İSLAMİ MUAMELE GÖRMÜŞ MAL VE SERVET FAYDALI
GÖRMEMİŞ OLAN İSE ZARARLIDIR
Tüm hayatımızı meydana getiren dini, ilmi,
içtimai, idari, siyasi, iktisadi ve ailevi alanların kendine mahsus bir takım
elaman ve unsurları vardır. Mal ile para da ekonomik hayatın obje ve
nesnelerindendir. Biz ekonomiyi, çalışma ve yaşama düzeni diye tarif
ettiğimize göre mal ve para da çalışma hayatımızda ve yaşama düzenimizde
kullandığımız ve kendilerinden faydalandığımız birer vasıtadan ibarettir. Ancak
tabiatta var olan her şeyin bir var oluş amaç ve gayesi vardır. İşe bu sebeple
varlıklar bu var oluş gayelerine göre bulundukları alanlarında bir fonksiyon
icra ederler. Daha doğrusu her varlık kendisine verilen görevi yerine getirmeye
çalışır. Mal bir varlıktır, para bir varlıktır, onları var edip yaratan onlara
birer görev yüklemiştir. Bundan dolayı onları yaratılış gayelerinde kullanmak
adalet yapmak ve dolayısıyla fayda sağlamak demektir. Fakat doğru olanı bırakıp
adalet yolundan sapmanın da zulüm demek olduğu ve dolayısıyla onun da zarar
getireceği açıktır.
Burada bizim maldan kastımız insanla pek
alakası olmayan mesela dağ başında kendiliğinden çıkmış ve büyümüş bir ağaç
değildir. Bilakis insanın kendi ihtiyaçlarını tatmin etmek için eli ile
ürettiği, naklettiği veya alıp sattığı mallardır. O nedenle malların bir de
insana bakan tarafı vardır. İnsan ruh-beden, din-bilim ve fizik-metafizik
bileşkesi olduğundan müslümanlar açısından malın İslami muamele görmüş bir mal
olması bir mecburiyet ve bir zarurettir. İslami muamele görmüş mal demek,
üretimi, ambalajı, nakli, alınıp satılması, biriktirilip depo edilmesi ve
tüketimi hep İslami esaslara göre yapılmış bir mal demektir. Ayrıca insanların
mallarının haksız yere yenilmemesi, alış verişlerin karşılıklı rızaya dayanması,
faiz ve ihtikâr yasağı, fiyat koymamak, müşteri kızıştırmamak, ticaret
mallarının pazaryerine gelmeden yolda satılmaması, malların üreticiler adına
satılmaması, pazarlık üzerine pazarlık yapmamak, malın teslim alınmadan
satılmaması gibi bir takım esaslar da vardır. (Bak. O.Eskicioğlu, İ.Açısından
Enflasyon ve Çözüm Yolları, s. 175–182) Mesela domuz üretimi, içki ve uyuşturucu
gibi maddelerin üretimi ve kullanımı meşru olmadığı için bunlara mal veya servet
demek mümkün değildir. Bundan başka teknik ifadeyle dile getirildiği üzere bir
şeyin mal olabilmesi için onun mütekavvim yani kıymetli olması gerekir.
Zaten İslam hukukçuları bir ihtiyacı
giderecek kadar olan ve kullanılması meşru olan mallara değerli mal anlamında
mütekavvim adı verirler. Buna göre bir kibrit çöpü mal olmadığı gibi,
tüketimi haram olan şeyler de mal sayılmazlar. Mal sayılmayan şeyler de üretime,
satıma, tedavüle ve herhangi bir akde konu olamazlar.
Burada eski Diyanet İşleri Başkanlarından
merhum Ahmet Hamdi Akseki'nin çalışıp kazanmak, mal ve mülk sahibi olup zengin
olma ve servet hakkındaki düşünceleri ile insan ürünü sistemlerin ne kadar
zararlı olup her türlü sıkıntıdan kurtuluş çaresinin İslam esaslarında olduğu
hakkındaki fikirlerini açıklamakta fayda vardır. O bu konuda şöyle diyor:
"İslam fıtrata dayanan bir din olduğu
cihetle ferdi ve içtimai tekâmüle hizmet eden her türlü sebeplere başvurmayı
meşru olarak kabul etmiş ve iktisadi tekâmül için her fert üzerine çalışmayı da
farz kılmıştır. Bu uğurda bütün tabiat kuvvetlerinden istifade etmek kudretini
de bahşetmiştir. Eşyada asıl olan ibahadır kaidesi külli bir esastır… Her
insanın istediği kadar zengin olması, mal ve mülk edinmesi meşrudur. Mülkiyet ve
tasarruf hakkı taarruzdan masundur. Bunlara tecavüz, insanın tabii ve zati
haklarına tecavüz sayılır… Kendi servetinde memleketin muhtaçları için bir hak
olduğunu kabul etmeyen bir kapitalist ne ise, Allah'ın tayin eylediği hudutta
durmayan ve bütün sermayeyi hırsızlıkla ve zorla almış bir mal sayan, arazi
hiçbir insana mülk olamaz diyen, komünizm de odur. İslam iktisadi esaretten ve
mali tahakkümden doğan içtimai hastalıkları bir dereceye kadar önlemiştir. Garp
ve şarkta bugüne kadar, birbirine aykırı olan içtimai meslekler yüzünden ne
kadar kan döküldüğü ve hala dökülmekte olduğu herkesin malumudur. Kapitalizmin
fenalıklarını ortadan kaldırmak isteyen mesleklerin dünyada doğurduğu
mihnetlerin, ıstırapların bir türlü önüne geçilememiş ve beşeriyetin ıstırabı
her gün biraz daha artmıştır. Milletlerin akılları tarafından buna esaslı bir
çare bulunmasını candan arzu ederiz. Fakat hemen ilave edelim ki, bunun yegâne
çaresi Müslümanlık esaslarını ciddi bir suretle incelemekle elde edilecektir."
(A. Hamdi Akseki Ebedi Risalet, s.24–25)
İslam'ın aynı zamanda bir ekonomik düzen
getirdiği bizce kesindir. Ancak yöreler, bölgeler ve iktisadi yerleşim
birimleri, bu ekonomik düzenlerini ortam şartlarına bağlı olarak kendileri
kuracaklardır. İslam ekonomisinin iskeletini meydana getiren faiz yasak,
ticaret serbest, vergide zekât, üretimde mülkiyet, tüketimde şüyuiyet ve eşyada
mubahlık esasları sistemin temelini teşkil eder. Aslında mal üretimi, helal
mallar ürettikten sonra tamamen serbest olup bu konuda hiçbir yerden izin
alamaya da ihtiyaç yoktur. Böylece insanlar ürettikleri mallara ve onların
mülkiyetlerine de sahip olurlar. Yalnız üretim her ne kadar bireyler tarafından
yapılmış olsa da üretimin yapılmasına imkân veren toplumdur. Çünkü üretimi
yapanlar mesela yol gibi kamu araç ve gereçlerinden, devletin sağladığı güvenlik
ve mülkiyeti koruma gibi fonksiyonlarından yararlanmaktadırlar. Bunun için
toplumun hakkı ve üretime yapmış olduğu katkının karşılığı olarak kendine
düşen payı alacaktır ki, bu da İslam devletine verilen zekâttır; yani İslam
devletinin vergisidir. Yalnız toplumun hakkı sadece vergiden ibaret değildir.
Bunu Hz. Peygamber'in iki hadisiyle biraz daha açıklamaya çalışalım.
Konuyla ilgili olarak Hz. Muhammed'in
çelişik gibi görünen iki hadisi bulunmaktadır. Hz. Peygamber, "Gerçekten malda
zekâttan başka bir hak yoktur" (İbn Mace, Zekât, 3) ve "Gerçekten malda zekâttan
başka bir hak vardır." (Tirmizi, Zekât, 27, No: 659; Darimi Zekât, 13)
buyurmuşlardır. Fıkıh usulünde çelişen iki delil telif edilebiliyorsa o iki
delilin ikisi de kullanılır. Edilemiyorsa birisi alınır, diğeri ise bırakılır.
İşte biz, bu iki hadisi de kullanarak bunlardan birisi resmi, diğeri ise gayr-i
resmi olan hakkı dile getiriyor deyip malda zekâttan başka bir hak yoktur
hadisinin devletin aldığı hukuki, şer'i, kazai ve mecburi olan zekâtı (vergiyi)
ifade ettiğini, malda zekâttan başka bir hak vardır hadisinin ise dini,
ahlaki, vicdani ve ihtiyari olan sadakayı ve insanların kendi gönüllerinden
koparak verdikleri hayırları ifade ettiğini söylüyoruz. Burada hadis metninde
dikkat edilirse hak kelimesi kullanılmıştır. Yani gerek devletin aldığı
zekât-vergi, gerekse kişinin fakir ve muhtaçlara kendiliğinden verdiği sadakalar
bir atıfet, lütuf ve ihsan değil, bilakis karşı tarafın bir hakkıdır. Çünkü
üretim ve kazanmalarda o toplumda bulunan herkesin az-uz, görünür ve görünmez
bir katkısı vardır. Hukuk, uygulanma açısında ancak tüm vatandaşların katılım ve
yardımlarıyla ayakta durabilen bir olgu olduğu gibi, ekonomi de çalışsın
çalışmasın, üretsin veya üretmesin toplumda bulunan herkesin en azından bir
tüketici olarak bile kendisini hissettirdiği bir alandır. Onun için hiçbir kimse
dışarıda bırakılmadan hem hukuki ve hem de ahlaki yardımlaşma ve sosyal
dayanışma olarak herkesin hayatı garanti altına alınmıştır. Bu sayede mal ve
servet sahipleri, üzerlerine düşen hukuki, ahlaki ve vicdani görev ve
sorumluluklarını böylece yerine getirirler.
Bu suretle hem hukuki ve hem de ahlaki
vecibelerden dolayı bugün kapitalist dünyada görüldüğü gibi dev mega zenginler
İslam düzeninde olmaz. Küreselleşmeden bahsedip dünyayı sömürenler servetlerini
de küre haline getirerek zenginliklerini katlıyorlar. Küreselleşme, zengini daha
da zengin, fakiri ise daha da fakir yapıyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma
Programı'nın yıllık raporuna göre dünyanın en zengin 200 kişisinin serveti 2,5
milyar kişinin toplam varlığına eşitmiş. Hâlbuki Kuran’ın “Ey iman edenler!
Kazandıklarınızın en güzellerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak
edin” (Bakara 2/ 267) emri karşısında müslümanlar artan servetlerini fakirlere
verirler. Onun için İslam’ın ekonomisi birr ekonomisidir. Çünkü Allah,
“Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe birre nail olamazsınız” (A.Imran 3/ 92)
buyuruyor. Bakara Suresi 2/ 177. ayette adeta birrin tarifi verilmektedir ki,
buna göre birr, iman, ibadet, infak, zekât ve ahde vefa bileşkesinde en güzel
hayatı yaşayarak refah toplumu olmaktır. “Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına
çevirmeniz birr (iyilik) değildir. İyilik ancak Allah’a, ahiret gününe,
meleklere, kitaba, peygamberlere iman eden, sevdiği maldan yakınlarına,
yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere veren, namaz
kılan, zekat veren, söz verdiklerinde sözlerini yerine getiren, dar ve zor
zamanlarda ve savaş anında sabredenler(in yaptığı)dır. İşte doğru olanlar
onlardır ve işte muttakiler ancak onlardır.” (Bakara 2/ 177).
Bugün dünyayı yöneten sermayenin şükrü eda
edilmediği, fakir fukaranın ve muhtaç ülkelerin hakları verilmediği, tüyü
bitmemiş yetimlerin hakları yenildiği, hak hukuk ve haram helal tanınmadığı
için, tek kelimeyle eşya amacından saptırıldığı için, tüm canlılar, insan hayvan
ve bitkiler için hayat bir zehir olmuştur. İslam devletinde vatandaşlar zengin
fakir diye ikiye ayrılıp zenginler zekât-vergi verdiği, fakirlere ise
kendilerine bütçeden fakirlik payı verildiği gibi, BM ülkeleri ikiye ayırıp
zengin ülkelerin fakir ülkelere haklarını vermesini sağlamalıdır. Bu küresel
sermaye, eğer bu yanlış yolunu bırakmazsa sahabeden Salebe b. Hatıb el-Ensari
misali başkalarının haklarını vermeyip zulmettiği için kendi eliyle kötü
akıbetini hazırlamış olacaktır. “Onların
arasında eğer Allah lütuf ve kereminden bize mal verirse biz de kesinlikle
sadaka vereceğiz ve Salihlerden olacağız diye Allah’a söz verenler var. Fakat
Allah onlara zenginlik lütfedince cimrilik ettiler ve yüz çevirip verdikleri
sözden döndüler” (Tevbe 9/ 75–76).
İbn Arabî rivayetlerin en doğrusuna göre bu ayet Salebe b. Hatıb
hakkında nazil olmuştur diyor. (Ahkâm-ül Kuran II, 980). Salebe bir gün Hz.
Peygamber’e gelip “Ya Rasülellah, Allah’a dua et de bana biraz mal versin”
demiş. Resulüllah da “Ey Salebe, hakkını eda ettiğin az mal, güç yetirmeyeceğin
çok maldan daha hayırlıdır.” buyurmuş. Salebe tekrar gelmiş ve “Seni hak
peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, bana mal verirse, her hak sahibinin hakkını
kesinlikle veririm” demiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber dua etmiş, o da bir davar
sahibi olmuş derken o hayvan üredikçe üremiş, onun hayvanlarına Medine dar
gelmeye başlamış, bir vadiye gitmiş, önce cemaat namazlarından, sonra da
cumalardan uzak kalmış. Hz. Peygamber onu sormuş, “Malı çoğaldı, vadiye sığmaz
oldu” demişler. Bunun üzerine “Eyvah
yazıklar oldu Salebe’ye!” buyurmuş. Sonra zekât için ona iki tahsildar
göndermiş, yazılı emri ona okuduklarında Salebe “Bu cizye de neyin nesi oluyor?
Bu istediğiniz şey cizyenin kendisi değilse bile kardeşidir. Hele siz şimdi
gidin de ben bir düşüneyim demiş. İşte ayetteki cimrilik ettiler ve yüz çevirdiler
ifadesi buna delalet etmektedir. Tahsildarlar geldiklerinde daha bir şey demeden
Hz. Peygamber iki defa “Eyvah, yazıklar
oldu Salebe’ye” buyurmuş. Daha sonra Salebe zekâtı alıp getirmiş, fakat
Resulüllah “Allah Teala, beni, senin
sadakanı kabul etmekten men eyledi” buyurmuş. Hz. Peygamberin irtihalinden
sonra Ebu Bekir’e getirmiş, kabul etmemiş, daha sonra Hz. Ömer’e getirmiş o da
kabul etmemiş ve Hz. Osman zamanında önce malları sonra da adamın kendisi telef
ve yok olup gitmiş. (Elmalılı M.H. Yazır, IV, 385).
Bizim terimlerimiz diyebileceğimiz iddihar,
ihtikâr ve kenz gibi kelimeler üretilmiş bir malın tüketiciye giderken mübadele
yolunda yapılan yanlışları dile getirmektedir. Hemen hemen bu anlamlarda olup da
batıdan gelenler ise istifçilik, tekelcilik, karaborsa ve stokçuluk gibi
kelimelerdir. Fiyatların yükselmesini bekleyip malları saklamak ve tedavülden
alıkoymak, piyasayı zor duruma sokmak için mal depolamak, malları gizlice daha
yüksek fiyatla el altından satmak ve her ne suretle olursa olsun malın
tüketiciye doğru giden yoluna engel koymak ekonomi için de zararlı bir
harekettir.
İddihar, ihtikârdan bazı noktalarda
ayrılır. İhtikâr (karaborsacılık), bir şeyi fiyatı yükselsin diye bekletmek ve
tedavülden alıkoymak demektir. Karaborsacılığın amacı fiyatların yükselmesini
sağlamak veya bunu beklemektir. İddihârda ise doğrudan fiyatların yükselmesi
amaç değildir. Biriktirilen malın zekât, hayır ve hasenat hakkının ödenmemesi
iddihârın en belirgin özelliğidir. Kenz ise Kur'an-ı Kerim’in çeşitli
ayetlerinde geçer ve bu vesile ile biriktirip mal yığanlar
kötülenir.
“Ey iman edenler! Şüphesiz hahamlardan ve
papazlardan birçoğu, haram yollarla insanların mallarını yerler ve onları
Allah'ın yolundan men ederler. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda
harcamayanlara acıklı bir azabı müjdele. O gün o altın ve gümüşlerin üstü
cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve sırtları
dağlanacak; "işte bu, kendi canınız saklayıp biriktirdiğiniz şeydir. Haydi,
şimdi tadın bakalım şu biriktirdiğiniz şeyin tadını" denilecek. (et- Tevbe, 9/34–35; Diğer ayetler için bk.
Hûd, 11/12; Kehf, 18/82; el-Furkan, 25/8; eş-Şuara, 42/58; el-Kasas,
28/76).
Abdullah b. Ömer, bu ayetteki "kenz"i "zekâtı verilmeyen mal" olarak
tefsir etmiştir. Buna göre, zekâtı verilen servet, iddihar edilmiş sayılmaz.
Toprağın derinliklerine saklanmış olması da hükmü değiştirmez. Hz. Ömer'den de
benzeri görüş nakledilmiştir.
İddihârcıları şiddetli azap ile korkutan ayetin gelişi Ashabı-ı kiramı
endişeye sevk etti. Onların çoğu artık mirasçıya bir mal bırakılamayacağı
kanaatine vardılar. Hz. Ömer, işin hafif yönlerini tespit için Sevbân (r.a) ile
birlikte Resûlüllah'a geldi ve sahabenin endişesini nakletti. Bunun üzerine Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah zekâtı, mallarınızı temizlemek için
farz kıldı. Ancak sizden sonra devam edecek mallarınızda da mirası farz kıldı."
Hz. Ömer bunu da büyük görünce Nebi (s.a.s) O'na şöyle dedi: "Kişinin
biriktirdiği şeyin en hayırlısını sana haber vereyim mi? Bu kalıcı hazine şudur:
Öyle bir saliha kadın ki, kocası ona baktığı zaman, kocasına sevinç ve neş'e
verir. Ona bir şey emrettiği zaman kocasına itaat eder. Kocasının bulunmadığı
zamanda da onun malını korur" (Ebû Dâvud, Akdiye, 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
V, 29, 157).
Bütün bu yazdıklarımızdan sonra bugünkü dünya şartları içersinde
Müslümanların zengin olması, çalışıp kazanması, mal-mülk ve servet sahibi olması
lazım geldiğini söylemek istiyoruz. Çünkü fakirlik İslam’da kutsiyet atfedilen
bir olay değildir. Yusuf Karadavi’nin dediği gibi, bunu yapanlar arasında bazı
zoraki zahit, sofi ve rahipler vardır. Hadislerde ve ayetlerde yerilen zenginlik
kapitalist anlayışın ve hak-hukuk tanımayan bir zenginliktir ki, bunu da temsil
eden Hz. Musa’nın amcazadesi olarak bilinen ve ona serkeşlik eden Karun’dur.
Allah ona öyle hazineler vermişti ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk
zor taşıyordu. “Kavmi ona şöyle demişti: Şımarma! Bil ki, Allah şımarıkları
sevmez. Allah’ın sana verdiği (maldan harcayıp) ahiret yurdunu iste, ama
dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik ettiği gibi, sen de
(insanlara) iyilik et. Ülkede bozgunculuğu (ve ekonomik krizi) isteme, çünkü
Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas 28/ 76–77)
Hadislerde fakirlikten, yokluktan, kıtlıktan, zilletten, zulmetmekten ve
zulme uğramaktan Allah’a sığının diye emredilmiştir. (İbn Mace, Dua, 3, no:
3842). Ayrıca Hz. Peygamber’in “Nerde ise fakirlik, kâfirlik olayazdı.” dediği
de rivayet edilmiştir.(Y.Karadavi, Fakirlik Problemi Karşısında İslam, s.
21).
Hz. Peygamber hakkında da Kuranda “Allah seni yoksul bilip zengin etmedi
mi?” (Duha 93/ 6) buyrulmuştur.
Dikkat edilirse Karun’a yapılan tavsiyede ahiret ile dünya arasında bir
denge kurulması istenmiştir. İşte İslam’ın ekonomide ve hatta bütün hayatta
getirdiği bu denge prensibi bütün problemleri ve her türlü meseleleri çözüme
kavuşturacaktır. Nasıl insan vücudunda bir üretim, paylaşım ve tüketim varsa,
organizma bunu çok adil bir şekilde yapıyor, tüm hücreler ve dokular kan
üretimine katkıda bulunup sonra bu üretimi her birim kendi ihtiyacına göre
hissesine düşen payı alıyorsa işte İslam’ın önerdiği ekonomik toplumda da mal
üretimi, paylaşımı ve tüketimi öyle olacaktır. Tüm bireylerin katkısı ile
üretilmiş olan malların ve meydana getirilmiş olan artı değerlerin yine tüm
bireyler arasında paylaşılmasından daha doğal ne olabilir. Bu paylaşımın yolu da
teknik ifade ile zekât ve sadaka yollarıdır. Yani bir müslüman zenginin İslam
devletine vereceği zekât ile fakir ve muhtaçlara, sivil toplum kuruluşlarına,
dernek ve cemiyetlere yapacağı yardım ve bağışlardır. Bunu yapanlar ne kadar
zengin ve büyük servet sahibi olurlarsa olsunlar, asla kınanmazlar ve
ayıplanmazlar. Bilakis daha bunlar, ağniya-i şakirindir (şükreden yani ödül
veren, yardım eden zenginlerdir) denilerek iltifat görüp alkışlanırlar.
İslam tarihi sahabilerden tutun da bugüne kadar böyle zenginlerin örnekleriyle
doludur, diyebiliriz. Artık böylece mal ve servet sadece zenginler arasında
tedavül edip dolaşan bir güç olmaktan çıkmış olur.
Son zamanlarda küresel sermayenin yenidünya düzeni veya küreselleşme politikaları mukabilinde
yani bütün dünyayı sömürerek bilhassa İslam âlemini düşünemez ve doğru hareket
edemez bir duruma düşürüp hepten uydu ve oyuncak haline sokmak isteyenlerin bu
kötü emelleri karşısında bizim çok dikkatli ve dengeli olmak mecburiyetimiz
vardır. Biz her şeyden önce dinimizi doğru anlamalıyız. Zira bizi yükseltecek,
güç verip motive edecek ve hatta başarıya ulaştıracak, belki yeryüzünün
varisleri olmamıza vesile olacak tek kaynak müntesibi olmakla şeref duyduğumuz
kâmil ve eksiksiz dinimiz İslam’dan başka bir şey değildir. Şunu herkes
bilmelidir ki, dün üç kıtada etkinliğini İslam sayesinde göstermiş olan bu ehl-i
hizmet millet dün olduğu gibi, bugün de yine İslam aydınlığında tüm insanlığa
Allah’ın izniyle ışık tutacaktır. Onun için İslami olan her şey, doğru, faydalı,
güzel, kolay ve adildir. Bunun zıddı olarak İslam’a ters düşen her şey de
yanlış, zararlı, çirkin, zor ve zulümdür.
Aslında Kuran-ı Kerim’de malın özellikleri
açıklanmıştır. Bunları anlayıp görebilmek için mal kelimesinin geçtiği ayetler
üzerinde varyantları da nazar-ı itibara alarak düşünmek gerekir. Burada bir
örnek vermek gerekirse mesela Nisa suresinin 5. ayetinde malın iki özelliğine
işaret edilmektedir. Bunlardan birisi insanları ayakta tutan amilin mal olduğu,
diğeri ise malın aslında topluma ait bir nesne olduğudur. Çünkü ayette
mallarınızı saçıp savuranlara vermeyin denilmek suretiyle saçıp savuranların
malları muhatap çoğula izafe edilmiş ve Allah’ın sizin için ayakta tutan kıldığı
mallarınızı buyrulmuştur. Bu ayetin açıklamasında Mevdudi merhum da şunları
söylemektedir: Bu ayetin anlamı çok geniş kapsamlıdır. Müslüman topluluğa,
hayatın devam ettirilmesi için çok gerekli olan servetin, hiçbir zaman
beyinsizlere ve onu doğru dürüst kullanmayı başaramayacak ehil olmayan kişilere
verilmemesi gerektiği, çünkü bu tür kişilerin serveti israf ederek toplumun
ekonomik ve kültürel sistemini, uzun dönemde de ahlaki düzenini bozabileceği
öğretilmektedir. Özel mülkiyet hakları mutlaka korunmalıdır, fakat aynı zamanda
kişinin onu istediği şekilde sınırsızca kullanıp toplumu ifsat etmesine de izin
verilmemelidir. Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*
DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim
Üyesi