdadî’ye göre mucize, peygamberin peygamberliğini istidlâle zorlayıcı değil, yardımcı bir unsurdur. Başka bir ifadeyle peygamber olduğunu iddia eden kimsenin peygamber olduğunu bilmek, mucize ve diğer aklî delillere müracaatla elde edilen aklî bir sonuçtur. Ona göre Şer’i ilimler nazara (akl) dayanır. Çünkü şeriatın sıhhati, nübüvvetin sıhhatine bağlıdır. Nübüvvetin sıhhati ise nazar ve istidlal yoluyla nübüvvetin bilinmesinin sıhhatine bağlıdır. (Abdülkadir el-Bağdâdî, Usûlü’d-Dîn, İstanbul 1928, s. 156-157). Benzer şekilde H.VII. yüzyıl sûfilerinden es-Sühreverdî de peygamberlerin nübüvvetinin mucize ile değil, irsâl (insanlara peygamber olarak gönderilmek) ile sabit olacağını ifade eder. (es-Sühreverdî, Ebu’n-Necib Adâbü’l-Mürîd, Kahire ts., (Dâru’l-Vatani’l-Arabî), s. 26. Bu konuda değerlendirmeler için bk. Karadaş, Cağfer, “İsbat-ı Nübüvvet ve Peygamberlik ve Hz. Peygamber’in Peygamberliği Adlı Eser Üzerine”, Hadis Tetkikleri Dergisi, sy. 1, İstanbul 2003, s. 152-156. 65 Allah’ın resûllerine ve doğruluk dereceleri pek açık bir surette gözlerimiz önünde serili durması dolayısıyla bu resûllerin getirip tebliğ ettiği İlahi Öğretime inanmak lazım geldiği şeklinde bir düşünce tarzına sahip olmaktan kendimi alıkoyamamaktayım. Mucizeler, gönül ve kalbimize sığmayan bir şeyi kabul etmemiz için bizi zorlayan olaylardır. Mucize bir nevi zor ve cebir vasıtasıdır, cebir ve zor altında kalarak gösterilen bir itaat ve teslimiyet değer taşımaz; Kur’an-ı Kerim’de bu konu açık surette gösterilmiştir”. (el-Ankebût, 29/50-51)63. Hamidullah, “Allah’ın Resûlü’nde sizler için, Allah ve âhiret gününe ümitle bağlananlar ve Allah’ı bol bol zikredip hatırlayanlar için muhakkak pek güzel bir örneklik vasfı vardır” (el-Ahzâb, 33/21) âyetinin, Hz. Peygamber’in (sav) hayatı üzerinde eser yazan kişinin mucizeler üzerinde uzun uzun durmasını engellediğini ileri sürer. Müellif ayrıca muteber hadis kitaplarında yer alması sebebiyle üzerinde hiç şüphe bulunmayan ve tarihe mal olmuş mucizelerin felsefesini yapmanın ve bunların olabilirliklerini münakaşa etmenin peygamberin takdimi açısında lüzumuna kani olmadığını şu ifadeleriyle dile getirir64. “Ben inanıyorum ki, bir inanış manzumesinin yahut davranışlar ve eylem nizamının akla uygunluğu ve mantıkîliği bizzat o sistem vasıtasıyla ispatlanır, yoksa sadece mucizelerle değil. (Allah için namaz kılmak ve oruç tutmak lazım geldiğine dair İslâmî öğretim) ile (ben bir ağaca seslenip onu çağırsam, o yerinden koşup gelir) ifadesi arasında bir ilişki görmüyorum. Bir ağacın yer değiştirmesi hiç şüphesiz bir mucizedir, fakat hareketsiz bir cismin hareket eden cisim haline gelmesiyle, sırf Allah emrettiği için namaz kılmak ve oruç tutmak şeklinde yaratılanların yerine getirmek durumunda oldukları vazife arasında hiçbir münasebet ve bağ bulunmamaktadır. Bu ve buna benzer bir çok sebepler altında ben elinizdeki bu mütevazî siyer kitabında hemen hemen pek az bir şekilde mucizeler konusuna eğilmiş bulunuyorum”65. “Benim acizane reyime göre, Muhammed as.’ın insan olması hasebiyle (sebep-netice ilişkisi içinde gösterdiği emek ve gayreti bilip öğrenmemiz), Allah tarafından onun faydalanması için ona verilen insan üstü mucizeleri bilmemizden daha istifadelidir ve bizim için daha öğretici mahiyettedir. 63 İslâm Peygamberi, I, 122-123. 64 İslâm Peygamberi, I, 123. 65 İslâm Peygamberi, I, 125. 66 Muhammed’in getirip bize bıraktığı İlahi Tebliğ ve Öğretim, insan olmamız hasebiyle bizimle daha çok ilişkilidir ve bize hitap eder. Bu İlahi Tebliğ’in ana yapısı ve gerçekliği hususunda onun kendi hemşehrilerini ikna edip buna inandırması gayesiyle kullandığı usul ve yolu bulup ortaya çıkartabilmemizde mucizeler, ikinci planda yer işgal ederler”66. Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber’in (sav) takdiminde mucize boyutu hakkındaki kanaatlerini aktardıktan sonra, mucizelerin teferruatı ve Hz. Peygamber’in (sav) sîretinin felsefî görünüş ve izahları hakkında bilgi sahibi olmak isteyenlere de Süleyman Nedvî’nin eserini67 tavsiye eder68. Hamidullah, Hz. Peygamber’in (sav) mucizeleri konusundaki görüşlerini Mirac bahsinin sunumunda da farklı ifadelerle, ancak aynı muhtevayla bir defa daha dile getirir. Müellif, konunun başlangıç kısmında olayı kısaca özetledikten sonra miracın, hem büyük bir şeref ve hem de büyük bir mucize olduğunu ifade ederek, Hz. Peygamber’i (sav) şereflendirmek için Allah tarafından kendisine nasip edilen İsrâ ve Mirac mucizesinin, Müslüman camianın gerçekten haklı olarak övünmesi ve gurur duyması gereken bir vesile olduğunu söyler69. Ardından, bu hadisenin şeklinden ziyade ruhu ve mesajıyla ilgilenilmesinin gerektiğine işaret eder: “Benim acizane görüşüme göre Mirac’ın açıklanıp anlatılması, Allah’ın kullandığı aynı şekil tavsif ve anlatımlarla yapılması gerekir. Kur’ân ve hadislerle verilen açıklamalara inanmak ve bunlarda, âhiret aleminin ele alındığı ve insan hayal gücünün hissedebileceği ve fakat ifade edemeyeceği konulardan bahsedildiği daima hatırda tutulmalıdır. Mühim olan şey bir insanın Allah’a doğru yücelişi, (‘urûc) şeklinde görülen muhtevadır. Yoksa bunun nasıllığı ve nerede cereyan ettiği değildir. Bu mucize, tamamen ruhî-manevî alanda cereyan etmiş bir olaydır ve bu olayın da tasavvufî manada olmak üzere açıklanıp ortaya konması icap eder, asla coğrafî ve turistik bir seyahat olarak değil”70. 66 İslâm Peygamberi, I, 128. 67 Seyyid Süleyman Nedvî, Siretü’n-Nebi, Daru’l-Musannifîn, A’zamgarh, U.P./Hindistan. 68 İslâm Peygamberi, I, 128. 69 İslâm Peygamberi, I, 129. 70 İslâm Peygamberi, I, 133. 67 Müellif, Mirac ile ilgili bu görüşlerini aktardıktan sonra konuyu kaynaklarda geçtiği gibi teferruatlı bir şekilde anlatır71. Hamidullah, olayın nasıllığı konusuna girilmemesinin gereğini vurgulamakla birlikte, kendi görüşüyle çelişerek, hadisenin oluşuyla ilgili değerlendirme yapmaktan da kendini alamamış ve miracın uykuda mı, yoksa uyanık halde mi gerçekleştiği, bedenî mi yoksa ruhî mi cereyan ettiği tartışmalarına girmiştir72. Ona göre Mirac’ın maddî olduğuna inanan ulemaya bazı itirazlar ileri sürülebilir. Şöyle ki, Mirac’da maddî yolculuk hadisesinin Allah’ın her yerde hazır ve nazır olma sıfatlarına aykırı düşer. Halbuki Allah, “Biz ona şah damarından daha yakınız” (Kâf, 50/16) buyurmamış mıdır? O zaman O, her yerde hazır nazır olunca, bizim O’nu göklerde ve semalarda bulunan Taht’ta (Arş) aramamız, Allah’ı kendi Taht’ından küçük, bu Taht’ın da göklerden küçük ve bu göklerin de kainattan küçük, yani en dışta kainat olmak üzere, hepsini birbiri içinde tasavvur edip öylece inanmamız icap eder ki, böyle bir düşünce İslâm’ın Allah tasavvuruna aykırı olduğu için kabul edilemez73. Hamidullah, miracın gerçekleşmesi hususundaki kanaatlerini belirttikten sonra, bu konudaki asıl bakış açısını yeniden dile getirerek görüşlerini şu şekilde tamamlar: “Şahsen ben, bir müslümanın beyhude münakaşaya girmemesinin daha iyi olacağı kanaatindeyim. Allah’ın insanlığa bahşettiği bu fevkalâde nimet ve teveccühten, yani miractan manevî-ruhî yönde kendimiz için istifadeler sağlamalıyız. Özellikle Resûlüllah bizzat buyurmaktadır ki (İbn Hanbel, III, 321, 339), bir müslümanın namazı miracıdır. Peygamberin miracı kendine, bizim miraç- larımız hiç şüphesiz buna layık isek, yani şahsen buna liyakat kazanmış isek her birimizedir”74. Muhammed Hamidullah’ın miracın nasıllığından ziyade, vermek istediği mesajı önemsemek gerektiği şeklindeki prensibine rağmen, olayın nasıllığı konusuna dair kanaat aktarması75, onu bu konudaki tartışmaların içine çekmiş, görüşleri, zaman zaman mirac mucizesini inkâr ettiği şeklindeki ithamlarla yüz yüze gelmesine sebep olmuştur. Nitekim Erzurum’daki konferanslarında bu konudaki dile getirdiği açıklama ve kanaatlerini eleştiren reddiye 71 İslâm Peygamberi, I, 134-142. 72 İslâm Peygamberi, I, 142-143. 73 İslâm Peygamberi, I, 143. 74 İslâm Peygamberi, I, 144. 75 Müellifin bu konudaki görüşleri için ayrıca bk. “Mucize, Keramet, İstidrac”, Konferanslar, (çev. Zahit Aksı), ? ? Atatürk Üniversitesi İslâmi İlimler Fakültesi Yay, Erzurum 1975, s. 1-14. 68 türünden bir risale yayınlanmıştır76. Mirac hadisesinin nasıllığına dair tartışmalar her zaman yapılmakla birlikte77, bu kanaatinden yola çıkarak Hamidullah’ın mucizeleri inkâr ettiği, hatta siyer takdiminde mucizeleri kullanmadığı/dikkate almadığı şeklindeki bir görüş şüphesiz müellife haksızlık olur. Çünkü böyle bir kanaati, bizzat onun İslâm Peygamberi isimli eserinin muhtevası çürütür. Zira bu kitapta onun Hz. Peygamberle (sav) ilgili pek çok mucizeyi zikrettiği açıkça görülmektedir. Müellifin mucizelere bakışı, onların mucize olup olmadıkları üzerinde değerlendirmeler yapmaktan ziyade, Hz. Peygamber’in (sav) özelde Müslümanlara, genelde de tüm insanlığa takdimde mucizenin İslâmî öğretiye göre ikinci planda değerlendirilmesi şeklindeki metodik yaklaşımı dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Yoksa mucizelerin özü ve gerçekliği ile ilgili olarak onun herhangi bir itirazı, tespit edebildiğimiz kadarıyla söz konusu değildir. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, Muhammed Hamidullah geçen asrın en büyük İslâm alimlerinden birisi olarak, özellikle Hz. Peygamber’in (sav) tanınması ve tanıtılmasında, yani siyer ilmi sahasında önemli bir misyon üstlenmiş ve bu alanda kıymetli eserler vermiştir. Sadece eserlerinin sayısı ve çeşitliliği değil, muhtevaları da dikkate alındığında, onun siyer/İslâm tarihi alanına önemli açılımlar ve alternatif sunum metodları kazandırdığı açıkça görülür. Onun siyere getirdiği en önemli yeniliklerden birisi de mucize merkezli peygamber takdiminden, insanî odaklı ve dinî öğreti merkezli bir peygamber takdimine geçiştir. Muhammed Hamidullah’ın aynen hukuk, hadis, tefsir sahalarında olduğu gibi, bu alandaki eserleri de hem metod hem muhteva açısından daha sonra telif edilecek eserlerin öncüsü ve araştırmacıların ilham kaynaklarından biri olmaya devam edecektir. 76 Çıkman, Zeki, Mirac ve Hamidullah, İstanbul 1976. 77 Bu konuda farklı rivayetler ve rivayetlerin değerlendirilmesi için bk. İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân Tefsiri, (çev. Bekir Karlığa-Bedrettin Çetiner), IXVI, İstanbul 1985, IX, 4601-4684.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...