19 Ekim 2013

SENİN SEVDANDAN YANAN KALBİM


SENİN SEVDANDAN YANAN KALBİM

Senin sevdandan yanan bu kalbi
Söndürür mü aceba aşkın gözyaşının seli
Bu kalbim senin için atıyor deli deli
Benim bu halimi gören ağlamalımı gülmelimi




Benim seni sevdiğimi anlatamam kimselere
Bu sevda düşürdü beni dertlere
Çaresi yok dediler sordum ellere
Sen gelince iyileşecek kalbimdeki yare




Gözlerine bakınca içim yanıyor
Ellerim titriyor gözlerim görmüyor
Kalbim kalbine doğru ilerliyor
İşte son yüzyılın aşkı başlıyor...




Osman Yıldız

İLİM VE CİHAD ŞEYH EBU MUSAB ES-SURİ’NİN MÜCAHİDLERE NASİHATI



ŞEYH EBU MUSAB ES-SURİ’NİN MÜCAHİDLERE NASİHATI
1
Böyle bir durumda, başarısız olan bu mücahidlerin açıklarını giderecek, hak üzere sebat eden bir topluluk 
çıkacağı yerde, tam bir fiyasko, psikolojik yılma ve cihada devam etmekten vazgeçilme ile karşılaşılmıştır. Böyle 
oldu. Liderlerin bozulmaları yada başarısızlıkları nedeniyle hicretten geri dönüşler, cihad ve ribat sahasının terk 
edilmesi… Bu mücahid ve murabıtların birçoğu, kişisel geleceklerini düşünerek sahayı terk edip başka bölgelere 
geçtiler ve omuzlarındaki yükü hiç kimsenin alamayacağı bir şekilde atıp gittiler. 
Sarsıntının şiddetli olması nedeniyle, bu hicretlerin başlaması ve bir süreliğine de olsa krizden sonraki bu 
duraklama çok doğaldır. Ancak bu felaketin genel bir çöküntü haline dönüşmesi, herkese aynileşen bu farzı ve 
boyunlarına asılan bu büyük emaneti unutturması normal değildir. Çok yönlü olan bu ağır emanet, günlerin 
geçmesiyle birçoğumuzun boynunda ağırlığını daha da hissettirmektedir. Bu mücrimler tarafından çiğnenen, 
savaş açılmış ve terk edilmiş Allah’ın dinine karşı emanetçiliğimiz, arkamızda bıraktığımız, kanlarının ve 
zindanlarının bize seslendiği şehitlerimiz ve esirlerimiz; intikamlarını almaya, desteğe ve yola devam etmemize 
bizi sevk eden şehitlerimize ve esirlerimize karşı emanetçiliğimiz… Bu vahşi, yıkıcı ve şerli kimselerin ellerine 
terk ettiğimiz ailelerimiz, babalarımız ve annelerimize karşı olan emanetimiz… Şerefimize, izzetimize, 
erkekliğimize, iman ettiğimiz ve uğrunda fedailikte bulunduğumuz hak üzerine sebata ve yola devam etmeye 
karşı emanetimiz… Yaşam uğruna sağa sola el açmamız için gasp edilen yurtlarımıza, mallarımıza ve 
rızıklarımıza karşı olan emanetimiz… Ne dersin, ‘emaneti taşımaktan aciz olduğumuz’ mazereti, hatta ihanet 
derecesine yüz çevirme bizim için yeterli olacak mıdır? 
‘Amel ettik, çalıştık ve başarısız olduk, Allah kimseye gücünden ötesini yüklemez’ özrümüz bize yeterli 
olacak mıdır? Ne dersin, böyle bir mazeret yeterli olacak mıdır yoksa bu, Allah için terk ettiğimiz dünyaya geri 
dönmek için ilkelerimizden vazgeçmemizi meşrulaştırmanın mazereti mi olacaktır? Sonra zorunlu olarak ona 
geri döndük ve ondan hoşlandık ve dava ve cihad meselelerini bize unutturdu. Onun ardında koşmaya başladık. 
Herkes arkadaşıyla bunun için yarışıyor, gıpta ediyor veya bu kırıntılara ulaşmak için kendisini geçene haset 
ediyor! 
Ne dersin, cihada başlarken, –özellikle bir şekilde manevi destekten silah taşımaya kadar cihada katkısı 
olan kimseleri kast ediyorum- cihad sancağının bir zaferden diğer bir zafere, güzelden daha güzele ve bu şekilde 
devam edeceği şartını mı koşmuştuk? Tökezlediğinde ve zorluklarla karşılaştığında ise onu bırakacak mıydık? 
Eğer iç duygularımız bu ise, cihadı anlamamışız ve Allah’ın, velilerini imtihan etmede ve sınamada ki sünnetini 
bilmemişiz demektir. Onlarca ayet ve hadisler, Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sireti, sahabelerin ve 
tabiinlerin yaşantıları, bizlere kesin olarak göstermektedir ki; bu yol sıkıntı, zorluk, ölüm, sürgün, fakirlik, açlık, 
mallarda, canlarda ve ekinlerde eksilme yoludur… Sabredenleri müjdele. 
Öyle bir yol ki, yürüyenleri, dünyada ecirlerini çoğu zaman alamazlar. Asıl ecir, Aziz ve Kerim olanın 
yanında genişliği yeryüzü ve gökyüzü kadar olan cennetlerdir. Allahu teala’nın bizlere namazı, orucu ve zekâtı 
farz kıldığı gibi bir farzını yerine getirme karşılığında büyük bir ecir. Allah’ın askerlerini desteklemesine gelince, 
bu Onun kesin vaadidir. O, doğru söyleyen ve Hakimdir. Buna ehil olanları, nasıl ehil olacaklarını ve kime başarı 
vereceğini bilende odur. Bu, Kerim olan rab tarafından garantilenen bir ecirdir; ya zafer ya şehadet. Sıkıntı ise 
bu yolun tabiatıdır. Öyle ki, Allahu teala bizlere, zaferin ancak yakıcı imtihanlardan sonra geleceğini beyan 
etmektedir. Aksi halde Allahu teala’nın şu sözünü nasıl anlayabiliriz: “Öyle ki elçiler, umutlarını kesip de, artık 
gerçekten yalanlandıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir” 
Yine şu buyruğunu: “Yoksa siz, içinizden cihad edenleri ve Allah'tan ve Resûlü'nden ve mü'minlerden 
başka sır dostu edinmeyenleri Allah 'bilip (ortaya) çıkarmadan' bırakılıvereceğinizi mi sandınız? Allah 
yaptıklarınızdan haberdardır.” 
1
 Bu yazı, şeyh Ebu Musab Es-Suri’nin, Hama olaylarından sonra cihadın doğru bir menhec olmadığını düşünüp cihadı terk eden ve siyasi 
çalışmalara yönelen bazı kesimlere yönelttiği bir sitemidir. Tercüme edilmesindeki amaç ise, zor günler geçiren mücahidlere hedeflerini, 
amaçlarından vazgeçmemelerini ve imtihanın farklı boyutlarını hatırlatmaktır. 

İLİM VE CİHAD 

Yine şu buyruğunu: “Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve 
ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.” 
Bunlar ve bunların dışındaki birçok ayetler. Hepimiz bunları bilmekte, hepimiz siyer okumaktayız. 
Efendimiz Muhammed (sallallahu aleyhi ve selem)’de dahil Allah’ın tüm resulleri bu rabbani imtihana boyun 
eğmişlerdir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem) Mekke’de sabrederek ve ecrini Allah’tan bekleyerek cihad etmiştir. 
On üç yıl boyunca hakkı beyan edip haykırıyor ve sahabeleri ile birlikte sıkıntılara tahammül ediyordu. Sonra 
Medine’ye göç etti ve müşriklerden, çokluklarından, münafıkların fesatlarından ve yaygaralarından, Yahudilerin 
entrikalarından ve tuzaklarından ve etraftaki büyük devletlerin tehditlerinden ve baskılarından bizden daha 
fazla sıkıntı gördü. Fakat O ve ashabı gevşemediler ve yılmadılar. 
Allah’ın emri geldi, zaman döndü ve her muhlis ve muslih cihadda ve sebatta gördüğü sıkıntıları gördü. 
Eğer onların sabırları ve cihadları olmasaydı, ne İslam bize ulaşabilirdi nede bir sıkıntı görmeden ve bizden 
kaynaklanmadan bunca nimetle nimetlenebilirdik. Şimdi bizim sıramız… Allahu Teala şöyle buyuruyor: “Kim 
cihad ederse kendisi için cihad eder. Muhakkak ki Allah’ın alemlere ihtiyacı yoktur.” 
Yine Allahu Teala şöyle buyuruyor: “Artık sen Allah yolunda savaş, kendinden başkasıyla yükümlü 
tutulmayacaksın. Mü'minleri hazırlayıp teşvik et. Umulur ki Allah, küfredenlerin ağır baskılarını geri 
püskürtür. Allah, 'kahredici baskısıyla' daha zorlu, acı sonuçlandırmasıyla da daha zorludur.” 
Bu, ferdi bir sorumluluktur. Allah’ın farzlarından birisini ikame etmektir. Yine aynı zamanda zulmün 
kaldırılması ve Allah’ın şeriatının hâkim olması olarak da cemaat için toplu bir sorumluluktur. Herkes mesuldür. 
Her nefis kazandığının rehinidir. Ortaya çıkan ve mücahid kardeşlerimize yönelttiğimiz -özelliklede 
başkalarından evvel cihadın yükünün bir kısmını yüklenenlere yönelttiğimiz- soru şudur: ‘Eğer önceki cihadımız, 
yerine getirilmesi gereken bir farz şuuru üzerine bina edilmişse, değişen ve farklılaşan nedir? Savaş daha da 
kızıştı, küfür daha da azgınlaştı, zulüm daha da kuvvetlendi ve katılaştı! Biz ise yüz çevirip kaçıyoruz? Hatta 
bunu, olan bir olay olarak kabullenmekteyiz. Eğer cihad farz ise, yola devam etmek ve onda sebat etmek daha 
büyük bir farzdır. Başlamış olduğumuz, kendimizi ve kendimizle birlikte insanları sorumlu tuttuğumuz bu ameli 
henüz hepimiz anlamış değiliz. İslamı, Müslümanları ve çoluk çocuğu müdafaamız eskisinden daha da vacip 
olmuştur. Yola devam etmenin farzlığının, başlangıçtaki farziyetten daha tekitli oluşu daha mantıklıdır, bu açık 
bir şeydir. 
Mücahidlere ve murabitlere musallat olan bu psikolojik yenilgiyle; yıkık maneviyatların, yorgun ve bitik 
nefislerin ardına düşerek, dünya ve maişet esbaplarını elde etmek için cihad ve ribat sahasını terk etmeye 
başladılar. 
İşte belanın zirvesi ve musibetin büyüğü budur. Eğer geride, yola devam etmeye kararlı yürekler, vakıayı 
gelecek bir zafere dönüştürecek, islama şerefini geri getirip zaferler gerçekleştirmeye azimli kalpler bırakırsa, 
yenilgi aşılması mümkün olmayan bir sorun değildir. Fakat gerçek yenilgi, savaşın ölü cesetlerle ve ölü ruhlarla 
sonuçlanmasıdır. Bu şekilde düşmanda amacına ulaşmış olacaktır. Öldürülenlerden kurtulacak, geri kalanlarında 
ruhu ve maneviyatı yıkılmış olacaktır. Düşman bundan, hareketsiz duran cesetten korktuğundan daha fazla 
korkmayacaktır. Bizim musibetimiz buradaydı. 

CİHAD MEYDANLARINA NASIL GİDİLİR? 
Kitabında “Bizim uğrumuzda cihad edenlere, şüphesiz yollarımızı gösteririz” 
1
buyuran âlemlerin rabbine hamd olsun. Salât ve selam, öncekilerin ve sonrakilerin önderi ve seçkin 
savaşçıların komutanı, emin resulü Muhammmed b. Amdullah’a, ailesine ve tüm ashabı üzerine 
olsun. 
Kuşkusuz bu gün Müslümanların birçoğu, düşmanın Müslümanların topraklarını istila etmesi 
nedeniyle cihadın farzı ayn oluşunda tam bir kanaat içerisindedirler. Yine mücahidlerin ve İslam 
ümmetinin, -bu dini ve Müslümanların kanlarını ve ırzlarını koruyacak- erkeklere ihtiyacı olduğu 
konusunda da ikna olmuş durumdadırlar. 
Ancak bu kanaat, Müslümanların birçoğu tarafından, savaş meydanlarına iltihak etmeleriyle meyvesini verecek bir amel olarak tercüme edilmemiştir. Bilakis içeriği “Cihad sahasına yol nerede? “Savaş meydanlarına nasıl ulaşabilir?” olan sorular ilekarşılaşıldığında bu kanaat dağılmakta ve silinip gitmektedir. Bu soruya, Müslüman evlatlarının birçoğunun verecekleri ameli cevapları, ısrar edip yol 
arama değil de oturup araştırmayı terk etmek ve bunun Allah huzurunda bir mazeret olduğu ile kendilerini aldatmaktır. Burada cihad yolundan, ümmetin oralara nasıl ulaştığından ve yolun ne anlama geldiğinden söz edeceğim. 
Kuşkusuz bu gün cihad, Yahudi ve haçlıların rahat yerlerini sarsan bir vahşet ve ürkütücü bir unsur olarak kabul edilmektedir.Haçlıların bu tür isimlerle adlandırmaktan hoşlandıkları şekil üzere, bu gün cihad, onlar için dünyayı, medeniyetleri ve güvenliği tehdit eden bir afettir. Tüm dünyanın cihadı tasvir ettiği şekil bu iken, Müslüman, cihad sahasına tam bir kolaylık ve rahatlık ile ulaşacağını 
asla zannetmesin. Bilakis cihad sahasına ulaşabilmesi için, girmesi gereken bazı tehlikelerle karşılaşacaktır. Bu gün Müslümanlardan hiç kimse, düşmanının, ‘Allah’ın rızası ve cennet için gel’ 
diyerek cihad yoluna güller ve reyhanlar sereceklerini zannetmesin. Düşmanı hakkında böyle bir zan besleyen kimse gaflettedir ve ne düşmanının yapısını nede düşmanının hakikatini anlamamıştır. Bununla ilgili olarak Allah subhanehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor: “Eğer güç yetirseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri kalmazlar.”2 Onlar gece gündüz iman edenleri dinlerinden ve cihaddan geri döndürmek için çalışmaktadırlar. Bunlar, asla cihada şevki olan kimselerin himmetlerini ağırlaştırmak için değildir. Fakat müslümanın cihad yoluna çıkmadan evvel zihnine koyması gereken şeklin yakınlaştırılmasıdır. Kendi kendisine cihada gitmekten söz eden herkes bilmelidir ki, yalnızca kendi nefsinle konuşman, Allah 
katında senin için bir özür olabilmeye yeterli değildir. Evet, kendi kendine konuşman senden nifakı kaldırır. Fakat cihadın terki için mazeret, kendi kendine konuşmanın ötesine de ihtiyaç duymaktadır. Yine ümmetin gençleri bilmelidirler ki, onlardan önceki samimi kimseler, çalışıp tüm enerjilerini ortaya koyarak cihad sahasına girmişlerdir. Ama neyden sonra? Yorulduktan, korktuktan, kovulduktan sonra… Allah’a sadakat gösterdiler ve ulaştılar. Bu nedenle Allah subhanehu ve Teâlâ cihad yolunu, başlı başına bir cihad olarak saymıştır. Ve bunun içinde buna en büyük ecri ve sevabı vererek; cihada çıkanı mücahid, eğer ölürse şehid 1 Ankebut: 69 2 Bakara: 217 İLİM VE CİHAD saymıştır. Tüm bu fazilet ve sevaplar, ümmetin erkeklerini cihada yönlendirmek için gelmiştir. Mücahid cihadından neyi ister? Kuşkusuz cihadından iki güzellikten birisini ister; ya zafer yada 
şehadet. Bunlardan birisine nail olduğunda galip gelmiştir. Bu nedenle Allah subhahenhu ve Teâlâ ve resulü, cihada çıkan kimsenin iki güzellikten birisine nail olacağını beyan etmişlerdir. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allah yolunda hicret eden, yeryüzünde barınacak çok yer de bulur, genişlik (ve bolluk) da. Allah'a ve Resulü'ne hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra kendisine ölüm gelen kişinin ecri şüphesiz Allah'a düşmüştür. Allah, bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.”3 Allahu Teâlâ bu ayette, cihada çıkan kimsenin sığınabileceği birçok yerler ve rızkında bolluk 
bulacağını, eğer ölüm gelirse de ecrinin -ebedi cennetin aşağısı olmayan bir mükâfat ile mükâfatlandıracak- el-Kerim olana ait olduğunu beyan etmektedir. Yine Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah yolunda hicret edip öldürülen veya ölenlere gelince muhakkak Allah, onları güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”4
 Allahu Teala bu ayette, cihada çıkanın ya öleceğini yada öldürüleceğini ve her iki durumda da Allah’ın ona güzel bir rızık vaat ettiğini beyan etmektedir. 
Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Zulme uğratıldıktan sonra, Allah yolunda hicret edenleri dünyada şüphesiz güzel bir biçimde barındıracağız; ahiret karşılığı ise daha büyüktür. Bilmiş olsalardı.”5 Yine Allahu Teâlâ, mücahidi rızıklandıracağını ve yalnızca ecir olmayan güzel bir rızık ile 
rızıklandıracağını açıklamaktadır. Çünkü büyük olan, ahiret ecridir. Hatta Allahu teala’nın bildiği bir hikmetten ötürü dünya hayatındaki güzel rızık gitse bile… Sünnette ise, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu durumu en açık ibare ve en güzel beyan ile 
sunarak, nefisleri cihada çıkmaya şevklendirmek için kula, karşılaşacağı sıkıntı ihtimallerinin şekillerini yakınlaştırmaktadır. Ebu Davud ve diğerlerinin Ebu Malik el-Eşr’ari’den (radiyallahu anh) rivayet ettikleri 
bir hadiste şöyle demektedir: “Resulullah’ın şöyle dediğini işittim: “Kim Allah yolunda (yurdundan) 
ayrılır ve ölür veya öldürülürse şehiddir. Atı veya devesi onu düşürürse, bir hayvan sokarsa veya 
yatağında ölürse yada Allah’ın dilediği herhangi bir ölüm şekli ile eceli gelirse şehiddir ve ona cennet 
vardır.” İbn Muflih el-Furu adlı kitabında şöyle der: “Bu hadisin senedinde, hakkında ihtilaf olunan 
Bakiyye vardır. Ancak bu hadis inşaalah hasen hadistir.” İbn Ebi Asım şöyle der: “İsnadı hasen li 
ğayrihidir.” Hâkim ise Müslim’in şartı üzere olduğunu söyler. İsnatta Bakiyye ve Abdurrahman b. 
Sevban bulunmaktadır, bu ikisi ise zayıftırlar. Ancak Beyhaki’nin Sünen’inde getirmiş olduğu hadisle 
desteklenmektedir. 
Ebi Malik el-Eşari’den (radiyallahu anh) gelen bir hadiste şöyle demektedir: “Resulullah’ın (sallallahu 
aleyhi ve sellem) şöyle dediğini işittim: “Allah azze ve celle, Onun rızasını umarak, vadini tasdik ederek ve 
gönderdiklerine iman ile Allah yolunda çıkan kimseye kefil olmuştur; ya Allah onu dilediği bir ölüm 
şekli ile öldürecek ve cennetine koyacaktır yada -gözden kaybolması uzun sürse bile- Allah’ın 
güvencesi altında seyahat edecektir. Sonra elde ettiği ecir ve ganimet ile birlikte salim bir şekilde 
ailesine geri döndürecektir. Kim Allah yolunda (yurdundan) ayrılır ve ölür veya öldürülürse şehiddir. 
Atı veya devesi onu düşürürse, bir hayvan sokarsa veya yatağında ölürse yada Allah’ın dilediği 
herhangi bir ölüm şekli ile eceli gelirse şehiddir ve ona cennet vardır.” 

3
 Nisa: 100 
4
 Hac: 58 
5
 Nahl: 41 İLİM VE CİHAD 



Yine imam Ahmed’in rivayet ettiği hadiste bunu destekler. Abdullah b. Atik’ten rivayet 
olunduğuna göre şöyle der: “Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dediğini işittim: “Kim Allah azze 
ve celle yolunda mücahid olarak evinden çıkarsa’ sonra başparmağını, işaret parmağını ve orta 
parmağını birleştirerek sözüne şöyle devam etti: ‘Mücahidler nerede? Bundan sonra ölürse onun ecri 
Allahu teala’ya aittir. Veya bir hayvan sokar ve ölürse ecri Allahu teala’ya aittir. Veya kendi eceli ile 
ölürse ecri Allah azze ve celle’ye aittir.’ Bu hadiste de Muhammed b. İshak bulunmaktadır. Ancak 
geçen ayetler hadisleri desteklemekte ve herhangi bir zıtlık teşkil etmemektedir. Buhari’de (rahimehullah) 
bunu böyle anlamış ve Sahihinde bunun için bir bab açmıştır. Şöyle der: “Allah yolunda iken düşüp 
ölen kimsenin onlardan olacağına ve Allahu teala’nın “Allah'a ve Resulü'ne hicret etmek üzere 
evinden çıkan, sonra kendisine ölüm gelen kişinin ecri şüphesiz Allah'a düşmüştür.” buyruğu ile 
ilgili bab.” “Düşmüştür” yani gerekli olmuştur. 
 İbn Hacer şöyle der: (Onlardan olacağı) yani mücahidlerden olacağıdır. (Sonra kendisine ölüm 
gelen) öldürülme veya hayvanından düşme ve diğerlerinden daha geneldir. Böylece ayet yorum ile 
uyum içerisindedir. Taberi’nin, Said b. Cübeyr, Suddi ve diğerleri yoluyla rivayet ettiğine göre ayet, 
Mekke’de ikamet eden Müslüman bir adam hakkında nazil olmuştur. Allahu teala’nın “Allah’ın arzı 
geniş değimliydi, oralara hicret etselerdi?” ayetini duyunca, hasta olduğu halde ailesine: ‘Beni 
Medine tarafına çıkartın’ der. Onu dediği yere çıkarırlar ve yolda ölür. Bunun üzerine bu ayet nazil 
olur. Sahih olan görüşe göre bu kişinin adı Damre’dir. Bunu Sahabe kitabında açıklamıştım. 
(Düşmüştür yani gerekli olmuştur) yani sevabı Allah üzerine gerekli olmuştur.” İbn Hacer’in sözleri 
burada son bulur. 
Cihada giden yolun sevabı budur. Öyleyse cihadın kendisinin sevabı nasıl olur! Allahu teala’nın, 
cihada giden yolun sevabını bu derece güvende kılmasının nedeni, cihada giden yolun iki nedenden 
ötürü meşakkatli olduğunu bilmesindendir. Birincisi: Ailesinden ve mallarından ayrılmasından sonra 
ve kendisini meşakkatlere alıştırmadan önce mücahidin karşılaşacağı ilk zorluktur. İkincisi ise: 
Düşmanın Müslümanların cihad yolunu kesmesi, tedbirlerini ve silahlarını almalarından sonra 
mücahidleri öldürmesinden daha kolay olmasıdır. 
Himmetleri bilemek ve nefisleri doldurmak için Allahu Teâlâ cihad yoluna bu büyük ecri vermiş 
ve yine şüphe sızmayacak bir şekilde mücahidin ecrini garanti altına almıştır. Buhari ve Müslim’de Ebu 
Hureyre’den rivayet olunan bir hadiste Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Allah, 
kendi yolunda çıkan kimseye kefil olmuştur; “Onu ancak benim yolumda cihad, bana imanı ve 
resullerimi tasdiki çıkarmıştır. Onu cennete sokacağıma yada çıkmış olduğu meskenine, elde etmiş 
olduğu ecir veya ganimetle geri döndüreceğime ben kefilim…” Allah subhanehu ve Teâlâ tarafından, 
kendi yolunda çıkan kimseye bu şekilde tekitli bir ifade ile kefil olunması, açık bir şekilde cihada 
çıkmanın nefislere meşakkatli olduğuna ve tehlikelerle kuşatıldığına delalet etmektedir. Bu nedenle 
Allahu teala, bu büyük ecir ile bu zorlukları kolaylaştırmış ve hafifletmiştir. 
Bunun üzerine ey Allah’ın kulu, eğer gerçekten kendi nefsine cihaddan bahsedenlerden isen, 
bundan yalnızca bahsetmekle kalmamalısın. Bu, çıkmaya veya başarı ihtimali olan bir yeltenişe gücün 
yettiği sürece cihada çıkmanı terk etmende Allah katında bir özür olmayacaktır. Yol ara ve cihad 
yolunda yürü. Cihada ulaşanlar harikulade kimseler değillerdi. Yalnızca yol aradılar ve Allah’ta onlara 
kolaylaştırdı. Gözleri ve kulakları onlardan alıkoyup cihad sahalarına geçmelerine vesileler oluşturdu. 
Cihada giden yollar ne kadarda çoktur. İşte Afganistan, etrafındaki ülkeler, Pakistan, İran, 
Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Çin’dir. Yine Çeçenistan’ın etrafındaki sınırları, Gürcistan, İLİM VE CİHAD 



Dağıstan, İnguşya ve Rusya oluşturmaktadır. Filistin’in etrafında Mısır, Ürdün, Lübnan ve Suriye 
bulunmaktadır. Keşmir’in etrafında Pakistan ve Hindistan bulunmaktadır. Endonozya’nın dört bir 
tarafını denizler kuşatmaktadır. Eritre’nin etrafında Sudan, Etiyopya ve kızıl deniz bulunmaktadır. 
Filipinlere ve diğer cihad sahalarına bak. Her birine birçok yollar bulunmaktadır ve cihada istekli bir 
kişinin tüm bu yollar arasında hiçbir yol bulamaması imkânsızdır. Düşünceni zorla, Allahu teala’nın izni 
ile ulaşacaksın. 
Ayrıca bizim ümmetimiz, sayısı milyara varan bir ümmettir. Eğer Müslümanların bir milyonu 
cihad sahasına geçmeye yeltense, bunlar arasında en az yüz bin mücahid ulaşacaktır. Bunlarla da 
Allahu teala’nın izniyle cihad sahalarındaki ihtiyaç karşılanır. 
Fakat ümmetin tümü cihaddan yüz çevirip yolun kapalı olmasını bahane etmiştir. Allah 
subhanehu ve Teâlâ özürlerimizi kesmiş ve yolda iken ölenin veya öldürülenin ecrini şehitlik olarak 
belirlemiştir. Ancak bizler, bunu ertelemek ve geride kalmak için başka özürler aramaya devam 
etmekteyiz. Allah’tan bizleri hakkında şöyle buyurduğu kimselerden kılmamasını diliyoruz: “Eğer 
onlar çıkmak isteselerdi elbet bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların (mücahidlerle 
birlikte savaşa) çıkmalarını çirkin gördü de kendilerini alıkoydu ve (onlara) ‘Oturanlarla beraber 
oturun’ denildi.”6
 Yine Ondan, bizleri haklarında şöyle buyurduğu kimselerden kılmamasını diliyoruz: 
“Eğer yakın bir menfaat, orta yollu bir yolculuk olsaydı, elbette arkandan gelirlerdi. Fakat bu kadar 
uzun bir mesafeyi kat etmek onlara ağır geldi. “Gücümüz yetseydi her halde bizde sizinle beraber 
cihada çıkardık” diye Allah’a yemin edeceklerdir. Kendilerini helake sürüklüyorlar. Onların 
muhakkak yalancı olduklarını Allah biliyor.”7

 Fakat ey Allah yolundaki kardeşim, Allah’a güven. Eğer cihada giden yolda Allah’a karşı sadık 
olursan kuşkusuz Allah’ta seni tasdik edecektir. Ayrıca seni ulaştıracağına da kefil olmuştur. O şöyle 
buyuruyor: “Bizim uğrumuzda cihad edenlere, şüphesiz yollarımızı gösteririz” 
Salât ve selam, Allah’ın resulüne, ailesine ve tüm ashabı üzerine olsun. 

SİLAHI TERK EDENLERE





SİLAHI TERK EDENLERE

CİHAD YOLUNDA DEĞİŞMEYEN ESASLAR






CİHAD YOLUNDA DEĞİŞMEYEN ESASLAR 

ASKERİ EĞİTİM KİTABI İSLAM ÜMMETİ BUGÜNE NASIL GELDİ ?





ASKERİ EĞİTİM KİTABI İSLAM ÜMMETİ BUGÜNE NASIL GELDİ ?

ALLAH YOLUNDA CİHAD VE MÜCAHİDLERİN FAZİLETİ





ALLAH YOLUNDA CİHAD VE MÜCAHİDLERİN FAZİLETİ

RAHMAN'IN DOSTLARI İLE ŞEYTAN'IN DOSTLARI ARASINDAKİ FARK





RAHMAN'IN DOSTLARI İLE ŞEYTAN'IN DOSTLARI ARASINDAKİ FARK

İMAN-İHLAS VE TEVHİD-TEDMURİYE AKİDESİ Şeyhu'l-islâm İbn-i Teymiyye




İMAN
Şeyhu'l- islâm İbn-i Teymiyye





İHLAS VE TEVHİD
Şeyhu'l-islâm İbn-i Teymiyye





TEDMURİYE AKİDESİ 
Şeyhu'l-islâm İbn-i Teymiyye 

YAZILAR 11






YAZILAR 11 

2 - Hakkın Zaferi

2 - Hakkın Zaferi
Bir insanlık toplumunda hakkın; nazariyyede kalan mücerred açıklamalarla başarıya kavuşması, batılın da iptal olması mümkün değildir. "Hak bu, batıl da şu" gibi nazariyyede kalan bir inançla da bu iş gerçekleşmez.
Batılın iktidarı yıkılıp hakkın iktidarı kurulmadıkça; hakkın zafere kavuşup insanların hayatına girmesine, batılın da iptal olup insanlık hayatından çıkmasına imkan yoktur.
Bu işin gerçekleşmesi; hak ordusunun galip gelip zafer kazanmasına, batıl ordusunun da yenilgiye uğrayıp dağılmasına bağlıdır.
Bu din, bilgi ve tartışmaya yarayan mücerred bir nazariye veya mücerred bozuk bir itikat değil, pratiği olan bir hareket metodudur.
"(Allah bunu) hakkı zafere kavuşturmak ve batılı da yok etmek için (takdir etmiştir)" (el-Enfal: 8)
Bu, yüce, Allah'ın bir işaretidir. Davetçilerin bu büyük hakikati anlaması içindir. Bu hak ki, ifadesini Yüce Allah'ın ilahlık, egemenlik, tedbir ve takdir konusunda birlenmesinde bulmaktadır. Yüce Allah'ın, semasıyla, dünyasıyla, eşyasıyla ve canlılarıyla tüm kainatın mabudu olması konusundaki takdiriyle...
Ortağı olmayan takdiriyle...
Her şey bu biricik ilahlığın ve bu biricik egemenliğin mahkumudur. Bu takdirin hiçbir ortağı yoktur. Ona soru soracak kimse de yoktur.
Şu sahte batıla gelince...
Yeryüzünü tümüyle kaplayan, soylu ve köklü hakkın üzerini perdeleyen ve yeryüzünde Allah'ın kullarının hayatında dilediğince tasarruf eden, yaşamın ve canlıların hakkında keyfice hareket eden sahte ve boysuz batıla gelince...
İşte hakkın amacı, insanlığı bu batıldan kurtarmaktır.
Bundan dolayı hak, ilahlık ve hakimiyet hakkını gasbeden tağutları uzaklaştırıp yeryüzüne bir tek Allah'ın ilahlık ve hakimiyetini yerleştirmekle insanın özgürlüğünü ilan ediyor.
Bu özelliği taşıyan İslam'ın kuvvet ve hareket sahibi olması zorunludur. Başlangıç yapıp vurması zorunludur. Çünkü İslâm, ilanihaye gizlenip kalamaz. Onu alamet türü ibadetlerden ve bireylerarası ahlakî davranışlardan ibaret sayan kimselerin gönlünde mücerred bir inanç olarak kalamaz.
Bir kere İslam, yeni bir hayat görüşünü, yeni bir sistemi ve yeni bir toplumu ortaya koymak için harekete atılmak zorundadır. Hayatın içinde var olmak zorundadır. Yolunu tıkayan maddi engelleri yıkmak zorundadır. İslâm'ın öncelikle müslümanların hayatında, daha sonra da insanlığın hayatında uygulanmasını önleyen güçleri yıkmak zorundadır. Çünkü İslâm, insanlığın pratik hayatında uygulanmak için Allah katından gelmiştir.
İslâm, ruhun derinliklerinde kök salan bir akidedir.
Bu akide, mutlak tevhid ile şirkin arasında bir furkandır; ayırıcıdır. Ruh ve şuurda, ahlak ve davranışta, ibadet ve ubudiyyette olanca dallarıyla kök salmış mutlak tevhid ile Allah'tan başka kişilerin, zevk ve ölçülerin, yönetimlerin, gelenek ve göreneklerin uşaklığını gönüllere koyan şirkin tüm biçimleri arasında bir fark...
Öyleyse zafer akidenin olmalıdır. Akidenin sahibleri, batılla savaşmak ve bu savaşın içine girmek zorundadırlar. Görünürdeki maddi güçlerin düzeyine gelmek için beklemeden cihad etmek zorundadırlar...
Çünkü müminlerin, terazi kefesini ağırlaştıracak başka bir güçleri vardır. Sonra bu akide, dille söylenen bir lakırdıdan ibaret değildir. O, gerçekleşen bir pratiktir. Açıklamanın, pratikteki halidir.
"Büyük bir grubu Allah'ın izniyle yenen nice küçük topluluk vardır." (el-Bakara: 249)
İşte Bedir olayı...
Hak ve batılın ayrıldığı gün...
Hakkın yerini bulup, batılın iptal olduğu gün...
Bu furkanın zaruretini, bugün iyice anlıyoruz. İslâmî kavramların kendilerine müslüman adını takan kimselerin gönlünde bir karmaşaya dönüştüğü günümüzde de bu furkan olmalıdır, öyle ki bugün bu karmaşa, insanları bu dine davet eden bazı kimselerin kavramlarına bile bulaşmıştır.
Hak, hiç şüphesiz Kudret'in elindeki ağır bir silahtır. Batılı bombalayıp beynini parçalayan bir silah...
Yani batılı, bir anda yok edip ortadan kaldıran bir silah...
"Hakkı, kuvvetle batılın üzerine atarız ki o, batılı beyninden vurur. Batıl da hemen yok olup gider." (el-Enbiya: 18)
Bu, Allah'ın bilinen kanunudur. Hak, bu kainatın tabiatında kök salmıştır. Varlığın oluşumunda kök salmıştır. Batılın ise bu kainatın yapısında yeri yoktur. Geçicidir, hiçbir kök salmışlığı da yoktur. Allah'ın kudret elinin kapıp yok ettiği bir şeyin yaşaması mümkün değildir.
Bazı insanlar, zaman zaman hayat gerçeğinin Alim ve Habîr Allah'ın bildirdiği bu hakikata aykırı olduğu zannına kapılmaktadırlar, özellikle de batılın galipmiş gibi şişine durduğu hakkın da mağlupmuş gibi uzakta kaldığı dönemlerde...
Oysa ki bu, zamanın sadece bir dönemidir. Allah, bu dönemi dilediği miktarda, sınama ve deneme için uzun tutabilir. Ama sonunda ortada kalan, gene ezelî kanundur. Gökleri ve yeri ayakta tutan kanun...
İtikat ve davaları da ayakta tutan kanun...
Allah'a iman etmiş kimseler, ilahî va'din doğruluğunda en ufak bir kuşkuya kapılmazlar.
Varlığın yapısında ve nizamında kök salmış hakkın soyluluğunda ve batılın beynini parçalayıp onu yok eden hakkın zaferinde en ufak bir kuşkuya yer vermezler.
Eğer Allah, belirli bir dönemde batılın zaferiyle onları deneyecekse, bilirler ki o, sadece bir sınamadır. Bilirler ki o, sadece bir denemedir. Hissederler ki Rableri tarafından eğitilmektedirler. Zayıflık ve kusurları yüzünden eğitilmektedirler. Çünkü Allah bu yolla onları, zafer kazanmış bir hakkı karşılamaya hazırlamaktadır. Kudretinin tecellisi için onları hazırlamaktadır. Bu yüzden de onları bu tür denemelerden geçirmektedir. Kusurlarını gidermek ve zaaf noktalarını kapatmak için...
Deneme sürelerini, iyileşmeye doğru koşuştukları nisbette kısa tutan Yüce Allah, sonunda onların eliyle dilediğini gerçekleştirmektedir. Sonuç ise bellidir:
"Hakkı, kuvvetle batılın üzerine atarız ki o, batılı beyninden vurur. Batıl da hemen yok olup gider."
Allah, elbette ki dilediğini yapar.

Bu dinin gereği olan ciddiyet ve gerçekçilik.

1 - Giriş
İslâm Davetinin temel özelliği, muhakkak ki, ciddiyet ve gerçekçiliktir.
Bu dinin gereği olan ciddiyet ve gerçekçilik.
Çünkü İslâm bir hareket dinidir. İnsanın fiili durumuna ve fiilen varolan şartlara hitab eden bir din...
İtikadı ve ideolojik olarak varolan, yürürlükte bir hayat düzeni bulunan ve somut şartlara yeterli bir güç ve hareketle karşı koymak zorundadır. İnanç ve ideolojik görüşleri düzeltmek için davet ve açıklama yoluna, cahiliyeyi koruyan sistem ve iktidarlara karşı da cihad ve güç kullanımı yoluna başvurmak zorundadır.
Çünkü, insanların inanç ve düşüncelerini açıklama yoluyla düzeltmeyi güç kullanarak önleyen, insanlara Yüce Allah'tan başkasına saptırma ve şiddet yöntemlerini kullanarak kulluk yaptıran cahili otoritelere karşı güç kullanmaktan başka çare yoktur.
İslâm çağrısı, maddî bir otoriteye karşı açıklamalarla yetinemez. Aynı şekilde, insanları vicdanen etkilemek için de maddî güç kullanmaya başvuramaz. Çünkü İslâm'ın yaklaşım tarzı, hareket halindeki bir gerçekçiliktir. Yani İslâm daveti, aşamalı bir harekete dayanmaktadır. Her aşamanın ihtiyaç ve gereklerine uygun; bir aşamadan bir üst aşamaya geçmeyi sağlayan bir hareket...
İslâm Dini, somut şartlara mücerred nazariyelerle karşı koymaz. Somut şartları olan bir aşamada donuk yöntemlere başvurmaz.
Hz. Peygamber'in siretine ve bu siretteki olaylara başvuran kimse, İslâm'ın hareketli hayat sisteminin tarihsel vakasını (pratiğini) rahatlıkla görebilecektir. Peygamber'in (s.a.s.) hayatını inceleyen davetçiler, birbirine zıt iki hayat sisteminin bir arada yaşamayacağını anlayacaktır. Çünkü birbiriyle temelinden çelişen; hiç bir boyutuyla birbiriyle uyuşmayan, itikadî ve düşünsel, ahlakî ve davranışsal, ekonomik ve toplumsal, insanî ve siyasal konuların ayrıntılarında bile birbirinden ayrılan iki hayat sisteminin bir arada yaşaması mümkün değildir.
Bu anlaşmazlığın asıl kaynağı; her iki hayat sisteminin birbirine aykırı itikat ve düşüncelerinde aranmalıdır. Çünkü;
- biri, ortaksız bir tek Allah'ın kulluğuna dayanırken
- diğeri kulun kulluğuna; düzmece ilah ve rabler'in kulluğuna dayanmaktadır.
Bu iki sistemin, hayatın her adımında birbirine ters düşmesinin asıl nedeni budur. Çünkü her iki sistemin gereği olarak atılan her hayat adımı, birbirine aykırı olmak zorundadır. Çünkü bu iki hayat sisteminin biri birine ayak uydurması, birbiriyle çatışmadan yaşaması mümkün değildir.
Davetçiler şunu iyice anlasın ki;
Kureyş'in, Mekke'de, "La ilahe illallah Muhammedun Resulullah" davasına böylesine inatçı ve sert bir tavır takınmaları, tesadüfi bir şey değildi.
Medine İslâm toplumuyla amansızca savaşması da geçici bir tesadüf değildi.
Gene Medine'de yahudilerin İslâm hareketine karşı koyuşları, müşriklerle aynı saffa geçip İslâm'ı ortadan kaldırma savaşına katılmaları da bir tesadüf değildi.
İslâm akidesine dayalı olarak Medine'de kurulan İslâm Devleti'ne, yani eşsiz ilahî metodun doğrultusunda kurulan İslâm Nizamına - daha çiçeği burnundayken - amansızca karşı koymaları, geçici bir tesadüf değildi.
Hiristiyanların da daha ilk günden - Kıyamet'e değin - bu davaya karşı kovuşları bir tesadüf, değildi.
Bunu, bilmek zorundayız. Çünkü eşyanın tabiatı budur. İslâm hayat sisteminin tabiatı budur. Beşeri ideoloji sahipleri, İslâm hayat sisteminin yeryüzünde Allah'ın egemenliğini kurmada ısrarlı olduğunu, insanları kula kulluktan kurtarıp Allah'ın kulluğuna bıraktığını, insanları gerçek seçimlerini yapmaktan alıkoyan özgürlük düşmanı tüm maddî güçleri yıktığını çok iyi bilmektedirler.
Sonra iki hayat sisteminin uyuşmaz tabiatları da budur. Çünkü ikisi arasında küçük veya büyük hiç bir kavuşma noktası yoktur. Dünyevî ideoloji sahiplerinin, ilahî hayat sistemiyle aman vermeden savaşmalarının asıl nedeni budur. Çünkü ilâhî hayat sisteminin; varlıklarını, yönetimlerini ve düzenlerini tehdit ettiğini biliyorlar. Bundan dolayı da kendileri ezilip gitmeden İslâmî hayat nizamını ortadan kaldırmak istiyorlar.
Bu, bir zorunluluktur. Ne bu, ne de şu tarafın gerçekte başka bir seçim yapmasına imkan yoktur. Bu zorunluluk, zaten tarih boyunca işlevini yerine getirmiştir. Tecrübeler, bunu açıkça göstermektedir. Değişik biçimlerde varlığını ortaya koyan bu tarihsel süreç ve bunca deneyimden anlaşılıyorki bu zorunluluğun temeli, ilahî hayat sisteminin özünde bulunmaktadır.
Yüce Allah aşağıdaki ayetlerde bu gerçeği ortaya koymaktadır:
"Kafirler - güçleri yeterse - dininizden dönderinceye kadar sizinle savaşmayı sürdüreceklerdir."(el-Bakara: 217)
"Ehli kitaptan pek çoğu hak kendilerince belli olmuşken bile sadece kendi nefislerinin hasedine uyarak sizi imanınızdan sonra (küfre) döndürmek istiyor." (el-Bakara: 109)
Yüce Allah bu ayet-i kerimelerle tüm cahili kampların İslâm'a karşı birlik olduklarını ifade buyurmaktadır. Tüm cahili kampların bu konuda hedef ve güç birliği vardır. Zamanlar boyunca, yani hiç bir zaman ve konuma bağlı kalınmadan ayakta tutulan ve ısrarla üzerinde durulan bir hedef birliğidir bu. Bu, İslâm ve cahiliye toplumlarının arasındaki ilişkilerin tabiatında varolan zorunlu bir kanundur, İslâm davetçilerinin ince eleyip sık dokumaları gereken bir kanun...
Bu kanundan ileri gelen somut gerçekleri, gene bu kanuna başvurarak yorumlamak zorundadırlar. Bu kanunu bilmeden İslâmî cihadın tabiatını, cahiliye ve İslâm kamplarının uzayıp giden çatışmalarının özelliğini, ilk İslâm kamplarının uzayıp giden çatışmalarının özelliğini, ilk İslâm mücahidlerinin hareket sebebini, İslâm fetihlerinin sırlarını ve aynı şekilde putperest veya haçlı seferlerinin esrarını anlamaya imkân yoktur. Haçlı ve putperest düşmanlar ki, on dört asır boyunca durdurak bilmeden seferler düzenlediler. Şu anda bile İslâmî kalıntıların üzerindeki baskıları devam etmektedir. Kötü talihlerinden dolayı gerçek İslâm'dan kopmuş ve İslâm adını taşımaktan öte hiç bir özellikleri kalmamış bugünkü kalıntılar üzerindeki şiddet ve baskıları...
Rusya'da, Çin'de,Yugoslavya'da ve Arnavutluk'ta, Hindistan ve Keşmir'de, Habeşistan, Zengibar (Tanzanya), Kıbrıs ve Kenya'da, Güney Afrika ve Birleşik Amerikada, kısaca komünist veya haçlı tüm kafir bloklarda müslüman kimselere uygulanan baskı ve zulüm yöntemleri...
Ayrıca İslâm aleminde veya daha yerinde bir deyimle bir zamanların İslâm aleminde ve bu alemin her bucağında ortaya çıkan İslâmî diriliş öncülerine karşı sürdürülen en iğrenç, en bayağı ve en vahşi sindirme ve şiddet yöntemleri...
Gerek komünizm, gerek budizm ve gerekse haçlılar; öncü müslümanları sindirip duran yönetimlerle dayanışma içindedirler. Onlara dostluk elini uzatmaktadırlar. Garantörlük düzeyindeki mali yardımlarla onları desteklemektedirler. Ve saygın müslümanları sindirip duran bu yönetimlerin etrafını sessizlikten bir duvarla örmektedirler.
Şu halde bu. zorunlu bir kanundur. Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Yüce Allah'ın ifadebuyurduğu bir kanun...
"(Kafirler) - güçleri yeterse - dininizden dönderinceye kadar sizinle savaşmayı sürdüreceklerdir."
Bu; iğrenç niyetleri ortaya koyan dosdoğru bir buyruktur. Şer yolundaki iğrenç direnişi ve müslümanları dinlerinden çevirmenin amansız çabasını ortaya koyan bir buyruktur. Çünkü söz konusu olan, İslâm düşmanlarının değişmez ve sabit hedefleridir. Ve bu, İslâm düşmanlarının hiç bir zaman ve hiç bir ortamda değişmeyen asıl hedefleridir.
Bu dinin ve İslâm cemaatinin düşmanları için İslâm'ın yeryüzünde varlığı bile başlı başına bir nefret ve korku kaynağıdır. Düşmanın her zamanki tavrı budur. İslâm, bizatihi onlara korku ve acı vermektedir, öfkelendirmektedir. Çünkü İslâm, her batılperesti korkutacak, her müfsidin nefretini çekecek ve her saldırganı ürkütecek bir güç ve metanetin dinidir. O, başlı başına, ihtiva ettiği hakkaniyetle, sahip olduğu güçlü hayat sistemi ve kusursuz nizamıyla bir savaştır. Evet o, tüm bu özellikleriyle batıla, fesada ve isyankârlığa karşı açılan bir savaştır.
İşte bundan dolayı batılperest ve müfsid kimseler ona tahammül etmezler. Bu dinin halkını fitneye uğratmak veya pek çok küfür türlerinden birine döndürmek için didinip dururlar. Çünkü onlar; batılları, isyankarlıkları ve fesadları elden gider diye endişe ediyorlar. Yeryüzünde bu dine inanan, bu dinin hayat sistemini kabullenip hayatına uygulayan bir İslâm cemaati bulunurken, batılperestlerin kendilerini güvende hissetmeleri mümkün değildir,
İslâm düşmanlarının başvurduğu yöntem ve araçlar çeşitli olabilir; ama hedefleri hep aynı hedeftir. Sadık mü'minleri - eğer güçleri yetecekse - dinlerinden çevirmektir, amaçları. Ellerindeki silah kırıldı mı başka bir silaha, ellerindeki araç işe yaramaz hale geldi mi başka bir araca başvurmaktan geri kalmazlar.
Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Yüce Allah'ın buyruğu, elimizde hazır bulunmaktadır. Bu buyruk, İslâm cemaatini teslimiyyetten sakındırmakta, tehlike uyarısını vermekte, savaşa ve hazırlanan tuzaklara karşı sabırlı olmayı emretmektedir. Aksi takdirde hüsran söz konusudur. Hem dünyada, hem de ahirette hüsran...
Ve ayrıca geri çevrilmez ve koruma tanımaz bir azap söz konusudur.
"Sizden kim dininden dönüp de kafir olarak ölürse, işte o kimselerin amelleri, hem dünyada, hem de ahirette boşa gitmiştir. Ayrıca onlar cehennem ehlidir. Orada ebedi kalıcıdırlar." (el-Bakara: 217)
Görülüyor ki, Rabbani metod, bu dinin sahiplerinden sebat istemektedir. İslâm'dan çıkıp amellerin boşa gitmemesi için - şiddeti ne olursa olsun - fitne ve eziyetlere karşı dayanıklı olmalarını emretmektedir.
İslâm'ı tanıyıp tadan, bir kalbin, bu dini gerçekten bırakması asla mümkün değildir. Onulmaz bir fesada uğramadıkça bu dini bırakması mümkün değildir. Yüce Allah'ın bu buyruğu ve sakındırması elde hazır bulunmaktadır. Kıyamet Gününe değin hazır olmaya devam da edecektir. Bir müslümanın, işkenceye uğradı diye dinini ve inancını bırakması, imanından ve İslâm'ından vazgeçmesi, tanıdığı ve tattığı haktan dönüş yapması asla mazeret değildir.
Çünkü cihad, mücadele, sabır ve sebat etmek vardır. Allah izin verinceye kadar bu, böyle sürüp gidecektir. Yüce Allah, hiç kuşkusuz mü'minleri, eziyetleri sabırla göğüsleyen kullarını yalnız bırakmaz. Çünkü o, hayır vadediyor. İki güzellikten birini va'dediyor. Zafer veya şehidlik...
Mü'minlerin yolu, işte budur. İman gücü, tehdit ve korkutmaların karşısında sarsılıp tökezlemez. Hz. Şuayb (a.s.) kıpırdanıp hareket etmeye imkan vermeyen bir noktaya gelmişti. Barış içinde bir arada yaşama noktasına...
Dileyenin İslâm inancını benimsemesi ve dileyenin de egemen iktidara uyması şartıyla barış içinde bir arada yaşama noktasına...
Öyle bir nokta ki, Hz Şuayb, Allah'ın fetih ve hükmünü bekliyor. İki grup arasındaki hükmünü...
Dava sahibinin, ötesinde bir adım bile atamayacağı bir nokta...
Yani, tağutların tüm baskı veya tehditlerine rağmen bu noktanın gerisine dönülemez. Bir adım bile geri dönülemez. Aksi takdirde bayraktarlığı yapılan hak, tümüyle elden gider. Bu hakka ihanet edilmiş olur.
Tağutun ve cahiliyenin dinine dönüş yapan kimse hiç kuşkusuz hem Allah'ın, hem de dininin aleyhinde yalan şahidlikte bulunmaktadır.
İnsanların bir tek Allah'a itaat etmesini kabullenmeyen ve Allah dışı bir çok mabudlara - Allah'ın hükümranlık hakkı verilerek - tapınılmasını benimseyen cahiliyenin dinine dönüş yapmak; Allah'a iftira etmekten başka bir şey değildir.
Allah'ın açtığı hayır kapısından girip gerçek yolu tanıyan, hakka yönelen ve kula kulluktan kurtulan bir kimsenin tağutun dinine dönüş yapması Allah'a ve onun dinine karşı yalancı şahidlik yapmaktır.
Çünkü bu şahidliğin anlamı, Allah'ın dininde hayır görmemek, demektir. Allah'ın dininde hayır yok diye tağutun dinine dönmektir, yahut en azından bu şahidliğin anlamı, tağutun dinine varlık hakkını tanımak demektir. Tağuti iktidarı meşru görmek demektir. Tağutun diniyle Allah inancı arasında çelişki görmemek demektir.
Çünkü Allah'a iman ettikten sonra tağutun dinini kabullenip ona dönüş yapmak, çok tehlikeli bir şahidliktir. Hidayetle hiç tanışmamış ve İslâm'ın bayrağı altına girmemiş kimsenin şahitliğinden çok daha beter bir şahitliktir. Kısaca bu, tağutun egemenliğini kabullenme şahidliğidir. Yüce Allah'ın hayattaki egemenlik hakkını gasbetmenin ötesinde bir tağutluk düşünülemez.
Tağutun kulluğundan çıkıp bir tek Allah'ın itaatine girmenin zorlukları, - ne kadar büyük ve katı olursa olsun - tağuta kulluk etmenin yükümlülüğünden daha fazla ve ağır değildir. Tağutlara uşaklığın sorumlulukları; yaşam, makam ve geçim için ne kadar güvenli ve rahat görünürse görünsün, ağır ve sonu gelmez sorumluluklardır. Çünkü bu sorumluluklar, doğrudan doğruya insanın insanlığını zedeler. İnsanlığı zedelenen bir insanlık ise asla varolamaz. İnsanın insana kul ve uşak olması insanlık demek değildir.
Bir insanın diğer bir insan tarafından konulan kanuna boyun eğmesinden daha beter bir uşaklık ve kölelik var mıdır?
Bir insanın kalbiyle başka bir insanın iradesine bağımlı olmasından daha beter bir uşaklık var mıdır?
Bir insanın kalbiyle başka bir insanın arzu veya gazabına bağımlı olmasından daha beter bir kölelik var mıdır?
İnsanın geleceğinin başka bir insanın zevkine, hevasına ve şehvetine taalluk etmesinden beter bir kölelik var mıdır?
Bir insanın - başına bir yular veya gem takılmış gibi - diğer bir insanın keyfinin doğrultusunda güdülüp yönetilmesinden daha kötü bir kölelik var mıdır?
Kaldı ki iş, burada da bitmiyor. Bu kölelik insanı daha da aşağılara düşürmektedir. Tağutun yönetimindeki insanların mallarına ve çocuklarına da el atılıyor.
Hiç bir kanun ve hiç bir koruyucunun kabul edemeyeceği yükümlülükler getiriliyor.
Çocuklara el atan tağut onları dilediği düşüncenin, dilediği kavram ve ahlakın, dilediği gelenek ve göreneğin doğrultusunda yetiştiriyor. Onların ruh ve hayatlarına bile hükmetmeye kalkışıyor. Zevkinin dilediğini boğazlayıp kesiyor.
İnsanların kafatası ve iskeletlerinden kendi zevkini tatmin için - büyüklüğünün anıtı olarak - duvarlar örüyor.
Dahası da var. Çünkü tağut sonunda ırz ve namuslara bile el atıyor, öyle ki bir baba kendi öz kızını tağutun dilediği şerefsizlikten önleyemiyor. Tarih boyunca en geniş boyutuyla görülebilen gasp yoluyla bu şerefsizliği yapabiliyor.
Yahut genç kızları herhangi bir gerekçeyle şehvetlerin ağına atmakla sonuçlanan düşünce ve ahlaksızlık eğitimiyle bu şerefsizliği işliyor. Genç kızlara şu veya bu perdenin altında fuhuş ve şerefsizlik imkânlarını hazırlayarak bu işi yapıyor.
Şu halde tağutların yönetimi altında malını, namusunu, kendi hayatını ve çocuklarının hayatını kurtarabileceğini düşünen kimseler, muhakkak ki kuruntu içinde yaşamaktadırlar. Yahut da gerçekleri algılama yeteneklerini kaybetmişlerdir. Şurası kesindir ki, tağutlara kulluk etmek, mal, can ve namus konusunda çok büyük yükümlülüklere katlanmak demektir.
İnsanları, hakimiyeti gasbeden kimselerin elindeki iktidarı alıp Allah'a iade etmeye çağıran İslâm, aslında bu çağrısıyla insanlığın da kurtarılmasını amaçlamaktadır. Yani insanları, kullara kulluk etmekten kurtulmağa çağırmaktadır. Canların ve malların, tağutların heva ve şehvetlerinden kurtulması için çağırmaktadır.
Kendi bayrağı altında tağutla savaşmaya davet eden ve bu uğurda pek çok fedakârlık isteyen İslâm, insanlığı çok daha büyük fedakârlık ve sıkıntılardan kurtarmaktadır. Çünkü tağutun gölgesinde yaşamak, horlanmışlığın ve alçalmışlığın en büyüğünü yaşamak demektir. Bundan dolayı İslâm'ın bu çağrısında yücelik ve selâmet bir arada bulunmaktadır.
Birleşik ve bir bütün halindeki cahili organizasyon, kendi varlığını temel inanç yönünden tehdid eden tehlikeyi hissedince; yani kendisinden tamamen ayrı ve bağımsız bir inanca dayalı İslâm'i bir organizasyon tarafından tehdid edildiğini anlayınca, gerçek tavrını ortaya koymakta bir an gecikmez, İslâm davasına karşı gerçek tavrını ortaya koymaya başlar.
Çünkü birbiriyle uyuşmaz ve barışmaz zıt iki varlığın savaşı söz konusudur.
Her biri ayrı bir inanç temeline dayalı olarak var olan iki zıt organik toplumun birbiriyle savaşı söz konusudur.
Çünkü cahiliye sistemi, ilahların veya rablerin çokluğu esasına dayanmaktadır. Bundan dolayı cahiliyede kula kulluk vardır.
İslâm toplumu ise uluhiyyette birlik ve rablıkta birlik esasına dayanmaktadır. Bundan dolayı da İslâm toplumunda kula kulluk yoktur.
Eğer İslâm toplumu, iktidar olmak ve insanları kula kulluktan kurtarıp Allah'a kul kılmak yolunda hergün biraz daha ilerliyor ve her gün biraz daha cahiliye toplumunun bünyesini eritiyorsa, cahiliyenin buna karşı suskun kalması mümkün değildir.
Eğer dosdoğru rayına oturmuş bir İslâm davetinin vazgeçilmez olan bu zaruretleri hayata geçmişse, cahiliyenin suskun kalması kesinlikle mümkün olmayacaktır.
Bu çağrının başladığı ilk andan itibaren tavrını ortaya koyacaktır. Saygıdeğer peygamberlerin çağrısına cahiliyenin hep aynı şekilde tavır koymasının nedeni buydu.
Çünkü bu davet, cahiliye için bir ölüm kalım savaşıydı. Kendi Varlığını savunmak ve gasbettiği ilahî hakimiyeti elden kaçırmamak için savaşmak zorundaydı. Ve hiç şüphesiz hakimiyet, -cahiliyenin gasbettiği -en belirgin ilahlık özelliğidir. İşte bu nedenle cahiliye sistemi İslâm çağrısının kendisini tehdit eden tehlikesini görür görmez savaş alanına atılmaktadır. Çünkü bu, onun için bir ölüm-kalım savaşıdır. Barışı, anlaşması, ateşkesi ve mütarekesi mümkün olmayan bir ölüm-kalım savaşı...
"Kafirler peygamberlerine dedi ki: "Sizi, kesinlikle yurdumuzdan çıkaracağız. Yahut da siz, dinimize döneceksiniz." (İbrahim: 13)
Bu, tağutluğun tartışma kabul etmez tavrıdır. Taviz, tartışma, düşünme ve akletme kabul etmez tavrıdır. Akidenin zaferi karşısında yenilmişliğin acısını hisseden cahiliyenin, en ağır maddi kuvvetlere başvurmasını gerektiren bir tavırdır. Çünkü zorba tağutların, maddî güçten başka hiç bir silahları yoktur:
"Sizi, kesinlikle yurdumuzdan çıkaracağız. Yahut da siz, bizim dinimize döneceksiniz."
Savaşın gerçek niteliği böylece ortaya çıkmaktadır. Çünkü İslâm - cahiliye savaşının, tabiatı budur. Cahiliye, İslâm'ın bağımsız bir varlık haline gelmesine asla rıza göstermez. Kendi varlığından ayrı bir varlık haline gelmesine asla tahammül etmez. Çünkü İslâm onunla anlaşsa bile cahiliye İslâm'la anlaşmaz.
Kaldı ki, İslâm, bağımsız velayet ve önderliğiyle bağımsız ve hareket halinde bir organizasyon olmak zorundadır. Cahiliyenin asla tahammül etmediği şey de budur.
Dikkat edilirse kafirler, peygamberlerden sadece davetlerinden vazgeçmelerini istemiyorlardı. Bundan öte onlar, peygamberlerden kendi dinlerine dönmelerini ve cahili toplumlarının içinde erimelerini istiyorlardı. Peygamberlerin reddedip asla yanaşmadığı husus da buydu. Çünkü bir müslümanın cahili sisteme dönüş yapmasına imkan yoktu.
Kaldı ki cahilî sistem; organik yapısı tabiatiyle bir müslüman unsurun kendi bünyesinde çalışmasına asla müsaade etmez. Ancak bu müslüman unsurun yaptığı iş, döktüğü emek ve enerji cahilî sistemin lehindeyse müsaade eder. Kendisini daha da güçlendirebilecekse müsaade eder.
Cahili sistemin içine sızmakla, teşkilat ve mekanizmasına karışmakla dinleri için çalışabileceklerini hayal eden kimseler, aslında bu sistemin organik yapı özelliğini kavramayan insanlardır.
Çünkü cahilî sistem bünyesinde yaşayan her bireyin, kendi hesabına çalışmasını, kendi düşünce ve hayat metodunun hesabına çalışmasını - yapısının bir gereği olarak - mecbur kılar.
Bir müslümanın cahilî sistem içerisinde akidesiyle ayrı yaşamak zorunda oluşu; o müslümanın İslâmî metoduyla, İslâmî önderliğiyle ve yetki merciiyle de ayrı yaşama zorunluluğunu beraberinde getirmektedir. Bunda hiç bir seçim hakkı yoktur. Bu, toplumların organik yapı özelliklerinin vazgeçilmez bir zorunluluğudur.
Zaten cahiliye toplumunu; bir tek Allah'a kulluk etme esasını getiren, sahte rableri önderlik ve iktidar merkezlerinden uzaklaştırmaya dayanan İslâm davasına karşı duyarlı kılan şey de bu yapı özelliğidir.
Her müslüman unsuru cahiliye sisteminin içinde eritmek ve onu - bazı aldanmış kimselerin zannına aykırı olarak - İslâm'a değil kendi kendisine hizmetkâr yapmak konusunda duyarlı kılan şey de budur.
Demek ki, geriye Allah Dini davetçilerinin hiç bir zaman unutmamaları gereken ezeli hakikat kalıyor. Bu hakikat da Allah'ın dostlarına verdiği zafer ve hükümranlık vadidir. Kendileriyle kavimlerinin arasını hakla ayırmasıdır. Buda ancak davetçilerin ayrı bir güç haline gelmeleriyle ve savundukları hak konusunda kavimlerinden ayrılmalarıyla gerçekleşip, mümkün olabilecektir.
Dava sahipleri cahilî sisteme katıldıkları, cahilî yönetim içinde eridikleri ve cahiliye örgütlerinde çalıştıkları sürece, nihaî ayrılışın gerçekleşmesine imkân yoktur. Yani Allah, bu şartlar oluşmadığı sürece kendileriyle kavimleri arasında nihaî ayrılış hükmünü vermeyecektir. Çünkü sistem içinde geçecek her dönem, Allah'ın zafer ve hükümranlık vadinin gecikmesi ve ertelenmesi demektir. Buysa Allah'ın dinine davet eden şuurlu kimselerin göz önünde tutmak, zorunda oldukları büyük bir meşakkat, demektir.
Şurası kesindir ki, batılperestliğin tağutu, hakkın mücerred varlığına bile tahammül etmez. Hatta hakları, batıldan uzaklaşmış ayrı yaşamı haline bile tahammül etmez. Yani geleceğini Allah'ın fetih ve hükmüne bırakmış haline bile tahammül etmez. Çünkü hakkın bu konumuna bile göz yummayan batıl, onu izleyip durur. Kovalar durur ve ondan ödünler koparmaya çalışır.
Hz. Şuayb (a.s.) kavmine:
"Eğer sizden bir grup gönderildiğim şeye inanmış, bir grup da buna inanmamışsa bekleyin. Allah, bizimle sizin aranızda hükmünü verinceye kadar bekleyin. Allah hiç şüphesiz en hayırlı hakimdir."(el-A'raf: 87)
Ama Şuayb (a.s.)'ın kavmi bu kadarını kabul etmiyordu. Çünkü hakkı görmeye tahammülleri yoktu. Tağutların boyunduruğundan çıkıp sadece Allah'a tedeyyün (boyun eğip, itaat) eden bir cemaati görmeye bile dayanamıyorlardı:
"Kavminin müstekbir önderleri dedi ki: "Ey Şuayb! Seni ve yanındaki mü'minleri kesinlikle yurdumuzdan çıkaracağız. Yahut da siz kesinlikle bizim dinimize döneceksiniz..." (el-A'raf: 88)
Bu noktada Hz. Şuayb, tağutların bu önerisini reddederek hakkı açık bir şekilde ifade ediyordu:
"Şuayb dedi ki: Dininizden nefret ettiğimiz halde ha! Allah bizi ondan kurtardıktan sonra dönersek hiç şüphesiz Allah'a iftira düzmüş oluruz." (el-A'raf: 88-89)
Böylece Allah Dini davetçileri, kendilerine karşı savaş açıldığını kesinlikle anlıyordu. Artık geri dönüş yoktu. Bir an bile bu savaştan sakınamaz ve kaçamazlardı. Bir kere tağutlar, davet sahipleri dinlerini bırakıp kendi dinlerine - Allah'ın kurtarmasından sonra - dönüş yapmadıkları sürece rahat yüzü vermeyeceklerdi. Gönlünü tağuta ubudiyyetten arındırıp sadece Yüce Allah'ın kulluğuna veren kimseleri, Allah da elbet kurtaracaktı. Artık bundan sonra savaş kaçınılmazdı.
Bu savaşta sabır göstermekten başka çare kalmamıştır. Kavimlerinden ayrılıştan sonra Allah'ın fetih hükmünü beklemekten başka çare kalmamıştır. Ki Şuayb (a.s.) ve yanındaki mü'minler de:
"Biz sadece Allah'a tevekkül etmişizdir. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimizin arasında hak hükmünü ver. Çünkü sen hakimlerin en âdilisin." (el-Â'raf: 89) diye niyaz ediyorlardı.
Ve Allah'ın tarih boyunca cari olan kanunu da böylece gerçekleşiyordu.
"La ilahe ilIallah (Allah'dan başka ibadete layık ilah yoktur.) şahidliğinin manası; her tür beşeri egemenliğe karşı koymak ve kulların hakimiyetinden çıkıp sadece Yüce Allah'ın ilahlığına sığınmaktır.
Bu şahidliğe inanan kimseler, tağutların egemenlik, önderlik ve hakimiyetinden çıkıp hareket halindeki İslâm topluluğuna katılan kimselerdir. Bu topluluğun önderlik ve otoritesine boyun eğen kimselerdir.
Yapıcı olmayan bir inanç ve alamet türü ibadetlerde tağut için hiç bir tehlike yoktur. Çünkü İslâm, bundan ibaret değildir. Günümüzde müslüman olmak isteyen bazı iyi niyetli ve temiz kimselerin zannettiği gibi İslâm, bu değildir.
Çünkü bu kimseler, "İslâm nedir?" bunu yakinî bir şekilde bilmiyorlar.
Çünkü İslâm, şehadet kelimelerini söylemekle beraber peygamberlerin ortaya koyduğu tavrı takınmaktır.
Cahiliye sisteminden, onun düşünce ve değer yargılarından, önderliğinden, otoritesinden ve kanunlarından uzaklaşmaktır. Bundan sonra da hayat aleminde İslâm'ı hükümran kılmak isteyen İslâmi önderlik ve müslüman gruba velayet vermektir. (Onlara katılmaktır.)
Şu halde bu savaş, asla dinmeyecektir. Bu dinin düşmanları, İslâmî hareketi asla rahat bırakmayacaklardır. Bu dinin velilerini (dostlarını) asla güvenlik içinde bırakmayacaklardır:
"Kafirler, hiç şüphesiz (insanları) Allah'ın yolundan önleyebilmek için mallarını harcarlar. Bu mallarını harcayacaklardır; (ama) o, sonunda bir hasret (pişmanlık) nedeni olacaktır. Sonunda da yenileceklerdir. Kafirler, muhakkak ki bölük bölük cehenneme haşrolunacaklardır." (el-Enfal: 36)
Bu dinin yolu, cahiliyyeye hücum etmek için harekete geçmektir.
Bu dinin velilerinin yolu, cahiliyyenin saldırganlık gücünü kırmak ve Allah adını, tağutun cüretini kıracak bir şekilde yüceltmek için hareket etmektir.
Tağuti güçler, hakkın serbest kalmasına, barış ve huzur içinde insanlara ulaşmasına asla tahammül etmez. Bundan dolayı da hakka karşı kuvvet kullanarak savaşırlar. Hakla hiçbir zaman barışmazlar. Çünkü barış demek, hakkın büyümesi demektir. Her gün biraz daha gönüllere ve ruhlara girmesi demektir. Bu yüzden de batıl, hakka vurmayı ve onu sindirmeyi görev bilir. Onu hiçbir zaman rahat bırakmaz. Onunla barışmaz ve barış içinde kalmasına imkân vermez.
Ciddî ve gerçekçi çalışma; İslâm çağrısının temel özelliğidir.
Din, insanların kitaplarda okuduğu, zihinsel huzur için, ilim ve bilgi çokluğu için başvurduğu bir nazariye değildir.
Din, insanların kendileriyle Rableri arasında bulundurmakla yetinecekleri olumsuz bir inanç da değildir.
Bu din, evrensel bir ilandır. İnsanların kurtuluşu için bir ilan...
Bu din, insanların pratik hayatına yeterli araçlarla çözüm getiren pratik bir hareket metodudur. Kavrayış ve anlayışlara tebliğ ve açıklamayla; yönetim ve otorite engellerine ise maddi cihadla karşılık veren bir hareket metodu...
Tağuti otoriteleri yıkıp Allah'ın otoritesini egemen kılmanın yolu budur. Bu dinin hareketi, insanlığın gerçek ve pratikteki hayatına yöneliktir. Bu dinle cahiliyyenin arasındaki kavga, mücerred bir nazari kavga değildir. Nazariyyelere karşı nazariyye ile karşı koyma kavgası değildir.
Çünkü cahiliyye; sistemiyle, toplumuyla ve iktidariyle ayaktadır. Dinin de ona yeterli olan yöntemlerle, yani sistem, toplum ve iktidar gücüyle karşı koyması gerekir.
Ve dinin tümüyle Allah'a ait olması, Allah'tan başka hiçbir kimseye dindarlık yapılmaması için cahiliyyeyle cihad etmesi gerekir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...