22 Kasım 2012

KROMDA LİDER EFSANE HİZMET


AŞAĞIDAKİ LİNKE TIKLAYIN VE İZLEYİN

link....(Galeri – Yiğit Krom)



















http://yigitkrom.com/galeri/

İSLAMİ MUAMELE GÖRMÜŞ MAL VE SERVET FAYDALI GÖRMEMİŞ OLAN İSE ZARARLIDIR



İSLAMİ MUAMELE GÖRMÜŞ MAL VE SERVET  FAYDALI 
GÖRMEMİŞ OLAN İSE ZARARLIDIR  

Tüm hayatımızı meydana getiren dini, ilmi, içtimai, idari, siyasi, iktisadi ve ailevi alanların kendine mahsus bir takım elaman ve unsurları vardır. Mal ile para da ekonomik hayatın obje ve nesnelerindendir. Biz ekonomiyi, çalışma ve yaşama düzeni diye tarif ettiğimize göre mal ve para da çalışma hayatımızda ve yaşama düzenimizde kullandığımız ve kendilerinden faydalandığımız birer vasıtadan ibarettir. Ancak tabiatta var olan her şeyin bir var oluş amaç ve gayesi vardır. İşe bu sebeple varlıklar bu var oluş gayelerine göre bulundukları alanlarında bir fonksiyon icra ederler. Daha doğrusu her varlık kendisine verilen görevi yerine getirmeye çalışır. Mal bir varlıktır, para bir varlıktır, onları var edip yaratan onlara birer görev yüklemiştir. Bundan dolayı onları yaratılış gayelerinde kullanmak adalet yapmak ve dolayısıyla fayda sağlamak demektir. Fakat doğru olanı bırakıp adalet yolundan sapmanın da zulüm demek olduğu ve dolayısıyla onun da zarar getireceği açıktır.           
Burada bizim maldan kastımız insanla pek alakası olmayan mesela dağ başında kendiliğinden çıkmış ve büyümüş bir ağaç değildir. Bilakis insanın kendi ihtiyaçlarını tatmin etmek için eli ile ürettiği, naklettiği veya alıp sattığı mallardır. O nedenle malların bir de insana bakan tarafı vardır. İnsan ruh-beden, din-bilim ve fizik-metafizik bileşkesi olduğundan müslümanlar açısından malın İslami muamele görmüş bir mal olması bir mecburiyet ve bir zarurettir. İslami muamele görmüş mal demek, üretimi, ambalajı, nakli, alınıp satılması, biriktirilip depo edilmesi ve tüketimi hep İslami esaslara göre yapılmış bir mal demektir. Ayrıca insanların mallarının haksız yere yenilmemesi, alış verişlerin karşılıklı rızaya dayanması, faiz ve ihtikâr yasağı, fiyat koymamak, müşteri kızıştırmamak, ticaret mallarının pazaryerine gelmeden yolda satılmaması, malların üreticiler adına satılmaması, pazarlık üzerine pazarlık yapmamak, malın teslim alınmadan satılmaması gibi bir takım esaslar da vardır. (Bak. O.Eskicioğlu, İ.Açısından Enflasyon ve Çözüm Yolları, s. 175–182) Mesela domuz üretimi, içki ve uyuşturucu gibi maddelerin üretimi ve kullanımı meşru olmadığı için bunlara mal veya servet demek mümkün değildir. Bundan başka teknik ifadeyle dile getirildiği üzere bir şeyin mal olabilmesi için onun mütekavvim yani kıymetli olması gerekir. Zaten İslam hukukçuları bir ihtiyacı giderecek kadar olan ve kullanılması meşru olan mallara değerli mal anlamında mütekavvim adı verirler. Buna göre bir kibrit çöpü mal olmadığı gibi, tüketimi haram olan şeyler de mal sayılmazlar. Mal sayılmayan şeyler de üretime, satıma, tedavüle ve herhangi bir akde konu olamazlar.     
Burada eski Diyanet İşleri Başkanlarından merhum Ahmet Hamdi Akseki'nin  çalışıp kazanmak, mal ve mülk sahibi olup zengin olma ve servet hakkındaki düşünceleri ile insan ürünü sistemlerin ne kadar zararlı olup her türlü sıkıntıdan kurtuluş çaresinin İslam esaslarında olduğu hakkındaki fikirlerini açıklamakta fayda vardır. O bu konuda şöyle diyor:
 "İslam fıtrata dayanan bir din olduğu cihetle ferdi ve içtimai tekâmüle hizmet eden her türlü sebeplere başvurmayı meşru olarak kabul etmiş ve iktisadi tekâmül için her fert üzerine çalışmayı da farz kılmıştır. Bu uğurda bütün tabiat kuvvetlerinden istifade etmek kudretini de bahşetmiştir. Eşyada asıl olan ibahadır kaidesi külli bir esastır… Her insanın istediği kadar zengin olması, mal ve mülk edinmesi meşrudur. Mülkiyet ve tasarruf hakkı taarruzdan masundur. Bunlara tecavüz, insanın tabii ve zati haklarına tecavüz sayılır… Kendi servetinde memleketin muhtaçları için bir hak olduğunu kabul etmeyen bir kapitalist ne ise, Allah'ın tayin eylediği hudutta durmayan ve bütün sermayeyi hırsızlıkla ve zorla almış bir mal sayan,  arazi hiçbir insana mülk olamaz diyen, komünizm de odur. İslam iktisadi esaretten ve mali tahakkümden doğan içtimai hastalıkları bir dereceye kadar önlemiştir. Garp ve şarkta bugüne kadar, birbirine aykırı olan içtimai meslekler yüzünden ne kadar kan döküldüğü ve hala dökülmekte olduğu herkesin malumudur. Kapitalizmin fenalıklarını ortadan kaldırmak isteyen mesleklerin dünyada doğurduğu mihnetlerin, ıstırapların bir türlü önüne geçilememiş ve beşeriyetin ıstırabı her gün biraz daha artmıştır. Milletlerin akılları tarafından buna esaslı bir çare bulunmasını candan arzu ederiz. Fakat hemen ilave edelim ki, bunun yegâne çaresi Müslümanlık esaslarını ciddi bir suretle incelemekle elde edilecektir." (A. Hamdi Akseki Ebedi Risalet, s.24–25) 
İslam'ın aynı zamanda bir ekonomik düzen getirdiği bizce kesindir. Ancak yöreler, bölgeler ve iktisadi yerleşim birimleri, bu ekonomik düzenlerini ortam şartlarına bağlı olarak kendileri kuracaklardır. İslam ekonomisinin iskeletini meydana getiren faiz yasak, ticaret serbest, vergide zekât, üretimde mülkiyet, tüketimde şüyuiyet ve eşyada mubahlık esasları sistemin temelini teşkil eder. Aslında mal üretimi, helal mallar ürettikten sonra tamamen serbest olup bu konuda hiçbir yerden izin alamaya da ihtiyaç yoktur. Böylece insanlar ürettikleri mallara ve onların mülkiyetlerine de sahip olurlar. Yalnız üretim her ne kadar bireyler tarafından yapılmış olsa da üretimin yapılmasına imkân veren toplumdur. Çünkü üretimi yapanlar mesela yol gibi kamu araç ve gereçlerinden, devletin sağladığı güvenlik ve mülkiyeti koruma gibi fonksiyonlarından yararlanmaktadırlar. Bunun için toplumun   hakkı ve üretime yapmış olduğu katkının karşılığı olarak kendine düşen payı alacaktır ki, bu da İslam devletine verilen zekâttır; yani İslam devletinin vergisidir. Yalnız toplumun hakkı sadece vergiden ibaret değildir. Bunu Hz. Peygamber'in iki hadisiyle biraz daha açıklamaya çalışalım.
Konuyla ilgili olarak Hz. Muhammed'in çelişik gibi görünen iki hadisi bulunmaktadır. Hz. Peygamber, "Gerçekten malda zekâttan başka bir hak yoktur" (İbn Mace, Zekât, 3) ve "Gerçekten malda zekâttan başka bir hak vardır." (Tirmizi, Zekât, 27, No: 659; Darimi Zekât, 13) buyurmuşlardır. Fıkıh usulünde çelişen iki delil telif edilebiliyorsa o iki delilin ikisi de kullanılır. Edilemiyorsa birisi alınır, diğeri ise bırakılır. İşte biz, bu iki hadisi de kullanarak bunlardan birisi resmi, diğeri ise gayr-i resmi olan hakkı dile getiriyor deyip malda zekâttan başka bir hak yoktur hadisinin devletin aldığı hukuki, şer'i, kazai ve mecburi olan zekâtı (vergiyi) ifade ettiğini, malda zekâttan başka bir hak vardır hadisinin ise dini, ahlaki, vicdani ve ihtiyari olan sadakayı ve insanların kendi gönüllerinden koparak verdikleri  hayırları ifade ettiğini söylüyoruz. Burada hadis metninde dikkat edilirse hak kelimesi kullanılmıştır. Yani gerek devletin aldığı zekât-vergi, gerekse kişinin fakir ve muhtaçlara kendiliğinden verdiği sadakalar bir atıfet, lütuf ve ihsan değil, bilakis karşı tarafın bir hakkıdır. Çünkü üretim ve kazanmalarda o toplumda bulunan herkesin az-uz, görünür ve görünmez bir katkısı vardır. Hukuk, uygulanma açısında ancak tüm vatandaşların katılım ve yardımlarıyla ayakta durabilen bir olgu olduğu gibi, ekonomi de çalışsın çalışmasın, üretsin veya üretmesin toplumda bulunan herkesin en azından bir tüketici olarak bile kendisini hissettirdiği bir alandır. Onun için hiçbir kimse dışarıda bırakılmadan hem hukuki ve hem de ahlaki yardımlaşma ve sosyal dayanışma olarak herkesin hayatı garanti altına alınmıştır. Bu sayede mal ve servet sahipleri, üzerlerine düşen hukuki, ahlaki ve vicdani görev ve sorumluluklarını böylece yerine getirirler.
Bu suretle hem hukuki ve hem de ahlaki vecibelerden dolayı bugün kapitalist dünyada görüldüğü gibi dev mega zenginler İslam düzeninde olmaz. Küreselleşmeden bahsedip dünyayı sömürenler servetlerini de küre haline getirerek zenginliklerini katlıyorlar. Küreselleşme, zengini daha da zengin, fakiri ise daha da fakir yapıyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı'nın yıllık raporuna göre dünyanın en zengin 200 kişisinin serveti 2,5 milyar kişinin toplam varlığına eşitmiş. Hâlbuki Kuran’ın “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın en güzellerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin” (Bakara 2/ 267) emri karşısında müslümanlar artan servetlerini fakirlere verirler. Onun için İslam’ın ekonomisi birr ekonomisidir. Çünkü Allah, “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe birre nail olamazsınız” (A.Imran 3/ 92) buyuruyor. Bakara Suresi 2/ 177. ayette adeta birrin tarifi verilmektedir ki, buna göre birr, iman, ibadet, infak, zekât ve ahde vefa bileşkesinde en güzel hayatı yaşayarak refah toplumu olmaktır. “Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz birr (iyilik) değildir. İyilik ancak Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere iman eden, sevdiği maldan yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere veren, namaz kılan, zekat veren, söz verdiklerinde sözlerini yerine getiren, dar ve zor zamanlarda ve savaş anında sabredenler(in yaptığı)dır. İşte doğru olanlar onlardır ve işte muttakiler ancak onlardır.” (Bakara 2/ 177). 
Bugün dünyayı yöneten sermayenin şükrü eda edilmediği, fakir fukaranın ve muhtaç ülkelerin hakları verilmediği, tüyü bitmemiş yetimlerin hakları yenildiği, hak hukuk ve haram helal tanınmadığı için, tek kelimeyle eşya amacından saptırıldığı için, tüm canlılar, insan hayvan ve bitkiler için hayat bir zehir olmuştur. İslam devletinde vatandaşlar zengin fakir diye ikiye ayrılıp zenginler zekât-vergi verdiği, fakirlere ise kendilerine bütçeden fakirlik payı verildiği gibi, BM ülkeleri ikiye ayırıp zengin ülkelerin fakir ülkelere haklarını vermesini sağlamalıdır. Bu küresel sermaye, eğer bu yanlış yolunu bırakmazsa sahabeden Salebe b. Hatıb el-Ensari misali başkalarının haklarını vermeyip zulmettiği için kendi eliyle kötü akıbetini hazırlamış olacaktır. “Onların arasında eğer Allah lütuf ve kereminden bize mal verirse biz de kesinlikle sadaka vereceğiz ve Salihlerden olacağız diye Allah’a söz verenler var. Fakat Allah onlara zenginlik lütfedince cimrilik ettiler ve yüz çevirip verdikleri sözden döndüler” (Tevbe 9/ 75–76).  İbn Arabî rivayetlerin en doğrusuna göre bu ayet Salebe b. Hatıb hakkında nazil olmuştur diyor. (Ahkâm-ül Kuran II, 980). Salebe bir gün Hz. Peygamber’e gelip “Ya Rasülellah, Allah’a dua et de bana biraz mal versin” demiş. Resulüllah da “Ey Salebe, hakkını eda ettiğin az mal, güç yetirmeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır.” buyurmuş. Salebe tekrar gelmiş ve “Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki,   bana mal verirse, her hak sahibinin hakkını kesinlikle veririm” demiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber dua etmiş, o da bir davar sahibi olmuş derken o hayvan üredikçe üremiş, onun hayvanlarına Medine dar gelmeye başlamış, bir vadiye gitmiş, önce cemaat namazlarından, sonra da cumalardan uzak kalmış. Hz. Peygamber onu sormuş, “Malı çoğaldı, vadiye sığmaz oldu” demişler. Bunun üzerine “Eyvah yazıklar oldu Salebe’ye!” buyurmuş. Sonra zekât için ona iki tahsildar göndermiş, yazılı emri ona okuduklarında Salebe “Bu cizye de neyin nesi oluyor? Bu istediğiniz şey cizyenin kendisi değilse bile kardeşidir. Hele siz şimdi gidin de ben bir düşüneyim demiş. İşte ayetteki cimrilik ettiler ve yüz çevirdiler ifadesi buna delalet etmektedir. Tahsildarlar geldiklerinde daha bir şey demeden Hz. Peygamber iki defa “Eyvah, yazıklar oldu Salebe’ye” buyurmuş. Daha sonra Salebe zekâtı alıp getirmiş, fakat Resulüllah “Allah Teala, beni, senin sadakanı kabul etmekten men eyledi” buyurmuş. Hz. Peygamberin irtihalinden sonra Ebu Bekir’e getirmiş, kabul etmemiş, daha sonra Hz. Ömer’e getirmiş o da kabul etmemiş ve Hz. Osman zamanında önce malları sonra da adamın kendisi telef ve yok olup gitmiş. (Elmalılı M.H. Yazır, IV, 385).   
Bizim terimlerimiz diyebileceğimiz iddihar, ihtikâr ve kenz gibi kelimeler üretilmiş bir malın tüketiciye giderken mübadele yolunda yapılan yanlışları dile getirmektedir. Hemen hemen bu anlamlarda olup da batıdan gelenler ise istifçilik, tekelcilik, karaborsa ve stokçuluk gibi kelimelerdir. Fiyatların yükselmesini bekleyip malları saklamak ve tedavülden alıkoymak, piyasayı zor duruma sokmak için mal depolamak, malları gizlice daha yüksek fiyatla el altından satmak ve her ne suretle olursa olsun malın tüketiciye doğru giden yoluna engel koymak ekonomi için de zararlı bir harekettir. 
İddihar, ihtikârdan bazı noktalarda ayrılır. İhtikâr (karaborsacılık), bir şeyi fiyatı yükselsin diye bekletmek ve tedavülden alıkoymak demektir. Karaborsacılığın amacı fiyatların yükselmesini sağlamak veya bunu beklemektir. İddihârda ise doğrudan fiyatların yükselmesi amaç değildir. Biriktirilen malın zekât, hayır ve hasenat hakkının ödenmemesi iddihârın en belirgin özelliğidir. Kenz ise Kur'an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde geçer ve bu vesile ile biriktirip mal yığanlar kötülenir.
“Ey iman edenler! Şüphesiz hahamlardan ve papazlardan birçoğu, haram yollarla insanların mallarını yerler ve onları Allah'ın yolundan men ederler. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlara acıklı bir azabı müjdele. O gün o altın ve gümüşlerin üstü cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak; "işte bu, kendi canınız saklayıp biriktirdiğiniz şeydir. Haydi, şimdi tadın bakalım şu biriktirdiğiniz şeyin tadını" denilecek.  (et- Tevbe, 9/34–35; Diğer ayetler için bk. Hûd, 11/12; Kehf, 18/82; el-Furkan, 25/8; eş-Şuara, 42/58; el-Kasas, 28/76).
Abdullah b. Ömer, bu ayetteki "kenz"i "zekâtı verilmeyen mal" olarak tefsir etmiştir. Buna göre, zekâtı verilen servet, iddihar edilmiş sayılmaz. Toprağın derinliklerine saklanmış olması da hükmü değiştirmez. Hz. Ömer'den de benzeri görüş nakledilmiştir.
İddihârcıları şiddetli azap ile korkutan ayetin gelişi Ashabı-ı kiramı endişeye sevk etti. Onların çoğu artık mirasçıya bir mal bırakılamayacağı kanaatine vardılar. Hz. Ömer, işin hafif yönlerini tespit için Sevbân (r.a) ile birlikte Resûlüllah'a geldi ve sahabenin endişesini nakletti. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah zekâtı, mallarınızı temizlemek için farz kıldı. Ancak sizden sonra devam edecek mallarınızda da mirası farz kıldı." Hz. Ömer bunu da büyük görünce Nebi (s.a.s) O'na şöyle dedi: "Kişinin biriktirdiği şeyin en hayırlısını sana haber vereyim mi? Bu kalıcı hazine şudur: Öyle bir saliha kadın ki, kocası ona baktığı zaman, kocasına sevinç ve neş'e verir. Ona bir şey emrettiği zaman kocasına itaat eder. Kocasının bulunmadığı zamanda da onun malını korur" (Ebû Dâvud, Akdiye, 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 29, 157).
Bütün bu yazdıklarımızdan sonra bugünkü dünya şartları içersinde Müslümanların zengin olması, çalışıp kazanması, mal-mülk ve servet sahibi olması lazım geldiğini söylemek istiyoruz. Çünkü fakirlik İslam’da kutsiyet atfedilen bir olay değildir. Yusuf Karadavi’nin dediği gibi, bunu yapanlar arasında bazı zoraki zahit, sofi ve rahipler vardır. Hadislerde ve ayetlerde yerilen zenginlik kapitalist anlayışın ve hak-hukuk tanımayan bir zenginliktir ki, bunu da temsil eden Hz. Musa’nın amcazadesi olarak bilinen ve ona serkeşlik eden Karun’dur. Allah ona öyle hazineler vermişti ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşıyordu. “Kavmi ona şöyle demişti: Şımarma! Bil ki, Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiği (maldan harcayıp) ahiret yurdunu iste, ama dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Ülkede bozgunculuğu (ve ekonomik krizi) isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas 28/ 76–77)
Hadislerde fakirlikten, yokluktan, kıtlıktan, zilletten, zulmetmekten ve zulme uğramaktan Allah’a sığının diye emredilmiştir. (İbn Mace, Dua, 3, no: 3842). Ayrıca Hz. Peygamber’in “Nerde ise fakirlik, kâfirlik olayazdı.” dediği de rivayet edilmiştir.(Y.Karadavi, Fakirlik Problemi Karşısında İslam, s. 21).
Hz. Peygamber hakkında da Kuranda “Allah seni yoksul bilip zengin etmedi mi?” (Duha 93/ 6) buyrulmuştur.  
Dikkat edilirse Karun’a yapılan tavsiyede ahiret ile dünya arasında bir denge kurulması istenmiştir. İşte İslam’ın ekonomide ve hatta bütün hayatta getirdiği bu denge prensibi bütün problemleri ve her türlü meseleleri çözüme kavuşturacaktır. Nasıl insan vücudunda bir üretim, paylaşım ve tüketim varsa, organizma bunu çok adil bir şekilde yapıyor, tüm hücreler ve dokular kan üretimine katkıda bulunup sonra bu üretimi her birim kendi ihtiyacına göre hissesine düşen payı alıyorsa işte İslam’ın önerdiği ekonomik toplumda da mal üretimi, paylaşımı ve tüketimi öyle olacaktır. Tüm bireylerin katkısı ile üretilmiş olan malların ve meydana getirilmiş olan artı değerlerin yine tüm bireyler arasında paylaşılmasından daha doğal ne olabilir. Bu paylaşımın yolu da teknik ifade ile zekât ve sadaka yollarıdır. Yani bir müslüman zenginin İslam devletine vereceği zekât ile fakir ve muhtaçlara, sivil toplum kuruluşlarına, dernek ve cemiyetlere yapacağı yardım ve bağışlardır. Bunu yapanlar ne kadar zengin ve büyük servet sahibi olurlarsa olsunlar, asla kınanmazlar ve ayıplanmazlar. Bilakis daha bunlar, ağniya-i şakirindir (şükreden yani ödül veren, yardım eden zenginlerdir)  denilerek iltifat görüp alkışlanırlar. İslam tarihi sahabilerden tutun da bugüne kadar böyle zenginlerin örnekleriyle doludur, diyebiliriz. Artık böylece mal ve servet sadece zenginler arasında tedavül edip dolaşan bir güç olmaktan çıkmış olur.
Son zamanlarda küresel sermayenin yenidünya düzeni veya küreselleşme politikaları mukabilinde yani bütün dünyayı sömürerek bilhassa İslam âlemini düşünemez ve doğru hareket edemez bir duruma düşürüp hepten uydu ve oyuncak haline sokmak isteyenlerin bu kötü emelleri karşısında bizim çok dikkatli ve dengeli olmak mecburiyetimiz vardır. Biz her şeyden önce dinimizi doğru anlamalıyız. Zira bizi yükseltecek, güç verip motive edecek ve hatta başarıya ulaştıracak, belki yeryüzünün varisleri olmamıza vesile olacak tek kaynak müntesibi olmakla şeref duyduğumuz kâmil ve eksiksiz dinimiz İslam’dan başka bir şey değildir. Şunu herkes bilmelidir ki, dün üç kıtada etkinliğini İslam sayesinde göstermiş olan bu ehl-i hizmet millet dün olduğu gibi, bugün de yine İslam aydınlığında tüm insanlığa Allah’ın izniyle ışık tutacaktır. Onun için İslami olan her şey, doğru, faydalı, güzel, kolay ve adildir. Bunun zıddı olarak İslam’a ters düşen her şey de yanlış, zararlı, çirkin, zor ve zulümdür. 
Aslında Kuran-ı Kerim’de malın özellikleri açıklanmıştır. Bunları anlayıp görebilmek için mal kelimesinin geçtiği ayetler üzerinde varyantları da nazar-ı itibara alarak düşünmek gerekir. Burada bir örnek vermek gerekirse mesela Nisa suresinin 5. ayetinde malın iki özelliğine işaret edilmektedir. Bunlardan birisi insanları ayakta tutan amilin mal olduğu, diğeri ise malın aslında topluma ait bir nesne olduğudur. Çünkü ayette mallarınızı saçıp savuranlara vermeyin denilmek suretiyle saçıp savuranların malları muhatap çoğula izafe edilmiş ve Allah’ın sizin için ayakta tutan kıldığı mallarınızı buyrulmuştur. Bu ayetin açıklamasında Mevdudi merhum da şunları söylemektedir: Bu ayetin anlamı çok geniş kapsamlıdır. Müslüman topluluğa, hayatın devam ettirilmesi için çok gerekli olan servetin, hiçbir zaman beyinsizlere ve onu doğru dürüst kullanmayı başaramayacak ehil olmayan kişilere verilmemesi gerektiği, çünkü bu tür kişilerin serveti israf ederek toplumun ekonomik ve kültürel sistemini, uzun dönemde de ahlaki düzenini bozabileceği öğretilmektedir. Özel mülkiyet hakları mutlaka korunmalıdır, fakat aynı zamanda kişinin onu istediği şekilde sınırsızca kullanıp toplumu ifsat etmesine de izin verilmemelidir.      Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*
DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi

KROMDA LİDER EFSANE HİZMET


KROMDA LİDER EFSANE HİZMET

Aşağıdaki Linke Tıkla ürün örneklerini Görünüz

Anasayfa - Yiğit Krom










S6302434
http://yigitkrom.com/galeri/

KALU BELA HAKKINDA


KALU BELA HAKKINDA....
         
Üstadım,
Selam, sevgi ve saygılar…
Her şeyden önce şunu söylemek isterim ki, ilahiyatçı, sosyalci, fenci, dinci, bilimci… gibi bir tasnif yoktur. Çünkü düşünce ve teoride bulunan hükümler ve bilgiler bir bütün olup ayrılmaz. Yani bilgi dediğimiz bir hüküm, ilahiyatçıya göre şöyle, sosyal bilimciye göre böyle, fenciye göre ise daha bir başka olmaz. Kesin bilgi değişmez, bizde kesin bilgi ise üzerinde icma edilmiş bilgilerdir.  Biz Müslümanları böyle anlaşmaz, uzlaşmaz ve deniz kıyısındaki yan yana duran, fakat aralarında hiçbir irtibat bulunmayan kum yığınları gibi yapan beynimizdeki hüküm-ahkâm bölünmüşlüğüdür. Bana göre ilahiyatçı yok, ilim adamı var, ya da insan var veya inanan insan var…
Bu soruları bana sorduğun için size gerçekten çok teşekkür ediyorum.
Düşünen ve düşünmek isteyen insanların bir araya gelip aralarında çalıştay veya tartışma yapabilmeleri için kullandıkları terimler aynı ortak anlamı ifade ettiği gibi, ayrıca kavaidi külliye dediğimiz ön kabuller ve hipotezde birlik olması gerekiyor. Ayrıca mevzu, KALU BELA’da olduğu gibi, perde ötesi bir yer ile ilgili ise o zaman yapacağımız tasnif de çok önemli olur. Yani biz insanlar, zamanla ve mekânla kayıtlı olmakla beraber aynı zamanda uzay geometrisine değil, düzlem geometrisine tabi olduğumuz için hadise ve olayları ilk bakışta küresel bir biçimde algılayamayız.  Bence bugün bilim adamlarının sorunu bilgi melesidir. Mesela biz Türk’üz, Türkçe konuşmak ve anlaşmaktan daha normal ne olabilir.  Ama ilim, bilim, bilgi ve bilişim kelimeleri nelerdir. Bu kelimelerin Türkçede anlamları nedir ben tam olarak bilmiyorum. O sebeple dil, dil olmayanınca ilim ilim olur mu? 
            Bence bilgi ile bizim fıkıhtaki hüküm (çoğulu ahkam) kelimesi aynı manayadır. Ben ilim kelimesi, ile bilim kelimesini aynı manada kullanıyorum. Bilim, duyu vasıtalarımızla, deney ve gözlemlerle elde edildiği için birtakim özellikler taşır. Onun için bilgilerimiz izafidir, nispidir, takribidir ve ihtimalidir. İlim izafi olması dolayısıyla farklılıklar gösterebilir. Mesela bir kimse sobaya üstten bakarsa onu daire şeklinde görür, yandan bakan kimse ise onu silindir şeklinde görür.     
             Bilim nispidir; kişi olayları kendi varsayımları ile ve kendi imkanları nispetinde algılayıp anlar. Mesela gözleri görmeyen bir kimse için yeşil ve kırmızı yani renk yoktur, denilebilir. Böylece biz gerçekleri kendi organlarımızın, araç ve vasıtalarımızın müsadesi nispetinde algılayıp bilebiliriz.
             Bilim takribidir; yani biz varlıkları parça parça veya dış görünüşleri ile anlayıp kavrayabiliriz. Yoksa onların tümünü kavramamız mümkün değildir. Bizim varlıklardan algıladığımız şey varlığın kendisi değil, ondan gelen dalgalardır ve bu dalgalar da arızalıdır. O halde biz bildiklerimizi kesin bir şekilde değil, yaklaşık olarak bilebiliriz.
       Bilginin bir başka özelliği de onun ihtimali olmasıdır. Mesela bizim olmasını istediğimiz bir şeyin olmama ihtimali de vardır. Bunu şu misal ile daha güzel açıklayabiliriz. Mesela havada bulutlar varsa büyük bir ihtimal ile yağmur yağar, yağmurun yağma ihtimali vardır. Fakat bu bulutların dağılıp yağmurun yağmama ihtimali de vardır.
        Bize göre insanın fiziği-biyolojisi bilimsel, yani vücudunda irade dışı olarak cereyan eden olaylar (solunum, sindirim, dolaşım ve boşaltım organlarının faaliyetleri gibi) bilim kanun ve kurallarına tabidir. İnsanın organlarının faaliyetleri ise yani beyne tabi olan ve beyin-ruh merkezli yaptıkları işler ise irade kanunlarının ürünü olup dinseldirler. Onun için insan, din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen düzlemde yaşayan bir varlıktır ve ilmen bulur ve dine yaşar. Yani insan için ilim ile din unhelvasındaki bileşenler gibidir; bilim dinin içinde, din de bilimin içinde olup bir hayat bileşkesi meydana getirirler. İnsan açısından ilim ile din, insan vücudundaki kalb ile beyin gibidir. Kalb ile beynin birbirlerine ne kadar muhtaç oldukları ortadadır. Akıl-nakil, din bilim ve beyin ile kalb birliktelikleri, bunlar hep dünyadaki ikili sistemin göstergeleridir. Onun için şimdi Kuranda din-bilim konusunu işleyen ayetler hakkında kısa bir tarama yapalım. Aslında bence ayette çift çift yaratılmadan bahsettiğine göre din bilimden biri diğerinin eşidir diyebiliriz. Bugünkü tabirle de fen bilimleri ile sosyal bilimler biri diğerinin eşi denilebilir. Siz benim yazıda soru işareti koymuşsunuz. Bunlar aynı bisikletin ön ve arka tekerleklerinde olduğu gibi veya karı koca gibi, biri diğerinin eşidir. Bizim teorimizde bunun sebebi budur.  Yani akıl-nakil, din-bilim, (isterseniz fen ve sosyal bilim deyin, çünkü bize göre sosyal bilimler dindir), dünya-ahiret, birey-tplum, fert-devlet, yöre-küre ve tabii ki, kadın erkek, bunlar biri diğerinin eşidir.
          Allah Teâlâ, varlıklardan bahsederken her şeyi çift çift yarattığını açıkladığı ayette söyle buyurmaktadır: “Biz, düşünesiniz diye her şeyden çift çift yarattık.”[1] Bundan sonra ilim ile din konusuna gelecek olursak yine Kuran’a baktığımız zaman dini de ilmi de Allah’ın koyduğu görülmektedir. Bu hususta ayetlerde söyle denilmektedir. “Allah Âdem’e bütün isimleri (yani eşyanın adlarını ve ne için yaratıldıklarını) öğretti.”[2] Şu halde ilmi ilk öğreten Allah’tır. “Melekler, ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih eder, kemal sıfatlar ile tavsif ederiz ki, senin bize öğrettiklerinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz âlim ve hâkim olan ancak sensin, dediler.”[3] Öyleyse meleklere de ilim öğretip bilgi veren Allah’tır. “Eğer sen, sana ilim geldikten sonra onların hevalarına-arzularına-heveslerine uyarsan, iste o zaman sen zalimlerden olursun.”[4] “Eğer siz doğru iseniz bana bir ilim ile haber veriniz.”[5] “Bilgisizce insanları saptırmak için Allah’a iftira eden kişiden daha zalim kim vardır?”[6] “Her bir ilim sahibinin üstünde bir bilen vardır.”[7] “Size ilimden az bir şey verilmiştir.”[8] İlim hakkında Kuran’da daha birçok ayet ve açıklamalar vardır.
               İlimden sonra simdi dine gelecek olursak, bu konuda da Kuran’a baktığımız zaman din hakkında da bir takim açıklamalar getirdiğini görürüz. Din Allah’ındır ve dini o koymuştur. Bu hususta “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır, din de devamlı olarak onundur.”[9] “Hiç şüphesiz Allah sizin için dini seçip koymuştur.”[10], buyrulmaktadır. “Allah’ın yanında din İslam’dır.”[11] “İnsanlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki göklerde ve yerde olanlar ister istemez Allah’ın emir ve kanunlarına teslim olmuşlardır.”[12], denilmektedir.
               İnsanlar dine, Allah’ın emirlerine kendi iradeleriyle uydukları halde Allah, duman halinde olan göğe ve yere itaat ederek veya zorla gelin buyurduğu zaman onlar “itaat ederek geldik”, dediler. Su halde insanlar irade sahibi olmaları dolayısıyla itaat veya isyan edebildikleri halde yer ve göklerde ise itaat etmek ve uymak vardır. O sebeple hayvan, bitki ve cansız varlıklar, Allah’ın kendileri için koymuş oldukları kanun ve kuralların dışına çıkmazlar ve çıkamazlar. İnsanlar ise dinlerine kendi istek ve arzuları ile uyarlar. Onun için ayette “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayrılmıştır. ArtIk kim tağutu (Allah’tan başka kendisine boyun eğilen şahıs, kuruluş veya putları) inkâr edip Allah’a iman ederse, o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.”[13], buyrulmuştur.
Misak ayeti olarak bilinen el-Araf (7) suresinin 172. Ayetinde sanki mahşerde bazı insanlar (kâfirler) bahane üretmesinler ve haberimiz yoktu demesinler diye C. Hak baştan onları uyarmakta ve bu bağlamda ruhlar âleminde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna onların “Evet şahit olduk” dediklerini hatırlatmaktadır.  Bu paragrafınıza fikir ve düşünce olarak katılıyorum; doğrudur. Yalnız tercümede yanlışlık var: Elmalılıya bakarsanız evet sen bizim rabbimizsiniz, dediler. Allah da onlar kıyamet gününde bizim bundan haberimiz yoktu diyecekler diye onları ( evet Rabbimizsiniz ikrarlarını) kendilerine şahit yaptı, şeklinde olması lazım. Yani Allah, onların bu sözlerini kıyamet gününde hani böyle demiştiniz diye koz, aleyhlerine delil olarak kullanacaktır.  
    Usul-ü fıkıh (yani Kuranı anlama ve mana verip hüküm çıkarma metoduna) göre insanların hepsi evet deyip Allah’ın Rab olduğunu kabul etmişlerdir. Fakat ruhların Allah’ı gördüğü iddia edilemez. Ayette her ne kadar insanlar ikinci şahıs olsalar ve Allah onları hitap etmiş olsa da Allah’ı insanın görmesi olmaz. Görmek Arapçada ru’yetdir, bakmak ise nazar’dır. Hz. Musa Rabbim dedi, bana kendini göster de sana bakayım dedi[14], Kıyame suresinde de[15] “O gün kimi yüzler parlaktır, Rablerine bakarlar” denilmektedir. Netice olarak Allah’ın görülmesi meselesi çok şiddetli tartışmalara vesile olmuştur. Bence görülmeyecektir. İnş. Bunu sözlü olarak sonra tartışırız.
Malum olduğu üzere hadiste de insanların İslam fıtratı üzere doğduğu, fakat onu ailesi sonra Yahudi ve Hıristiyan yaptığından bahsedilmektedir. Tüm insanlar kim olursa olsun, hangi zaman ve mekânda doğarlarsa doğsunlar İslam fıtratı üzere doğarlar. Elmalılıya bakarsanız bu fıtrattan çokça bahsetmektedir.  Sayenizde ben Kalu Bela tefsirini tekrar okudum. Zaten bu sözleşme fıtri bir sözleşmedir. Allah ben sizin Rabbiniz değil miyim diye sorunca her ruh da evet rabbimizsin dedi. Bunu Allah’ı gördüğü için, etkilendiği için demedi. Ruhlar âleminde dünyada olduğu gibi imtihanlar yanlışlar, yanılmalar olmadığı ve olmayacağı için öyle dediler.  (Burada bir latife yapayım. Orada sosyal bilimler olmadığı için sapmalar da yoktu).
EVET diyen bütün ruhlardan bazıları, dünyaya geldikten sonra EVET sözüne ihanet edip bu sözleşmeyi unuttuklarını ve dolayısıyla kıyamette ceza almaya hak ettiklerini söyleyebilir miyiz? Bu soruya evet diyemeyeceğim. Orada sadece evet demek normal bir cevap vermektir. Ama burada yani dünyadaki nizam ve düzene uyulmadığı için, din alanında din yaşanmadığı, ilim alanında da ilmi kanun ve kurallara uyulmadığı için kıyamette cezalar vardır. Yoksa kıyametteki ceza sadece verilen sözün tutulmamasından değil, dünyadaki amellerin karşılığı olarak ahiret cezaları vardır.  
    Unutma, zihnen özürlü olma meselesinde de bizim ikili sistemi uygulayacağız. İsterseniz şimdi bu ikili sistemi bir anlatayım:
Önce Allah vardı; ondan başka hiçbir şey yoktu. Allah Teâlâ murat etti; varlıklar âlemini yarattı. Allah, kâinat ve insanı var edip bunların hepsinin ayrı ayrı kanun ve kurallarını koydu. Zaten kainat ve tabiat demek, üzerlerinde Allah’ın mühür ve imzasını (dizayn-çizim ve tasarımını) taşıyan varlıklar demektir. Çünkü “tabaa” kelimesi, şekil vermek, bir şekil üzere yapmak, basmak ve basım anlamlarına gelir. 
Allah, canlı ve cansızları yaratmış nizam ve düzeni kurup koymuştur. O, âlemi çift, çift yaratmış; kâinat ile insanı var etmiştir. Kâinatta canlı ve cansızları; insanda ruh ve bedeni; cansızlarda varlık ve tesiri; canlılarda gaye ve iradeyi; ruhta doğruluk ve iyiliği; bedende ise fayda ve ünsiyeti yaratıp koymuştur. Allah, mekânda zamanı var etmiş; maddede enerjiyi tesirli kılmış; nebatta hayatı gaye yapmış; toplulukta şuura irade vermiştir. Allah, ilimde dil ile doğrunun ifadesini; dinde sanat ile iyi ve güzelin yayılmasını; iktisatta teknik ile faydalının yapılmasını; idarede hukuk ile ünsiyetin tesisini gerçekleştirmiştir. İşte bütün bu sebeplerden dolayı hamd sadece Allah’a mahsustur.
İkili sisteme göre azimet-ruhsat var. Normal-anormal var. İslam hukukunda amelin şartı akıldır. Batıda hukuk sebebi akıldır ve akıllı olmaktır. Hâlbuki İslam’da hukuk sebebi insan olmak, işte bu kalu bela sözleşmesini yapmış olmaktır. Akıl ise amelin, yani hukuku uygulamanın şartıdır. Yoksa delinin bize göre hukuku vardır, bebeğin çocuğun hukuku vardır ama onlar hukuklarını bizzat kendileri kullanamaz. Sebep yoksa müsebbep de yok olacağından Avrupalıya göre veya tr.deki hukukçulara göre delinin ve bebeğin hukuku olmaması gerekir.
Din kendisine tebliğ edilmeyen kimse mesul değildir. Enam suresi 6/ 19. Ayeti tefsirini okumanızı isterim. Ne tür özür olursa olsun özürlü olmak, yani amel etmeye bir engel varsa kıyamette ona süal ve ceza yoktur. Mesela ayakları olmayan, topal, kötürüm ya da dizleri arızalı cumaya gitmeye zorlanan kişi cumaya gitmeyebilir. Allah hiçbir kimseyi gücünün yetmediği bir şeyle mükellef tutmaz.[16] 
Bugün din açısından asıl suçlu olan toplum, cemiyet, devlet ve kurumlardır. Biz bireyleri suçlamaya hakkımız yoktur. Normal kişiler bile mazürdürler. Çünkü öğretmek yok, alıştırma yok, tanıtma anlatma zaten yok, insan alışmadığı bir şeyi nasıl yapacaktır. Hâlbuki tam aksine ayıplama var, kötüleme var, tepeleme var. İrtica yaftası var, kahrolsun gerici mürteci yaftaları var, sokaklarda kahrolsun şeriat naraları var. Kaldı ki, özür ve engel her zaman ve her yerde mazerettir. Onun için İslam’da kanunu bilmemek bugünün aksine bir mazerettir.
Takdir, bir kimsenin erkek kadın, alman veya türk olmasıdır. Bunun artı veya eksi bir tarafı yoktur. Burada sevinilecek veya yerinilecek bir şey olamaz. Değer hükmü bakımından günah veya sevap bakımından tüm insanlar aynıdır, eşittir. Dolayısıyla Cermen ırkı ve Türk ırkı diye bir şey yoktur ve olmaz. Biz, yapmadığımız şeylerle övünemeyiz.[17]
Bir de kader var: Kader bir tarafında Allah diğer tarafında bizim bulunduğumuz bir duvarı birlikte örmektir. Kader bize göre budur.  Biz istiyoruz Allah da veriyor. Onun için bizimle alakalı olan ve irademize göre olmuş olan şeyler hep kaderdir. İşte asıl sorumluluğumuz buradadır.  
İman var, küfür var; iman çağları ve medeniyetleri olur, küfür çağları ve medeniyetleri olur. Bana göre batı medeniyeti küfür medeniyeti ve küfür çağıdır. Mesela bugün dünyadaki insanlar Hz. Peygamberden Osmanlının gücünü kaybetmeye başladığı 1600 yıllarına kadar bu çağlar din çağları olduğu için daha çok sorumlulukları vardır, diyebiliriz.
Mümin nizamı kabul eden onu koruyup kollayan demektir. Kâfir ise nizamı düzeni kabul etmeyen onu tanımayan kimse demektir. Aslında iman kalpte olduğu için ve insan kalbini kimsenin de bilemeyeceği için kimin kâfir ve kimin mümin olduğunu ancak Allah bilir. Bazı insanların kâfir olması ne demektir. Bu bir defa çok zor bir iştir. İnsanların kâfir olması, Allah yok demesi, Allaha şirk koşması bunlar çok kolay şeyler değildir. Küfür çağında olduğumuz için moda olan şeyler bunlar. Onun için insanların küfür meselesinde ne kadar samimi veya değil, anlamak bile zordur. Onun için kâfirin kâfir olmasında tüm insanların az uz katkısı vardır. Bunları bilmek ve yüzdelerini çıkarmak mümkün olmadığından kimin kâfir olduğunu ve cehenneme gideceğini ve orada ne kadar ceza göreceğini ancak Allah bilir.
Allah levh-i mahfuzda kimseye kâfir ve mümin diye yazmaz. İman etmenin veya küfür etmenin kaderle asla takdirle asla ilgisi yoktur. Allah imanı da yaratmış küfrü de yaratmıştır. Ancak bu takımlara katılma konusu kişilerin kendi ellerindedir. Allah sadece iman takımına üye olamaya da izin veriyor, küfür takımında olmaya da izin veriyor. Zaten hayat imtihan değil mi?
Siz öyle bir sorular sormuşsunuz ki, 2 gündür çalışıyorum hala sonuna gelemedim. Bu sorular tam olarak yazılsa en az 100 sayfa yazmam lazım.
Mesela tebliğ meselesi çok zor bir açıklama...Namaz kılmak bir tebliğdir. Mesela Kuran anayasadır demek bir tebliğdir. Bakınız İslamda 2 savaş sebebi vardır. Birisi zulmü önlemek, diğeri ise tebliğe mani olmak. Ama kendisine tebliğ ulaşan kimse kabul edip etmemekte tamamen serbesttir.
Herkes kalu bela demiştir. Ama bunun kaderle ilgisi yoktur. Bunu unutmamızın sebebi ise bilgilendirmemek, tebliğ etmemektir ve yaşayarak göstermemektir.
Birey farzı ayındır, toplum ise farzı kifayedir. İslam toplumu olmadan ve İslam devletini kurmadan dünyaya İslam düşüncesi kültürü ve yaşayışı gelmez. Hz. Peygamber Mekkeden Medineye sadece bunun için gitti. Farzı ayın farzı kifaye olmadan çalışmaz. Yani ikili sistem, bisikletin ön ve arka tekerlekleri gibi...
Batı medeniyeti Allah’ı unutturmuş, insan merkezli bir dünya demiş, biz Allah merkezli bir dünyayı anlatmadıkça ve bunun ekonomi, sosyoloji, hem dünya ve hem de ahiret bakımından daha faydalı ve daha iyi olduğunu mantık olarak açıklayıp insanlara inandırmadıkça  hiçbir yere varamayız. Ebu Hanife gibi bir ekol olmalıyız. Din ve bilimi öğrenip tüm dünyaya anlatmalıyız. Misyonumuz bu, görevmiz bu, hasbünellah ve nimel vekil diyeceğiz, kolları sıvayıp çalışmaya koyulacağız, paçaları sıvayıp yollara düşeceğiz. Durmak yok yola devam diyeceğiz. Müttekıyler ise sonuç mutlaka bizim olacak son sözümüz Alemlerin Rabbi olan Allaha hamdolzun olacak...Allah küreyi vadediyor...bunun şartı ise iman ve amel-i salitir. Çalışanlara başarılar dilerim. AEO

Tekrar selam sevgi ve saygılar.


[1] Zariyat 51/ 49
[2] Bakara 2/ 31
[3]Bakara 2/ 32
[4] Bakara 2/ 145
Enam 6/ 143[5]
[6] Enam 6/ 144
[7] Yusuf 12/ 76
[8] Yusuf 12/ 76
[9] Nahl 16/ 52
[10] Bakara 2/ 132
[11] Al-i Imran 3/ 19
[12] Al-i Imran 3/ 83
[13] Bakara 2/ 256
[14] A’raf 7/ 142
[15] Kıyame 75/ 23) 

[16] Bakara 2/ 286
[17] Ali İmran 3/ 188

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*
*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi

DİVANÜ LÜGATİ’T-TÜRK’TEKİ YİYECEK İÇECEK ADLARI VE BU ADLARIN TÜRKİYE TÜRKÇESİNDEKİ GÖRÜNÜMLERİ


DİVANÜ LÜGATİ’T-TÜRK’TEKİ YİYECEK İÇECEK ADLARI VE BU 
ADLARIN TÜRKİYE TÜRKÇESİNDEKİ GÖRÜNÜMLERİ
  
Engin ÇETİN 
Çukurova Üniversitesi 
Fen Edebiyat Fakültesi 
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü 
ecetin@cu.edu.tr
ÖZET 
Divanü Lügati’t-Türk, her alanda olduğu gibi, Türk topluluklarının on birinci yüzyıldaki 
yiyecek içecek kültürleri açısından da önemli bilgiler içermektedir. Yapıtta, yiyecek ve 
içeceklerin adlarının verilmesi yanında kimi zaman  yiyecek ve içeceklerin yapılışına 
dair bilgilere rastlamak da mümkündür. 
Bu çalışmada, kültür öğelerinin sürekliliğinin göstergesi olarak on birinci 
yüzyıl Türkçesinin sözvarlığını büyük ölçüde yansıtan  Divanü Lügati’t-Türk’teki 
yiyecek içecek adları ile bu adların Türkiye Türkçesi ölçünlü dili ve ağızlarındaki 
durumları sorgulanmaktadır. Geçen yaklaşık bin yıllık süre içinde yiyecek içecek 
adlarının günümüze ulaşıp ulaşmadıkları, ulaşma ya da ulaşmama nedenleri irdelenerek 
on birinci yüzyılın ve günümüz Türkiye Türkçesi ölçünlü dili ve ağızlarının sözvarlığı 
arasındaki ortaklıklar yiyecek içecek adları açısından değerlendirilecektir.  
Anahtar Sözcükler: Divanü Lügati’t-Türk, Türkiye Türkçesi, Anadolu Ağızları, 
Yiyecek İçecek Adları. 
ABSTRACT 
Divanu Lugati’t-Turk, as every subject, consists of valuable information on food and 
beverage culture of Turkic people in 11th century. It’s possible to find any information 
about making food and beverages beside revealing their names in the work. 
 In this article, we investigated the names of food and beverages in  Divanu 
Lugati’t-Turk and their status in Turkey Turkish standart language and dialects, which 
gives wide range of features of 11th century Turkish vocabulary as a constant indicator 
of cultural items. It has been investigated if survives the names of food and beverages 
or not, considiring the time passed about thousand years, as well. 
Keywords:  Divanu Lugati’t-Turk, Turkey Turkish, Anatolian dialects, the names of 
food and beverage. Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 14, Sayı 2, 2005, s. 185-200 
186
I. 
 Divanü Lügati’t-Türk, içerdiği bilgiler nedeniyle on birinci yüzyılın olduğu 
kadar genel olarak Türk dünyasının da en önemli yapıtlarından biri olarak görülür. Bu 
yapıtta, bilindiği gibi, on birinci yüzyıl Türk dünyasına ilişkin, toplumsal, kültürel, 
ekonomik ve coğrafî bilgileri bulmak mümkündür. Bu çalışmada biz, kültürün en 
önemli öğelerinden biri olan yiyecek ve içecek alışkanlıklarını, bu yiyecek ve içeceklere 
verilen adları ve özellikle bu adların Türkiye Türkçesi ölçünlü dilindeki ve ağızlarındaki 
durumlarını değerlendireceğiz. 
 Göçebe ya da yarı göçebe topluluklar için en önemli besin maddesi et ve etten 
yapılan ürünler; yerleşik topluluklar içinse tarım ürünleridir. Göçebe ya da yarı göçebe 
topluluklar, tarım ürünlerini edinmek için uzun zaman ve çaba harcamak yerine yalnızca 
avlanmak ve pişirmek kadar zaman harcayacakları et ürünlerini yemeyi tercih 
etmişlerdir. Göçebe Türk toplulukları için de durum böyledir. Sekizinci yüzyıla ait 
Tunyukuk yazıtında bilge Tunyukuk’un  “kiyük yiyü tabışġan yiyü olurur ertimiz” 
(Güney 8) ifadesi de göçebe Türklerin daha çok etle beslendiklerinin göstergesidir.  
Yerleşik yaşama tamamen geçilmesiyle birlikte, yerleşik yaşamın simgesi olan 
tarımın da Türk toplulukları için önemli duruma geldiği bilinmektedir. Türkler, et 
yemekten vazgeçmemekle birlikte toprağın verdiklerinden de bütünüyle yararlanmayı 
seçmişlerdir.  
Yeme içme alışkanlıklarının kazanılmasındaki en önemli etkenlerden biri 
yaşanan coğrafyadır. Çünkü, insanoğlu, öncelikle doğanın kendisine sunduğu  besin 
maddelerini edinir. Çölde yaşayan bir topluluğun balık yeme alışkanlığının oluşması -
özellikle eski topluluklar için- güç bir durumdur.  Bunun yanında, bağlanılan inanç 
sistemleri, yerleşik olup olmama, etkileşimde bulunulan toplulukların alışkanlıkları da 
yeme içme alışkanlıklarını etkileyen önemli nedenlerdir.  
Yeme içme kültürünün zaman içerisinde, değişen yaşam koşulları, coğrafî 
şartlar vb. etkilerle değişmesi doğaldır, ancak, bu değişebilme özelliğinin yanında temel 
yeme içme alışkanlığı yüzyıllarca sürmektedir. Örneğin, Divanü Lügati’t-Türk’teki 
ekmek  türlerinin çokluğu ile günümüzde ekmeğe verilen önem Türk kültürünün tarihî 
sürecindeki ortaklığın göstergesidir: “Anadolu insanının başlıca yiyeceği  ekmektir. 
Öteki yiyecekler ekmeğin yanına ‘katılan’ ikincil önemde nesneler gibi düşünülür. 
Katık sözcüğünün, Türk ekininin bu özelliğini ortaya koyduğu açıktır. (…) Türklerde, 
günlük dilde ‘ekmek parası’, ‘ekmeğini taştan çıkarmak’, ‘ekmeğiyle oynamak’ gibi 
deyimler kullanılır” (Köksal, 2003: 106). 
   
II. 
Divanü Lügati’t-Türk’ten edindiğimiz bilgilere göre on birinci yüzyılda Türk 
toplulukları için tahıllar en önemli besin maddelerinden biridir:  arpa, buġday, tarıġ, 
tutur9an, ügür~yügür. Genel olarak tahıllar bu adlarla anılırken, bu ürünlerin 
kullanıldığı yiyecek içecek maddelerinin sayısı son derece fazladır:  aġartġu, 
awruzı~awzurı, böşgel~püşkel, buġday, bu2sı, bu2sum, bulgama, bün~mün, büskeç, 
esberi~usbarı,  ėtmek,  9aġut~9avut,  9agurmaç~9awurmaç,  9a9urġan, kömeç, kuyma, 
kürşek, lėtü~litü, sarmaçu9, sinçü, soma, tal9an, to, to9ıç~to9uç top, tutma aç~tutmaç, 
türmek, uġut, ügre, ügür~yügür, yarmış un, yuġa ~yup9a. Divanü Lügati’t-Türk’te yer Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 14, Sayı 2, 2005, s. 185-200 
187
alan çok sayıda farklı ekmek türünün varlığı da tarıma dayalı bir beslenme 
alışkanlığının göstergesidir. On birinci yüzyıl Türk toplulukları için et de, günümüzdeki 
gibi önemlidir. Bu topluluklar,  koyun, at, balık, tavuk eti (Genç, 2002: 7 vd.) yemenin 
yanında bu etlerden üretilen çok sayıda yiyeceğe de sahiptir:  sım sımrak, soġut 
(II),so9tu, toġrıl, topık süŋük, yazuk et, yörgemeç. On birinci yüzyılda hayvanların 
yalnızca etini besin maddesi olarak kullanmayan Türkler, yumurta yemenin yanında, süt 
ve süt ürünlerine de önem vermişlerdir:  aġuj~aġuz, ayran, ikdük,  9aya9,  9ımız,  9or, 
9urut, saġ yaġ, soġut (I), süzme, u5ıtma, yoġurt. Sebze ve meyveler de Türk 
topluluklarının yiyecek olarak kullandıkları ürünlerdir:  alma~almıla, aluç, aluçın, 
amşuy, armut, awya, bitrik, büken, büsteli, ça2şa9, çobulma9, erük, geşür, ingliç, 
9aba9,  9aġun,  9at, 9osı9~9osu9,  9uçġundı, küç, sarıġ turma, senkeç, soġan~soġun, 
şekirtük, tarmaz~turmuz, uġlı, ulyan, üskenteç, üzüm, yaġa9, yigde. Taze meyveler 
yanında kurutulmuş meyve de Divanü Lügati’t-Türk’te saptanan yiyecek adlarındandır: 
9a9, 9a9u9, 9atut, küli. 
    Divanü Lügati’t-Türk’te yer alan yiyecek içecek adlarını toplu olarak  şu 
biçimde sıralayabiliriz:
1
aġartġu, aġuj~aġuz, alma~almıla, aluç, aluçın, amşuy, arı 
yaġı, armut, arpa, awruzı~awzurı, awya, ayran, bal, bekmes~pekmes, begni~bekni, 
bitrik, bor, böşgel~püşkel, buġday, bu2sı, bu2sum, buldunı, bulgama, büken, bün~mün, 
büskeç, büsteli, çaġır, ça2şa9, çobulma9, çörek, çu9mın, erük, esberi~usbarı, etmek, 
geşür, ikdük, ingliç,  9aba9,  9aġun,  9aġurmaç~9awurmaç,  9aġut~9avut,  9a9,  9a9u9, 
9a9urġan, 9at, 9atut, 9aya9, 9ımız, 9or, 9osı9~9osu9, kömeç, közmen, 9uçġundı, 9urut, 
9uyma, küç, küli, kürşek, lėtü~litü, mandu, saġ yaġ, sarıġ turma, sarmaçu9, senkeç, sım 
sımra9, sinçü, sirke, soġan~soġun, soġut (I), soġut (II), so9tu, soma, söklünçü, suwsuş, 
süçig~süçüg, süzme,  şamuşa,  şekirtük, tal9an, tarıġ, tarmaz~turmuz, to, toġrıl, 
to9ıç~to9uç, top, topı9 süŋük, turma, tutma aç~tutmaç, tutur9an, tuz, türmek, u5ıtma, 
uġlı, uġut, u2a9, ulyan, ügre, ügür~yügür, üskenteç, üzüm, yaġ, yaġa9, yarmış un, yazu9
et, yigde, yoġurt, yörgemeç, yuġa ~yup9a, yumurtġa.  
 Divanü Lügati’t-Türk’te saptadığımız, günümüze ulaşan yiyecek içecek adları 
ve bu adların günümüzdeki durumları aşağıda Divanü Lügati’t-Türk’teki biçimleri 
temel alınarak sıralanmıştır. Sözcüğün altında yer alan birinci paragrafta, sözcüğün on 
birinci yüzyıldaki durumu; ikinci paragrafta ise Türkiye Türkçesindeki (ölçünlü dil ya 
da ağızlar) durumu gösterilmiştir. 
  
aġartġu [1]
2
  
                                                          
1
 Divanü Lügati’t-Türk’teki yiyecek içecek adları burada Türkiye Türkçesindeki 
anlamları verilmeksizin alfabetik olarak sıralanacaktır. Türkiye Türkçesine ulaşan 
sözcüklerin anlamları, ilgili sözcüğe ait paragrafta verilecektir. Divanü Lügati’tTürk’teki tüm yiyecek içecek nesnelerinin Türkiye Türkçesindeki anlamları ise 
çalışmanın sonundaki dizin bölümünde yer alacaktır. 
2
 Çalışmamızda köşeli parantez “[]” içinde verdiğimiz rakamlar, sözcüklerin Divanü 
Lügati’t-Türk’teki kullanım sıklıklarıdır. Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 14, Sayı 2, 2005, s. 185-200 
188
ağartgu “şerbet gibi buğdaydan yapılan içki, bir çeşit buğday birası” (BA IV, 
1999: 9); aγartγu ? “a type of beer (= bir bira türü)” (D-K III, 1985: 6); DTS (-); EDPT 
(-). 
ağartı “Süt, yoğurt ve ayran gibi lebenî maddeler” (SDD I, 1939: 73); ağartı “l. 
Süt, yoğurt, ayran v.b. ürünler, 2. Sarımsaklı yoğurt,  ağartma  1. Turşulara konulan 
sarımsak, tuz, zeytinyağı ve ekşi karışımı, 2. Çörek fırına verilmeden önce üzerine 
sürülen zeytinyağı, süt veya yoğurt karışımı”  (DS I, 1993: 82  vd., 84); ağartı 2. hlk. 
Süt, yoğurt, peynir, ayran gibi yiyecek ve içecekler (TS 1, 1998: 33) 
 Bu yiyecek içecek maddesi adını, rengi dolayısıyla almış olmalıdır. Yukarıda 
da görüldüğü gibi, günümüzde de Anadolu’da rengi nedeniyle bu  adın verildiği çok 
sayıda besin maddesi bulunmaktadır.
aġuj~aġuz [1]  
aguj “ağız, memeli hayvanların doğurduğu zaman verdiği ilk süt”, aguz “ağız, 
memeli hayvanların doğurduğu zaman verdiği ilk süt” (BA IV; 1999: 13);  aγuž~aγuz
“beestings (= İneğin doğumdan sonraki ilk sütü)” (D-K-III, 1985: 6); aγuz  “molozivo 
(=ağız)”, aγuž  “molozivo (=ağız)” (DTS, 1969: 24);  ağuj/ağuz  “biestings, colostrum, 
the first milk produced after parturition (=doğumdan sonra alınan ilk süt) (EDPT, 1972: 
98). 
ağız (II) “Yeni doğurmuş memelilerin ilk sütü” (TS 1, 1998: 42). 
almıla ~ alma [6] 
alma  “elma (Oğuzca),  almıla  “elma” (BA-IV, 1999: 21);  almila “apple 
(=elma)” (D-K III, 1985: 7); alma “yabloko (=elma)”, almïla→alïmla “yabloko (=elma) 
(DTS, 1969: 36, 35);  alma:  “apple (=elma)”,  almıla:  “apple (=elma) (EDPT, 1972: 
146). 
elma “1. Gülgillerden, çiçekleri pembe veya beyaz bir ağaç (Pirus malus), 
2. Bu ağacın kabuğu parlak, sert, kırmızı, sarı ve yeşil renkte, kokusu hoş, tadı ekşi veya 
tatlı, dokusu gevrek, ufak çekirdekli meyvesi” (TS 1, 1998: 703). Sözcük Anadolu’da 
günümüzde de alma biçiminde yaşamaktadır (SDD I, 1939: 97; DS I, 1993: 226).  
aluç [1] 
aluç “şeftali
3
” (BA-IV, 1999: 22); aluč “yellow plum (=sarı erik)” (D-K, 1985: 
7);  aluč “alıça (=alıç)” (DTS, 1969: 40);  alu:ç  “the fruit of the Crataegus azarolus, 
Neapolitan medlar (=Crataegus azarolus adlı bitkinin meyvesi, Napolitan muşmulası)” 
(EDPT, 1972: 128). 
alıç “1. Akdiken, 2. Bu ağacın mayhoş yemişi (TS 1, 1998: 81). Anadolu’da 
aluç biçimi günümüzde de kullanılmaktadır” (DS I, 1993: 233).
armut [2] 
armut “armut” (BA IV, 1999: 36); armut “pear (= armut)” (D-K III, 1985: 12); 
armut “gruşa (= armut)” (DTS, 1969: 53); EDPT (-). 
                                                          
3
 Besim Atalay sözcükle ilgili olarak verdiği dipnotta, sözcüğün Arapça karşılığının 
böyle olmamasına karşın sözcüğün günümüzdeki “alıç” sözünü karşılaması gerektiğini 
belirtmiştir (BA-IV, 1999: 22).  Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 14, Sayı 2, 2005, s. 185-200 
189
armut  “1. Gülgillerden, çiçekleri beyaz, yurdumuzun her yerinde yetişen bir 
ağaç (Pirus communis), 2. Bu ağacın tatlı ve sulu, yumuşak, ufak çekirdekli meyvesi” 
(TS 1, 1998: 135). 
arpa [5] 
arpa  “arpa” (BA IV, 1999: 36);  arpa  “barley (=arpa)” (D-K III, 1985: 12); 
arpa “yaçmen’ (=arpa) (DTS, 1969: 53); arpa: “barley (=arpa)” (EDPT, 1972: 198). 
arpa “1. Buğdaygillerden bir bitki (Hordeum vulgare), 2.Bu bitkinin ekmek ve 
bira yapımında kullanılan, hayvanlara yem olarak verilen taneleri” (TS 1, 1998: 136). 
awya [2] 
awya “ayva” (BA IV, 1999: 52); awya “quince (= ayva)” (D-K III, 1985: 16); 
avja I  “ayva (= ayva)” (DTS, 1969: 70);  avya: → ayva:  “quince (= ayva)” (EDPT, 
1972: 268).  
ayva 1.Gülgillerden, çiçekleri iri ve pembe, yapraklarının altı tüylü, orta 
yükseklikte bir ağaç (Cydonia vulgaris), 2.Bu ağacın büyük, sarı renkte, tüylü, mayhoş, 
dokusu sertçe, ufak çekirdekli meyvesi” (TS 1, 1998: 181). 
ayran [1] 
ayran “ayran” (BA IV, 1999: 55); ayrān “churned milk (=yayılmış süt)” (D-K 
III, 1985: 18); ajran “napitok iz kislogo snyatogo korov’ego moloka (=mayalanmış inek 
sütünden elde edilen bir içecek)” (DTS, 1969: 30); ayra:n “butter milk (=tereyağlı süt)” 
(EDPT, 1972: 276). 
ayran “1. Süt veya yoğurt yayıkta çalkalanarak yağı alındıktan sonra kalan sulu 
bölüm, 2. Yoğurdu sulandırarak yapılan içecek” (TS 1, 1998: 178). 
bal [6] 
bal “bal” (BA IV; 1999: 64); bāl “honey (= bal)” (D-K, 1985: 64); bal “med 
(=bal)” (DTS, 1969: 79); ba:l “honey (=bal)” (EDPT, 1972: 330). 
bal “1. Bal arılarının bitki ve çiçeklerden topladıkları bal özünden yapıp 
kovanlarındaki petek gözlerine doldurdukları, rengi beyazdan esmere kadar değişen 
tatlı, koyu, sıvı madde, 2. Olgunlaşmış incirin, dışına sızan tatlısı, 3.  Ağaçların 
kabuğundan sızarak pıhtılaşan besi suyu” (TS 1, 1998: 206 vd.). 
bekmes~pekmes [2] 
bekmez  “pekmez (Oğuzca)”, pekmes “pekmez (Oğuzca)” (BA IV, 1999: 80, 
473);  bäkmäs “syrup (= şıra, tatlı)” (D-K III, 1985: 70);  bekmäs “vinogradnıy sirop 
(üzüm şırası)” (DTS, 1969: 92); bekmes (p-) “syrup of fruit juice (=meyve suyu şırası)” 
(EDPT, 1972: 327). 
pekmez “Genellikle üzüm, dut vb. meyvelerin kaynatılarak  koyulaştırılmış
biçimi” (TS 1, 1998:1785). Sözcük Anadolu ağızlarında bekmez, behmez, bepez, betmez
biçimlerinde görülmektedir (DS II, 1993: 604). 
bugday [9]
budgay “buğday”, bugday “buğday” (BA IV, 1998: 110, 111); buγdāy “wheat 
(=buğday)~  budγāy(Barsγān)” (D-K III, 1985: 80);  budγāy “pşenitsa (=buğday)”,
buγday I “pşenitsa (=buğday)” (DTS, 1968: 120); buğda:y “wheat (=buğday)” (EDPT, 
1972: 312).
buğday  “1. Buğdaygillerin örnek bitkisi (Triticum), 2. Bu bitkinin başaktan 
ayrılmış tanesi” (TS 1, 1998: 350). Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 14, Sayı 2, 2005, s. 185-200 
190
bulġama [1] 
bulgama “yağsız ve tatsız bulamaç” (BA IV, 1999: 114); bulγama (bulγa-) “a 
type of gruel (= bir bulamaç türü)” (D-K, 1969: 80); bulγama “postnaya boltuşka bez 
pripravı (=yağsız acısız baharatsız (yemek))” (DTS, 1969: 122);  bulğama “gruel 
(=bulamaç)” (EDPT, 1972: 338).  
bulama “2.İnek ve koyunun avuzdan sonra alınan sütünü ateşte çokça pişirmek 
suretiyle yapılan bir türlü yemek” (SDD 1, 1939: 230);  bulama   “1.Koyunun, ineğin 
ilk koyu sütü, ağız, 2. Ağızı kaynatarak yapılan yemek, 3.Ağızın bitip sütün başladığı 
sırada inekten alınan koyu süt, 4.Ayran, 5.Kaynamış ve çökmüş süte yumurta koyarak 
yapılan yemek, 6.Ayranla döğme buğdaydan yapılan çorba, 7.Çorba yapılmak üzere 
hazırlanan yarma, nohut, fasulye taneleriyle karıştırılmış ve torbada süzülmüş ayran,” 
(DS II, 1993: 786); bulama “2.Genellikle üzüm şırasının kaynatılması ile yapılan koyu 
pekmez” (TS 1, 1998: 353). Görüldüğü gibi bu yiyecek içecek maddesi, adını pişirme 
sırasında yapılan işlemden almıştır. Bugün de Türkiye Türkçesi ölçünlü dili ve 
ağızlarında  bulama  işleminin yapıldığı pek çok yiyecek içecek maddesine bu ad 
verilmektedir. 
çaġır [4] 
çagır “şarap; şıra” (BA IV, 1999: 130); čaγir “juice; wine(meyve suyu; şarap)” 
(D-K, 1985: 85);  čaγϊr II  “vinogradnıy sok, molodoe vino (=üzüm suyu, taze şarap)” 
(DTS, 1969: 136);  çağır “unfermented grape juice, wine (=mayalanmamış üzüm suyu, 
şarap)” EDPT, 1972: 409). 
 SDD(-); ça*ır (I) “Rakı, şarap” (DS III, 1993: 1040), çakır(VII) “karışık içki, 
şarap” (DS III, 1993: 1044);  çakır(II) sözcüğüne  “esk.  şarap.” (TS 1, 1998: 425); 
Günümüzde ölçünlü dilde “yarı sarhoş” anlamında kullanılan “çakırkeyf, çakırkeyif”
sözleri de bu sözcükle ilgili olmalıdır (TS 1, 1998: 425). 
çörek [1] 
çörek “çörek” (BA IV, 1999: 159); čöräk “flat bread (=düz ekmek)” (D-K III, 
1985: 95);  čöräk  “çurek, lepeşka (hleb) (=çörek, pide (ekmek))” (DTS, 1969: 155);
çörek “a round loaf of bread (=yuvarlak somun ekmek)” (EDPT, 1972: 429). 
çörek  1. Az yağlı, bazen şekerli ve yumurtalı, gevrekçe bir hamur işi (TS 1, 
1998: 503).  
erük [5] 
erük “şeftali, kaysı, erik gibi meyvalara verilen genel ad” (BA IV, 1999: 193); 
ärük “tülüg ärük, sariγ ärük, qara ärük “peach, apricot, plum (=şeftali, kaysı, erik)” (DK III, 1985: 26); DTS (-); 1 erük “stone fruit (=sert meyve)” (EDPT, 1972: 222).  
erik “1. Gülgillerden, beyaz çiçekli bir ağaç (Grunus domestica), 2. Bu ağacın 
kabuğu ince, çeşitli renklerde, mayhoş veya tatlı, eti sulu, tek ve sert çekirdekli yemişi” 
(TS 1, 1998: 719 vd.). Sözcük Anadolu ağızlarında erük biçiminde yaşamaktadır(DS V, 
1993: 1778). 
ėtmek [32] 
etmek (étmek) “yenecek ekmek” (BA IV, 1999: 203); ätmäk “bread(=ekmek)” 
(D-K, 1985: 29);’de etmäk I  “hleb(=ekmek)” (DTS, 1969: 188); etmek/ ötmek “bread (= 
ekmek) EDPT, 1972: 60). Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 14, Sayı 2, 2005, s. 185-200 
191
ekmek(II) “1.Çeşitli tahıl unundan yapılmış hamurun fırında, saçta veya 
tandırda pişirilmesiyle yapılan yiyecek. 2.İnsanı geçindirecek iş, kazanç. 3.hlk. Yemek, 
aş” (TS 1, 1998: 682).
geşür  [1] 
geşür  “havuç (Oğuzca)” (BA IV, 1999: 211);  gäšür, gēzri → turma “radish 
(=turp)”,  sariγ turma~gēzri (Arγu)~gäšür (Oγuz) “carrot (=havuç)” (D-K III, 1985: 
201);  gäšür→ kešür “rediska (=turp)” (DTS, 1969: 303); geşür “carrot (=havuç) 
(EDPT, 1972: 754). 
keşir “havuç” (SDD 2, 1941: 889); “keşür → keşir (I) [keşirotu, keşşir, keşür, 
kişir] “Havuç” (DS VIII, 1993: 2771). 
999aba9  999  [1] 
kabak (g)  “kabak, yaş iken yemeği yapılan bir sebze” (BA IV, 1999: 242); 
qabaq  “gourd (=kabak)” (D-K III, 1985: 122); qabak I  “tıkva (=kabak)” (DTS, 1969: 
399);  kabak  “gourd, pumpkin, marrow (=kabak, balkabağı, sakız kabağı)” (EDPT, 
1972: 582).
kabak “1. Kabakgillerden, sürüngen gövdeli, sarı çiçekli, birçok türü olan bir 
bitki (Cucurbita), 2. Bu bitkinin türlerine göre yemeği ve tatlısı yapılan ürünü” (TS 1, 
1998: 1138).  
999aġun [14]  
kagun “kavun” (BA IV, 1999: 250); qāγūn “melon (=kavun)” (D-K III, 1985: 
124);  qaγun  “dınya (=kavun)” (DTS, 1969: 406);  ka:ğu:n  “melon (=kavun)” (EDPT, 
1972: 611). 
kavun “1. Kabakgillerden, sürüngen gövdeli, iri meyveli bir bitki (Cucum),
2.Bu bitkinin genellikle güzel kokulu, sulu ve etli meyvesi” (TS 2, 1998: 1244). 
999aġut [3] 
kagut  “kavut, darıdan yapılan bir yemek” (BA IV, 1999: 251); qāγut (*qaγ-~ 
*qaw-) “a dish made from millet (=mısırdan yapılan bir yemek türü)” (D-K III, 1985: 
124);  qaγut “eda, prigotovlyaemaya iz prosyanoy muki s maslom  i saharom (=mısır 
unu, yağ ve şekerle hazırlanan bir yemek türü)”(DTS, 1969: 406); ka:ğut  “a kind of 
food made of millet; the millet is boiled, dried, and crushed, and the flour from it is 
mixed with melted butter and sugar; it is a foodfor parturient women (= mısırdan 
yapılan bir yemek türü; kaynatılıp kurutulduktan sonra ezilen, daha sonra erimiş yağ, un 
ve şeker karıştırılan mısır ile doğum yapan kadınlar için yapılan yemek türü” (EDPT, 
1972: 610). 
SDD (-);  kavut (I) “1. Kavrulmuş ve dövülmüş tahıl ununun şeker ya da tatlı 
yemişle karışımı, helva, 2. Kavrulduktan sonra öğütülen tahıl unu, 3. Kurutulmuş
armuttan çekilerek elde edilen un, 4.  İnce bulgur, 5. Kavrulmuş buğday, 6. Bulgur 
kepeği” (DS VIII, 1993: 2694 vd.); kavut “Kavrulmuş ve dövülmüş tahıl ununa şeker 
veya tatlı yemiş katılarak yapılan yiyecek” (TS 2, 1998: 1245).  
999a9  999  [3] 
kak  “erik, kaysı gibi meyvaların kurusu” (BA IV, 1999:  251);  qāq “dried 
(fruit)(=kurutulmuş (meyve))” (D-K III: 128);   qaq II “dol’ka, lomtik (=parça, dilim) 
erük qaqï (= erik parçası)” (DTS, 1969: 421);  1 kak/ka:k  “something dried; a dried Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 14, Sayı 2, 2005, s. 185-200 
192
segment of something (=kurumuş herhangi bir şey; herhangi bir şeyin kurumuş dilimi) ” 
(EDPT, 1972: 608). 
kak “6. Elma, armut ve kayısı kurusu” (SDD 2, 1941: 812);  kak (I) [kağ (I), 
kah (I), kakı (I) -2] “meyve kurusu” (DS VIII, 1993: 2598); kak (I) “1.hlk.elma, armut 
gibi meyvelerin kurutulmuşu” (TS 2, 1999: 1160). 
  999aġurmaç~999awurmaç [1] 
kawurmaç “kavrulmuş buğday”, kogurmaç “kavrulmuş buğday” (BA IV, 1999: 
283, 339); qaγurmāč~qawurmāc (*qāγ-~ qāw-) (D-K III, 1985: 124);   qawurmač
“blyudo iz podjarennoy na masle pşenitsı (=buğday yağda kavrularak hazırlanan 
yiyecek)” (DTS, 1969: 438); kağurma:ç “parched wheat (=kavrulmuş buğday)” (EDPT, 
1972: 613). 
 SDD (-); DS (-); kavurmaç “hlk. Kavrulmuş buğday” (TS 2, 1998: 1245). SDD 
(2, 1941: 851)’de ve DS (VIII, 1993: 2663  vd.)’de bulunan kavurga,  kavurmaç
sözcüğüyle yakın anlamlarda kullanılmaktadır.  
999ımız [3]  
 kımız  “kımız” (BA IV, 1999: 314); qimiz “koumiss (=kımız)” D-K III, 1985: 
136);  qïmïz “kumıs (=kımız)” (DTS, 1969: 444); “fermented mare’s milk, koumiss 
(=mayalanmış kısrak sütü, kımız)” (EDPT, 1972: 629). 
kımız “Kısrak sütünün mayalanmasıyla yapılan az alkollü, ekşi, eski bir Türk 
içkisi” (TS 2, 1998: 1292)  kımız sözcüğü Anadolu’da farklı anlamlarda da 
kullanılmaktadır: bk. (SDD 2, 1941: 904, DS VIII, 1993: 2803)  
999osı999~999osu9  999  [1] 
kosık “fındık”,  kosuk  “fındık” (BA IV, 1999: 348);  qusiq  “hazel (=fındık)”; 
qosïk→ qusïk I   “oreh (=fındık)” (DTS, 1969: 470);  kusık  “pine-kernel (=çam ağacı 
çekirdeği).  
kavsuk “fındık içinin üzerindeki zar” (SDD 2, 1941: 852); kavsuk → kapçık (I) 
“2. Meyve kabuğu, 3. Ceviz, fındık, bademin sert kabuğu” (DS VIII, 1993:2631 vd.).
kömeç [2] 
 kömeç  “küle gömülerek pişirilen çörek” (BA IV, 1999: 359);  kömäč (köm-)
“flat bread buried in embers for baking (=pişirmek için kora gömülen ekmek)” D-K III, 
1985: 109);   kömäč “peleşka, vıpekaemaya v goryaçey zole (=sıcak külde pişirilen 
çörek)” (DTS, 1969: 314);  kömeç(gömmeç) “(food) buried (in the ashes to cook it), a 
round loaf which is buried in the hot ashes (=pişirilmek amacıyla küle gömülen yiyecek, 
sıcak küle gömülerek pişirilen bir tür yuvarlak somun)” EDPT, 1972: 722). 
kömeç “1. Mayasız, külde pişirilen çörek, ekmek” (SDD 2, 1941: 973);  kömeç 
(II) → kömbe (I)-1. “1. İki saç arasında ya da külde pişirilen mayasız ekmek” (DS VIII, 
1998: 2955) 
kurut [3]
 kurut  “keş, çökelek; yağı alınmış yoğurttan yapılan lor peyniri; kurut, kuru 
yoğurt” (BA IV, 1999: 386); qurut (quri-) “dried curds(=kurutulmuş ekşi süt)” D-K III, 
1985: 148);  qurut I “kurut, vısuşennıy tvorog (=kurut, kurutulmuş lor peyniri)” DTS, 
1969: 470); kurut “dried curds used as a kind of hard cheese (=katı peynir gibi yenen 
kurutulmuş ekşi süt)” EDPT, 1972: 648). Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 14, Sayı 2, 2005, s. 185-200 
193
kurut → çeçil “yağı alınmış sütten yapılmış peynir” (SDD 1,1939: 314); kurut 
(I) “kurutulmuş süzme yoğurt” (DS VIII, 1993: 3012),  kurut “hlk. kurutulmuş süt 
ürünü” (TS 2, 1998: 1419). 
sirke [11] 
sirke  “sirke” (BA IV, 1999: 524);  sirkä  “vinegar (=sirke)” (D-K III, 1985: 
163);  sirkä I  “uksus (=sirke)” (DTS, 1969: 501); 1 sirke:  “vinegar (=sirke)” (EDPT, 
1972: 850).  
sirke (II) “1. Salatalara, yemeklere ekşilik vermek için kullanılan ekşimiş
üzüm, elma, limon vb. suyu” (TS 2, 1998: 1992). 
soġan~soġun [1] 
sogan “soğan”, sogun “soğan” (BA IV, 1999: 526, 527); sōγun~sōγan “onion 
(=soğan) (D-K III, 1985: 165); soγan I→ soγun I “luk (= soğan)” (DTS, 1969: 507); 
so:ğun (so:ğon) “onion (=soğan)” (EDPT, 1972: 812). 
soğan  “1. Zambakgillerden, yemeklere tat vermek için yumrusu ve yeşil 
yaprakları kullanılan ıtırlı bitki” (TS 2, 1998: 2000).
süçig~süçüg [12] 
 süçik “tatlı; içilecek şey, şarap”, süçük “şarap” (BA IV, 1999: 547, 548);  süčig 
(süči-) “wine(=şarap)” D-K III, 1985: 170); süčig “1.sladkiy; 2.vino (=1. tatlı; 2. şarap)” 
(DTS, 1969: 516);  sü:çig (? sü:cig) “sweet, a sweet substance; wine(=tatlı, tatlı bir 
madde; şarap)”  (EDPT, 1972: 796 vd.).  
 SDD (-); süci “şarap” (DS IX, 1993: 3704 vd.), 
süzme [1] 
 süzme “‘keş’ denilen yağsız kuru peynir, ayran süzmesi” (BA IV; 1999: 555);
süzmä (süz-)  “curds(=ekşimiş süt, beyaz peynir)” (D-K III, 1985: 172); “vid tvoroga 
(=bir tür lor peyniri)” (DTS, 1969: 519); süzme: “curds, cheese(=ekşimşi süt, peynir)” 
(EDPT, 1972: 864). 
 SDD (-);  süzme(I) “torbada süzülmüş katı yoğurt” (DS IX, 1993: 3730); 
Sözcük ölçünlü dilde süzme yoğurt tamlamasında karşımıza çıkmaktadır: “Bir torbaya 
konularak suyu süzülen yoğurt” (TS 2, 1998: 2063).
şekirtük [1] 
şekirtük  “fıstık” (BA IV, 1999: 557); šäkirtük  “pistachio (=fıstık)” (D-K III, 
1985: 173);  šekirtük  “fistaşka (=fıstık)” (DTS, 1969: 522);  şekirtük  “pistachio nut 
(fısıtk)” (EDPT, 1972: 867, 868). 
çekirdek “1. Etli meyvelerin içinde bir veya birden çok bulunan, çoğu sert bir 
kabukla kaplı tohum, 2. Yenmek için satılan kabak veya ayçiçeği tohumu” (TS 2, 1998: 
452 vd.). 
tarıġ [65] 
tarıg  “ekin, bitki; arpa, buğday; tane, tohum; zahire (Bü. Türklerce); darı 
(Oğuzca),  tarığ “ekin, bitki; arpa, buğday; tane, tohum; zahire (Bü. Türklerce); darı 
(Oğuzca)” (BA, IV, 1999: 577); tariγ “cereal crops; wheat (most of the Turk); millet 
(Oγuz) (=tahıl, buğday (Türklerin çoğu); mısır (Oğuzlar)” (D-K III, 1985: 179); tarïγ  
“1. zerno, zlaki, hleb; 2. proso; 3. zemledelie, zemlepaşetsvo (=1. tohum, tahıl, ekmek; 
2. mısır; 3. tarım, ziraat)” (DTS 1969: 537); tarığ “grain; wheat; millet (tahıl, buğday; 
mısır)” (EDPT, 1972: 537 vd.). Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 14, Sayı 2, 2005, s. 185-200 
194
darı “1. Buğdaygillerden, kuraklığa dayanıklı bir bitki, akdarı (Panicum 
miliaceum), 2. Bu bitkinin buğday yerine besin olarak kullanılan tohumu, 3.  hlk. Mısır” 
(TS 2, 1998: 530). 
turma [2]
4
  
tutma aç~tutmaç [6]  
 tutma aç (tut-) “tutmaç”, tutmaç “herkesçe bilinen bir Türk yemeği” (BA IV, 
1999: 661, 662); tutmāč <tutma āč (tut-) “a food(=bir yemek türü)”  (D-K III, 1985: 
202);’de sözcük, “tutmaç, nazvanie muçnogo blyuda,  vid lapşi (=tutmaç adı verilen 
hamurlu, bir tür erişte yemeği)” (DTS, 1969: 592); “noodles, macaroni, 
vermicelli(=erişte, makarna, şehriye)” (EDPT, 1972: 457). 
tutmaç “gayet küçük ve dört köşe hamurdan yapılan yoğurtlu, mercimekli 
yemek, çorba” (SDD 3, 1947: 1401), dutmaç “ince ince kesilen hamurdan yapılmış bir 
çeşit çorba”  (SDD 1, 1939, 477), dutmeç “müselles veya murabba şekillerinde kesilip 
yapılan bir tür hamur yemeği” (SDD 1, 1939: 477);  tutmaç  “1. Küçük, dört köşe 
kesilerek kurutuşmuş hamur ve mercimekle pişirilen bir çeşit yoğurtlu çorba, 2.kurumuş
yufka, 3.kesilmiş hamur içine kavurma konularak yapılan bir çeşit çorba” (DS X, 1993: 
4000),  dutmaç “1.ince ince kesilen hamurdan yapılmış çorba, 2.ufak ufak kesilmiş
haşlandıktan sonra pişmiş mercimek ve sarımsakla yoğurtla karıştırılarak yapılan 
yemek” (DS IV, 1993: 1613);  tutmaç  “hlk. dört köşe kesilmiş küçük hamur 
parçalarından yapılan  yoğurtlu çorba” (TS 2, 1998: 1497).  
tuz [8] 
tuz “tuz” (BA IV, 1999: 665); tūz “salt (=tuz)” (D-K III, 1985: 203); tuz I “sol’ 
(=tuz)” (DTS, 1969: 594); tu:z “salt (=tuz)” (EDPT, 1972: 571). 
tuz “1. Kokusuz, suda eriyen yiyecekleri korumada ve tatlandırmada kullanılan 
billûrsu madde (NaCl)” (TS 2, 1998: 2261). 
türmek [3]  
türmek “kadın budu denilen yemek; dürüm” (BA IV, 1999: 675); türmäk (tür-) 
“rolled bread (=dürülmüş ekmek)” (D-K III, 1985: 205); “tyurmek, hlebtsı s naçinkoy iz 
sıra, masla ili myasa (=içine peynir, tereyağı ya da et konulan dürülmüş ekmek” (DTS, 
1969: 599); “a stuffed meat ball; something wrapped up(=et doldurulmuş yemek; 
sarılmış herhangi bir nesne)” (EDPT, 1972: 550). 
SDD (-); dürmeyh→dürmeç “içine katık konularak sarılmış yufka ekmeği” (DS 
IV, 1993: 1634). 
u555ıtma [1] 
udhıtma (udhıt-)  “yaş peynir, taze peynir” (BA IV, 1999: 684);  u5ıtma (ū-) 
“moist cheese (= nemli, yaş peynir)” (D-K III, 1985: 51); uδïtma “tvorog (=lor peyniri)” 
(DTS, 1969: 606); u5ıtma “moist curd cheese (=taze, ekşi peynir)” (EDPT, 1972: 45). 
                                                          
4
 Divanü Lügati’t-Türk’te yer alan  turma  “turp” ve sarı turma  “havuç” sözcüklerinin 
izlerine SDD (3, 1947: 1399)’de ve DS (X, 1993: 3995)’de rastlanmaktadır. Ancak, 
SDD’de ve DS’deki   turma  “turp” sözcüğünün Yalova Kadıçiftliği’ndeki Rumeli 
Göçmenlerinden ve  Konya Kadınhanı Başhöyük beldesindeki Karaçay aşireti 
üyelerinden derlenmiş olması, bu sözlerin Anadolu’nun sözvarlığına ait olmadığını 
düşündürmektedir.  Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 14, Sayı 2, 2005, s. 185-200 
195
uyutma  “Süt ve incirle yapılan bir yemek”,  uyutmak  “Yoğurt veya peynir için 
sütü mayalamak” (SDD 3, 1947: 1425); uyutma “Süt ve incirle yapılan bir yemek”, 
uyutmak (I) [uyuşturmak] Yoğurt yapmak için sütü mayalamak (DS XI, 1993: 4051).
uġlı [1] 
uglı “Kaşgar’da yetişen ve yenen beyaz ve tatlı bir havuç” (BA IV, 1999: 687); 
oγlı  “parsnip (=yabanî havuç) ” (D-K III, 1985: 39);  uγlı “belaya morkov’ (=beyaz 
havuç)” (DTS, 1969: 607); uğlı: “parsnip; it is a white sweet-flavoured root-vegetable 
grown in the city of Kashgar and eaten (=yabanî havuç; Kaşgar’da yetişen ve yenen 
beyaz ve tatlı, lezzetli köklü bir sebzedir)”  (EDPT, 1972: 84). 
avlu “havuç” (SDD 1, 1939: 130);  DS (-). 
üzüm [21]
üzüm  “üzüm” (BA IV, 1999: 721);  üzüm  “grapes (=üzüm)” (D-K III, 1985: 
62);  üzüm  “vinograd (=üzüm)” (DTS, 1969: 631); üzüm  “a bunch of grapes, a single 
grape, grapes (=bir salkım üzüm, üzüm tanesi, üzüm)” (EDPT, 1972: 288).  
üzüm “Asmanın taze veya kuru olarak yenilen ve salkım durumunda bulunan 
meyvesi (TS 2, 1998: 2324). 
yaġ [41]
yag “yağ; (Oğuzca) iç yağı”, yağ “yağ; (Oğuzca) iç yağı” (BA IV, 1999: 725 
vd.);  yāγ “oil, butter; fat (Oγuz) (=yağ, tereyağı; iç yağı)” (D-K III, 1985: 209);  jaγ
“1.jir, maslo (=1. yağ, tereyağı)” (DTS 1969: 223); ya:ğ “grease, fat, oil (=yağ, iç yağı, 
sıvı yağ) (EDPT, 1972: 895).
yağ 1. Birleşiminde stearik, oleik, palmitik asitlerle gliserin  bulunan ve 
bunların oranlarına göre kıvamları değişen bitkisel veya hayvansal madde (TS 2, 1998: 
2361 vd.). 
yaġak [5] 
yagak  “ceviz” (BA IV, 1999: 726);  yaγāq  “walnut (=ceviz)” (D-K III, 1985: 
209);  jaγaq  “oreh (=fındık)” (DTS, 1969: 224); yağa:k “nut; (usually 
specifically)walnut (=fındık, (genelde özellikle) ceviz)” (EDPT, 1972: 900). 
yangak  “ceviz” (SDD 3, 1947: 1474); yangak “Ceviz” (DS XI, 1993: 4164). 
yigde [3] 
yigde  “iğde”,  yikte  “iğde (Oğuzca) (BA IV, 1999: 788, 790);  yigdä  “service 
tree (=Pyrus domestica adı verilen ağaç)” (D-K III, 1985: 225);  jigdä   “djida, loh 
(=iğde)”; (DTS, 1969: 260); yigde: “The word is used both for the tree and its fruit, the 
jujube tree (=hünnap ağacı ve onun meyvesi için kullanılan sözcük)” (EDPT, 1972: 
911). 
iğde 1.  İğdegillerden, kokulu, sarı çiçekleri olan, çalı biçiminde bir ağaç 
(Elaeagnus), 2. Bu ağacın zeytin biçiminde, kabuğu kırmızıya çalan sarı renkte, beyaz 
unlu, tadı mayhoş yemişi (TS 1, 1998: 1050). 
yoġurt [7] 
yogurt “yoğurt” (BA IV; 1999: 797); yoγurt (yoγur-) “yoghurt (=yoğurt)” (D-K 
III, 229);   joγrut  “kisloe moloka (=mayalanmış süt),  joγurt  “kisloe moloka 
(=mayalanmış süt), (DTS, 1969: 270);  yuğrut  “coagulated curdled milk, yoğurt 
(=mayalanarak pıhtılaştırılmış süt, yoğurt)” (EDPT, 1972: 905). Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 14, Sayı 2, 2005, s. 185-200 
196
yoğurt Maya katılarak koyulaştırılmış beyaz, kıvamlı bir süt ürünü (TS 2, 
1998: 2456).
yuġa~ yupka [5] 
yuga “katmer, yuka, yufka”, yuvga “katmerli yuka” (BA IV, 1999: 808, 818); 
yuγa→yuvγa  “folded bread (=katlanmış, katmerli ekmek)” (D-K III, 1985: 235); 
juγa→juvγa “3. sloenaya lepeşka (=3. katmerli pide)” (DTS, 1969: 282) ;  yuka→yuvka: 
“slender, insubstantial; bakes thin loaves (=ince,  zayıf; ince katlar biçiminde fırında 
pişirilmiş ” (EDPT, 1972: 874). 
yufka 1. Oklava ile açılan ince, yuvarlak hamur yaprağı, 2. Sacda pişen bir 
ekmek türü (TS 2, 1998: 2468). Günümüzde Anadolu’da sözcük  yuga  biçiminde de 
yaşamaktadır (DS XI, 1993: 4310 vd.). 
yumurtġa [3]
yumurtga  “yumurta, bütün kuşların yumurtaları, insanların ve hayvanların 
taşakları” (BA IV, 1999: 813);  yumurtγa (*yum-)  “egg; testicle (=yumurta; er bezi, 
haya)” (D-K III, 1985: 233);  jumurtγa  “yaytso (=yumurta)” (DTS, 1969: 280); 
yumurtğa: “egg, the egg of a hen or other bird; and the testicle of a man or other animal 
(=yumurta, tavuk ya da kuş yumurtası; erkek insanlarda ya da hayvanlardaki er bezi)” 
(EDPT, 972: 938). 
yumurta 1. Bir dişinin vücudunda oluşan, yumurtlama ve döllenmeden sonra 
aynı türden bir canlı oluşturan hücre, 2.  Kanatlı hayvanların çoğalmasını sağlayan 
kabuklu bir besin  maddesi, 3. Tavuk yumurtası,  4. Er bezi (TS 2, 1998: 2471).  
  
III.  
 1.a) Divanü Lügati’t-Türk’teki yiyecek ve içecekler dönemin sosyal ve kültürel 
yaşamına ilişkin önemli bilgiler vermektedir. Bu dönemde Türk toplulukları doğanın 
kendilerine sunduğu hemen her yiyecek maddesini değerlendirmiş, hayvansal ve 
tarımsal ürünlerden yararlanmıştır. Yemenin ve içmenin bir gereksinim olmasının 
yanında bu dönemde zevke de hitap eden bir yeme içme anlayışını görmek mümkündür. 
Yapıtta saptanan pek çok içki adı, tatlılar, baharatlar bu zevk anlayışının birer 
göstergesidir. 
 1. b) Divanü Lügati’t-Türk’te yer alan yiyecek ve içeceklerde dikkat çeken bir 
diğer nokta da, ayrıntılardır. Bu durum aynı zamanda on birinci yüzyıl Türk yeme içme 
kültürünün zenginliğinin de göstergesidir. Günümüzde aynı sözcükle karşıladığımız ya 
da yapımında aynı maddelerin kullanıldığı pek çok yiyecek içecek vardır ve bunlar, 
Divanü Lügati’t-Türk’te farklı adlarla anılmaktadır. Örneğin çok sayıda  şehriye
(lėtu~litü, sarmaçu9, ügre,  9uyma) adına bir o kadar da  bumbar dolması  ya da sucuk 
(soġut (II), so9tu, toġrıl, yörgemeç) olarak karşıladığımız yiyecek adına rastlamak 
mümkündür. Bu durum, yapılıştaki -küçük de olsa- farklılığın göstergesidir.  
2. a) Divanü Lügati’t-Türk’teki  şu yiyecek içecek adları Türkiye Türkçesi 
ölçünlü dilinde yaşamaktadır
5
: ağız, armut, ayva, elma, alıç, arpa, ayran, bal, buğday,  
                                                          
5
 Türkiye Türkçesi ölçünlü diline ulaşan yiyecek içecek adlarının bir bölümü, 
yaşadıkları ses değişimleri sonucu değişime uğramış olmalarına karşın burada Divanü 
Lügati’t-Türk’tekilerin birebir karşılığı olarak sıralanmıştır. Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 14, Sayı 2, 2005, s. 185-200 
197
pekmez, çörek, ekmek, kabak, kavun, kavut, kımız, sirke, soğan, çekirdek, tuz, üzüm, yağ, 
iğde, yoğurt, yufka, yumurta. 
 Anadolu ağızlarına ulaşmış yiyecek içecek nesneleri de  şunlardır:  ağartı, 
bulama, çaġır, keşir, kak, kavurmaç, kavsuk, kömeç, kurut, süci, süzme, tutmaç, 
dürmeyh~dürmeç, uyutma~uyutmak, avlu, yangak. 
 2. b) Kullanım sıklıkları açısından Divanü Lügati’t-Türk’teki yiyecek içecek 
adları değerlendirildiğinde, en çok kullanılan sözcüğün genel anlamlı tarıġ (altmış beş
kez) olduğu görülecektir. Sözcüğü, sırasıyla,  yaġ (kırk bir kez),  ėtmek (otuz iki kez), 
üzüm (yirmi bir kez), 9aġun (on dört kez),  süçig~süçüg (on iki kez), sirke (on bir kez) 
sözcükleri izlemektedir. Bunun yanında, dokuz kullanımlı  (buġday), sekiz kullanımlı 
(tuz) ve yedi kullanımlı  (yoġurt)  birer sözcük bulunurken altı kullanımlı dört 
(alma~almıla, bal, tal9an, tutma aç~tutmaç); beş kullanımlı dört (arpa, erük, yaġa9, 
yuġa ~yup9a); dört kullanımlı üç (çaġır, 9at, ügür~yügür) sözcük vardır. Yapıtta üç kez 
kullanılan dokuz  (begni~bekni, bor,  9aġut~9avut, 9a9, 9ımız, 9urut, türmek, yigde, 
yumurtġa); iki kez kullanılan on beş (arı yaġı, armut, awya,  bekmes~pekmes, 9atut, 
9aya9,  kömeç, közmen, küç, saġ yaġ, söklünçü, toġrıl, top, turma, ügre) yiyecek içecek 
adı saptanmıştır. Bir kez kullanılan yiyecek içecek maddesi adı ise altmış beş adettir: 
aġartġu, aġuj~aġuz,  aluç, aluçın, amşuy, awruzı~awzurı, ayran,  bitrik, böşgel~püşkel, 
bu2sı, bu2sum, buldunı, bulgama, büken, bün~mün, büskeç, büsteli, ça2şa9, çobulma9, 
çörek, çu9mın, esberi~usbarı, geşür, ikdük, ingliç,  9aba9,  9aġurmaç~9awurmaç, 
9a9u9,  9a9urġan,  9or,  9osı9~9osu9,  9uçġundı,  9uyma, küli, kürşek, lėtü~litü, mandu, 
sarıġ turma, sarmaçu9, senkeç, sım sımra9, sinçü, soġan~soġun, soġut (I), soġut (II), 
so9tu, soma, suwsuş, süzme, şamuşa, şekirtük, tarmaz~turmuz, to, to9ıç~to9uç, topı9
süŋük, tutur9an,  u5ıtma, uġlı, uġut, u2a9, ulyan,  üskenteç,  yarmış un, yazu9 et, 
yörgemeç.  
 Yukarıdaki sayıların da gösterdiği gibi, Türkiye Türkçesine ulaşan yiyecek 
içecek adlarının çoğunluğu Divanü Lügati’t-Türk’te sıklıkla kullanılan sözcüklerdir. 
Bunun yanında birer kez kullanılan, aġartġu, aġuj~aġuz,  aluç, ayran, bulgama, çörek, 
geşür,  9aba9,  9aġurmaç~9awurmaç,  9osı9~9osu9,  süzme, soġan~soġun,  şekirtük, 
u5ıtma  sözcükleri de günümüze ulaşabilmiştir. On birinci yüzyıldan günümüze 
ulaşmayan yiyecek içecek adlarının büyük çoğunluğunu ise Divanü Lügati’t-Türk’te 
birer kez kullanılmış sözcükler oluşturmaktadır.
 2. c)  Divanü Lügati’t-Türk’teki yiyecek içecek adları, Türkiye Türkçesi 
ölçünlü dilindeki ve ağızlarındaki görünümleri açısından değerlendirildiğinde ortaya 
çıkan en önemli sonuç, Divanü Lügati’t-Türk’teki ete dayalı hiçbir yiyecek maddesinin 
Türkiye Türkçesine ulaşmamış olmasıdır. Günümüze ulaşan yiyecek içecek 
maddelerinin büyük bölümü tarıma dayalı ürünlerden oluşurken bir bölümü de süt ve 
süt ürünlerine dayanmaktadır. Divanü Lügati’t-Türk’te saptadığımız et ürünü adları ise 
günümüze ulaşmamıştır. Ancak bu, söz konusu et ürünlerinin unutulduğu anlamına 
gelmemelidir. Bu ürünlerin büyük çoğunluğunun kullanımının günümüzde farklı adlarla 
devam etmekte olduğunu söylemek mümkündür. Örneğin, on birinci yüzyılda Türklerin 
so9tu biçiminde adlandırdığı yiyecek maddesi günümüz Türkiye Türkçesindeki sucuk 
benzeri bir üründür. Bunun gibi, topı9 süŋük, günümüzde paça adı verilen et yemeğini 
andırmaktadır. Bu türden örnekleri arttırmak mümkündür. Bu durum, yalnızca et 
ürünleri için geçerli değildir. Diğer kimi yiyecek içecek adları da, nesnenin kendisinin Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 14, Sayı 2, 2005, s. 185-200 
198
yaşamasına karşın yerlerini farklı sözcüklere bırakmıştır: bor “şarap”, büken “karpuz”, 
esberi~usbarı  “bir ekmek türü”, sarıġ turma  “havuç”, yörgemeç “bir tür bumbar 
dolması”… 
2. d) Günümüze ulaşan yiyecek içecek maddelerinin -adlarını renk, biçim, 
yapılan işlem ya da işlemin sonucu dolayısıyla alan, Divanü Lügati’t-Türk’teki aġartġu, 
türmek, süzme vb. sözcükler dışında- tamamı çok büyük anlam değişimi yaşamayarak 
bin yıllık süreci tamamlamıştır. Yukarıda saydığımız,  aġartġu, türmek, süzme  türden 
örneklerde ise anlam değişiminin yaşanması doğaldır, çünkü bu adlar, aynı rengi 
taşıyan, yapılışında aynı işlemlerin uygulandığı ya da yapılan işlemler sonucunda aynı 
durumu alan tüm nesneler için verilebilecek türden sözcüklerdir: süzme yoğurt, süzme 
bal vb. 
Yukarıda sıraladığımız veriler ve değerlendirmeler sonucunda on birinci yüzyıl 
Türk dünyasının yeme içme kültürü açısından son derece zengin olduğu görülmektedir. 
On birinci yüzyıl Türk kültürünü günümüze yansıtması açısından büyük önem taşıyan 
Divanü Lügati’t-Türk’ü, içerdiği yiyecek içecek adları açısından değerlendirdiğimizde, 
günümüz Türkiye Türkçesi ölçünlü diline ve ağızlarına ulaşan sözcüklerin geçen 
yaklaşık bin yıllık zaman içinde Türklerin yeme içme kültüründe çok büyük 
değişiklikler olmadığını, geçmişteki tarıma dayalı beslenme alışkanlığının günümüzde 
de büyük ölçüde devam ettiğini söyleyebiliriz.  
IV. 
aġartġu[1] “bir tür buğday birası” 
aġuj~aġuz[1] “ağız, memeli 
hayvanların doğumdan sonraki 
ilk sütü”  
alma~almıla6[] “elma” 
aluç[1] “alıç”  
aluçın[1] “yenilen boğumlu bir bitki”  
amşuy[1] “sarı bir erik türü” 
arı yaġı[2] “bal” 
armut[2] “armut” 
arpa[5] “arpa” 
awruzı~awzurı[1]  “buğday ve arpa 
unu gibi  şeyler karıştırılarak 
yapılan ekmek” 
awya[2] “ayva” 
ayran[1]  “ayran” 
bal[6] “bal (Suvar, Kıpçak, Oğuz 
dillerinde)” 
bengi~bekni[3]  “bir tür bira” 
bekmes~pekmes[2] “pekmez” 
bitrik[1] “fıstık (Arguca)” 
bor[3] “şarap” 
böşgel~püşkel[1]  “ince ekmek 
(Hakanlı dilince)” 
buġday[9] “buğday” 
bu222sı[1]   “pişirilmiş buğday, badem, 
bal ve süt kullanılarak yapılan 
bir yemek  
bu222sum[1]   “mısırdan yapılan içki, 
mısır birası” 
buldunı[1]   “içerisine yaş ya da kuru 
üzüm konan sütlü bir yiyecek” 
bulġama[1]  “bulamaç” 
büken[1] “karpuz” 
bün~mün[1]  “çorba” 
büskeç[1]  “çörek” 
büsteli[1] “’kara pazı’ adı verilen 
sebze”  
ça222şaķ[1]  “şeftali ve üzüm kurusu” 
çaġır[4]  “şarap” 
çobulma999[1] “elma kakı (Itlık dilince)” 
çörek[1]  “çörek” 
çu999mın[1]  “buğuda pişirilen ekmek 
türü” Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 14, Sayı 2, 2005, s. 185-200 
199
erük[5] “erik” 
esberi~usbarı[1] “külde pişirilen bir 
tür ekmek” 
etmek[32] “ekmek” 
geşür[1] “havuç” 
ikdük[1]    “süt ve yoğurttan yapılan 
peynir türü bir yiyecek” 
ingliç[1]  “sarımsağa benzeyen bir dağ
otu”
999aba999[1] “kabak” 
999aġun[14] “kavun” 
999aġurmaç~999awurmaç[1]   “darı ya da 
buğday kavrularak hazırlanan 
yiyecek” 
999aġut~999avut[3]   “mısır unu yağ ve 
şekerle karıştırılarak 
hazırlanan loğusa yiyeceği” 
999a999[3]  “kurutulmuş meyve” 
999a999u999[1] “kurutulmuş et ya da meyve”
krş. kak
999at [4] “meyve”  
999atut(I)[2]  “kurutulmuş meyve” 
999a999urġan[1]  “yağla yoğrulan, tandırda 
ya da fırında pişirilen bir tür 
ekmek hamuru” 
999aya999 [2] “kaymak”
999ımız[3]   “süt mayalanarak yapılan bir 
Türk içkisi” 
999or[1]  “yoğurt mayası” 
999osı999~999osu999[1] “fındık”
kömeç[2]   “küle gömülerek pişirilen 
çörek” 
közmen[2]  “közde pişirilen bir ekmek 
türü” 
999uçġundı[1] “soğan (Çiğilce)”
999urut[3]   “yağı alınmış yoğurttan 
yapılan peynir” 
999uyma[1]  “ince ince kesilen hamurun 
yağda kızartılıp  şekerle 
karıştırılmasıyla hazırlanan bir 
tür ekmek” 
küç[2] “susam, küncü (Çiğilce)” 
küli[1]   “çekirdeğiyle birlikte 
kurutulmuş meyve” 
kürşek[1]   “darı özü suda ya da 
kaynatılıp yağ dökülerek 
yanan bir yemek”  
lėtu~litü[1]  “bir tür şehriye çorbası” 
mandu[1]   “Türklere özgü bir tür 
sirke” 
saġ yaġ[2]  “yağ, tereyağı” 
sarıġ turma[1] “havuç” 
sarmaçu999[1]   “bir şehriye türü” 
senkeç[1] “fındık gibi küçük ve tatlı bir 
elma” 
sım sımra999[1]   “hayvan başıyla 
yapılan bir yemek türü” 
sinçü[1]  “ince bir tür ekmek, pide” 
sirke[11]   “ekşitilmiş üzüm suyu, 
sirke” 
soġan~soġun[1] “soğan”
soġut (I)[1]   “ekşi sütten yapılan bir 
peynir türü” 
soġut (II) [1]  “bumbar dolması” 
so999tu[1]   “sucuk benzeri bir tür 
yiyecek” 
soma[1]   “ıslatılıp kurutulan ve sonra 
öğütülen buğdayla yapılan bir 
tür ekmek” 
söklünçü [2] “kebap” 
suwsuş [1] “su katılmış ayran” 
süçig~süçüg[1]  “tatlı; şarap” 
süzme[1]   “yağsız bir tür peynir, lor 
peyniri” 
şamuşa[1] “yenilen bir ot, poy otu” 
şekirtük[1] “fıstık” 
tal999an[6]   “kavut, ezilerek kavrulmuş
tahıl” 
tarıġ [65] “ekin; arpa, buğday” 
tarmaz~turmuz[1] “şen hıyarı” 
to[1]  “kepek, süt ve bal ile yapılan bir 
un çorbası” 
toġrıl[2]  “bumbar dolması” 
to999ıç~to999uç[1]  “bir tür ekmek” 
top[2]   “buğday ve yulaf unuyla 
hazırlanan bir yemek” 
topı999   süŋük[1]   “topuk kemiğinden 
yapılan bir yemek, paça” Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 14, Sayı 2, 2005, s. 185-200 
200
tutmaç~turma aç[6]  “tutmaç, erişte”
turma[2] “turp” 
tutur999an[1] “pirinç”
tuz[8] “tuz” 
türmek[3]  “içi doldurulmuş bir tür 
hamur yemeği türü”
udıtma[1] “yaş peynir, taze peynir” 
uġlı[1] “beyaz havuç” 
uġut[1] “içki yapılan bir tür hamur” 
u222a999[1] “meyve suyu” 
ulyan[1] “yenen kokulu bir bitki kökü”
ügre[2]  “bir hamur yemeği, erişte” 
ügür~yügür[4] “darı” 
üskenteç[1] “kuru üzüm” 
üzüm[21] “üzüm” 
yag[41] “yağ”
yaġa999[5] “ceviz” 
yarmış un[1]  “ince un” 
yazu999 et[1]   “baharatlarla hazırlanarak 
kurutulan et, pastırma” 
yigde[3] “iğde” 
yörgemeç[1] “bir tür bumbar dolması” 
yoġurt[7]  “yoğurt” 
yuġa~yupka[5] “katmerli ekmek” 
yumurtġa[3]“yumurta”
Kaynaklar ve Kısaltmalar 
[BA] ATALAY, Besim (1999), Divanü Lûgati’t-Türk Dizini “Endeks”, TDK Yayınları, 
4. baskı, Ankara. 
bk. bakınız 
[EDPT] CLAUSON, sir Gerhard (1972) An Etymological Dictionary of Pre-thirteenth 
Century Turkish, Oxford. 
[D-K] DANKOFF, Robert- James Kelly (1985),  Mahmūd el-Kāşgarī, Türk  Şiveleri 
Lügatı (Dīvānü Lugāti’t-Türk) III. Kısım,  Doğu Dilleri ve Edebiyatlarının 
Kaynakları7. 
[DS] Derleme Sözlüğü I-XII  (1993), TDK Yayınları, 2. baskı, Ankara. 
[DTS] NADALYAEV, V. M. vb. (1969).Drevnetyursky Slovaŕ Akademia Nauk SSSR, 
Leningrad.
GENÇ, Reşat (2002) “XI. Yüzyıl Türk mutfağı”,  Yemek Kitabı, Tarih-HalkbilimiEdebiyat-, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 3-17. 
KÖKSAL, Aydın (2003), Dil ile Ekin, 2. baskı, Toroslu Kitaplığı, İstanbul. 
krş. karşılaştırınız 
[SDD] Söz Derleme Dergisi 1-3 (1939-1947) Türk Dil Kurumu Yayınları, İstanbul. 
vb. ve başkaları, ve benzeri, ve bunun gibi 
vd. ve devamı 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...