19 Ekim 2013

Bu dinin gereği olan ciddiyet ve gerçekçilik.

1 - Giriş
İslâm Davetinin temel özelliği, muhakkak ki, ciddiyet ve gerçekçiliktir.
Bu dinin gereği olan ciddiyet ve gerçekçilik.
Çünkü İslâm bir hareket dinidir. İnsanın fiili durumuna ve fiilen varolan şartlara hitab eden bir din...
İtikadı ve ideolojik olarak varolan, yürürlükte bir hayat düzeni bulunan ve somut şartlara yeterli bir güç ve hareketle karşı koymak zorundadır. İnanç ve ideolojik görüşleri düzeltmek için davet ve açıklama yoluna, cahiliyeyi koruyan sistem ve iktidarlara karşı da cihad ve güç kullanımı yoluna başvurmak zorundadır.
Çünkü, insanların inanç ve düşüncelerini açıklama yoluyla düzeltmeyi güç kullanarak önleyen, insanlara Yüce Allah'tan başkasına saptırma ve şiddet yöntemlerini kullanarak kulluk yaptıran cahili otoritelere karşı güç kullanmaktan başka çare yoktur.
İslâm çağrısı, maddî bir otoriteye karşı açıklamalarla yetinemez. Aynı şekilde, insanları vicdanen etkilemek için de maddî güç kullanmaya başvuramaz. Çünkü İslâm'ın yaklaşım tarzı, hareket halindeki bir gerçekçiliktir. Yani İslâm daveti, aşamalı bir harekete dayanmaktadır. Her aşamanın ihtiyaç ve gereklerine uygun; bir aşamadan bir üst aşamaya geçmeyi sağlayan bir hareket...
İslâm Dini, somut şartlara mücerred nazariyelerle karşı koymaz. Somut şartları olan bir aşamada donuk yöntemlere başvurmaz.
Hz. Peygamber'in siretine ve bu siretteki olaylara başvuran kimse, İslâm'ın hareketli hayat sisteminin tarihsel vakasını (pratiğini) rahatlıkla görebilecektir. Peygamber'in (s.a.s.) hayatını inceleyen davetçiler, birbirine zıt iki hayat sisteminin bir arada yaşamayacağını anlayacaktır. Çünkü birbiriyle temelinden çelişen; hiç bir boyutuyla birbiriyle uyuşmayan, itikadî ve düşünsel, ahlakî ve davranışsal, ekonomik ve toplumsal, insanî ve siyasal konuların ayrıntılarında bile birbirinden ayrılan iki hayat sisteminin bir arada yaşaması mümkün değildir.
Bu anlaşmazlığın asıl kaynağı; her iki hayat sisteminin birbirine aykırı itikat ve düşüncelerinde aranmalıdır. Çünkü;
- biri, ortaksız bir tek Allah'ın kulluğuna dayanırken
- diğeri kulun kulluğuna; düzmece ilah ve rabler'in kulluğuna dayanmaktadır.
Bu iki sistemin, hayatın her adımında birbirine ters düşmesinin asıl nedeni budur. Çünkü her iki sistemin gereği olarak atılan her hayat adımı, birbirine aykırı olmak zorundadır. Çünkü bu iki hayat sisteminin biri birine ayak uydurması, birbiriyle çatışmadan yaşaması mümkün değildir.
Davetçiler şunu iyice anlasın ki;
Kureyş'in, Mekke'de, "La ilahe illallah Muhammedun Resulullah" davasına böylesine inatçı ve sert bir tavır takınmaları, tesadüfi bir şey değildi.
Medine İslâm toplumuyla amansızca savaşması da geçici bir tesadüf değildi.
Gene Medine'de yahudilerin İslâm hareketine karşı koyuşları, müşriklerle aynı saffa geçip İslâm'ı ortadan kaldırma savaşına katılmaları da bir tesadüf değildi.
İslâm akidesine dayalı olarak Medine'de kurulan İslâm Devleti'ne, yani eşsiz ilahî metodun doğrultusunda kurulan İslâm Nizamına - daha çiçeği burnundayken - amansızca karşı koymaları, geçici bir tesadüf değildi.
Hiristiyanların da daha ilk günden - Kıyamet'e değin - bu davaya karşı kovuşları bir tesadüf, değildi.
Bunu, bilmek zorundayız. Çünkü eşyanın tabiatı budur. İslâm hayat sisteminin tabiatı budur. Beşeri ideoloji sahipleri, İslâm hayat sisteminin yeryüzünde Allah'ın egemenliğini kurmada ısrarlı olduğunu, insanları kula kulluktan kurtarıp Allah'ın kulluğuna bıraktığını, insanları gerçek seçimlerini yapmaktan alıkoyan özgürlük düşmanı tüm maddî güçleri yıktığını çok iyi bilmektedirler.
Sonra iki hayat sisteminin uyuşmaz tabiatları da budur. Çünkü ikisi arasında küçük veya büyük hiç bir kavuşma noktası yoktur. Dünyevî ideoloji sahiplerinin, ilahî hayat sistemiyle aman vermeden savaşmalarının asıl nedeni budur. Çünkü ilâhî hayat sisteminin; varlıklarını, yönetimlerini ve düzenlerini tehdit ettiğini biliyorlar. Bundan dolayı da kendileri ezilip gitmeden İslâmî hayat nizamını ortadan kaldırmak istiyorlar.
Bu, bir zorunluluktur. Ne bu, ne de şu tarafın gerçekte başka bir seçim yapmasına imkan yoktur. Bu zorunluluk, zaten tarih boyunca işlevini yerine getirmiştir. Tecrübeler, bunu açıkça göstermektedir. Değişik biçimlerde varlığını ortaya koyan bu tarihsel süreç ve bunca deneyimden anlaşılıyorki bu zorunluluğun temeli, ilahî hayat sisteminin özünde bulunmaktadır.
Yüce Allah aşağıdaki ayetlerde bu gerçeği ortaya koymaktadır:
"Kafirler - güçleri yeterse - dininizden dönderinceye kadar sizinle savaşmayı sürdüreceklerdir."(el-Bakara: 217)
"Ehli kitaptan pek çoğu hak kendilerince belli olmuşken bile sadece kendi nefislerinin hasedine uyarak sizi imanınızdan sonra (küfre) döndürmek istiyor." (el-Bakara: 109)
Yüce Allah bu ayet-i kerimelerle tüm cahili kampların İslâm'a karşı birlik olduklarını ifade buyurmaktadır. Tüm cahili kampların bu konuda hedef ve güç birliği vardır. Zamanlar boyunca, yani hiç bir zaman ve konuma bağlı kalınmadan ayakta tutulan ve ısrarla üzerinde durulan bir hedef birliğidir bu. Bu, İslâm ve cahiliye toplumlarının arasındaki ilişkilerin tabiatında varolan zorunlu bir kanundur, İslâm davetçilerinin ince eleyip sık dokumaları gereken bir kanun...
Bu kanundan ileri gelen somut gerçekleri, gene bu kanuna başvurarak yorumlamak zorundadırlar. Bu kanunu bilmeden İslâmî cihadın tabiatını, cahiliye ve İslâm kamplarının uzayıp giden çatışmalarının özelliğini, ilk İslâm kamplarının uzayıp giden çatışmalarının özelliğini, ilk İslâm mücahidlerinin hareket sebebini, İslâm fetihlerinin sırlarını ve aynı şekilde putperest veya haçlı seferlerinin esrarını anlamaya imkân yoktur. Haçlı ve putperest düşmanlar ki, on dört asır boyunca durdurak bilmeden seferler düzenlediler. Şu anda bile İslâmî kalıntıların üzerindeki baskıları devam etmektedir. Kötü talihlerinden dolayı gerçek İslâm'dan kopmuş ve İslâm adını taşımaktan öte hiç bir özellikleri kalmamış bugünkü kalıntılar üzerindeki şiddet ve baskıları...
Rusya'da, Çin'de,Yugoslavya'da ve Arnavutluk'ta, Hindistan ve Keşmir'de, Habeşistan, Zengibar (Tanzanya), Kıbrıs ve Kenya'da, Güney Afrika ve Birleşik Amerikada, kısaca komünist veya haçlı tüm kafir bloklarda müslüman kimselere uygulanan baskı ve zulüm yöntemleri...
Ayrıca İslâm aleminde veya daha yerinde bir deyimle bir zamanların İslâm aleminde ve bu alemin her bucağında ortaya çıkan İslâmî diriliş öncülerine karşı sürdürülen en iğrenç, en bayağı ve en vahşi sindirme ve şiddet yöntemleri...
Gerek komünizm, gerek budizm ve gerekse haçlılar; öncü müslümanları sindirip duran yönetimlerle dayanışma içindedirler. Onlara dostluk elini uzatmaktadırlar. Garantörlük düzeyindeki mali yardımlarla onları desteklemektedirler. Ve saygın müslümanları sindirip duran bu yönetimlerin etrafını sessizlikten bir duvarla örmektedirler.
Şu halde bu. zorunlu bir kanundur. Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Yüce Allah'ın ifadebuyurduğu bir kanun...
"(Kafirler) - güçleri yeterse - dininizden dönderinceye kadar sizinle savaşmayı sürdüreceklerdir."
Bu; iğrenç niyetleri ortaya koyan dosdoğru bir buyruktur. Şer yolundaki iğrenç direnişi ve müslümanları dinlerinden çevirmenin amansız çabasını ortaya koyan bir buyruktur. Çünkü söz konusu olan, İslâm düşmanlarının değişmez ve sabit hedefleridir. Ve bu, İslâm düşmanlarının hiç bir zaman ve hiç bir ortamda değişmeyen asıl hedefleridir.
Bu dinin ve İslâm cemaatinin düşmanları için İslâm'ın yeryüzünde varlığı bile başlı başına bir nefret ve korku kaynağıdır. Düşmanın her zamanki tavrı budur. İslâm, bizatihi onlara korku ve acı vermektedir, öfkelendirmektedir. Çünkü İslâm, her batılperesti korkutacak, her müfsidin nefretini çekecek ve her saldırganı ürkütecek bir güç ve metanetin dinidir. O, başlı başına, ihtiva ettiği hakkaniyetle, sahip olduğu güçlü hayat sistemi ve kusursuz nizamıyla bir savaştır. Evet o, tüm bu özellikleriyle batıla, fesada ve isyankârlığa karşı açılan bir savaştır.
İşte bundan dolayı batılperest ve müfsid kimseler ona tahammül etmezler. Bu dinin halkını fitneye uğratmak veya pek çok küfür türlerinden birine döndürmek için didinip dururlar. Çünkü onlar; batılları, isyankarlıkları ve fesadları elden gider diye endişe ediyorlar. Yeryüzünde bu dine inanan, bu dinin hayat sistemini kabullenip hayatına uygulayan bir İslâm cemaati bulunurken, batılperestlerin kendilerini güvende hissetmeleri mümkün değildir,
İslâm düşmanlarının başvurduğu yöntem ve araçlar çeşitli olabilir; ama hedefleri hep aynı hedeftir. Sadık mü'minleri - eğer güçleri yetecekse - dinlerinden çevirmektir, amaçları. Ellerindeki silah kırıldı mı başka bir silaha, ellerindeki araç işe yaramaz hale geldi mi başka bir araca başvurmaktan geri kalmazlar.
Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Yüce Allah'ın buyruğu, elimizde hazır bulunmaktadır. Bu buyruk, İslâm cemaatini teslimiyyetten sakındırmakta, tehlike uyarısını vermekte, savaşa ve hazırlanan tuzaklara karşı sabırlı olmayı emretmektedir. Aksi takdirde hüsran söz konusudur. Hem dünyada, hem de ahirette hüsran...
Ve ayrıca geri çevrilmez ve koruma tanımaz bir azap söz konusudur.
"Sizden kim dininden dönüp de kafir olarak ölürse, işte o kimselerin amelleri, hem dünyada, hem de ahirette boşa gitmiştir. Ayrıca onlar cehennem ehlidir. Orada ebedi kalıcıdırlar." (el-Bakara: 217)
Görülüyor ki, Rabbani metod, bu dinin sahiplerinden sebat istemektedir. İslâm'dan çıkıp amellerin boşa gitmemesi için - şiddeti ne olursa olsun - fitne ve eziyetlere karşı dayanıklı olmalarını emretmektedir.
İslâm'ı tanıyıp tadan, bir kalbin, bu dini gerçekten bırakması asla mümkün değildir. Onulmaz bir fesada uğramadıkça bu dini bırakması mümkün değildir. Yüce Allah'ın bu buyruğu ve sakındırması elde hazır bulunmaktadır. Kıyamet Gününe değin hazır olmaya devam da edecektir. Bir müslümanın, işkenceye uğradı diye dinini ve inancını bırakması, imanından ve İslâm'ından vazgeçmesi, tanıdığı ve tattığı haktan dönüş yapması asla mazeret değildir.
Çünkü cihad, mücadele, sabır ve sebat etmek vardır. Allah izin verinceye kadar bu, böyle sürüp gidecektir. Yüce Allah, hiç kuşkusuz mü'minleri, eziyetleri sabırla göğüsleyen kullarını yalnız bırakmaz. Çünkü o, hayır vadediyor. İki güzellikten birini va'dediyor. Zafer veya şehidlik...
Mü'minlerin yolu, işte budur. İman gücü, tehdit ve korkutmaların karşısında sarsılıp tökezlemez. Hz. Şuayb (a.s.) kıpırdanıp hareket etmeye imkan vermeyen bir noktaya gelmişti. Barış içinde bir arada yaşama noktasına...
Dileyenin İslâm inancını benimsemesi ve dileyenin de egemen iktidara uyması şartıyla barış içinde bir arada yaşama noktasına...
Öyle bir nokta ki, Hz Şuayb, Allah'ın fetih ve hükmünü bekliyor. İki grup arasındaki hükmünü...
Dava sahibinin, ötesinde bir adım bile atamayacağı bir nokta...
Yani, tağutların tüm baskı veya tehditlerine rağmen bu noktanın gerisine dönülemez. Bir adım bile geri dönülemez. Aksi takdirde bayraktarlığı yapılan hak, tümüyle elden gider. Bu hakka ihanet edilmiş olur.
Tağutun ve cahiliyenin dinine dönüş yapan kimse hiç kuşkusuz hem Allah'ın, hem de dininin aleyhinde yalan şahidlikte bulunmaktadır.
İnsanların bir tek Allah'a itaat etmesini kabullenmeyen ve Allah dışı bir çok mabudlara - Allah'ın hükümranlık hakkı verilerek - tapınılmasını benimseyen cahiliyenin dinine dönüş yapmak; Allah'a iftira etmekten başka bir şey değildir.
Allah'ın açtığı hayır kapısından girip gerçek yolu tanıyan, hakka yönelen ve kula kulluktan kurtulan bir kimsenin tağutun dinine dönüş yapması Allah'a ve onun dinine karşı yalancı şahidlik yapmaktır.
Çünkü bu şahidliğin anlamı, Allah'ın dininde hayır görmemek, demektir. Allah'ın dininde hayır yok diye tağutun dinine dönmektir, yahut en azından bu şahidliğin anlamı, tağutun dinine varlık hakkını tanımak demektir. Tağuti iktidarı meşru görmek demektir. Tağutun diniyle Allah inancı arasında çelişki görmemek demektir.
Çünkü Allah'a iman ettikten sonra tağutun dinini kabullenip ona dönüş yapmak, çok tehlikeli bir şahidliktir. Hidayetle hiç tanışmamış ve İslâm'ın bayrağı altına girmemiş kimsenin şahitliğinden çok daha beter bir şahitliktir. Kısaca bu, tağutun egemenliğini kabullenme şahidliğidir. Yüce Allah'ın hayattaki egemenlik hakkını gasbetmenin ötesinde bir tağutluk düşünülemez.
Tağutun kulluğundan çıkıp bir tek Allah'ın itaatine girmenin zorlukları, - ne kadar büyük ve katı olursa olsun - tağuta kulluk etmenin yükümlülüğünden daha fazla ve ağır değildir. Tağutlara uşaklığın sorumlulukları; yaşam, makam ve geçim için ne kadar güvenli ve rahat görünürse görünsün, ağır ve sonu gelmez sorumluluklardır. Çünkü bu sorumluluklar, doğrudan doğruya insanın insanlığını zedeler. İnsanlığı zedelenen bir insanlık ise asla varolamaz. İnsanın insana kul ve uşak olması insanlık demek değildir.
Bir insanın diğer bir insan tarafından konulan kanuna boyun eğmesinden daha beter bir uşaklık ve kölelik var mıdır?
Bir insanın kalbiyle başka bir insanın iradesine bağımlı olmasından daha beter bir uşaklık var mıdır?
Bir insanın kalbiyle başka bir insanın arzu veya gazabına bağımlı olmasından daha beter bir kölelik var mıdır?
İnsanın geleceğinin başka bir insanın zevkine, hevasına ve şehvetine taalluk etmesinden beter bir kölelik var mıdır?
Bir insanın - başına bir yular veya gem takılmış gibi - diğer bir insanın keyfinin doğrultusunda güdülüp yönetilmesinden daha kötü bir kölelik var mıdır?
Kaldı ki iş, burada da bitmiyor. Bu kölelik insanı daha da aşağılara düşürmektedir. Tağutun yönetimindeki insanların mallarına ve çocuklarına da el atılıyor.
Hiç bir kanun ve hiç bir koruyucunun kabul edemeyeceği yükümlülükler getiriliyor.
Çocuklara el atan tağut onları dilediği düşüncenin, dilediği kavram ve ahlakın, dilediği gelenek ve göreneğin doğrultusunda yetiştiriyor. Onların ruh ve hayatlarına bile hükmetmeye kalkışıyor. Zevkinin dilediğini boğazlayıp kesiyor.
İnsanların kafatası ve iskeletlerinden kendi zevkini tatmin için - büyüklüğünün anıtı olarak - duvarlar örüyor.
Dahası da var. Çünkü tağut sonunda ırz ve namuslara bile el atıyor, öyle ki bir baba kendi öz kızını tağutun dilediği şerefsizlikten önleyemiyor. Tarih boyunca en geniş boyutuyla görülebilen gasp yoluyla bu şerefsizliği yapabiliyor.
Yahut genç kızları herhangi bir gerekçeyle şehvetlerin ağına atmakla sonuçlanan düşünce ve ahlaksızlık eğitimiyle bu şerefsizliği işliyor. Genç kızlara şu veya bu perdenin altında fuhuş ve şerefsizlik imkânlarını hazırlayarak bu işi yapıyor.
Şu halde tağutların yönetimi altında malını, namusunu, kendi hayatını ve çocuklarının hayatını kurtarabileceğini düşünen kimseler, muhakkak ki kuruntu içinde yaşamaktadırlar. Yahut da gerçekleri algılama yeteneklerini kaybetmişlerdir. Şurası kesindir ki, tağutlara kulluk etmek, mal, can ve namus konusunda çok büyük yükümlülüklere katlanmak demektir.
İnsanları, hakimiyeti gasbeden kimselerin elindeki iktidarı alıp Allah'a iade etmeye çağıran İslâm, aslında bu çağrısıyla insanlığın da kurtarılmasını amaçlamaktadır. Yani insanları, kullara kulluk etmekten kurtulmağa çağırmaktadır. Canların ve malların, tağutların heva ve şehvetlerinden kurtulması için çağırmaktadır.
Kendi bayrağı altında tağutla savaşmaya davet eden ve bu uğurda pek çok fedakârlık isteyen İslâm, insanlığı çok daha büyük fedakârlık ve sıkıntılardan kurtarmaktadır. Çünkü tağutun gölgesinde yaşamak, horlanmışlığın ve alçalmışlığın en büyüğünü yaşamak demektir. Bundan dolayı İslâm'ın bu çağrısında yücelik ve selâmet bir arada bulunmaktadır.
Birleşik ve bir bütün halindeki cahili organizasyon, kendi varlığını temel inanç yönünden tehdid eden tehlikeyi hissedince; yani kendisinden tamamen ayrı ve bağımsız bir inanca dayalı İslâm'i bir organizasyon tarafından tehdid edildiğini anlayınca, gerçek tavrını ortaya koymakta bir an gecikmez, İslâm davasına karşı gerçek tavrını ortaya koymaya başlar.
Çünkü birbiriyle uyuşmaz ve barışmaz zıt iki varlığın savaşı söz konusudur.
Her biri ayrı bir inanç temeline dayalı olarak var olan iki zıt organik toplumun birbiriyle savaşı söz konusudur.
Çünkü cahiliye sistemi, ilahların veya rablerin çokluğu esasına dayanmaktadır. Bundan dolayı cahiliyede kula kulluk vardır.
İslâm toplumu ise uluhiyyette birlik ve rablıkta birlik esasına dayanmaktadır. Bundan dolayı da İslâm toplumunda kula kulluk yoktur.
Eğer İslâm toplumu, iktidar olmak ve insanları kula kulluktan kurtarıp Allah'a kul kılmak yolunda hergün biraz daha ilerliyor ve her gün biraz daha cahiliye toplumunun bünyesini eritiyorsa, cahiliyenin buna karşı suskun kalması mümkün değildir.
Eğer dosdoğru rayına oturmuş bir İslâm davetinin vazgeçilmez olan bu zaruretleri hayata geçmişse, cahiliyenin suskun kalması kesinlikle mümkün olmayacaktır.
Bu çağrının başladığı ilk andan itibaren tavrını ortaya koyacaktır. Saygıdeğer peygamberlerin çağrısına cahiliyenin hep aynı şekilde tavır koymasının nedeni buydu.
Çünkü bu davet, cahiliye için bir ölüm kalım savaşıydı. Kendi Varlığını savunmak ve gasbettiği ilahî hakimiyeti elden kaçırmamak için savaşmak zorundaydı. Ve hiç şüphesiz hakimiyet, -cahiliyenin gasbettiği -en belirgin ilahlık özelliğidir. İşte bu nedenle cahiliye sistemi İslâm çağrısının kendisini tehdit eden tehlikesini görür görmez savaş alanına atılmaktadır. Çünkü bu, onun için bir ölüm-kalım savaşıdır. Barışı, anlaşması, ateşkesi ve mütarekesi mümkün olmayan bir ölüm-kalım savaşı...
"Kafirler peygamberlerine dedi ki: "Sizi, kesinlikle yurdumuzdan çıkaracağız. Yahut da siz, dinimize döneceksiniz." (İbrahim: 13)
Bu, tağutluğun tartışma kabul etmez tavrıdır. Taviz, tartışma, düşünme ve akletme kabul etmez tavrıdır. Akidenin zaferi karşısında yenilmişliğin acısını hisseden cahiliyenin, en ağır maddi kuvvetlere başvurmasını gerektiren bir tavırdır. Çünkü zorba tağutların, maddî güçten başka hiç bir silahları yoktur:
"Sizi, kesinlikle yurdumuzdan çıkaracağız. Yahut da siz, bizim dinimize döneceksiniz."
Savaşın gerçek niteliği böylece ortaya çıkmaktadır. Çünkü İslâm - cahiliye savaşının, tabiatı budur. Cahiliye, İslâm'ın bağımsız bir varlık haline gelmesine asla rıza göstermez. Kendi varlığından ayrı bir varlık haline gelmesine asla tahammül etmez. Çünkü İslâm onunla anlaşsa bile cahiliye İslâm'la anlaşmaz.
Kaldı ki, İslâm, bağımsız velayet ve önderliğiyle bağımsız ve hareket halinde bir organizasyon olmak zorundadır. Cahiliyenin asla tahammül etmediği şey de budur.
Dikkat edilirse kafirler, peygamberlerden sadece davetlerinden vazgeçmelerini istemiyorlardı. Bundan öte onlar, peygamberlerden kendi dinlerine dönmelerini ve cahili toplumlarının içinde erimelerini istiyorlardı. Peygamberlerin reddedip asla yanaşmadığı husus da buydu. Çünkü bir müslümanın cahili sisteme dönüş yapmasına imkan yoktu.
Kaldı ki cahilî sistem; organik yapısı tabiatiyle bir müslüman unsurun kendi bünyesinde çalışmasına asla müsaade etmez. Ancak bu müslüman unsurun yaptığı iş, döktüğü emek ve enerji cahilî sistemin lehindeyse müsaade eder. Kendisini daha da güçlendirebilecekse müsaade eder.
Cahili sistemin içine sızmakla, teşkilat ve mekanizmasına karışmakla dinleri için çalışabileceklerini hayal eden kimseler, aslında bu sistemin organik yapı özelliğini kavramayan insanlardır.
Çünkü cahilî sistem bünyesinde yaşayan her bireyin, kendi hesabına çalışmasını, kendi düşünce ve hayat metodunun hesabına çalışmasını - yapısının bir gereği olarak - mecbur kılar.
Bir müslümanın cahilî sistem içerisinde akidesiyle ayrı yaşamak zorunda oluşu; o müslümanın İslâmî metoduyla, İslâmî önderliğiyle ve yetki merciiyle de ayrı yaşama zorunluluğunu beraberinde getirmektedir. Bunda hiç bir seçim hakkı yoktur. Bu, toplumların organik yapı özelliklerinin vazgeçilmez bir zorunluluğudur.
Zaten cahiliye toplumunu; bir tek Allah'a kulluk etme esasını getiren, sahte rableri önderlik ve iktidar merkezlerinden uzaklaştırmaya dayanan İslâm davasına karşı duyarlı kılan şey de bu yapı özelliğidir.
Her müslüman unsuru cahiliye sisteminin içinde eritmek ve onu - bazı aldanmış kimselerin zannına aykırı olarak - İslâm'a değil kendi kendisine hizmetkâr yapmak konusunda duyarlı kılan şey de budur.
Demek ki, geriye Allah Dini davetçilerinin hiç bir zaman unutmamaları gereken ezeli hakikat kalıyor. Bu hakikat da Allah'ın dostlarına verdiği zafer ve hükümranlık vadidir. Kendileriyle kavimlerinin arasını hakla ayırmasıdır. Buda ancak davetçilerin ayrı bir güç haline gelmeleriyle ve savundukları hak konusunda kavimlerinden ayrılmalarıyla gerçekleşip, mümkün olabilecektir.
Dava sahipleri cahilî sisteme katıldıkları, cahilî yönetim içinde eridikleri ve cahiliye örgütlerinde çalıştıkları sürece, nihaî ayrılışın gerçekleşmesine imkân yoktur. Yani Allah, bu şartlar oluşmadığı sürece kendileriyle kavimleri arasında nihaî ayrılış hükmünü vermeyecektir. Çünkü sistem içinde geçecek her dönem, Allah'ın zafer ve hükümranlık vadinin gecikmesi ve ertelenmesi demektir. Buysa Allah'ın dinine davet eden şuurlu kimselerin göz önünde tutmak, zorunda oldukları büyük bir meşakkat, demektir.
Şurası kesindir ki, batılperestliğin tağutu, hakkın mücerred varlığına bile tahammül etmez. Hatta hakları, batıldan uzaklaşmış ayrı yaşamı haline bile tahammül etmez. Yani geleceğini Allah'ın fetih ve hükmüne bırakmış haline bile tahammül etmez. Çünkü hakkın bu konumuna bile göz yummayan batıl, onu izleyip durur. Kovalar durur ve ondan ödünler koparmaya çalışır.
Hz. Şuayb (a.s.) kavmine:
"Eğer sizden bir grup gönderildiğim şeye inanmış, bir grup da buna inanmamışsa bekleyin. Allah, bizimle sizin aranızda hükmünü verinceye kadar bekleyin. Allah hiç şüphesiz en hayırlı hakimdir."(el-A'raf: 87)
Ama Şuayb (a.s.)'ın kavmi bu kadarını kabul etmiyordu. Çünkü hakkı görmeye tahammülleri yoktu. Tağutların boyunduruğundan çıkıp sadece Allah'a tedeyyün (boyun eğip, itaat) eden bir cemaati görmeye bile dayanamıyorlardı:
"Kavminin müstekbir önderleri dedi ki: "Ey Şuayb! Seni ve yanındaki mü'minleri kesinlikle yurdumuzdan çıkaracağız. Yahut da siz kesinlikle bizim dinimize döneceksiniz..." (el-A'raf: 88)
Bu noktada Hz. Şuayb, tağutların bu önerisini reddederek hakkı açık bir şekilde ifade ediyordu:
"Şuayb dedi ki: Dininizden nefret ettiğimiz halde ha! Allah bizi ondan kurtardıktan sonra dönersek hiç şüphesiz Allah'a iftira düzmüş oluruz." (el-A'raf: 88-89)
Böylece Allah Dini davetçileri, kendilerine karşı savaş açıldığını kesinlikle anlıyordu. Artık geri dönüş yoktu. Bir an bile bu savaştan sakınamaz ve kaçamazlardı. Bir kere tağutlar, davet sahipleri dinlerini bırakıp kendi dinlerine - Allah'ın kurtarmasından sonra - dönüş yapmadıkları sürece rahat yüzü vermeyeceklerdi. Gönlünü tağuta ubudiyyetten arındırıp sadece Yüce Allah'ın kulluğuna veren kimseleri, Allah da elbet kurtaracaktı. Artık bundan sonra savaş kaçınılmazdı.
Bu savaşta sabır göstermekten başka çare kalmamıştır. Kavimlerinden ayrılıştan sonra Allah'ın fetih hükmünü beklemekten başka çare kalmamıştır. Ki Şuayb (a.s.) ve yanındaki mü'minler de:
"Biz sadece Allah'a tevekkül etmişizdir. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimizin arasında hak hükmünü ver. Çünkü sen hakimlerin en âdilisin." (el-Â'raf: 89) diye niyaz ediyorlardı.
Ve Allah'ın tarih boyunca cari olan kanunu da böylece gerçekleşiyordu.
"La ilahe ilIallah (Allah'dan başka ibadete layık ilah yoktur.) şahidliğinin manası; her tür beşeri egemenliğe karşı koymak ve kulların hakimiyetinden çıkıp sadece Yüce Allah'ın ilahlığına sığınmaktır.
Bu şahidliğe inanan kimseler, tağutların egemenlik, önderlik ve hakimiyetinden çıkıp hareket halindeki İslâm topluluğuna katılan kimselerdir. Bu topluluğun önderlik ve otoritesine boyun eğen kimselerdir.
Yapıcı olmayan bir inanç ve alamet türü ibadetlerde tağut için hiç bir tehlike yoktur. Çünkü İslâm, bundan ibaret değildir. Günümüzde müslüman olmak isteyen bazı iyi niyetli ve temiz kimselerin zannettiği gibi İslâm, bu değildir.
Çünkü bu kimseler, "İslâm nedir?" bunu yakinî bir şekilde bilmiyorlar.
Çünkü İslâm, şehadet kelimelerini söylemekle beraber peygamberlerin ortaya koyduğu tavrı takınmaktır.
Cahiliye sisteminden, onun düşünce ve değer yargılarından, önderliğinden, otoritesinden ve kanunlarından uzaklaşmaktır. Bundan sonra da hayat aleminde İslâm'ı hükümran kılmak isteyen İslâmi önderlik ve müslüman gruba velayet vermektir. (Onlara katılmaktır.)
Şu halde bu savaş, asla dinmeyecektir. Bu dinin düşmanları, İslâmî hareketi asla rahat bırakmayacaklardır. Bu dinin velilerini (dostlarını) asla güvenlik içinde bırakmayacaklardır:
"Kafirler, hiç şüphesiz (insanları) Allah'ın yolundan önleyebilmek için mallarını harcarlar. Bu mallarını harcayacaklardır; (ama) o, sonunda bir hasret (pişmanlık) nedeni olacaktır. Sonunda da yenileceklerdir. Kafirler, muhakkak ki bölük bölük cehenneme haşrolunacaklardır." (el-Enfal: 36)
Bu dinin yolu, cahiliyyeye hücum etmek için harekete geçmektir.
Bu dinin velilerinin yolu, cahiliyyenin saldırganlık gücünü kırmak ve Allah adını, tağutun cüretini kıracak bir şekilde yüceltmek için hareket etmektir.
Tağuti güçler, hakkın serbest kalmasına, barış ve huzur içinde insanlara ulaşmasına asla tahammül etmez. Bundan dolayı da hakka karşı kuvvet kullanarak savaşırlar. Hakla hiçbir zaman barışmazlar. Çünkü barış demek, hakkın büyümesi demektir. Her gün biraz daha gönüllere ve ruhlara girmesi demektir. Bu yüzden de batıl, hakka vurmayı ve onu sindirmeyi görev bilir. Onu hiçbir zaman rahat bırakmaz. Onunla barışmaz ve barış içinde kalmasına imkân vermez.
Ciddî ve gerçekçi çalışma; İslâm çağrısının temel özelliğidir.
Din, insanların kitaplarda okuduğu, zihinsel huzur için, ilim ve bilgi çokluğu için başvurduğu bir nazariye değildir.
Din, insanların kendileriyle Rableri arasında bulundurmakla yetinecekleri olumsuz bir inanç da değildir.
Bu din, evrensel bir ilandır. İnsanların kurtuluşu için bir ilan...
Bu din, insanların pratik hayatına yeterli araçlarla çözüm getiren pratik bir hareket metodudur. Kavrayış ve anlayışlara tebliğ ve açıklamayla; yönetim ve otorite engellerine ise maddi cihadla karşılık veren bir hareket metodu...
Tağuti otoriteleri yıkıp Allah'ın otoritesini egemen kılmanın yolu budur. Bu dinin hareketi, insanlığın gerçek ve pratikteki hayatına yöneliktir. Bu dinle cahiliyyenin arasındaki kavga, mücerred bir nazari kavga değildir. Nazariyyelere karşı nazariyye ile karşı koyma kavgası değildir.
Çünkü cahiliyye; sistemiyle, toplumuyla ve iktidariyle ayaktadır. Dinin de ona yeterli olan yöntemlerle, yani sistem, toplum ve iktidar gücüyle karşı koyması gerekir.
Ve dinin tümüyle Allah'a ait olması, Allah'tan başka hiçbir kimseye dindarlık yapılmaması için cahiliyyeyle cihad etmesi gerekir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...