Yeryüzünde fesat çıkaran ve kan döken kimdi?
“Hani, senin Rabbin melâikeye ‘Ben yeryüzünde bir halife atamaktayım’ dediği zaman da şöyle sormuşlardı: ‘Yeryüzüne fesat çıkarmakta ve kan dökmekte olan birini mi atayacaksın; üstelik biz seni övgü ile tesbih ve takdis edip dururken?’ (Allah) cevap verdi: ‘Şu kesin ki, ben sizin bilmediğiniz şeyleri de bilirim.’” (2:30).
Eğer bu ayetleri ‘hayalde canlandırma’ (dramatizasyon) kabilinden sayıp mecaz olarak görmeyeceksek, burada bir soru sormamız elzemdir: Melekler nasıl bildi?
Kur’an’dan yola çıkarak biliyoruz ki, melekler gaybı bilmez. Melekler bildi, çünkü gayb değil, gözlemledikleri bir realiteydi. Burada iki ihtimal gündeme geliyor: Birincisi, kan döken ve fesat çıkaranın cinler olduğu yorumu. Bu yorum cinlerin insandan önce yaratıldığını söyleyen Hicr Suresi’nin 27. ayeti ile desteklenebilir. Buradan insanın halef cinlerin selef olduğu sonucuna varılabilir. Şeytanın varlığı da bunu güçlendirebilir.
Ancak, kan dökenin cinler olduğu yorumu, ayetlerde anlatılan olayın ana çatısıyla çelişmektedir. Zira yeryüzüne halife atanacağı beyan edilen cinler değildir. Bilakis ruh üflendikten sonra “insan” olan “beşer”dir. Bu yoruma göre, yeryüzü kan dökücü ve fesat çıkarıcı cinlerden kurtulduğu için meleklerin buna sevinmesi lazım, neden itiraz etsinler?
Geriye ikinci ihtimal kalıyor: O da, Âdem’e ruh üflenmeden önce onun çömlek değil, “ifsat eden” ve “kan döken” canlı ve kanlı bir varlık (beşer) olduğu. Bakara 30’un da içinde yer aldığı pasajdan anlaşılan budur.
Peki, ayette bunun dilsel bir delili var mıdır? Evet, kesinlikle vardır: Ayetin metninde geçen yufsidu ve yesfiku, muzari fiillerdir. Muzari fiiller, eğer sınırlayıcı bir karine yoksa üç zamanı birden ifade ederler: Şimdiki zaman, geniş zaman, gelecek zaman. Bu durumda, yufsidu: “ifsat ediyor/ifsat eder/ifsat edecek”; yesfiku ise “akıtıyor/akıtır/akıtacak” manasına gelir. Bir muzari fiili bu üç zamandan birine hasretmek için mutlaka bir karine gerekir. Mesela, eğer cümlede tesvif edatlarından biri (sin ve sevfe) kullanılırsa, o takdirde üç zamanlı muzari fiili sadece gelecek zamana kilitlenir. Bu ayette böyle bir durum yoktur. Dolayısıyla bu muzari fiilleri gelecek zamana hasretmenin bir delili yoktur. Fakat geleneksel algı sanki ayet gelecekte olacak bir şeyi söylüyormuş gibi yanlış oluşmuştur. Oysa ayetin metni, o anda olup bitmekte olan bir şeylere delalet eder. Özetle bu ayet, Âdem’e ruh üflenmeden önce kan döken ve fesat çıkaran bir ‘beşer” olduğunu beyan eder.
Sual: Bakara Suresi’nin 30. ayetinden Âdem’in henüz ruh üflenmeden önce çömlek değil de canlı ve kanlı bir varlık (beşer) olduğu sonucu nasıl çıkar?
Cevap: Bir varlığın, ifsat etmek ve kan dökmekle suçlanması için, o varlığın canlı ve basit zekâya sahip bir varlık olması elzemdir. Kurt sürüyü ifsat eder ve koyunların kanını döker. Tilki kümesi ifsat eder ve tavukların kanını döker. Çekirge sürüsü ekini ifsat eder, timsahlar kan döker. Bu canlılardan çok daha zeki olan beşer de yaşadığı yeri ifsat ediyor ve kan döküyordu.
Şu halde, ayetin en makul yorumu şudur: Âdem/oğluna ruh üflenmeden önce, yani o daha beşer iken, ortalığı ifsat ediyor ve kan döküyordu. Melekler bu durumu bir vakıa olarak görüyorlardı. İtiraz sadedindeki soruyu bunun için sordular. Zira onlar, beşer’e ruh üflenince, onun daha da azacağını düşünmüşlerdi. Fakat beşer, üflenen ruh ile akıl, irade ve vicdan sahibi oldu. Artık o “insan” denilmeyi hak ediyordu, zira bu üç haslet sayesinde ‘vahşiyyetten’ çıkıp ‘ünsiyyete’ kavuştu ve Âdem oldu.
Sözün özü: Üflenen can değil, içinde akıl, irade ve vicdanı barındıran ruh idi. Ruh üflendiğinde insan zaten canlı bir varlıktı.
Yukarıdaki beşer ve insan ayrımı göz önüne alındığında, “De ki: Ben de sizin gibi bir beşerim” ayetleri nasıl anlaşılmalıdır?
Üflenen ruh ile beşerin insan olması, beşerliği atıp başka bir şey olması manasına gelmez. Yani beşerin insan olması kopuş ifade eden bir tahavvül ve tebeddül değil, bir takvîm ve tekâmül’dür. Tahavvül ve tebeddül kopuş ifade eden “başkalaşma” ve “dönüşme” anlamına gelir. Takvim ve tekâmül ise “kıymetlendirme” ve “kemale erdirme” anlamına gelir. Beşer insan olunca beşerî niteliklerini geride bırakmamıştır. Bu niteliklerin başında doğma, yeme, içme, büyüme, yaşlanma ve bunların zorunlu sonucu olan ölüm gelir. Bu ayetteki beşer’den kasıt da “ölümlülük”tür. Ayet “De ki: ‘Ben de sizin gibi yiyip içen ölümlü bir varlığım’” anlamına gelir. Dolayısıyla bu ayet, melek peygamber isteyen ilk muhatapların bu uçuk isteklerine verilmiş Kur’ani bir cevaptır.
Özün özü: İnsan çömlekten değil, İnsan Suresi’nin 2. ayetinde ifade edildiği gibi “nutfeden/hayat suyundan” yaratıldı ve hâlâ da ondan yaratılmaya devam etmektedir. Tıpkı spermin ve ceninin, tüm canlıların kökeni olan sudaki canlıyı temsil ettiği gibi… Tıpkı toprağın verdiği besinlerle beslenen her insan tekinin, elementer yaratılış sürecini kendi şahsında sürdürdüğü gibi…
Âdem ruh üflenmeden önce neydi?
Âdemoğluna üflenen ruh can değilse, Âdem bu ruh üflenmeden önce canlı mıydı? Bu sualin cevabı şu soruya verilecek cevaba bağlıdır: Âdem insan mıdır, değil midir?”
Eğer bu suale “Âdem insandır” cevabını vereceksek, yapacağımız tek şey, Kur’an’ın “insan türünün tümünün nutfeden/meniden/hayat suyundan” yaratıldığını söyleyen şu ayetine kulak vermekten ibaret olacaktır: “İnsanoğlunu nutfe’den Biz yarattık; sınava tabi tutmayı (diledik) ve ardından ona işitme ve görme yeteneği verdik.” (76:2).
İstifham-ı takriri olan hel etâ (geçmemiş miydi), aslında kad etâ (elbet geçmişti) gibi tekit vurgusu taşır. Yani bu soru bizden “Evet Rabbim, geçmişti!” dememizi ister. Bununla insanın yokluktan varlık âlemine çıkışı da, ruh üflenmeden önceki beşer hali de kastedilmiş olabilir. Birinci ihtimalde âyet, Allah’ın varlığının apaçıklığına delalet eder. Zira yok’un varlığı faile bağlıdır. Fakat âyet “hiçbir şey değildi” demek yerine “anılmaya değer bir şey değildi” diyerek, ikinci ihtimali doğrulamaktadır. Yani beşer, kendisini irade, akıl ve vicdan sahibi kılan “ruh” üfleninceye kadar anılacak bir isme sahip olmayı hak etmemişti. Doğal olarak daha eşyaya isim verme yeteneğine de (Krş: 2:31) sahip değildi.
İnsan Suresi’nin 2. ayetinde yer alan “İnsanoğlunu katmerli bir karışım olan hayat tohumundan Biz yarattık” ifadesinde geçen el-insân lafzı, kural gereği insan türünün tümünü ifade eder. Eğer “Âdem insandı” diyorsak, bu durumda Âdem’in de nutfeden/spermden yaratıldığını kabul etmek gerekecektir. Dolayısıyla Âdem de bir rahimde büyümüştür.
O halde, içinde Hâlık isminin geçtiği beşer’in insanlaşma sürecini ifade eden şu ayet ve benzerlerini nasıl anlayacağız?
“Hani bir zamanlar Rabbin meleklere demişti ki: “Bakın, Ben süzme, kurumuş, ses veren bir balçıktan; özgün bir biçim almaya elverişli, tabiatı değiştirilmiş, koyu ve yoğun bir çamurdan bir beşer yaratacağım!” (15:28).
İnsanın biyolojik ve elementer yaratılış süreciyle ilgili olan bu ayette geçen salsâl, “kuru ve ses çıkarmaya elverişli bir şeye vurularak elde edilen ses” anlamına gelir (Rağıb). Akustik kabiliyetinden yola çıkarak çanak, çömlek, küp gibi kurutulmuş çamurdan yapılan nesnelere de ateşte pişirilmeden önceki haliyle salsâl adı verilir. Ateşte pişirilme süreci, kelfahhar (Msl: 55:11) gibi ilave bir ibareyle ifade edilmiştir. “Ses veren çamur”, zımnen “düşünen ve konuşan, yani akıl sahibi olan bir varlık yarattık” anlamına gelir.
Beşer/insansıile Âdem/insan arasında ne fark vardır?
Beşer, “ideal ve olabileceğinin en iyi haliyle ortaya çıkıp, görünür hale gelen şey” anlamına gelir. İlk bakışta “görünen organ” olduğu için, insan derisine beşera denilmiştir.Kadınla erkeğin tenlerinin birbirlerine bütünüyle görünür kılındığı için, cinsel birlikteliğe mubaşera denilmiştir. Kur’an’da “görünmeyen varlıkların” karşıtı olan, “görünen varlık” manasında kullanılmıştır. Yani beşer, cânnın mukabilidir.
Beşer’in neden yaratıldığından söz eden iki ayetten biri “sudan” yaratıldığını ifade buyurur:
“Sudan bir beşer yaratan ve onun kan bağıyla soy-sop, evlilik bağıyla hısım sahibi olmasını sağlayan da O’dur: zira senin Rabbin sınırsız kudret sahibidir.” (25:54).
Kur’an’da âdemoğlunun yaratılışının aktarıldığı birçok ayet yer alır. Bunlardan 25’inde Âdem ismi kullanılır. Fakat hiçbirinde “Âdem’in sudan yaratıldığı” söylenmez. Buna mukabil “Her canlının sudan yaratıldığı” (21:30) ifade buyurulur; tıpkı, “Beşerin sudan yaratıldığı” hakikatinin ifade edildiği yukarıdaki ayet gibi. Bu durumda, “beşer” adıyla anılan varlık ile “canlılık” arasında, ayrılmaz bir bağ olduğu anlaşılır.
Beşer’in yaratılışı hakkında Hâlık ismiyle gelen diğer bir ayet, beşerin “çamurdan” yaratıldığını söyler:
“Hani o zaman Rabbin meleklere demişti ki: “Ben balçıktan bir beşer yaratacağım; izleyin; ne zaman ki onu şekillendirmeyi tamamlar da kendisine ruhumdan üflersem, derhal yere kapanıp onun (hizmetine) âmâde olun!” (Sâd 38:71-72).
Bir başka ayette de ‘insanın’ çamurdan yaratıldığı ifade edilir: “O insanı yaratmaya bir tür çamurdan başladı.” (32:7). Ancak, ‘insanın’ çamurdan yaratıldığını söyleyen bu ayette, ‘beşerin’ çamurdan yaratıldığını söyleyen ayetlerde olmayan bir husus var. O da “başladı” ifadesidir. Bu da gösterir ki, çamurdan yaratılış başlangıcı olan bir süreçtir. Buradan, Âdem’in yaratılışı bahsinde geçen “toprak, çamur, balçık” gibi ifadelerin, esasen Âdem’in beşer yanı ile alakalı olduğu sonucu çıkar.
Peki, aynı canlı varlığın yaratılışının iki ayrı kavramla ifade edilmesi ne anlama gelmektedir? O canlı varlığın yaratılışının aniden değil, bir süreç içinde, aşama aşama gerçekleştiği anlamına gelmektedir.
Beşerin yaratılışına dair yukarıdaki ayet, bu yaratmayı Allah’ın Hâlık ismine isnat ediyor. Sâd Suresi’ndeki ayetlerin tercümesinde Hâlık ismi fiile dönüşmüş olarak görünse de, ayetin metninde ahluku (yaratacağım) fiili değil, Hâlık(Yaratan) ismi kullanılıyor. Eğer muhatabın zihninde yanlış çağrışımlar yapmayacağından emin olsaydık, “Ben balçıktan bir beşer yaratacağım” cümlesini “Balçıktan bir beşer Yaratan Ben olacağım” şeklinde ayetin lafzına sadık olarak çevirirdik. Fakat yanlış anlama ihtimalini önlemek için, ayetin maksadına sadık olmayı, lafzına sadık olmanın önüne koyduk.
Sâd Suresi’nin bu ayetleri, aynı konuyu farklı yönleriyle ele alan Bakara Suresi’nin 30 ilâ 34. ayetlerinde ve daha başka yerlerde anlatılan insanın yaratılışıyla ilgili pasajlarla birlikte ele alınmalıdır. Fakat burada farklı olan durum, “Âdem” yerine “beşer” kullanılmasıdır.
“Âdem” ile “beşer” arasında ne fark vardır?” sorusuna İsrailiyyata bulaşmadan cevap verecek olursak, şu sonuca ulaşırız: Kur’an “beşer” diye insanın irade verilmeden önceki halini kastetmektedir. Ama bu beşere ruh üflenip de irade, akıl ve vicdan sahibi olduktan sonra beşerlikten çıktığı anlamına gelmiyor. Beşerliğin üstüne irade ve akıl verildi. Ama o öz, o hayvani öz insanda mündemiç oldu. Zaten kıyamete dek bu hep böyle devam edecek. Onun için insanın içinde bir hayvan tarafı hep var. İnsan tarafına yatırım yapmak dururken hayvan tarafına eğilim gösteren insan için Kur’an “Hayvanlar gibi, hatta daha da aşağı” der.
İradesiz bir vahşi iken “beşer” olarak adlandırılan insan, iradeli bir insî olunca, “insan” ve “âdem” diye isimlendirilmiştir. Kur’an’da tümevarım yöntemiyle bir okuma yapıldığında, Kur’an’ın “sureti ve dış görünüşü insan olan canlıya” beşer, “akıl, irade ve vicdanıyla içi ve ahlakı insan olan canlıya” ise, âdem/âdemoğlu adını verdiği görülmektedir.
Esasen burada mesele, insanın yaratılışına ilişkin İsraili rivayetleri üreten ve tüketen aklın, canlı varlık kategorilerine ve insanoğlunun yaratılışına ilişkin çok daha temelde bir anlama problemi yatmaktadır. Peki, İsraili rivayetleri üreten aklın, insanın yaratılışına ilişkin temel problemi nedir? Allah’ın beşere üfleyip onu insana dönüştüren ruhun “can” olduğunu sanmasıdır. Dolayısıyla âdemoğlunun ruh üflenmeden önceki safhasının adı olan beşer’in cansız olduğunu sanmasıdır.
Ruh üflenirken Âdem canlı mıydı cansız mıydı?
Bu soru Kur’an’da insanın ilk yaratılışı konusundaki en hassas sorudur. Zira bu soruya doğru cevap verilmezse, gerisi hep yanlış gelecektir. Evet, soru açık ve net: Allah Âdem’e ruhundan üflerken, Âdem canlı mıydı, cansız mıydı? Cevabı bulmak için önce vahiy kitabına başvuralım:
“Hani bir zamanlar Rabbin meleklere demişti ki: “Bakın, Ben süzme, kurumuş, ses veren bir balçıktan; özgün bir biçim almaya elverişli, tabiatı değiştirilmiş, koyu ve yoğun bir çamurdan bir beşer yaratacağım; izleyin, ne zaman ki onu şekillendirmeyi (tesviye) tamamlar da ruhumdan üflersem, derhal secdeye kapanın!” (15:28-29).
“Hani o zaman Rabbin meleklere demişti ki: ‘Ben balçıktan bir beşer yaratacağım. İzleyin, ne zaman ki onu şekillendirmeyi (tesviye) tamamlar da ruhumdan üflersem, derhal secdeye kapanın.” (38:71-72).
Bu ayetlerde önce insanın elementer yaratılış sürecine gönderme yapılıyor. Sonra sıra ‘tesviye’ işlemine geliyor. Tesviye, Rağıb’ın da dediği gibi “bir şeyi amacını gerçekleştirecek bir altyapı ve donanıma kavuşturmak” anlamına gelir. Sevvâke, “seni varoluş amacını gerçekleştirecek bir altyapıyla donattı” demektir (Bkz: 18:37). Aslında tesviye, üflenen ruh ile verilen akıl, irade ve vicdanı kullanacak fiziki altyapıyı ifade eder. Bizce bunun insan vücudundaki nörolojik karşılığı üst beyin ve kortekstir. Zira işitme ve görme gibi duyularla gelen verilerin bilgi ve bilince dönüştüğü yer orasıdır. Hayvanlarda da beş duyu olmasına rağmen onlar insan gibi bu duyulardan gelen verileri işleyememektedirler. Zira onlar insan gibi tesviye edilmemiştirler. Bu söylediklerimizi teyit eden en güzel delil şu ayettir:
“Daha sonra onu tesviye ederek Kendi ruhundan üflemiş ve sizi hem işitme ve görme hem de duygu ve düşünce yetenekleriyle donatmıştır.” (32:9).
Burada dikkat çeken bir husus var: Ruh üflenmeden insan muhatap dahi alınmamıştır. Hep “o” zamiriyle bahsedilmiştir. Ne zaman ki işitme ve görme, duyma ve düşünme yetilerinin kendisi sayesinde var olduğu ruh üflenmiştir, insan o zaman “siz” denilerek Allah’a muhatap olmuştur.
Yukarıdaki ayetlerde geçen ‘tesviye’, her halükârda insanın yaratılış sürecinde özel bir ilahi müdahaleyi ifade eder. Bu ilahi müdahaleye bazıları ‘mutasyon’ ismini, daha başka bazıları da ‘mucize’ ismini verebilir. Mesela, Cahız, hocası Nazzam’ın mutasyon ile ‘mucize’yi yan yana anıp bu ikisini birbirine benzer gördüğünü kaydeder. Ayetlerdeki tesviyenin tornacılar için kullanılan ‘torna-tesviye’ ya da inşaat ustaları için kullanılan ‘beton tesviyesi’ ile bir alakası yoktur. Buradaki tesviyeden Âdem’in ruh üflenmeden önce çömlek yapıldığı sonucuna varmak, tesviyeyi böyle anlamaktır.
Âdem’in çömlekten yaratıldığına bu ayetleri delil gösteren geleneksel bakış açısı, ayetlerde geçen çamur, balçık vb. gibi kelimelere dayanmıştır. Böyle bir delillendirme, Kur’an’ın en belirgin üslup özelliği olan ‘îcâz’ı yok saymaktır. Kur’an veciz bir hitaptır. Hikâye ve roman üslubunu kullanmaz. Sözü tasarruflu kullanır. Rehberlik yaparken naklettiği anlatılarda ayrıntıları geçer. Sözü hep sadede getirir. Boşlukları bizim doldurmamızı ister. “Kur’an’ı hiç tedebbür etmiyorlar mı?” teşvikinin gerekçesi de budur. Kur’an bir kullanım talimnamesi kadar ayrıntılı olsaydı, kim neyi tedebbür edecekti? Fakat boşluklar keyfi ve gelişigüzel doldurulmamalıdır. Boşlukları doldururken kitabın ayetleri ile tabiatın ayetlerinin çelişmezliği en temel kural olmalıdır.
Ruh üflenirken Âdem canlı mıydı, cansız mıydı? Bu sorunun cevabı, şu sorunun cevabına bağlıdır: Yüce Allah vahyinde, Âdem/insan dışında her hangi bir canlı varlık için ‘ruhundan üfledim’ demiş midir? Dememiştir. Bir tek örneği yoktur. Şu halde üflenen ruhun bir organizmaya hayat veren ‘can’ olduğu, Kur’an’ın asla söylemediği bir şeydir. Âdem’in çömlekten Havva’nın kaburgadan yaratıldığı söyleyenler, üflenen ruh ile ilk insana can verildiğini söylemiş oluyorlar. Eğer durum buysa, “Ruhumdan üfledim diyen ayetlerin sadece Âdem’e/insana tahsis edilmesinin bir anlamı kalmamaktadır. Zira hayvanlar da canlıdır ve o takdirde “Ruhumdan üfledim”in kapsamına hayvanların da girmesi elzemdir. Fakat Kur’an’ın dediği şey bunun tersidir. Eğer “ruhumdan üfledim” ile “can verdim” anlamı kastedilmemişse, ne kastedilmiştir?
“Ruhumdan üfledim” ile kastedilen nedir?
Ruh nedir? Bu soru akleden insanları tarih boyunca meşgul etmiş dünyanın sonuna kadar da meşgul edecek görünmektedir. Ruh konusunda müslümanlar arasında görülen ifrat ve tefrit tavrın yanlışlığı ortadadır.
İfrat tavır: Geleneksel ruhçu tavırdır. Eski Hint’ten yola çıkıp Zerdüşti İran’ı dolaştıktan sonra, Yunan düşüncesine bulaşıp Hermetizm ve Helenist felsefeyle karıştıktan sonra gnostisizmin küresel havuzu Yeni Eflatuncu potada eritilip Yahudi ve Hıristiyan kültüründe damıtılarak müslüman dünyasına servis edilen ruh telakkisi, Kur’an’dan kopuşu temsil eder. İkici (düalist) bir karakter taşıyan bu ruhçu düşünce, felsefeci sufiler eliyle beden-ruh karşıtlığına kadar varıp dayanmıştır. Zerdüştlükten aynen kopyalanan “Nur-ı Muhammedi” teziyle Hz. Rasul’ü ışınlayan akide de bu ruhçu akımın bir uzantısıdır. Bu akım “ruh terbiyesine” o kadar vurgu yapmıştır ki, ruhu terbiye etme iddiasıyla çıkılan yolda akıllar, iradeler ve vicdanlar felç edilmiştir. Kur’an’ın “salih amel” vurgusu hepten boşa çıkmış, ortada “ruh gibi” kokmaz-bulaşmaz tipler çıkmıştır. Oysa ahirette tartılacak olan ruhlar değil amellerdir. Bu akide “aktif iyiye” karşı “pasif iyiyi” yüceltmiş, iktidar ve güç sahipleri de bu akideyi her zaman ödüllendirmişlerdir.
Ruhçuluk, keskin bir ruh-beden düalizmine dayanır. Kökeni Platon’un “nous” tanımına dayanır. Platon’a göre nous bedenden tamamen ayrı bir cevherdir. Bağımsız ve metafizik bir varlığı vardır. Platon’a göre ruhlar felekler âlemindendir ve ezelidir. Ruhlar yıldızların nefislerine ulaşmakta yetersiz kaldılar ve aşağı düştüler. Yetersizliklerinin bir cezası olarak beşerin ölümlü bedenine ‘hulul’ ettiler. Ruh hakkında bu ve buna benzer tüm yorumlar zan ve spekülasyondan öte hiçbir değer ifade etmez. Kur’an bu tür spekülasyonların önünü kesmek için ruha dair insanoğluna çok az bir bilgi verildiği uyarısında bulunur. İslam tarihinde Ruhu bağımsız manevi bir varlık olarak kabul eden ilk kişinin Ma’mer b. Abbad es-Sülemi olduğu kabul edilir. Bu Platoncu tezi en uç noktada savunan kişi Gazzali olmuştur.
İbn Rüşd keskin bir ruh-beden ayrımı tuzağına düşmemiştir. Bu ikisini iki ayrı cevher olarak gören Yeni Eflatuncu mistik tezi değil, aynı cevherin ürünü olarak görmüştür. Yeni Eflatuncu görüşe göre beden ölümlü ruh ölümsüzdür. İkbal de beden ve ruhtan iki ayrı varlıkmış gibi söz etmenin yanlışlığına dikkat çeker. Kâinatın sırrının ruhta gizli olduğunu, bedenin de ruhun varoluş tarzlarından biri olduğunu söyler. Ölümsüz olan ne ruh ne de bedendir, ölümsüz olan Allah’ın hayat verme fiilidir.
Doğrusu ruh-beden düalitesi, Kur’an’ın kökten reddettiği bir şey değildir. Zira her şey çift yaratılmıştır. Fakat batıni düalizmin ruh-beden anlayışı ruh ve bedenin zıtlığı (ezdâd) üzerine otururken, Kur’ani zevciyyet ve düalite ruh ve bedenin eşliği (ezvâc) üzerine oturur.
Eğer ruh ve beden Platoncu mistik felsefede olduğu gibi birbirinden tamamen kopuk ve ayrı olsaydı, Alzheimer hastalığını açıklayamazdık. İnsanın aklının, iradesinin ve hatta vicdanının beyninin fonksiyonlarını yerine getirmesine bağlı olduğunu, beyin fonksiyonlarını yerine getirmediğinde, mesela Alzheimer hastası olduğunda insanın dininden ve dindarlığından bir şeyin eksilmemesi icap ederdi…Keskin bir ruh beden ayrımı inancı, şeytan tarafından bedenin ele geçirildiği türden akla hayale gelmedik işkencelere ve zulümlere yol açan iddialara kapı araladı. Şeytan çıkarma adı altında ruhban sınıfına bir şeytani statü oluşturdu ve bu şeytani otoriteyi şeytanlık için kullandılar. Batıda bir zamanlar hayli moda olan “ruh çağırma” seansları da Platoncu düalist ruh inancının istismarına yaslanan bir şarlatanlıktı. Bir ara hayli moda olan ruh çağırma seanslarında insanların nasıl aldatıldığını ilmi yollarla ispatlamak ünlü bilim adamı Michael Faraday’a düşecektir.
Ruhçu akideler ruhun baki olduğunu iddia ederler. Esasen ruhun ölümsüz olduğu iddiası da aynı kapıya çıkar. Yaratılmış her şey ölümlüdür, fanidir. Ölümsüz olan, yaratılmamış olandır. O Allah’tır ve Allah bakidir. Bu yüzden ruhun ölümsüzlüğü akidesi, hem Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğu (39:62), hem de Allah’tan başka her şeyin fani olduğu (28:88) Kur’ani ilkelerine aykırıdır.
Tefrit tavır: Ruhçuluğun bu zararlarına bakarak ruha mesafe koyan, giderek ruhun varlığını dahi red düzeyine gelen, insana üflendiğini açık-seçik beyan eden ayetleri olmadık tevillere yeltenen bir tavırdır bu. Her tefrit gibi ifratının tüm zaaflarını bünyesinde taşımaktadır. Ruh konusunda en iyi yol vahyin gösterdiği yoldur. Kıymete kanaat edenler, vahyin ruh hakkında söylediğini söylerler, söylemediğini söylemezler. Bize çok az bilgi verilen bir konuda delilsiz ve mesnetsiz konuşmak, gaybı taşlamak ve spekülasyon yapmaktır.
Ruh hakkında en sağlıklı bilgiyi kim verir?
Hakkında bize “çok az bilgi verildiği” buyrulan ruhun ne olduğunu biyoloji ve embriyoloji ilmi bize söyleyemez. Zira biyoloji ve embriyoloji ilminin söyleyebileceği şey canlılık ve hayatla ilgili şeylerdir. Arkeoloji söyleyemez. Zira ruh arkeolojinin alanına girmez. Mitoloji hiç söyleyemez. Şu halde ruha dair bilgi alabileceğimiz en sahih kaynak vahiydir.
Kur’an’da 21 kez geçen ruh dört ayrı anlamda kullanılır:
1. Vahiy: Nahl 2, Mü’min 15, Şûrâ 52’de bu anlamda kullanılır. Bu anlamda geldiği her yerde bağlamın tek konusu vahiydir.
2. Vahiy meleği: Nisa 171, Meryem 17, Şuara 193, Nebe 38 bu anlamda kullanılır. Bakara 87 ve 253, Mearic 4 ve Kadr 4’teki ruh, klasik yoruma göre vahiy meleği, bize göre vahyin kendisi anlamındadır. Bu kullanım ruh genellikle “melekler” ile birlikte gelir.
3. Özel ilahi destek: Bakara 253 ve Maide 110’da Hz. İsa’nın kendisiyle desteklendiği Kutsal ruh, Nahl 102 ve Mücadile 22’de Hz. Rasul’ün ve mü’minlerin kendisiyle desteklendiği kutsal ruh. Bu kullanım diğerlerinden farklı olarak “kutsal” (kuds) sıfatıyla gelir ve “destek” (te’yid ve tesbit) için olduğu vurgulanır.
4. Üflenince beşeri insan eden cevher: Secde 9, Hıcr 29, Sâd 72, tevile yer olmaksızın Âdem’e üflenen ruh için kullanılır. Enbiya 91 ve Tahrim 12’de Meryem için kullanılır.
Ruh Kur’an’da dört farklı anlamda geçiyor: Vahiy, vahiy meleği, ilahi yardım, beşeri insan kılan üflenen ruh. Bu dördünün de ortak noktası, kaynağının sadece Allah olmasıdır: a) Vahyin kaynağı sadece Allah’tır. b) Vahiy meleğini sadece Allah gönderir. c) Allah’ın verdiği destek eşsizdir. d) Beşer sadece ilahi solukla insan olabilir.
Ruh, bir şeyi yaratılış amacına ulaştıran ya da o amaçla ilgili olan bir cevherdir. a) Vahiy, insanı yaratılış amacına ulaştırır. b) Vahiy meleğinin yaratılış amacı ruh olan vahyi taşımaktır. c) Özel ilahi destek, yaratılış amacı uğruna verilen mücadelenin önü tıkandığı zaman gelir. d) Üflenen ruh, yaratılış amacı olan insanlığa ulaştırmak için, beşerin akıl, irade ve vicdanla donatılmasıdır.
Ruh, el-Hayy isminin insandaki yüksek yansımasıdır. İnsan ilk tecelli sayesinde beşer oldu ve canlılar arasına karıştı. İkinci tecelli sayesinde ‘üflenen ruh’ ile insan oldu. İlahi ruhun diğer canlılara üflenmesinden hiç söz edilmezken, sadece insana üflenmesinden söz edilmesi, bu ruhun insanı canlı kılan şey değil, canlılar içinden seçilip onu akıllı ve iradeli bir varlık kılan öz olduğunu gösterir.
“Sana ruhtan soruyorlar” (17:85) ayetinde kastedilen ruhun hangi anlamda kullanıldığı yoruma açıktır.Bu ayetin öncesi insan ve onun ayırıcı niteliği olan akılla, sonrası ise vahiyle ilgilidir. Bu bizi, ayette geçen rûhun hem vahiy hem insan için kullanılan ortak bir kavram olduğu sonucuna götürür. Bu da Allah tarafından insana “üflenen ruhun” (15:29) doğal bir sonucu olarak Allah’la insan, ilâhî kelâm ile insani kelâm, ilâhî irade ile insani irade, vahiy ile akıl, ilâhî ahkâm ile beşeri hüküm ve muhakeme arasındaki kopmaz bağlantıyı ifade eder.
Konumuzu ilgilendiren ruh, 4. maddede dile gelen ve “beşeri insan eden ilahi şey” anlamındaki ruhtur. Ruhun bu anlamda kullanıldığı beş yerde de, diğer kullanımlardan farklı olarak şu üç husus göze çarpar:
1. Hepsi de öznesi Allah olan “üfleme” (nefh) fiili ile birlikte gelir.
2. Hepsinde de ruhun üflendiği adres belirtilir.
3. Hepsinde de ruh yalın değil Yüce Allah’ı gösteren bir zamire bitişik olarak gelir.
İnsan “beden+can” mı, “beden+can+ruh” mu?
Kur’an’da “Ruhumdan üfledim” ilahi hitabı insan dışında hiçbir varlık için kullanılmaz. Demek ki “üflenen ruh” ile kastedilen hayvanlarda da bulunan can değildir. Allah hayvanlara ruhundan üflemediği halde onlar canlıdırlar. Ruh üflenen beşer, beden ve cana zaten sahipti. Beşerin hem bedeni hem de canı vardı. Fakat ceset ve cana sahip olmak onu insan yapmaya yetmiyordu. İnsan, beşer haliyle, canlı türünün en gelişmiş unsuruydu. İrade, akıl ve vicdandan yoksun olduğu için, bu gelişmişlik onu canlı türünün en vahşi, en kan dökücü unsuru yapmıştı. Allah insana ruhundan üflemiş ve insan-altı bir canlı olan beşer üflenen ruh sayesinde akıl-irade-vicdan sahibi bir âdemoğlu/insanoğlu olup çıkmıştır.
Âdem’in çömlekten, Havva’nın kaburgadan yaratıldığı efsaneleri, beden+can+ruhtan oluşan üçlü bir yaratılış tasavvuruna dayanmamaktadır. Aksine beden+candan oluşan ikili bir insan tasavvuruna dayanmaktadır. Çömlek ve kaburga anlatılarının kendisinden alındığı kadim mitolojiler ya can ile ruhu aynı şey sanıyorlardı, ya da bu ikisinden birini yok sayıyorlardı. Peki, çömlek ve kaburga anlatılarının kökeninde yatan algı hangi kültüre aittir? Mesela İbrani-Yahudi kültürüne ait olabilir mi? Yoksa onlar da daha önceki pagan kültürlerin mitolojilerinden mi almışlardır?
Önce Yahudi dini metinlerine bakalım. Ruh konusunda Eski Ahid’in kafası hayli karışıktır. “Ruh hayat kaynağı olan can mıdır, yoksa insanı diğer canlılardan ayıran bir cevher midir?” sorusunu Eski Ahid’e sorduğumuzda karşımıza birbirinin zıttı iki cevap çıkıyor:
1. Ruhu hayat kaynağı can olarak gören Eski Ahit pasukları: Eyüp kitabında “Beni Allah’ın ruhu yarattı, her şeye gücü yetenin nefesi hayat veriyor bana” denilir (33:4). Burada ilk cümlecikteki “yarattı” ile ne kastedildiği açık değil. İkinci cümlecik bunun “hayat verdi” anlamına geldiğini söylüyor gibidir. Ruh ile canlılığı eşitleyen en belirgin Eski Ahit pasajlarından biri şudur: Rab şöyle diyor: ‘İçinize ruh koyacağım, canlanacaksınız. Size kaslar verecek, üzerinizde et oluşturacağım, sizi deriyle kaplayacağım. İçinize ruh koyacağım, canlanacaksınız. O zaman benim Rab olduğumu anlayacaksınız.” (Hezekiel, 37:5-6). Bu iki pasukda ruh ile can eşitleniyor, fakat cümlenin sonu işi yine karıştırıyor. Ruh ile Allah’ın Rab olduğunu anlamak arasında irtibat kuruluyor ki, bu durumda işin içine candan öte, insanı canlılardan ayıran ve ‘Rabbini anlayan’ biri haline getiren cevher giriyor.
2. Ruhu insanı insan eden cevher olarak gören Eski Ahit pasukları: Bunu en güzel ifade eden pasuk yine Eyüp kitabında geçmektedir: “Oysa insana ruh, her şeye gücü yetenin soluğu akıl verir.” (32:8) Burada “Her şeye gücü yeten” olarak nitelenen Rabbin soluğu olan ruhun aklın kaynağı olduğu vurgulanmaktadır ki, bu Kur’an’ın yaklaşımıyla bire bir örtüşür. Yine şu pasuk da öyle: “Ben Rabbin ruhuyla, adalet, güç ve cesaretle donatıldım.” (Mika 3:8) Burada ruh ile akıllı ve iradeli bir varlığa özgü adalet arasında doğrusal bir bağlantı kuruluyor. Şu pasukta da öyle: “Ruhumu içinize koyacağım; kurallarımı izlemenizi, buyruklarıma uyup onları uygulamanızı sağlayacağım.” (Hezekiel, 36:27). Çünkü insan içine konulan ruh sayesinde ilahi kuralları izleyecek ve ilahi buyrukları tutacak bir kıvama ulaşmıştır. Şüphesiz ki bunlar akıl ve irade olmadan olmaz. Benzer bir bağlantı insan olmak ile ruh arasında bağlantı kuran Yeşaya 42:5’te de kurulmaktadır.
Özetle Eski Ahit’te her iki yaklaşımın izlerini de görüyoruz. İnsan’ın üç unsurdan değil de iki unsurdan oluştuğu tezinin Yahudi kültürüne Mezopotamya mitolojisinden geçtiğini düşünüyoruz. Zira ilk insan ve eşinin yaratılışına dair Uruk, Babil ve Asur kaynaklı metinlerin tümü de insanın iki unsurdan meydana geldiği ön kabulüne dayanmaktadır. Bu iki unsurdan ikincisi hem “can” hem de “ruh” anlamına geliyordu. Yani bu kadim kültürler “can” ve “ruh”u birbirinin eşanlamlısı olarak kullanıyordu. Bu ön kabul daha sonra Yahudi sözlü kültüründe baskın yoruma dönüşmüştür. İlerleyen dönemlerde Yahudi ilahiyatı da can ile ruhu bir tutmaya başladı. Bunun en tipik delili, Yahudilerin sabah duasında geçen şu cümledir: “Ve insanın hayvandan üstünlüğü de hiçtir, çünkü hepsi bir nefestir.”
İnsanı hayvanla bir tutan ve nefesi insan ile hayvanın ortak değeri addeden Yahudi ilahiyatı, ruhu cana indirgemiş, insanı da hayvana indirgemiştir. Bunda Yahudilerin ahireti hayatlarından söküp atmak istemelerinin de payı büyüktür. Onlar Asur ve Babil sürgünlerinin ardından “vaat edilmiş cennet”in yerine “vaat edilmiş toprakları” koymuşlardır. İki unsurlu insan düşüncesi Hıristiyan kilisesini de etkilemiştir. Latincede “hayvanlar” anlamına kullanılan animaliasözcüğü bunun tipik bir göstergesidir. Zira bu sözcüğün türetildiği anima Latincede hem “can ve canlı” hem de “ruh” anlamına gelmektedir.
Yahudi ilahiyatı, İslam ilahiyatını bu açıdan da etkiledi. Yahudi ilahiyatının baskın görüşü olan insanın iki unsurdan oluştuğu görüşü, rivayetler aracılığıyla İslam ilahiyatına da bulaştı. Ruhu cana nisbet eden, yani canla ruhu eşitleyen bu akide doğruysa, hayvanların hepsinin insan olması lazımdı. Bu durumda şunu sormamız lazım: O zaman ölü bir hayvanla diri bir hayvanı ayıran nedir? Eğer ölü bir hayvanla diri bir hayvanı ayıran can diyeceksek, diri bir hayvanla diri bir insanı ayıran nedir?
Elbette diri bir hayvanla diri bir insanı ayıran ruhtur. Yani hayvana verilen beden ve canın üstüne ruhun ilave edilmesidir insanı insan yapan. Beşeri insanlığa terfi ettiren de odur. Kur’an’ın da bize telkin ettiği yaratılış tasavvuru budur. Zira insan ruh üflenmeden evvel beşer olarak yaşıyordu. Yiyen, içen, çiftleşen, uyuyan, doğan ve ölen bir varlıktı. Âdem Yahudi ilahiyatının iddia ettiği gibi çömlek türü bir asıldan değil, İnsan Suresi’nin 2. ayetinde vurgulandığı üzere, tüm memeli canlılar gibi nutfe/spermden yaratılmıştı.
Özetle, elimizde Kur’an gibi bir mucize-i bâki dururken, insanın yaratılışını Yahudi ilahiyatının İslam kültürüne taşınmış sorunlu rivayetleriyle açıklamak zorunda değiliz. Bunlar vahiyle Müslümanın arasına gerilen rivayet kültürünün başımıza açtığı dertlerdir. Bu rivayetleri ‘din’miş gibi savunmak zorunda da değiliz. Asıl hesap vermesi gerekenler, Allah’ın kitabını her kitabın üstüne koyanlar değildir. Asıl hesap vermesi gerekenler, insanın ilk yaratılışı gibi temel bir mevzuu Kur’an’la çözmek varken, şaibeli ve asla savunulamaz rivayetleri din ilan eden anlayıştır.
İnsan beden ve can olmak üzere iki unsurdan müteşekkil olmayıp, beden-can-ruh olmak üzere üç unsurlu bir varlıktır. Zira, iki unsurlu varlık olan beşere üçüncü unsur olan ruh üflenmiş, beşer akıl-irade-vicdan sahibi bir insana dönüşmüştü. Meleklere Âdem’e secde etme emri, işte bu değişim üzerine verilmişti:“Ne zaman ki onu şekillendirmeyi (tesviye) tamamlar da ruhumdan üflersem, derhal secdeye kapanın” (15:29). Ayette yer alan fe-ka‘û ibaresindeki fâtakibiye fâsıdır. Bu harf, “ruh üfleme” eylemiyle “secde” emri arasında sebep sonuç ilişkisi olduğuna işaret eder. Buradan şu sonuç çıkar:
Meleklerin insana secde ile emredilmesinin sebebi ona üflenen ruhtur. Zira bu ruh ile verilen akıl sayesinde insan melekten üstün tutulmuş, melekler insanın emrine amade kılınmıştır. Esasında secde ettikleri şey üflenen ruh ile insanın kazandığı mertebeye, yani İsra Suresi’nin 70. ayetinde beyan buyurulan “mükerrem kılınışa” idi.
Ruh üflenmeden önceki beşer haliyle insan, Allah’a muhatap değildi. Zira aklı, iradesi ve vicdanı yoktu. Bunlara sahip olmayan bir canlı varlık, Allah’a muhatap olamazdı. Secde Suresi’nin 9. ayetinde ruh üflenmeden önceki süreçlerde yaratılan şeyden, üçüncü şahıs zamiriyle “o” diye söz edilirken, ruh üflendikten sonra birden muhatap zamiriyle “siz” diye hitap ediyor. Yani beşerken Allah’ın “o” dediği varlık, ruh üflenip insan kılınınca “siz” dediği bir muhataba dönüşüyor. Bunun altı çizilmelidir.