18 Şubat 2019

ESMAÜL HÜSNA İMAM-I GAZALİ




ESMAÜL HÜSNA İMAM-I GAZALİ

DUALAR VE TILSIMLAR






DUALAR VE TILSIMLAR

HERKESE LÂZIM OLAN ÎMÂN DÖRDÜNCÜ BÖLÜM



HERKESE LÂZIM OLAN ÎMÂN
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
îmânlarından ileri gelir. 3 Müslimânların çoğu, kendi dillerinden başka lisan bilmezler. Hıristiyanlığın lehinde veyâ aleyhinde yazılmış kitâbları okumak şöyle dursun, dünyâda böyle kitâbların mevcûd olduğundan bile haberleri yokdur. Onlara kendi dillerinde yazılmış ve hıristiyanlığı bol bol medh eden kitâblar verin, okusunlar. Bu kitâbları verirken, bunların içinde yazılı olan şeylerin onların anlıyabilecekleri kadar basît ve açık ifâdeli olmasına son derecede dikkat edin. İçinde ağır cümleler, büyük fikrler bulunan kitâblardan hiçbir fâide hâsıl olmaz. Bunları anlamazlar ve okurken sıkıldıkları için, bir tarafa atarlar. Sâde söz, sâde cümle, sıkmayacak ifâde esâsdır. Karşınızdaki insanların çok câhil olduğunu ve kafalarının ancak basît ifâdeleri anlıyabileceklerini unutmayın. 4 Onlara dâimâ şunu anlatın: (Mademki hıristiyanlar ve müslimânlar Allahü teâlâya îmân ediyorlar, o hâlde rableri birdir. Fekat, Allahü teâlâ, hıristiyanlığı hakîkî din olarak kabûl eder. Bunun isbâtı meydândadır. Bakınız bir kere, görüyorsunuz ki, dünyâda en zengin, en medenî, en bahtiyâr insanlar hıristiyanlardır. Çünki Allahü teâlâ, onları yanlış yolda olan müslimânlara tercîh etmişdir. İslâm memleketleri fakr ve zarûret içinde iken, hıristiyan memleketlerinden yardım dilenirken, ilm ve fende çok geri kalmışken, hıristiyan memleketleri medeniyyetin en yüksek mertebesine vâsıl olmuş, hergün dahâ da ilerlemekdedirler. Birçok müslimân, hıristiyan memleketlerinde iş bulmak için, oralara gitmekdedir. Sanâyı de, ilmde, fende, ticâretde, kısaca her şeyde hıristiyanlar müslimânlardan üstündür. Bunu kendi gözlerinizle görüyorsunuz. Demek ki Allahü teâlâ, İslâm dînini doğru bir din kabûl etmiyor. Onun bâtıl bir din olduğunu size, bu hakîkat ile göstermek istiyor. Allahü teâlâ, hakîkî din olan hıristiyanlıkdan ayrılanları cezâlandırmak için, onları dâimâ sefîl, hakîr, perişân bir hâlde bırakacak ve müslimânların hiçbir zemân iki yakası biraraya gelmiyecekdir.) İşte misyonerler, bu yalan cümleler ile, müslimânları aldatmağa, hıristiyan yapmağa uğraşmakdadırlar. Ellerinde bol para olduğundan, bu paraları büyük mikdârda, bu maksad için kullanmakda, müesseseler, hastahâneler, aşhâneler, mektebler, idman salonları, eğlence yerleri, kumarhâneler, fuhş evleri kurarak müslimânları iğfâl etmeğe, ahlâklarını bozmağa çalışmakdadırlar. Zemânımızda, (Yehova şâhidleri) denilen hıristiyan misyonerler, yukarıda yazılı tatlı, okşayıcı dillerle müslimân yavrularını 305 Herkese Lâzım Olan Îmân: F-20
306 aldatmağa, hıristiyan yapmağa çalışıyorlar. Telefon rehberlerinden aldıkları adreslere, broşürler, kitâb ve risâleler gönderiyorlar. Şık, süslü giyinmiş güzel kızlar, kapı kapı dolaşarak evlere bu kitâb ve risâlelerden bırakıyorlar. Hâlbuki, 1296 [m. 1879] da Beyrutda açılmış olan (Matba at-ül-katolikıyye) matba ası, çeşidli dillerde, İncîller basdırdığı gibi, 1908 de basmağa başladığı ve zemânla müteaddid baskılarını yapdığı (El-müncid) ismindeki arabî lügat kitâbında (Yehve [Yehova] şâhidleri denilen bid at fırkasını, Ch. Taze Russell, 1872 senesinde Birleşik Amerikada meydâna çıkarmışdır. Mukaddes kitâbdan kendine göre yanlış ma nâlar çıkarmış, 1334 [m. 1916] de ölmüşdür. Yehve, Allah sübhânehü ve teâlâ için Tevrâtda yazılı olan bir ismdir) denilmekdedir. Bunların da bozuk oldukları ve (Yehova) sözünün yanlış olduğu, bu hıristiyan kitâbından anlaşılmakdadır. Çok şükr ki, müslimânlar, bu yaldızlı, hîleli yalanlara aldanmıyor. Hıristiyanlığa karşı olan nefretlerinin, i timâdsızlıklarının artmasına sebeb oluyor. Allahü teâlâya hamd-ü senâ olsun ki, müslimânlar onların zan etdikleri gibi câhil insanlar değildir. Evet, bundan kırk-elli sene evvel bir avrupa lisanı bilen, bir yüksek okulu bitirmiş olan müslimânların mikdârı çok değildi. Fekat buna karşılık, her memleketde, her şehrde, hattâ her köyde, sübyan mektebleri, medreseler vardı. Bu medreselerde din bilgileri ile berâber, zemânlarının fen, matematik ve astronomi bilgileri de okutulurdu. O zemânlardan kalma kitâblar ve medreselerin programları bu açıklamamızın vesîkalarıdır. Câmi leri, mektebleri ve zekât, mîrâs taksimi gibi ibâdetleri ve alışveriş, şirketlerin ve vakfların hesablarını yapabilmek için kuvvetli riyâziye [matematik] bilmek lâzımdır. Analar babalar çocuklarını dahâ küçük yaşlarda bu medreselere göndermek için, birbirleri ile müsâbaka [yarış] ederlerdi. Çocuğunu medreseye verirken, tantanalı, şa şa alı merâsimler yapılır, ziyâfetler verilirdi. Çocuğun yaldızlı, sırmalı elbiselerinin ve süslü çantalarının ve bindirildiği arabaların zînetleri ve yapılan mevlid cem iyyetlerinde ilme, bunları öğrenmeğe verilen kıymetin ve ehemmiyetin hâtıraları, çocuğa ömrü boyunca bir şeref ve iftihâr vesîlesi olurdu. Medreseleri iyi derece ile bitirenlerin askerlikden muâf tutulması ve yüksek vazîfelere ta yîn edilmeleri, gençleri tahsîle teşvîk ediyordu. Köylerde yaşıyan çobanların bile, din ve ahlâk bilgileri şaşılacak kadar çokdu. Bu mes ûd hâl, mason olan ve islâmiyyeti bozmak için ingilizlerle işbirliği yapan Reşîd pâşanın, hâriciye nâzırı iken, hâzırladığı (Tanzîmât) kanûnunun kabûl edildiği 1255 [m. 1839] senesine kadar devâm 306
307 etdi. Bugün de, müslimânların elinde İslâm dîninin esâslarını îzâh eden birçok eserler vardır. Bizim için ne büyük bir se âdetdir ki, bunlardan bir kısmını hâzırlamak şerefine kavuşduk. (Cevâb Veremedi) kitâbımız ile bu, (Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbı çok sâde dille yazılmış, batılıların kendi kitâbları hakkında söyledikleri (tatlı dilli olmak) ta rîfine uygun hâzırlanmağa çalışılmışdır. Kitâblarımızın hepsi, şarkın ve garbın en büyük âlimlerinin, hıristiyanlık ve İslâmiyyet hakkındaki düşünce ve hükmlerini ihtivâ eden eserlerdir. Bunların bir kısmını Avrupa lisanlarına terceme ederek neşr etdik. Bu kitâbların gerek yurdumuzda ve gerek bütün dünyâda yapdıkları te sîri görerek iftihâr etmekdeyiz. Dünyânın her tarafından aldığımız takdîr ve teşekkür mektûbları, bunları hâzırlamak için çekdiğimiz meşakkati bize unutdurmakdadır. Aldığımız sayısız mektûbların çoğunda bize (Hakîkî müslimânlığı bu kitâblarınızdan öğrendim) denilmekdedir ki, biz bundan dahâ büyük bir mükâfât düşünemiyoruz. Bu kitâbları okuyan her müslimân, dinler hakkında kendisine bilgi soran herkese îcâb eden cevâbı kolayca verebilir ve karşısındakini bu husûsdaki bilgisine hayrân bırakır. Hakîkî müslimânlığı öğrendikden sonra, Onun câzibesine kapılmıyacak kimse yokdur. Bu kitâbımızın (Müslimânlık ve Hıristiyanlık) kısmını incelerseniz, birçok hıristiyan ilm adamlarının, mühim mevkı lerde bulunan hıristiyanların seve seve ve hiç bir te sîr altında kalmadan, dinlerini değişdirerek, müslimân olduklarını göreceksiniz. Kitâblarımızı okumuş olan bir müslimân, misyonerlerin yukarıdaki yalan propagandalarına ancak güler. Çünki, hıristiyanlığın refâh, servet, bereket, se âdet getirdiği hakkında söyledikleri sözler, hiçbir zemân doğru değildir. Hıristiyanlığın bir memleketin gelişmesine, ilerlemesine, zengin olmasına hizmet etdiği şöyle dursun, temâmen aksine olarak, bütün bunlara mâni olduğu, hıristiyanlığın avrupa devletlerine hâkim olduğu Kurûn-ı vüstâ [Orta çağ]da görülmüşdür. Müte assıb hıristiyanlar, terakkîye mâni olmuşlar, ilm ve fennin bulduğu herşeyi günâh saymışlar, insanların dünyâya ancak çile çekmek için geldiğini ileri sürerek, eski Yunan ve Roma fen adamlarının eserlerini ortadan kaldırmışlar, eski medeniyyet eserlerini yakıp yıkmışlar, dünyâyı karanlığa sokmuşlar, harâbeye çevirmişlerdir. Ancak, İslâmiyyetin zuhûrundan ve dünyâya intişârından sonra, eski medeniyyet eserleri tekrar meydâna çıkarılmış, eski fen bilgileri, müslimânlar tarafından elde edilen yeni buluşlarla zenginleşdirilerek, okutulmağa başlanmış, islâm üniversiteleri kurulmuş, sanayı, ticâret gelişmiş, 307
308 insanlar sulh ve refâha kavuşmuşdur. İlm, fen ve tıb yalnız müslimânlarda olduğundan, Papa İkinci Silvester, Endülüs İslâm Üniversitesinde okumuş, İspanya krallarından Sancho, hastalığını tedâvî etdirmek için, İslâm hekimlerine mürace at etmişdir. Avrupada yeni bir devr olan (Rönesans)ın müessisleri, müslimânlardır. Bugün insâflı bütün Avrupalı ilim adamları, bunu kabûl etmekdedir. Hıristiyanlığın beşeriyyete ne getirdiği hakkında en güzel ifâdeyi meşhûr Alman filozofu Nietsche söylemişdir: (Hıristiyanlığın, dünyâyı çirkin ve fenâ görmek arzû ve hükmü, dünyâyı hakîkaten çirkin ve fenâ yapmışdır). Misyonerlerin ileri sürdükleri ikinci husûsa, ya nî bugün hıristiyanların refâh içinde olmasına karşı, müslimân memleketlerinde bulunan halkın fakîr ve perîşân olmasına gelince, doğru olan bu keyfiyyetin din ile hiçbir alâkası yokdur. Aklı başında olan herkes, eğer bugün müslimânlar fakr ve zarûret içinde iseler, bunda kabâhatin kendi büyük dinleri islâmiyyetde değil, bu dînin esâslarını bilmiyen veyâ bildiği hâlde tatbîk etmeyen kimselerde olduğunu görür. Hıristiyanların fen sâhasında ilerlemesinde ise, nasıl bir kitâb olduğunu yukarıda gördüğümüz Kitâb-ı mukaddesin, Tevrât ve İncîlin değil, îmân etmedikleri hâlde, Kur ân-ı kerîmin gösterdiği se âdet yoluna sarıldıkları, böylece kendi çalışkanlıklarının, gayretlerinin, doğruluklarının ve sebâtlarının sebeb olduğunu derhâl fark eder. Bizim dînimizde, çalışmak, dürüst ve sebât sâhibi olmak, herşeyi öğrenmek tekrar tekrar emr olunduğu hâlde, bunu yapmayanlar şübhesiz ki, Allahü teâlânın gadabına uğrayacaklardır. Yoksa, müslimânların geri kalmalarının sebebi, hıristiyan olmadıklarından değil, tam tersine, hakîkî müslimân olmadıkları içindir. Bakınız, Japonlar hıristiyan olmadıkları hâlde, Kur ân-ı kerîmin emr etdiği gayret, çalışma azmi ve dürüstlük netîcesi olarak optikde Almanları, otomobil sanâyı inde Amerikalıları geçdiler. 1985 senesinde, Japonyada beşbuçuk milyon otomobil yapıldı ve bütün dünyâ buna hayret etdi. Japon halkı, maddî refâh içindedir. Elektronik sanâyı inde de, dünyâyı geçmişdir. Hepimizin evinde bir Japon hesâb makinesi vardır. Yalancı misyonerler acaba buna ne buyururlar? Dünyâyı kaplayan Japon bisikletlerinin, Japon mikroskoplarının, Japon daktilo makinelerinin ve bilgisayarlarının, Japon teleskoplarının, Japon fotoğraf makinelerinin hıristiyanlıkla bir alâkası var mı? Bu mes eleyi ilerde tekrar ele alacağız ve bugün bir hakîkî 308
309 müslimânın yapması gereken husûsları bir kerre dahâ inceliyeceğiz. Kıymetli okuyucularımız! Bugünkü Kitâb-ı mukaddesi gördünüz. Biz, bu kitâbı sizin gözleriniz önünde kısaca tedkîk etdik. Tarafsız olduğumuza herhâlde siz de inandınız. Şimdi sıra, bizim dînimizin mukaddes kitâbı olan Kur ân-ı kerîme geldi. Onu da temâmen tarafsız olarak birlikde inceliyeceğiz. Bu tedkîkimiz bitdikden sonra, hakîkî Allah kelâmının hangi kitâb olduğunu siz de bütün açıklığı ile bir kerre dahâ görmüş olacaksınız. Hakkın yüzdört kitâbı ki, nebîler üzre inmişdir, kütübdür onların dördü, suhuf yüzü, kelâmullah. Zebûru verdi Dâvüda, dahî Tevrâtı Mûsâya, ve hem İncîli Îsâya, getirmiş Cebrâîl vallah. Habîbullaha Kur ânı getirdi, hâcet oldukca, yirmi üç yıl itmâm eyleyip kesildi vahyullah. Dahî hem nebîler hakkında bildim ismetü fitnet, nezâfet hem emânet, sıdkla teblîgu hükmillâh. Gadrle, zenbü humk ve kizbü ketmü hıyânetden, münezzehdir, müberrâdır cemî i Enbiyâullah. Nebîler ismini bilmek, didiler ba zıları vâcib, yirmi sekizin bildirdi, Kur ânda bize Allah. Cemî i Enbiyânın evvelidir hazret-i Âdem, kamûdan efdalü âhır, Muhammeddir resûlullah. İkisinin arasında, kat î çok Enbiyâ gelmiş, hesâbın kimseler bilmez, bilir ânı hemen Allah. Resûllerin dinleri mevtle bâtıl olmaz kat â, ve efdaldir meleklerin hepsinden, Enbiyâullah. Bizim Peygamberin ahkâm-ı şer î, öyle bâkîdir, ki, ehl-i mahşeri, bu şer ile fasledecek Allah. Ne ki kılmış Habîbullah, bize teblîg-i ahkâmı, kabûl etdim anı, âmentü billâh ve hükmillâh. 309
310 3 KUR ÂN-I KERÎM Îsâ aleyhisselâmdan sonra, bir son Peygamber aleyhissalâtü vesselâm geleceği İncîlde yazılıdır. Yuhannâ İncîlinin 14. cü bâbının 16. cı âyetinde Îsâ aleyhisselâm; (Allah size, sizinle berâber kalacak bir tesellî edici gönderecekdir) demekdedir. 26. cı âyetinde ise, (Bu hakîkî tesellîci size herşeyi öğretecek ve size benim öğretdiklerimi de hâtırlatacakdır) demekdedir. 16. cı bâbın 13. cü âyetinde ise, (O, size her hakîkate yol gösterecekdir. Zîrâ O, size kendiliğinden birşey söylemiyecek, fekat Allahın söylediklerini size bildirecekdir) demekdedir. [Hıristiyanlar (Tesellîci) kelimesini (Rûh) diye tercemede ısrâr ederler.] Bundan başka, Kitâb-ı mukaddesin Eski Ahd (Tevrât) kısmında Arab ırkından bir Peygamber geleceği yazılıdır. Tesniyenin 18. ci bâbının 15. inci âyetinde, Mûsâ aleyhisselâmın İsrâîllilere, (Rab sizin için aranızdan, kardeşlerinizden benim gibi bir Peygamber aleyhissalâtü vesselâm çıkaracakdır) dediği yazılıdır. Burada bahs konusu olan İsrâîllilerin kardeşleri, İsmâîlîler ya nî arablardır. İşte İncîlde ve Tevrâtda yazılı olan ve Arab ırkından geleceği müjdelenen bu son Peygamber, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem dir. Getirdiği din, (İslâm) dînidir. Bu dîne îmân edenlere (Müslimân) ismi verilir. Müslimânların kudsî kitâbı, (Kur ân-ı kerîm)dir. Kur ân-ı kerîm, Allahü teâlâ tarafından Peygamberimiz Muhammed sallallahü aleyhi ve selleme, arabî olarak vahy olunmuşdur. Aradan 1400 sene geçmiş olmasına rağmen, tek kelimesi, hattâ tek harfi değişmemişdir. Hangi dinden olursa olsun, herkes onu okuduğu zemân azamet ve haşmetine hayrân kalır. Hattâ, arabî bilmeyenler bile, onun başka dillerdeki tercemesini okurken, bu muazzam ifâdenin kudretini i tirâf etmeğe mecbûr olurlar. Üç mukaddes kitâb hakkında Nişancızâde Muhammed Efendinin [1] (Mir ât-ı kâinât) kitâbında şu bilgiler vardır: Mûsâ aleyhisselâm, Medyen şehrinde Şuayb aleyhisselâma on sene hizmet etdikden sonra, anasını ve kardeşini ziyâret için Mısra [1] Nişancızâde, 1031 [m. 1622] de Edirnede vefât etdi. 310
311 giderken Tûr dağında kendisine Peygamber olduğu bildirildi. Mısra gitdi. Fir avnı ve kavmini dîne da vet etdi. Dönüşde yine Tûra uğrayıp Allahü teâlâ ile konuşdu. Kendisine (Evâmir-i aşere) ya nî on emr ve kırk cild Tevrât nâzil oldu. Her cildde bin sûre, her sûrede bin âyet vardı. Bir cild, bir senede okunurdu. Mûsâ, Hârûn, Yûşa ve Uzeyr ve Îsâdan aleyhimüsselâm başka kimse Tevrâtı ezberlememişdir. Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, Tevrât nüshaları yazıldı. Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın emri ile, altın ve gümüşden bir sandık yapıp, kendine nâzil olan Tevrâtı içine koydu. Kudüse yakın bir yerde yüzyirmi yaşında vefât etdi. 668 [m. 1269] senesinde Mısr sultânı Beybers kabri üzerine türbe yapdırdı. Mûsâ aleyhisselâmdan sonra Yûşa aleyhisselâm, Amâlikadan Kudüsü aldı. Çok zemân sonra İsrâîl oğullarının dinleri ve ahlâkları bozuldu. Buhtunnasar Bâbilden gelip, Kudüsü aldı. Süleymân aleyhisselâmın yapmış olduğu Mescîd-i aksâyı yıkdı. Tevrâtları yakdı. İkiyüzbin kişi öldürdü. Yetmişbin din adamını esîr aldı. Bâbile götürdü. Behmen pâdişah olunca esîrleri serbest bırakdı. Uzeyr aleyhisselâm Tevrâtı okudu. İşitenler yazdılar. Uzeyr aleyhisselâmdan sonra yine bozuldular. Bin Peygamberi şehîd etdiler. İskender gelinceye kadar, Îrânın emrinde yaşadılar. İskenderden sonra, Yunanlıların ta yîn etdiği yehûdî vâlîlerle idâre edildiler. İncîle gelince, bu da ilk şeklinde olduğu gibi saklanmadı. Hele İncîli ezberden bilen tek kişi yokdu. Havârîlerin bile İncîli ezberden bildiğine dâir tek bir kayd yokdur. İncîl hakkında, kitâbımızın birinci kısmı başında geniş bilgi verilmişdir. Hâlbuki Kur ân-ı kerîm, yirmiüç senede, parça parça nâzil oldukça, Onu mü minler hemen ezberliyorlardı. Ancak (Yemâme) [1] muhârebesinde, Kur ân-ı kerîmin hepsini ezberlemiş 70 hâfız şehîd olunca, (Kur ân-ı kerîmi ezberden bilenler azalıyor) diye, telâş eden Ömer radıyallahü anh, o zemânki halîfe Ebûbekre radıyallahü teâlâ anh başvurarak, Kur ân-ı kerîmin toplanıp yazılmasını tavsiye ve ricâ etdi. Bunun üzerine, hazret-i Ebûbekr, Muhammed aleyhisselâmın kâtibi olan Zeyd bin Sâbite radıyallahü teâlâ anh Kur ân-ı kerîm sûrelerinin ayrı ayrı kâğıdlara yazılmasını emr etdi. Kur ân-ı kerîm Kureyş lehçesi dâhil, yedi lehçe üzerine vahy edilmişdi. Hattâ ba zen herhangi bir Kur ân-ı kerîm kelimesini iyi telaffuz edemeyenlere, aynı ma nâda başka bir kelime kullanmasına da müsâ ade olunuyordu. Meselâ, Abdüllah ibni Mes ûd radıyallahü teâlâ anh (Taâmül-esîm) kelimesini müte- [1] Yemâme cengi, hicretin onbirinci senesinde Müseylemetülkezzâba karşı yapıldı. 311
312 mâdiyen (Tâmmülyetîm) diye okuyan bir köylüye, (Sen bu kelimeyi telaffuz edemiyorsan, bunun yerine aynı ma nâda olan (Taâmülfâcir) kelimesini kullan!) demişdi. Fekat Kur ân-ı kerîmin böyle muhtelif lehçelerle okunması, aynı ma nâda da olsa, başka kelimeler kullanılması, müslimânlar arasında münâkaşalara, hangi lehçenin dahâ iyi olduğu hakkında münâkaşaya (ihtilâfa) sebeb oldu. Bunun üzerine, o zemânki halîfe Osmân radıyallahü teâlâ anh, yine Zeyd bin Sâbit radıyallahü teâlâ anh reîsliği altında bir hey et toplıyarak, Kur ân-ı kerîmin yalnız Kureyş lehçesi üzerine yeniden yazılmasını ve tertîb edilmesini emr etdi. Sûreler, hep Kureyş lehcesi ile yazılmış sahîfelerden seçildi. Bu Mıshafdan, yedi aded yazılarak vilâyetlere gönderildi. Bu sûretle, Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem vefât edeceği sene, Cebrâîl aleyhisselâm ile iki def a okumuş oldukları Kur ân-ı kerîm yazıldı. Buna uymıyan nüshaları imhâ edildi. Bugün bütün islâm memleketlerinde mevcûd olan Kur ân-ı kerîmlerin tertîbi ve şekli (Mıshaf-ı Osmânî)ye tam uygundur. O zemândan beri bir tek harfi değişmemişdir.) (Rıyâd-un-nâsıhîn) ismindeki fârisî kitâbda diyor ki, (Osmân radıyallahü teâlâ anh halîfe iken, Eshâb-ı kirâmı radıyallahü teâlâ anhüm ecma în topladı. Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem vefât etdiği sene okuduğu Kur ân-ı kerîm bu olduğuna ittifak ile karâr verdiler. Yedi lugatden birini tercîh etmek, ümmete vâcib değildi, câizdi). İslâm dîninin menba ları dörtdür. Kur ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf, icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı Fukahâ. İcmâ, sözbirliği demekdir. Eshâb-ı kirâmın radıyallahü teâlâ anhüm ecma în sözbirliği ile dört mezheb imâmlarının sözbirliği, müslimânlar için seneddir, vesîkadır. Çünki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, (Ümmetim, hatâ, dalâlet üzerinde birleşmez) buyurmuşdur. İcmâ ile anlaşılan bilgilerin doğru olacaklarını, bu hadîs-i şerîf de haber vermekdedir. Bunun için, Eshâb-ı kirâmın radıyallahü teâlâ anhüm ecma în icmâ etdiği bu Mıshaf sahîhdir. Bundan başkasını okumak harâmdır. Zâten, bugün Kureyş lehçesinden başka lehçelerle yazılmış Kur ân-ı kerîm mevcûd değildir. Yedi lehçenin hepsi zemânla tegayyür etmiş, unutulmuş, gayb olmuşlardır. Bugün müsta mel muhtelif arabî lugatlar ile Kur ân-ı kerîmi anlayabilmek için, tefsîr kitâblarını okuyarak, Kureyş lehçesini, kelimelerin o zemânki kullanıldıkları ma nâları öğrenmek lâzımdır. Kur ân-ı kerîm hakkında garblı meşhûr âlimler, edîbler, hayrânlıklarını dâimâ izhâr etmişlerdir. Meşhûr edîblerden biri olan 312
313 Alman şâiri Goethe [1], Kur ân-ı kerîmin, tam doğru olmıyan almanca bir tercemesini okudukdan sonra, (İçindeki tekrârlardan sıkıntı duydum. Fekat ifâdenin azameti, haşmeti karşısında hayrân kaldım) demekden kendini men edememişdir. Bir ingiliz râhibi olan Beoworth-Smith, (Muhammed ve Muhammede bağlı olanlar) sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem ismli eserinde, (Kur ân, üslûb temizliği, ilm, felsefe ve hakîkat mu cizesidir) diye yazmakdadır. Kur ân-ı kerîmi ingilizceye terceme eden Arberry ise, (Ne zemân ezân dinlesem, o bana çok te sîr eder. Akan nağmelerin altında, sanki davula vuruluyormuş gibi bir ses duyarım. Bu vuruş, sanki kalbimin vuruşu gibidir) demekdedir. Marmaduke Pisthali ise, Kur ân-ı kerîm için, (En taklîd olunmaz bir âhenk, en sağlam bir ifâde! İnsanları ağlamağa veyâ sonsuz muhabbet ve aşka sevk eden bir kudret!) ifâdesini kullanmışdır. Bunların yanında birçok garblı filozof, ilm ve siyâset adamları, Kur ân-ı kerîmden, büyük bir hurmet, büyük bir takdîr, büyük bir hayranlıkla bahs etmekdedirler. Fekat bunlar, Kur ân-ı kerîmi, Allah kitâbı olarak değil, Muhammed aleyhisselâmın yazdığı büyük ve kıymetli bir eser olarak kabûl etmekdedirler. Eğer böyle olmasaydı, bütün bu hayrânların müslimân olmaları îcâb ederdi. Bakınız, Lamartin [2] bile: (Muhammed, bir yalancı Peygamber değildir. Çünki O, kendisinin Allah tarafından yeni bir dîni yaymak için seçildiğine inanıyordu) demekdedir. Bu da, şunu gösterir: Garblı ilm adamları, Muhammed aleyhisselâmın yalancı olmadığını, fekat Onun kendi karîhasından [zekâsından] gelen Kur ân-ı kerîmi Allahü teâlânın vahyi zan etdiğini ileri sürüyorlar. Onlara göre Muhammed aleyhisselâm, yalan söylemiyordu. Hakîkaten kendisini Peygamber zan ediyor ve ağzından çıkan sözlerin, Ona Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine inanıyordu. Kur ân-ı kerîm misli olmıyan büyük bir mu cizedir. Aşağıda beyân edeceğimiz gibi, içinde en derin ilmî ve fennî bilgiler, bütün dünyâda bugüne kadar yapılmış medenî kanûnlara nümûne teşkil edecek ilmî ve hukûkî esâslar, eski târîhe âid birçok bilinmeyen ma lûmât, insanlara verilebilecek en büyük ahlâk esâsları, nasîhatler, dünyâ ve âhiret hakkında en mantıkî îzâhat esâsları ve bunlara benzer, o zemâna kadar hiçbir kimsenin bilmediği, bile- [1] Goethe 1248 [m. 1832] de öldü. [2] Fransız şâiri Lamartin, 1286 [m. 1869] da öldü. 313
314 mediği, tasavvur bile edemediği husûslar vardır. Bunlar kimsenin söyliyemeyeceği yüksek bir ifâde ile beyân edilmişdir. Muhammed aleyhisselâm ümmî idi. Ya nî kimseden bir şey okumamış, öğrenmemiş, hiç bir şey yazmamışdı. Bu husûs Kur ân-ı kerîmde, Ankebût sûresinin kırksekizinci âyetinde meâlen, ([Ey Muhammed aleyhisselâm! Bu Kur ân-ı kerîm sana indirilmeden önce] Sen bir kitâbdan okumuş ve elinle onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı müşrikler [Kur ân-ı kerîmi, başkasından öğrenmiş veyâ önceki semâvî kitâblardan almış] derlerdi. [Yehûdîler de, Onun vasfı Tevrâtda ümmî olarak bildirilmişdir, bu ise ümmî değil diye şübheye düşerlerdi]) buyurulmuşdur. Muhammed aleyhisselâm 40 yaşında iken, ibâdet için çekildiği Hirâ dağındaki mağarada, kendisine Cebrâîl aleyhisselâm tarafından ilk vahy getirildiği zemân, korkudan şaşkına dönmüş, ne yapacağını şaşırmış, koşa koşa evine giderek zevcesi olan Hadîce radıyallahü anhâdan kendisini yatağa yatırmasını, üstünü sıkıca örtmesini ricâ etmiş, uzun müddet kendisine gelememişdi. Kendisinde büyük bir rûhâniyyet, bir üstünlük olduğunu kabûl eden, insanlar için yeni bir din kitâbı hâzırlamak isteyen bir zât, böyle mi olur? Her şeyden evvel, böyle bir mu azzam eseri yazabilecek kudretde bilgi öğrenmesi, pek çok şeyler okuması, birçok tedkîkler yapması îcâb etmez mi? Hâlbuki Muhammed aleyhisselâm çocuk iken, iki kerre tüccârlarla Şâm tarafına götürülmüş, bu seferlerinde, yalnız ticâret eşyâsının muhâfazası ve emniyyeti vazîfesini yapmış, ticâret kervanları idâre etmiş, bunları yalnız SON DERECE YÜKSEK OLAN DÜRÜSTLÜĞÜ ve inanılmaz derecede yüksek olan hâfızası ile yapmışdı. Kendisine, hâtırına bile gelmiyen, hiç beklemediği böyle bir vahy gelmesi, onu sevindirmemiş, bil aks korkutmuşdu. Ancak vahyler tekrarlandıkça, Allahü teâlânın kendisine hakîkaten gâyet mühim ve ağır bir vazîfe verdiğini anlamış ve Allahü teâlânın emrlerine bütün mevcûdiyyeti ile itâ at ederek, Onun bildirdiği (Tek Allah) esâsı üzerine kurulmuş olan (İslâm dîni)ni neşre başlamışdı. Muhammed aleyhisselâmın islâm dînini neşr etmesi, Ona hiçbir dünyevî menfe at temîn etmemiş, bil aks hemen hemen, bütün Mekkeliler kendisine düşman kesilmişdi. (Hiçbir Peygamber, benim çekdiğim eziyyeti çekmedi, benim kadar üzülmedi) buyurmuşdur. Bu hadîs-i şerîf, kitâblarda yazılıdır. Bu da gösteriyor ki, Muhammed aleyhisselâm yeni bir din neşr etmesinde hiçbir menfe ati veyâ arzûsu bulunmuyordu. Esâsen, yukarıda da zikr etdiğimiz gibi, kendisinin yetişmesi ve muhîti böyle mu azzam bir iş için kâfî değildi. 314
315 O hâlde, Muhammed aleyhisselâmın Kur ân-ı kerîmi kendi başına tertîb etdiğini kabûl etmeğe imkân yokdur. Acabâ Kur ân-ı kerîm, ancak Allahü teâlâ tarafından vahy edilen mu azzam bir eser midir? Bir de bunu tedkîk edelim: Bir yeni peygamber zuhûr edince, onun etrâfında toplanan halk, ondan mu cizeler bekler. Gerek Mûsâ aleyhisselâm, gerek Îsâ aleyhisselâm peygamberliklerini isbât etmek için mu cizeler göstermek zorunda kaldılar. Hakîkatde bu mu cizeler, ancak Allahü teâlânın emr ve müsâ adesi ve yaratması ile meydâna geldi. Fekat, bunları târîhçiler, (Mûsânın ve Îsânın aleyhimesselâm mu cizesi) diye kayd etdiler. Hâlbuki, bizim gibi insan olan Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât, kendiliklerinden mu cize yapamazlar. Mu cize, ancak Allahü teâlâ tarafından yaratılır. Peygamberler ancak, Allahü teâlânın yaratdığı mu cizeleri insanlara gösterirler. Allahü teâlâ, Muhammed sallallahü aleyhi ve selleme en büyük mu cize olarak (Kur ân-ı kerîmi) vahy etmişdir. Kur ân-ı kerîm, mu cize olduğu muhakkak olan en büyük kitâbdır. Hâlbuki Arablar, Muhammed aleyhisselâmdan, semâdan bir kitâb indirilmesini veyâ bir dağı altuna çevirmesini istiyorlardı. Kur ân-ı kerîm, bu husûsu ne güzel beyân buyurmakdadır. Ankebût sûresinin elli ve ellibirinci âyetlerinde meâlen, (Müşrikler, ne olur rabbinden [Muhammed aleyhisselâmın nübüvvetine delâlet eden Îsâ aleyhisselâmın sofrası, Mûsâ aleyhisselâmın asâsı gibi] mu cizeler indirilmiş olsaydı dediler. [Ey habîbim] Sen onlara de ki, mu cizeler Allahü teâlânın kudreti ve irâdesi ile olur. [Ne zemân ve nasıl isterse öyle yaratır. Bunları yapmak benim elimde değildir.] Doğrusu ben ancak Onun azâbını size teblîg edici, haber vericiyim. Kur ân gibi bir kitâbı sana indirmiş olmamız, onlara [mu cize olarak] yetmez mi? Bunda, inanan kavm için, rahmet ve nasîhat vardır) buyurulmuşdur. O hâlde, Muhammed aleyhisselâmın en büyük mu cizesi, Kur ân-ı kerîmdir. (Bu Allah kitâbı değildir, onu Muhammed yazmışdır) diyebileceklere karşı da, Allahü teâlâ, yukarıda meâl-i şerîfini bildirdiğimiz, Ankebût sûresinin kırksekizinci âyetinde cevâb vermişdir. Böyle şübhelere mahal bırakmamışdır. Allahü teâlâ, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemin böyle bir kitâbı yazacak bir kudretde olmadığını ve Kur ân-ı kerîmin kendisi tarafından vahy edildiğini teyîd etmekdedir. Esâsen Muhammed aleyhisselâmı Peygamber olarak seçerken, Onun bilhâssa ümmî, ya nî okuma yazma öğrenmemiş olmasını bildirmiş ve bu sebebden Kur ân-ı kerîmin ancak Allahü teâlâ tarafından vahy edilebileceğinin anlaşılmasını istemişdir. Bu âyet-i kerîme- 315
316 nin tefsîrinde bu husûsda geniş ma lûmât vardır. Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu gösteren en büyük vasfı, FEVKAL ÂDE DÜRÜSTLÜĞÜ, SADÂKATİ, CESÂRETİ, SABR VE DİRÂYETİDİR. Yalnız yüksek ilmi değil. Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin 82. ci âyetinde meâlen, (Kur ân-ı kerîmin ma nâsını düşünmiyorlar mı? Eğer Allahdan başkasından gelmiş olsaydı, içinde pek çok ihtilâf bulunurdu) buyurulmuşdur ki, bu ne kadar doğrudur. Allah kelâmı olmadığını öğrendiğimiz bugünkü (Kitâb-ı mukaddes)de, Tevrât ve İncîlde pek çok ihtilâflar vardır. Bu da, bunların insan eliyle yazılmış olduklarını isbât etmekdedir. Şimdi büyük bir sabr ile ve temâmen bî-taraf olarak, Kur ân-ı kerîmin hakîkaten büyük bir mu cize olup olmadığını tedkîk edelim. Bir kitâbın mu cize olması için, onun çok belâgatli bir lisânla yazılmış olması, kimsenin o zemâna kadar bilmediği, duymadığı hakîkatleri, hikmetleri ortaya koyması ve eserin hiçbir kimsenin yapamıyacağı bir tarzda tertîb edilmiş bulunması lâzımdır. Kur ân-ı kerîmin lisânının belâgati hakkında çok misâl verdik. Bu husûs, esâsen bütün dünyâ tarafından kabûl edilmişdir. Kur ân-ı kerîmin belâgatini inkâr eden tek insan yokdur. Kur ân-ı kerîmde, o zemâna kadar hiç bilinmiyen husûslar zikr edilmiş midir? Bunu tedkîk edelim: Bugün dünyâmızın nasıl meydâna geldiği hakkında büyük ansiklopedilerde ve fen adamlarının kitâblarında şu ma lûmât vardır: (Milyarlarca sene evvel, bütün kâinât [Evren] bir tek parçadan ibâret idi. Bu tek parçanın ortasında birdenbire büyük bir infilâk oldu ve bu tek parça birçok parçalara ayrıldı. Parçaların her biri başka bir cihete doğru gidiyordu. Nihâyet, bu parçaların ba zıları birbirleriyle birleşerek muhtelif seyyâreler [gezegenler] ve ayrı ayrı galeksiler [saman yolları], güneşler ve peykler [aylar] meydâna getirdiler. Artık Fezâda [uzayda] bu ilk patlamaya karşı bir mukâvemet kalmadığından, bu seyyâreler ve uydular ve bunların içinde bulundukları galeksiler fezâda kendi mahreklerinde [yörüngelerinde] devr etmeğe [dönmeğe] ve yüzmeğe devâm etdiler. Dünyâ, içinde güneşin de bulunduğu bir galeksidedir. Kâinâtda sayılamıyacak kadar çok galeksiler vardır. Kâinât, gitdikce genişliyen bir manzûme [sistem]dir. Galeksiler yavaş yavaş dünyâdan uzaklaşmakdadır. Çünki, Kâinât, genişlemekdedir. Bir kerre, sür atleri ziyânın sür atine varırsa, artık öteki galeksileri görmemize imkân kalmıyacakdır. Şimdiden, dahâ kuvvetli teleskoplar yapmağa 316
317 mecbûruz. Zîrâ, bir müddet sonra, onları göremiyeceğimizden korkmakdayız.) diyorlar. Kendileri ile görüşdüğümüz fen adamlarına, (Bu netîceye ne zemân vâsıl oldunuz?) dediğimiz zemân, (Şöyle böyle 50-60 seneden beri, bütün dünyâ fen adamları bu kanâ atlarda birleşmişdir) demekdedirler. 50-60 sene, dünyâ hayâtında çok kısa bir fâsıladır. Şimdi hemen bu husûsda Kur ân-ı kerîmde Allahü teâlânın ne buyurduğunu tedkîk edelim: Enbiyâ sûresi, 30. cu âyetinde meâlen, (İnkâr edenler, gökler ve Erd küresi birbirlerine yapışık iken onları ayırdığımızı bilmezler mi?) buyurulmuşdur. Yâsîn sûresinin otuzyedi ve otuzsekizinci âyetlerinde meâlen, (İnkâr edenlere bir delîl de, gecedir. Biz, ondan gündüzü ayırırız, sıyırırız da karanlıkda kalıverirler. Güneş de, kendi mahrekinde [yörüngesinde] yürür) buyurulmuşdur. Demek oluyor ki, Allahü teâlâ, fen adamlarının ancak 50-60 sene evvel meydâna çıkarabildikleri dünyânın yaratılışını bundan tâm 1400 sene evvel insanlara bildirmişdir. Şimdi yine fen adamlarına dönelim. Biyologlar: (Bugün hayâtın nasıl meydâna geldiğini şöyle açıklıyoruz: Dünyânın ilk havasında amonyak, oksijen ve karbonik asit vardı. Yıldırımların te sîrleri ile bunlardan amino-asitler meydâna geldi. Milyarlarca sene evvel, ilk def a su içinde protoplazma husûle geldi. Bunlardan ilk amibler meydâna çıkdı. Hayât suda başladı. Sudan karaya çıkan canlılar, havadan amino-asitleri alarak proteinli bünyeler meydâna getirdiler. Görüldüğü gibi, bütün canlılar sudan gelmekdedir ve ilk canlılar suda teşekkül etmişdir) diyorlar. Kur ân-ı kerîmde de, ilk canlının denizlerde yaratıldığı 1400 sene evvel bildirilmekdedir. Enbiyâ sûresi, 30. cu âyetinde meâlen, (İnkâr edenler, bütün canlıları sudan yaratdığımızı bilmezler mi?) ve Furkân sûresi, 54. cü âyetinde meâlen, (İnsanı sudan yaratarak erkek ve kadın akrabâlar yapan Allahdır) ve Yâsîn sûresi, 36. cı âyetinde de meâlen, (Yerin yetişdirdiklerinden ve kendilerinden ve BİLMEDİKLERİ BİRÇOK ŞEYLERDEN çift çift yaratan Allahü teâlâ her dürlü ayb ve noksandan münezzehdir) buyurulmuşdur. Burada, nebâtâtı ve hayvânâtı tedkîk edenlere ve bunların yanında (Bilmedikleri şeyler) buyurarak, insanların ancak zemânla ve yavaş yavaş bulabildikleri, atom enerjisi gibi, yeni kaynakları inceliyen ilm adamlarına îmâlar, işâretler vardır. Nitekim, Rûm sûresinin 22. ci âyetinde meâlen, (Gökleri ve yerleri yaratması, renklerinizin ve lisânla- 317
318 rınızın ayrı olması, Onun varlığının âyetlerinden [işâretlerinden]dir. Doğrusu burada âlimler [anlayış sâhibleri] için ibret vardır) buyurulmuşdur. Demek oluyor ki, (lisân ve renk farklarında) henüz bizim bugün dahâ bilemediğimiz ba zı incelikler vardır. Bunlar zemânla meydâna çıkacakdır. Şimdi, dünyânın sonu hakkındaki ma lûmâtımızı tedkîk edelim. Fen adamları, (Dünyânın muhakkak sonu gelecekdir. Nitekim, kâinâtda ba zan bir seyyâre parçalanıp ortadan gayb olmakdadır. Bizim tedkîklerimize göre,dünyâmız, önceden kat î olarak hesâb edemediğimiz bir zemân sonra, muvâzenesini gayb ederek param parça olacakdır) demekdedirler. Hâlbuki bunu Kur ân-ı kerîm bize 1400 sene evvel bildirmişdir. Zilzal sûresinin 1. ci ve 2. ci âyetlerinde meâlen, (Arz [yer yüzü] dehşetle sarsıldığı ve içinde olanları [hazîne ve ölüleri] dışarı çıkardığı zemân) buyuruluyor. Mü min sûresi, 13. cü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Size, [varlığına ve birliğine delâlet eden] âyetlerini, mu cizelerini gösteren, size GÖKDEN RIZK İNDİREN Odur. Bu âyetlerden, işâretlerden Allaha inananlardan başkası ibret almaz) buyurulmuşdur. Buradaki (gökden rızk indiren) ta bîri, çok kerreler Mûsâ aleyhisselâm ve kavmi, çölde yolunu gayb etdiği zemân, gökden inen (Kudret helvâsı) denilen ve bugün de susuz yerlerde peydâ olan Manna adlı şekerli maddeyi işâret olabilir denilmişdir. Hâlbuki bu tefsîr yanlışdır. Tefsîr kitâblarında, âyet-i kerîmedeki (Size gökden rızk indiren) meâlindeki kısm, (Size gökden rızkınızın sebebi yağmur ve gayrilerini [kar, rutûbet] indiren Allahü teâlâdır) şeklinde tefsîr buyurulmuşdur. Çünki Allahü teâlâ, bizim rızkımızı hakîkaten semâdan indirmekdedir. Bunu biraz îzâh edelim. Bugün, en büyük fen adamları, dünyâda albüminlerin, proteinlerin nasıl meydâna geldiğini şöyle îzâh etmekdedir: (Yağmurlu günlerde yıldırım ve şimşeklerin te sîrleri ile havadaki oksijen ve azot birleşerek renksiz azot monoksit gazını meydâna getirmekde, bu gaz tekrâr oksijenle birleşerek, turuncu renkli azot dioksid, diğer tarafdan yine yıldırım ve şimşeklerin te sîri ile havadaki rutûbet ve azotdan, amonyak meydâna gelmekdedir. Azot dioksid ise, rutûbetin te sîriyle nitrik aside dönüşmekde, bu sefer nitrik asit ile amonyak, yine havada bulunan karbonik asitle birleşerek amonyum nitrat ve amonyum karbonat hâsıl olmakda, meydâna gelen bu tuzlar, yağmurla yer yüzüne inmekdedir. Yer yüzünde bu tuzlar toprakda bulunan kalsiyum tuzları ile birleşerek kalsiyum nitratı meydâna getirmekde, bu tuz da nebâtât [bitkiler] tarafından mass edilerek [emilerek] onların yetişmesine sebeb ol- 318
319 makdadır. Bu nebâtâtı yiyen insanlarda ve hayvanlarda, o maddeler muhtelif proteinlere, [ki bunların arasında albüminler de vardır] tehavvül etmekde ve bu hayvanların etlerini, sütlerini, yumurtalarını yiyen insanları beslemekdedir. O hâlde, insanların rızkı, Kur ân-ı kerîmde bildirilmiş olduğu gibi, semâdan gelmekdedir.) Yukarıdaki ma lûmâtı, (Kur ân-ı kerîmde bildirilen şeyler, fen bilgilerine uymuyor) diyenlere cevâb olarak yazıyoruz. İslâm âlimleri rahime-hümullahü teâlâ, tefsîr ilminin mütehassısları, âyet-i kerîmeleri, zemânlarındaki fen bilgilerine göre tefsîr etmişlerdir. Biz burada, Kur ân-ı kerîmin her asrdaki fen bilgilerine uygun olduğu gibi, en yeni keşflere de muvâfık olduğunu göstermek istiyoruz. Her âyet-i kerîmenin birçok, hattâ sonsuz ma nâsı vardır. Çünki, Allahü teâlânın bütün sıfatları gibi, kelâm sıfatı da sonsuzdur. Bu ma nâların hepsini, ancak Kur ân-ı kerîmin sâhibi, ya nî Allahü teâlâ bilir. Bunların çoğunu Peygamberine sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem bildirmişdir. Bu mubârek Peygamberi de sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, münâsib gördüklerini Eshâbına radıyallahü teâlâ anhüm ecma în haber vermişdir. Yukarıda verdiğimiz ma lûmât, o ma nâlar deryâsından birkaç damla olabilir kanâ atindeyiz. Şimdi biz, bütün bu fen adamlarına, (Acabâ bu hakîkatları bundan tâm 1400 sene evvel, okuma yazma öğrenmemiş olan bir zât düşünebilir miydi?) diye soracak olsak, onlar: (Böyle şey olur mu? Bugün, bu hakîkatlara varmak için, insanlar sayısız kitâblar okumuşlar, sayısız tecribeler yapmışlar ve ancak asrlardan sonra, bu hakîkatlara varmışlardır. Bu tecribeleri yapabilmek için, uzun seneler okumak, mu azzam laboratuvarlar kurmak, birçok hassâs âletleri hâzırlamak ve kullanmak îcâb eder) diyeceklerdir. O hâlde, okuma yazma öğrenmemiş olan ve temâmen câhil bir muhîtde yetişen bir zâtın, böyle mu azzam ilmî hakîkatleri kendiliğinden bulup ortaya koyması düşünülebilir mi? Elbetteki düşünülemez. O hâlde, Kur ân-ı kerîmin Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem tarafından yazıldığı iddi âsını kabûl etmeğe imkân yokdur. Bugün, birçok gayretlerden sonra, elde edilen hakîkatları bize 1400 sene evvel bildiren bir kitâb, ancak ALLAHÜ TEÂLÂ- NIN KİTÂBI olabilir. Böyle mu azzam bir kudret, insanlarda olamaz. Ancak ALLAHÜ TEÂLÂ da vardır. Yukarıdaki husûsları dikkat ile okuyan herkes, buna inanacakdır. Buna inanmamak teassub, inadcılık ve câhillik olur. Muhammed aleyhisselâm Kur ân-ı kerîm sûrelerini neşr ederken, ancak Allahü teâlânın kendisine vahy etdiği sözleri nakl ediyor, bunları O da, diğer in- 319
320 sanlarla birlikde öğreniyordu. Şimdi, Kur ân-ı kerîmin hakîkaten en büyük bir mu cize olduğunu gösteren ikinci bir husûsa, onun tertîb tarzına temâs edeceğiz: Bugünkü, en yüksek medeniyyet asrında insanların kullandıkları bilgisayarlarla Kur ân-ı kerîm incelendiği zemân, akl almaz derecede mu azzam bir matematik esâs üzerine kurulduğu anlaşılır. Netîce, insanın aklını durduracak kadar mühimdir. Bu netîce ancak Allahü teâlânın mu cizesidir. Bu yapılan tecribenin esâsına varmadan evvel, biraz da, Kur ân-ı kerîmin nasıl vahy edildiğini ve Allahü teâlânın vahy esnâsında Peygamberine sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem neler buyurduğunu tedkîk edelim. Çünki bunun Kur ân-ı kerîmin tertîb şekli ile irtibâtı vardır. Kur ân-ı kerîm bugünkü tertîb üzerine vahy edilmemişdir. İlk vahy edilen sûre, (ALAK) sûresidir. Resûlullaha sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem ilk olarak Alak sûresinin ilk 5 âyeti vahy edildi. Bunların meâl-i şerîfleri, (Ey Muhammed, herşeyi yaratan Rabbin Allahın ismi ile oku! O insanı pıhtılaşmış kandan [alakdan] yaratdı. Oku, Allah büyük kerem sâhibidir. O, kalemle öğretir, insanlara bilmediklerini öğretir) dir. Kendisine bu ilk vahy geldiği zemân, Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem ne kadar korkduğunu, nasıl telâş etdiğini yukarıda zikr etmişdik. O, kendisine Allahü teâlânın, yeni bir din teblîg etmek gibi, mu azzam ve güç bir vazîfe vereceğini hiçbir zemân düşünmemişdi. Kendisinin, hıristiyanların çok kerreler iddi â etdiği gibi, kendiliğinden meydâna çıkmadığı ve kendisine Allahü teâlâ tarafından büyük bir vazîfe verileceğini ve ne sakîl yüklere tehammül edeceğini bilmediği, Müzemmil sûresinin 1-5. âyetlerinde meâlen, (Ey örtüye bürünen Muhammed! Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir müddet için kalk ve tertîl ile, ağır ağır Kur ân oku! Doğrusu biz sana TA- ŞIMASI GÜÇ BİR VAZÎFE vereceğiz) şeklinde bildirilmekdedir. Bu vazîfenin ne kadar müşkil olduğu şundan ma lûmdur ki, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem islâmiyyeti neşre başlayınca, kendisine pek çok düşmanlar zuhûr etdi. Bütün gayretine rağmen, islâmiyyetin altıncı senesinde, Ömerin radıyallahü anh îmân etdiği gün, mü minlerin mikdârı [(Medâric) ve (Zerkânî)de] 45 erkek ve 11 i kadın olmak üzere ancak 56 kişiye varmışdı. Fekat Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem, çok dürüst, çok te- 320
321 miz, çok mükemmel bir insan olduğundan ve kendisine Allahü teâlâ tarafından verilen vazîfenin büyüklüğünü bildiğinden hiç yılmamış, bütün tehlükelere, zahmetlere tehammül ederek, bu kudsî vazîfeyi muvaffakiyyet ile îfâ etmişdir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem hakkında, bütün dünyânın ancak hurmet duyduğunu ve müteassıb birkaç papazdan başka hiç kimsenin aleyhinde hiçbir söz söylemediğini bir kerre dahâ tekrâr edelim. Aşağıda Almanyada Stuttgart şehrinde 1305 [m. 1888] senesinde, neşr edilmiş olan (Kürschner) ansiklopedisinin Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem ve islâm dîni hakkındaki yazısını berâber okuyalım. Bu yazıyı bir ansiklopediden almamız, bu gibi kitâbların mümkin olduğu kadar hakîkati yazmak mecbûriyyetinde olmaları sebebi iledir. Bizi burada asl alâkadar eden kısm, Peygamberimizin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem ahlâkı ve meziyyetleri hakkında kullanılan sözlerdir. Dahâ bundan yüz sene evvel, İslâm dîni hakkında hıristiyan ilm adamlarının neler düşündüğünü de bildirdiği için, bu parçayı temâmen terceme ederek sizlere sunuyoruz: (Muhammed aleyhisselâm ın künyesi, Ebülkâsım bin Abdüllahdır. İslâm dîninin müessisidir. 20 Nisan 571 de Mekkede doğmuşdur. Küçük yaşından beri ticâret ile meşgûl olmuş, çok seyâhatlar (!) yapmış, halk ile temâs etmiş, herşeyi öğrenmeğe heveslenmişdir. Dahâ genç yaşında, zengin bir tüccârdan dul kalmış olan ve işlerini ta kîb için kendisini yanına almış bulunan, Hadîce ile evlenmişdir. 610 senesinde, kendisinin Peygamber olduğuna ve Allah tarafından kendisine vahy geldiğine inanmış ve TEK AL- LAH MEFHÛMUNU, birçok putlara tapan Arablara teblîg için, büyük bir gayret ile feâliyyete geçmişdir. Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlâ tarafından bu vazîfenin kendisine verildiğine bütün kalbi ile inanıyordu. Mekke halkının büyük kısmı kendisinin aleyhinde olduğu, fikrlerini şiddet ile red etdiği, hattâ kendisini öldürmek istedikleri hâlde, mücâdelesini, feâliyyetini durdurmadı. Nihâyet, kendisine karşı çıkanların fazla tazyîki üzerine, 622 senesinde Mekkeden ayrılarak Yesrib [Medîne] şehrine gitdi. Müslimânlar bu harekete (Hicret) adını verirler ve takvîmlerini bu târîhe göre başlatırlar. Muhammed aleyhisselâm, Medînede birçok tarafdâr buldu. Bir putperestlik dîni olan eski Arab dînini temâmen islâh, onlara Allahın bir olduğunu isbât etmek istiyordu. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiğine göre, hak din olan İbrâhîm aleyhisselâmın dîninde bildirdiği esâslar ile, Mûsâ ve Îsânın aleyhimesselâm bildirdikleri dinlerin esâsları birdi. Fekat sonradan bu dinlerin içerisine bozuk i tikâdlar, inanışlar karışdırılarak 321 Herkese Lâzım Olan Îmân: F-21
322 tahrîf edilmiş, yehûdîlik ve hıristiyanlık şeklini almışdı. Muhammed aleyhisselâm, bütün bu dinlerin birbirinin temâdîsi, devâmı olduğunu ve en temizlenmiş şeklinin ise, ancak İslâmiyyet olduğunu herkese anlatıyordu. (İslâm) demek, (kendini temâmen teslîm etmek) demekdir. İslâm dîninin kitâbı, Kur ân-ı kerîmdir. Diğer dinlerin kitâblarında yalnız mâ nevî husûslardan bahs olunurken, Kur ân-ı kerîmde aynı zemânda, ictimâ î, iktisâdî ve hukûkî hükmler de mevcûddur. İnsanlara dünyâda neler yapmaları lâzım geldiği hakkında, hattâ medenî kanûn şeklinde olan hükmler çokdur. Aynı zemânda, nasıl ibâdet edileceği, nasıl oruc tutulacağı, vücûdün nasıl yıkanacağı hakkında emrler bulunduğu gibi, diğer insanlara ve başka dinden olanlara karşı nasıl hüsn-i mu âmele edileceği hakkında da ma lûmât vardır. Kur ân-ı kerîm, müslimân olmıyan zâlim hükümetlere karşı mücâdeleyi emr eder. Bütün esâsı tek Allaha ibâdet etmekdir. Dînî resmleri, heykelleri men eder. Şerâbı ve domuz etini yasaklar. Mûsâ ve Îsâyı da aleyhimesselâm, Peygamber olarak kabûl eder. Fekat, bunların derecelerinin son Peygamber olan Muhammed aleyhisselâmdan dahâ aşağı olduğunu bildirmişdir. [Bu, hakîkaten böyledir. Çünki, Mûsâ ve Îsâya aleyhimesselâm nâzil olan Tevrât ve İncîlde Muhammed aleyhisselâmın vasfları, üstünlükleri yazılıdır. Bunları bilen, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâm, Onun ümmetinden olmak için çok yalvardılar, düâ etdiler. Îsâ aleyhisselâmın bu düâsı da kabûl olundu. Allahü teâlâ Onu diri olarak göğe yükseltdi. Kıyâmete yakın tekrâr yer yüzüne inecek, Muhammed aleyhisselâmın dînine uyacak ve onu yayacakdır.] İslâm dînini kabûl edenler ve Onun emrlerine uygun olarak yaşayanların âhiretde, içinde dünyâ zevkleri, nehrler, meyveler, ipekli sedirler bulunan Cennete gideceklerini ve orada kendilerine genç ve güzel hûrîler verileceğini müjdeler. Muhammed aleyhisselâm, gâyet güzel huylu, güler yüzlü, kibâr tavrlı ve çok dürüst bir zât idi. Dâimâ hiddet ve şiddetden kaçmış, hiçbir zemân zulm yapmamışdır. Müslimânların dâimâ iyi huylu, güler yüzlü olmasını istemiş, Cennete iyi huy ve sabr ile gidileceğini bildirmişdir. Doğru sözlülüğü, merhameti, fakîrlere yardımı, müsâfirperverliği, şefkati, dâimâ müslimânlığın esâs temelleri olduğunu beyân buyurmuşdu. Dâimâ kanâat ile yaşamış, debdebe ve şa şa a [gösteriş]dan ictinâb etmişdir. Müslimânlar arasında hiçbir sınıf farkı tanımamış, en fakîr bir müslimânın bile hâtırını saymışdır. Büyük bir zarûret olmayınca, zora başvurmamış, bütün mes eleleri tatlılık ile, anlaşma ile, nasîhat ve îzâh ile hal etme- 322
323 ğe uğraşmış ve çok kerreler bunda muvaffak olmuşdur. [Bütün ömrü boyunca, hiç kimseyi incitmemiş, kimseyi kırmamışdır. Kendisi için kimseye kızmamışdır. Kendisinden bir şey istenip de, yok dediği, hiç işitilmedi. Var ise verir, yok ise sükût ederdi. O, Allahü teâlânın sevgilisi idi. Geçmiş ve gelecek bütün insanların seyyidi, Efendisi idi.] 630 târîhinde tekrâr Mekkeye dönerek, bu şehri kolayca feth etmiş ve çok kısa zemân içinde, yarı vahşî Arabları, dünyânın en medenî insanları hâline getirmişdir. İslâm dîni, her birinin hakkını tanımak şartı ile, bir erkeğin dörde kadar kadınla evlenmesine izn vermekdedir. Muhammed aleyhisselâm, 8 Hazîran 632 târîhinde vefât etmişdir.) Kürschner ansiklopedisinden terceme burada temâm oldu. Ansiklopedinin bu yazısını okuduğumuz zemân, şu kanâ ate varıyoruz: Bunu hâzırlıyan târîhci, İslâm dîninin Allahü teâlânın dîni olduğuna tâm inanmasa bile, bu dînin mükemmel bir din olduğunu ve tek Allaha inanmağı emr etdiğini, vahşî Arabları medenî yapdığını kabûl etmekde, hele Peygamberimizden, pek büyük bir medh ve senâ ile bahs etmekdedir. İşte, ne mükemmel bir insan olduğunu bütün dünyânın tasdîk etdiği Muhammed aleyhisselâma, son derece dürüstlüğü ve sadâkati sebebi ile, en büyük düşmanları, azgın kâfirler dahî (Muhammed-ül-emîn = Kendine güvenilir Muhammed) derlerdi. Bu kudsî vazîfeyi, her dürlü müşkilâta rağmen, devâm etdirdi. Bir müddet sonra Cebrâîl aleyhisselâm Ona Alak sûresinin 14 âyetini dahâ getirdi. Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem, Mekkelilere, onların zulmlerine rağmen, kendisine vahy olunan Kur ân-ı kerîm sûrelerini okuyor, onları hak dîne da vet ediyordu. Mekkeliler, ona gülüyor, alay ediyorlardı. Nemaz kıldığı ve görünmeyen bir ilâha ibâdet etdiği için, (Sen delirmişsin!) diyorlardı. O zemân, Allahü teâlâ, Kalem sûresinin 1-4. cü âyetlerini vahy etdi. Bu âyetlerde meâlen, (Nun, Kalem ve onunla yazılanlara yemîn olsun ki, Ey Muhammed, Sen deli değilsin. Doğrusu sana devâmlı ecr [sevâb] vardır. Şübhesiz Sen büyük bir ahlâka sâhibsin) buyuruldu. Kur ân-ı kerîmin Allah kelâmı olmadığını ve Muhammed aleyhisselâm tarafından hâzırlandığını iddi â edenleri red eden âyet-i kerîmeler nâzil oldu. İsrâ sûresinin 88. âyetinde meâlen, (De ki, insanlar ve cinler birbirlerine yardımcı olarak, [belâgat, güzel nazm ve kâmil ma nâda] bu Kur ânın bir benzerini ortaya koymak için biraraya gelseler, yemîn olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar) buyuruldu. 323
324 Necm sûresinin 3 ve 4. cü âyetlerinde meâlen, (Muhammed aleyhisselâm, kendi arzûsu ile konuşmaz. [Çünki O, tevhîdi i lân ve şirki yok etmek ve dîni yaymak ile emr olunmuşdur.] Onun [din işlerinde] konuşması ancak vahydir) buyurulmuşdur. Kehf sûresinin 110. cu âyetinde meâlen, (Onlara de ki, ben de ancak sizin gibi bir insanım. Ama, bana Rabbimin tek bir ilah olduğu vahy olunmuşdur. [Zâtında benzeri, sıfatlarında şerîki, ortağı yokdur.] Rabbine kavuşmak istiyen bir kimse, amel-i sâlih, fâideli iş işlesin ve Rabbine ibâdet etmekde hiç şerîk [ortak] koşmasın) buyurmuşdur. Ve nihâyet, hâlâ Kur ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olduğundan şübhesi olanlar için, Müddessir sûresi nâzil oldu. Bu sûrenin 1-10. âyetlerinde meâlen, (Ey örtüye bürünen Muhammed! Kalk da [kâfirleri Allahü teâlânın azâbı ile] korkut! Rabbini tekbîr et, ta zîm et! Giydiklerini temiz tut! Harâm edeceğim şeylerden sakın! Yapdığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabbin için sabr et! Sûra üfürüldüğü zemân, kâfirlere çok sıkıntılı bir gündür. Onlara kolaylık yokdur...) buyurulmuşdur. 24. cü âyetden başlıyarak meâlen, (Kur ân için, bu sihrdir, bu ancak bir insan sözüdür dedi. İşte bunu söyliyeni, şiddetli bir ateş içine, Cehenneme atacağım. Şiddetli ateşin ne olduğunu sen ne bilirsin? O [içine girenleri] ne çıkartır, ne de azâbdan vaz geçer. İnsanın derisini karartır, yakar. Orada 19 [azâb yapan melek] vardır. Ateşde olanlara azâb yapmak için, meleklerden başkasını me mûr etmedik. Ehl-i kitâb [yehûdî ve hıristiyanlar bu sayıyı, kendi kitâblarında bildirilene uygun görerek Muhammed aleyhisselâmın nübüvvetine ve] Kur âna inanırlar. Mü minlerin de îmânı artar. Ehl-i kitâb ve mü minler, [bu adedde] şübhe etmesinler. Kalbleri hasta olanlar ve kâfirler ise, Allah bunu [19 adedini] bildirmekle ne yapmak ister derler. Bunun gibi, Allah dilediğini [kötüleri] doğru yoldan sapdırır ve dilediğini [iyileri] de, doğru yola kavuşdurur. Rabbimin [Cehennem ehlini azâblandırmak için yaratdığı] meleklerin adedini, ancak kendisi bilir [Bu ondokuz melek, diğer meleklerin reîsleridir.]) buyuruldu. Kur ân-ı kerîmin hakîkaten Allahü teâlânın kelâmı olduğundan şübhe edenlere bir cevâb olan bu sûredeki 19 sayısı, Tevrâtda da bildirilmişdi. İslâm dîninde birşeyin kudsiyyet kazanması için, islâmın (Edille-i şer ıyye) denilen dört temel kaynağından birisi ile bildirilmiş olması lâzımdır. 19 ve 786 rakamlarının kudsî oldukları hiç bildirilmedi. O hâlde, bu rakamlar kudsî değildir. Ondokuzuncu asrın 324
325 sonlarında kurulan ve az zemânda dünyâya yayılan (Behâî) dîninde, ondokuz sayısı kudsîleşdirilmişdir. Orucları ondokuz gündür. Her behâînin ondokuz günde bir ondokuz behâîyi evine da vet etmesi şartdır. Dinlerini idâre eden meclisde 19 üye vardır. Nerdeyse, îmânın şartını 6 yerine 19 yapacaklar. Kendilerine müslimân diyorlar. Allah ve Kur ân ismlerini söylüyorlar ise de, müslimânlıkla hiçbir ilişkileri yokdur. Sinsi bir islâm düşmanıdırlar. 1298 [m. 1880] senesinde, İngilizler tarafından, Hindistânda kurulmuş olan, (Kâdıyânî) ve (Ahmedî) ismlerindeki dînin mensûbları da, kendilerinin müslimân olduklarını söylüyorlar. Hâlbuki bunlar, bu dînin kurucusu olan Ahmed Kâdıyânîye [1] Peygamberdir diyorlar. Hattâ onu Peygamberimizden üstün tutuyorlar. Îsâ aleyhisselâmı çok küçültüyorlar. Bütün islâm âlimleri birleşerek, Kâdıyânîlerin müslimân olmadıklarına karâr verdiler. Bu karârı kitâblarına yazarak bütün dünyâya duyurdular. Abdüsselâm isminde Pakistânlı bir kâdıyânî, 1979 Nobel Fizik mükâfâtını aldı. Ba zı kimseler, müslimânların başarısı diye buna sevindiler. Hâlbuki, bu başarı, Komünist Rusların mükâfât alması, aya gitmeğe çalışması gibidir. Bu kâfirler, Kur ân-ı kerîmin emr etdiği gibi çalışdıkları için, Allahü teâlâ, kendilerini, dünyâda, maksadlarına kavuşduruyor. Evet, böylelerinin başarıları, insanlık için sevindirici ise de, müslimânlar için utandırıcıdır. Müslimânların da, bu kâfirler gibi, Kur ân-ı kerîme uyarak çalışmaları, insanlık için fâideli şeyler bulmaları, îmânda, ahlâkda olduğu gibi, fende de, dünyâya güzel örnek olmaları lâzımdır. Ancak bunu yapınca sevinmek ve övünmek hakkımız olacakdır. Kur ân-ı kerîmin bir üçüncü mu cizesi dahâ vardır. Şimdi Onu da tedkîk edelim: İslâmiyyetden evvel Arabistân bir çöl ve orada oturan insanlar da yarı vahşî bedevîlerdi. Putperest idiler. Birçok putlara taparlardı. İbtidâî bir hayât sürerlerdi. Kız çocuklarını diri diri gömmek gibi korkunç âdetleri vardı. Bu yarımada, bir yol üzerinde olmadığı için, ne büyük İskenderler, ne Persler, ne Romalılar, Arablarla hiç uğraşmamış, birçok kavmlerle savaşdıkları hâlde, Arabların yanından geçmemişlerdi. Bu sebebden, Îrânlıların, Romalıların ahlâksızlıkları, zulmleri, hiylekârlıkları Arablara bulaşmadı. Merd olarak kaldılar. İşte böyle âciz, zevâllı, fekat sâf ve temiz olan bir kavm, onlara mürşidlik, rehberlik eden Muhammed aleyhisselâmın getirdiği Kur ân-ı kerîm sâyesinde birdenbire [1] Ahmed Kâdıyânî, 1326 [m. 1908] da öldü. 325
326 değişmiş, tam bir medeniyyete kavuşmuş, hârik-ul âde [olağanüstü] bir gayret ile 30 sene içinde, şarkda Türkistân ve Hindistân, garbda İspanya olmak üzere akla hayret veren çok kudretli bir islâm devleti meydâna getirmişdir. İlmde, fende ve medeniyyetde son derece ilerlemişler, o zemâna kadar bilinmiyen birçok şeyler keşf etmişlerdir. İlm, fen, tıb ve edebiyyâtda en yüksek mertebeye varmışlardır. Yukarıda da zikr etdiğimiz gibi, ilmde o kadar ileri gitmişlerdi ki, Papalar bile Endülüs Üniversitelerinde okuyor, dünyânın her tarafından koşup gelenler, bu üniversitelerde fen ve tıb tahsîl ediyorlardı. O zemânın Avrupasından bahs eden John W. Drapper gibi tarafsız bir târîhci, (Avrupanın ma nevî inkişâfı) ismindeki eserinde şöyle demekdedir: (O zemânki Avrupalılar, temâmen barbardı. Hıristiyanlık onları barbarlıkdan kurtaramamışdı. Hıristiyan dîninin başaramadığını, islâm dîni başardı. İspanyaya gelen Arablar, evvelâ onlara yıkanmasını öğretdiler. Sonra, onların üzerindeki parça parça olmuş, bitlenmiş hayvan postlarını çıkararak, temiz, güzel elbiseler giydirdiler. Evler, konaklar, serâylar yapdılar. Onları okutdular. Üniversiteler kurdular. Hıristiyan târîhçiler, islâma karşı olan kinlerinden ötürü, bu hakîkati gizlemeğe çalışmakda, Avrupanın medeniyyetde müslimânlara ne kadar borçlu olduğunu bir dürlü i tirâf edememekdedirler.) Thomas Carlyle, yukarıda yazılı olan hakîkatleri aynen kabûl etdikden sonra, (Arablara bir kahraman Peygamber, onların çok iyi anladıkları bir kitâb ile reîslik etdi. O zemân islâm dîni bir kıvılcım gibi parladı. Hindistândan Granadaya kadar, büyük bir dünyâ parçasını ateşledi. Karanlık dünyâyı nûr içinde bırakdı) demekdedir. Lamartine, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem için, (Filozof, hatîb, Peygamber, kumandan, insan düşüncelerini sihrleyen, yeni hükmler koyan, mu azzam bir islâm devleti kuran zât. İşte Muhammed aleyhisselâm budur. İnsanların büyüklüğünü ölçmek için kullanılan bütün mikyaslarla [ölçülerle] ölçülsün. Acabâ Ondan dahâ büyük bir insan var mıdır? Olamaz!) demekden kendini alamamışdır. Gibbon, (Roma İmperatorluğunun Çökmesi ve Yıkılması) adlı eserinde, islâm dîni ve Kur ân-ı kerîm hakkında şunları söylüyor: (Kur ân-ı kerîm, Allahü teâlânın birliğini isbât eden en büyük eserdir.) Amerikan astronomi mütehassısı Michael H. Hart, Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar gelen bütün büyük insanları birer birer 326
327 tedkîk ederek, bunların içinden yalnız 100 dânesini ayırmakda, bu 100 kişi arasında en büyüğü olarak, Muhammed aleyhisselâmı göstermekdedir. (Onun kudreti, kendisine Allahü teâlâ tarafından vahy edildiğine inandığı, mu azzam eser Kur ân-ı kerîmden gelmekdedir) demişdir. Amerika Chicago Üniversitesi profesörlerinden meşhûr rûhiyyât mütehassısı yehûdî Jales Massermann, 1974 senesinin 15 Temmuzunda neşr edilen (Time) mecmû asının husûsî nüshasında (Büyük liderler nerede?) başlığı altında, târîhde şimdiye kadar gelip geçmiş olan rehberleri tedkîk etmekde, bunların hayâtlarını tahlîl etmekde ve (Bunların en büyüğü Muhammed aleyhisselâmdır) demekde ve şu netîceye varmakdadır: (Muhammed aleyhisselâmdan sonra, Mûsâ aleyhisselâm gelir. Îsâ aleyhisselâm ve Buda lider olmaya lâyık kimseler değildi). Hâlbuki kendisi, yehûdî olduğu için, Mûsâ aleyhisselâmı Muhammed aleyhisselâma tercîh etmesi beklenirdi. O, bunu yapmamış, hakîkatden ayrılmamışdır. Amerikada (En Büyük İnsan) yarışmasında, en çok rey alan yine Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem olmuşdur. 30 sene içinde bir vahşî kavmi, hem de küçük bir insan topluluğunu, dünyânın en mu azzam, en medenî, en yüksek ahlâklı, en yüksek seciyeli, en kahraman, en bilgili bir millet hâline getirmek, her hangi bir insanın, bir liderin, bir kumandanın yapacağı iş değildir. Bu, ancak Allahü teâlânın tahakkuk etdirdiği bir mu cizedir ve bunu Arablara yapdırmak için, onlara Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem vâsıtası ile Kur ân-ı kerîmi göndermişdir. Ancak Kur ân-ı kerîme ve böylece Allahü teâlânın emrlerine tâbi olarak bu akl almaz, mu azzam iş zuhûr etmişdir. Bütün bu zikr etdiğimiz husûslar, beyân etdiğimiz hakîkatler, tertîbindeki ilâhî nizâm, Kur ân-ı kerîmin dünyânın en büyük mu cizesi olduğunu size göstermiyor mu? İşte dünyâyı kısa zemânda medeniyyete kavuşdurması da, Kur ân-ı kerîmin üçüncü mu cizesidir. [1] 1312 [m. 1894] senesinde İstanbulda vefât etmiş olan büyük târîhci Ahmed Cevdet Pâşa rahime-hullahü teâlâ, (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbında diyor ki, (Îsâ aleyhisselâm göke çıkarıldıkdan kırk sene sonra Romalılar Kudüse hücûm etdiler. Yehûdîlerin ki- [1] İslâm dîni hakkında Avrupalı ve Amerikalı ansiklopedilerden yapılan tercemelerde ve açıklamalarda kimyâger Dr. Nûri Refet Korur beğin kıymetli yardımı olmuşdur. 327
328 mini öldürdüler, kimini esîr aldılar. Kudüsü yağma etdiler. Yakıp yıkdılar. Tevrâtları ve başka kitâbların hepsini yakdılar. Beyt-ülmukaddesi, ya nî Mescid-i aksâyı yerle bir etdiler. Kudüs şehri çöl hâline geldi. Yehûdîler bundan sonra bir dahâ toplanamadı. Bir hükûmet kuramadılar. Dağıldıkları yerlerde hor ve hakîr yaşadılar. Îsâ aleyhisselâmın, otuz yaşında Peygamber olduğu bildirildi. Kendisine oniki kişi inandı. Bunlara (Havâriyyûn) denir. Otuzüç yaşında diri olarak göke kaldırılınca, Havârîler dağılıp, bu yeni dîni yaymağa çalışdılar. Sonra, İncîl diye çeşidli kitâblar yazıldı. Bunlar Îsâ aleyhisselâmı anlatan târîh kitâbları idi. Asl İncîl ele geçmemişdir. Her yer küfr ve şirk içinde idi. Îsâ aleyhisselâmın dîni üçyüz sene gizli tutuldu. Ona inandığı öğrenilen kimselere işkence ediliyordu. Roma İmperatörü Kostantin üçyüzon senesinde, bu dîne izn verdi. Kendi de hıristiyan oldu. İstanbul şehrini yapdı. Romadan İstanbula taşındı. Fekat bu dînin esâsları bozulmuş, unutulmuş olduğundan, papazların elinde oyuncak oldu. Mîlâdın üçyüzdoksanbeş [395] inci senesinde, Roma devleti ikiye ayrıldı. Romadaki papaya tâbi olanlara (Katolik), İstanbuldaki patrîke tâbi olanlara (Ortodoks) denildi. Kiliselere resmler, heykeller kondu. Başka milletler de küfr ve şirk içinde idi. Romalılar, bütün Avrupayı, Mısrı, Suriyeyi, Irakı aldılar. Fen ve san atda ileri iseler de, ahlâkları bozukdu. Keyfe, can yakmağa dalmışlardı. Aldıkları memleketlere fenâ ahlâklarını yerleşdirdiler. Bereket versin ki, Arabistân yarım adasına saldırmadılar. Arablar câhil kalmışdı. Kimi hıristiyan, kimi yehûdî, ekserîsi de putperest olmuş, bir kısmı da, İbrâhîm ve İsmâ îl Peygamberlerden aleyhimessalevâtü vetteslîmât kalma âdetlere bağlı idi. Mekke sâkinlerinin çoğu, müşrik olarak putlara tapıyorlardı. Kâ benin içine put [heykel], doldurulmuşdu. Bütün dünyâ da, zulmet ve dalâlet içinde idi. Arablar fende geri iseler de, edebiyyâta çok ehemmiyyet veriyorlardı. İçlerinde, kuvvetli hatîbler ve şâirleri vardı. Şi r söylemekle iftihâr ederlerdi. Arab lisânının kemâle gelmesi, Allah tarafından bir kitâb indirileceğine bir işâret idi.) Cevdet Pâşanın sözü burada temâm oldu. Bu kadar açık delîllerle Kur ân-ı kerîmin hakîkaten Allahü teâlânın kitâbı olduğunu isbât etdikden sonra, hâlâ Ona inanmıyan kalmışsa, Allahü teâlânın onları âhiretde en büyük azâba mahkûm etmesine [çarpmasına] şaşmamak îcâb eder. (Kur ân-ı kerîmde çok zâlimâne hükmler vardır) diyen hıristiyanlara, (Hayır, Kur ân-ı kerîmin birçok yerinde, Allahü teâlânın çok merhametli, çok afv edici olduğu zikr edilmişdir. Günâh işliyen bir kimse, gü- 328
329 nâhlarına nedâmet ederse, Allahü teâlâ onu afv edecekdir. Fekat, bu kadar açık delîllere rağmen, hâlâ Kur ân-ı kerîme îmân etmiyenlerin âhiretde ebedî azâb görmeleri, hiç zâlimâne olmaz) demeliyiz! Hakîkî müslimân olmak demek, yalnız âdete tâbi olarak ibâdet etmek değil, islâmın emr etdiği güzel ahlâkı edinerek, insanlık vazîfelerini yaparak, rûhen de tertemiz olmak demekdir. İbâdet eden, fekat hîleyi zekâ eseri sayan, insanları aldatan, hattâ ba zen muzır propagandalara aldanarak insan öldüren, ortalığı yakıp yıkan, yalan söyliyen bir kimse, müslimân olduğunu söylese de, hakîkî müslimân değildir. Allahü teâlâ, Kur ân-ı kerîmde (Furkân) sûresinde, bir müslimânın nasıl olması îcâb etdiğini beyân buyurmuşdur. Bunu tefsîr etmek için, Ehl-i sünnet âlimleri rahime hümullahü teâlâ ziyâdesi ile kitâb yazmışlardır. Fekat biz, kendimizi hâlâ fenâ huylardan kurtaramıyor, Kur ân-ı kerîmde bildirildiği gibi çalışmıyor, Allahü teâlânın emrlerini yapmıyor, sözüne sâdık olamıyor, sokaklarımızı pislik içinde bir harâbeye çeviriyor, rûhen ve bedenen temizlenemiyoruz. Hâlbuki, elimizde bize bütün bu güzel şeyleri emr eden, ne yapmamız lâzım geldiğini açık açık bildiren, Allahü teâlânın kelâmı (Kur ân-ı kerîm) ve Peygamberimizin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem emrleri ve Ehl-i sünnet âlimlerinin rahime hümullahü teâlâ kitâbları vardır. Allahü teâlâ, Feth sûresinin 28. ci âyetinde meâlen şöyle buyurmakdadır: (Allahü teâlâ, Peygamberini, hidâyet ve hak din, İslâmiyyet ile gönderdi. İslâm dînini, diğer dinler üzerine üstün kıldı. [Muhammed aleyhisselâmın hak] Peygamber olduğuna şâhid olarak Allah yeter.) Saf sûresinin 9. cu âyetinde meâlen, (Müşrikler istemese de, islâm dînini diğer bütün dinlerden üstün kılmak için resûlü Muhammed aleyhisselâmı, [sebeb-i hidâyet olan] Kur ân ve İslâm dîni ile birlikde gönderen Allahü teâlâdır) buyurulmuşdur. Ve Allahü teâlâ va d ediyor: (ALLAHÜ TEÂLÂ ŞÜKR EDENLERİN MÜKÂFÂTINI VERECEKDİR.) Burada şükr etmek demek, Kur ân-ı kerîmin istediği gibi, tâm müslimân olmak demekdir. Allahü teâlânın verdiği ni metleri, Onun emrine uygun olarak kullanmak demekdir. Bugün dünyâda bir milyârdan ziyâde müslimân olduğu 271.ci sahîfede bildirilmişdi. Ya nî, dünyâda her 4 kişiden biri müslimândır. Eğer bu müslimân- 329
330 lar, Allahü teâlânın emr etdiği gibi, rûhen ve bedenen tertemiz insanlar olur, birbirlerine kardeşçe bağlanır, çalışır, her sâhada ilerlemeğe başlarsa, Allahü teâlâ da, onlara mükâfâtını verecek, o zemân müslimânlar, tıpkı kurûn-u vüstâda olduğu gibi, medeniyyetin en önüne geçeceklerdir. Allahü teâlâ, bize bunu va d ediyor. Allahü teâlâ, hiçbir zemân va dinden dönmez. Aşkın aldı benden beni, seviyorum Rabbim seni! Senin sevgin, pek tatlıymış Seviyorum Rabbim seni! Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim, aşkın ile zevklenirim, seviyorum Rabbim seni! Emretdin ibâdetleri, medhetdin iyi hâlleri, verdin sonsuz ni metleri, seviyorum Rabbim seni! Ne nankör nefsim var aceb, zevk için, bana kıyar hep, ben hakîkî zevki buldum, seviyorum Rabbim seni! İbâdeti güzel yapmak, dünyâ için de çalışmak, gece gündüz işim, çünki, seviyorum Rabbim seni! Sevmek lafla olmaz Hilmi, Rabbin, çalışınız dedi. Hâlinden de anlaşılsın: seviyorum Rabbim seni! İslâm düşmanları nice, çatıyor dîne sinsice, durursan, doğru mu olur, seviyorum Rabbim seni! Âşık tenbel oturur mu? ma şûka toz kondurur mu? düşmanı susdur da söyle: seviyorum Rabbim seni! 330
331 4 MUHAMMED ALEYHİSSELÂMIN MU CİZELERİ Aşağıdaki yazılar, (Mir ât-ı Kâinât) kitâbından alınmışdır. Bu kitâbda, mu cizelerin çoğunun kaynakları da bildirilmiş ise de, biz bu kaynakları yazmadık. Mu cizelerin çoğunu da kısaltarak yazdık. Muhammed aleyhisselâmın hak Peygamber olduğunu bildiren şâhidler pek çokdur. Allahü teâlâ, (Sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım) buyurdu. Bütün varlıklar, Allahü teâlânın varlığını, birliğini gösterdikleri gibi, Muhammed aleyhisselâmın hak Peygamber olduğunu ve üstünlüğünü de göstermekdedirler. Ümmetinin Evliyâsında hâsıl olan kerâmetler, hep Onun mu cizeleridir. Çünki, kerâmetler, Ona tâbi olanlarda, Onun izinde gidenlerde hâsıl olmakdadır. Hattâ, bütün Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât, Onun ümmetinden olmak istedikleri için, dahâ doğrusu, hepsi Onun nûrundan yaratıldıkları için, Onların mu cizeleri de Muhammed aleyhisselâmın mu cizelerinden sayılır. Bu sözümüzü İmâm-ı Busayrînin [1] (Kasîde-i Bürde)si çok güzel dile getirmekdedir. Muhammed aleyhisselâmın mu cizeleri, zemân bakımından üçe ayrılmışdır: Birincisi, mübârek rûhu yaratıldığından başlayarak, Peygamberliğinin bildirildiği (bi set) zemânına kadar olanlardır. İkincisi, bi setden vefâtına kadar olan zemân içindekilerdir. Üçüncüsü, vefâtından kıyâmete kadar olmuş ve olacak şeylerdir. Bunlardan birincilere, (İrhâs) ya nî, başlangıçlar denir. Her biri de ayrıca görerek veyâ görmeyip akl ile anlaşılan mu cizeler olmak üzere ikiye ayrılırlar. Bütün bu mu cizeler o kadar çokdur ki, saymak mümkin olmamışdır. İkinci kısmdaki mu cizelerin üç bin kadar olduğu bildirilmişdir. Bunlardan meşhûr olan seksenaltı adedini aşağıda bildireceğiz. [1] Muhammed Busayrî, 695 [m. 1295] de Mısrda vefât etdi. 331
332 1 Muhammed aleyhisselâmın mu cizelerinin en büyüğü Kur ân-ı kerîmdir. Bugüne kadar gelen bütün şâirler, edebiyyâtçılar, Kur ân-ı kerîmin nazmında ve ma nâsında âciz ve hayrân kalmışlardır. Bir âyetin benzerini söyliyememişlerdir. İ câzı ve belâgati insan sözüne benzemiyor. Ya nî, bir kelimesi çıkarılsa veyâ bir kelime eklense, lafzındaki ve ma nâsındaki güzellik bozuluyor. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayanlar bulamamışlardır. Nazmı arab şâirlerinin şi rlerine benzemiyor. Geçmişde olmuş ve gelecekde olacak nice gizli şeyleri haber vermekdedir. İşitenler ve okuyanlar, tadına doyamıyorlar. Yorulsalar da, usanmıyorlar. Okuması veyâ dinlemesi, sıkıntıları giderdiği sayısız tecribelerle anlaşılmışdır. İşitenlerden kalblerine dehşet ve korku çökenler, bu sebebden ölenler bile görülmüşdür. Nice azılı islâm düşmanları, Kur ân-ı kerîmi dinlemekle, kalbleri yumuşamış, îmâna gelmişlerdir. İslâm düşmanlarından ve muattala, melâhide ve karâmita denilen müslimân ismini taşıyan zındıklardan Kur ân-ı kerîmi değişdirmeğe, bozmağa ve benzerini söylemeğe çalışanlar olmuş ise de hiçbiri, arzûlarına kavuşamamışdır. Tevrât ve İncîl ise, insanlar tarafından her zemân değişdirilmiş ve yine değişdirilmekdedir. Bütün ilmler ve tecribe ile bulunamıyacak güzel şeyler ve iyi ahlâk ve insanlara üstünlük sağlıyan meziyyetler ve dünyâ ve âhiret se âdetine kavuşduracak iyilikler ve varlıkların başlangıcı ve sonu hakkında bilgiler ve insanlara fâideli ve zararlı olan şeylerin hepsi Kur ân-ı kerîmde açıkça veyâ kapalı olarak bildirilmişdir. Kapalı olanlarını, erbâbı anlayabilmekdedir. Semâvî kitâbların hepsinde, Tevrâtda, Zebûrda ve İncîlde bulunan ilmlerin ve esrârın hepsi Kur ân-ı kerîmde bildirilmişdir. Kur ân-ı kerîmde mevcûd ilmlerin hepsini ancak Allahü teâlâ bilir. Çoğunu sevgili Peygamberine sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem bildirmişdir. Alî ve Hüseyn radıyallahü teâlâ anhümâ bu ilmlerden çoğunu bildiklerini haber vermişlerdir. Kur ân-ı kerîmi okumak çok büyük bir ni metdir. Allahü teâlâ, bu ni meti Habîbinin ümmetine ihsân etmişdir. Melekler bu ni metden mahrûmdurlar. Bunun için, Kur ân-ı kerîm okunan yere toplanıp dinlerler. Bütün tefsîrler, Kur ân-ı kerîmdeki ilmlerden çok azını bildirmekdedirler. Kıyâmet günü, Muhammed aleyhisselâm minbere çıkıp Kur ân-ı kerîm okuyunca, dinleyenler bütün ilmlerini anlayacaklardır. 2 Muhammed aleyhisselâmın meşhûr mu cizelerinin en büyüklerinden birisi de, ayı ikiye ayırmasıdır. Bu mu cize, başka hiçbir Peygambere nasîb olmamışdır. Muhammed aleyhisselâm elli- 332
333 iki yaşında iken, Mekkede Kureyş kâfirlerinin ele-başları yanına gelip, (peygamber isen ayı ikiye ayır) dediler. Muhammed aleyhisselâm, herkesin ve hele tanıdıklarının, akrabâsının îmân etmelerini çok istiyordu. Ellerini kaldırıp düâ etdi. Allahü teâlâ, kabûl edip, ayı ikiye böldü. Yarısı bir dağın, diğer yarısı başka dağın üzerinde göründü. Kâfirler, Muhammed bize sihr yapdı dediler. Îmân etmediler. Şi r: Köpek, aya bakınca havlar, Ayın bunda ne kusûru var, Köpekler, her zemân havlar. Beyt: Ağız tadının kaçması, hastalığı bildirir. En lezzetli şerbetler hastaya acı gelir. 3 Muhammed aleyhisselâm, ba zı gazâlarında, susuz kalındığı zemân, mübârek elini bir kabdaki suya sokmuş, parmakları arasından su akarak, suyun bulunduğu kap devâmlı taşmışdır. Ba zan seksen, ba zan üçyüz, ba zan binbeşyüz, Tebük Gazâsında ise, yetmiş bin kimsenin hepsi ve hayvanları, bu sudan içmişler ve kullanmışlardır. Mübârek elini sudan çıkarınca akması durmuşdur. 4 Birgün amcası Abbâsın evine gidip, onu ve evlâdını yanına oturtup, üzerlerini ihrâmı ile örterek, (Yâ Rabbî! Bu benim amcam ve babamın kardeşidir. Bunlar da benim ehl-i beytimdir. Şu örtümle onları örtdüğüm gibi, Sen de Cehennem ateşinden kendilerini ört, koru!) buyurdu. Duvarlardan üç kerre âmîn sesi işitildi. 5 Birgün, kendisinden mu cize isteyenlere karşı, uzakdaki bir ağacı çağırdı. Ağaç, köklerini sürüyerek gelip selâm verip, (Eşhedü en lâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resûluh) dedi. Sonra, gidip yerine dikildi. 6 Hayber gazâsında, önüne zehrlenmiş koyun kebâbı koyduklarında, (Yâ Resûlallah! Beni yime, ben zehrliyim) sesi işitildi. 7 Birgün, elinde put bulunan kimseye, (Put bana söylerse, îmân eder misin?) dedi. Adam, ben buna elli senedir ibâdet ediyorum. Bana hiçbir şey söylemedi. Sana nasıl söyler? dedi. Muhammed aleyhisselâm, (Ey put ben kimim?) deyince, (Sen Allahın Peygamberisin) sesi işitildi. Putun sâhibi, hemen îmâna geldi. 8 Medînede, mescid-i nebevîde dikili bir hurma kütüğü vardı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem hutbe okurken, bu direğe dayanırdı. Buna Hannâne denirdi. Minber yapılınca, Hannâ- 333
334 nenin yanına gitmedi. Ondan ağlama seslerini, bütün cemâ at işitdiler. Minberden inip, Hannâneye sarıldı. Sesi kesildi. (Eğer sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyâmete kadar ağlardı) buyurdu. Böyle mu cizeler çok görülmüş ve haber verilmişdir. 9 Eline aldığı çakıl taşlarının ve tutduğu yemek parçalarının arı sesi gibi, Allahü teâlâyı tesbîh etdikleri çok görülmüşdür. 10 Bir kâfir gelip, Senin Peygamber olduğunu ben nerden bileyim? dedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, (Şu hurma ağacındaki salkımı çağırsam, o da gelse îmân eder misin?) buyurdu. Kâfir, evet îmân ederim dedi. Resûlullah hurma salkımını çağırdı, sıçrayarak geldi. Resûlullah, (Yerine git!) buyurdu. Ağaçdaki yerine çıkıp asıldı. Bunu gören kâfir îmân etdi. 11 Mekkede birkaç kurt bir sürüden koyun kapıp götürdüler. Çoban hücûm edip, kurtardığında, kurtların birisi, Allahü teâlânın gönderdiği rızkımızı elimizden alırken, Allahü teâlâdan korkmadın mı? dedi. Çoban, (Çok şaşırdım, kurt konuşur mu?) deyince, kurt, (Bundan dahâ şaşılacak şeyi haber vereyim mi? Medînede Allahü teâlânın Peygamberi olan Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem mu cizeler gösteriyor) dedi. Çoban gelip bunu Resûlullaha sallallahü aleyhi ve sellem anlatdı ve müslimân oldu. 12 Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem bir çayırda giderken, üç kerre, yâ Resûlallah sesini işitdi. O tarafa bakıp, bağlı bir geyik gördü. Yanında bir adam uyuyordu. Geyiğe ne istediğini sordu. O da, (Bu avcı beni avladı. Karşıki tepede iki yavrum var. Beni salıver! Gidip, onları emzirip geleyim) dedi. Resûl aleyhisselâm, (Sözünü tutar mısın, gelir misin?) dedi. (Allahü teâlâ için söz veriyorum, gelmezsem Allahü teâlânın azâbı benim üzerime olsun) dedi. Resûlullah, geyiği bırakdı. Biraz sonra geldi. Resûlullah onu bağladı. Adam uyanıp, (Yâ Resûlallah, bir emrin mi var) dedi. (Bu geyiği âzâd et!) buyurdu. Adam geyiğin ipini çözüp bırakdı. Geyik sevincinden iki ayağını yere vurup, (Eşhedü en lâilâhe illallah ve enneke Resûlullah) dedi ve gitdi. 13 Birgün, bir köylüyü îmâna da vet etdi. Müslimân bir komşumun vefât etmiş kızını diriltirsen, îmân ederim dedi. Mezârına gitdiler. İsmini söyleyerek kızı çağırdı. Kabr içinden ses işitildi ve dışarı çıkdı. (Dünyâya gelmek ister misin?) buyurdu. (Yâ Resûlallah! Dünyâya gelmek istemem. Burada babamın evinde- 334
335 kinden dahâ râhatım. Müslimânın âhireti, dünyâsından dahâ iyi) dedi. Köylü bunu görünce, hemen îmâna geldi. 14 Câbir bin Abdüllah radıyallahü teâlâ anh bir koyun pişirdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Eshâbı ile yidiler. (Kemiklerini kırmayınız!) buyurdu. Kemikleri toplayıp, mübârek ellerini üstüne koyup düâ etdi. Allahü teâlâ koyunu diriltdi. 15 Resûlullaha, büyüdüğü hâlde hiç konuşmayan bir çocuk getirdiler. (Ben kimim?) diye sordu. Sen Resûlullahsın diye cevâb verdi. Ölünceye kadar konuşdu. 16 Bir kimse, yılan yumurtasına basarak iki gözü görmez oldu. Resûlullaha sallallahü aleyhi ve sellem getirdiler. Mübârek tükrüğünden gözlerine sürmekle görmeğe başladı. Hattâ seksen yaşında olduğu halde, iğneye iplik geçirirdi. 17 Muhammed bin Hâtib diyor ki, küçük idim. Üstüme kaynar su döküldü. Vücûdum yandı. Babam Resûlullaha sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem götürdü. Mübârek elleri ile, tükürüğünü yanan yerlere sürdü ve düâ buyurdu. Hemen yanıklar iyi oldu. 18 Bir kadın, bir kel oğlunu getirdi. Resûlullah, mübârek elleri ile başını sıvadı. Şifâ buldu. Saçları uzamağa başladı. 19 Tirmüzî ve Nesâînin (Sünen) kitâblarında diyor ki, iki gözü a mâ bir kimse gelip, yâ Resûlallah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem! Allahü teâlâya düâ et, gözlerim açılsın dedi. (Kusûrsuz bir abdest al! Sonra Yâ Rabbî! Sana yalvarıyorum. Sevgili Peygamberin Muhammed aleyhisselâmı araya koyarak, senden istiyorum. Ey çok sevdiğim Peygamberim Muhammed aleyhisselâm! Seni vesîle ederek, Rabbime yalvarıyorum. Senin hâtırın için kabûl etmesini istiyorum. Yâ Rabbî! Bu yüce Peygamberi bana şefâatcı eyle! Onun hurmetine düâmı kabûl et!) düâsını okumasını söyledi. Adam, abdest alıp düâ etdi. Hemen gözleri açıldı. Bu düâyı müslimânlar, her zemân okumuşlar ve maksadlarına kavuşmuşlardır. 20 Ebû Tâlib ile bir çölde gidiyordu. Ebû Tâlib, çok susadığını söyledi. Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, hayvandan yere inip, (Susadın mı?) buyurdu ve mübârek ayaklarının ökçesini yere vurdu. Su fışkırdı. (Amcam, bu sudan iç!) buyurdu. 21 Hudeybiye gazâsında suyu az kuyunun yanına kondular. Asker susuzlukdan şikâyet etdiler. Bir kova su istedi, içinden ab- 335
336 dest alıp ve tükürüp, bunu kuyuya dökdürdü. Bir ok alıp, kuyuya atdı. Kuyunun ağzına kadar su ile dolduğunu gördüler. 22 Bir gazâda, asker susuzlukdan şikâyet etdi. Resûl aleyhisselâm, iki askeri su aramağa gönderdi. İki kırba dolusu su ile deve üstünde bir kadını gördüler, getirdiler. Resûl aleyhisselâm, kadından bir mikdâr su istedi. Bir kap içine dökdürdü. Bütün asker gelip, sıra ile kaplarını, tulumlarını doldurdular. Kadına bir mikdâr hurma verip su tulumlarını da doldurdular. (Senin suyundan eksiltmedik. Bize suyu Allahü teâlâ verdi) buyurdu. 23 Medînede, minberde hutbe okurken, bir kimse, yâ Resûlallah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem! Susuzlukdan çocuklarımız, hayvanlarımız, tarlalarımız helâk oluyor. İmdâdımıza yetiş dedi. Ellerini kaldırıp, düâ eyledi. Gökde hiç bulut yokken, mubârek ellerini yüzüne sürmeden, bulutlar toplandı. Hemen yağmur başladı. Birkaç gün devâm etdi. Yine minberde okurken, o kimse, yâ Resûlallah! Yağmurdan helâk olacağız deyince, Resûl aleyhisselâm, tebessüm etdi ve (Yâ Rabbî! Rahmetini başka kullarına da ihsân eyle!) buyurdu. Bulutlar açılıp, güneş göründü. 24 Câbir bin Abdüllah radıyallahü teâlâ anh diyor ki, çok borcum vardı. Resûlullaha sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem haber verdim. Bağçeme gelip, hurma yığınının etrâfında üç kerre dolaşdı. (Alacaklılarını çağır, gelsinler!) buyurdu. Her birine hakları verildi. Yığından birşey eksilmedi. 25 Bir kadın, hediyye olarak bal gönderdi. Balı kabûl edip, boş kabı geri gönderdi. Kap bal ile dolu olarak geri geldi. Kadın gelerek, yâ Resûlallah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem! Hediyyemi niçin kabûl etmediniz? Acaba günâhım nedir? dedi. (Senin hediyyeni kabûl etdik. Gördüğün bal, Allahü teâlânın hediyyene verdiği bereketdir) dedi. Kadın çocukları ile aylarca yidiler. Hiç eksilmedi. Birgün yanılarak balı başka bir kaba koydular. Oradan yiyerek bitirdiler. Bunu, Resûlullaha sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem haber verdiler. (Gönderdiğim kabda kalsaydı, dünyâ durdukca yirlerdi, hiç eksilmezdi) buyurdu. 26 Ebû Hüreyre diyor ki, Resûlullaha birkaç hurma getirdim. Bunlara bereket verilmesi için düâ etmesini söyledim. Bereketli olmaları için düâ buyurdu ve, (Bunları al, kabına koy. Ondan almak istediğin zemân elinle içinden al, boşaltıp da, yerden alma!) buyurdu. Hurmaların bulunduğu çantamı gece gündüz yanımdan ayırmayıp, Osmân radıyallahü anh zemânına kadar hep yidim. 336
337 Yanımdakilere de yidirdim ve avuç doluları sadaka verdim. Osmân radıyallahü anh ın şehîd olduğu gün çantam zâyi oldu. 27 Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Süleymân aleyhisselâm gibi bütün hayvanların dilinden anlardı. Gelerek sâhibinden veyâ başkalarından şikâyet eden hayvanlar çok görüldü. Resûlullah bunu Eshâb-ı kirâma haber verirdi. Huneyn gazâsında, binmiş olduğu (DÜLDÜL) ismindeki ak katıra (Yere çök) dedi. Düldül, hemen çökünce, yerden bir avuç kum alıp, kâfirlerin üzerine saçdı. 28 Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem gaybdan haber verdiği çok görüldü. Bu mu cizesi üç kısmdır: Birinci kısmı, kendi zemânından evvel olan ve kendisine sorulan şeylerdir ki, bunlara verdiği cevâblar, çok kâfirlerin, katı kalbli düşmânlarının îmâna gelmelerine sebeb olmuşdur. İkinci kısmı, kendi zemânında olmuş ve olacak şeyleri haber vermesidir. Üçüncü kısmı, kendisinden sonra kıyâmete kadar dünyâda ve âhiretde olacak şeyleri bildirmesidir. Burada ikinci ve üçüncü kısmlardan birkaçı aşağıda bildirilecekdir. [İslâma da vetin başlangıcında, müşriklerin eziyyetlerinden, sıkıntılarından dolayı, Eshâb-ı kirâmın bir kısmı Habeşistâna hicret etmişlerdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Mekke-i mükerremede kalan Eshâb-ı kirâmla berâber, üç sene her dürlü görüşme, alış-veriş yapma, müslimânlardan başka bir kimse ile konuşmama gibi, bütün ictimâî muâmelelerden men olundular. Kureyş müşrikleri, bu karâr ve ittifâklarını bildiren bir ahdnâme yazarak, Kâ be-i muazzamaya asmışlardı. Her şeye kâdir olan Allahü teâlâ (Arza) denilen bir çeşid kurdu [ağaç kurdu] o vesîkaya musallat etdi. Yazılı bulunan (Bismikellahümme = Allahü teâlânın ismi ile) ibâresinden başka, ne yazılı ise, hepsini o kurtcuk yidi, bitirdi. Allahü teâlâ bu hâli Cibrîl-i emîn vâsıtası ile Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem bildirdi. Peygamberimiz de sallallahü aleyhi ve sellem bu hâli amcası Ebû Tâlibe anlatdı. Ertesi gün, Ebû Tâlib müşriklerin ileri gelenlerine gelerek, Muhammedin Rabbi ona şöyle haber vermiş. Eğer söylediği doğru ise, bu hâli kaldırıp, eskiden olduğu gibi dolaşmalarına, başkaları ile görüşmelerine mâni olmayınız. Eğer söylediği doğru değilse, ben de Onu artık himâye etmiyeceğim, dedi. Kureyşin ileri gelen- 337 Herkese Lâzım Olan Îmân: F-22
338 leri, bu teklîfi kabûl etdiler. Herkes toplanarak Kâ beye geldiler. Ahdnâmeyi Kâ beden indirerek açdılar ve Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem buyurduğu gibi, (Bismikellahümme) ibâresinden başka, bütün yazıların yinilmiş olduğunu gördüler.] Acem pâdişâhı Hüsrevden Medîneye elçiler geldi. Bir gün, bunları çağırıp, (Bu gece, Kisrânızı kendi oğlu öldürdü) buyurdu. Bir müddet sonra, oğlunun babasını öldürdüğü haberi geldi. [Îrân şâhlarına Kisrâ denir.] 29 Birgün, zevcesi Hafsaya radıyallahü anhâ, (Ebû Bekr ile baban, ümmetimin idâresini ellerine alacaklardır) buyurdu. Bu sözle Ebû Bekrin ve Hafsanın babası olan Ömerin radıyallahü anhüm halîfe olacaklarını müjdeledi. 30 Ebû Hüreyreyi radıyallahü teâlâ anh Medînede, zekât olarak gelmiş olan hurmaların muhâfazasına me mur etmişdi. Bir kimseyi hurma çalarken yakaladı. Seni Resûlullaha götüreceğim dedi. Hırsız, fakîrim, çoluğum çocuğum çokdur diyerek yalvarınca, bırakdı, Ertesi gün, Resûlullah Ebû Hüreyreyi çağırıp, (Dün gece bırakdığın adam ne yapmışdı?) dedi. Ebû Hüreyre anlatınca, (Seni aldatmış. Yine gelecekdir) buyurdu. Ertesi gece yine geldi ve yakalandı. Tekrâr yalvarıp, Allah aşkına bırak dedi ve kurtuldu. Üçüncü gece, tekrâr gelip yakalanınca, yalvarmaları fâide vermedi. Beni bırakırsan, birkaç şey öğretirim, sana çok fâidesi olur, dedi. Ebû Hüreyre kabûl etdi. Gece yatarken, (Âyetel kürsî)yi okursan Allahü teâlâ seni korur, yanına şeytân yaklaşmaz dedi ve gitdi. Ertesi gün, Resûlullah, Ebû Hüreyreye tekrar sorup cevâb alınca, (Şimdi doğru söylemiş. Hâlbuki kendisi çok yalancıdır. Üç gecedir kiminle konuşduğunu biliyor musun?) dedi. Hayır bilmiyorum deyince, (O kimse şeytân idi) buyurdu. 31 Rum İmperatorunun orduları ile harb için (Mûte) denilen yere asker gönderdikde, sahâbeden üç emîrin arka arkaya şehîd olduklarını, kendisi, Medînede minber üzerinde iken, Allahü teâlânın göstermesi ile görerek yanındakilere haber verdi. 32 Mu az bin Cebeli radıyallahü teâlâ anh vâlî olarak Yemene gönderirken, Medînenin dışına kadar uğurlayıp ona çok nasîhatlar verdi. (Seninle kıyâmete kadar artık buluşamayız) dedi. Mu az Yemende iken Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Medînede vefât etdi. 33 Vefât ederken, kızı Fâtımaya, (Akrabâm arasında bana 338
339 evvelâ kavuşan sen olacaksın) dedi. Altı ay sonra Fâtıma radıyallahü anhâ vefât etdi. Akrabâsından ondan evvel kimse vefât etmedi. 34 Kays bin Şemmasa radıyallahü anh, (Güzel olarak yaşarsın ve şehîd olarak ölürsün) buyurdu. Ebû Bekr radıyallahü teâlâ anh halîfe iken Yemâmede Müseylemet-ül-Kezzâb ile yapılan muhârebede şehîd oldu. Ömer-ül-Fârûkun ve Osmânın ve Alînin radıyallahü teâlâ anhüm ecma în şehîd olacaklarını dahî haber verdi. 35 Acem pâdişâhı Kisrânın ve Rum pâdişâhı Kayserin memleketlerinin müslimânların eline geçeceğini ve hazînelerinin Allah yolunda dağıtılacağını müjdeledi. 36 Ümmetinden çok kimsenin denizden gazâya gideceklerini ve sahâbeden olan Ümmü Hirâmın radıyallahü teâlâ anhâ o gazâda bulunacağını haber verdi. Osmân radıyallahü teâlâ anh halîfe iken müslimânlar, gemiler ile Kıbrıs adasına gidip harb etdiler. Bu hanım da berâber idi. Orada şehîd oldu. 37 Resûl aleyhisselâm birgün yüksek bir yerde oturuyordu. Yanındakilere dönerek, (Benim gördüğümü siz de görüyor musunuz? Yemîn ederim ki, evlerinizin arasında, sokaklarda meydâna gelecek fitneleri görüyorum) buyurdu. Osmânın radıyallahü anh şehîd edildiği günlerde ve sonra Yezîd zemânında, Medînede büyük fitneler meydâna geldi. Sokaklarda çok kimselerin kanı döküldü. 38 Birgün kendi zevcelerinden birinin halîfeye karşı isyân edeceğini haber verdi. Âişe radıyallahü teâlâ anhâ bu söze gülünce, (Yâ Hümeyrâ! Bu sözümü unutma! Bu kadın sen olmayasın) buyurdu. Sonra, Alîye radıyallahü anh dönüp, (Bunun işi senin eline düşerse, kendisine yumuşak davran!) dedi. Otuz sene sonra, Âişe radıyallahü anhâ, Alî radıyallahü anh ile harb etdi ve ona esîr düşdü. Alî radıyallahü anh, Onu ikrâm ve ihtirâm ile Basradan Medîneye gönderdi. 39 Mu âviyeye radıyallahü anh [1], (Birgün ümmetimin üzerine hâkim olursan iyilik yapanlara mükâfât et! Kötülük edenleri de afv eyle!) buyurdu. Mu âviye radıyallahü anh, Osmân ve Alî radıyallahü anhüm zemânlarında Şâmda yirmi sene vâlîlik, [1] Mu âviye, 60 [m. 680] de Şâmda vefât etdi. 339
340 sonra yirmi sene de halîfelik yapdı. 40 Birgün, (Mu âviye hiç mağlûb olmaz) buyurdu. Alî radıyallahü teâlâ anh, Sıffîn muhârebesinde, bu hadîsi işitince, eğer önceden işitseydim, Mu âviye ile radıyallahü teâlâ anh harb etmezdim, dedi. 41 Ammar bin Yâsere radıyallahü teâlâ anh, (Seni bâgî, âsî olan kimseler öldürecekdir) buyurdu. Alî radıyallahü anh ile birlikde, Mu âviyeye radıyallahü anh karşı harb ederken şehîd oldu. 42 Kızı Fâtımanın oğlu Hasen radıyallahü teâlâ anhümâ için, (Bu oğlum çok hayrlıdır. Allahü teâlâ, müslimânlardan iki büyük ordunun sulh etmesine bunu sebeb yapacakdır) buyurdu. Büyük bir ordu ile Mu âviyeye radıyallahü anh karşı harb edeceği zemân, fitneyi önlemek, müslimânların kanının dökülmemesi için hakkı olan halîfeliği Mu âviyeye radıyallahü anh teslîm etdi. 43 Abdüllah bin Zübeyr radıyallahü teâlâ anhümâ, Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem hacâmat edilirken çıkan kanını içdi. Bunu görünce, (İnsanlardan senin başına neler gelecek biliyor musun? Senden de insanlara çok şey gelecek. Cehennem ateşi seni yakmaz) buyurdu. Abdüllah bin Zübeyr Mekkede halîfeliğini i lân edince, Abdülmelik bin Mervan, Şâmdan, Haccâcı büyük bir ordu ile Mekkeye gönderdi. Abdüllahı yakalayıp öldürdüler. 44 Abdüllah ibni Abbâsın annesine radıyallahü teâlâ anhüm ecma în bakıp, (Senin bir oğlun olacak. Doğduğu zemân bana getir!) dedi. Çocuğu getirdiklerinde, kulağına ezân ve ikâmet okuyup, mubârek tükürüğünden ağzına sürdü. İsmini Abdüllah koyup annesinin kucağına verdi. (Halîfelerin babasını al, götür!) dedi. Abbâs radıyallahü anh, bunu işitip, gelip sorunca, (Evet, böyle söyledim. Bu çocuk halîfelerin babasıdır. Onlar arasında seffâh, mehdî ve Îsâ aleyhisselâmla nemâz kılan bir kimse bulunacakdır) dedi. Abbâsıyye devletinin başına çok halîfeler geldi. Bunların hepsi, Abdüllah bin Abbâsın soyundan oldu. 45 Birgün, (Ümmetim arasında, râfızî denilen çok kimseler meydâna gelecekdir. Bunlar, islâm dîninden ayrılacaklardır) buyurdu. 46 Eshâbından çok kimseye hayr düâlar etmiş, hepsi kabûl 340
341 olunarak fâidelerini görmüşlerdir. Alî radıyallahü teâlâ anh diyor ki, Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem beni Yemene kâdî [Hâkim] olarak göndermek istedi. Yâ Resûlallah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem! Ben kâdîlik yapmasını bilmiyorum dedim. Mübârek elini göğsüme koyup, (Yâ Rabbî! Bunun kalbine doğru şeyleri bildir. Hep doğru söylemek nasîb eyle!) buyurdu. Bundan sonra bana gelen şikâyetçilerden doğru olanı hemen anlar, hak üzere hükm ederdim. 47 Resûlullahın Cennete gideceklerini müjdelediği on kimseye (Aşere-i mübeşşere) denir. Bunlardan Sa d bin ebî Vakkâsa radıyallahü anh Uhud gazâsında, (Yâ Rabbî! Bunun oklarını hedeflerine ulaşdır ve düâlarını kabûl eyle!) dedi. Bundan sonra Sa dın her düâsı kabûl oldu ve her atdığı ok düşmâna isâbet etdi. 48 Amcasının oğlu Abdüllah bin Abbâsın radıyallahü teâlâ anhümâ alnına mübârek ellerini koyup, (Yâ Rabbî! Bunu dinde derin âlim yap, hikmet sâhibi eyle! Kur ân-ı kerîmin bilgilerini kendisine ihsân eyle!) buyurdu. Bundan sonra, bütün ilmlerde ve bilhâssa tefsîr, hadîs ve fıkh bilgilerinde zemânının bir dânesi oldu. Sahâbe ve tâbi în herşeyi bundan öğrenirlerdi. (Tercümân-ül-Kur ân), (Bahr-ül-ilm) ve (Reîs-ül-Müfessirîn) ismleriyle meşhûr oldu. İslâm memleketleri bunun talebeleri ile doldu. 49 Hizmetçilerinden Enes bin Mâlike radıyallahü teâlâ anh, (Yâ Rabbî! Bunun malını ve çocuklarını çok eyle. Ömrünü uzun eyle, Günâhlarını afv eyle!) düâsını yapdı. Zemân geçdikçe, malları, mülkleri çoğaldı. Ağaçları, bağları her sene meyve verdi. Yüzden ziyâde çocuğu oldu. Yüzon sene yaşadı. Ömrünün sonunda, yâ Rabbî! Habîbinin benim için yapdığı düâlardan üçünü kabûl etdin, ihsân etdin! Dördüncüsü olan günâhların afv edilmesi acabâ nasıl olacak deyince, (Dördüncüsünü de kabûl etdim. Hâtırını hoş tut!) sesini işitdi. 50 Mâlik bin Rebî aya radıyallahü teâlâ anh (Evlâdın bereketli olsun!) diyerek düâ buyurdu. Seksen oğlu oldu. 51 Nâbiga ismindeki meşhûr şâir şi rlerinden birkaçını okuyunca, arablar arasında meşhûr olan (Allahü teâlâ dişlerini dökmesin) düâsını söyledi. Nâbiga yüz yaşına gelmişdi. Dişleri ak ve 341
342 berrak, inci gibi dizilmiş dururdu. 52 Urve bin Cu d radıyallahü teâlâ anh için, (Yâ Rabbî! Bunun ticâretine bereket ver!) buyurdu. Urve diyor ki, bundan sonra yapdığım ticâretlerin hepsi kârlı oldu. Hiç zarar etmedim. 53 Kendi kızı Fâtıma radıyallahü teâlâ anhâ, birgün yanına geldi. Açlıkdan benzi sararmışdı. Elini onun göğsüne koyup, (Ey açları doyuran Rabbim! Muhammedin kızı Fâtımayı aç bırakma!) buyurdu. Fâtımanın hemen yüzü kanlandı, canlandı. Ölünceye kadar hiç açlık duymadı. 54 Aşere-i mübeşşereden Abdürrahmân bin Avfa bereket ile düâ etdi. Malı o kadar çoğaldı ki, dillerde destân oldu. 55 (Her Peygamberin düâsı kabûl olur. Her Peygamber, ümmeti için dünyâda düâ etdi. Ben ise, kıyâmet günü ümmetime şefâ at izni verilmesi için düâ ediyorum. İnşâallah düâm kabûl olacak. Müşrik olmayanların hepsine şefâ at edeceğim) buyurdu. 56 Mekkede ba zı köylere gidip îmân etmeleri için çok uğraşdı. Kabûl etmediler. Yûsüf Peygamber aleyhissalâtü vesselâm zemânında Mısrda görülen kıtlık gibi sıkıntı çekmeleri için düâ etdi. O sene oralarda öyle kıtlık oldu ki, leş yidiler. 57 Amcası Ebû Lehebin oğlu Uteybe, Resûlullahın aleyhissalâtü vesselâm dâmâdı olduğu hâlde, Resûlullaha îmân etmedi ve O serveri sallallahü aleyhi ve sellem çok üzdü. Mubârek kızı Ümmü Gülsüm hâtunu boşadı. Çirkin şeyler söyledi. Buna çok üzülüp, (Yâ Rabbî! Buna köpeklerinden birini musallat eyle!) buyurdu. Uteybe, Şama ticâret için giderken bir gece arkadaşlarının arasında yatıyordu. Bir arslan gelip arkadaşlarını koklayıp bırakdı. Sıra Uteybeye gelince, kapdı parçaladı. 58 Bir kimse, sol eliyle yemek yiyordu. (Sağ el ile yi!) buyurdu. Sağ kolum hareket etmiyor diyerek yalan söyledi. (Sağ elin artık hareket etmesin!) buyurdu. Ölünceye kadar sağ elini ağzına götüremez oldu. 59 Acem pâdişâhı Hüsrev Pervîze îmân etmesi için mektûb gönderdi. Alçak Hüsrev, mektûbu parçaladı ve getiren elçiyi şehîd eyledi. Resûl aleyhisselâm bunu işitince, çok üzüldü ve (Yâ Rabbî! Benim mektûbumu parçaladığı gibi, onun mülkünü parçala!) buyurdu. Resûlullah hayâtda iken Hüsrevi oğlu Şireveyh hançerle parçaladı. Ömer radıyallahü teâlâ anh halîfe iken, acem memle- 342
343 ketinin temâmını müslimânlar feth edip, Hüsrevin nesli de, mülkü de kalmadı. 60 Resûl aleyhisselâm, çarşıda emr-i ma rûf ve nehy-i münker ederken, nasîhat verirken, Mervanın babası olan Hakem bin Âs ismindeki alçak, Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem arkasından gelerek, gözlerini açıp kapar ve yüzünü buruşdurur, böylece alay ederdi. Resûl aleyhisselâm, arkaya dönüp, onun bu çirkin hâlini görünce, (Kendini gösterdiğin şeklde kal!) buyurdu. Ölünceye kadar, yüzü gözü oynak kaldı. 61 Allahü teâlâ, Habîbini belâlardan korurdu. Ebû Cehl, Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem en büyük düşmanı idi. Büyük bir taşı mübârek başına vurmak için kaldırdıkda, Resûlullahın iki omuzunda birer yılan görerek taş elinden düşdü ve kaçdı. 62 Kâ be-i muazzama yanında nemâz kılarken, yine alçak Ebû Cehl, tam zemânıdır diyerek, bıçakla üzerine yürümek isterken, hemen geri dönüp kaçdı. Arkadaşları, niçin korkdun dediklerinde, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem ile aramızda ateş dolu bir hendek gördüm. Birçok kimse beni bekliyorlardı. Bir adım atsaydım, yakalayıp ateşe atacaklardı. Bunu müslimânlar işitip, Resûlullaha sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem sorduklarında, (Allahü teâlânın melekleri, onu yakalayıp parçalayacaklardı) buyurdu. 63 Hicretin üçüncü senesinde, Resûl aleyhisselâm (Katfân) gazvesinde, bir ağaç dibinde yalnız yatarken, Da sûr isminde bir pehlivan kâfir, elinde kılınçla gelip, seni benden kim kurtarır dedi. Resûlullah, (Allah kurtarır) dedikde, Cebrâîl ismindeki melek, insan şeklinde görünüp, kâfirin göğsüne vurdu. Yıkılıp kılınç elinden düşdü. Resûl aleyhisselâm, kılıncı eline alıp, (Seni benden kim kurtarır?) dedi. Beni kurtaracak, senden dahâ hayrlı kimse yokdur diye yalvardı. Afv buyurup, serbest bırakdı. Îmâna gelip, çok kimselerin de îmâna gelmesine sebeb oldu. 64 Hicretin dördüncü senesinde, (Benî Nadîr)de, Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem yehûdîlerin kale dıvarları altında Eshâbı ile konuşurken, bir yehûdî büyük bir değirmen taşını yukarıdan atmak istedi. Taşa elini uzatınca, iki eli çolak oldu. 65 Hicretin dokuzuncu senesinde uzaklardan akın akın gelip îmân ediyorlardı. Âmir ile Erbed isminde iki kâfir, gelenler 343
344 arasına katılıp, Âmir Resûlullaha sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem îmâna geldiklerini söylerken, Erbed arkaya geçip kılıncını kınından çıkarmak istedi. Eli tutmaz oldu. Âmir, karşıdan, ne duruyorsun diye işâret edince, Resûl aleyhisselâm, (Allahü teâlâ, ikinizin zararından beni korudu) buyurdu. Oradan ayrıldıklarında, Âmir Erbede, niçin sözünde durmadın dedi. O da, ne yapayım ki, kaç kerre kılıncı çekmek istedim. Hep seni ikimizin arasında gördüm, dedi. Birkaç gün sonra hava açıkken ansızın bulutlar kapladı. Erbede yıldırım düşerek devesi ile birlikde öldü. 66 Resûl aleyhisselâm, birgün abdest alıp, mestlerinden birini giyip, ikincisine elini uzatırken, bir kuş geldi. Bu mesti kapıp havada silkdi. İçinden bir yılan düşdü. Sonra kuş mesti yere bırakdı. Bugünden sonra, ayakkabı giyerken, önce silkelemek sünnet oldu. 67 Resûl aleyhisselâm gazâlarda ve çöllerde, kendini muhâfaza için Eshâbından bekçiler ayırmışdı. Mâide sûresindeki, (Allah seni insanların zararından korur) meâlindeki 67. ci âyet-i kerîme gelince, bundan vazgeçdi. Düşmânlar arasında yalnız dolaşır, yalnız yatar, hiç korkmazdı. 68 Enes bin Mâlikde radıyallahü teâlâ anh, Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem bir mendili vardı. Bununla mübârek yüzünü silmişdi. Enes, bununla yüzünü siler, kirlendiği zemân, ateşe bırakırdı. Kirler yanıp, mendil yanmaz, tertemiz olurdu. 69 Bir kuyunun suyunu kova içinden içip kalanını kuyuya dökdüler. Kuyudan her zemân misk kokusu çıkardı. 70 Utbe bin Firkadin radıyallahü anh bedeninde kurdeşen [Urtiker] denilen hastalık çıkdı. Resûl aleyhisselâm, onu soyup ve kendi mübârek ellerine tükürüp, elleriyle gövdesini sıvadı. Hasta şifâ buldu. Bedeni, misk gibi kokardı. Bu hâl uzun zemân devâm etdi. 71 Selmân-ı Fârisî radıyallahü teâlâ anh, hak din aramak için, Îrândan çıkıp çeşidli memleketleri dolaşmağa başladı. Benî Kelb kabîlesinden bir kervân ile Arabistâna gelirken Vâdi -ul kurâ denilen mevkide hâinlik edip bir yehûdîye köle diye satdılar. Bu da, akrabâsı, Medîneli bir yehûdîye köle olarak satdı. Hicretde Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem Medîneye teşrîflerini işitince, çok sevindi. Çünki, kendisi nasrânî âlimi idi. En son 344
345 rehberi büyük bir âlimin tavsiyesi ile, âhir zemân Peygamberinin Arabistânda zuhûr edeceğini işitmiş ve kendisine, o âlim, Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem vasflarını öğretmiş, Onun hediyye kabûl edip, sadaka kabûl etmediğini, iki omuzu arasında mühr-ü nübüvvet olduğunu ve pek çok mu cizeleri olduğunu Selmâna radıyallahü anh bildirmişdi. Selmân-ı Fârisî, Resûlullaha sadakadır diyerek hurma getirdi. Resûlullah onlardan hiç yimedi. Hediyyedir diye bir tabakda yirmibeş kadar hurma getirdi. Resûlullah ondan yidi. Bütün Eshâb-ı kirâm da yidiler. Yinilen hurma çekirdekleri bin kadardı. Resûlullahın bu mu cizesini de gördü. Ertesi gün bir cenâze defninde mühr-ü nübüvveti görmek arzû etdi. Resûlullah, bunu anlayıp mübârek gömleğini sıyırarak mühr-i nübüvveti gösterdi. Selmân radıyallahü anh hemen îmâna geldi. Birkaç sene sonra 300 hurma ağacı ile binaltıyüz dirhem altın ödemek şartı ile âzâd edilmesine söz kesildi. Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem bunu işitdi. Mubârek elleri ile ikiyüzdoksandokuz hurma ağacı dikdi. Ağaçlar o sene meyve vermeğe başladı. Birini Ömer radıyallahü teâlâ anh dikmişdi. Bu ağaç meyve vermedi. Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, bunu çıkarıp mübârek elleri ile tekrâr dikdi. Bu da hemen meyve verdi. Bir gazâda, ganîmet alınan, yumurta kadar altını Selmâna radıyallahü teâlâ anh verdiler. Resûlullaha sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem gelip, bu gâyet azdır. Binaltıyüz gram çekmez dedi. Mübârek ellerine alıp tekrâr Selmâna verdi. Bunu sâhibine götür dedi. Yarısı ile efendisine olan borcunu ödedi. Yarısı da, Selmâna kaldı radıyallahü anh. 72 Resûl aleyhisselâm, nemâz kılarken şeytân gelip nemâzını bozmak istedikde, mübârek elleri ile yakaladı. Bir dahâ gelip nemâzı bozdurmıyacağına dâir ondan söz alıp serbest bırakdı. 73 Medînedeki münâfıkların reîsi olan Abdüllah bin Übey bin Selûl, öleceğine yakın Resûlullahı çağırdı. Arkanızdaki gömleği bana kefen yapınız diye yalvardı. Her istenileni vermek âdeti olduğu için, gömleğini ihsân eyledi. Cenâze nemâzını dahî kıldı. Medînede bulunan bin münâfık, Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem bu ihsânına hayrân kalıp, hepsi îmâna geldiler. 74 Kureyş kâfirlerinden Velîd bin Mugîre, Âs bin Vâil, Hâris bin Kays, Esved bin Yagûs ve Esved bin Muttalib, Resûlullaha sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem cefâ ve eziyyet etmekde başkalarından aşırı gidiyorlardı. Cebrâîl aleyhisselâm gelip, (Seninle 345
346 alay edenlere cezâlarını veririz...) meâlindeki Hicr sûresinin 95. ci âyetini getirip, Velîdin ayağına, ikincisinin ökçesine, üçüncüsünün burnuna, dördüncüsünün başına, beşincisinin gözlerine işâret etdi. Velîdin ayağına bir ok batdı. Çok kibrli olduğundan, eğilerek oku çıkarıp atmak, kendine ağır geldi. Demiri topuk damarına batıp, siyatik hastalığına yakalandı. Âs ın ökçesine diken batdı. Tulum gibi şişdi. Hârisin burnundan devâmlı kan geldi. Esved bir ağaç altında neş eli otururken, kafasını ağaca vurup, diğer Esved de, âmâ olup, hepsi helâk oldular. 75 Devs kabîlesinin reîsi Tufeyl, hicretden önce, Mekkede îmâna gelmişdi. Kavmini îmâna da vet için Resûlullahdan sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem bir alâmet istedi. (Yâ Rabbî! Buna bir âyet ihsân eyle) buyurdu. Tufeyl, kabîlesine gidince, iki kaşı arasında bir nûr parladı. Tufeyl, yâ Rabbî! Bu alâmeti yüzümden giderip başka yerime koy. Bunu yüzümde görenlerden ba zısı, kendi dinlerinden çıkdığım için cezâlandırıldığımı zannederler dedi. Düâsı kabûl olup, nûr yüzünden gitdi. Elindeki kamçının ucunda kandil gibi parladı. Kabîlesindekiler zemânla îmâna geldiler. 76 Medînede Benî Neccâr kabîlesinden hüsn-ü cemâl sâhibi bir kadın vardı. Bir cinnî buna âşık olup, dâimâ gelirdi. Resûl aleyhisselâm Medîneye geldikden sonra, birgün bu cinnî, kadının evinin önündeki dıvarda otururken, kadın onu tanıdı. Niçin bana gelmez oldun dedi. Cin, Allahü teâlânın Peygamberi sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem zinâyı ve bütün harâmları yasak etdi, dedi. 77 (Bi ri Ma ûne) denilen muhârebede kâfirler verdikleri sözü bozarak yetmiş Sahâbeden bir, ikisi hâric hepsini şehîd etdiler. Bunlar arasında Ebû Bekrin radıyallahü anh kölesi iken âzâd etdiği ve ilk îmân edenlerden Âmir bin Füheyreyi radıyallahü teâlâ anh süngülediklerinde, kâfirlerin gözü önünde, melekler onu göke kaldırdılar. Bunu Resûlullaha sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem haber verdiklerinde, (Onu Cennet melekleri defn etdiler ve rûhu Cennete çıkarıldı) buyurdu. 78 Sahâbeden Hubeyb bin Adiyi radıyallahü anh, kâfirler yakalayıp Mekkeye götürdüler. İ dâm etdiler. Kâfirler görsün de sevinsinler diyerek sehbâdan indirmediler. Kırk gün sehbâda kaldı. Bedeni çürüyüp, kokmadı. Hep taze kan akdı. Resûlullah, bunu haber alarak, onun cesedini getirmek üzere, Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esvedi radıyallahü anhümâ gönderip gece 346
347 ağaçdan aldılar. Medîneye getirirken, arkalarından yetmiş atlı yetişdiler. Bu iki müslimân, kendilerini korumak için Hubeybi yere bırakdılar. Yer yarılıp Hubeyb gayb oldu. Kâfirler bu hâli görüp, döndüler, gitdiler. 79 Sa d bin Muâz radıyallahü teâlâ anh, Uhud gazâsında yaralandı. Bir zemân sonra vefât etdi. Nemâzında yetmişbin meleğin bulunduğunu Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem haber verdi. Kabri kazılırken, her tarafa misk kokusu yayıldı. 80 Hicretin yedinci senesinde Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, Habeş pâdişâhı Necâşîye ve Rum imperatörü Herakliyusa ve Acem pâdişâhı Husreve ve Bizansın Mısrdaki vâlîsi Mukavkase ve Şâmdaki vâlîsi Hârise ve Umman Sultânı Semâmeye mektûblar göndererek, hepsini îmâna da vet etdi. Mektûbları götüren elçiler, gitdikleri yerin dillerini bilmiyorlardı. Ertesi sabah, o dilleri söylemeğe başladılar. 81 Sahâbenin büyüklerinden Zeyd bin Hârise radıyallahü teâlâ anh uzak bir yere gidiyordu. Kirâ ile tutduğu katırcısı, tenhâ bir yerde bunu öldürmek istedi. İzn isteyip iki rek at nemâz kıldı. Sonra üç kerre (Yâ Erhamerrâhimîn) dedi. Her birini söylerken (onu öldürme) sesi geldi. Dışarıda adam var sanarak, katırcı dışarı çıkıp içeri girdi. Üçüncüsünde, elinde kılınç bulunan bir süvâri içeri girip katırcıyı öldürdü. Sonra Zeyde dönerek, sen Yâ Erhamerrâhimîn düâsına başlarken, ben yedinci gökde idim. İkincisini söylerken birinci göke yetişdim. Üçüncüsünde yanınıza geldim, dedi. Bunun, melek olduğunu anladı. 82 Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem zevcelerinden Ümmü Selemenin radıyallahü teâlâ anhâ âzâd etdiği Sefîne ismindeki sahâbî, Resûlullahın hizmetinden hiç ayrılmazdı. Rumlara karşı yapılan gazâda askerden ayrılıp kâfirlere esîr düşdü. Kaçıp gelirken karşısına korkunç bir arslan çıkdı. Ben Resûlullahın hizmetcisiyim deyip başından geçenleri arslana anlatdı. Arslan, buna yüzünü gözünü sürüp, yanında yürüdü. Düşmândan bir zarar gelmesin diye yanından ayrılmadı. İslâm askeri görülünce, dönüp gitdi. 83 Cehcâh-i Gaffârî isminde birisi halîfe Osmâna radıyallahü teâlâ anh isyân etdi. Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem her zemân elinde taşıdığı asâyı dizi ile kırdı. Bir sene sonra, dizinde Şir pençe [Anthrax] hastalığı hâsıl olarak ölümüne sebeb oldu. 347
348 84 Mu âviye radıyallahü teâlâ anh Şâmdan hacca gelip, Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem Medînedeki minber-i şerîfini bereketlenmek için Şâma götürmek istedi. Minberi yerinden oynatdıklarında, güneş tutuldu. Her taraf kararıp, yıldızlar göründü. Bu arzûsundan vaz geçdi. 85 Uhud gazâsında Ebû Katâdenin radıyallahü teâlâ anh bir gözü çıkıp yanağı üzerine düşdü. Resûlullaha sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem getirdiler. Mübârek eli ile gözünü yerine koyup, (Yâ Rabbî! Gözünü güzel eyle!) dedi. Bu gözü, diğerinden güzel oldu. Ondan dahâ kuvvetli görürdü. Ebû Katâdenin torunlarından biri halîfe Ömer bin Abdülazîzin yanına gelmişdi. Sen kimsin? dedi. Bir beyt okuyarak, Resûlullahın mübârek eli ile gözünü yerine koymuş olduğu zâtın torunu olduğunu bildirdi. Halîfe bu beytleri işitince, kendisine ziyâde ikrâmda ve ihsânda bulundu. 86 Iyâs bin Seleme diyor ki, Hayber gazâsında, Resûlullah beni gönderip Alîyi istedi radıyallahü anhümâ. Alînin gözleri ağrıyordu. Elinden tutup, güçlükle getirdim. Mübârek parmaklarına tükürüp, Alînin gözlerine sürdü. Sancağı eline verip, Hayber kapısında döğüşmeğe gönderdi. Çok zemândır açılamıyan kapıyı Alî radıyallahü anh yerinden sökerek, Eshâb-ı kirâm kal aya girdiler. Molla Abdürrahmân Câmînin rahime-hullahü teâlâ (Şevâhid-ün-nübüvve) kitâbında ve Yûsüf-i Nebhânînin (Huccetullahi alel-âlemîn) kitâbında, Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem dahâ nice mu cizeleri yazılıdır. (Şevâhid-ün-nübüvve), fârisîdir. [(Hakîkat Kitâbevi) tarafından fârisîsi ve türkçe tercemesi 1415 [m. 1995] de basdırılmışdır.] Can bülbülü, bir gülü, durmadan eyler arzû, hiç sanma ki ağyarla gavgâyı eyler arzû. Durmayıp etrâfında, döner bir pergel gibi, ansızın can atmağa tenhâyı eyler arzû. Anladım ol güzel gül, gayra sırrın açmamış, gonca gibi, bülbülü, dâimâ eyler arzû. Yabancıdan gizlemiş, o dilber yanağını, yok yere onlar kuru, sevdâyı eyler arzû. Zâtî! Râh-i vusletde, yürüyor Mecnûn gibi, eritip kendisini, Leylâyı eyler arzû. 348
349 5 MUHAMMED ALEYHİSSELÂMIN FAZÎLETLERİ Muhammed aleyhisselâmın fazîletlerini bildiren yüzlerce kitâb vardır. Fazîlet, üstünlük demekdir. Üstünlüklerinden seksenaltı adedi aşağıda bildirilmişdir: 1 Mahlûklar içinde ilk olarak Muhammed aleyhisselâmın rûhu yaratılmışdır. 2 Allahü teâlâ, Onun ismini Arşa, Cennetlere ve yedi kat göklere yazmışdır. 3 Hindistânda yetişen bir gülün yapraklarında, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah) yazılıdır. 4 Basra şehrine yakın bir nehrde tutulan balığın sağ tarafında Allah, sol tarafında Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem yazılı görülmüşdür. Bunlara benzeyen vak alar çokdur. 1975 de Londrada basılmış olan (A History of Fishes) kitâbının, ikiyüzüncü sahîfesinde, kuyruğunda Kur ân-ı kerîm harfleri ile (Şânullah) yazılı balığın resmi mevcûddur. Verilen bilgide, kuyruğun diğer tarafında (Lâ ilâhe illallah) yazılı olduğu bildiriliyordu. Bunun misâlleri pek çokdur. 5 Muhammed aleyhisselâmın ismini söylemekden başka vazîfesi olmıyan melekler vardır. 6 Meleklerin Âdem aleyhisselâma karşı secde etmeleri emr olunması, alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru bulunduğu için idi. 7 Âdem aleyhisselâm zemânında nemâz için okunan ezânda, Muhammed aleyhisselâmın ismi de söylenirdi. 8 Allahü teâlâ bütün Peygamberlere emr etdi ki, Muhammed aleyhisselâm sizin zemânınızda Peygamber olursa, ona îmân etmelerini ümmetlerinize de emr ediniz! 9 Tevrâtda, İncîlde ve Zebûrda Muhammed aleyhisselâm ve dört halîfesi ve eshâbı ve ümmetinden ba zıları, güzel sıfatlarla bildirilmiş ve medh olunmuşlardır. Allahü teâlâ, kendinin Mah- 349
350 mûd isminden Muhammed kelimesini çıkararak Habîbine ism koymuşdur. Allahü teâlâ, kendi ismlerinden Raûf ve Rahîm ismlerini Habîbine de vermişdir. 10 Dünyâya geldiği zemân, melekler tarafından sünnet edilmişdir. 11 Dünyâya geleceği zemân, çok büyük alâmetler görülmüşdür. Târîh ve mevlid kitâblarında yazılıdır. 12 Dünyâya gelince, şeytânlar göke çıkamaz, meleklerden haber alamaz oldular. 13 Dünyâya geldiği zemân, yeryüzündeki bütün putlar, tapınılan heykeller yüzüstü devrildiler. 14 Beşiğini melekler sallardı. 15 Beşikde iken gökdeki ay ile konuşurdu. Mübârek parmağı ile işâret etdiği tarafa meyl ederdi. 16 Beşikde iken konuşmağa başladı. 17 Çocuk iken, açıklarda gezerken, başı hizâsında bir bulut da birlikde hareket ederek gölge yapardı. Bu hâl, Peygamberliği başlayıncaya kadar devâm etdi. 18 Üç yaşında iken ve kırk yaşında Peygamberliği bildirildiği vakt ve elliiki yaşında mi râca götürülürken, melekler göğsünü yardı. Cennetden getirdikleri leğen içinde Cennet suyu ile kalbini yıkadılar. 19 Her Peygamberin sağ eli üstünde nübüvvet mührü vardı. Muhammed aleyhisselâmın ise, sol kürekdeki deri üzerinde, kalbi hizâsında idi. Cebrâîl aleyhisselâm kalbini yıkayıp, göğsünü kapadığı zemân, Cennetden getirdiği mühr ile sırtını mührlemişdi. 20 Önünden gördüğü gibi, arkasından da görürdü. 21 Aydınlıkda gördüğü gibi, karanlıkda da görürdü. 22 Sevr [öküz] burcunun yanında bulunan (Süreyyâ) denilen yıldız kümesindeki yedi yıldızı gözleriyle görüp sayısını bildirmişdi. Bu yıldız kümesine Pervin ve Ülker de denilmekdedir. 23 Tükrüğü acı suları tatlı yapdı. Hastalara şifâ verdi. Bebeklere süt gibi gıdâ oldu. 24 Gözleri uyurken, mübârek kalbi uyanık olurdu. Bütün Peygamberler de aleyhimüssalevâtü vetteslîmât böyle idi. 350
351 25 Ömründe hiç esnemedi. Bütün Peygamberler de aleyhimüssalevâtü vetteslîmât böyle idi. 26 Teri gül gibi güzel kokardı. Bir fakîr kimse, kızını evlendirirken, kendisinden yardım istemişdi. O ânda verecek şeyi yokdu. Küçük bir şişeye terinden koydurup verdi. O kız, yüzüne, başına sürünce, evi misk gibi kokardı. Evi (güzel kokulu ev) adı ile meşhûr oldu. 27 Orta boylu olduğu hâlde, uzun kimselerin yanında iken, onlardan yüksek görünürdü. 28 Güneş ve ay ışığında yürüyünce, gölgesi yere düşmezdi. 29 Bedenine ve elbisesine sinek, sivri sinek ve başka böcekler konmazdı. 30 Çamaşırlarını ne kadar çok giyse, hiç kirlenmezdi. 31 Her yürüdüğü zemân, arkasından melekler gelirdi. Bunun için, Eshâbını radıyallahü teâlâ anhüm ecma în önünden yürütür, arkamı meleklere bırakın derdi. 32 Taş üstüne basınca, taşda ayağının izi kalırdı. Kum üstünde giderken hiç iz bırakmazdı. Açıkda abdest bozduğu zemân, yer yarılıp bevl ve benzerleri toprak içinde kalırdı. Oradan etrâfa güzel kokular yayılırdı. Bütün Peygamberler de böyle idi. 33 Hacâmat kanından içenler oldu. Bunu işitince, (Cehennem ateşi onu yakmaz) buyurdu. 34 Büyük bir mu cizesi de, mi râca götürülmesidir. Burak denilen Cennet hayvanı ile Mekkeden Kudüse götürüldü. Oradan göklere ve Arşa götürüldü. Kendisine acâib şeyler gösterildi. Allahü teâlâyı baş gözü ile bilinmeyen bir şeklde gördü. [Fekat bu görmesi, madde âleminin dışında ya nî âhiret âleminde oldu.] Bir ânda tekrâr evine getirildi. Mi râc mu cizesi, başka hiçbir Peygambere verilmedi. 35 Ona ömrlerinde bir kerre salât ve selâm okumaları ümmetine farz oldu. Allahü teâlâ ve melekler de, Ona salât ve selâm etmekdedir. 36 İnsanlar ve melekler içinde, en çok ilm Ona verildi. Ümmî olduğu hâlde, ya nî kimseden birşey öğrenmemiş iken, Allahü teâlâ Ona herşeyi bildirmişdir. Âdem aleyhisselâma herşeyin ismi bildirildiği gibi, Ona da herşeyin ismi ve ilmi bildirilmişdir. 37 Ümmetinin ismleri ve aralarında olacak şeylerin hepsi 351
352 kendisine bildirildi. 38 Aklı, bütün insanların aklından dahâ çokdur. 39 İnsanlarda bulunabilecek bütün iyi huyların hepsi Ona ihsân olundu. Büyük şâir Ömer bin Fârıda, (Resûlullahı niçin medh etmedin) dediklerinde, Onu medh etmeğe gücüm yetmiyeceğini anladım. Onu medh edecek kelime bulamadım demişdir. 40 Kelime-i şehâdetde, ezânda, ikâmetde, nemâzdaki teşehhüdde, birçok düâlarda, ba zı ibâdetlerde ve hutbelerde, nasîhat yapmakda, sıkıntılı zemânlarda, kabrde, mahşerde, Cennetde ve her mahlûkun lisânında Allahü teâlâ, Onun ismini kendi isminin yanına koymuşdur. 41 Üstünlüklerinin en üstünü, Habîbullah olmasıdır. Allahü teâlâ, Onu kendisine sevgili, dost yapmışdır. Onu herkesden, her melekden dahâ çok sevmişdir. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde, (İbrâhîmi Halîl yapdım ise, seni kendime Habîb yapdım) buyurmuşdur. 42 (Sana, râzı oluncaya kadar, [yeter deyinceye kadar] her dilediğini vereceğim) meâlindeki Duhâ sûresinin 5. ci âyet-i kerîmesi, Allahü teâlânın, Peygamberine sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem bütün ilmleri, bütün üstünlükleri, ahkâm-ı islâmiyyeyi, düşmânlarına karşı yardım ve galebe ve ümmetine fethler, zaferler ve kıyâmetde her dürlü şefâ at ve tecellîler ihsân edeceğini va d etmekdedir. Bu âyet-i kerîme nâzil olduğu [geldiği] zemân, Cebrâîl aleyhisselâma bakarak, (Ümmetimden birinin Cehennemde kalmasına râzı olmam) buyurdu. 43 Gece, uyanık iken, uykuda iken, yalnız iken, çoklukda iken, yolculukda iken, evde iken, harbde iken, gülerken, ağlarken, mübârek kalbi hep Allahü teâlâ ile idi. Ba zı zemânlarda ise, yalnız Allahü teâlâ ile idi. Dünyâdaki vazîfelerini yapabilmek ve mübârek kalbini beşeriyyet âlemine döndürmek için, zevcesi Âişenin radıyallahü anhâ yanına gelip, (Ey Âişe! Birâz benimle konuş [da kendime geleyim]) buyurur, ondan sonra Eshâbına nasîhat ve irşâd etmeğe giderdi. Sabâh nemâzının sünnetini evinde kılıp, Âişe radıyallahü anhâ ile bir mikdâr konuşdukdan sonra Eshâbına farzı kıldırmak için mescîde giderdi. Bu hâl hasâis-i peygamberîdir. Âişe radıyallahü anhâ ile konuşmadan dışarı çıksa idi, ilâhî tecellîlerden ve nûrlardan dolayı, yüzüne kimse bakamazdı. 44 Allahü teâlâ, Kur ân-ı kerîmde, her Peygamberi aleyhimüssalevâtü vetteslîmât ismi ile bildirmişdir. Muhammed aley- 352
353 hisselâmı ise, (ey Resûlüm, ey Peygamberim) diyerek Onu yücelten vasfları ile bildirmişdir. 45 Gâyet açık, kolay anlaşılır olarak konuşurdu. Arabî lisânının her lehçesi ile konuşurdu. Çeşidli yerlerden gelip soranlara onların lügati ile cevâb verirdi. İşitenler hayrân olurlardı. (Allahü teâlâ, beni çok güzel yetişdirdi) buyurdu. 46 Az kelime ile çok şey anlatırdı. Yüz binden ziyâde hadîs-i şerîfi, Onun (Cevâmi-ul-kelim) olduğunu göstermekdedir. Ba zı âlimler dediler ki, Muhammed aleyhisselâm, islâm dîninin dört temelini, dört hadîs-i şerîfle bildirmişdir. Bunlar: (Ameller niyyetlere göre değerlendirilir) ve, (Halâl meydândadır, harâm meydândadır) ve, (Da vâcının şâhid göstermesi ve da vâlının yemîn etmesi lâzımdır) ve, (Bir kimse, kendine istediğini, din kardeşi için de istemedikce, îmânı kâmil olmaz). Bu dört hadîs-i şerîfden birincisi, ibâdet bilgilerinin, ikincisi, muâmelât bilgilerinin, üçüncüsü, husûmât, ya nî adâlet işlerinin ve siyâset bilgilerinin, dördüncüsü de, âdâb ve ahlâk bilgilerinin temelidir. 47 Muhammed aleyhisselâm ma sûm idi. Bilerek ve bilmiyerek büyük ve küçük, kırk yaşından evvel ve sonra, hiçbir günâh işlememişdir. Çirkin hiçbir hareketi görülmemişdir. 48 Müslimânların nemâzda otururken, (Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullâhi) okuyarak, Muhammed aleyhisselâma selâm vermeleri emr olundu. Nemâzda, başka bir Peygambere ve meleklere karşı söylemek câiz olmadı. 49 Rütbeyi, saltanatı istememiş, Peygamberliği, fakîrliği dilemişdir. Bir sabâh, Cebrâîl aleyhisselâm ile konuşurken bu gece evimizde yiyecek bir lokmamız yokdu buyurdu. O anda, İsrâfîl aleyhisselâm gelip, (Allahü teâlâ söylediğini işitdi ve beni gönderdi. İstersen her elini sürdüğün taş altun olsun, gümüş olsun, zümrüt olsun. İstersen melik olarak peygamberlik yap) dedi. Resûlullah üç kerre (Kul olarak Peygamberlik istiyorum) dedi. 50 Başka Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât belli bir zemânda, belli bir memleketde Peygamberlik yapdı. Muhammed aleyhisselâm ise, yer yüzündeki bütün insanlara ve cinne 353 Herkese Lâzım Olan Îmân: F-23
354 kıyâmete kadar Peygamber olarak gönderilmişdir. Meleklerin de, hayvanların da, nebâtların da, cansızların da, kısaca bütün mahlûkların Peygamberi olduğunu bildiren âlimler de vardır. 51 Bütün varlıklara rahmeti, fâidesi yayılmışdır. Mü minlere fâidesi meydândadır. Başka Peygamberlerin aleyhimüssalevâtü vetteslîmât zemânındaki kâfirlere, dünyâda azâblar yapılır, yok edilirlerdi. Ona îmân etmiyenlere dünyâda azâb yapılmadı. Birgün, Cebrâîl aleyhisselâma, (Allahü teâlâ benim âlemlere rahmet olduğumu bildirdi. Benim rahmetimden sana da nasîb oldu mu?) buyurdu. Cebrâîl de, (Allahın büyüklüğü, dehşeti karşısında, sonumun nasıl olacağından hep korku içindeydim. Emîn olduğumu bildiren âyetleri [Tekvîr sûresindeki 20 ve 21. âyetleri] getirince, bu medh ile müdhiş korkudan kurtuldum, emîn oldum. Bundan büyük rahmet olur mu?) dedi. 52 Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın râzı olmasını istemişdir. [42. ci fazîletde bildirdiğimiz gibi, Allahü teâlâ O râzı oluncaya kadar istediğini verecekdir. Bu husûs, Duhâ sûresinde bildirilmişdir.] 53 Başka Peygamberler, kâfirlerin iftirâlarına kendileri cevâb vermişdir. Muhammed aleyhisselâma yapılan iftirâlara ise, Allahü teâlâ cevâb vererek, Onun müdâfe asını yapmışdır. 54 Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin sayısı, başka Peygamberlerin aleyhimüssalevâtü vetteslîmât ümmetlerinin sayıları toplamından dahâ çokdur. Onlardan dahâ üstün ve dahâ şereflidirler. Cennete gireceklerin üçde ikisinin bu ümmetden olacağı, hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir. 55 (Mevâhib-i ledünniyye)de diyor ki, (Ümmetimin dalâlet üzerinde birleşmemelerini Rabbimden diledim. Kabûl eyledi) hadîsi meşhûrdur. Başka bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ sizi üç şeyden korumuşdur. Bunlardan biri, dalâlet üzerinde birleşmekden korumuşdur. İkincisi, sârî [bulaşıcı] hastalıkdan ölen, şehîd sevâbına kavuşur. Üçüncüsü, iki sâlih müslimân, bir müslimân için, hayrlıdır [iyi biliriz] diyerek şâhid olursa, o müslimân Cennete gider) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Eshâbımın ihtilâfı, sizin için rahmetdir) ve (Ümmetimin ihtilâfı, [amelde mezheblere ayrılması], rahmetdir) buyurdu. Onun ümmeti hakkı, doğruyu bulmak için çalışırlarken, ihtilâfa düşerler. Bu çalışmaları ise, rahmete sebeb olur. Bu hadîs-i şerîfi iki kimse inkâr etmişdir: Biri mâcin, ikincisi mülhiddir. Mâcin, dîni dünyâ kazancına âlet eden hîlecidir. Mülhid de, 354
355 âyet-i kerîmelere dünyâ çıkarlarına göre ma nâ vererek kâfir olan sapıkdır. Yahyâ bin Sa îd diyor ki, İslâm âlimleri kolaylaşdırıcıdırlar. Bir işe, birisi halâl demiş, başkası harâm demişdir. Sâlih insanlar için halâl dediklerine, fesad zemânında harâm demişlerdir. Yukarıdaki hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, (İcmâ-ı ümmet) ya nî, müctehid denilen âlimlerin sözbirliği, (Edille-i şer ıyye)dendir. Ya nî, din bilgilerinin dört kaynağından birisidir ve dört mezheb hakdır. Mezhebler, müslimânlar için Allahü teâlânın rahmetidirler. 56 Resûlullaha verilecek sevâblar, diğer Peygamberlere verilecek sevâblardan kat kat ziyâdedir. Makbûl bir ibâdet ve hayrlı bir iş işleyene verilen sevâb kadar bunun hocasına da verilecekdir. Hocasının hocasına dört misli, onun hocasına sekiz misli, onun da hocasına onaltı misli olmak üzere, Resûlullaha kadar her hocaya talebesinin iki misli sevâb verilecekdir. Meselâ, yirminci hocasına beşyüz yirmidört bin ikiyüzseksensekiz sevâb verilecekdir. Muhammed aleyhisselâma, Ümmetinin herbir işinden sevâb verilecekdir. Muhammed aleyhisselâma herbir işinden verilecek olan sevâbların sayısı, bu hesâba göre düşünülürse, hepsinin mikdârını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Selef-i sâlihînin, sonra gelenlerden dahâ efdâl, dahâ üstün oldukları bildirildi. Sevâb sayısı bakımından bu üstünlük meydândadır. 57 Kendisini, ismi ile çağırmak, yanında yüksek sesle konuşmak, uzakdan kendisine seslenmek, yolda önüne geçmek harâm edilmişdir. Başka Peygamberlerin aleyhimüssalevâtü vetteslîmât ümmetleri, kendilerini ismleri ile çağırırlardı. 58 İsrâfil aleyhisselâm da Muhammed aleyhisselâma çok kerre gelmişdir. Başka Peygamberlere aleyhimüssalevâtü vetteslîmât yalnız Cebrâîl aleyhisselâm gelmişdir. 59 Cebrâîl aleyhisselâmı melek şeklinde iki kerre görmüşdür. Başka hiçbir Peygambere aleyhimüssalevâtü vetteslîmât melek şeklinde görünmemişdir. 60 Kendisine Cebrâîl aleyhisselâm yirmidört bin kerre gelmişdir. Başka Peygamberlerden aleyhimüssalevâtü vetteslîmât en çok olarak Mûsâ aleyhisselâma, dörtyüz kerre gelmişdir. 61 Allahü teâlâya Muhammed aleyhisselâm ile, yemîn vermek câiz olup, başka Peygamberlerle ve meleklerle câiz değildir. 62 Muhammed aleyhisselâmdan sonra, mübârek zevcelerini 355
356 radıyallahü teâlâ anhünne başkalarının nikâhla almaları harâm edilmiş, bu bakımdan mü minlerin anneleri oldukları bildirilmişdir. Başka Peygamberlerin aleyhimüssalevâtü vetteslîmât zevceleri kendilerine yâ zararlı olmuş, veyâ fâidesiz olmuşlardır. Muhammed aleyhisselâmın mübârek zevceleri radıyallahü teâlâ anhünne ise, dünyâ ve âhiret işlerinde, kendisine yardımcı olmuşlar, fakîrliğe sabr etmişler, şükr etmişler ve islâmiyyeti yaymakda çok hizmet etmişlerdir. 63 Resûlullahın mübârek kızları ve zevceleri radıyallahü teâlâ anhünne, dünyâ kadınlarının en üstünleridir. Eshâbının hepsi de, Peygamberlerden başka, bütün insanların en üstünleridir. Şehrleri olan Mekke-i mükerreme ve sonra Medîne-i münevvere, yer yüzünün en kıymetli yerleridir. Mescid-i şerîfinde kılınan bir rek at nemâza, bin rek at sevâbı yazılır. Başka ibâdetler için de böyledir. Kabri ile minberi arası, Cennet bağçesidir. (Öldükden sonra beni ziyâret eden, diri iken etmiş gibidir. Haremeynden birinde ölen bir mü min, kıyâmet günü emîn olarak diriltilir) buyurdu. Mekke ve Medîne şehrlerine (Haremeyn) denir. 64 Neseb ve sebeb bakımından, ya nî kan ve nikâh bakımından olan akrabâlığın kıyâmetde fâidesi yokdur. Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem akrabâsı bundan müstesnâdır. 65 Herkesin soyu oğlundan devâm eder. Muhammed aleyhisselâmın soyu ise, Kızı Fâtımadandır. Bu husûs, hadîs-i şerîf ile de bildirilmişdir. 66 Onun mübârek ismini taşıyan hakîkî mü minler Cehenneme girmeyecekdir. 67 Onun her sözü, her işi doğrudur. Her ictihâdı, Allahü teâlâ tarafından doğrulanmışdır. 68 Onu sevmek herkese farzdır. (Allahü teâlâyı seven, beni sever) buyurdu. Onu sevmenin alâmeti, dînine, yoluna, sünnetine ve ahlâkına uymakdır. Kur ân-ı kerîmde meâlen, (Bana uyarsanız, Allahü teâlâ sizi sever) demesi emr olundu. 69 Onun ehl-i beytini radıyallahü teâlâ anhüm ecma în sevmek vâcibdir. (Ehl-i beytime düşmanlık eden münâfıkdır) buyurmuşdur. Ehl-i beyt, zekât alması harâm olan akrabâsıdır. Bunlar, zevceleri ve dedesi Hâşimin soyundan olan mü minlerdir ki, Alînin, Ukaylin, Ca fer Tayyarın ve Abbâsın soyundan olanlardır. 356
357 70 Eshâbının hepsini radıyallahü teâlâ anhüm ecma în sevmek vâcibdir. (Benden sonra, eshâbıma düşmanlık etmeyiniz! Onları sevmek, beni sevmekdir. Onlara düşman olmak, bana düşman olmakdır. Onları inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten de, Allahü teâlâyı incitir. Allahü teâlâ, kendisini incitene azâb eder) buyurdu. 71 Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâma, gökde iki ve yerde iki yardımcı yaratmışdır. Bunlar Cebrâîl, Mikâîl ve Ebû Bekr ve Ömerdir radıyallahü teâlâ anhüm ecma în. 72 Her insanın cinden bir arkadaşı vardır. Bu şeytân kâfirdir. Vesvese vererek, îmânını almağa, günâh yapdırmağa çalışır. Resûl aleyhisselâm, arkadaşı olan cinnîyi îmâna getirmişdir. 73 Erkek, kadın, büyük yaşda vefât eden herkese kabrinde Muhammed aleyhisselâm sorulacakdır. Rabbin kimdir denildiği gibi, Peygamberin kimdir denilecekdir. 74 Muhammed aleyhisselâmın hadîs-i şerîflerini okumak ibâdetdir. Okuyana sevâb verilir. Hadîs-i şerîf okumak için, abdest almak, temiz elbise giymek, güzel koku sürünmek, hadîs-i şerîf kitâbını yüksek bir yere koymak, okuyanın dışarıdan gelenler için ayağa kalkmaması ve dinliyenlerin birbirleriyle konuşmamaları müstehâbdır. Hadîs-i şerîfleri devâmlı okuyanların yüzleri nûrlu, parlak ve güzel olur. Kur ân-ı kerîm okurken de, bu edebleri gözetmek lâzımdır. 75 Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem vefât edeceği zemân, Cebrâîl aleyhisselâm gelip, Allahü teâlâdan selâm getirdi ve hâtırını sorduğunu söyledi. Vefât edeceğini bildirdi. Kendisi ve ümmeti için çok müjdeler verdi. 76 Mübârek rûhunu almak için, Azrâîl aleyhisselâm, insan şeklinde geldi. İçeri girmek için izn istedi. 77 Kabrinin içindeki toprak, her yerden ve Kâ beden [ve Cennetlerden] dahâ efdaldir. 78 Kabrinde, bilmediğimiz bir hayât ile diridir. Kabrinde Kur ân-ı kerîm okur, nemâz kılar. Bütün Peygamberler de aleyhimüssalevâtü vetteslîmât böyledir. 79 Dünyânın her yerinde Resûlullaha sallallahü aleyhi ve sellem salevât okuyan müslimânları işiten melekler, kabrine gelip haber verirler. Kabrini hergün binlerce melek ziyâret eder. 357
358 80 Ümmetinin amelleri ve ibâdetleri her sabâh ve akşam kendisine gösterilir. Bunları yapanları da görür. Günâh işliyenlerin afv olması için düâ eder. 81 Kabrini ziyâret etmek, kadınlara da müstehâbdır. Başka kabrleri ise, yalnız tenhâ zemânlarda ziyâret etmeleri câizdir. 82 Diri iken olduğu gibi, vefâtından sonra da, dünyânın her yerinde, her zemân Ona tevessül edenlerin, ya nî Onun hâtırı ve hurmeti için istiyenlerin düâsını Allahü teâlâ kabûl eder. Bir köylü, türbesi yanına gelip, (Yâ Rabbî! Köle âzâd etmeği emr etdin. Bu senin Peygamberindir. Ben de, kölelerinden biriyim. Peygamberinin hâtırı için, Beni Cehennem ateşinden âzâd et!) dedi. (Ey kulum! Niçin yalnız kendinin âzâd olmasını istedin? Bütün kullarımın âzâd olmalarını niçin istemedin? Haydi git! Seni Cehennemden âzâd etdim) sesi işitildi. Evliyânın meşhûrlarından Hâtim-i Esam [1], Resûlullahın türbesinin yanında durup, (Yâ Rabbî! Peygamberinin kabrini ziyâret etdim. Beni, eli boş olarak çevirme!) dedi. (Ey kulum! Habîbimin kabrini ziyâret etmeni kabûl etdim. Seni ve seninle berâber ziyâret edenleri mağfiret etdim) sesi işitildi. İmâm-ı Ahmed Kastalânî rahmetullahi aleyh diyor ki, birkaç sene hastalık çekdim. Doktorlar çâresini bulamadı. Mekkede bir gece Resûlullaha çok yalvardım. O gece rü yâda bir kimse gördüm. Elindeki kâğıdda, (Burada Ahmed Kastalânînin hastalığı için, Resûlullahın izni ile ilâcı yazılmışdır) okudum. Uyandığımda hastalığım kalmamışdı. Kastalânî yine diyor ki, bir kızcağız sar a hastalığına yakalanmışdı. İyi olması için Resûlullaha çok yalvardım. Rü yâmda bir kimse, kızcağızı hasta yapan cinnîyi bana getirdi. Bunu sana Resûlullah gönderdi dedi. Cinnîye darıldım, bağırdım. Kızcağızı incitmiyeceği için bana yemîn verdi, uyandım. Kızcağızın sar a hastalığından kurtulduğunu haber aldım. 83 Kabrden ilk önce Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem kalkacakdır. Üzerinde Cennet elbisesi bulunacakdır. Burak üzerinde mahşer [toplantı] yerine gidecekdir. Elinde (livâ-ülhamd) denilen bayrak olacakdır. Peygamberler ve bütün insanlar bu bayrağın altında duracakdır. Hepsi, bin sene beklemekden, çok sıkılacaklardır. Önce Âdem, sonra Nûh, sonra İbrâhîm ve Mûsâ [1] Hâtim-i Esam Belhî, 237 [m. 852] de vefât etdi. 358
359 ve Îsâ peygamberlere aleyhimüssalevâtü vetteslîmât gidip, hesâba başlanması için şefâ at etmelerini dileyeceklerdir. Her biri, birer özr bildirerek, Allahü teâlâdan utandıklarını, korkduklarını söyliyecekler, şefâ at edemiyeceklerdir. Sonra, Resûlullaha gelip yalvaracaklardır. Secde edip, düâ edecek ve şefâ ati kabûl olacakdır. Önce, Onun ümmetinin hesâbı görülecek, önce sırâtdan geçecekler ve Cennete gireceklerdir. Her gitdiği yeri nûrlandıracaklardır. Fâtıma radıyallahü anhâ sırâtdan geçerken (Herkes gözlerini kapasın! Muhammed aleyhisselâmın kızı geliyor) denecekdir. 84 Beş yerde şefâ at edecekdir. Birincisi (Makâm-ı Mahmûd) denilen şefâ atı ile, bütün insanları mahşerde beklemek azâbından kurtaracakdır. İkincisi, şefâ atı ile, çok kimseyi hesâbsız Cennete sokacakdır. Üçüncüsü, günâhı çok olan mü minleri Cehennemden çıkaracakdır. Dördüncüsü, sevâbı ve günâhı müsâvî olup, (A râf) denilen yerde bekliyenlerin Cennete gitmelerine şefâ at edecekdir. Beşincisi, Cennetde olanların derecelerinin yükselmesine şefâ at edecekdir. Şefâ at ile hesâbdan kurtardığı yetmiş bin kimsenin her birinin şefâ atleri ile de, yetmişer bin kişi hesâbsız Cennete gireceklerdir. 85 Hadîs-i kudsîde, (Sen olmasaydın, hiçbirşeyi yaratmazdım) buyuruldu. 86 Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem Cennetde bulunduğu makâmın ismi (Vesîle)dir. Burası Cennetin en yüksek derecesidir. Cennetde bulunan herkese birer dalı yetişecek olan (Sidret-ül-müntehâ) ağacının kökü oradadır. Cennetdekilere her ni met, bu dallardan gelecekdir. Zâhidâ! Aç gözün, sahraya bak da, ibret al! Şu direksiz kubbe-i semâya bak da, ibret al! Görmek istersen, Cenâb-ı kibriyânın kudretin, her sabâh, seher vakti, dünyâya bak da ibret al! Pâdişâh olsan da, derler er kişi niyyetine, Var, musallada yatan mevtâya bak da, ibret al! Bir kefendir âkıbet, sermâye-i beğ ve fakîr, varlığa mağrur olan, mecnûn değil de, yâ nedir? 359
360 6 RESÛLULLAHIN sallallahü aleyhi ve sellem GÜZEL AHLÂK VE ÂDETLERİ Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem ahlâkından ve âdetlerinden elli adedi aşağıda bildirilmişdir: 1 Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem ilmi, irfânı, fehmi, yakîni, aklı, zekâsı, cömertliği, tevâzû u, hilmi, şefkati, sabrı, gayreti, hamiyyeti, sadâkatı, emâneti, şecâ ati, heybeti, yiğitliği, belâgati, fesâhati, fetâneti, melâheti [güzelliği], vera ı, iffeti, keremi, insâfı, hayâsı, zühdü, takvâsı bütün Peygamberlerden dahâ çokdu. Dostundan ve düşmânından gördüğü zararları, eziyyetleri afv ederdi. Hiçbirine karşılık vermezdi. Uhud gazâsında kâfirler mübârek yanağını kanatıp, dişlerini kırdıkları zemân, bunu yapanlar için, (Yâ Rabbî! Bunları afv et! Câhilliklerine bağışla) diye düâ buyurmuşdu. 2 Şefkati çokdu. Hayvanlara su verir. Su kabını eliyle tutarak doymalarını beklerdi. Bindiği atın yüzünü ve gözünü silerdi. 3 Her çağırana, lebbeyk (efendim) diyerek cevâb verirdi. Kimsenin yanında, ayaklarını uzatmazdı. Diz çöküp otururdu. Hayvan üzerinde giderken, bir yaya görünce, arkasına bindirirdi. 4 Kendisini kimseden üstün tutmazdı. Bir yolculukda, bir koyun kebâbı yapılacağı zemân, biri ben keserim dedi. Bir başkası, ben derisini yüzerim dedi. Diğeri, ben pişiririm dedi. Resûlullah da, ben odun toplarım deyince, Yâ Resûlallah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem! Sen istirâhat buyur! Biz toplarız dediler. (Evet! Sizin herşeyi yapacağınızı biliyorum. Fekat, iş görenlerden ayrılarak oturmak istemem. Allahü teâlâ, arkadaşlarından ayrılıp oturanı sevmez) buyurdu. Kalkıp odun toplamaya gitdi. 5 Eshâbının radıyallahü teâlâ anhüm ecma în oturdukları yere gelince, baş tarafa geçmezdi. Gördüğü boş bir yere otururdu. Elinde bastonu olarak, birgün sokağa çıkdıkda, görenler ayağa kalkdılar. (Başkalarının birbirlerine saygı duruşu yapdıkları gibi, benim için ayağa kalkmayınız! Ben de, sizin gibi bir insanım. Herkes gibi yirim. Yorulunca, otururum) buyurdu. 6 Çok zemân diz çökerek otururdu. Dizlerini dikip, etrâfına 360
361 kollarını sararak oturduğu da görülmüşdür. Yemekde, giymekde ve herşeyde hizmetçilerini kendinden ayırmazdı. Onların işlerine yardım ederdi. Kimseyi dövdüğü, sövdüğü hiç görülmedi. Her zemân hizmetinde bulunan Enes bin Mâlik diyor ki, Resûlullaha on sene hizmet etdim. Onun bana yapdığı hizmet, benim Ona yapdığımdan çok idi. Bana incindiğini, sert söylediğini hiç görmedim. 7 Söküklerini, yırtıklarını kendi de yamar, koyunlarını kendi de sağar, hayvanlarına kendi de yem verirdi. Çarşıdan satın aldığını eve kendisi götürürdü. Yolculukda hayvanlarına yem verir, ba zan tımar da ederdi. Bunları ba zan yalnız yapar, ba zan da hizmetçilerine yardım ederdi. 8 Ba zı kimselerin hizmetçileri gelip kendisini çağırdıklarında, Medînenin âdetine uyarak, onlarla elele verip yürürdü. 9 Hastaları ziyâret eder, cenâzelerde bulunurdu. Gönül almak için, kâfirlerin ve münâfıkların hastalarını da ziyâret ederdi. 10 Sabâh nemâzlarını kıldırdıkdan sonra, cemâ ate karşı oturup, (Hasta olan kardeşimiz var mı? Ziyâretine gidelim!) buyururdu. Hasta yoksa, (Cenâzesi olan var mı? Yardıma gidelim!) derdi. Cenâze olursa, yıkanmasında, kefenlenmesinde yardım eder, nemâzını kıldırır, kabrine kadar giderdi. Cenâze yoksa, (Rü yâ gören varsa anlatsın! Dinleyelim, tâbir edelim!) buyururdu. 11 Eshâbından birini üç gün görmese, onu sorardı. Yolculuğa gitmiş ise, hayr düâ eder, şehrde ise, ziyâretine giderdi. 12 Yolda karşılaşdığı müslimâna önce kendi selâm verirdi. 13 Deveye, ata, katıra ve eşeğe biner, ba zan başkasını da arkasına oturturdu. 14 Misâfirlerine, Eshâbına hizmet eder, (Bir kavmin efendisi, en üstünü, onlara hizmet edendir) buyururdu. 15 Kahkaha ile güldüğü hiç görülmedi. Sessizce tebessüm ederdi. Ba zan gülerken mübârek ön dişleri görünürdü. 16 Hep düşünceli, üzüntülü görünür, az söylerdi. Konuşmağa tebessüm ederek başlardı. 17 Lüzûmsuz ve fâidesiz birşey söylemezdi. Lâzım olunca, kısa, fâideli ve ma nâsı açık olarak söylerdi. İyi anlaşılması için ba zan üç kerre tekrâr ederdi. 18 Yabancı ile ve tanıdıklarla ve çocuklarla ve ihtiyâr kadın- 361
362 larla ve mahrem kadınlariyle latîfe, şaka yapardı. Fekat bunlar, Allahü teâlâyı bir an unutmasına sebeb olmazdı. 19 Heybetinden kimse yüzüne bakamazdı. Birisi gelip mübârek yüzüne bakınca, titredi. (Sıkılma! Ben melik değilim, zâlim değilim. Kurumuş et yiyen bir kadıncağızın oğluyum) buyurdu. Adamın korkusu gidip, derdini söylemeye başladı. 20 Bekçileri, kapıcıları yokdu. Herkes kolayca yanına gelip, derdini anlatırdı. 21 Hayâsı çokdu. Konuşduğu kimsenin yüzüne bakmağa utanırdı. 22 Kimsenin aybını yüzüne vurmazdı. Kimseden şikâyet etmez, arkasından söylemezdi. Bir kimsenin sözünü veyâ işini beğenmediği zemân, (Ba zı kimseler, acabâ neden şöyle yapıyorlar?) derdi. 23 Allahü teâlânın sevgilisi, resûlü ve makbûlü iken, (Allahü teâlâyı en iyi tanıyanınız ve Ondan en çok korkanınız benim) buyururdu. (Benim gördüğümü görseydiniz, az güler, çok ağlardınız) der, havada bulut görünce, (Yâ Rabbî! Bu bulutla bize azâb gönderme!) derdi. Rüzgâr esince, (Yâ Rabbî! Bize hayrlı rüzgâr gönder) diye düâ ederdi. Gök gürleyince, (Yâ Rabbî! Bizi gadabınla öldürme, azâbınla helâk etme ve bundan önce bize âfiyet ihsân eyle!) derdi. Nemâza dururken, ağlıyan kimsenin içini çekdiği gibi, göğsünden ses işitilirdi. Kur ân-ı kerîm okurken de, böyle olurdu. 24 Kalbinin kuvveti, şecâ ati şaşılacak kadar çokdu. Huneyn gazâsında, müslimânlar, ganîmet toplamak için dağılıp, üç dört kimse ile kalmışdı. Kâfirler hep birden, hemen hücûm etdiler. Resûlullah onlara karşı durup kaçırdı. Birkaç def a oldu. Aslâ gerilemedi. 25 (Mevâhib-i ledünniyye)de, üçüncü maksadın ikinci faslı sonunda diyor ki: Abdullah ibni Ömer, Fahr-i kâinâtdan dahâ kuvvetli bir pehlivân görmedim dedi. İbni İshak diyor ki, Mekkede Rügâne isminde meşhûr bir pehlivân vardı. Resûlullah ile şehr hâricinde, karşılaşdı. (Yâ Rügâne! niçin müslimân olmuyorsun?) buyurdu. Peygamber olduğuna bir şâhidin var mı dedi. (Seninle güreş edelim. Sırtın yere gelirse, îmân eder misin?) buyurdu. Evet îmân ederim dedi. Dahâ, başlangıçda, Rügânenin sırtı yere gelince, şaşkına döndü. Bir yanlışlık oldu. Tekrâr edelim dedi. Böylece, üç kerre, sırt üstü yıkıldı. (Şevâhid-ün-nübüvve)nin üçüncü cüz ü 362
363 başında diyor ki, (Îmân etmeğe niyyetim yok idi. Sırtımın yere geleceği hâtırımdan bile geçmemişdi. Şimdi, kuvvetinin benden dahâ çok olduğuna şaşdım ve çok beğendim diyerek, sürüsünün yarısını Resûlullaha hediyye edip, ayrıldı. Resûlullah, sürü ile Mekkeye doğru giderken, Rügâne koşarak geldi ve: Yâ Muhammed! Mekkeliler, bu sürüyü nerden buldun? derlerse, ne cevâb verirsin dedi. Rügâne hediyye etdi derim buyurdu. Ne için hediyye etdi derlerse, Onunla güreş etdik. Sırtını yere getirdim. Kuvvetimi beğendi de verdi derim. Amân öyle söyleme! Şânım şerefim yok olur. Sözlerim hoşuna gitdi de verdi desen iyi olur. Hiç yalan söylememek için Rabbime söz verdim buyurdu. Öyle ise, sürüyü geri alırım dedi. Alırsan al! Rabbimin rızâsı için, bin sürü fedâ olsun buyurdu. Rügâne Resûlullahın bu îmânına, doğruluğuna âşık olup hemen (Kelime-i şehâdet) söyleyerek müslimân oldu.) Ebül-Esvedil- Cümehî isminde bir pehlivân dahâ vardı. Sığır derisi üstünde ayakda durup, on kuvvetli kimse, deriyi etrâfından çeker, deri parçalanır, yerinden hareket etdiremezlerdi. Bu da, beni yenersen îmâna gelirim dedi. Güreşince, sırtı yere geldi. Fekat îmân etmedi. 26 Çok cömert idi. Yüzlerle deve ve koyunlar bağışlar, kendisine birşey bırakmazdı. Nice katı kalbli kâfirler, bu ihsânlarını görerek îmâna gelmişlerdir. 27 Kendisinden birşey istendikde yok dediği hiç işitilmedi. Var ise verir, yok ise sükût ederdi. 28 Allahü teâlâ, (iste vereyim) buyurmuşken, dünyâ servetini istemedi. Elenmiş buğday unu ekmeğini hiç yimedi. Hep elenmemiş arpa unu ekmeğini yirdi. Doyuncaya kadar yidiği görülmedi. Ekmeği katıksız olarak veyâ hurma ile, sirke ile, meyva ile, çorba ile veyâ zeytin yağına batırıp yirdi. Tavuk, tavşan, deve, ceylan, balık ve pastırma etleri ve peynir de yirdi. Etin kol tarafını severdi. Elleri ile tutup ısırarak yirdi. [Bıçakla kesip yimek de câizdir.] Ekseriyâ süt veyâ hurma yirdi. Evde iki üç ay yemek pişmeyip, ekmek yapılmayıp, yalnız hurma yediği aylar da olmuşdur. İki üç gün birşey yimediği de olurdu. Vefât etdiği zemân, bir demir zırh ceketi, otuz kilo arpa için, bir yehûdîde rehin 363
364 bırakılmış bulundu. 29 Bir yemeği beğenmediği işitilmedi. Beğendiğini yir, beğenmediğini yimez ve birşey söylemezdi. 30 Günde bir kerre yirdi. Ba zan sabâh, ba zan akşam yirdi. Eve gelince (yiyecek var mı?) der, yok denirse, oruc tutardı. Yemeği sofra bezi, tepsi, masa gibi birşey üstünde yimeyip, yere kor, diz çöker, bir şeye dayanmadan yirdi. Yemeğe besmele okuyarak başlardı. Sağ eli ile yirdi. 31 Dokuz zevcesine ve birkaç hizmetçisine ba zan bir senelik arpa ve hurma ayırır, bundan fakîrlere de sadaka verirdi. 32 Yemekler arasında koyun etini, et suyunu, kabağı, tatlıları, balı, hurmayı, sütü, kaymağı, karpuzu, kavunu, üzümü, hıyarı ve serin suyu severdi. 33 Suyu yavaş yavaş, besmele ile başlıyarak üç yudumda içer, sonunda (Elhamdülillah) der ve düâ ederdi. 34 Diğer Peygamberler gibi, zekât malı ve sadaka almazdı. Hediyyeyi kabûl ederdi. Ekseriyâ karşılığını ziyâdesi ile verirdi. 35 Giymesi câiz olanlardan her bulduğunu giyerdi. Kalın kumaşdan ihram şeklinde dikilmemiş şeylerle örtünür, peştemal sarınır, gömlek ve cübbe de giyerdi. Bunlar pamukdan, yünden veyâ kıldan dokunmuşdu. Ekseriyâ beyâz, ba zan yeşil giyerdi. Dikilmiş elbise giydiği de olurdu. Cum a ve bayramlarda ve yabancı elçiler geldikde ve cenk zemânlarında kıymetli gömlekler, cübbeler giyerdi. Elbiselerinin renkleri ekseriyâ beyâz olurdu. Yeşil, kırmızı ve siyâh olduğu da olurdu. Kollarını bileklerine kadar, mübârek ayaklarını baldırın yarısına kadar örterdi. İmâm-ı Tirmüzînin rahime-hullahü teâlâ (Şemâil-i şerîfe) kitâbında diyor ki, (Resûlullah, Kamîs, ya nî gömlek giymeği severdi. Gömleğinin kolları, bileklerine kadar uzundu. Gömleğinin kollarında ve yakasında düğme yokdu. Ayakkabısı deriden olup, bir tasması ve iki kıbâlı vardı. Kıbâl, bir ucu tasmaya, diğer ucu, ön uca dikilmiş kayışdır. İki parmak arasından geçmekdedir. Elbise ve ayakkabı giymekde âdete uyulur. Âdetden ayrılmak, şöhrete sebeb olur. Şöhretden kaçınmak lâzımdır. Mekkeye girdiği zemânda, mübârek başında siyâh sarık sarılı idi). 36 Ekseriyâ beyâz, ba zan siyâh tülbenti başına sarık olarak sarıp, ucunu bir karış kadar iki omuzu arasına sarkıtırdı. Sarığı çok büyük ve pek küçük olmayıp, üçbuçuk metre kadar uzundu. 364
365 Sarığını takkesiz sarar, ba zan sarıksız fitilli takke giyerdi. 37 Arabistândaki âdete uyarak saçlarını kulaklarının yarısına kadar uzatır, fazlasını kesdirirdi. Saçlarına yağ sürerdi. Yolculukda dahî şişe ile yağ götürürdü. Yağ sürdüğü zemân, başına önce tülbent kor, başlığını tülbentin üstüne giyerdi. Böylece, yağ sürdüğü dışardan belli olmazdı. Ba zan saçlarını uzatıp, iki ön yanına uzatırdı. Mekkeyi feth etdiği gün, böyle uzanmış iki saçı vardı. 38 Ellerine, başına, yüzüne misk veyâ başka kokular sürer, ud ağacı, kâfûrî ile buhurlanırdı. 39 Yatağı, içi hurma iplikleri ile dolu, dabağlanmış deriden idi. İçi yünle dolmuş bir yatak getirdiklerinde, kabûl etmedi ve (Yâ Âişe! Allaha yemîn ederim ki, eğer istesem, Allahü teâlâ her yerde altın ve gümüş yığınlarını yanımda bulundurur) dedi. Ba zan hasır, tahta, döşek, yünden dokunmuş keçe veyâ kuru toprak üzerinde de yatardı. [İbni Âbidîn rahime-hullahü teâlâ, orucu anlatmağa başlarken diyor ki, (Resûlullahın ve Ondan sonra dört halîfesinin devâm üzere yapdıkları şeylere (Sünnet) denir. (Sünnet-i hüdâ)yı terk etmek mekrûhdur. (Sünnet-i zâide)yi terk mekrûh değildir). Abdülganî Nablüsî rahime-hullahü teâlâ, (Hadîka) kitâbında diyor ki, (Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, kendisinin ibâdet olarak yapdığı şeyleri terk edeni inkâr etmedi ise, ya nî darılmadı ise, bu ibâdetlere (Sünnet-i hüdâ) denir. Bunları devâmlı yapdı ise, (Sünnet-i müekkede) denir. Resûlullahın âdet olarak yapdığı şeylere (Sünnet-i zâide) veyâ (Müstehâb) denir. İyi işlere sağdan başlamak, sağ el ile yapmak, binâ yapmakda, yimekde, içmekde, oturmakda, kalkmakda, [yatmakda], elbisede, âletlerde yapdığı ve kullandığı şeyler böyledir. Bunları yapmamak ve un eleği, kaşık gibi (âdetde bid at) olan şeyleri, ya nî sonradan ortaya çıkan âdetleri yapmak dalâlet olmaz. Günâh olmaz.) Bundan anlaşılıyor ki, masada yimek, çatal, kaşık kullanmak, karyolada yatmak ve konferanslarda, mekteblerde ahlâk ve fen derslerinde, radyo, televizyon ve teyp kullanmak ve her çeşid nakl vâsıtalarına binmek, gözlük, hesâb makinası gibi fen vâsıtalarından istifâde etmek câizdir. Çünki bunlar, âdetde bid atdirler. Sonradan meydâna çıkan şeylere (Bid at) denir. Âdetde olan bid atleri, yenilikleri harâm işlemekde kullanmak harâm olur. 365
366 Nemâzda, ezânda ve câmi deki va z ve hutbede radyo, hoparlör, teyp kullanmak husûsunda (Se âdet-i Ebediyye) ve (İslâm Ahlâkı) kitâblarında geniş bilgi vardır. İbâdetde bid at yapmak, ufak değişiklik yapmak, çok büyük günâh olur. Cihâd yapmak, hükûmetin, ordunun, düşmânlarla harb etmesi ibâdetdir. Fekat, harbde her dürlü fen vâsıtasını kullanmak bid at olmaz. Aksine, çok sevâb olur. Çünki, harbde her çeşid fen vâsıtalarını kullanmak emr olundu. İbâdetlerde, emr olunan şeyleri yapmağa yardımcı olan yenilikleri yapmak lâzımdır. Yasak edilmiş şeyleri yapmağa yardımcı olan yenilikleri, değişiklikleri yapmak bid at olur. Meselâ, ezân okumak için minâreye çıkmak lâzımdır. Çünki, yüksekde okumak emr olundu. Fekat, ezânı hoparlör ile okumak bid atdir. Çünki, âlet ile okumak emr olunmadı. İnsanın okuması emr olundu. Nemâz vaktlerini bildirmek ve başka ibâdetleri yapmak için, çan çalmak, boru ötdürmek gibi, müzik âletleri kullanılması da Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem tarafından yasaklandı.] 40 Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, sakalını bir tutamdan fazla uzatmazdı. Fazlasını makasla kısaltırdı. [Bir tutam sakal uzatmak sünnetdir. Sakal bırakması âdet olan yerde bulunanın bırakması vâcib olur. Bir tutamdan fazlasını kesmek de sünnetdir. Bir tutamdan kısa yapmak bid atdir. Böyle kısa sakalı bir tutam uzatmak vâcibdir. Sakalı kazımak mekrûhdur. Özrle kazımak câiz olur.] 41 Her gece mübârek gözlerine üç kerre sürme çekerdi. 42 Evinde ayna, tarak, sürme kabı, misvak, makas, iğne, iplik eksik olmazdı. Yolculukda bunları berâber götürürdü. 43 Her işinde sağdan başlamayı, sağ eliyle yapmayı severdi. Yalnız, sol eliyle tahâretlenirdi. 44 Mümkin olduğu kadar, her işini tek sayıda yapardı. 45 Yatsıdan sonra, gece yarısına kadar uyuyup, sonra sabâh nemâzına kadar ibâdet yapardı. Sağ yanına yatar, sağ elini yanağı altına kor, ba zı sûreler okuyup uyurdu. 46 Tefe ül ederdi. Ya nî, ilk gördüğü, birden bire gördüğü şeyleri hayra yorardı. Hiçbir şeyi uğursuz saymazdı. 47 Üzüntülü zemânlarında sakalını tutar, düşünürdü. 48 Üzüldüğü zemân, hemen nemâza başlardı. Nemâzın lezzeti, safâsı ile gammı giderdi. 366
367 49 Gıybet edenin, ya nî başkasını çekişdirenin sözünü aslâ dinlemezdi. 50 Yürürken, yan tarafa ve arkasına bakmak îcâb etse, bütün bedeni ile dönüp bakardı. Yalnız başını çevirerek bakmazdı. TENBÎH: İslâm âlimleri rahime-hümullahü teâlâ, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem yapdığı yukarıda bildirilmiş olan şeyleri üçe ayırmışlardır. Birincisi, müslimânların da yapması lâzım olan şeylerdir. Bunlara (Sünnet) denir. İkincisi, Peygamberimize sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem mahsûs olan şeylerdir. Bunları başkalarının yapması câiz değildir. Bunlara (Hasâis) denir. Üçüncüsü, âdete bağlı şeylerdir. Bunları her müslimânın bulunduğu yerin âdetine uyarak yapması lâzımdır. Âdete uymayarak yapılırsa fitne uyanır. Fitneyi uyandırmak harâm olur. Hiç usandırma ili, il usandırmaz seni, hîleli iş yapma hem, kes dolandırmaz seni! din düşmanından bir su, içme kandırmaz seni, korkma kâfirden ateş olsa yandırmaz seni! Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni! Her zarar, insana bil, kendi nefsinden gelir, yüz karası âdeme, sû-i fehminden gelir, şeref-ü şân mekâna, hep mekîninden gelir, istikâmet insana, elbet dîninden gelir. Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni! Herşey geçer âlemde, bir hâlde yokdur sükûn! bil ki değmez teessüf etmeğe dünyây-ı dûn! istikâmet zarardan, seni hep eyler masûn, Hak eder sâdıkların, hasmını elbet zebûn. Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni! Birini tezlil için, zulmle etme iştigâl, arkadaş kazanmağa, olur mâni sû-i hâl, yüz suyu dökme sakın, hem de etme kîl-ü kâl, müstekîm ol, hep çalış, verir elbet Zülcelâl. Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni! İster ise hıfz eder, hep Allahü lem yezel, ırzına mü minlerin, düşman verse de halel, tâ ezelden söylenir, halk dilinde bu mesel: celb eder mükâfâtı, insana elbet amel, Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni! 367
368 At riyâyı, tezyin et, ihlâsla ef âlini, boş buğazlık eyleme, fikr et önce kâlini! ne dürlü saklayayım, desen de ahvâlini, Hak teâlâ a lemdir bilir bütün hâlini. Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni! Mağrûr olmaz mal ile, mülk ile, ehl-i hired, insanın işi döner, herşeye vardır bir had, ölüm vakti gelince, kimseden gelmez meded, nefsine uyma sakın, hâk olur bir gün cesed. Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni! Sonsuz cihânı düşün, zıllı âbâd eyleme, (EHL-İ SÜNNET KİTÂBI) oku inâd eyleme, fırsat eldeyken uyan, ömrü berbâd eyleme, yakmağa sürükliyen, fi li mu tâd eyleme! Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni! Hâline şeytân güler, görünce bu gafleti, kendine gel azîzim, güldürme ol şirreti, hâin olma, cihâna ver keremle şöhreti, herşeyin üstündedir, hüsn-ü hulkun rif ati. Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni! Rızk için kefîl olan, Hâlık teâlâ, sana, baş eğmek başkasına, yakışmaz hâşâ sana! ızdırâblara sebeb, meyl-i mâsivâ sana, bir nasîhat eyledi, âkıl-ü dânâ sana: Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni! Allahü teâlânın ni metlerini, yaratdıklarını düşün, büyüklüğünü anlarsın! Kendisini, nasıl olduğunu düşünme, anlıyamaz, sapıtırsın! 368
369 IV İSLÂM DÎNİ VE DİĞER DİNLER MUKADDEME Bu kısm, kitâbımızın diğer kısmları gibi, İslâm dîninden bahs edecek, size târîhin eski sahîfelerini hâtırlatacak, bütün dinlerin esâsları hakkında size kıymetli ma lûmât verecekdir. Bu kısmı da, diğer kısmlar gibi, fütûrsuz, neş e ile okuyacağınızı ümmîd etmekdeyiz. Her zemân tekrâr etdiğimiz gibi, 21. asra girdiğimiz bu günlerde, insanların zemânı az, derdleri çok, kafaları muhtelif düşünceler ile doludur. Bugünkü insanlar, aynı zemânda birçok yeni ilmler öğrenmişdir. Her okuduğu kitâbı bunlarla mukâyese etmekdedir. Onun için, onlara bugünün şartlarına uygun, vesîkalı ve ilmî, fennî ve mantıkî fikrler vermeğe mecbûruz. Her sene, bir kısmını ilâve ederek, bugünkü hâle gelen kitâbımızı, yazmak ve neşr etmek imkânı verdiği için, Allahü teâlâya ne kadar şükr etsek azdır. Allahü teâlânın ni metleri sonsuzdur. Kitâbımızın okunduğunu ve okuyanların istifâde etdiklerini, gelen mektûblardan anlıyor ve Rabbimize hamd ediyoruz. Okuyanların düâları ve teşekkürleri bizim en büyük kazancımızdır. Bu mektûblar ve takdîrler bizi dahâ fazla çalışmağa teşvîk etmekdedir. Ne acıdır ki, son zemânlarda, islâm âlimlerinin kitâblarını okuyup anlıyabilen ve anladıklarını herkesin anlıyabileceği gibi yazanlar azalmışdır. Hele din bilgilerinin mütehassısları hemen hemen kalmamışdır. İslâm dîni, dünyânın en mütekâmil [en üstün], en mantıkî ve en son dîni olduğundan, tek doğru din olup, bütün dinleri nesh edip, hükmlerini yürürlükden kaldırdığından, onun hakkında bir kitâb yazabilmek için, yazanın yüksek tahsîlli, ya nî ilm sâhibi olması, arabî, fârisî ve bir ecnebî lisânı bilmesi, en yeni tabî î ve fennî bilgiler yanında, islâm ilmleri ile de, mücehhez olması lâzımdır. Yazılarımızın hiçbiri bizden, bizim kafamızdan çıkmış değildir. Hepsi, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından alınmışdır. Yazdığımız kitâbları büyük bir dikkat ile, din büyüklerinin ve fen müte- 369 Herkese Lâzım Olan Îmân: F-24
370 hassıslarının eserlerinden almakdayız. Hiçbir zemân, te assub sâhibi olmadık. Elimize geçen bütün mektûbları dikkat ile incelemekde ve bunlara ilm ve mantık yoluyla cevâb vermekdeyiz. Kitâbımızın ba zı kısmları Fransızca, Almanca ve İngilizceye terceme edilerek, bütün dünyâya yayılmışdır. Diğer İslâm Cem ıyyetlerinde de, kitâblarımızın haber alındığını, eserlerimizin beğenildiğini, oralarda basılan kitâblarda ismlerinin yazıldığını görmekdeyiz. Bunlarla öğünmiyoruz. Çünki, yapdığımız iş, islâm âlimlerinin, dünyânın her tarafında neşr etdikleri kıymetli eserleri okumak, incelemek, sıralamak, karşılaşdırmak, öğrendiklerimizi akl ve mantık süzgecinden geçirerek herkes tarafından râhatça okunur ve anlaşılır bir şeklde neşr etmekden ibâretdir. Neşr etdiğimiz eserlerde, kendiliğimizden ilâve etdiğimiz hiçbir şey yokdur. Büyük bir zahmet ve meşakkat ile topladığımız bütün bu bilgileri, okuyucumuzun önüne seriyor ve ona bunları kolayca okumak ve öğrenmek fırsatını veriyoruz. Bunlardan bir netîce çıkarmak, okuyucuya âiddir. Bizim vazîfemiz, ona bu malzemeyi hâzırlamakdan ibâretdir. Bunu da seve seve ve karşılığında hiçbir dünyâ menfe ati beklemeden yapıyoruz. Mükâfâtı Allahü teâlâdan bekliyoruz. Kitâbımızın bu kısmını okuyanlar, islâm dîninin, Allahü teâlâyı tanıtan, Ona yaklaşdıran tek yol olduğunu, insanların dinsiz yaşayamıyacaklarını ve dînin insanların ahlâkını düzelteceğini ve hiçbir zemân dünyâ çıkarları ve politika oyunları için kullanılamıyacağını, şahsî menfe atler, âdî maksadlar için bir âlet olamıyacağını, dünyâ ve âhiret se âdetlerine kavuşmak için, mutlaka Ona uymak lâzım olduğunu öğreneceklerdir. İslâm dîni, en doğru, en mantıkî hak din olmasına rağmen, Onun dahâ fazla intişâr etmesi için, şimdi pek az gayret sarf edilmekdedir. Hıristiyanların, hıristiyanlığı neşr için kurdukları teşkîlâtlar gâyet çok olup, pek büyükdürler. Bu kitâbda eserlerinden fâidelendiğimiz ve ilerde kendisinden ayrıca bahs edeceğimiz kıymetli din âlimi, Harputlu İshak efendinin rahime-hullahü teâlâ 1294 [m. 1877] senesinde yayınlanan (Diyâ-ül-Kulûb) ismli eserinde bu husûsda şu bilgi vardır: (1219 [m. 1804] senesinde kurulan İngiliz (Bible House = İncîl Evi) ismindeki protestan cem ıyyeti, İncîli 204 lisana terceme etdirmişdir. 1872 senesine kadar, bu cem ıyyet tarafından basılan kitâbların adedi, hemen hemen 70 milyona varmışdır. O zemân zarfında, bu cem ıyyetin hıristiyanlığı neşr etmek için sarf etdiği para, 205.313 İngiliz altını idi ki, bugünkü para ile [bir ingiliz altını 220.000 Türk lirası kıymetinde iken] 45 milyar lirayı tutmakdadır.) 370
371 Bu cem ıyyet, bugün dahî, fe âliyyetde olup, dünyânın birçok yerlerinde revirler, hastahâneler, konferans salonları, kütübhâneler, mektebler, hattâ sinema salonları gibi eğlence yerleri, spor te sîsleri kurmakda, buralara devâm edenleri hıristiyanlığa teşvîk için fevkal âde gayret sarf etmekdedir. Katolikler de, aynı sûretde çalışmakdadır. Bunlar, aynı zemânda, fakîr memleketlerdeki gençlere iş bulmakda, ehâlîye yiyecek, ilâc yardımı yapmakda ve böylece onları hıristiyanlığa teşvîk etmekdedir. Bugün, ba zı müslimân memleketlerinde, meselâ Pâkistânda, Güney Afrikada, Sü ûdî Arabistânda ba zı ufak cem ıyyetler olduğu gibi, Avrupa memleketlerinde ve Amerikada da, küçük islâm merkezleri vardır. Bunlar, islâmî neşriyyât yapmakdadır. Fekat çeşidli fırkalarca desteklenen bu merkezlerin neşriyyâtı, birbirlerini kötülemekde, dînimizin emr etdiği islâm vahdetini bozmakda, bölücülük yapmakdadırlar. Hakîkat Kitâbevimizin kudreti, ancak bir mikdâr gencin okuyabilmesine kifâyet etmekdedir. Birçok imkânsızlıklara rağmen, bütün dünyâda bizim mütevâdı [alçak gönüllü] neşriyyâtımız okunmakda, bu sâyede fırka-i nâciyyedeki, [doğru yolda olan Ehl-i sünnet mezhebindeki] müslimânların adedi her sene artmakdadır. Bundan yüz sene evvel müslimânlar hıristiyanların ancak üçde biri kadarken, bugün bu mikdâr hemen hemen yüzde elliye varmışdır. Çünki müslimânlar, akîdelerine sâdık kalmakda ve evlâdlarını müslimân olarak yetişdirmekdedirler. Hıristiyan âleminde ise, gençler, hıristiyanlığın, yeni fen bilgilerine ve modern fen buluşlarına muhâlif olduğunu görerek, dinlerine i timâdları kalmamakda ve dinsiz olmakdadırlar. Ayrıca, komünist devletler, dîni büsbütün kaldırmakda, yasak etmekdedir. Bunların ba zılarında, meselâ aşırı komünist olan Arnavutlukda (Dinsizlik Müzesi) kurularak, bütün dinlerle alay edilmekdedir. [1] Yukarıda, bildirdiğimiz pek büyük hıristiyan dînî teşkilâtların mevcûd olduğu İngilterede de, hiçbir dîne inanmıyanların, ateistlerin, nüfûsun yüzde otuzunu bulduğunu, İngiliz neşriyyâtı haber vermekdedir. O hâlde, bir tarafda bütün gayretlere rağmen hıristiyanlık za îflerken, bizim yayınlarımız, niçin fazla takdîr buluyor? Bunun sebebi âşikârdır. İslâm dîni en medenî, en mantıkî ve en doğru dindir. İnsâflı [tarafsız] ve kültürlü her insan, müslimânlığı açık tarzda bildiren kitâblarımızı okuyunca, bu dînin en son hak din olduğunu, bütün modern bilgi ve anlayışlara uyduğunu, içinde [1] Bugün bu komünist idâre yıkılmışdır. 371
372 hiçbir hurâfe bulunmadığını, (Teslîs = Üç tanrı) inancı gibi akl ve mantığın kabûl edemiyeceği bir akîdeye değil, bir tek Allaha inandığını görerek, Ona îmân etmekdedir. Çünki, dikkat ile tedkîk edilecek olursa, şimdiye kadar dünyâya gelmiş olan (Tek Allaha îmân) esâsına bağlı dinlerin, birbirinin devâmı olduğu ve biri bozulunca, Allahü teâlânın, onu düzeltmek için, yeni bir Peygamber aleyhisselâm gönderdiği, bu dinlerin sonuncusunun ise, en ilmî ve en mükemmel bir din olan, islâm dîni olduğu görülür. Bu arada, kendisinden yukarıda bahs etdiğimiz ve ilerde de birçok kerreler ismi geçecek olan, Harputlu İshak efendinin islâmiyyet ile hıristiyanlığı mukayese etmesi de, bu iki dînin îmân esâslarının, aslında birbirlerinin aynı olup, hıristiyanlığın sonradan yehûdîler ve papazlar tarafından tahrîf edildiğini, değişdirildiğini göstermekdedir. Üzerinde durulması îcâb eden mühîm bir mevzû da, hıristiyanlık ile islâmiyyetdeki ahlâk esâslarının mukâyesesidir. Bu kısmı ve (Cevâb Veremedi) kitâbımızın sekizinci kısmını tedkîk edecek olursanız, bu iki dînin aynı şeyleri nasıl aynı tarzda ele aldıklarını, insanlara aynı emrleri verdiklerini göreceksiniz. Bugün bir hıristiyan, üç tanrı yerine, tek Allaha ve son peygamber olan Muhammed aleyhisselâma inanırsa, müslimân olur. Bugün, aklı başında olan hıristiyanlar da, üçlü tanrı i tikâdını [inancını] red etmekde, bunu te vîl için, muhtelif tefsîrler ortaya koymakda ve tek Allaha inanmakdadır. Bu hakîkati gören birçok hıristiyan, seve seve müslimân olmuşlardır. Kitâbımızın (Niçin Müslimân Oldular?) kısmında bunlardan bahs edilmekdedir. Din, rûhun gıdâsıdır. Dinsiz bir insan, kafasız bir gövdeye benzer. Bir vücûdün nasıl nefes almak, yimek ve içmek ihtiyâcı varsa, rûh da tam bir asâlete erişmek, tertemiz olmak, huzûra kavuşmak için, dîne muhtâcdır. Dinsiz bir insan bir makineden, bir hayvandan farksızdır. Din, insana Allahını tanıtan, onu fenâlık yapmakdan koruyan, onun yolunu açan, dimâgını ferâhlatan, derdli zemânlarda onu tesellî eden ve ona maddî ve ma nevî kudret veren, cem iyyet içinde ona hurmet, şeref, i tibâr ve muhabbet kazandıran ve âhiretde de ebedî, sonsuz Cehennem ateşinden koruyan en büyük âmildir. Kitâbımızın bu kısmını, okuyup bitirdiğiniz zemân, siz de, bütün semâvî, ilâhî dinlerin birbirinin devâmı olduğunu, ancak muhtelif zemânlarda, Allahü teâlâ tarafından, yenilenerek, tek Allaha îmân eden hakîkî dinlerin, esâsda tek bir din, tek bir îmân olduğunu, ancak insanlar tarafından değişdirildikçe, Allahü teâlânın em- 372
373 ri ve Onun gönderdiği Peygamberleri aleyhimüsselâm sâyesinde düzeltildiğini ve en son dînin, Muhammed aleyhisselâm n getirdiği (islâm dîni) olduğunu göreceksiniz. slâmiyyetin en büyük düşman ingilizlerdir. Çünki, ingiliz devletinin esâs siyâseti, dünyâdaki, bilhâssa Afrika ve Hindistândaki tabî î servetleri sömürmek, oralardaki insânlar, hayvan gibi çal şd r p, bütün kazançlar ingiltereye nakl etmekdir. Adâleti, sevişmeği ve yard mlaşmağ emr eden islâm dînine kavuşanlar, ingilizlerin zulmlerine, yalanlar na mâni olmakdad r. Buna karş - l k, ingiliz hükûmeti, (Müstemlekeler nezâreti) kurarak, akla, hayâle gelmiyen hâin plânlarla, askerî ve siyâsî kuvvetleri ve yalan ve iftirâlar ile islâmiyyete sald rmakdad r. Bu nezâretin idâre etdiği, kad n ve erkek binlerce câsûsdan biri olan, Hempherin 1125 [m. 1713] senesinde başl yan çal şmalar na âid i tirâflar, insanl k için yüzkaras olan bu plânlar n bir k sm n aç klamakdad r. Bu i tirâflar, Hakîkat Kitâbevi taraf ndan, 1991 de, arabî, ingilizce, rus ca ve türk çe neşr edil miş dir. Çok mü hîm ilâ ve: Peygamberler vâs tas ile, Allah taraf ndan bildirilmiş olan yaşamak yoluna (Din) denir. nsanlar n yapd ğ yaşamak yoluna (Kanûn) denir. Din, anadan, babadan ve kitâbdan öğrenilir. Dinsiz insan olamaz. Her insan, dîninin emrlerine uygun olarak yaşar. Dînine uyan n, dünyâda râhat yaşayacağ na ve âh - retde Cennete giderek, sonsuz se âdete kavuşacağ na, başka dinde olanlar n, dünyâda s k nt çekeceklerine ve âh retde Cehennem ateşinde sonsuz yaşayacaklar na inan r. Herkes, dînini övmekdedir. Propagandalarla, reklâmlarla herkesi kendi dînine çağ rmakda, böylece kendi dîninin doğru olduğuna inanmakda ve herkesi inand rmakdad r. nsan n dünyâ ve âh ret se âdeti, dînine bağl olduğu için, insan, anas ndan, babas ndan öğrendiği dînine bağl kalmamal ve propagandalara ve reklâmlara aldanmamal, mevcûd dinlerin hepsini incelemeli, doğru olduğunu anlad ğ dîne sar lmal d r. Hakîkat Kitâbevinin ç kard ğ kitâblar, bütün dinleri tarafs z olarak bildiriyor. Uzun senelerin tedkîki netîcesinde, bütün dinleri okuyucular na haber veriyor. slâm dîninin ise, hiç değişdirilmemiş hak din olduğunu, bütün insanlara se âdet yolunu gösterdiğini, inan lacak dînin yaln z islâmiyyet olduğunu bildiriyor. Tahsîlli, akll her gencin, Hakîkat Kitâbevinin kitâblar n muhakkak okumalar n tavsiye ederiz. Akl ile, ilmi ile, vicdân ile karâr vererek, se âdete kavuşmalar, 373
374 yalan ve hîleli yaz lar ile okuyucular n aldatanlar n tuzaklar na düşmemeleri, dünyâda ve âh retde felâketlere, sonsuz azâblara uğramama la r için düâ ede riz. Ölüm vard r, gâfil olma, sak n meyl etme dünyâya! Kap lma mal-ü emlâke, sak n aldanma dünyâya. Çal ş emr-i ilâhîyi yetdikçe icrâya! Gelenler hep sefer eyler, muhakkak dâr- ukbaya! Yüzün dön, ilticâ eyle, Cenâb- Zât-i Mevlâya! Bu dünyâ bir köprüdür, her gelen bir bir geçer durmaz! Hani âbâ-ü ecdâd n, ne oldu, kimseler sormaz. Hani annen, baban nerde, bu dünyâ kimseye kalmaz. Gelenler hep sefer eyler muhakkak dâr- ukbaya. Yüzün dön, ilticâ eyle, Cenâb- Zât-i Mevlâya! Ecel bir gelir, ondan aceb kurtulan var m? Hiç ölmem diyenler ölmüş, bak n hiç kurtulan var m? Hani şahlar ve sultânlar, bak n hiç nişan var m? Gelenler hep sefer eyler muhakkak dâr- ukbâya, Yüzün dön, ilticâ eyle, Cenâb- Zât- Mevlâya. TEVHÎD DÜÂSI Yâ Allah, yâ Allah. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Re sû lul lah. Yâ Rah mân, yâ Ra hîm, yâ afüv vü yâ Ke rîm, fa fü annî verhamnî yâ erhamerrâhimîn! Teveffenî müslimen ve elh knî bissâlihîn. Allahümmagfirlî ve li-âbâî ve ümmehâtî ve li âbâ-i ve ümmehât-i zevcetî ve li-ecdâdî ve ced dâ tî ve li-eb nâî ve be nâ tî ve li-ih ve tî ve eha vâ tî ve li-a mâ mî ve am mâ tî ve li-ah vâ lî ve hâ lâ tî ve li-üs tâ zî Abdülhakîm-i Arvâsî ve lil mü minîne vel mü minât yevme yekûmülhisâb. Rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma în. 374
375 1 İSLÂMİYYET BİR (VAHŞET) DÎNİ DEĞİLDİR Viyanaya bakan Kahlenberg tepesine, ya nî 1095 [m. 1683] Viyana kuşatmasında Osmânlı ordusunun karargâhının bulunduğu mahalle çıkarsanız, orada bir âbide [anıt] görürsünüz. Burada (Allah bizi vebâdan ve Türk şerrinden korusun) ibâresi vardır ve bu ibârenin altında bulunan taşbasması bir resmde de, Türklerin hıristiyan kadın ve çocukları boğazladıklarını telkîn eden uydurma bir resm vardır. O târîhde Türkler, hıristiyanlarca, dünyânın en vahşî, en zâlim, en gaddâr milleti olarak tanıtılıyordu. Bunun da islâmiyyetden geldiğini zan ediyorlardı. Eğer Türkler hıristiyan olsalardı, (vahşî) ve (gaddâr) olmıyacaklardı, diyorlardı. İslâm dîninin bir vahşet dîni olduğunu ileri sürenler, o zemânın hâkimleri, zâlimleri, diktatörleri olan hıristiyan din adamları idi. Okullarda verilen din derslerinde bu husûs dâimâ öne sürülüyor, genç hıristiyan çocukları, islâm dînini bir vahşet dîni olarak tanıyorlardı. Bu korkunç iddi â ve iftirâ, asrlarca devâm ederek, günümüze kadar gelmişdir. Harputlu İshak efendi rahime-hullahü teâlâ kitâbında, bir papazın, 1860 senesinde islâmiyyetin aleyhine neşr etdiği bir risâlesinde şunları yazdığını nakl etmekdedir: (Îsâ aleyhisselâm, kendi dînini dâimâ sevgi ile, güzellikle, insanlara merhamet ve onların derdlerine çâre bulmakla teblîg etmişdir. Onun içindir ki, dahâ nasrâniyyet dîni başlar başlamaz, birkaç sene içinde 500 kişi hıristiyan olmuşdur. Hâlbuki, bir vahşet dîni olan müslimânlık, insanlara zorla, ölüm korkusu ile kabûl etdiriliyordu. Muhammed aleyhisselâm müslimânlığı zorla, korkutarak, tehdîd ederek, ancak cenk ile, cihâd ile yaymağa çalışdı. Bu sebeb ile, Peygamber olduğunu iddi â etdiği günün üzerinden 13 sene geçdiği hâlde, sâdece teblîg etmek sûreti ile, müslimânlığı kabûl edenlerin adedi ancak 180 kişi kadardı. Bu da, hakîkî ve insânî bir din olan hıristiyanlıkla, vahşet dîni olan müslimânlığın arasındaki farkı göstermeğe kâfîdir. Hıristiyanlık, insanların kalbine giren, merhamet ve şefkat telkîn eden, hiçbir cebr ve zor kullanmayan mükemmel ve insânî bir dindir. Hıristiyanlığın tek ve hakîkî bir din olduğu şundan anlaşılır ki, hıristi- 375
376 yanlık zuhûr edince, ondan evvelki tek Allah dîni olan mûsevîliğin hükmü ortadan kalkmışdır. Allahü teâlâ, yeni bir Peygamber gönderince, ondan evvelki dinlerin hükmünün ortadan kalkması îcâb eder. Yehûdîler, nasrâniyyeti kabûl etmedikleri için üzerlerine dürlü dürlü belâlar gelmiş, hakîr ve zelîl olmuşlardır. Çünki, yeni Peygamber göndermek, ondan evvelki dinlerin bozulduğuna alâmetdir. Hâlbuki, Muhammed aleyhisselâm geldikden sonra hıristiyanlık ortadan kalkmamış, yehûdîlere olduğu gibi hıristiyanların üzerlerine çeşidli belâlar gelmemiş, aksine dahâ fazla yayılmışdır. Müslimânların bütün uğraşmalarına, milletleri kılınçdan geçirmelerine, kiliseleri yakıp yıkmalarına (meselâ, halîfe Ömer zemânında 4000 kilise yıkılmışdır) rağmen, hıristiyanlar gün geçdikçe artmakda, refâha [zenginliğe] kavuşmakda, buna karşılık müslimânlar perîşan olmakda, fakîrleşmekde ve dünyâ üzerinde hiçbir kıymet ve ehemmiyyetleri kalmamakdadır.) dedi. Papazın bu iftirâlarına hoca İshak efendi rahmetullahi aleyh aşağıdaki cevâbı vermişdir: Her şeyden önce, papazın verdiği bilgi ve rakamlar hakîkate uymamakdadır. Çünki, islâm dîninin mukaddes kitâbı (Kur ân-ı kerîm)de, (Dinde zorlama yokdur) emri bulunmakdadır. Hazret-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem, dîn-i islâmı teblîg ederken, hiçbir cebr ve tehdîd kullanmadığı hâlde, kendiliğinden ve seve seve müslimânlığı kabûl edenler kısa zemânda artmışdır. Hıristiyan târîhcilerinden, Kur ân-ı kerîm mütercimi papaz SA- LE nin beyânları bu sözümüzü isbât etmekdedir. [George Sale 1149 [m. 1736] da öldü. İngiliz papazıdır. 1734 de Kur ân-ı kerîmi ingilizceye terceme etdi. Eserinin önsözünde islâmiyyet hakkında uzun ma lûmât verdi.] 1266 [m. 1850] senesinde basılan bu (Kur ân tercemesi)nde diyor ki: (Medînede dahâ hicretden evvel, içinde müslimân bulunmayan bir tek ev kalmamışdı.) Demek oluyor ki, o zemâna kadar hiç kılınç yüzü görmeyen şehrlerdeki insanlar sırf islâmiyyetin büyüklüğü, doğruluğu, Kur ân-ı kerîmin belâgati sâyesinde, bu dîni severek kabûl etmişlerdir. Müslimânlığın pek sür at ile intişâr etdiğini aşağıdaki hakîkî rakamlar isbât etmekdedir. Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem vefât etdiği zemân, müslimânların adedi 124.000 i bulmuşdu. Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem vefâtından dört sene sonra, Ömer radıyallahü anh 40.000 kişilik bir müslimân ordusu göndererek, bununla Îrânı, Sûriyeyi, Konyaya kadar Anadoluyu ve Mısrı feth etdi. Ömer radıyallahü teâlâ anh, hiçbir zemân, gad- 376
377 dârlık göstermedi. Zâlim diktatörlerden aldığı memleketlerdeki hıristiyanlara, ateşe tapanlara, hiç zulm yapmadı. Bu adâletini bütün cihan, dost ve düşman, kabûl etmekdedir. Bu memleketlerde yaşayan halkın çoğu, islâm dînindeki adâleti, güzel ahlâkı görerek ve anlıyarak, seve seve müslimân oldular. Eski bâtıl dinleri, ya nî hıristiyanlık, yehûdîlik ve mecûsîlik üzerinde kalanlar pek azdı. Böylece 10 sene gibi, pek az bir zemân zarfında, islâm memleketlerinde yaşıyan müslimânların sayısının 30 milyona ulaşdığını, târîhciler söz birliği ile bildirmekdedir. Ömer radıyallahü anh, 4000 kiliseyi yakıp yıkmak şöyle dursun, Kudüse girdiği zemân, kendisine hangi kiliseyi câmi yapmak istediği sorulunca, bu teklîfi şiddet ile red etmiş, ilk nemâzını kilise dışında kılmışdır. Îsâ aleyhisselâmın göğe kaldırılmasından 300 sene sonra, birinci Kostantin hıristiyanlığı kabûl etdi. Onun yardımı ve zorlaması ile, hıristiyanların nüfûsu ancak 6 milyona ulaşabildi. Kostantin hıristiyanlığı kabûl etmiyen yehûdîlerin kulaklarını kesdirdi ve taşlatdırdı. Hıristiyanlık zuhûr edince, yehûdîliğin ortadan kalkdığı, üzerlerine çeşidli belâlar geldiği iddi âsına gelince, bu papazın târîhi iyi tedkîk etmediği, bilmediği anlaşılmakdadır. Zîrâ, yehûdîlik, hıristiyanlık zuhûr etmeden çok zemân evvel bozulmuş, Kudüs şehri Âsûrî hükümdârı Buhtunnasar [m.ö. 604-561] tarafından, sonraları da, Romalılar tarafından yakılıp yıkılmışdı. Bundan sonra, yehûdîler darmadağın olmuşlar, bir dahâ kendilerine gelememişlerdi. Bütün bunlar, îsevîliğin zuhûrundan evvel meydâna geldiğinden, hıristiyanlık ile hiçbir ilgisi yokdur. Bugün, 21. ci asra girerken, karşımızda bir yehûdî devleti görüyoruz. Demek ki, hıristiyanlığa rağmen yehûdîlik, meydândadır. Esâsen bugünkü İsrâîl devleti kurulmadan evvel de, Avrupada bütün servet kaynaklarının, bankaların, basının, büyük sanâyi in başında yehûdîler bulunuyor, yehûdî avukatları bütün dünyâda büyük rağbet görüyorlardı. Yehûdîlerin arasından Lord Disraeli gibi İngiltere İmperatörlüğünün en zengini ve milletvekîli olan insanlar zuhûr etdi. Yine yehûdîlerden Rotelid, dünyânın en zengin insanıdır. Bugün dahî, Avrupa ve Amerikada borsalar ve pekçok şirketler hep yehûdîlerin ellerindedir. Demek oluyor ki, papazın, hıristiyanlık zuhûr eder etmez yehûdîliğin ortadan kalkdığı ve yehûdîlerin üzerlerine çeşidli belâlar geldiği iddi âsı, temâmen yanlışdır. Ancak, kendi dimâgında meydâna gelen bir hayâlden ibâretdir. Hıristiyan din adamları, hıristiyan dîninin sırf sevgi, şefkat, 377
378 merhamet, birbirine yardım esâsları üzerine kurulduğunu i lân etmekdedirler. Biz komşumuz olan hıristiyan papaza, Kitâb-ı mukaddesin Ahd-i atîk kısmının, Tesniye kitâbı 20. bâbının 10-18. ci âyetlerinde ve Kitâb-ı mukaddesin 1303 [m. 1886] senesinde İstanbulda yapılan türkçe baskısının 169. cu sahîfesinde yazılı olan bir parçayı gösterdik. Bu parçada aynen şöyle denilmekdedir: (Bir şehre karşı cenk etmek için, ona yaklaşdığın zemân, oranın halkını sulha çağıracaksın. Eğer, onlar bunu kabûl eder ve kapılarını sana açarlarsa, bu şehrin içindeki bütün insanlar artık senin hizmetçin olacaklar ve ölünceye kadar sana kulluk edeceklerdir. Eğer sulhu kabûl etmeyip, seninle cenk ederlerse, şehri muhâsara edeceksin ve senin Allahın olan RAB, bu şehri senin eline verdiği zemân, şehrde bulunan her erkeği kılınçdan geçireceksin. Kadınları, çocukları, hayvânları ve şehr içinde bulunan her şeyi [malları ve benzerlerini] kendin için yağma edeceksin. [Ya nî onlara el koyacaksın.] Böylece, Allahın olan Rab ın sana verdiği düşmanlarının mallarını yiyeceksin. Yalnız bu şehrde değil, senden çok uzakda bulunan diğer bütün şehrlerde de böyle yapacaksın. Allahın olan Rab ın sana mîrâs olarak vermekde olduğu bu kavmlerin şehrlerinde nefes alan hiçbir kimseyi sağ bırakmıyacaksın. Hittîleri ve Amorîleri, Ken ânîleri ve Perizzîleri ve Hivîleri ve Yebusîleri, Allahın olan Rab ın sana emr etdiği gibi, temâmen yok edeceksin. Tâ ki, kendi ilahlarına yapdıkları bütün rezîl hareketlerine göre ibâdet yapmağı size öğretmesinler. Yoksa, Allahın olan Rab a karşı isyân etmiş, suç işlemiş sayılırsın.) Hıristiyan komşumuza, (Sizin mukaddes kitâbınızda zevallı insanlara karşı çok gaddarca mu âmele emr olunmakdadır. Sizin mukaddes kitâbınızda bulunan bu emrin, mütemâdiyen tekrarladığınız, hıristiyanlık şefkatı ve merhameti ile, hiç bir münâsebeti yokdur. Nerede sizin merhametiniz, acımanız? Kitâb-ı mukaddesdeki bu parça müdhiş bir vahşet ve zulm emridir. Demek sizin dîniniz size vahşeti emr ediyor. Bizim kudsî kitâbımız Kur ân-ı kerîmde ise, düşmana böyle mu âmele edileceği hakkında tek bir kelime yokdur. Aksine, Kur ân-ı kerîm, dâimâ şefkatden, merhametden, afv etmekden bahs ediyor. Zulm yapmağı harâm ediyor. O hâlde, nasıl oluyor da, hıristiyan din adamları, islâm dîninin vahşeti emr etdiğini, hıristiyanlık dîninin ise şefkat dîni olduğunu söylemeğe cesâret ediyorlar? İşte, elimizde sizin kudsî kitâbınız Kitâb-ı mukaddesden bir parça! Demek oluyor ki, sizin iddi ânızın aksine olarak, Kitâb-ı mukaddes vahşeti, barbarlığı, gaddarlı- 378
379 ğı emr ediyor. Buna ne dersiniz?) dedik. Evvelâ bu parçadan haberi olmadığını söyleyen ve kendisine yukarıda bildirilen türkçe İncîl getirilerek 169. cu sahîfesi gösterilen hıristiyan papaz, (Efendim, bu parçanın Îsâ aleyhisselâm ile hiçbir münâsebeti yokdur. Bu parça, Mûsâya aleyhisselâm âid olan Tevrâtdan alınmış bir parçadır. Bahs edilen şey, Allahü teâlânın Mûsevîlere Mısrlılardan intikâm almak için verdiği emrdir. Mısrlılar, o zemân hak dînini tanımamışlar, Mûsâ aleyhisselâmı öldürmeğe kalkmışlardı. Bunun üzerine, Allahü teâlâ, onlardan intikâm almak için yehûdîlere, ismi yazılı kâfir milletleri yok etmek emrini vermişdi. İşte Kitâb-ı mukaddese ilâve edilen bu parçanın ma nâsı budur. Bunun, hıristiyanlık dîni ile hiçbir alâkası yokdur) diye cevâb verdi. Bunun üzerine, ona dedik ki: (Her dînin bir mukaddes kitâbı vardır. O dîne inananlar, ona âid mukaddes kitâbın başından sonuna kadar her parçasına îmân etmeye mecbûrdur. Parçaların nereden geldiği, nasıl tertîblendiği mevzû u bahs olamaz. Zîrâ mukaddes kitâba, Allah kitâbı olarak ve içindeki yazılara da, Allahın emri olarak îmân edilir. Hıristiyanların mukaddes kitâbı (Kitâb-ı mukaddes), ya nî Tevrât ve İncîldir. Onun için, siz Kitâb-ı mukaddesde yazılı bütün yazıları Allahın emri olarak tanımak mecbûriyyetindesiniz. Yok, burası eskiydi, yok burası yehûdîlere âiddir, yok burası Îsâyı değil, Mûsâyı ilgilendirir diye mukaddes kitâbınızı parçalara bölemezsiniz. Bir kısmına îmân edip, bir kısmına inanmamazlık edemezsiniz. Temâmına îmân etmek mecbûriyyetindesiniz. Eğer İncîlin (Tesniye) kısmında bulunan bu parçanın, hıristiyanlıkla hiçbir münâsebeti yoksa, sizin dînî meclîsleriniz, bu parçayı Kitâb-ı mukaddesden çıkarmağa, yâhud bunun bir hurâfe olup, sonradan İncîle eklendiğini bütün dünyâya bildirmeğe mecbûr idi. Böyle bir şey yapılmadığına göre, bu parçaya da, Allahın emri olarak inanıyorsunuz demekdir. O hâlde, hıristiyan dîninin çok gaddar, vahşî bir din olduğunu, kimseye merhamet etmeden, bütün insanları yok etmek istediğini kabûl etmek mecbûriyyetindeyiz.) Hıristiyan papazı hayretde kalmışdı. Kendisi, Kitâb-ı mukaddesi hiç bir zemân tam okumamış, hele eski ahd kısmını gözden bile geçirmemiş olduğu için, bu parçayı ancak bizim göstermemiz üzerine okumuş, hayretden ağzı açık kalmışdı. Nihâyet bize, (Siz yalnız beni değil, bütün hıristiyanlık âlemini mahcûb etdiniz. Ben bir din adamı değilim ve i tirâf edeyim ki, pek dindâr da sayılmam. Fekat, Kitâb-ı mukaddesde yalnız şefkat, merhamet ve afv 379
380 etmek husûsları bulunduğunu zan ediyordum. Bu müdhiş vahşet parçası, bana bir felâket te sîri yapdı. Aynı zemânda, papaz olduğum için de, çok mahcûb oldum. Memleketime dönünce, bu işi ilmi çok olan din adamlarına nakl edeceğim. Mümkinse Kitâb-ı mukaddesin bu kısmını, mukaddes kitâbdan çıkartmak için alâkalı makâmlara mürâce at edeceğim. Bu kısm, muhakkak bir hurâfedir. Çünki, böyle korkunç bir emri Allah vermez. Her hâlde, bu kısm bir yehûdî uydurması olacak) dedi. Kendisini tesellî etdik. Ona İngilizce neşr etdiğimiz (İslâmiyyet ve Hıristiyanlık) kitâbından verdik. Dedik ki, (Bu kitâbı okursanız, kitâb-ı mukaddesde dahâ pek çok hatâlar bulunduğunu görürsünüz. Hattâ, bir rivâyete göre, bu yanlışlar 20.000 i bulmakdadır!). İncîl ile Kur ân-ı kerîm mukayesesi, bundan önceki (Kur ân-ı kerîm ve Bugünkü Tevrât ve İncîller) kısmında bulunmakdadır. Lütfen oraya mürâce at ediniz! Hıristiyanların, Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine inandıkları, (Kitâb-ı mukaddes)de, zulmü, vahşeti emr eden pek çok yerler vardır. Müslimânlara vahşî, islâm dînine vahşet dîni diyen, sözde ma sûm ve müşfik(!) hıristiyanlara bir ibret olması bakımından hıristiyanlığın mukaddes kitâblarındaki zulm ve işkencelerden ba zılarını kısaca zikredelim. Tevrâtın Hurûc [Çıkış] kitâbının 23. bâbının 23. cü âyetinde, (Benim meleğim senin önünde gidecek ve seni Amorîlerin, Hittîlerin ve Perizzîlerin ve Kenânlıların... arasına götürecek ve ben onları helâk edeceğim). 24. cü âyetinde, (Onların temâmını yok edip, dikili taşlarını temâmen parçalayacaksın) demekdedir. Adedler [Sayılar] kitâbının 31. ci bâbının başında, (Rab Mûsâya, Midyânîlerden İsrâîloğullarının intikâmını al) demekdedir. 7. ci âyetinde ve devâmında ise, (Midyânîlere karşı cenk etdiler ve her erkeği öldürdüler, kadınlarını ve çocuklarını esîr aldılar. Bütün hayvanlarını ve bütün sürülerini ve bütün mallarını gasb etdiler, yağmaladılar. Oturdukları bütün şehrleri ve bütün obalarını ateşle yakdılar) demekdedir. Bu âyetlerin devâmında, Mûsâ aleyhisselâmın, kadınları sağ bırakdığı için subaylarına kızdığı ve bütün kadınların ve erkek çocuklarının öldürülmesini emr etdiği yazılıdır. Ayrıca öldürülmiyen kız çocuklarının sayısının 32.000 olduğu bildirilmekdedir ki, [Âyet 35] katledilenlerin sayısını siz düşünün! Tesniyenin 7. bâbının başında, (Allahın Rab, mülk olarak almak için gitmekde olduğun diyâra seni götüreceği ve senin önün- 380
381 den çok milletleri, Hittîleri ve Girgâşîleri ve Amorîleri ve Kenânlıları ve Perizzîleri ve Hivîleri ve Yebûsîleri, senden dahâ kuvvetli ve dahâ büyük yedi milleti kovacağı ve Allahın Rab onları senin önünde ele vereceği ve sen onları vuracağın zemân, onları temâmen yok edeceksin, onlarla sulh etmiyeceksin ve onlara acımıyacaksın) demekdedir. Hurûcun [Çıkış] 32. bâbının 27. ci âyetinde, (Mûsâ onlara dedi, İsrâîlin Allahı Rab şöyle diyor: Herkes kılıcını beline kuşansın ve ordugâhda kapıdan kapıya dolaşsın ve herkes kendi kardeşini ve herkes kendi arkadaşını ve herkes kendi komşusunu öldürsün) demekdedir. Birinci Samuelin 27. ci bâbının 8. ci âyeti ve devâmında, Dâvüd aleyhisselâmın askerleri ile Geşurîlere, Gizrîlere ve Amâlikîlere hücûm etdiği, erkek kadın kimseyi sağ bırakmadığı yazılıdır. İkinci Samuelin 8. ci bâbında Dâvüd aleyhisselâmın Sûriyelilerden 22.000 kişiyi, dahâ sonra 18.000 kişiyi öldürdüğü yazılıdır. 10. cu bâbının sonunda ise 700 araba cengci ile 40.000 atlıyı öldürdüğü yazılıdır. 12. ci bâbının sonunda, Dâvüd aleyhisselâmın teslîm aldığı şehrdeki esîrleri hizarlarla, demir tırmıklarla ve baltalarla katl etdiği ve tuğla fırınında çalışdırdığı yazılıdır. Ahd-i atîkde Yûşâ aleyhisselâmın, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra milyonlarca insanı katl etdirdiği yazılıdır. Matta İncîlinin 10. cu bâbının 34. cü âyetinde Îsâ aleyhisselâmın, (Yeryüzüne selâmet getirmeğe geldim zannetmeyin. Ben selâmet değil, fekat kılınç getirmeğe geldim) dediği yazılıdır. Luka İncîlinin 12. ci bâbının 51. âyetinde, Îsâ aleyhisselâmın, (Dünyâya selâmet getirmeğe mi geldim zan ediyorsunuz? Size derim ki, HAYIR. Fekat doğrusu ayrılık getirmeğe geldim) dediği yazılıdır. Yine Luka İncîlinin 22. bâbının 36. cı âyetinde, Îsâ aleyhisselâmın havârîlerine, (Şimdi kesesi olan onu alsın ve torbası olan da alsın ve olmıyan esvâbını satsın ve kılıç satın alsın) dediği yazılıdır. (Kitâb-ı mukaddes)i okuyan insâflı bir kimse, onun vahşet ve zulm sahneleri ile dolu olduğunu ve bütün bunların, Peygamberlere, Allahü teâlânın sevgili kullarına atf edildiğini görür. Hıristiyanlar, Allah kelâmı olduğuna inandıkları bu kitâbın, emrlerine tâbi olarak, gerek birbirlerine, gerekse müslimân ve 381
382 yehûdîlere çok zulmler ve târîhe kanla yazılan katliâmlar yapmışlardır. Papaz Alex Kcithin ingilizce olarak te lîf etdiği ve papaz Merikin fârisîye terceme etdiği (Keşf-ül âsâr ve fî kısas-ı enbiyâ-i benî İsrâîl) ismi ile basılan kitâbın 27. ci sahîfesinde, (Büyük Kostantin, kendi zemânında memleketinde bulunan bütün yehûdîlerin kulaklarının kesilmesini emr etmiş ve çeşidli yerlere sürgün ederek memleketinden atmışdır) demekdedir. Papazların yazdığı (Siyer-ül-mütekaddimîn) kitâbında, (Mîlâdın 372 senesinde, Roma İmperatörü Gratienus, kumandanları ile meşveret etdikden sonra, memleketinde bulunan bütün yehûdîlerin hıristiyan olmasını, hıristiyanlığı kabûl etmiyenlerin ise, öldürülmesini emr etdi) demekdedir. 1265 [m. 1849] senesinde Beyrutda basılan ve papazların yazdığı bir kitâbda, papayı kabûl etmediği için 230.000 protestanı katolikler katl etmişlerdir diye yazılıdır. Katolik papazlarından Thomasın İngilizceden Urducaya terceme etdiği (Mir ât-üs-sıdk) ismi ile 1267 [m. 1851] de basılan kitâbın 41-42. ci sahîfelerinde, protestanların 645 manastır, 90 mekteb, 2376 kilise ve 110 hastahâneyi katoliklerden alarak, yok behâsına satdıkları yazılıdır. Kraliçe Elizabetin emri ile, katolik râhiblerinden ve din adamlarından çoğu gemilerle götürülüp, denize atılmışdır. Bu zulm ve fâci aların tafsîlâtını anlatan ciltlerle kitâb yazılmışdır. Müslimânlara (Vahşî) diyen hıristiyanların vahşî olduklarını, papazların yazdığı bu kitâblar isbât etmekdedir. Hıristiyan din adamları, islâm dîninin vahşet dîni olduğunu isbât etmek için, Kur ân-ı kerîmde tek bir kelime bile bulamazlar. Fekat, yukarıda İncîlin eski ahd kısmında bulunan bu bahs, hıristiyan dîninin tâm bir vahşet dîni olduğunu göstermiyor mu? Kendi kudsî kitâblarında, böyle vahşet emri bulunan hıristiyan din adamları, acabâ ne yüzle islâm dîninden (vahşet dîni) diye bahs ediyorlar? Evvelâ, kendi kudsî kitâblarını tedkîk etsinler, sonra târîhlere mürâce at ederek, (Hıristiyanlık) nâmına yapılan vahşetleri okusunlar da, bir parçacık utansınlar. Ma sûm, medenî ve müşfik denilen hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın kudsî topraklarını ve Kudüsü, vahşî dedikleri müslimânlardan kurtarmak için (Ehl-i salîb [Haçlı] Seferleri) tertîb etdiler. Hâlbuki, o zemânki hıristiyanlar, yarı vahşî bir hâlde yaşarken, müslimânlar medeniyyetde son derece terakkî etmişler, ilm, fen, san at, zirâat ve tıbda ilerleyerek dünyâya rehber olmuşlardı. Onların bu yüksek medeniyyeti, zengin olmalarına sebeb olmuş, 382
383 müslimânlar büyük bir refâha kavuşmuşlardı. Bu yüksek refâh derecesi, yarı aç, yarı çıplak olan hıristiyan milletlerinin gözünü kamaşdırıyor, müslimânlara hased ediyorlardı. Aklları, fikrleri, bu zengin müslimân memleketlerini yağma etmekdi. İşte, bunun için, bir vesîle bulundu. Müslimânların elinde bulunan, Îsâ aleyhisselâmın mukadddes topraklarını, onların elinden almak lâzım idi. Pierre L Ermite isminde, paraya ve kana susamış sadist bir papaz, rü yâsında Îsâ aleyhisselâmın ona göründüğünü, (beni müslimânların elinden kurtar) diye feryâd etdiğini söyleyerek, her tarafda Kudüsü kurtarma işine katılacak insanlar aradı. Bunları tahrîk ve teşvîk etdi. Çapulcular tam fırsatı bulmuşlardı. Gidecekleri yerde, ellerine pek çok mallar, kıymetli eşyâlar geçeceğini düşünerek, deli papaz Pierre L Ermite in açdığı Birinci Haçlı Seferine katıldılar. Bu çapulcuların komutanları deli papaz L Ermit ile şövalye yoksul Gautier idi. Önceleri, yalnız çapulculardan ibâret olan haçlılar, dahâ memleketlerinden ayrılmadan evvel, yağmaya başladılar. Almanyada ba zı şehrleri soydular. İstanbula girince, oldukça zengin olan bu Bizans şehrini, hıristiyan sâhiblerinin feryâdlarına kulak asmadan yağmaladılar. Başıboş bir hâlde sağa sola saldıran ve Kudüse varmadan, Selçuk Türkleri tarafından yok edilen haçlıların arkasından yeni haçlılar zuhûr etdi. Artık bir şeref mes elesi hâline gelmiş olan haçlı seferleri, birçok büyük kralların da iştirâki ile, büyük bir ordu hâline geldi. Bir rivâyete göre bir milyon, [fekat hiç olmazsa, 600.000] kişilik bir ordu şarka hücûma hâzırlandı. Haçlı seferleri 489 [m. 1096]dan 669 [m. 1270] senesine kadar 174 sene, 8 dalga hâlinde devâm etdi. Sonra Türklere karşı da, haçlı seferleri teşkil edildi. Niğboluda, Varnada Osmânlı Türkleri haçlı orduları ile cihâd etdiler ve onları perîşan etdiler. Ba zı müteassıb [fanatik] hıristiyanlar, 1330 [m. 1912/13] Balkan harbini bile, bu seferlerin arasına sokmakda, türklere karşı yapdıkları bu harbi, Haçlı seferi olarak kabûl etmekdedirler. Haçlı seferlerine Alman imperatörü Friedrich Barbarossa, II. Friedrich, III. Konrad, VII. Heinrich, İngiliz Kralı Aslan Yürekli Richard (Couer de Lion), Fransız Krallarından Philip Auguste, Saint Louis, Macaristan Kralı II. Andreas ve dahâ birçok kral ve prensler iştirâk etdi. Yolda, her vahşeti yaparak ve yukarıda bahs etdiğimiz gibi, kendi dindaşları olan Bizanslıların başşehri İstanbulu bile yakıp, yıkarak ve yağma ederek Kudüse vardılar. Aşağı- 383
384 daki yazıları Haçlı Seferleri hakkında 5 cildlik bir eser yazmış olan hıristiyan Michaudnun kitâbından alıyoruz: (492 [m. 1099] senesinde, haçlılar Kudüse girmeğe muvaffak oldular. Şehre girince, müslimân ve yehûdî 70.000 kişiyi boğazladılar. Câmi lere sığınan müslimân kadınları ve çocukları, hiç acımadan öldürdüler. Sokaklardan sel gibi kan akdı. Sokakları dolduran ölüler yüzünden yollar tıkandı. Haçlılar, o kadar vahşîleşmişlerdi ki, dahâ Almanyada Ren nehri kıyılarında iken, orada rastladıkları 10 bin yehûdîyi boğazlamışlardı.) Viyanada müslimân Türkler, bir tek kadını veyâ çocuğu boğazlamamışdır. Tepeye asılan resm, tam bir hayâl mahsûlüdür. Fekat, bir hıristiyan târîhcisi tarafından nakl edilen Kudüsdeki bu Ehl-i salîb vahşeti, ne yazık ki, tâm bir hakîkatdir. Ahmed Cevdet pâşa rahime-hullahü teâlâ, (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbında diyor ki: (Haçlı ordusu 492 [m. 1099] de Kudüse girdi. Şehrdeki halkın hepsini, kılınçdan geçirdi. Mescid-i aksâya sığınmış olan, yetmişbinden ziyâde müslimânı öldürdü. Bunların içinde, imâmlar, âlimler, zâhidler, eli silâh tutmaz ihtiyârlar çokdu. Hıristiyan barbarları, (Sahratullah) denilen meşhûr kıymetli taş yanındaki hazînede bulunan sayısız altın ve gümüş kandilleri ve behâ biçilmez târihî eşyâyı yağma etdiler. Sûriyenin birçok şehri haçlıların eline geçdi ve bir (Kudüs krallığı) teşekkül etdi. Bu krallık ile müslimânlar arasında uzun seneler, yüzlerce muhârebeler oldu. Nihâyet, Sultân Selâhuddîn-i Eyyûbî rahime-hullahü teâlâ [1] çeşidli savaşlardan sonra, 583 [m. 1186] senesinde, Hattin zaferi ile Receb ayının yirminci Cum a günü Kudüse girdi. Bir sene içinde, birçok şehrleri haçlılardan temizledi. Yüzbinlerce müslimânı esâretden kurtardı. Kudüs patrîki ve piskoposlar, papazlar, mâtem elbisesi giyerek, Avrupayı dolaşdılar. İntikâm almak için, propaganda yapdılar. Papa mağlûbiyyet haberini işitince, kederinden öldü. Bütün Avrupada, yeniden haçlı ordusu kuruldu. Alman İmperatörü Fredrik, Fransa kralı Filip, İngiltere kralı Rişard, göğüslerine haçlar takınarak, birer büyük ordu ile geldiler. Kudüsü alamadılar. Mısr sultânı Melik Eşref rahime-hullahü teâlâ 690 [m. 1290] senesinde, haçlıların merkezi olan Akkâyı ve diğer şehrleri alarak, haçlı seferleri nihâyet buldu.) [1] Selâhuddîn Eyyûbî, 589 [m. 1193] de vefât etdi. 384
385 1099 dan 1187 ye ka dar 88 se ne h ris ti yan la r n elin de ka lan Ku - düs, bu târîhde Selâhuddîn-i Eyyûbî taraf ndan kurtar ld. Kendisine karş ç kan Aslan Yürekli Rişard esîr ald. Fekat ona karş son de re ce de ne zâ ket ve şef kat ile dav ran d. Ona bir esîr de ğil, bir kral mu âmelesi yapd. şte size, (vahşî müslimânl k) ile (müşfik h ristiyanl k) aras ndaki fark gösteren en büyük misâl! Ba z kiliselerin müslimânlar taraf ndan câmi e çevrildiği doğrudur. Fekat, bunlardan hiç biri y k lmam ş, aksine ta mîr edilmişdir. Fâtih Sultân Muhammed hân rahime-hullahü teâlâ, stanbulu zabt etdiği zemân, Ayasofya kilisesini câmi e çevirdi. Bu, yap lan sulh şart la r n dan bi ri idi. Bu, yal n z dî nî bir olay de ğil, ay n zemânda Türklerin en büyük zaferinin bir hât ras idi. Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, stanbulun feth edileceği ni ev vel den ha ber ver miş ve bu şeh ri zabt eden ku man dan ve as - kerleri için, (Ne mutlu onlara) buyurmuşdu. stanbulu feth ederek tâ rîh de ye ni bir çağ açan Fâ tih sul tân Mu ham med hân, bu nu bü - tün dünyâya i lân için h ristiyan sembolü olan Ayasofyay, câmi hâline, ya nî Müslimân sembolü şekline koymak zorunda idi. Fâtih sultân Muhammed hân, Ayasofyay aslâ tahrîb etmedi. Aksine, ta mîr etdi. Kur ân- kerîmde kiliselerin y k lmas hakk nda bir emr yokdur. lerde göreceğiniz gibi, müslimân hükûmetler, dâimâ kiliseleri ve sâir ibâdet yerlerini tecâvüzden korumuşlard r. Şimdi size, kendilerini müşfik, ma sûm ve merhametli sayan h ristiyanlar n bir câmi i kiliseye çevirme işinden bahs edeceğiz. Aşağ daki yaz, 1312 [m. 1894] senesinde, Almanyada Würzburg şeh rin de neşr edil miş olan ve Prens Sal va tor, Prof. Gra us, te olog Kirchberger, baron von Bibra, Bayan Threlfall taraf ndan hâz rlanan (Spanien = spanya) ismindeki eserden al nm şd r: ( spanyada en mühim şehrlerden biri, Cordoba (Arabca ismi: Kurtuba)d r. Bu şehr, Arab Endülüs devletinin merkezi idi. Müslimânlar, Târ k bin Ziyâd rahime-hullahü teâlâ kumandas nda, 95 [m. 711] de spanyaya geçince, bu şehri kendilerine başşehr yapm şlard. Arablar bu şehre medeniyyet getirdiler. Yar vahşî olan bu şeh ri, tam bir me de nî şeh re çe vir di ler. Bir bü yük se rây [El-kasr], hastahâneler, medreseler yapd lar. Bunlar n yan nda, bir de büyük Câmi a [Üniversite] kurdular. Avrupada ilk kurulan üniversite, budur. O zemâna kadar Avrupal lar ilmde, fende, t bda, zirâatde ve medeniyyetde çok geri kalm şlard. Müslimânlar, onlara ilm, fen, medeniyyet getirdiler. Onlara hocal k etdiler. 385 Herkese Lâzım Olan Îmân: F-25
386 Endülüs islâm devletini kuran birinci Abdürrahmân bin Muâviye bin Hişâm bin Abdilmelik rahime-hümullahü teâlâ, Kurtubada çok büyük bir câmi yapdırmak istedi. Bu câmi in Bağdâdda bulunan câmi lerden dahâ büyük, dahâ güzel ve ihtişâmlı olmasını istiyordu. Kurtubada bu işe en uygun arsayı seçdi. Arsa bir hıristiyana âid idi. Bu adam, arsası için çok para istedi. Çok âdil bir hükümdâr olan birinci Abdürrahmân, isterse, zorla bu arâzîyi alabilirken, kat iyyen böyle bir yola başvurmadı. Aksine, hıristiyan sâhibine istediği parayı ödedi. Hıristiyanlar, bu para ile kendilerine üç küçük kilise yapdılar. Câmi in yapılmasına 169 [m. 785] senesinde başlandı. Abdürrahmân, günde birkaç sâat binâ inşaâtında, bir amele gibi çalışıyordu. İnşaât malzemesi, doğunun birçok yerlerinden getirtildi. Tahta kısmlar için Lübnanın en mükemmel ağaçları, mermer kısmlar için, doğunun birçok yerlerinden renkli mermerler, Irakdan ve Sûriyeden kıymetli taşlar, inci, zümrüd, fildişi, bu arâzîye yığıldı. Her şey çok güzel ve çok boldu. Câmi, ihtişâmlı bir binâ hâlinde yavaş yavaş yükselmeğe başladı. Birinci Abdürrahmânın ömrü, câmi in bitdiğini görmeğe yetmedi. 172 [m. 788] senesinde vefât etdi. Ondan sonra hükümdar olan oğlu Hişâm ve torunu birinci Hakem rahime-hümallahü teâlâ, câmi in temâmlanmasına gayret etdiler. Câmi, 10 senede temâmlandı. Fekat, bundan sonra, her sene bir parça ilâve edilerek, en son şeklini, 380 [m. 990] senesinde, ya nî ancak 205 sene sonra aldı. İkinci Hakem 366 [m. 976] da câmi e altından bir minber yapdırdı. İşte, böylelikle bu câmi pek mu azzam, pek haşmetli ve son derecede güzel bir eser olarak ortaya çıkdı. Câmi, 120x135 metre eb âdında ve müstatil [dikdörtgen] şeklinde idi. İki (kolu) biraz ileriye doğru uzanıyor. Bu kolların uzunluğu 135 metreyi buluyordu. Bu uzanan iki kolun binânın esâs gövdesinden çıkan kısmları arasında bir açık avlu meydâna gelmişdi. Câmi in içinde, her biri 10 metre yüksekliğinde 1419 sütun bulunuyordu. Bu sütunlar dünyânın en mükemmel mermerlerinden yapılmışdı. Sütunların tepelerindeki kemerler, birkaç renkli mermerden parça parça olarak meydâna getirilmişdi. Câmi e girince, insanın gözü bu sütun ormanında gayb oluyordu. Mermer sütun başlıklarına bakanlar, bu güzellik karşısında hayrân kalıyordu. Câmi e giren herkes, âdetâ büyüleniyordu. Bu kadar güzellik, o zemâna kadar dünyânın hiçbir yerinde görülmemişdi. Câmi in, 20 kapısı vardı. Kapıların önünde, özel portakal bağ- 386
387 çeleri kurulmuş, her taraf yeşilliğe bürünmüşdü. Câmi in etrâfında, diğer bağçeler, havuzlar, fiskiyeler, çeşmeler vardı. Müslimânların abdest alabilmesi için birçok şadırvanlar yapılmışdı. Câmi in zemîni, en kıymetli mermer ve süslü tahtalar ile işlenmişdi. Tavanın yapılması için kullanılan kıymetli Lübnan tahtaları, ayrı bir güzellik, ayrı bir heybet veriyordu. Dıvar ve tavanlarda oymalar, işlemeler ve çok güzel yazılar vardı. İnsan, câmi e girip bir göz atsa, sanki bu muhteşem sütun ormanı bitmiyecek gibi görünüyordu. Geceleyin, binlerce gümüş kandillerden fışkıran renkli ışıklar, câmi i aydınlatıyordu. 1041 [m. 1632] senesinde Mısrda vefât eden meşhûr târîhçi Ahmed El-Makkarî, (Nehy-ut-tîb min-gasni Endülüs-ir-ratîb) kitâbında, bu câmi den bahs ederken, onu aydınlatan lâmba ve kandillerin 7425 adet olduğunu, bunların senenin normal günlerinde yarısının geceleyin yakıldığını, Ramezân ve bayramlarda, diğer mübârek gecelerde ise, hepsinin yandığını, lâmba ve kandillerin yanması için, senede 24000 okka zeytinyağı sarf edildiğini, ayrıca câmi e güzel koku vermek için, her sene 120 okka amber ve öd ağacı yakıldığını yazmakdadır. Minârelerin tepesinde nar şeklinde başlıklar bulunuyordu. Bu başlıklar, mücevherler, inciler, zümrüdlerle süslenmiş, taş araları altın parçaları ile örtülmüşdü. Lübnanda hıristiyan papazların yazdığı (Müncid) lügat kitâbında, Kurtuba câmi inden iki nefîs manzara resmi vardır. Hıristiyanlar, 897 [m. 1492] de Endülüs Devletini mahv edip Kurtubaya girince, ilk iş olarak, bu câmi e saldırdılar. Bu çok güzel, haşmetli binâya atlarıyla girdiler. Câmi e sığınmış olan müslimânları, merhametsizce boğazladılar. O kadar ki, câmi in kapılarından kan akmaya başladı. Ondan sonra, altın minberi parçalıyarak aralarında taksîm etdiler. Fildişinden yapılmış rahleleri paylaşdılar. Minberde saklanan ve Osmân radıyallahü anhın yazdığı Kur ân-ı kerîmin bir eşi olan inci ve zümrüdle işlenmiş nefîs Mıshaf-ı şerîfi ayaklarının altına alarak çiğnediler. Böylece, minber ve Kur ân-ı kerîm, bu iki eşsiz nefîs eser, temâmen yok edildi. Vahşî İspanyollar, bütün müslimân ve yehûdîleri kılıç tehdîdi ile zorla hıristiyan yapdılar. Ellerinden kaçabilen yehûdîler, Osmânlı devletine ilticâ etdiler. Bugün, Türkiyede bulunan yehûdîler, bunların torunlarıdır. Hâlbuki, müslimânlar, ilk def a bu memleketleri zapt etdikleri zemân, orada yaşayan hıristiyan ve yehûdîlere hiç dokunmamış, onların kendi dinlerine göre ibâdet etmele- 387
388 rine kat iyyen mâni olmamışlardı. Hıristiyan İspanyollar, görülmemiş bir vahşet ile müslimân ve yehûdîleri yok etdikden sonra, bu şâheser câmi i yıkmağa başladılar. Önce minârelerdeki altın ve zümrüdle işlenmiş nar şeklindeki başlıkları indirerek yağma etdiler. Bunların yerine âdî taşdan yapılmış, güyâ melek şeklinde çirkin başlıklar koydular. Tavandaki o haşmetli, güzel tahta süsleri sökdüler. Yerdeki güzel mermerleri kırıp parçaladılar. Yerlerine âdî taşlar dizdiler. Dıvarlardaki bütün güzel süslemeleri yerle bir etdiler. Sütunları yıkmağa çalışdılar. Fekat, ancak bir kısmını devirebildiler. Geri kalan sütunları âdî kireçle badana etdiler. Yıkılan sütunlar, yüzlerce idi ve câmi in içinde büyük bir mermer yığını hâlinde serilmiş, kalmışdı. 20 kapıdan çoğu taşlarla örülerek kapatıldı. Nihâyet, en son bir vahşet eseri olarak, 929 [m. 1523] senesinde câmi in içine bir kilise yapmağa karâr verdiler. Bunun için, o zemân İspanya ve Almanya İmperatörü olan 5. ci Karlosdan [ya nî Almanya imperatoru beşinci Charles Quint den (906-966 [m. 1500-1558])] izn istediler. Charles Quint, bu teklîfi evvelâ red etdi. Fekat, müteassıb kardinaller onu mütemâdiyen sıkışdırıyor, din uğruna bu işin muhakkak yapılması îcâb etdiğini savunuyorlardı. Bunların başında çok büyük nüfûzu olan kardinal Alonso Maurique bulunuyordu. Bu kardinal, aynı zemânda papayı da bu iş için kandırmışdı. Papanın da câmi in kiliseye çevrilmesini arzû etdiğini gören Charles Quint, bu işe muvâfakat etmek zorunda kalmışdı. Kilise yapmak için, birçok sütunlar dahâ yıkıldı ve câmi de kalan sütun sayısı 812 ye kadar düşdü. Ya nî, en azdan 600 kıymetli mermer sütun yıkıldı. Yapılan kilise, câmi in ortasında haç şeklinde 52x12 metre eb âdında çirkin bir binâ olarak kendini gösterdi. Charles Quint, bizzat Kurtubaya gelerek bu kiliseyi gördü. Çok üzüldü, (Yapdığınız vahşeti görünce, size bunun için izn verdiğime çok pişmân oldum. Dünyâda bir benzeri bulunmayan, bu güzel eseri böylece tahrîb edeceğinizi bilseydim, size müsâ ade etmez ve hepinizi cezâlandırırdım. Yapdığınız bu çirkin kilise, eşi her yerde bulunan âdî bir binâdan ibâretdir. Hâlbuki, bu haşmetli câmi in bir nazîrini yapmak imkânı yokdur) dedi. Bugün bu haşmetli binâyı ziyâret edenler, harâb olmasına rağmen, İslâm mi mârîsinin bu büyük eserinin güzelliği, büyüklüğü karşısında hayrân kalmakda, ortada bir cüce gibi görünen kilisenin hâline acımakda ve böyle bir haşmetli eserin bu hâle gelmesine müteessir olmakdadırlar.) Spaneienden terceme temâm oldu. 388
389 Yukarıda okuduğunuz yazı, hıristiyanlardan kurulmuş ve içlerinde din adamı papazların da bulunduğu bir hey et tarafından yazılmışdır. Sırf hakîkatdir. İşte görünüz: Kim zorla din değişdirtmiş, kim ibâdet yerlerini yakıp yağmalamış, kim zulm yapmış, siz de öğreniniz. Kurtubadaki câmi in ismi bugün (La Mezquita Kilisesi)dir. Bu kelime Mescid isminden gelmekdedir. Ya nî, hâlâ bu binâ mescid ismini taşımakda, onu ziyâret edenler, bir kilise değil, islâm medeniyyetinin bir büyük ve haşmetli eseri olarak görmekdedir. Abdürreşîd İbrâhîm efendi [1] 1328 [m. 1910] da İstanbulda basılan türkçe (Âlem-i İslâm) kitâbının ikinci cildinde, (İngilizlerin islâm düşmanlığı) yazısının bir yerinde diyor ki: (Hilâfet-i islâmiyyenin birân evvel kaldırılması, ingilizlerin birinci düşünceleridir. Kırım muhârebelerine sebeb olmaları ve burada türklere yardım etmeleri hilâfeti mahv etmek için bir hîle idi. Pâris muâhedesi, bu hîleyi ortaya koymakdadır. [1923 de yapılan Lozan sulhunde yapdıkları teklîflerinde de, bu düşmanlıklarını açıkca bildirmişlerdir.] Her zemân türklerin başına gelen felâketler, hangi perde ile örtülürse örtülsün, hep ingilizlerden gelmişdir. İngiliz siyâsetinin temeli, islâmiyyeti yok etmekdir. Bu siyâsetin sebebi, islâmiyyetden korkmalarıdır. Müslimânları aldatmak için, satılmış vicdânları kullanmakdadırlar. Bunları islâm âlimi, kahraman olarak tanıtırlar. Sözümüzün hulâsası, islâmiyyetin en büyük düşmanı ingilizlerdir.) Amerikalı hukûk ve siyâset adamlarından Bryan William Jennings, kitâbları, konferansları ve 1891 ile 1895 arasında ABD kongresi Temsilciler meclisinde a zâlık yapması ile meşhûrdur. 1913-1915 arasında ABD hâriciye vekîli idi. 1925 de öldü. (Hindistânda İngiliz hâkimiyyeti) kitâbında, ingilizlerin islâm düşmanlığını, vahşetlerini ve zulmlerini uzun yazmakdadır. Hıristiyanların müslimânlara yapdıkları zulmlerin, işkencelerin en vahşîsi, en canavarcası, ingilizler tarafından Hindistânda yapılmışdır. Hindistândaki islâm âlimlerinin büyüklerinden, allâme Fadl-ı Hak Hayr-âbâdî (Es-sevret-ül-Hindiyye), ya nî (Hindistân ihtilâli) kitâbının ve Mevlânâ gulâm Mihr Alînin buna yapdığı (El-yevâkît-ül-mihriyye) hâşiyesinin 1384 [m. 1964] Hind baskısında diyorlar ki: İngilizler, ilk olarak, 1008 [m. 1600] senesinde, Hindistânda Kalküte şehrinde, ticârethâneler açmak için Ekber şâhdan izn aldılar. Şâh-ı Âlem zemânında Kalkütede erâzî satın aldılar. Bunları muhâfaza için asker getirdiler. 1126 [m. [1] Abdürreşîd efendi, 1944 de Japonyada vefât etdi. 389
390 1714] da sultân Ferruh Sîr şâhı tedâvî etdikleri için, bütün Hindistânda, bu hak kendilerine verildi. Şâh-ı Âlem-i sânî zemânında Delhîye girerek, idâreye hâkim oldular. Zulme başladılar. Hindistândaki vehhâbîler, 1274 [m. 1858] de, sünnî, hanefî ve sôfî olan sultân ikinci Behâdir şâha, bid at ehli, hattâ kâfir dediler. Bunların ve hindu kâfirlerinin ve hâin vezîr Ahsenullah hânın yardımı ile, İngiliz askeri Delhî şehrine girdi. Evleri, dükkânları basıp, malları, paraları yağma etdiler. Kadınları, çocukları dahî kılınçdan geçirdiler. İçecek su bile bulunmaz oldu. [TENBÎH: Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar, her zemân, her yerde kötü insanlar iyilere saldırmışlardır. Allahü teâlâ her şeyi sebebler ile yaratmakdadır. Kötülerin cezâsını da, kötü insanlar vâsıtası ile vermekdedir. İşkence edenlere dünyâda da cezâlarını vermekdedir. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azâb görmekdedir. Bunların ve harbde ölenlerin ve kazâda ölenlerin hepsi şehîddir. Dünyâda azâb çeken iyi, suçsuz müslimânlara âhıretde bol ni metler verilecekdir. Âhıretde ni mete kavuşmak için, îmân sâhibi olmak lâzım olduğu din kitâblarında yazılıdır. Bu kitâblar dünyânın her yerinde çok vardır. Bu kitâbları okuyup da inanmıyana kâfir denir. İslâmiyyeti işitmiyen kâfir olmaz. İşitince (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) diyen ve buna inanan müslimân olur. Bunun ma nâsı, (Herşeyi yaratan bir Allah vardır ve Muhammed aleyhisselâm Onun Resûlüdür)dür. Müslimân olan, Onun son Peygamberine tâbi olur. Birçok yerde, kâfirler, zâlimler, suçsuz müslimânları, kadınları, çocukları öldürmüşlerdir. Öldürülen müslimânlar, şehîd olur. Öldürülürken yapılan işkencelerin acısını duymaz. Ölürken, kabrde verilecek olan Cennet ni metlerini görerek çok sevinir. Şehîdler ölürken hiç acı duymaz. Sevinir ve çok neş elenir. Cennet ni metlerine kavuşur. Hadîs-i şerîfde, (Müslimânların kabri Cennet bağçelerindendir.) buyuruldu.] Hümâyûn şâhın türbesine sığınmış olan çok yaşlı şâhı, çoluk çocukları ile, elleri bağlı olarak, kal a tarafına götürdüler. Patrik Hudson, yolda şâhın üç oğlunu soydurup, don ve gömlekle bırakıp, göğüslerine kurşun sıkarak şehîd etdi. Kanlarından içdi. Cesedlerini kal a kapısına asdırdı. Birgün sonra, başlarını İngiliz kumandanı Hanri Bernarda götürdü. Sonra, başları suda kaynatıp, Şâha ve zevcesine çorba olarak götürdü. Çok aç olduklarından, hemen ağızlarına koydular. Fekat çiğneyemediler, yutamadılar. Ne eti olduğunu bilmedikleri hâlde, çıkarıp toprağa bırakdılar. Hâin papaz Hudson, niçin yimediniz? çok güzel çorbadır. Oğulla- 390
391 rınızın etinden yapdırdım dedi. Sonra sultânı, zevcesini ve diğer yakınlarını Rangon şehrine nefy ve habs etdiler. Sultân 1279 da zindanda vefât etdi. Delhîde üçbin müslimânı kurşunlıyarak, yirmiyedi bin kişiyi de keserek şehîd etdiler. Ancak, gece kaçanlar kurtulabildi. Hıristiyanlar, diğer şehrlerde ve köylerde de sayısız müslimânları öldürdüler. Târihî san at eserlerini yakdılar. Eşi bulunmıyan, kıymet biçilemiyen zînet eşyâlarını gemilere doldurup Londraya götürdüler. Allâme Fadl-ı Hak 1278 [m. 1861] de Andaman adasında, zindanda şehîd edildi. 28.12.1994 târîhli Türkiye gazetesi takvîminde diyor ki, Hindistân ingiliz müstemlekesi iken, Armitsar şehrinde, bisikletle dolaşan bir ingiliz kızı ile alay etdikleri için, orada bulunan müslimânlardan yetmiş kişi kurşuna dizilerek öldürülüyor. Vâlîye bunun sebebi soruldukda, (Bir ingiliz kızı, onların tanrılarından dahâ azîzdir) demişdir. 31.12.1994 târîhli Türkiye gazetesindeki bir resmde, sokakda kanlar içinde yatan bir boşnak kızı ile yanında bir sırb askerinin kahkaha ile güldüğü görülmekdedir. Resmin altında, (Saraybosnada, kasım 1994 de, yedi yaşındaki Nermin, hıristiyan canavarları tarafından böyle katl edildi) yazılıdır. 1400 [m. 1979] senesinde ruslar Efganistanı işgâl ederek, islâm san at eserlerini tahrîb ve müslimânları şehîd etmeğe başlayınca, evvelâ büyük âlim, velî İbrâhîm müceddidîyi, yüzyirmibir talebesi ve zevce ve kızları ile, kurşunlayıp şehîd etdiler. Bu vahşetin, alçak hücûmun sebebi de ingilizler oldu. Çünki, 1945 senesinde, rus ordularını mağlûb ederek, Moskovaya girmek üzere olan, Alman devlet reîsi Hitler, radyoda, ingiliz ve Amerikalılara haykırarak, (Mağlûbiyyeti kabûl ediyorum. Size teslîm olacağım. Bana müsâade ve fırsat veriniz. Rusya ile harbe devâm edeyim. Rus ordusunu perîşân edeyim. Komünist felâketini dünyâdan kaldırayım) dedi. İngiliz başvekîli Çörçil, bu teklîfi red etdi. Amerikalılar ve İngilizler Ruslara yardıma devâm ederek, ruslar gelmeden Berline girmediler. Rusların dünyâya belâ olmasını sağladılar. Hıristiyanların yapdıkları muhtelif zulmleri saymak ve uzun uzadıya anlatmak istemiyoruz. Târîh, başdan başa bu zulmlerle doludur. Din nâmına yapılan Engizisyon (İnquisition) zulmleri, Sen Bartelmi (Saint Barthelemy) Fâci ası ve buna benzer toplu katller, hıristiyanların, mezhebleri farklı hıristiyanlara ve diğer dinlere karşı gösterdikleri akl ermez vahşetleri birer birer teşhîr etmekdedir. Müslimân hükümdârlar, müslimân kumandanlar, müslimân devlet adamları arasında hiçbiri, hiçbir zemân hıristi- 391
392 yanların yapdıkları gibi, zulmler yapmamış, bunları (din nâmına yapıyoruz) demek küstahlığında bulunmamış, müslimân âlemini hıristiyanlara karşı teşvîk etmemişdir. İslâmiyyetde hiçbir mahlûka zulm yapmak câiz değildir. Bütün müslimân din adamları, zulme mâni olmuşdur. İşte, size küçük bir misâl: (Fezleke-i târîh-i Osmânî) sekizinci baskısında ve mekteb-i sultânî müdîri Abdürrahmân Şeref beğin rahime-hullahü teâlâ (Târîh-i devlet-i Osmâniyye)sinin 1325 [m. 1907] deki üçüncü baskısında diyor ki, (Dâr-üs-se âde ağası iken emekli olan Sünbül ağa Mısra giderken, gemisi Rodos açıklarında, Malta korsanları tarafından basılıp, ağa şehîd edildi. Venedik gemileri Moraya asker çıkarıp çocuk ve kadın demeden, binlerce müslimânı öldürdü. Onsekizinci pâdişâh sultan İbrâhîm, çok merhametli idi. Hıristiyanların bu katli âmını işitince pek üzüldü. 1056 [m. 1646] senesinde bunlara karşılık olarak, Osmânlı idâresinde müste min [müsâfir] olarak bulunan hıristiyanlara kısâs yapılmasını [öldürülmelerini] emr ve fermân eyledi. O zemânda Şeyh-ul-islâm olan Ebüs-Sa îd efendi rahime-hullahü teâlâ, yanına Bostancı başıyı alarak pâdişâhın huzûruna çıkdı. Böyle bir karârın ve haksız yere insan öldürmenin islâm dînine aykırı olduğunu bildirdi. Sultân İbrâhîm rahime-hullahü teâlâ, bütün Osmânlı sultânları gibi, islâm dînine ve Allahü teâlânın kitâbına çok bağlı olduğu için, bu nasîhati kabûl ederek, karârından vazgeçdi). Şemsüddîn Sâmî beğ [1], (Kâmûs-ül a lâm)da diyor ki, (Sultân İbrâhîmin kaddi ve kâmeti mevzûn, yüzü, gözleri güzel idi. İyi ahlâkı ve cömerdliği ile meşhûr idi.) İşte islâm dîni budur. Müslimân din adamları, hıristiyanları ölümden kurtarırken, hıristiyan papalar, patrikler, papazlar, dünyâyı müslimânları öldürmeğe da vet ediyorlardı. Bir de, küstahca karşımıza çıkarak, islâm dîninin vahşet dîni olduğunu iddi âya kalkışıyorlar! Îsâ aleyhisselâm, (sağ yanağınıza tokat atan kimseye sol yanağınızı da çevirin) buyurdu demekdedirler. [İngilizlerle yehûdîler, yalanlarla, iftirâlarla ve para, mevkı va d ederek, müslimân evlâdlarını aldatıp, Osmânlı İslâm devletini yıkdılar. Gençler arasına dinsizlik modasını yaydılar. Kadınların, kızların açık gezmelerine, fuhşa, içkiye, ahlâksızlığa, dinsizliğe, ilericilik dediler. İslâm âlimlerini, islâm bilgilerini yok etdiler. İngiliz câsûsları, masonlar din adamı şekline girerek, islâmın gü- [1] Şemsüddîn Sâmi, 1322 [m. 1904] de İstanbulda vefât etdi. 392
393 zel ahlâkını, ibâdetleri bozdular. İslâmiyyet gitdi. Yalnız adı kaldı. İttihâdcılar zemânında, kanûn yapanlar, beğler, pâşalar da, islâm düşmânı oldu. İslâmı yıkıcı kanûnlar çıkardılar. Dîne, îmâna bağlılık, suç oldu. Bir çok müslimânı asdılar, kesdiler, Dînin emrlerini yaymağa, harâmlardan sakınmağa bölücülük denildi. Emr-i ma rûf yapanlara, ya nî islâmiyyeti doğru olarak söyleyenlere, yazanlara rejim düşmânı denildi. Elhamdülillah! Hıristiyanların, bu hücûmları şimdi kalmadı. Azîz yurdumuzda, islâm güneşi yeniden parlıyor. Düşmânların yalanları, hiyânetleri meydâna çıkdı. Hakîkî din bilgileri serbestçe yazılıyor. Şimdi her müslimânın bu hürriyyete şükr etmesi, ecdâdımızın, uğrunda canlarını fedâ etdikleri, mukaddes dînimizi, doğru olarak öğrenmeğe çalışması lâzımdır. Evlâdlarımıza, dînimizi öğretmezsek, islâmiyyete uymağa alışdırmazsak, pusuda bekliyen düşmânlar ve bunlara satılmış olan ahmaklar, tekrâr hücûm ederek, yavrularımızı aldatacaklardır. Bütün Avrupa, Amerika milletleri, öldükden sonra, tekrâr dirilmeğe, Cennetin, Cehennemin var olduğuna inanıyor. Kiliseleri, havraları, her hafta dolup taşıyor. Mekteblerinde, din dersleri, mecbûrî okutuluyor. Avrupalılara, Amerikalılara, akıllı, ilerici, medenî diyerek, yalan, içki, kumar, fuhuş ve zinâ yapmakda, onları taklîd etmekle öğünen kimse, onlar gibi inanmayınca yalancı olmuyor mu? Biz müslimânlar, hıristiyanlara câhil, ahmak ve gerici diyoruz. Çünki onlar, Îsâ aleyhisselâmda ve annesinde ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna da inanıp, onu put yapmışlar. Ona tapınıyor. Müşrik oluyorlar. Dünyâ işlerinde, Muhammed aleyhisselâmın dînine uygun olarak çalışanları, Allahü teâlânın ni metlerine kavuşarak, râhat ve huzûr içinde yaşıyorlar ise de, bu yüce Peygambere ve islâmiyyete inanmadıkları için, Cehennemde sonsuz yanacaklardır.] Şimdi size hakîkî bir müslimânın nasıl hareket etmesi îcâb etdiğini göstermek için, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem bir mektûbunu aynen aşağıda nakl ediyoruz: Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem bütün müslimânlara hitâben yazdırdığı mektûb şöyledir: [Aslı Feridun beğin (Mecmû a-i Münşeât-üs-selâtîn) kitâbı, birinci cild otuzuncu sahîfesindedir.] (Bu yazı, Abdüllah oğlu Muhammedin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem bütün hıristiyanlara verdiği sözü belirtmek için yazılmışdır. Şöyle ki, Allahü teâlâ, kendisini rahmet ile müjdelemiş, insanlar üzerindeki emâneti muhâfaza edici kılmışdır. İşte bu 393
394 Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, bu yazıyı, müslimân olmayan bütün kimselere verdiği ahdi tevsîk için kaleme aldırdı. Her kim ki, bu ahdin aksine hareket ederse, ister sultân, ister başkası olsun Allahü teâlâya karşı isyân ve dîn-i islâm ile istihzâ etmiş sayılır ve Allahü teâlânın la netine lâyık olur. Eğer hıristiyan bir râhib [papaz] veyâ bir seyyâh [turist] bir dağda, bir derede veyâ çöllük bir yerde veyâ bir yeşillikde veyâ alçak yerlerde veyâ kum içinde ibâdet için perhiz yapıyorsa, kendim, dostlarım, arkadaşlarım ve bütün milletimle berâber onlardan her dürlü teklîfleri kaldırdım. Onlar benim himâyem [korumam] altındadır. Ben onları, başka hıristiyanlarla yapdığımız ahdler mûcibince, ödemeye borçlu oldukları bütün vergilerden afv etdim. Harâc vermesinler veyâ kalbleri râzı olduğu kadar versinler. Onlara cebr etmeyin, zor kullanmayın. Onların dînî reîslerini makâmlarından indirmeyin. Onları ibâdet etdikleri yerden çıkartmayın. Bunlardan seyâhat edenlere mâni olmayın. Bunların manastırlarının, kiliselerinin hiç bir tarafını yıkmayın. Bunların kiliselerinden mal alınıp müslimân mescidleri için kullanılmasın. Her kim buna ri âyet etmezse, Allahü teâlânın ve Resûlünün kelâmını dinlememiş ve günâha girmiş olur. Ticâret yapmayan ve ancak ibâdet ile meşgûl olan kimselerden, hernerede olurlarsa olsunlar, (cizye) ve (garâmet) gibi vergileri almayın. Denizde ve karada, şarkda ve garbda, onların borçlarını ben öderim. Onlar benim himâyem altındadır. Ben onlara (emân) verdim. Dağlarda yaşayıp ibâdet ile meşgûl olanların ekinlerinden harâc [vergi] almayın. Ekinlerinden Beyt-ül-mâl [Devlet hazînesi] için hisse çıkartmayın. Çünki, bunların zirâ ati, sırf nafakalarını temîn etmek için yapılmakda olup, kâr için değildir. Cihâd için adam lâzım olursa, onlara baş vurmayın. Cizye [varlık vergisi] almak gerekirse, ne kadar zengin olurlarsa olsunlar, ne kadar malları ve mülkleri bulunursa bulunsun, yılda oniki dirhemden dahâ fazla vergi almayın. Onlara zahmet, meşakkat teklîf olunmaz. Kendileriyle bir müzâkere yapmak îcâb ederse, ancak merhamet, iyilik ve şefkat ile hareket edilecekdir. Onları, dâimâ merhamet ve şefkat kanadları altında himâye ediniz! Nerede olursa olsun, bir müslimân erkekle evli olan hıristiyan kadınlara, fenâ mu âmele etmeyin. Onların kendi kiliselerine gidip, kendi dinlerine göre ibâdet etmelerine mâni olmayın. Her kim ki, Allahü teâlânın bu emrine itâ at etmez ve bunun zıddına hareket ederse, Allahü teâlânın ve Peygamberinin aleyhissalâtü vesselâm emrlerine isyân etmiş sayı- 394
395 lacakdır. Bunlara kilise ta mîrlerinde yardımcı olunacakdır. Bu ahdnâme [sözleşme] kıyâmet gününe kadar devâm edecek, dünyâ sonuna kadar değişmeden kalacak ve hiç bir kimse bunun aksine bir hareketde bulunamayacakdır.) Bu ahdnâme Hicretin onuncu senesi, Muharrem ayının üçüncü günü, Medîne-i münevverede Mescid-i se âdetde Alî bin Ebî Tâlibe radıyallahü teâlâ anh yazdırılmışdır. Altındaki imzâlar: Muhammed bin Abdüllah Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem. Ebû Bekr bin Ebî-Kuhâfe, Ömer bin Hattâb, Osmân bin Affân, Alî bin Ebî Tâlib, Abdüllah bin Mes ûd, Fadl bin Abbâs, Zübeyr bin Avvâm, Talha bin Ubeydüllah, Sa d bin Mu âz, Sa d bin Ubâde, Sâbit bin Kays, Zeyd bin Sâbit, Hâris bin Sâbit, Abdüllah bin Ömer, Ammâr bin Yâsir radıyallahü teâlâ anhüm ecma în. Görüyorsunuz ki, sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem başka dinden olan kimselere son derecede merhamet ve şefkat ile mu âmele edilmesini emr etmekdedir. Şimdi bir de 4000 kilise yıkdığı iddi â olunan Ömer radıyallahü anhın halîfeliği zemânında İlyâ ehâlîsine verdiği (Emân)ın tercemesini okuyalım. Hıristiyanlar İlyâs aleyhisselâma İlyâ derler. Kudüs şehrine de İlyâ diyorlar. (İşbu mektûb, müslimânların Emîri Ömer-ül-Fârûkun radıyallahü teâlâ anh İlyâ ehâlîsine verdiği emân mektûbudur ki, onların varlıkları, hayâtları, kiliseleri, çocukları, hastaları, sağlam olanları ile diğer bütün milletler için yazılmışdır. Şöyle ki: Müslimânlar onların kiliselerine zorla girmeyecek, kiliseleri yakıp yıkmayacak, kiliselerin her hangi bir yerini tahrîb etmeyecek, mallarından bir habbe (danecik) bile almayacak, dinlerini ve ibâdet tarzlarını değişdirmeleri ve islâm dînine girmeleri için kendilerine karşı hiçbir zor kullanılmayacak. Hiçbir müslimândan en ufak bir zarâr bile görmeyecekler. Eğer kendiliklerinden memleketden çıkıp gitmek isterlerse, varacakları yere kadar canları, malları ve ırzları üzerine, emân verilecekdir. Eğer burada kalmak isterlerse, temâmen te mînât altında olacaklar. Yalnız İlyâ ehâlîsi kadar cizye [gelir vergisi] vereceklerdir. Eğer İlyâ halkından ba zıları rum halkı ile birlikde, âile ve malları ile berâber çıkıp gitmek isterlerse ve kiliselerini ve ibâdet yerlerini boşaltırlarsa, 395
396 varacakları yere kadar canları, kiliseleri, yol masrafları ve malları üzerine emân verilecekdir. Yerli olmayanlar, ister burada otursunlar, isterlerse gitsinler, ekin biçme zemânına kadar, onlardan hiç bir vergi alınmayacakdır. Allahü azîmüşşânın ve Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin emrleri ve bütün islâm halîfelerinin ve umûm müslimânların verdiği sözler, işbu mektûbda yazılı olduğu gibidir.) İmza: Ömer-ül-Fârûk Şâhidler: Hâlid bin Velîd Amr İbnil âs Abdürrahmân bin Avf Muâviye bin Ebî Süfyân. Ömer radıyallahü anh, Kudüse teşrîf etdi. Hıristiyanlar cizye vermeği kabûl ederek, Kudüsün anahtarlarını Ömer radıyallahü anha teslîm etdiler. Böylece kendi devletleri olan Bizansın ağır vergi ve işkencelerinden, eziyyet ve cefâlarından ve zulmlerinden kurtuldular. Çok kısa bir zemânda, düşman zan etdikleri müslimânlardaki, adâlet ve merhameti açıkca gördüler. İslâmiyyetin, iyilik ve merhameti emr eden, insanları dünyâ ve âhiret se âdetine kavuşduran bir din olduğunu anladılar. En küçük bir zorlama ve korkutma olmadan bölük bölük, mahalle mahalle islâmiyyeti kabûl etdiler. Yukarıdaki iki vesîkayı tedkîk ederseniz, yine göreceksiniz ki, hakîkî müslimânlar, hakîkî din rehberleri, diğer bütün dinlere karşı büyük bir müsâmeha göstermişler, değil hıristiyan ve yehûdîleri zorla müslimân yapmak ve onların ibâdethânelerini tahrîb etmek, aksine, onlara yardım, hattâ kiliselerini ta mîr etmişlerdir. Müslimânlar arasından hıristiyanlara fenâ mu âmele edenler çıkmamış mıdır? Belki çıkmışdır. Fekat bunlar, hem mikdârca çok az, hem de dînimizin emrlerini bilmiyen câhiller idi. Bunlar, nefslerine uyarak hareket etmişler ve cezâları bizzât müslimânlar tarafından verilmişdir. Aklı başında olup, islâmiyyetin emrlerini iyi bilen hiçbir müslimân, onlara tâbi olmamışdır. Yalnız ismleri müslimân olan bu kimseler, yalnız hıristiyanlara değil, müslimânlara da zulm etmişlerdir. Bunların hareketlerinin müslimânlık ile 396
397 hiçbir alâkası [ilgisi] yokdur. Allahü teâlâ, Kur ân-ı kerîmde Nisâ sûresi 168. ci âyetinde meâlen, (Allahı inkâr edenleri ve zâlimleri hiç bir zemân afv etmem) buyurmuşdur. Kur ân-ı kerîmin tefsîrleri tedkîk edilirse, görülür ki, Allahü teâlâ, insanlara dâimâ merhamet ve şefkat ve afv ile mu âmele etmeği, kendilerine fenâlık yapanları afv etmeği, dâimâ güler yüzlü ve tatlı sözlü olmağı, sabrlı hareket etmeği, işlerinde dâimâ dostlukla anlaşmayı emr etmekdedir. Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem dâimâ sulhu tavsiye etdiğini, kendisine karşı çıkanlara bile şefkat elini uzatdığını, bütün dünyâ târîhleri yazmakdadır. Hıristiyan din adamlarının, bütün bu hakîkatlere gözlerini yumarak, islâm dînini bir vahşet dîni olarak göstermesi ve genç hıristiyanları böyle terbiye etmesi yüzünden, ilk def a olarak, müslimân memleketlerine gelen zevallı hıristiyanların evvelâ ne kadar korkduklarını, sonra hakîkati öğrenip, ne kadar hayret etdiklerini, size birkaç misâl ile göstermek istiyoruz. Aşağıdaki yazıları, bu husûsda yazılmış hıristiyanların kitâblarından alıyoruz. İstanbulda yaşamış Bayan Georgina Max Müllerin 1315 [m. 1897] de neşr edilmiş olan (Letters from Constantinople = İstanbuldan Mektûblar) eserinde şöyle yazılıdır: (Mektebde okurken, bize müslimânların vahşî, hele Türklerin büsbütün gaddâr olduğu öğretilmişdi. Onun için, Hâriciye Bakanlığında memûr olan oğlumun İstanbula ta yîn edildiği haberini alınca, ne kadar korkduğumu, ne kadar üzüldüğümü ta rîf edemem. Hâlbuki, hayâtımın en güzel günleri İstanbulda geçdi. Oğlum İstanbula gidince, zevcim Prof. Müllerle birlikde, onu ziyârete karâr verdik. Zevcim bilhâssa târihî hâdiseler üzerinde tedkîkler [etüd] yapan ve dünyâca meşhûr bir kimse idi. O, benim kadar Türklerden korkmuyordu ve bu târihî yerlerde ba zı araşdırmalar yapmak istiyordu. Ben, endişe ile seyâhate hâzırlanıyordum. Acabâ bu vahşî müslimânlar(!), bize nasıl mu âmele edeceklerdi? Nihâyet, İstanbula geldik. İstanbulun latîf manzarası, üzerimizde çok hoş bir te sîr yapdı. Fekat, asl bizi şaşırtan, kendileri ile temas etdiğimiz müslimânlar oldu. Bunlar son derece nâzik, son derece kibâr, son derece medenî insanlardı. İstanbulun kalabalık sokaklarından geçerken, yâhud bir câmi i ziyâret ederken veyâhud tenhâ yerlerde terk edilmiş, Bizans eserlerini gezerken, her hangi bir korku veyâ tehlüke düşüncesi aklımızdan geçmedi. Bütün tesâdüf etdiklerimiz, bize son derecede dost davran- 397
398 dılar. Dâimâ sühûlet gösterdiler. Başka bir dinden olmamız, onların üzerinde hiç bir zemân, fenâ bir te sîr yapmadı. Onlar, diğer dinlere de kendi dinleri kadar hurmet ediyorlardı. Bunları gördükçe, bize yanlış bilgi ve terbiye verenlere ne kadar kızıyordum. Bize öğretildiğinin tâm aksine, onlar Îsâ aleyhisselâmdan nefret etmiyorlar, aksine Ona da, Peygamber olarak inanıyorlardı. Bizim âyinlerimize müdâhale etmiyor, ibâdetlerimizle alay etmiyorlardı. Bize, bir insan olarak hurmet ediyorlar, bizim, müslimânları şeytâna uymuş Allahsızlar olarak görmemize mukâbil, onlar dînimize karşı, en ufak bir fenâ kelime bile kullanmıyorlardı. Bize öğretilen (Müslimânlık ile medeniyyet cem olamaz) lâfı, küçük bir hakîkat çekirdeğinin çok şişirilmesi yüzünden meydâna gelmiş olacak. Bu hakîkat çekirdeği, müslimânların kendi âdet ve örflerine çok sâdık olmaları ve onun için garblıların medeniyyet zan etdikleri ba zı kötü âdetleri, kendi islâm örf ve âdetlerine uymadığı için, kabûl etmemeleridir. Hâlbuki dikkat ile mülâhaza edilecek, düşünülecek olursa, bunlar ehemmiyyetsiz şeylerdir ve hakîkî medeniyyet ile hiçbir alâkaları yokdur. Türkler, âdetlerine ve müslimânlığın güzel ahlâkına son derecede sâdıkdır. Günlük hayâtlarını tanzîm ederlerken, dâimâ bunlara ri âyet ederler. Türkler, bence en iyi müslimânlardır. Îrânda, Arabistânda tanıdığım müslimânlarla kıyâs etdiğim zemân, Türklerin çok dahâ hakîkî müslimân olduklarını gördüm. Türklerin nasıl kalbden gelen bir samîmiyyet ile müslimânlık vazîfelerini ifâ etdiklerini görmek, insana büyük bir zevk veriyor ve insanı onlara dahâ çok yaklaşdırıyor. Onlara karşı muhabbet ve hurmet hâsıl oluyor. Sokaklarda, bağçelerde, çarşılarda, dükkânlarda halkın, asker, hammal, hattâ dilenci olsun, nasıl diz çöküp secdeye kapandığını veyâ ellerini ileri uzatarak düâ etdiğini görebilirsiniz. Fekat, bütün bunlar gösteriş için yapılmaz. Îmânı hâlis olan müslimân, kısa süren ibâdet vazîfesini temâmladıkdan sonra, tekrâr işinin başına döner. Müslimân, Kur ân-ı kerîmde yazılı olan ahlâk esâslarına tâm bağlıdır. Fekat, şunu unutmıyalım ki, güzel ahlâk esâsları onüçbuçuk asrdan beri hiç bozulmadan devâm etmişdir. Bugün bir Avrupa başşehrinde bunların çoğu bilinmemekdedir. İşte bugün, müslimânları medeniyyet düşmanı olarak gösteren husûs, Avrupalıların Muhammed aleyhisselâmın koymuş olduğu güzel ahlâk esâslarını bilmemesinden ileri gelmekdedir. Hâlbuki, bu büyük Peygamberin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, (Ben bir insandan başka bir şey değilim. Size Allahın bir emrini bildir- 398
399 diğim zemân, onu hemen kabûl edin. Fekat, dünyâ işleri hakkında kendiliğimden bir şey söylersem, bu Allahın emri değildir. Bunu ben insan olarak söylerim) dediğini işitmemişe benziyorlar. Fen bilgileri, Muhammed aleyhisselâmın zemânından bu zemâna kadar çok değişmişdir. O zemân yapılanların, sonradan hâsıl olan şartlara göre değişdirilmesini, islâm dîni emr etmekdedir. Eğer bunlar, bu günün îcâblarına göre yapılacak olursa, islâm dînine hiç bir halel gelmeyecek, aksine, onun medenî bir din olduğu meydâna çıkacakdır. Türkler, diğer din mensûblarına karşı gösterdikleri nezâketi o kadar ileri götürmüşlerdir ki, bugün devletin birçok fen ve tekniğe âid iş yerlerinde hıristiyanlar bulunmakdadır. O hâlde, niçin din bilgileri ile fen bilgilerini birbirinden ayırmıyoruz? Ma mâfih, unutmıyalım ki, garbda din ve fen işleri sonradan birbirinden ayrılmış, hıristiyan papazlarını, dîni siyâsete âlet etmekden güçlükle uzaklaşdırabilmişlerdir. Hıristiyanlarda, dîni dünyâ menfe âtlerine âlet etmenin zararlarını anlamak kolay olmamışdır. Evet, Allahü teâlânın emrlerinde tahrîfât yapılamaz. İbâdetler, adâlet ve ahlâk üzerinde Peygamberlerin bildirdikleri esâsların devâm etmesi lâzımdır. Meselâ, İskoçya kilisesi, kilisede org çalınmasının günâh olduğunu bildirmiş ve (kilisesine orgu kabûl edenlerin Cehenneme gideceğini) i lân etmişdir. Kilisenin bu hareketi, dünyâ işlerinde kullanılan fen veyâ zevk âletlerinin, din işlerine karışdırılmasının, doğru olmadığını göstermekdedir. Osmânlı devletinde de, tıpkı Avrupada olduğu gibi, ba zı câhiller, fende ve âdetde olan yeniliklere karşı çıkmışlar, fen üzerindeki her yeniliği, (Şeytân işi) diye red ederek, islâm dînine iftirâ etmişlerdir. Zemânla müslimânlar, kendilerini muhakkak bu câhil yobazlardan kurtaracaklardır diyen bayan Georgina yazısına şöyle devâm etmekdedir: Avrupalılar, Türkleri zâlim ve gaddâr olarak kabûl eder. Fekat, onların gaddârlığı hakkında zikr edilen hikâyelerin menba ı, hep Orta çağa âiddir. Elimizi kalbimiz üzerine koyarak insâf ile şunu i tirâf edelim: Acabâ Avrupalılar, Orta çağda gaddârlık yapmamışlar mıdır? Bana kalırsa, biz Avrupalılar o zemânlar, çok zâlimdik. Bizim târîhimiz zulm ve işkencelerle doludur. Hâlbuki, Kur ân-ı kerîmde harblerde dahî, esîrlere merhamet edilmesi, din adamı, ihtiyâr, kadın ve çocuklara hiç dokunulmaması emr olunmakdadır. Kur ân-ı kerîmin bu emrlerine uymıyan müslimân kumandanları çıkmışsa, bunlar, Kur ân-ı kerîm okuyamamış ve din 399
400 bilgilerini, câhil din adamlarından öğrenmiş olan kimselerdir. Kur ân-ı kerîmin her lisâna terceme ve tefsîr edilmesi çok yerinde olacakdır. Fekat zan ediyorum ki, bunun için dahâ zemân lâzımdır. Çünki, bütün müslimân memleketlerinde, Arabîden başka bir dili din işlerinde kullanmak, günâh sayılmakdadır. Bundan birkaç sene evvel Hindistânda Madrasda bir müslimân, câmi de Kur ân-ı kerîmden birkaç âyeti arabca yerine hindce okuduğu için la net edilmişdi. [Çünki bu, Kur ân-ı kerîmin ma nâsını bildirmek için değil, Kur ân olarak okunmuşdu.] Kur ân-ı kerîm çok medenî ve mantıkî bir din kitâbıdır. Ba zı müslimânlar, Kur ân-ı kerîmi bilmemekde, yobazların elinde oyuncak olmakda, onların saçma akîdelerini, fikrlerini, inançlarını kabûl etmeğe mecbûr kalmakdadırlar. Hâlbuki, Kur ân-ı kerîmi tedkîk eden islâm âlimleri, dinlerinin ne kadar fâideli bir din olduğunu, ba zı yerlerde telkîn edilen bozuk fikrlerin, Kur ân-ı kerîme hiç uymadığını görmekdedir. Ben size açıkca söyliyorum ki, MÜSLİMÂNLIK ve HIRİSTİYANLIK gibi, bütün ana hatları birbirinin aynı olan iki din dahâ yokdur. Bu iki din, birbirinin kardeşidir, aynı babanın iki evlâdı gibidir. Aynı rûhdan mülhemdir) demekdedir. [Bu mektûbu yazan madam, çocuk iken işitdiği iftirâların te sîri altında kalarak böyle söylemekde ve zan etmekdedir. İşin aslı ise, bunun temâmen aksidir. Kur ân-ı kerîm, birçok lisâna terceme edilmiş ve tefsîrleri yapılmışdır. Ancak bu tefsîrleri ve tercemeleri (Kur ân-ı kerîm) zan etmek ve ibâdetde, nemâzda okumak yanlışdır.] Yukarıdaki mektûb, birçok hakîkatleri meydâna koymakdadır. İslâmiyyet, Kur ân-ı kerîmin başka dillere tefsîrini, açıklanmasını aslâ men etmemişdir. İslâmiyyet, Kur ân-ı kerîmin, gerek gizli maksadlarla, hâin emellerle, gerekse bilmiyerek, değil başka dillere, arabîye bile yanlış ve bozuk olarak terceme edilmesini yasak etmişdir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, (Kur ân-ı kerîmi kendi anlayışına göre terceme eden kâfir olur) buyurdu. Herkes, kendine göre ma nâ verirse, Kur ân-ı kerîmin ma nâları hatâlı olur. Her kafadan farklı sesler çıkar. İslâm dîni de, hıristiyanlık gibi anlaşılmaz, bozuk bir hâl alır. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Kur ân-ı kerîmin, başından sonuna kadar ma nâsını Eshâbına bildirdi. Murâd-ı ilâhînin ne olduğunu anlatdı. Eshâb-ı kirâm da, bunları Tâbi îne bildirdiler. Bunlar da kitâblara yazdılar. Böylece tefsîr kitâbı meydâna geldi. Birçok fârisî ve türkce tefsîr kitâbı ve binlerce din kitâbı basılmışdır. Fârisî tefsîrlerden birisi, meşhûr (Mevâhib-i aliyye) tefsîridir. 400
401 Bu tefsîri, Hüseyn Vâ iz kâşifî rahime-hullahü teâlâ [1], Hirât şehrinde, bu hıristiyan madam dünyâya gelmeden üçbuçuk asr evvel yazmışdır. Osmânlı sultânları ve âlimleri, bu tefsîrin çok kıymetli olduğunu bildirmişler, türkceye terceme ederek, (Mevâkib) tefsîri ismini vermişlerdir. Madrasda câmi de la net olunan kimse, İslâm dînini bozmak isteyen bir zındık, bir islâm düşmanı idi. Kur ân-ı kerîme yanlış, bozuk ma nâ verdiği için la net olunmuşdur. Ona la net edenler, fârisî ve hind dilinde kitâblar yazmış olan büyük islâm âlimleri idi. Şimdi diğer bir yabancı kadının bu husûsda neler düşündüğünü inceliyelim. Aşağıdaki satırlar, 1881 ile 1907 [1325] seneleri arasında İstanbulda yaşamış olan İngiliz bayan Dorina L. Neave ın (Twenty six years on the Bosphorus = Boğaziçinde 26 yıl) ismindeki eserinden alınmışdır. Bayan Neave de, müslimânların kibârlığından, diğer din mensûblarına karşı gösterdikleri nezâketden bahs etdikden sonra, kendisine göre, İslâm dîninde gördüğü ba zı noktalara temâs ediyor ve bunlardan şikâyet ediyor. Şimdi onun yazdıklarını okuyunuz: (Burada Muharrem âyîni diye bir müslimân merâsimi var. Bu kadar sene İstanbulda kalmama rağmen, ben bu merâsimi görmeğe gitmedim. Çünki gidenlerin anlatdıklarına göre, bu müslimân merâsimi çok feci, çok vahşî imiş. İnsanlar yarı beline kadar çıplak olarak oraya geliyor, (Yâ Hasen, Yâ Hüseyn) diye bağırarak ellerinde bulunan zincirleri vücûdlarına şiddet ile vurmakda ve kan revân içinde kalmakda imişler). Bayan Neave dostlarının iştirâk etdiği bir Rıfâ î âyîni hakkında da şunları yazıyor: (Dostlarımın anlatdığına göre, feryâd eden dervişler [ya nî Rıfâ îler] bele kadar çıplak bir hâlde, sıraya girmişler. Yüksek sadâ ile şehâdet getiriyor, aynı zemânda yavaş yavaş öne arkaya doğru sallanıyorlarmış. Ondan sonra hareketlerini gitdikçe hızlandırarak, bir yandan da korkunç çığlıklar ve nâralar atarak, âdetâ bir nev vecde gelerek veyâ sar a nöbetine kapılarak, kendilerini gayb edinciye kadar havalarda sıçrayıp duruyorlarmış. Ellerindeki bıçakları vücûdlarına saplıyorlarmış. Aralarında, kan içinde kalıp, yere yuvarlananlar da varmış. Bu hâlde iken, onların tam mubârek ve kudsî bir hâle geldiğini kabûl eden [1] Hüseyn Vâ iz 910 [m. 1505] de Hirâtda vefât etdi. 401 Herkese Lâzım Olan Îmân: F-26
402 Türk kadınları, evlerinden getirdikleri hasta çocuklarını iyileşsin diye, onların ayakları altına koyuyormuş. Çünki, eğer bu Rıfâ îler bu hâlde iken çocukları çiğnerlerse, onların bütün hastalıklardan kurtulacaklarına inanıyorlarmış. Zan ediyorum ki, bu çıldırmış adamların küçük çocukların vücûdlarına basarak yapdıkları tedâvî, muhakkak onları öldürmekde ve böylece, bütün hastalıklardan kurtarmakdadır. Nasıl oluyor da, böyle şeylere inanıyorlar? Bu Rıfâ îlerin, tekkelerinde bağırmaları, tekkenin içini kaplıyan fenâ sarmısak ve nefes kokusu, buraya girenlerin mi delerini bulandırıyormuş. Bana bunları anlatan dostlarım, (Bu hareketler bize Kurûn-ı vüstâ vahşetlerini hâtırlatdı. Bu kadar ibtidâî âdetleri, hiçbir yerde görmedik. Bu mahûf, dehşetli manzara karşısında, hasta olduk) dediler.) Şimdi bu iki yazıyı biraz dahâ tedkîk edelim. Bayan Müller yazdıklarında haklıdır. İslâm dînini oldukca iyi tedkîk etmişdir. Bayan Neave ise, temâmen hatâ etmekdedir. İslâm dîni ile hiçbir alâkası olmıyan câhillerin ortaya çıkardıkları, Muharrem âyîni ile, yine islâm dîni ile hiçbir alâkası bulunmıyan Rıfâ î âyînini, islâm dîninin esâslarından zan etmiş, bu dînin vahşî ve ibtidâî olduğu karârına varmışdır. Bu âyinleri seyyid Ahmed Rifâ î hazretlerinden [1] sonra, din câhilleri uydurmuşlardır. Bir islâm memleketinde senelerce oturduğu hâlde, yüzlerce medresede, okutulan fen ve din derslerini ve câmi lerde yüzbinlerce müslimânın abdest alarak tam bir beden ve kalb temizliği ile, büyük bir huşû ve nizâm içinde kıldıkları nemâzları görmiyerek, kulakdan duyduğu bir şeyin aslını dahî tahkîk etmeden, islâm dînini tahkîr etmek, birçok Avrupalıların yapdığı hatâlı işdir. Bunun da sebebi, koyu bir hıristiyanlık teassubu ve islâm düşmanlığıdır. Bayan Georgina Müllerin teklîf etdiği Kur ân tercemesi ve dînin dünyâ çıkarlarına âlet edilmemesi, hakîkî din âlimlerinde ve bunlara tâbi olan hükûmetlerde her zemân tehakkuk etmişdir. Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem haber vermiş olduğu, yetmişiki çeşid bozuk fırkadaki kimselerin ve islâm dînini içerden yıkan bölücü tarîkatçıların uydurma âyînleri de, Ehl-i sünnet âlimlerinin rahime-hümullahü teâlâ kitâbları sâyesinde İslâm dîninden uzaklaşdırılmışdır. Bu büyük âlimler, Muharrem merâsiminin ve Rıfâ î denilen tarîkatcıların, uydurma âyînlerinin islâm dîni ile hiçbir alâkası olmadığını, bütün dünyâya bildirmiş- [1] Seyyid Ahmed Rifâî, 578 [m. 1183] de Mısrda vefât etdi. 402
403 lerdir. Böyle âyînler, islâm devletlerince men, yasak edilmişdir. Bunlar, (Fetâvâ-i hadîsiyye) de ve (Mektûbât) ın 266. cı mektûbu sonunda ve (Hadîka) ve (Berîka)da bildirilmiş, harâm olduklarına fetvâ verilmişdir. Müslimânlık, oyun, müzik, sihrbazlık, hokkabazlık yapmak değildir. Osmânlı devletinin Şeyh-ül-islâmlarından büyük âlim Ahmed ibni Kemâl efendi rahime-hullahü teâlâ [1] (El-münîre) kitâbında diyor ki, Şeyhe ve mürîde ilk lâzım olan şey, islâmiyyete uymakdır. İslâmiyyet, Allahü teâlânın emr ve yasak etdiği şeyler demekdir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki, (Bir kimsenin havada uçduğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yâhud ağzına ateş koyup yutduğunu görseniz, fekat sözleri ve işleri islâmiyyete uygun olmazsa, onun büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan sapdırıcı olduğunu biliniz!). Ehl-i sünnet âlimlerinin rahime hümullahü teâlâ bildirdiği hakîkî islâm dîni, bütün hurâfelerden uzak, akl-ı selîme muvâfık bir dindir. İslâmiyyetde ilâhî kitâb, Kur ân-ı kerîmdir. Kur ân-ı kerîmde, yalnız Allahü teâlâya ibâdet vardır ve bu ibâdet şeklleri de, Onun tarafından bildirilmiş olup, en kibâr, en vakarlı, en sıhhî ve ubûdiyyete, kulluğa en münâsib şekllerdir. Kur ân-ı kerîmde bildirildiğine göre, bütün müslimânlar Allahü teâlânın indinde müsâvîdir, eşitdir. Müslimânın müslimân üzerine üstünlüğü ancak ilm ve takvâ iledir. Takvâ, Allahü teâlâdan korkmak demekdir. Kur ân-ı kerîmde, Hucürât sûresi 13. âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın indinde en kıymetli, en üstününüz Ondan en çok korkanınızdır) buyurulmuşdur. Kur ân-ı kerîmde, insanları müslimân yapmak için, hiçbir şiddete, hiçbir zorlamağa yer verilmemiş, bil aks yasak edilmişdir. Cihâd, îmânı, islâmı teblîg etmek, bildirmek için yapılır. Îmân etdirmek için yapılmaz. Kur ân-ı kerîmde insanlara dâimâ merhamet ve şefkat emr olunmakdadır. Bu emrlere kıymet vermiyenlerin müslimânlıkla irtibâtı kalmamışdır. Bugünkü Kitâb-ı mukaddesde hâlâ Allahü teâlânın emrlerinden kalmış parçalar vardır. Bu kısmlar, Kur ân-ı kerîm gibi, insanlara, şefkati, merhameti emr etmekdedir. İslâm âlimleri, Tevrât ve İncîlde bulunan ve islâm dînine uygun olan kısmların Allahü teâlânın kelâmı olduğunu kabûl etmekdedirler. Nasrâniyyet, esâsında (Bir Allah)a îmânı emreden bir din idi. Teslîs denilen (üç Tanrı) fikri, yehûdîlerin nasrâniyyeti yıkma fe âliyyetlerinden [1] Ahmed ibni Kemâl, 940 [m. 1534] de vefât etdi. 403
404 ve yanlış tefsîrden ileri gelmişdir. Îsâ aleyhisselâm, (sağ yanağınıza tokat atan kimseye sol yanağınızı da çevirin) demekde, kendisine zulm ve eziyyet yapanlar için (Allahım! Onların günâhlarını afv et! Çünki onlar, ne yapdıklarını bilmiyorlar) diye yalvarmakdadır. Peki, her iki din de şefkatden ve merhametden bahs ederken, her iki din de sabr, hüsn-i zan esâsı üzerine kurulmuşken, niçin asrlarca, birbirine karşı bu kadar nefret ve gaddârlık hâsıl olmuş? Bu gaddârlıkları ve zulmleri, yalnız hıristiyanlar yapmışlardır. Bunu kendileri de i tirâf etmekdedirler. Yukarıda bildirilen korkunç hâdiseler, hıristiyan papazların ve hıristiyan târîhçilerin eserlerinden alınmışdır. Eğer bu bilgileri islâm âlimlerinin eserlerinden almış olsaydık, belki şübheye sebeb olabilirdi. Müslimânlara karşı yapılan bu vahşet, bu zulm ne kadar devâm etdi? Bunu, Engizisyon mahkemelerinin ne kadar devâm etdiğini ecnebî menba lardan meydâna çıkaralım. Avrupa menba larına göre, Engizisyon mahkemeleri, 578 [m. 1183] den 1222 [m. 1807] senesine kadar tam altı asr devâm etmiş, İtalya, İspanya ve Fransada kurulan bu korkunç mahkemelerde, sayısız insanlar, yâ din uğruna, yâ da papazların maddî menfe atleri uğruna veyâ yeni fikrler ortaya koyduğu için, haksız yere öldürülmüş, yâhud diri diri yakılmış veyâ muhtelif işkencelerle telef edilmişdir. İspanyadaki yehûdîlerle müslimânlar temâmen imhâ edilinceye kadar, bu mahkemelerde sürünmüşler, oğlunu bile bu mahkemelerde i dâma mahkûm etdiren İspanya kralı beşinci Ferdinand [1], (İspanyada artık ne müslimân, ne de dinsiz kaldı) diye iftihâr etmişdir. Engizisyon mahkemeleri, yalnız diğer dinlerden olanları değil, bütün münevverleri yok ediyor, fennin ve ilmin ortaya koyduğu yenilikleri günâh sayıyordu. Dünyânın küre şeklinde [yuvarlak] olduğunu ve döndüğünü müslimânlardan öğrenerek, Avrupalılara nakl eden Galile bile, bu beyânâtından dolayı, engizisyon mahkemesine sevk edilmiş, ancak sözünü resmen geri alarak halâs olabilmiş, kurtulabilmişdi. Bu engizisyon mahkemelerini papazlar idâre ediyor, bütün mu âmelât gizli yapılıyor, ictimâ ları, muhakeme hey eti toplantıları kapalı cereyan ediyordu. Engizisyon mahkemeleri insanlık târîhinin lekesi, hıristiyanlığın yüz karasıdır. İspanyada engizisyonu Napoleon Bonaparte 1222 [m. 1807] senesinde birçok müşki- [1] Ferdinand 922 [m. 1516] de öldü. 404
405 lât ile kaldırmış, onun düşmesinden sonra, tekrâr canlanan bu vahşet ancak 1250 [m. 1834] de târîhe karışmışdır. Adedi pek fazla olan engizisyon mahkemelerinin kaç kişiyi ölüme mahkûm etdiği kat î olarak ma lûm değil ise de, milyonları aşdığı muhakkakdır. Çünki, yalnız İspanyada küçük bir engizisyon mahkemesinin 28.000 kişiyi ölüme mahkûm etdiğini söylersek, adedi pek fazla olan bu mahkemelerin kaç kişiyi i dâm etdiği düşünülebilir. Harputlu İshak efendi rahime-hullahü teâlâ, (Diyâ-ül-Kulûb) kitâbında hıristiyanların müslimân ve yehûdîlere, katoliklerin de protestanlara ve protestanların katoliklere (din için) yapdıkları tecâvüzlerin, zulmlerin ve katliâmların bir hesâbını çıkartmışdır. Buna göre, haçlı seferlerinde, İmperatör Theophil ve eşi Theodora zemânlarında yapılan, (hıristiyan olmıyanları [imhâ] öldürme) savaşında, Papa yedinci Gregorius tarafından verilen emr üzerine, yapılan toplu i dâmlarda, Ondördüncü asrda insanları zorla hıristiyan yapmak için girişilen toplu öldürmelerde, Endülüs devletinde bulunan müslimân ve yehûdîlerin imhâ edilmesinde, katoliklerin Sen Bartelmi gecesinde ve ondan sonra İrlandada yapdıkları protestanları yok etmek cinâyetlerinde, İngiliz kraliçesi Elizabethin katolikleri katletdirmesinde ve buna benzer vahşetlerde, asgarî 25 milyon insanın hayâtını gayb etdiğini hıristiyan târîhciler yazmakdadır. Bunlara Rusların 1321 [m. 1903] senesinde orta Asyada ve 1917 de Bolşevik [komünist] ihtilâlinde ve ondan sonra ve İkinci Cihan harbinden sonra bütün dünyâda ve bilhassa 1406 [m. 1986] senesinde Efganistânda yapdıkları toplu katliâmlar da ilâve edilirse, rakam çok dahâ büyüyecekdir. Yukarıda yazılı ve çoğu hıristiyan kitâblarından alınan vesîkalardan şu hakîkat meydâna çıkmakdadır: 1 İslâm dîni, hiçbir zemân, vahşet dîni olmamış, müslimânlar, hiçbir zemân hıristiyanları imhâ için tecâvüz etmemiş, aksine îcâbında onları himâye etmişdir. 2 Buna mukâbil hıristiyanlar, birbirlerini müslimân ve yehûdîlere ve farklı mezhebe mensûb dindaşlarına karşı tahrîk etmiş, onları muhtelif mezâlime tâbi tutmuş, her vahşeti yapmış, Îsâ aleyhisselâmın dînini bir vahşet dînine çevirmişlerdir. Bu gibi vahşetleri idâre edenler, kendi şahsî menfe atleri [çıkarları] için veyâ memleketlerine iyilik yapdıklarını zan ederek, yâhud yağma yapmak için veyâ kin ve intikâm hissi ile, kısaca din 405
406 ile hiçbir alâkası olmıyan sebeblerden veyâ sırf din için ma sûm insanların canına kıymışlardır. Din, tertemiz ahlâk sâhibi olmağı emr eden, sırf merhamet, muhabbet ve büyüklere itâ at, küçüklere şefkat emr eden, insanları doğru yola götüren, şahsî menfe atler için kullanılması en büyük günâh olan (ALLAHÜ TEÂLÂNIN RÂZI OLDUĞU YOL)dur. Dîni siyâsete [politikaya] âlet etmek, yâhud başka zararlı maksadlar ve menfe atler için kullanmak, birtakım câhilleri, din ismi altında, tahrîk etmek çok büyük bir günâhdır. Gafûr ve rahîm olan Allahü teâlâ, en çok bu ma siyyeti zem etmekde, kötülemekdedir. Müslimânları öldürtmek için, kendi mukaddes kitâbının emrine karşı çıkıp, insan toplayan bir papa, bir kardinal, din adamı sayılır mı? (Din elden gidiyor) diye müslimânları kendi pâdişâhları veyâ devlet adamları aleyhine kışkırtan yobazların islâmiyyet ile ne alâkası vardır? Elhamdülillah ki, bugün artık din ve fen yobazlarının arkasından koşacak câhiller, ahmaklar pek kalmamışdır. Bugün hıristiyan gençleri ile müslimân gençleri, birbirlerinin dilini öğrenmekde, sür atli nakl vâsıtaları [araçları] sâyesinde, kolayca birbirlerinin memleketlerine giderek, birbirleri ile tanışmakda ve anlaşmakdadır. Şimdi, hıristiyanlar da müslimânlığın vahşî bir din olmadığını görmekde, aslında iki dînin de aynı esâsları emr etdiğini anlamakdadırlar. Bugün, birçok hıristiyanlar, târîhde okudukları hıristiyan zulmlerinden dolayı çok müteessir olduklarını, artık kendilerinin böyle düşünmediklerini, aksine islâm dînini en medenî din ve hakîkî müslimânları da kâmil, medenî, güzel ahlâklı, sevimli insan olarak tanıdıklarını bildirmekdedirler. Hattâ, bunun aksini iddi â edenlere gereken cevâbı kendileri vermekdedirler. Düâ edelim ki, artık bundan sonra, insanlar, (DİN) olarak İslâm dînini tanısınlar ve onu şahsî ve âdî maksadlar için kullananlarla ve onu öğrenmeğe mâni olanlarla mücâdele ederek, onların pençelerine düşmüş olan esîr milletleri, işkenceleri altında inleyen zevallı insanları hürriyyete, insan haklarına kavuşdurmak için çalışsınlar! Allahü teâlâ, bütün insanlara, kendi indinde yegâne hak din olan islâmiyyet ile şereflenmeği ve Ona tam tâbi olmağı nasîb eylesin. Âmîn. Hudâ Rabbim, Nebîm hakka Muhammeddir Resûlullah. Hem islâm dînidir, dînim; kitâbımdır kelâmullah. Akâidde, Ehl-i sünnet oldu mezhebim hamdolsun. Amelde, Ebû Hanîfe mezhebi, mezhebim vallah. 406
407 2 MÜSLİMÂNLAR CÂHİL DEĞİLDİR Müslimânlık ve müslimânlar hakkında yazılı garblıların kitâblarında veyâ neşr etdikleri seyâhatnâmelerde, müslimânların çok câhil olduğu, Asya ve Afrikada kendileriyle temâs etdikleri müslimân halkın çoğunun okuma yazma bile bilmedikleri, 18. asr ile 19. asr arasında medenî ve fen sâhasında ism yapmış olan fen adamları arasında bir tek müslimân isminin bulunmadığı yazılıdır. Hattâ, islâm dîninin terakkîye mâni olduğunu iddi â edenler bile çıkmışdır. Ba zıları da, müslimânların câhillik yüzünden, hıristiyanlık dîninin büyüklüğünü kavrayamadıkları ve bu sebebden dolayı, misyonerlerin bütün gayretine rağmen, onların hıristiyanlığı kabûl etmediklerini ileri sürmekdedirler. Târîhi tedkîk edecek olursak, mes elenin aslının hıristiyanların iddi âlarının temâmen aksi olduğunu görürüz. Çünki, islâmiyyet, ilmi dâimâ medh, müslimânları dâimâ ilme teşvîk etmişdir. Zümer sûresi, dokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir) buyurulmuşdur. Peygamberimiz ise sallallahü aleyhi ve sellem, (İlm Çinde bile olsa, gidin öğrenin) ve (Nerede ilm varsa, orada müslimânlık vardır) ve (Bütün müslimân erkeklerine ve bütün müslimân kadınlarına, ilmi aramak, öğrenmek farzdır!) emrini vermekdedir. İslâmiyyetde ilm, ibâdet ile ve âlimin mürekkebi, şehîdlerin kanı ile müsâvî tutulmakdadır. Müslimânların hıristiyanlığı kabûl etmemeleri, islâm dîninin hıristiyanlıkdan çok dahâ mantıkî, çok dahâ doğru olmasından ileri gelmekdedir. İslâmiyyetde ilmin ve fennin ne kadar mühim olduğunu (Müslimânlık ve Hıristiyanlık) faslında tafsîlatlı olarak bildirdik. İslâm dîni, gerici bir din değil, aksine, bütün yeniliklerin devâmlı ta kîb edilmesini ve hergün yeni şeyler keşfetmeği, ilerlemeği emr eden bir dindir. Bundan dolayı, islâmiyyetin başlangıcından itibâren, ilm adamlarına çok ehemmiyyet verilmiş, ilmî, fennî ve teknik tecribeler yapılmış, müslimân Arablar, tıbda, kimyâda, astronomide, coğrafyada, târîhde, edebiyyâtda, matematikde, mühendislikde, mi marlıkda ve bunların hepsinin temeli olan, güzel ahlâk ve ictimâ î [sosyal] bilgilerde, en mükemmel dereceye vâsıl olmuşlar, bugün dahî ta zîm ile yâd edilen kıymetli âlimler, hakîmler, mütehassıslar, üstâdlar yetişdirmişler, 407
408 dünyânın hocası, medeniyyetin rehberleri olmuşlardır. O zemân, yarı vahşî olan Avrupalılar, fennî bilgilerini İslâm üniversitelerinde öğrenmişler, hattâ Papa Sylvester gibi, hıristiyan din adamları bile Endülüs Üniversitelerinde okumuşlardır. Bugün, hâlâ Avrupa dillerinde kimyâya, (Chemie) ve cebire [Arabî El-cebir kelimesinden] (Al-gebra) ismi verilmekdedir. Çünki bu ilmler, evvelâ müslimân Arablar tarafından dünyâya öğretilmişdir. Avrupalılar, dünyâyı tepsi gibi düz ve etrâfı duvarlarla çevrili zan ederken, müslimânlar, ilk olarak, dünyânın kürevî [yuvarlak] olduğunu ve döndüğünü buldular. Mûsul civârında, Sincar sahrâsında, Tûl dâireleri [meridyenin] uzunluğunu ölçdüler ve bugünkü rakamları elde etdiler. Bundan başka, müslimân Arablar, son derecede câhil ve müteassıb olan, Kurûn-u vüstâ [Orta çağ] papazlarının men etdiği, eski Yunan ve Roma felsefe kitâblarının tercemesi işini ele almış ve bunların ortadan kalkmasına, yok olup gitmesine mâni olmuşlardır. Bugün, insâflı hıristiyanların kabûl etdiği gibi, hakîkî Rönesans, ya nî (Eski kıymetli ilmlerin avdet etmesi) İtalyada değil, Abbâsîler zemânında, Arabistânda başlamışdır ki, Avrupadaki rönesansdan çok çok öncedir. Ne yazık ki, bu büyük terakkî 17. asrda birdenbire hızını gayb etmişdir. Bu felâkete, (Hıristiyanların yapdığı her şey müslimânlara harâmdır. Bunları kabûl eden veyâ onlar gibi yapan müslimânlar, kâfir olur) diyerek, müslimânların, yeni keşfleri ta kîb etmesine mâni olan mason ve yehûdî siyâseti ve bunlara aldanan din câhili yobazlar sebeb oldu. Müslimânların son zemânlarda, ilm sâhasında en büyük rehberi, Osmânlılar idi. Bütün hıristiyan âlemi bu islâm devletinin, dünyâdaki terakkîlere ve keşflere kaydsız kalması için siyasî ve askerî hücûmlara geçdiler. Bir tarafdan, haçlı saldırıları, bir tarafdan da, bunların ihdâs etdikleri, bid at sâhibi müslimânların yıkıcı ve bölücü çabaları, Osmânlıların fen ve teknikde rehberlik yapmalarına mâni oldular. Türkler, dışardan ve içerden yapılan saldırılardan dolayı, çok zarara uğradılar. Te sîrleri fazla olan yeni silâhlar yapamadılar. Memleketlerinin büyük kaynaklarından lâyiki ile fâidelenemediler. Kendi vatanlarında sanâyı i ve ticâreti yabancılara kapdırdılar. Fakîr düşdüler. Dünyâda, her gün, her sâhada birçok yenilikler yapılmakdadır. Bunları biz, devâmlı tâ kîb etmeğe, öğrenmeğe ve öğretmeğe mecbûruz. Yalnız sanâyı ve teknik sâhasında değil, din ve ahlâk üzerinde de ecdâdımız gibi olmamız, gençlerimizi îmânlı, güzel ahlâklı yetişdirmemiz lâzımdır. Size küçük bir misâl verelim: Türkler güreşde bütün dünyâda (yenilmez) sayılıyordu. Hakî- 408
409 katen milletler arası güreş müsâbakalarında dâimâ birinci geliyorlardı. Hâlbuki, son senelerde, güreşde hiçbir varlık gösteremedik. Neden biliyor musunuz? Çünki Avrupalılar, evvelce güreşi bilmiyorlardı. Bunu bizden öğrendiler. Fekat, güreşi son derecede islâh ederek, ona yeni ve hızlı hareketler, yeni oyunlar, yeni teknikler ilâve etdiler. Biz, hâlâ eski tarzda isrâr ediyoruz ve onu da bilmiyoruz. Hâlâ güreşdeki yenilikleri iyice incelemedik. Hâlâ yabancı güreşçilerden ders almak istemiyoruz. Onlar da, ortaya koydukları yeni oyunlar sâyesinde, bizim güreşçileri tutdukları gibi, yerden yere vuruyorlar. İşte dünyâ işlerinde bizden dahâ iyisini bilen ve yapandan, muhakkak fâidelenmemiz lâzımdır. Her şeyi dahâ iyi bildiğini zan eden kimse, yâ aklsız bir budala veyâ bir rûh hastasıdır. Dînimiz, din bilgileri ile fen bilgilerini birbirinden ayırmışdır. Din bilgilerinde, islâm ahlâkında ve ibâdetlerde en ufak bir değişiklik yapmağı şiddet ile men etmişdir. Dünyâ işlerinde, fen bilgilerinde ise, her değişikliği yapmağı, bütün yeni keşfleri öğrenmemizi ve yapmamızı emr etmişdir. Son senelerde Osmânlı devletini ele geçiren sözde aydınlar, dînimizin bu emrinin tâm tersini yapdılar. Masonlara aldanarak, din bilgilerini değişdirmeğe, dînin esâslarını yıkmağa çalışdılar. Avrupanın fende ilerlemesine, yeni keşflere gözlerini kapadılar. Hattâ fen bilgilerine, modern tekniğe uymak istiyen ilerici türk sultânlarını şehîd etdiler. Masonların elinde maşa olarak, ilerlemeği, teknikde değil de, dinde reform yapmakda, bölücülükde aradılar. Çok şaşılır ki, din bilgilerinin nezâhetine dokunmak, son senelere kadar, siyâsî partiler arasında da devâm etdi. Kendi partilerini desteklemedikleri için, siyâsete karışmıyan hâlis müslimânlara kâfir diyecek kadar gâfil politikacılar türedi. Allahü teâlâya şükrler olsun ki, bu temiz, asîl milleti felâkete sürükliyenlere (Dur) diyen kurtarıcılar yaratdı. Yoksa, mübârek dînimizden ve güzel vatanımızdan mahrûm olacak, komünistlerin pençelerine düşecekdik. Elhamdülillah alâ hâzih-inni meh! Türkiyede bugün [m. 2000de vakf üniversiteleri ile birlikde] 57 üniversite vardır. Müslimân türk gençleri modern dünyevî ilmleri ve fenleri öğrenmeğe ve diğer müslimân memleketlere rehber olmağa çalışmakdadır. 1981-82 yılında Türk üniversitelerine gelen müslimân memleketlerin talebeleri birkaç bini bulmuşdur. Şimdi, size insâflı bir Avrupalının müslimân memleketlerindeki fennî çalışmalar hakkında neşr etdiği bir makâleyi takdîm edeceğiz. Bu makâleyi yazan Jean Ferrera isminde bir Fransız olup, makâle (Science et Vie) dergisinin 724 sayılı nüshasında Ocak 1978 yılında neşr 409
410 edilmişdir. Makâlenin başlığı: (Les Universites du Petrole = Petrol üniversiteleri)dir. Ferrera makâlesinin bir bölümünde şöyle diyor: (Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem, 632 senesinde Medînede sevgili zevcesi Âişenin kolları arasında vefât etdi. Onu tâ kib eden senelerde, bugün Sü ûdî Arabistân denilen yerden hareket eden müslimânlar, Atlantik okyanusundan Amur nehrine kadar genişleyen çok büyük bir İslâm İmperatörlüğü kurdular. Müslimânlar son derecede kuvvetli, sabrlı, cesûr olmakla berâber, harbleri kazanınca, büyük merhamet gösteriyorlardı. Geçdikleri her yerde, birçoğumuzun hâlâ bilmediği büyüklükde, bir medeniyyet kurdular. Bağdâddan Kurtubaya kadar, geniş bir sâhada kurulmuş olan islâm üniversiteleri, o zemân çok bilgisiz olan Avrupalıların tanımadıkları ve hattâ ortadan kaldırmağa çalışdıkları eski medeniyyetleri yeniden canlandırdı. Ptoleme [Batlemyus]nun, Euclidein (Oyklid), Archimedin eserlerini Arabîye terceme eden müslimânlar, bunlarla birlikde Hind fen adamlarının da eserlerini kendi dillerine nakl ederek, onları da tedkîk etdiler ve bunları bütün dünyâya neşr etdiler. Sekizinci asrda ilk def a olarak (Aix-la-Chapellede Charlemagne) serâyını, Halîfe Hârûnürreşîd nâmına ziyârete gelmiş olan müslimânlar, serâydaki insanların bilgisizliğine ve çoğunun okuma yazma bilmediğine hayretde kalmışlardı. Müslimânlar, dokuzuncu asrda Avrupalılara ilk olarak rakamları ve sıfırı öğretdiler. Vâkıa, (sıfır) ilk olarak Hindliler tarafından bulunmuşdu. Fekat, onu Avrupalılara müslimânlar nakl eyledi. Bunun gibi, müsellesât ilmini [trigonometriyi] de Avrupalılara öğreten yine müslimânlar oldu. Önce, sinüs [Ceyb] ve cosinüs [Teceyyüb]ü, sonraları ise, bütün müsellesâtı [trigonometriyi] Avrupalılar, müslimân üniversitelerinde öğrendiler. Dokuzuncu asrdan onikinci asra kadar, dünyâda ne kadar ilmî veyâ teknik bir inkişâf varsa, ancak müslimân üniversitelerinde öğreniliyordu. [Osmânlı devletinde sayısız ilm ve fen adamları yetişdi. Bunların bugünkü medeniyyete yapmış oldukları büyük hizmetler, bırakdıkları kıymetli kitâblarından anlaşılmakdadır. Bunlardan biri, İstanbulda Yavuz Sultân Selîm rahime-hullahü teâlâ [1] Câmi inin Muvakkiti ve reîs-ül-müneccimîn olan Mustafâ bin Alî efendidir rahime-hullahü teâlâ. 979 [m. 1571] de vefât etmişdir. (İ lâm-ülibâd) ismindeki coğrafya ve (Teshîl-ül-mîkat fî-ilm-il-evkât), (Teysîr-il-kevâkib), (Kifâyet-ül-vakt fî-rub -i dâire) astronomi kitâbla- [1] Sultan Selîm, 926 [m. 1520] de vefât etdi. 410
411 rında şaşılacak bilgiler vardır. 874 [m. 1469] da vefât etmiş olan Abdül azîz Vefâînin rahime-hullahü teâlâ (Kifâyet-ül-vakt lima rifet-i dâir) kitâbı da, bugünkü astronomiyi anlatmakdadır.] Tıb hakkında eski Yunanlılar tarafından yazılan eserler, Kurûn-u vüstâda [Orta çağda] câhil hıristiyanlar tarafından yakılmış olduğundan, bunların aslları bugün elimizde bulunmuyor. Bunlardan şurada burada kalarak, bu barbarca imhâdan kurtulmuş olan parçacıklar, Bağdâdlı Hüseyn ibni Johag tarafından arabîye terceme edilmişdir. Bu meşhûr hakîm, Eflâtun ve Aristonun eserlerini de arabîye terceme etmişdir. Memûn halîfe zemânında Bağdâdda yetişen, hesâb, hendese ve ilm-i heyet âlimi üç kardeşden Muhammed bin Mûsâ Harezmî, güneşin irtifâ ını ve Erdın Ekvatörü uzunluğunu ölçmüş ve nemâz vaktlerini ta yîn eden Üsturlâb [Rub ı dâire] âletlerini yapmışdır. Cebr ilmindeki kitâbı ingilizceye ve Üsturlâb kitâbı latinceye terceme edilmişdir. 233 [m. 847] de vefât etmişdir. Müslimân astronomlar dünyânın küre şeklinde olduğunu isbât ederek, Avrupalıların, (Dünyâ tepsi gibidir, denizlerde çok gidilirse aşağı düşülür) inancını yıkdılar. Doğru bir şeklde arzın çevresini ölçmeyi başardılar. Avrupalılara birçok şey öğreten ve Rönesansı hâzırlayan Abbâsî İmperatorluğu, ne yazık ki, yavaş yavaş parçalanmaya başladı ve 656 [m. 1258] de Moğollar Bağdâdı zapt etdiler. Yakıp yıkdılar ve böylece müslimânların kurdukları büyük medeniyyet ortadan kalkdı. Acabâ şimdi vaz ıyyet nasıldır? İslâm medeniyyetinde yeni bir rönesans [yeniden canlanma] beklenebilir mi? Kurûn-u vüstâda [Orta çağda] müslimânlar, altın, kıymetli bahârat ve kokulu ağaçlar [öd ağacı, günnük ve benzerleri] ararlar, bunların bir kısmını Avrupalılara ihrâc ederlerdi. [Süleymân aleyhisselâm zemânında olduğu gibi.] Bugün siyâh altın, ya nî petrol, bunların yerini tutmuşdur. Acabâ müslimânlar, vaktîle büyük İskenderin [1] veyâ Napolyonun te sîs etdikleri imperatorluklar kadar büyük olan devletlerini yeniden kurmağı başarabilecekler mi? Arablar bugün petrol sâyesinde zengindir. Ellerindeki bu zengin hazîneden fâidelenerek kuvvetlenmeğe çalışıyorlar. Bunun için ne yapmak lâzım geldiğini bize Kuveyt tedkîk [Araşdırma] Merkezi müdîri Prof. Muhammed el Şamalî şöyle anlatdı: (Her şeyden evvel, ilm, fen alanında ilerlememiz lâzımdır. Bunun için, [1] İskender, mîlâddan 323 sene evvel öldü. 411
412 ilmî, fennî tedkîkâtımızı sıklaşdırmamız, bir yandan da, ilm adamı yetişdirmemiz îcâb etmekdedir.)) Fransız muharriri Ferreranın makâlesinden alınan kısm burada bitmekdedir. İslâm âlimleri diyor ki, (İslâm ilmleri) iki kısmdır: Birincisi (Din bilgileri), ikincisi (Fen bilgileri)dir. İslâm âlimi olmak için, her ikisini de öğrenmek lâzımdır. Din bilgilerini öğrenmek ve yapmak, her müslimâna lâzımdır. Ya nî (Farz-ı ayn)dır. Fen bilgilerinden lâzım olanları yalnız bu işle meşgûl olanların öğrenmeleri ve yapmaları lâzımdır. Ya nî (Farz-ı kifâye)dirler. Bu iki farzı yerine getiren millet, muhakkak ilerler. Medenî olur. Kur ân-ı kerîmde, Şûrâ sûresinin yirminci âyetinde, Allahü teâlâ meâlen, (Bir kimse, dünyâ ni metlerine kavuşmak isterse, ona istediğini veririm. Âhiret ni metlerini istiyene de, istediğini veririm) buyurmuşdur. İstemek, lâf ile olmaz. Sebebe yapışmak, ya nî çalışmak lâzımdır. Allahü teâlâ, dünyâ ni metlerine ve âhiret ni metlerine kavuşmak için, çalışanlara, dilediklerini vereceğini va d ediyor. Müslimân olsun, olmasın, dünyâ ni metlerini beğendiğim gibi çalışan herkese, veririm buyuruyor. Avrupalılar, Amerikalılar, komünistler, böyle çalışdıkları için, dünyâ ni metlerine kavuşuyorlar. Kurûn-ı vüstâdaki müslimânlar, böyle çalışdıkları için, medeniyyet rehberi olmuşlardı. Abbâsîlerin ve Osmânlıların son zemânlarında, iç ve dış düşmanların, ya nî din düşmanı olan masonların te sîrleri ile, fen bilgilerini öğrenmekden ve öğretmekden, fen ve san at üzerinde çalışmakdan mahrûm edildiler. Hükûmet idâresini ele geçiren câhil ittihâtcıların bu gerilemeğe te sîri çok oldu. Bu sebeb ile mu azzam devletleri çökdü. Din bilgisi, îmân, ibâdet ve ahlâkdan ibâretdir. Bu üçünden biri noksan olursa, din bilgisi, temâm olmaz. Noksan olan şeyin fâidesi olmaz. Eski Romalılarda, Yunanlılarda ve Avrupadaki, Asyadaki devletlerde, fen bilgisi vardı. Fekat din bilgisi noksan idi. Bunun için, fen ve teknikde nâil oldukları ni metleri kötü yerlerde kullandılar. Bir kısm san at eserlerini zevklerde, fuhşlarda kullandılar. Bir kısmı da, teknik vâsıtalarını, insanlara zulm, işkence yapmakda kullandı. Medenî olmaları şöyle dursun, parçalandılar, yıkıldılar, yok oldular. Şimdi de müslimân olmıyan sosyalist memleketlerde, fen bilgileri ileri ve teknik başarıları, ağır sanâyı leri göz kamaşdıracak derecede ise de, din bilgilerinin üç kısmından da mahrûmdurlar. Medenîlerin değil, vahşîlerin bile yapamıyacakları kötülükleri yapıyorlar. İslâm ilmlerine sâhib olmıyan böyle devletler, yok ol- 412
413 mağa mahkûmdurlar. Târîh tekerrürden ibâretdir. Sü ûdî Arabistânın ve benzerlerinin, târîhden ibret alarak, yalnız dünyâ ni metlerine kavuşmak için çalışmakla kalmayıp, îmânlarını ve ahlâklarını düzeltmeleri lâzımdır. Yalnız fende ilerlemeleri, onları medeniyyete kavuşduramıyacak, felâket ve izmihlâlden, mahv olmakdan kurtaramıyacakdır. Türkiye, bugün ecdâdı gibi çalışmakda, diğer müslimân milletlerin fen bakımından rehberi vazıyyetindedir. Fekat ba zı gençler, fen, i mâr ve tabâbet üzerinde çalışmak, bütün yeni keşfleri incelemek yerine, politika oyunlarına âlet olur, gruplara ayrılır, sapık kuruluşlara katılır, birbirini buğazlamağa kalkarsa, yazık onlar için verilen emeklere ve yazık onlar için taşıdığımız ümmîdlere! Yazık zevâllı vatanımıza! Gençlerimizi böyle zararlı düşüncelerden, sapık fikrlerden, yanlış yollardan koruyan birinci kudret, kalbin temiz ve ahlâkın güzel olmasıdır. Bu iki fazîletin menba ı da dindir. Çünki islâmiyyet, dâimâ tekrarladığımız gibi, insanın fenâ iş yapmasını, yanlış yollara sapmasını önler. Onu, memleketine, memleket büyüklerine bağlar. Ona, en doğru yolu gösterir. Burada maksadımız, hakîkî islâm bilgilerini öğrenmekdir. Yoksa din ismi altında gençleri yanlış yola sürükleyen zındıkların, münâfıkların ileri sürdüğü yanlış, sapık fikr ve inançlar değil! İslâm dîni, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi yapıcıdır. Hiçbir zemân yıkıcı ve bölücü olmamışdır. Ey sevgili gençler! Sizden, ittihâtcıların ortaya çıkardıkları yıkıcılık, bölücülük istiyenlerden kaçınız! Çünkü bunlar, İslâmiyyetin ve memleketimizin düşmanıdırlar. Beterdir günbegün hâlim, begâyet, yâ Resûlallah! Düzelsin artık ef âlim, inâyet yâ Resûlallah! Azıtdı bu denî nefsim, beni şeytâna uydurdu. Ne mümkin bunca isyânla, dehâlet yâ Resûlallah! Aceb kâbil mi kurtulmak, hevây-i nefs-ü şeytândan? Erişmezse, eğer senden, hidâyet yâ Resûlallah! Gelince feyz-ü ihsânın, günâhkâr kimseye bir ân, Onun râhı, dü-âlemde, selâmet yâ Resûlallah! Emri, nehyi ta zîm etdim, harâma demedim halâl. Her günâhın sonu oldu, nedâmet yâ Resûlallah! Ey ins-ü cinnin Resûlü, insanların en üstünü, İhlâsıma bağışla kıl, şefâ at yâ Resûlallah! 413
414 3 DİNLER, AKÎDELER ve DİN İLE FELSEFENİN FARKI Allahü teâlâ birdir. Ona giden yol da birdir. Din, Allahü teâlâyı tanıtan yol olduğuna göre, dünyâda tek bir din olması gerekir. Hâlbuki, bugün dünyâ yüzünde birbirinden farklı dinler ve muhtelif akîdeler vardır. Fekat dikkat edilecek olursa, tek Allahın gönderdiği, mûsevîliğin ve îsevîliğin ve müslimânlığın aynı îmân esâsları üzerine kurulduğu meydâna çıkar. Bu üç din birbirine bağlı zincir halkaları gibidir. Allahü teâlâ, asrlar geçdikçe, bozulan, değişdirilen mûsevîliği ve îsevîliği düzelterek ve temizliyerek en son ve hakîkî şekli olan (İslâm) dînini göndermişdir. Esâsen, bu kitâbın birçok yerlerinde tekrârladığımız gibi, (İslâmiyyet) kelimesinin iki ma nâsı vardır. Allahü teâlâya teslîm olmak ma nâsına geldiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği son dîne de denir. (Ehl-i kitâb) ise, diğer iki dîne mensûb olan kimselere verilen ismdir. Bunlar şimdi, bozuk olan Tevrât ve İncîle Allah kelâmı diyorlar. Îsâ ve Mûsâ aleyhimesselâma Allahın peygamberi demekle berâber, resmlerine, heykellerine secde ederek, kendilerine şefâ at etmeleri için yalvarıyorlar. Onlarda (Ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanan (Müşrik) olur. Allahü teâlânın (Sıfât-i zâtıyye) ve (Sıfât-i sübûtiyye)sine (Ülûhiyyet sıfatları) denir. Bu üç büyük dînin Allahü teâlâ tarafından nasıl gönderildiğini aşağıda anlatmağa çalışacağız. Bunların esâslarını açıklıyacağız. Bu üç büyük dînin yanında, bir de Allah mefhûmu kalmamış ve yalnız ahlâk kâidelerine bağlı olan dinler de vardır. Bunlar, ittihâtcıların ortaya çıkardıkları yol olup, bizim mevzû umuzun dışında kalmakla berâber, dünyâda büyük bir insan kütlesinin inandığı din olarak mevcûddur. Onun için, asl mevzû a girmeden evvel, bunlar hakkında da, ma lûmât vermeği lüzûmlu bulduk. Önce bunları ele alacağız. Bunların arasında Müşriklik, Brahmanlık, Mecûsîlik ve Budistlik başda gelmekdedir. Bu dört din, bundan kısa bir zemân evvel, birbuçuk milyar insanın i tikâdını [inanışını] teşkil ediyordu. Çünki, Hindliler, Burmalılar, Lagoslular, Japonlar, Çinliler, Malayalılar, Koreliler ve bunlara komşu olan birçok memleketler, bu fikrlere bağlı idiler. Osmânlılar, Avrupalılar ve Amerikalılar arasında da, adedleri az olmakla berâber, bunlara rastlamak kâbildi. Fekat bugün, komünizm propagandası yüzünden ve genç Çinlilerin kendilerini hiçbir dîne bağlı saymamalarından ötürü, bu dîne bağlı olan in- 414
415 sanların adedi, en son milletler arası istatistiklere göre, 400 milyona düşmüşdür. Şimdi bu dinleri yakından inceliyelim ve ansiklopedilerden fâidelenerek, bunlarda insana nasıl bir yer verildiğini görelim. BRAHMA DÎNİ Brahma, mukaddes kelâm demekdir. Hindistândaki islâm âlimlerinden Mazher-i Cân-ı Cânân [1] ondördüncü mektûbunda buyuruyor ki, (Bu din, Îsâ aleyhisselâmın mîlâdından asrlarca evvel Hindistânda zuhûr etmiş hakîkî, ilâhî bir din idi. Sonraları bozularak, kâfir oldular). Bu dînin başında olanlar, Brahman ismini aldılar. Bunlardan birini, ma bûd şekline sokdular. Bunun dört oğlu olduğu söylenmekde, güyâ dört oğlundan biri, bunun ağzından, diğer üçünün de, elinden ve ayağından meydâna geldiği sanılmakdadır. Bu dört oğlundan dolayı, brahmanlar insanları dört sınıfa ayırmakdadır: 1) Brahmanlar: Bunlar brahma inanışının kudsî râhibleri ve âlimleridir. Mukaddes (Veda) kitâbını okumak, açıklamak ve diğer brahma mensûblarına yol göstermek vazîfeleridir. Son derecede nüfûz sâhibidirler. Emrlerine kimse karşı gelemez. Herkes onlardan çekinir. 2) Muhâribler: Bu sınıfa hükümdârlar, racalar ve büyük devlet adamları ve askerler girer. Bunlara (Krişna) ismi verilir. 3) Tüccarlar ve çiftçiler: [Bunlara (Vayansa) ismi verilir.] 4) Köylüler, işçiler, amele ve benzerleri. Bu dört sınıfdan çıkarılanlara ise (parya) ismi verilir ki, bu zevallıların, insan gibi yaşamak hakkı yokdur. Hayvan mu âmelesi görürler. Dört sınıfa giren insanların haklarına mâlik değildirler. Brahma inanışında, putlar vardır. Bu putların cinsi, ma nâsı, yinecek ve yinmeyecek şeyler, suçlar ve bunlara verilecek cezâlar, (Manava Dharina Şastra) ismindeki mukaddes kitâblarında yazılıdır. [Ma nâsı: Manunun din kitâbı.] Brahmanlar, birçok tanrıya inanırlar. En büyük tanrıları fenâlıkları yok etmek için insan şekline girmiş olan (Krişna) ile, ikinci büyük tanrı (Vişnu)dur. Üçüncü tanrıları ise (Siva)dır. Vişnu, çok mühimdir. Bu kelimenin ma nâsı, (İnsanın içine işleyen) demekdir. Vişnu, koyu mâvi renkli vücûd ve dört elli olarak gösterilir. Yâ, (Garuta) adındaki kartalına binmiş, yâhud bir Lotos çiçeği veyâ bir yılan üzerine oturmuşdur. Brahma inanışına göre, Vişnu şimdiye kadar dünyâya 9 def a muhtelif şeklde [insan, hayvan veyâ çiçek olarak] gelmişdir. Şimdi onun onuncu gelişi beklenmekdedir. [1] Cân-ı Cânân, 1195 [m. 1781] de Delhîde şehîd edildi. 415
416 Brahma dîninde öldürmek ancak harbde câizdir. Diğer zemânlarda hiçbir canlı mahlûk, insan veyâ hayvan, öldürülmez. İnsan, mukaddes bir mahlûk sayılır. (Tenâsuh)a inanırlar. Ya nî insan öldükden sonra, rûhunun tekrâr başka bir insan şeklinde dünyâya geleceğine inanırlar. Vişnunun da dünyâya bir hayvan şeklinde gelebileceği hesâba katıldığından, hayvan öldürmek, kat î olarak men edilmişdir. Onun için, müteassıb brahmanlar, kat iyyen et yimezler. Manu kitâbına göre, insanın hayâtı dörde ayrılır: 1) Tenbellik, 2) Evlilik, 3) Münzevîlik (yalnız başına yaşamak), 4) Sevâb kazanmak için dilencilik. Hindistândaki islâm âlimlerinin büyüklerinden ve tesavvuf mütehassıslarından Mazher-i Cân-ı Cânân rahmetullahi aleyh 14. cü mektûbunda, (Hind kâfirlerinin âyinleri)ni fârisî yazmakdadır. Burada buyuruyor ki, (Allahü teâlâ, bütün insanlara se âdet yolunu gösterdiği gibi, Hindistâna da, Birmîhâ ismindeki melek ile (Veda) ve (Bîd) ismleri ile yâd edilen bir kitâb gönderdi. Bu kitâb dört kısm idi. Bu dînin müctehidleri bunlardan altı mezheb çıkardı. Akâid kısmına (Dahren Şayster) dediler. İnsanları dört sınıfa ayırdılar. İbâdet kısmına (Kerm Şayster) dediler. İnsanın ömrünü dörde ayırdılar. Herbirine (Cuk) dediler. Hepsi, Allahü teâlânın bir olduğuna, âlemin fânî olduğuna, kıyâmet gününe, hesâba ve azâba inanırlar, riyâzet ve mücâhede yaparak, keşf ve istidrâc sâhibi olurlar. Sonra gelenlerin, bu dinde yapdıkları yenilikler, dinsizliğe sebeb olmuşdur. İslâmiyyet gelince, dinleri mensûh olmuşdur. Müslimân olmayanlarına kâfir denir. Dahâ evvel olanları hakkında birşey diyemeyiz.) Brahmanların bir şu besi olan (Mecûsî)lere gelince, bunlar ateşe, ineğe, timsaha taparlar. Bunlar Kisrâ denilen acem şâhlarından Küştûseb zemânında Zerdüşt denilen, yaşayıp yaşamadığı tam bilinmiyen bir kimsenin kurduğu bâtıl bir dîne bağlıdırlar. Bunlar mevtâlarını gömmezler. Bir nev kulelerde saklarlar ve akbabalara yidirirler. Başka bir kısm olan (Sîh)lerde sakal mubârekdir. Sakallarını kat iyyen kesdirmezler. Bir de (Hinduist)ler vardır. Bunlar, aşağı tabaka halkın bütün hurâfelerine inanırlar. Bu inanışın artık hiçbir kıymeti kalmamış, temâmen çığrından çıkmışdır. Brahmanlar, insanlara, (Brahman râhiblerinin emrlerini dinlemek ve onlara her zemân itâ at etmek, Manu kitâbına göre hareket etmek, paryalarla hiç temâs etmemek, hiçbir canlı varlığı öldürmemek) gibi husûsları telkîn ederler. Rûh ve beden hakkında hiçbir bilgi vermezler. Yalnız insanı, kudsî bir varlık olarak kabûl ederler. Brahmanlar, Hindistânda Ganj nehrini mukaddes sayarlar. Bu nehrde yıkanmağı, bu nehrin suyunu içmeği, hattâ ölüleri- 416
417 ni bu nehre atmağı kudsî bir vazîfe telakkî ederler. Puta tapmağa pek yakın olan, hattâ ba zı putlara da tapan Brahma dîninin muhakkak ıslâha ihtiyâcı vardır. Ne yazık ki, 100 sene sonra, ya nî Îsâ aleyhisselâmın mîlâdından 600 sene evvel, dünyâya gelen BUDA, bu dîni temâmen bozdu. Budayı, katolik dîninin birçok hurâfelerini ortadan kaldıran protestan denilen küfr fırkaları kuran Luthere benzetmek kâbildir. BUDİSTLİK Buda, mîlâddan tahmînen 622 sene evvel, Hindistânda Benares şehrinin 160 kilometre kuzeyinde (Kapilavastu) (diğer ismi, Lumbini) köyünde doğmuşdur. Asl adı, (Guatama) veyâ (Sidarte)dir. 29 yaşında bir ormanda inzivâya çekilerek şiddetli bir riyâzet [açlık] çekmişdir. Riyâzet ile bir şey halledilemiyeceğini anlıyarak, normal hayâta dönmüş ve tefekküre dalmışdır. Nihâyet 35 yaşında, Nerancara nehri kenârında bir incir [Bo] ağacı altında oturup düşünürken, zihni aydınlanmış, böylece Gutama (Buda) olmuş, 80 yaşında ölünceye kadar fikrlerini, düşüncelerini yaymağa çalışmışdır. Buda, Brahma i tikâdının [inanışının] bozulduğunu, puta tapmanın yanlış olduğunu söylemişdir. Onu dinliyenler, arkasından gitdiler. Buda, kendisinin ancak bir insan olduğunu söyliyor ve hiçbir zemân ilahlık iddi â etmiyordu. Fekat öldükden sonra, talebeleri onu tanrılaşdırmışlar, onun nâmına ma bedler [tapınaklar] kurmuşlar ve heykellerini yaparak, ona tapmağa başlamışlardır. Böylece, Budizmi putperestlik şekline sokmuşlardır. Budistlikde, tanrı yokdur. Budist kâfirlerinin bâtıl dinlerinde dört (Esâs) vardır. Şöyle ki: 1) Hayât, ızdırâb ile doludur. Zevk ve safâ, bir hayâl, bir aldatıcı rü yâdır. Tevellüd, ihtiyârlık, hastalık ve ölüm de acı bir ızdırâbdır. 2) Bu ızdırâblardan kurtuluşa mâni olan şey, bilgisizlik yüzünden kapıldığımız hevesler ve ne olursa olsun, muhakkak yaşamak arzûmuzdur. 3) Izdırâbı yenmek için, bütün geçici heveslerle birlikde muhakkak yaşamak arzûsunu da terketmek gerekir. 4) Yaşama hevesinin izâlesi ile, insan râhata kavuşur. Bu hâle (nirvana) ismi verilmekdedir. Nirvana, hiçbir hevesi ve ihtirâsı olmıyan bir insanın, dünyâ zevklerinden ictinâb ederek, kudsî istirâhata kavuşması demekdir. Buda, insanların se âdete kavuşması 417 Herkese Lâzım Olan Îmân: F-27
418 için, 8 yol tavsiye etmekdedir. Bu yollar aşağıda yazılıdır: Doğru i tikâd, Doğru karâr, Doğru söz, Doğru hareket, Doğru hayât, Doğru çalışma, Doğru tefekkür, Doğru muhâkeme. Buda, Brahma dînindeki bütün sınıfları red eder. Brahman sınıfının imtiyâzlarını tanımaz ve onlara ayrı bir üstünlük vermez. Bütün insanları müsâvî sayar ve onlara müsâvî haklar verir. Brahmanlardaki paryaları bağrına basar. İnsanları kudsî varlık olarak kabûl etmez. Aksine, insanların çok kusûrları olduğunu ve ancak azla kanâat ederek, oruc tutarak, bu günâhlardan kurtulacaklarını telkîn eder. Fekat, bu ma rifetlerin din ile, Allahü teâlânın rızâsı ile hiç bir alâkası yokdur. Bunların rûhları bomboşdur. Çünki, budizmde (Allah) akîdesi bulunmamakdadır. Asyada Tayland, Bangladeş ve Malezya arasındaki (Birma) halkı, câhil, ahlâksız kimselerdir. Mîlâddan 543 sene evvel, (Buda) dîni buraya geldi. Bu dinde hak, merhamet olmadığı için, vahşî insanlar arasında çabuk yayıldı. On asır sonra Hindistândan gelen müslimân tüccarlar, İslâmiyyeti getirdi. İslâm bilgileri, islâm ahlâkı da yayıldı. Sonra ingilizler gelerek tabî î kaynakları sömürdüler. Dünyânın her yerinde yapdıkları gibi, yalan ve silâh kuvveti ile ve câsûsların, misyonerlerin hîleleri ve zorlamaları ile islâm düşmanlığını yaydılar. İkinci cihân harbinden sonra, ingilizler çekildi ise de, islâmiyyete saldıran vahşî bir canavar sürüsü bırakdılar. Zulmden kaçan din adamlarının mektûblarından anlıyoruz ki, Birma askerleri evleri basıp erkekleri öldürüyor, kadınları, kızları götürüp, her kötülüğü yapıyor, edeb yerlerini kesdikden, gözlerini oydukdan sonra, ölüme terk ediyorlar. Biz inanıyoruz ki, Allahü teâlâ, şehîdlere yaralarının, kırıklarının acısını duyurmaz. (Tekrâr dünyâya gelip, şehâdet lezzetlerini yine tatmak) isterler. Birmada da müslimânlara karşı, ingiliz plânlarını tatbîk eden canavarlar ise, ingilizlerle birlikde dünyâda da, âhıretde de azâb-ı ilâhîyi çekeceklerdir. Mîlâddan 479 sene evvel 70 yaşında vefât etmiş olan Konfücyüs, Çinli bir feylesof idi. Ahlâk ve devlet idâresi üzerinde yazdığı kitâbları ile meşhûr oldu. Felsefesi, sonradan dînî mezheb şekline sokuldu. Kitâblarında semâvî dinlerle alâkalı hiçbir ma lûmât yokdur. 418
419 MÛSEVÎ DÎNİ VE YEHÛDÎLER Mukaddes kitâblar, târîhî vesîkalar ve günümüze kadar gelmiş olan eserler incelenirse, (Tek Allah)a îmânı emr eden din ya nî islâmiyyet, Âdem aleyhisselâm zemânından beri vardı. İnsanlar dünyâya geldikden sonra, Âdem aleyhisselâmdan İbrâhîm aleyhisselâma kadar geçen zemân içinde, birçok Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât gelmişse de, bunlara büyük kitâblar gönderilmemişdi. Allahü teâlâ bunlara küçük (Suhuf)lar [risâleler] göndermişdi. Meşhûr yüz suhufdan onu İbrâhîm aleyhisselâma gönderilmişdir. Târîhcilere göre, İbrâhîm aleyhissalâtü vesselâm mîlâddan 2122 sene evvel Fırat ile Dicle arasında bulunan bir kasabada doğmuş ve bir rivâyete göre de, 175 sene yaşadıkdan sonra, Kudüs civârında (Halîlürrahman) kasabasında vefât etmişdir. Marston adlı yazarın yayınladığı, (La Bible a dit vrai = Mukaddes kitâb doğruyu söyliyor) ismindeki kitâbın anlatdığına göre, son zemânlarda, bu yerlerde, İbrâhîm aleyhisselâma âid pekçok eşyâ bulunmuş ve Onun mezkür zemânlarda yaşadığı kat î olarak meydâna çıkmışdır. İbrâhîm aleyhisselâmın üvey babası (Âzer)dir. Hakîkî babası olan Târûh, İbrâhîm aleyhisselâm henüz çocuk iken vefât etmiş idi. Âzer, put yapan bir sanatkâr idi. İbrâhîm aleyhisselâm dahâ çocuk iken, putlara ibâdet edilemiyeceğini anlamış, üvey babasının yapdığı putları parçalamış ve bulundukları memleketin, ya nî Bâbilin hükümdârı olan Nemrûdu îmâna da vet etmeğe başlamışdır. Nemrûd, zâlim ve gaddâr bir hükümdârdı. Bir rivâyete göre Nemrûd ismi, onun hakîkî ismi değil, [fir avn gibi] bir ünvânı idi. Nemrûd, küçük bir çocukken burnuna bir yılan yavrusu kaçmış, bu yüzden son derecede çirkinleşmişdi. Babası bile onun yüzünü görmeğe tehammül edememiş ve öldürmeğe karâr vermişdi. Fekat, annesinin yalvarması üzerine, onu bir çobana teslîm etmiş, çoban da, onun çirkin yüzüne bakmağa dayanamadığından, onu dağ başında bırakmış, dağda Nemrûd isminde bir dişi kaplan, çocuğu emzirerek, onun yaşamasına sebeb olmuşdur. Nemrûd ismi, bu kaplandan gelmekdedir. Babası öldükden sonra, hükümdârlığa geçen Nemrûd, kendisini ilah zan ediyor ve bütün halkın kendisine tapmasını istiyordu. İbrâhîm aleyhisselâm, bu yüzü gülmez, azılı kâfiri hak dîne da vet etdi. Kavmini de putlara ve Nemrûda tapmakdan vaz geçirmeğe çalışdı. Fekat îmân etmediler. O zemân kavmi olan Keldânîler âdetleri üzere senede bir gün hepsi bir yere toplanır bayram yapar ve sonra puthâneye gider, putlara secde eder, sonra da evlerine dönerlerdi. Böyle bir bayram günü, İbrâhîm aleyhisselâm puthâneye girip, bir balta ile bütün küçük putları kırdı. Baltayı da, en büyük putun boynuna 419
420 asdı ve oradan uzaklaşdı. Keldânîler puthâneye girince bütün putların kırıldığını gördüler ve bunu yapanı yakalayarak cezâlandırmak istediler. İbrâhîm aleyhisselâmı getirip, bu işi sen mi yapdın dediler. İbrâhîm aleyhisselâm, (Kendisi dururken küçük putlara tapınılmasını istemediği için, boynunda balta asılı duran büyük put yapmışdır. İnanmaz iseniz kendisine sorunuz) buyurdu. Kavmi, (Putlar konuşmaz ki, sen onlara sor diyorsun) dediler. Bunun üzerine İbrâhîm aleyhisselâm, (O hâlde konuşamıyan ve kendilerini kırılmakdan kurtaramıyan putlara niçin ibâdet edersiniz. Size ve tapdığınız putlara yazıklar olsun) diyerek kavmini putlara tapınmakdan vazgeçirmeğe çalışdı ise de, bir fâidesi olmadı. Bu hâl Enbiyâ sûresi 52. ci âyeti ve devâmında beyân buyrulmuşdur. Nemrûda haber verdiler. Nemrûd, İbrâhîm aleyhisselâmı görmek istedi. İbrâhîm aleyhisselâm Nemrûdun yanına girince secde etmedi. Nemrûd niçin secde etmediğini sorunca, (Beni yaratan Allahü teâlâdan başkasına secde etmem) buyurdu. Nemrûd İbrâhîm aleyhisselâmın delîllerine cevâb veremeyip red etdi. İbrâhîm aleyhisselâm, Allahü teâlânın bir, ebedî, ezelî, her şeye hâkim ve mâlik olduğunu, Nemrûdun ise âciz, za îf bir insan ve mahlûk olduğunu söyledi. Buna çok kızan Nemrûd, yanındaki kimselerin de teşvîki ile, İbrâhîm aleyhisselâmı ateşe atmağa karâr verdi. Kur ân-ı kerîmde İbrâhîm aleyhisselâmın Nemrûd ile konuşmaları haber verilmişdir. Bekara sûresinin 258. ci âyetinde meâlen, ([Ey habîbim] Allah, kendisine mülk, saltanat verdiği için azarak, İbrâhîm ile Rabbi hakkında cidâl eden, tartışan kimsenin [Nemrûdun] haberini işitmedin mi? İbrâhîm, benim rabbim hem öldürür hem diriltir deyince, [Nemrûd], ben de diriltir ve öldürürüm demişdi. İbrâhîm, Allah güneşi şarkdan getiriyor, sen de garbdan getir deyince kâfir şaşırıp kaldı. Allahü teâlâ zulm eden kimseleri doğru yola kavuşdurmaz) buyurulmuşdur. Ateşe atılması Saffât sûresinde ve Enbiyâ sûresinde bildirilmişdir. Saffât sûresinin 97. ci âyetinde meâlen, (Kâfirler, İbrâhîm için bir binâ yapıp içine ateş yakdıkdan sonra İbrâhîmi onun içine atın dediler) buyurulmuşdur. Fekat, bir binâ yapılıp oradan İbrâhîm aleyhisselâm ateşe atılınca, ateş bir gül bağçesi oldu. Bir rivâyete göre, ateş içi balık dolu bir havuz hâline geldi. Balıklar odunlardan meydâna geldi. Kur ân-ı kerîmde, Enbiyâ sûresi 68, 69 ve 70. ci âyetlerinde meâlen, (Kâfirler, şâyet bir iş yapacaksanız İbrâhîmi ateşde yakınız. Böylece ilahlarınıza yardım etmiş olursunuz dediler. Biz de, Ey ateş! İbrâhîme karşı serin ve selâmet ol dedik. İbrâhîme [böyle] bir tuzak kurmak istediler. Fekat biz kendilerini dahâ ziyâde hüsrâna düşenlerden kıldık) buyuruldu. 420
421 Kur ân-ı kerîmde Nemrûd ismi geçmez. Fekat, bu ism Tevrâtda [Kitâb-ı Mukaddesin Eski ahd kısmında] vardır. Bugün, Urfa vilâyetimizde (Ayn-ı Zelîka) veyâ (Halîlürrahman) isminde 50x30 metre eb âdında bir havuz vardır. Buranın İbrâhîm aleyhisselâmın ateşe atıldığı yer olduğu, balıkların odunlardan meydâna geldiği iddi â olunmakda ve kimse bu balıklara dokunmamakdadır. İbrâhîm aleyhisselâm iki def a evlendi. Birinci zevcesi Sâre (Sâra) 70 yaşına geldiği hâlde çocuk sâhibi olamamışdı. Bunun üzerine, İbrâhîm aleyhisselâm Mısrda Fir avnın hediyye etdiği Hâcer isminde bir câriyeyi ikinci zevce olarak aldı. Bundan İsmâ îl aleyhisselâm doğdu. Bunun üzerine Sâre, Allahü teâlâya kendisine de bir çocuk vermesi için düâ etdi. Allahü teâlâ, ona da bir çocuk ihsân etdi. Bu da, İshak aleyhisselâm idi. İsmâ îl aleyhisselâm, Arabların, İshak aleyhisselâm da, İbrânîlerin ceddi oldu. Ya nî, Arablarla İbrânîler [yehûdîler], aynı babadan, fekat ayrı analardan gelme kardeşdirler. İbrâhîm aleyhisselâm Muhammed aleyhisselâmın dedelerindendir. İbrâhîme aleyhissalâtü vesselâm, 90 yaşında peygamber olduğu bildirildi. Onun dîni, Allahü teâlânın tek olduğunu bildiriyordu. Kur ân-ı kerîmde Âl-i imrân sûresi 67. ci âyetinde meâlen, (İbrâhîm aleyhisselâm yehûdî ve hıristiyan değildi. O Allahü teâlâya teveccüh etmiş [Hanîf] ve Ona teslîm olmuş bir müslimân idi) buyurulmuşdur. Yehûdîlere hak dîni teblîg eden Mûsâ aleyhisselâm dır. Mûsâ aleyhisselâm mîlâddan tahmînen 1705 sene evvel Mısrda Memfis (Memphis) şehrinde tevellüd etdi. Asl tevellüd târîhi üzerinde muhtelif rivâyetler olduğu için, o zemân Mısrda hangi Fir avn hükm sürdüğü kat î malûm değildir. Fir avn rü yâsında, o sene doğacak bir erkek çocuğun kendisini öldüreceğini görmüş olduğundan, o sene doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emr etmişdi. Bunun için, Mûsâ aleyhisselâmın annesi, çocuğunu bir tabuta [tahta bir sandığa] koyarak, Nil nehrine bırakdı ve Allahü teâlâya emânet etdi. Bu sandık, fir avnın zevcesi tarafından bulundu. Fir avn de çocuğu gördü. Fekat, sandık su üzerinde görüldüğü zemân, zevcesinin kendisine, (Bu sandıkda mal varsa, senin, can varsa, benim olsun) diye yapdığı teklîfi kabûl etmiş olduğundan, bir şey yapamadı. Mûsâ ismi (Sudan kurtarılmış) ma nâsına gelmekdedir. Hıristiyanlar (Moşe) ve (Möis) diyor. Mûsâ aleyhisselâmın annesi, kendisini süt anne olarak fir avnın serâyına aldırtdı ve çocuğunu büyütdü. Kırk yaşına gelince, akrabâlarını öğrenip, onların yanına gitdi. Kendisinden üç yaş büyük olan Hârûn aleyhisselâm ile buluşdu. 421
422 Mûsâ aleyhisselâm, İbrânîlere karşı yapılan haksızlıklara isyân etdi. Onları himâye etdi. Bir gün, bir Mısrlı kâfirin [kıptînin] Benî İsrâîlden birine işkence etdiğini gördü. Kurtarırken kıptî öldü. Hâlbuki sâdece kıptînin zulmüne mâni olmak istemişdi. Bunun üzerine, Mısrdan hicret etmek zorunda kaldı. Medyen şehrine gitdi. Orada, Şu ayb aleyhisselâma, 10 sene hizmet etdi. Kızı Safûrâ (Tsippore) ile evlendi. On sene sonra, tekrâr Mısra döndü. Mısra dönerken, Tûr dağına uğradı. Orada, Allahü teâlânın kelâmını işitdi. Bu esnâda kendisine risâlet [peygamberlik] verildi. (Allahü teâlânın bir olduğu, fir avnın tanrı olmadığı) ve birçok şeyler bildirildi. Mısra, fir avna geldi. Onu dîne da vet etdi. Onu, tek ma bûda inanmağa çağırdı. Benî İsrâîle serbestlik verilmesini istedi. Fir avn kabûl etmedi. (Mûsâ büyük sihrbâzdır. Bizi aldatıp, memleketimizi elimizden almak istiyor) dedi. Yanındaki vezîrlere sordu. Onlar da, (Sihrbâzları topla, Onu mağlûb etsinler) dediler. Sihrbâzlar geldiler. Mısr halkının önünde iplerini yere atdılar. Her ip yılan görünüp Mûsâ aleyhisselâma doğru yürüdü. Mûsâ aleyhisselâm elindeki asâyı yere atınca, büyük bir yılan olup, bütün ipleri yutdu. Bunun üzerine sihrbâzlar, şaşırdılar, (Bu zât doğruyu söyliyor) diye Ona îmân etdiler. Bu vak a, Kur ân-ı kerîmde, A râf sûresinde, 111-123 üncü âyetlerde zikr edilmekdedir. Fir avn, bunun üzerine, büsbütün kızdı. (O, sizin ustanız imiş. Ellerinizi, ayaklarınızı keseceğim. Hepinizi hurma dallarına asacağım) dedi. (Biz Mûsâya inandık. Onun Rabbine sığınıyoruz. Yalnız Onun afv ve merhametini isteriz) dediler. Fir avn, benî İsrâîlin Mısrdan ayrılmasına izn vermiyordu. Çünki, benî İsrâîl Mısrdan ayrılınca kendinin ve kavminin kullanmakda oldukları bu hizmetcilerini, kölelerini kaybetmiş olacaklardı. Kâfirlerin suları kan oldu. Kurbağa yağdı. Cild hastalıkları ve üç gün karanlık oldu. Fir avn, bu mu cizeleri görünce korkdu. İzn verdi. Mûsâ aleyhisselâm, benî İsrâîl ile, Mısrdan çıkıp, Kudüse doğru giderken, fir avn pişmân oldu. Askerleri ile arkalarına düşdü. Süveyş körfezi açılıp, mü minler karşıya geçdi. Fir avn geçerken, deniz kapandı. Fir avn askeri ile birlikde boğuldu. Mûsâ aleyhisselâm, bu büyük hicret esnâsında, Tûr dağında Allahü teâlâya çok yalvardı. Zât-ı ilâhiyyeyi görmek istedi. Allahü teâlâ, Onun yalvarmasını kabûl etmedi. Fekat, onunla, (Tûr-i Sînâ) da tekrâr konuşdu. Mûsâ aleyhisselâm Tûr-i Sînâ da 40 gün 40 gece kaldı ve oruc tutdu. Allahü teâlâ, Ona, Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtası ile Tevrâtı levhalar üzerinde yazılmış olarak gönderdi. Kendisine îmân edenlerin tâbi olmaları için ayrıca, on levha üzerinde yazılı, on emr verilmişdi. Tâ o zemândan beri yehûdî kitâblarında ve Tevrâtın Tesniye kitâbı 5. bâbının 6. cı âyeti ve devâmında 422
423 ve Hurûcun [Çıkış] 20. bâbının başında zikredilen (Evâmir-i aşere) [On emr] aşağıda yazılıdır: 1 Seni Mısr diyârından, esîrlik evinden çıkaran Allah benim. 2 Benden başka tanrın olmıyacak. Ne gökde, ne yerde, ne de yer altında bulunan şeylerden hiçbirinin sûretini, oyma put yapmıyacaksın. Hiçbir sûretde onlara tapmıyacaksın. 3 Allahın ismini boş yere ağzına almıyacaksın. 4 Haftanın altı gününde çalışacak, yedinci günde istirâhat edeceksin. Cumartesi [Sebt] gününü dâimâ hâtırlayıp, onu kudsî kılacaksın. 5 Anne ve babana hurmet edecek, itâ at edeceksin. 6 Adam öldürmiyeceksin. 7 Zinâ [Allahü teâlânın yasak etdiği cinsî mukârenet] yapmıyacaksın. 8 Kimsenin malını çalmıyacaksın. 9 Komşuna yalan şehâdetde bulunmıyacaksın. 10 Komşunun zevcesine, evine, tarlasına, kölesine, câriyesine, öküzüne, eşeğine ve hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin. Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i Sînâdan geri döndüğü zemân, kardeşi Hârûn aleyhisselâma emânet etdiği kavmin hak yoldan ayrıldıklarını ve bir altın buzağı heykeli yaparak, buna tapmağa başladıklarını dehşet ile gördü. Mûsâ aleyhisselâm, gösterişli ve heybetli, keskin bakışlı bir zât idi. Kendisi ile karşılaşanlar üzerinde büyük bir te sîr yapıyordu. Fekat bir yaşında iken, Fir avnın incilerle süslü sakalını yolarak, kızdırmışdı. Zevcesi Âsiye hâtunun şefâ ati ile, öldürmeden önce, imtihân etmişdi. İçinde altın ve ateş bulunan tepsiyi önüne koydukda, elini altına uzatırken, Cebrâîl aleyhisselâm ateş tarafına döndürmüş, ateşi ağzına götürünce, dilinin ucu yanarak, ateşi atmışdı. Bu sebeb ile önceleri konuşması kusûrlu idi. Onun için, halka hitâb etmek îcâb edince bu işi çok düzgün konuşan kardeşi Hârûn aleyhisselâma bırakırdı. Fekat, Peygamber olunca, bu kusûru zâil oldu. Kendisine Hârûn aleyhisselâmdan dahâ güzel konuşmak ihsân olundu. Kendisi Tûr-i Sînâda iken, Hârûnun güzel sözleri kavminin doğru yoldan çıkmasına mâni olamamışdı. Mûsâ aleyhisselâm, tekrâr Tûr dağına giderek, Allahü teâlâdan, ümmetini afv etmesini diledi. Ümmeti de, tevbe etdiler. Bunları alarak, Allahü teâlânın va d etdiği, (Arz-ı mev ûdu) bulmak için, çöllere girdi. Tâm 40 sene Tîh sahrâsında kaldılar. Çölde Allahü teâlâ, onları kudret helvası (Men) ve bıl- 423
424 dırcın eti (Selvâ) ile besledi. Mûsâ aleyhisselâm, Arz-ı mev ûdün görülebildiği Erîha şehri karşısında bulunan dağdaki Nebo tepesine kadar geldi ve orada, bir rivâyete göre 120 yaşında vefât etdi. Kardeşi Hârûn aleyhisselâm ise, ondan 3 sene evvel ölmüş bulunuyordu. Arz-ı mev ûda ve Arz-ı mev ûdda bulunan Erîha şehrine girmek kendisinden sonra gelen Yûşâ Peygambere nasîb oldu. [Büyük islâm târîhçisi ve hukukcusu Ahmed Cevdet pâşa rahime-hullahü teâlâ [1], (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbında diyor ki: İbrâhîm aleyhisselâmın oğlu İshak idi, onun da oğlu, Ya kûb idi aleyhimesselâm. Bunun asl ismi (İsrâîl) idi. Bunun soyundan olanlara, (Benî İsrâîl) denildi ki, (İsrâîl oğulları) demekdir. Ya kûb aleyhisselâmın oniki oğlundan biri olan Yûsüf aleyhisselâm da peygamber idi. Yûsüf aleyhisselâmdan sonra, Benî İsrâîl, Ya kûb ve Yûsüf aleyhimesselâmın dinlerine uyarak Mısrda yaşadılar. Mısrın eski ehâlisi olan (Kıbt) kavmi ise, yıldızlara ve putlara, ya nî heykellere taparlardı. Benî isrâîli köle gibi kullanırlardı. Benî İsrâîl, Fir avnların işkencelerinden kurtulup, dedelerinin yurdu olan (Ken ân) diyârına gitmek isterlerdi. Fekat, Fir avnlar müsâade etmezdi. Çünki, Benî İsrâîle ağır işler yapdırıyor, yeni yeni şehrler ve binâlar inşâ etdiriyorlardı. İmrân oğlu Mûsâyı annesi sandığa koyup Nil nehrine atdı. Fir avnın zevcesi (Âsiye), bunu alıp oğul edindi. Mûsâ aleyhisselâm kazâ ile bir kıbtîyi öldürünce, Mısrdan hicret edip (Medyen) şehrine geldi. Burada on sene kaldı. Şu ayb aleyhisselâmın kızı ile evlenerek Mısra döndü. Yolda (Tûr) dağına uğradı. Burada Allahü teâlâ ile konuşmak ile şereflendi. Kendisine Peygamberlik verildi. Fir avnı dîne da vet etmesi emr olundu. Îmân etmedi. Mûsâ aleyhisselâm Benî İsrâîli toplayıp Mısrdan çıkdılar. (Süveyş) denizinden geçerek (Erîha) beldesine doğru yürüdüler ise de, Benî-İsrâîl biz gidemeyiz, (Amâlika) ile harb edemeyiz dediler. Bunlara beddüâ etdi. Kendinden üç yaş büyük olan kardeşi Hârûn aleyhisselâmı bunlarla bırakıp (Tûr-i Sînâ)ya gitdi. Allahü teâlâ ile yine konuşdu. Kendisine (Tevrât) kitâbı verildi. Kavmi tevbe edip Lût gölünün cenûbuna geldiler. Şerîa nehrinin şark tarafına Erîha şehrine karşı yerleşdiler. Yûşa aleyhisselâmı yerine vekîl bırakıp vefât etdi. (Mir ât-ı Kâinât)da diyor ki, (Mûsâ aleyhisselâm üç kerre Tûr dağına gitdi. Birinci gidişinde, kendisine risâlet verildi. İkincisinde, (Tevrât-i şerîf) ile (Evâmir-i aşere) nâzil oldu. Tevrât kırk cüz idi. Her cüzde bin sûre, her sûrede bin âyet vardı. Şimdi, elde bulunan Tevrâtlarda bu kadar âyet yok. Çünki, Tevrâtın ve İncîlin [1] Cevdet pâşa Lofcalıdır. 1312 [m. 1894] de İstanbulda vefât etdi. 424
425 sonradan tahrîf edildiklerini, değişdirildiklerini Kur ân-ı kerîm haber vermekdedir. Cebrâîl aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâma getirdiği Tevrâtı yalnız Mûsâ, Hârûn, Yûşa ve Uzeyr ve Îsâ aleyhimüsselâm ezberlemişdir.) (Kâmûs-ül-a lâm)da diyor ki, (Âsûrî hükümdârı Buhtunnasar, Kudüsü alıp, Mescid-i aksâyı yıkdığı zemân, Tevrât nüshalarını yakdı. Yetmişbin yehûdî âlimini esîr edip, Bâbile gönderdi. Aralarında Danyâl ve Uzeyr aleyhimesselâm da vardı. [Uzeyr aleyhisselâma yehûdîlerin Azrâ dedikleri (Müncid)de yazılıdır. Ancak, bugünkü (Kitâb-ı mukaddes)in ahd-i atîk kısmındaki (Azrâ) kitâbını ve diğer ba zı kitâbları yazan, İbrânî haham ve din adamı Azrâdır. Uzeyr aleyhisselâm değildir.] Yehûdîler Tevrâtı unutdular. Azdılar. Nasîhat için gönderilen Peygamberlere inanmadılar. Çoğunu şehîd etdiler. Îrân şâhı Behmen Keyhusrev, Âsûrîleri bozguna uğratdı. Yehûdî esîrleri ve Danyâl aleyhisselâmı serbest bırakdı. Mescid-i aksâda ibâdet edenler çoğaldı. Büyük İskender Kudüsü alınca, yehûdîlere içlerinden Hirodesi vâlî yapdı ise de, bu hâin yehûdî Yahyâ aleyhisselâmı şehîd etdi. Çok zulm yapdı. Bundan sonra Kudüs Romalıların eline geçdi. Yehûdîler isyân edince, mîlâdın 135. senesinde, Adriyan Kudüsü tahrîb ve yehûdîleri katl eyledi. Kaçanlar her tarafa yayıldı. Gitdikleri yerlerde, hıristiyanlardan çok zulm ve cefâ gördüler. İslâmiyyet zuhûr edince, huzûra ve râhata kavuşdular. Kudüs şehri Bizans imperatörleri tarafından ta mîr edilip, (İlyâ) denildi. Şehri ve Mescid-i aksâyı Emevî halîfelerinin beşincisi Abdülmelik yeniden yapdırdı. Hıristiyanlar, haçlı seferlerinde tahrîb etdiler. Salâhaddîn-i Eyyûbî tecdîd eyledi. Osmânlı halîfeleri, ta mîr ve tezyîn etdiler). Yehûdîlerin Tevrâtdan sonra mukaddes kitâbları (Talmûd)dur. Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i Sînâda, Allahü teâlâdan işitdiklerini Hârûna, Yûşa a ve El-iâzâra bildirmiş. Bunlar da, sonra gelen Peygamberlere ve nihâyet mukaddes Yehûdâya bildirmişler. Bu da, mîlâdın ikinci asrında, bunları kırk senede, bir kitâb hâline getirmiş. Bu kitâba (Mişnâ) denilmiş. Mîlâdın üçüncü asrında Kudüsde ve altıncı asrında Bâbilde, Mişnâya birer şerh yazılmış. Bu şerhlere (Gamâra) denilmiş, İki Gamâradan birini Mişnâ ile bir kitâb hâline getirip, bu kitâba (Talmûd) demişlerdir. Kudüs Gamârasından meydâna gelene (Kudüs Talmûdu), Bâbil Gamârasından meydâna gelene (Bâbil Talmûdu) demişlerdir. Hıristiyanlar, bu üç kitâba düşmandırlar. Îsâ aleyhisselâmı asmak için hâzırladıkları çarmıhı taşıyan ve çarmıha germe hâdisesine karışan Şem ûn, Mişnâyı rivâyet edenler arasındadır derler. Talmûdda mevcûd olan insanlığa zararlı emrlerden ba zıları, (Cevâb Veremedi) kitâbımızın 425
426 sonunda yazılıdır. Yukarıda ismi geçen (El-iâzâr)ın, Şu âyb aleyhisselâmın oğlu olduğu (Mir ât-ı Kâinât)da yazılıdır.] Hıristiyanların (Kitâb-ı mukaddes) dedikleri kitâb, (Ahd-i atîk) ve (Ahd-i cedîd) dedikleri iki kısmdan meydâna gelmişdir. Yehûdîler, bunun yalnız Ahd-i atîk kısmına inanırlar ve buna (Kitâb-ı mukaddes) derler. Buna ahd-i atîk denilmesini kabûl etmezler. Buna (Tanah) derler. Tanahı üçe ayırırlar. Bunun birinci kısmına (Tevrât) derler. Bunların (Tevrât) dedikleri kitâb, beş kısmdan meydâna gelmişdir: 1) Tekvin (Genesis), 2) Hurûc (Çıkış, Exodus), 3) Levililer (Leviticus), 4) A dâd (Rakamlar, sayılar, Numeri), 5) Tesniye (Deuoronomium). (Beş kitâba birden verilen ism: Pentateuch) Kur ân-ı kerîmin İsrâ sûresinin 2. ci âyetinde meâlen, (Biz Mûsâya kitâb verdik) buyurulmakdadır. Bugün elimizde bulunan Tevrâtın içine birçok yabancı yazılar ilâve edilmişdir. Bunların, Mûsâ aleyhisselâma nâzil olan hakîkî Tevrât ile bir alâkası yokdur. [Dahâ fazla ma lûmât için (Kur ân-ı kerîm ve İncîller) kısmına mürâce at ediniz!] Hakîkî Tevrâtda, Allahü teâlânın, Muhammed aleyhissalevâtü vetteslîmât isminde bir son peygamber göndereceği yazılıdır. Mûsâ aleyhisselâmın, ikinci def a olarak Allahü teâlâya münâcâtında, dalâlete düşmüş kavmi için afv dilediği A râf sûresinin 155-157. ci âyetlerinde meâlen şöyle bildirilmişdir: (Mûsâ: Rabbim, şâyet dileseydin, dahâ önce beni ve onları helâk ederdin. Aramızdaki sefîh, aşağı kimselerin kötü amellerinden ötürü bizi helâk eder misin? Bu senin imtihânından başka bir şey değildir. Sen, onunla dilediğini dalâletde bırakırsın ve dilediğini hidâyete, doğru yola kavuşdurursun. Bizim dostumuz sensin. Bizi afv et! Bize merhamet et! Sen afv edicilerin en iyisisin. Bizim için bu dünyâda güzel bir itâat ve ma îşet, âhiretde de, Cennetini ihsân et! Biz sana tevbe ve rucû etdik!) dedi. Allahü teâlâ Ona, (Azâbıma dilediğim kimseyi uğratırım. Merhametim, her şeyi kaplamışdır. Bu rahmetim, [âhiretde] müttekîlere [küfrden ve günâhlardan sakınanlara], zekâtlarını verenlere ve bizim âyetlerimize îmân edenleredir. Onlar, ümmî bir Peygamber olan Resûle tâbi olurlar. O resûlün [ismini ve vasflarını] yanlarında bulunan Tevrât ve İncîlde yazılmış bulurlar. O Peygamber iyiliği, îmânı emr eder ve kötülüğü, küfrü nehy eder. Temiz şeyleri halâl ve murdar şeyleri harâm kılar. Onların yüklerini indi- 426
427 rir ve ağır külfetleri hafîfletir. Bu Peygambere inanan, Ona ta zîm eden, Ona yardım eden, Onunla gönderilen nûra [Kur ân-ı kerîme] uyanlar, işte onlar, sonsuz se âdete kavuşacak olanlardır). Yehûdîlerin son Peygambere îmân etdikleri ve Onun gelmesini bekledikleri muhakkakdır. Hattâ, ba zı tefsîrlerde, yehûdîlerin muhârebelerde, (Yâ Rabbî! Geleceğini bize va d etdiğin son Peygamber aleyhissalevâtü vetteslîmât hurmetine, bize yardım et) diye düâ etdikleri ve o muhârebelerde muzaffer oldukları yazılıdır. Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, İbrânîlere gelen Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât arasında, Dâvüd ve Süleymân aleyhimesselâm, hak dînin yayılmasına çok yardım etmişlerdir. Yehûdî dîninin esâsını şöylece hulâsa etmek kâbildir: Îmân: Bir tek Allah vardır. Kendiliğinden vardır. Doğmamışdır ve doğurmaz. Her şeyi görür ve bilir. Afv etmek veyâ cezâlandırmak, ancak Onun kudretindedir. Ahlâk: Ahlâk esâsları on kudsî emr, ya nî (Evâmir-i aşere)dir. İnsanların bu on emre harfi harfine uyması lâzımdır. İnsanın vücûdü ayrı, rûhu ayrıdır. Rûh kıyâmete kadar ölmez. Âhiret hayâtına îmân etmek lâzımdır. Din esâsları: Yehûdî olmıyan milletler, putperest (puta tapan) sayılır. Bunlardan uzak durmalıdır. Onlardan, mümkin olduğu kadar, alâkayı kesmelidir. Kanlı veyâ kansız kurban kesilmelidir. [Yehûdîler, her hayvanı, hattâ güvercini, fekat en çok koyun, keçi ve sığırı kurban ederlerdi. Zemânla tuzsuz ekmekden yapılan çöreklerle, hamursuz adı verilen pideler de kurban yerine geçdi. Bunları dağıtmak da, kansız kurban kesmek sayıldı.] Kısâsa karşı kısâs yapılır. Bir fenâlık yapana, aynı sûretle mukâbele edilir. Erkek çocuklar, haham [yehûdî din adamı] tarafından sünnet edilir. Eti yinilecek hayvanların kesilmesi lâzımdır. Başka şeklde öldürülen hayvanın eti yinmez. [Bugün bile, Avrupa ve Amerikada, yehûdî kasabların dükkânlarında (Kaşer) adı verilen bir işâret bulunur ki, bunun ma nâsı, o dükkânda satılan etin, hahamların gösterdiği tarzda kesilen hayvanların eti olduğudur. Yehûdîler, ancak bu tarzda hâzırlanmış bir eti yiyebilirler. Müslimânlar da, ancak Allahü teâlânın ismi söylenerek kesilmiş olan hayvanın etini yirler. Domuz etini hiç yimezler.] Yehûdî kadınları evlendikden sonra, saçlarını örtmeğe mecbûrdur ki, bu işi bugün yehûdî kadınları, Avrupada başlarına peruk takarak yerine getirmekdedirler. Domuz eti yimek, yehûdîlere de, harâmdır. Yehûdîlerin ibâdet tarzı birçok üsûllere bağlıdır. Kudsî gün, Cumartesidir. Bu günde iş görülmez ve ateş yakılmaz. Yehûdîler 427
428 bugünü bayram kabûl eder ve ihyâ ederler. İsmi (Şabat)dır. Yehûdîlerin, ayrıca Pesah, Şavvot, Roş-ha-Şanah, Kipur, Suhkot, Purim, Hanuka ve dahâ birçok bayramları vardır. Pesah, yehûdîlerin Mısr esâretinden kurtuluşlarının hâtırasıdır. Şavvot, gül bayramıdır ki Tevrâtın ve evâmir-i aşerenin verilişinin hâtırasıdır. Kipur, büyük oruc günü olup yehûdîlerin tevbe edip afv edilmelerinin hâtırasıdır. Suhkot, kamış bayramıdır. Çöldeki hayâtın hâtırasıdır. Hahamların, hıristiyan papazları gibi, günâh afv etmek yetkileri yokdur. Ancak, ibâdetleri idâre ederler. Allahü teâlânın huzûrunda, bütün yehûdîler birdir ve aralarında hiçbir fark yokdur. Dînî âyinleri ve hahamların ibâdeti idâre tarzı, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra gelen Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât tarafından dahâ çoğaltılmış ve değişdirilmiş, yeni esâslar ilâve olunmuş, Dâvüd aleyhisselâmdan sonra, Ona gönderilen (Zebûr)un da âyînlerde okunması veyâ çalgı ile çalınması ibâdete eklenmişdir. Dâvüd aleyhisselâm, mîlâddan tahmînen 1000 sene evvel dünyâya gelmişdir. [Avrupalı târîhçiler, Dâvüd aleyhisselâmın hükümdarlık târîhini M.Ö. 1015-975 olarak kayd etmişler ise de, kat î değildir.] Evvelâ çobanlık yapan Dâvüd aleyhisselâmın çok güzel sesi olduğundan [bugün dahî, Dâvudî ses ta bîrini kullanıyoruz.] bir müddet sonra, devlet reîsi olan Tâlûtun [milletlerarası ismi: Saul] huzûruna çıkarılmış ve onun rübâb (zither) çalıcısı olmuşdur. Önceleri, aralarında büyük bir dostluk kurulmuşken ve Tâlût Onu kendine nedîm yapmışken, Dâvüd aleyhisselâmın gün geçdikçe büyük şöhret kazanması ve otuz yaşında iken muhârebede dev gibi Câlûtu [Goliath] bir sapan taşıyla öldürmesi ve böylece halkın Ona hayrân kalması, Tâlûtu korkutmuş ve Dâvüdü yanından uzaklaşdırmışdır. Fekat, Tâlût ölünce, Dâvüd aleyhisselâm halkın arzûsu üzerine onun yerine geçmiş ve ilk def a olarak, Kudüsü İsrâîllilerin merkezi yapmışdır. Dâvüd aleyhisselâm, 40 yıl hükümdârlık etmişdir. Kendisine (Zebûr) isminde bir kitâb verildiği Kur ân-ı kerîmin Nisâ sûresinin 163. âyetinde ve İsrâ sûresinin 55. ci âyetinde yazılıdır. Bunda, Dâvüd aleyhisselâmın Allahü teâlâya yalvarma ve Ondan afv dilemelerinin bulunduğu muhakkakdır. Bugünkü Kitâb-ı mukaddesde mevcûd olan Zebûrda ise, bunların yanında, başkaları tarafından eklenmiş parçalar da bulunmakda olduğundan, Allahü teâlânın göndermiş olduğu şeklini temâmen gayb etmişdir. Allahü teâlâ, Dâvüd aleyhisselâma büyük ihsânlarda bulunmuşdur. Sebe sûresinin 10. âyetinde meâlen, (Biz Dâvüde tarafımızdan [diğer insanlar ve peygamberler üzerine] fazîlet, [Peygamberlik, kitâb, saltanat, güzel ses ve demire elinde şekl verme gibi] üstünlük verdik. Ey dağlar ve kuşlar, siz de Onunla berâ- 428
429 ber tesbîh edin dedik. Ona demiri [mum gibi] yumuşak kıldık) buyurulmuşdur. Ve Sâd sûresinin 17-19. cu âyetlerinde meâlen, (Ey Muhammed! Kâfirlerin söylediklerine sabret. Kulumuz, kuvvet sâhibi Dâvüdü hâtırla! O, her zemân, Allaha tevbe ederdi. Doğrusu biz akşam sabâh onunla tesbîh eden dağları ve kuşları onun emrine vermişdik) ve Sâd sûresinin, 25. ci âyetinde de meâlen, (Katımızda Onun yüksek makâmı ve güzel geleceği vardır) buyurulmuşdur. Bugün elimizde bulunan Tevrât ve İncîlde, Dâvüd aleyhisselâmın ma iyyetinde bulunan Uria adlı bir subayın Batşeba [Bathseba] adlı zevcesi ile mâcerâsı diyerek, İkinci Samuelin 11. ci bâbında yazılı olan çirkin hikâye doğru değildir. [Alî radıyallahü anh, bu yanlış ve çirkin hikâyeyi anlatanlara yüzaltmış değnek vuracağını bildirmişdir. (Mevâkib) tefsîrinde, Sâd sûresinin yirmialtıncı âyetinin tefsîrinde diyor ki, (Uryâ, Teşâmu isminde bir kızla evlenmek için, kıza haber gönderdi. O da kabûl etdi ise de, kızın akrabâsı istemedi. Uryâyı kötülediler. O aralıkda, Dâvüd aleyhisselâm da, Teşâmu a tâlib oldu. Uryâ muhârebede ölünce, kız Dâvüd aleyhisselâm ile evlendi. Sözleşmesi yapılmış olan kıza tâlib olmasına, Allahü teâlâ râzı olmadı. Dâvüd aleyhisselâm, hatâ etdiğini anlayınca, tevbe etdi ve afv olundu.).] Kur ân-ı kerîmde bu husûsda açık bir bilgi yokdur. Aksine Dâvüd aleyhisselâmın dâimâ Allahü teâlâdan çok korkduğu, kendisine ilm ve hakkı bâtıldan tefrîk eden kuvvet verildiği bildirilmişdir. Sâd sûresinde [âyet 24 de], bir koyun da vâsında, haksızlık yapmaması için, secdeye kapandığı ve Allahdan afv dilediği, çok düâ etdiği yazılıdır. Bu Uryâ efsânesinin Tevrâta ve İncîle sonradan ilâve edildiği husûsunda bütün islâm âlimleri müttefikdir. (İsrâîliyyât) denilen böyle uydurma hikâyeler, yehûdîlerden câhil müslimânlara da sirâyet etmiş ise de, islâm âlimleri bunların efsâne [uydurma] olduklarını bildirmişlerdir. Dâvüd aleyhisselâmın oğlu Süleymân aleyhisselâm [hükümdârlık zemânı, tahmînen, M.Ö. 965-926] babasının yerine İsrâîl oğullarının Peygamberi ve hükümdârı oldu. Cin, vahşî hayvan ve kuşlarla konuşurdu. Süleymân aleyhisselâmın zemânı, İsrâîllilerin en parlak zemânlarıdır. Süleymân aleyhisselâm zemânına kadar İsrâîl hükümdârları serây nedir bilmezlerdi. Yukarıda ismi geçen Tâlûtun evi, en âdî bir köylü evinden farksızdı. Süleymân aleyhisselâm, ilk olarak Kudüs şehrini kurdu ve bir serây yapdı. Birçok binâlar, serâylar, bağçeler, havuzlar, kurban kesme yerleri, ibâdet yerleri yapdırdı. Kudüsde yapdırdığı en ihtişâmlı ma bed, (Mescid-i Aksâ = Beyt-i Mukaddes = Kudsî ev) adını taşıyordu. Bu binâyı Finikeli mi mârlara yapdırmışdı. Cinnîler de hizmet etmişdi. 429
430 Bu mescidin inşâasında çok kıymetli malzeme kullanılmışdı. Uzakdan bakılınca, bir altın parçası gibi pırıl pırıl parlıyor, görenleri hayrân bırakıyordu. Yapılması 7 sene sürmüşdü. Ne yazık ki, bu güzel mescid, Âsûrî hükümdârlarından ikinci Buhtunnasar Kudüsü zabt etdiği zemân, onun tarafından yakdırıldı. Tevrât nüshaları da yanıp, hiç kalmadı. Keyhusrev ta mîr etdi ise de, sonra Romalılar yakdı. (Kâmûs-ül-a lâm)da diyor ki, (Bu tahrîb ile Kudüsün mûsevîlere âid ma mûriyyeti hitâm bulup, dahâ sonra Kostantiniyye rum Bizans imperatorları, Mescid-i aksâyı ta mîr edip, Kudüse (İlyâ) ismini verdiler. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Mescîd-i aksâda nemâz kılmışdır. Kudüs, hicretin 16. cı senesinde, Ömer radıyallahü anh zemânında müslimânlar tarafından feth edilmişdir. Abdülmelik rahime-hullah zemânında şimdiki mescid yeniden binâ olunmuşdur). Arta kalan temel dıvarları, bugün yehûdîler tarafından (Ağlama dıvarı) adıyla anılmakda ve bu dıvar önünde düâ etmekdedirler. Süleymân aleyhisselâm zemânında, Kudüs dünyânın en zengin, en güzel şehri olmuşdu. Süleymân aleyhisselâmın yapdırdığı serâylar, bu serâyların içindeki dâireler, burada bulunan kıymetli eşyâlar hakkında birçok hikâyeler vardır. Denebilir ki, dünyâda şimdiye kadar hiçbir hükümdâr, Süleymân aleyhisselâm gibi muhteşem ve masallara benzeyen bir hayât sürmemişdir. Süleymân aleyhisselâmın müteaddid zevceleri ve câriyeleri vardı. Süleymân aleyhisselâm ticârete çok ehemmiyyet verdiğinden, zenginliği günden güne artmış ve serâyını yeni ve kıymetli güzel eşyâlarla süslemiş, birçok kıymetli atlar, kuşlar ve sâir hayvanlar beslemişdir. Serâyda günde 30 sığır, 100 koyun, düzinelerle geyik ve ceylan kesilirdi. Süleymân aleyhisselâm dâimâ sulh arzû etmiş, komşularıyla iyi geçinmeğe ve dostluk kurmaya çalışmışdır. Komşusu Mısr fir avnının kızı ile evlenmiş, ayrıca Sabâ Melîkesi Belkîsi de hak dîne çağırmış ve onunla dostluk kurmuş, islâm târîhçilerinin rivâyetine göre, onunla da evlenmişdir. Belkîsin Süleymân aleyhisselâmdan da vet aldığı, Kur ân-ı kerîmin Neml sûresinin 29-32. ci âyetlerinde zikr olunmakdadır. Süleymân aleyhisselâm da, bütün Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât gibi, son derece âdil bir hükümdârdı. (Süleymân adâleti), Ömerin radıyallahü teâlâ anh adâleti gibi, bütün dünyâda adâlet misâli olarak kabûl edilmişdir. Süleymân aleyhisselâm, diğer inanışlara karşı da müsâmahalı davranmış, fanatik yehûdîlerin protestosuna rağmen, başka din ma bedlerini de yapdırmışdır. Bu yüzden dünyânın her tarafında büyük bir saygı ve sevgi kazanmış, âdetâ cihâna nümûne olmuşdur. Babası Dâvüd 430
431 aleyhisselâmın dînini devâm etdirmişdir. Süleymân aleyhisselâmın ahvâli Kur ân-ı kerîmde yazılıdır. Sebe sûresinin 12. ci âyetinde meâlen, (Gündüz esdiğinde bir aylık mesâfeye gidip, akşam bir aylık mesâfeden gelen rüzgârı Süleymânın emrine verdik. Onun için, su gibi erimiş, bakır akıtdık. Rabbinin izni ile, iş gören bir takım cinleri de, Onun emri altına verdik ve bunların içinde emrlerimizden çıkan olursa, ona alevli ateşin azâbını tatdırdık) buyurulmuşdur. Sâd sûresinin 30-39. cu âyetlerinde meâlen, (Dâvüda, Süleymânı bahş etdik. O, güzel bir kul idi. Çünki O, dâimâ [zikr ile, tevbe ile] Allahü teâlâya teveccüh eder. Onu çok tesbîh ederdi. Ona bir akşam üstü çok hızlı giden, kıymetli cins koşu atları sunulmuşdu. Süleymân: Ben bu iyi mallar ile meşgûl olarak Rabbimin zikrinden mahrûm kaldım, akşam oldu demişdi. Çok üzüldü. Onları bana geri verin! diyerek, bacaklarını ve boyunlarını kesdi. [Etlerini fakîrlere dağıtdı.] Sonra, eski hâline döndü. Rabbim, beni bağışla. Bana benden sonra hiç kimsenin erişemiyeceği bir hükümrânlık ver. Sen, şübhesiz dâimâ ihsânda bulunansın! dedi. Biz de bunun üzerine istediği yere Onun emri ile giden rüzgârı, binâ kuran ve dalgıçlık yapan şeytânları ve demir halkalarla bağlı olan diğerlerini, Onun emrine verdik. İşte bizim ihsânımız budur. İstersen, başkalarına da ver, istersen verme! Bizim ihsânlarımız hesâbsızdır dedik. Doğrusu dünyâda verdiğimiz bu ni metler gibi, âhiretde de yüksek bir makâmı ve güzel geleceği vardır) buyurulmuşdur. Yehûdî ve hıristiyan yayınları şimdi ellerinde bulunan Kitâb-ı mukaddes, ya nî Tevrât ve İncîl dedikleri kitâbın üç kısmının Süleymân aleyhisselâmın kitâbından alınmış olduğunu iddi â ederler. Bunlar (Ahd-i atîk)in, (Süleymânın meselleri, va iz ve Neşîdeler neşîdesi) kitâblarıdır. Tevrâtda, Süleymân aleyhisselâmın rüzgâra, kuşlara ve sâir hayvanlara emr etdiği, onların dilini anladığı, kuş ve hayvanların da Onun emrlerini derhal yerine getirdiği, emri altında bulunan cinler sâyesinde yapdırdığı bütün binâların büyük bir sür at ile meydâna çıkdığı, zikr edilmekdedir. Süleymân aleyhisselâm zemânında, Dâvüd aleyhisselâm zemânındaki medenî haklar dahâ genişletildi. Yeni ahkâma göre, babaların çocukları üstünde sınırsız hakları vardı. Bir çocuk, kaç yaşında olursa olsun, babasının emrlerini yerine getirmekle mükellef idi. Büyük çocuk mîrâsda iki kat pay alıyordu. Nişanlanma, evlenme gibi husûslar, ancak âile büyükleri tarafından kararlaşdırılmakda, evlenecekler kendileri için seçilen eşleri kabûle mecbûr bırakılmakda idiler. Boşanan kadın, zevcinden (Mehr) adında bir para alırdı. Çocuksuz veyâ çocuğu ölmüş bir dul kadın kaynı ile 431
432 evlenmek zorunda idi. Bu evlenmeden sonra doğan ilk çocuk, ölen zevcin çocuğu say l r, onun mîrâs n al rd. Bir erkeğin birden fazla kad nla evlenmesine müsâ ade olunuyordu. Süleymân aleyhisselâm n vefât ndan sonra, Benî srâîl, 12 kabîleye ayr lm ş, birbirlerine düşmüşlerdir. Bu ayr l ş, dahâ Süleymân aleyhisselâm hayâtda iken başlam ş, fekat Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlân n ihsân ile, kabîleleri bir arada tutabilmişdi.süleymân aleyhisselâm n yerine oğlu Rehoboam geçdi. 12 kabîleden yaln z ikisi ona sâd k kald. srâîl devleti ikiye ayr ld. Bu devletlerden bi ri, ( srâîl) olup 10 kabîleyi toplad. Geri kalan iki kabîleye (Yehûdâ) devleti denilir. Kudüsde kald. Azd lar. Allahü teâlân n gadab na uğrad lar. Bir müddet Âsûrî devletine bağl olarak kald - lar. Âsûrî hükümdâr Buhtunnasar (Nebukadnezar), mîlâddan 587 sene evvel, Kudüsü yak p y kd. srâîloğullar n zorla Kudüsden ç - kararak Bâbile sürdü. Ancak Îrân Şâh Keyhusrev [Kirüs], Âsûrîleri mağlûb edince, yehûdîlerin tekrâr Kudüse dönmelerine izn verdi. Yehûdîler Kudüse dönerek, yanm ş olan bu şehri biraz ta mîr etdiler. Evvelâ Îrânl lar n, sonra, Makedonyal lar n idâresi alt nda yaşad lar. Mîlâddan önce 64 senesinde Romal lar Kudüse girdiler. Şehri yeni başdan yak p y kd lar. Romal lar bir kerre dahâ, mîlâddan 70 sene sonra, Kudüsü yerle bir etdiler. Roma mparatörü Titüs, Kudüsü temâmen yakd. Yehûdîler, Romal lar n idâresi alt nda iken, Îsâ aleyhisselâm dünyâya geldi. Bu felâketler s ras nda hakîkî Tevrât nüshalar yok edildi. Tevrât diye çeşidli kitâblar yaz ld. Bunlara birçok yabanc parçalar, hurâfeler ilâve edilmişdir. Bunun için Allahü teâlâ, yehûdîlere [ve sâir insanlara] doğru yolu göstermek için Îsâ aleyhisselâm Peygamber olarak gönderdi. Yehûdîler, Îsâ aleyhisselâm Peygamber olarak tan mak istemediler. Hâlbuki onlar, Tevrâtda yaz - l olduğu gibi, bir peygamber geleceğini biliyorlar ve bekliyorlard. Fekat, bu Peygamberin aleyhissalâtü vesselâm gâyet kudretli, cesûr, tutduğunu koparan bir insan olmas n, onlar Romal lar n elinden kurtarmas n düşünüyorlard. Çok yumuşak olan Îsâ aleyhisselâm beğenmediler. Ona yalanc Peygamber dediler ve annesi hazret-i Meryeme iftirâ etdiler. Bugün dünyâda yehûdî olarak kalm ş 15 milyon kadar insan vard r. çlerinde hakîkî Tevrâta tâbi olan hiç yokdur. Milletler aras bir istatistik olan (Britannica of the year) Almanağ na göre, bunlar n hepsinin dinlerinin müşterek olduğundan şübhe edilmekdedir. Çünki, yehûdîlerin içinde çok çeşidli f rkalar vard r. (Cevâb Veremedi) kitâb m z n 326.cı sahîfesinde yehûdîlik uzun anlat lmakdad r. 432
433 ÎSEVÎ [NASRÂNİYYET] DÎNİ VE HIRİSTİYANLAR Îsâ aleyhisselâm, yehûdîlerin bozduğu hak dîni islâh için gönderildi. Ya nî hakîkî Îsevîlik, islâh edilmiş, yehûdî dînidir. Îsâ aleyhisselâm, Matta İncîlinin 5. ci bâbı 17. ci âyetinde yazılı olduğuna göre, (Ben dinleri, yâhud Peygamberleri yıkmağa geldim zannetmeyin. Ben yıkmağa değil, temâm etmeğe geldim) diyordu. Hıristiyanlığın esâsı ve bugün elimizde bulunan İncîller hakkında bu kitâbın III. kısmındaki, (Kur ân-ı kerîm ve Bugünkü Tevrât ve İncîller) başlığı altında îzâhât verilmişdir. Arzû edenler, lütfen o kısma mürâce at etsinler! Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği ilk Îsevîlik hakkındaki bilgileri ihtivâ eden ilk İncîl, birçok değişikliklere, tahrîflere uğramış, içine insanlar tarafından birçok parçalar, hurâfeler de eklenmiş, Allahü teâlânın emrleri ve kelâmı yok edilmişdir. Böylece, İncîl mukaddes kitâb olmak sıfatını gayb etmişdir. Kur ân-ı kerîmde, Îsâ aleyhisselâma verildiği bildirilen (Kitâb)ın ne olduğu hakkında, Elhâc Abdüllah bin Destân Mustafâ rahime-hullahü teâlâ [vefâtı 1303 (m. 1885)] ismindeki büyük islâm âlimi (İzâh-ül-merâm fî Keşf-iz- Zulâm) ismindeki türkçe eserinde şöyle diyor: (Îsâ aleyhisselâmı yehûdîler tutup asmak veyâ öldürmek istediklerinde, yanında bulunan İncîl-i şerîfi de, yâ ateşe atıp yakdılar veyâ parçaladılar. O zemân, İncîl henüz dünyâya yayılmamış ve Îsâ aleyhisselâmın dîni de henüz yerleşmemişdi. Çünki Îsâ aleyhisselâm, ancak ikibuçuk, üç sene kadar din telkîn edebilmişdir. Bu sebeble, İncîlin bir nüshasının dahâ yazılmış olması ihtimâli yokdur. Îsâ aleyhisselâmın Eshâbı, hem çok az, hem de ekserîsi câhillerden ibâret idi. Bunun için, onlarda da yazılı bir vesîka olması imkânı yokdur. İncîlin henüz başka nüshaları yazılı değildi ve Îsâ aleyhisselâmdan başkasının da, ezberinde değildi. Başka bir ihtimâl de, şu olabilir: Îsâ aleyhisselâmın mîlâdından 325 sene sonra, İznik konsilinde birçok İncîller, (bâtıldır), (yanlışdır), (temelsizdir) diye yakılmışdır. Hakîkî İncîlin, bunların arasında yakılmış olması da büyük bir ihtimâldir.) İncîle birçok parçalar ilâve edildiği ve Allahü teâlânın emrleri yanında birçok kul yazıları da bulunduğu, bugün bütün hıristiyanlar tarafından da kabûl edilmişdir. İncîlin önce İbrânî yazılı olduğu ve sonra lâtince ve yunancaya çevrildiği muhakkakdır. İbrânî nüshası yunancaya çevrilirken, birçok yanlışlar yapılmış, putperest Yunanlıların, (Tek Allah) akîdesine muhâlefetinden ve İncîli de, 433 Herkese Lâzım Olan Îmân: F-28
434 Eflâtun felsefesine uydurmak arzû etdiklerinden dolayı akl-i selîmin kabûl etmiyeceği Teslîs (üçlü tanrı) inancı hâsıl oldu. Eflâtun felsefesine göre, birçok puta tapmak, her tanrı için ayrı bir put yapmak doğru değildir. İlahlar hakîkatde üçlüdür. Birincisi, Babadır. En yüce yaratıcı ve diğer iki ilâhın Babasıdır. Birinci uknumdur. İkincisi, Asl, görünür olan tanrıdır ki, görünmez olan Babanın vezîridir. Bu, (Logos = mukaddes kelâm)dır. Hıristiyanların Îsâ aleyhisselâma (Logos) mukaddes kelâm dedikleri ve ilah kabûl etdikleri Yuhannâ İncîlinin başında yazılıdır. Üçüncüsü ise, görünen ve bilinen Kâinat (Doğa)dır. İşte Yunanlılar ve Romalılar da, hıristiyanlığı buna benzetmek istemişlerdir. Îsâ aleyhisselâm, (Ben ancak sizin gibi bir insanım) dediği hâlde, Onu Allahın oğlu olarak kabûl etmişler, buna bir de (Rûh-ülkuds) ekliyerek, baba, oğul, kudsî Rûh adı altında üçlü tanrı manzûmesi meydâna getirmişlerdir. Hâlbuki, ibrânî İncîllerde kullanılan (Baba) kelimesi, Allahü teâlânın büyük kudret sâhibi olduğunu, Îsâ aleyhisselâm hakkında kullanılan oğul kelimesi ise, Onun vücûdça oğul değil, Allahın (sevgili kulu) olduğunu göstermekdedir. Rûh-ul-kuds ise, Allahü teâlânın Îsâ aleyhisselâma verdiği Peygamberlik kudreti idi. Kur ân-ı kerîmde, bu husûs şöyle zikr edilmekdedir: Tahrîm sûresinin 12. ci âyetinde meâlen, (Îmân edenlere misâl olanlardan biri de, İmrân kızı Meryemdir. O nâmûsunu [harâm ve fuhşdan] muhâfaza etdi. Ona [yaratdığımız] rûhdan üfledik. O, rabbinin sözlerini ve kitâblarını tasdîk etdi. O, rabbine itâ at edenlerdendi) buyurulmuşdur. Îsevîliğin zuhûrunda bu Teslîs (üç tanrı) i tikâdı yokdu. Yukarıda ismi geçen, Destân Mustafâ rahime-hullah diyor ki: ((Teslîs fikrini) ilk def â olarak, felsefeci Eflâtûn düşündü. Pavlus ismindeki yehûdî, hıristiyanlığa karışdırdı. Mîlâddan, bir rivâyete göre, 200 sene sonra, Sibelius isminde bir papaz bu fitneyi tekrâr körükledi. O zemâna kadar yalnız tek Allaha ve Peygamber olarak Îsâ aleyhisselâma inanılıyordu. Sibeliusun teklîfi pek çok hıristiyan tarafından şiddet ile red edilmiş, kiliseler arasında kanlı kavgalar baş göstermiş, çok kan dökülmüşdür. Fransızcadan Arabîye çevrilmiş olan, o zemânın bir târîhinde bu husûs açıkca yazılıdır. 200 senesinde yalnız baba ve oğul fikri öne sürülmüşdü. Bunlara Rûh-ülkuds de ilâvesi, ancak ondan 181 sene sonra, ya nî 381 yılında Bizans İmperatörü Theodosius zemânında İstanbulda kurulan bir konsül [rühânî meclis]de karârlaşdırılmışdır. Bu karâra karşı gelen birçok papalar vardır). Papa Honorius, hiçbir zemân üçlü tanrı 434
435 sistemi olan (Teslîs) i kabûl etmemişdir. Honorius öldükden birçok sene sonra, aforoz edilmiş ise de, teslîsi kabûl etmeyenler yeni mezhebler kurmuşlardır. Hele Îsâ aleyhisselâmın uydurma resmlerinin ve heykellerinin yapılması ve bunların kiliselere konulması ve haç işâretinin kudsî bir alâmet olarak tanınması gibi mes eleler birçok ihtilâflara, hattâ kanlı mücâdelelere sebebiyyet vermiş ve ancak mîlâddan yediyüz sene sonra kiliseler bunları kabûl etmişdir. Hıristiyanların, Îsevîlik [Nasrâniyyet] dîninin esâsını değişdirmesi, papayı günâhsız kabûl etmesi, papazlara günâh çıkarmak gibi bir hak vermesi, insanların günâhkâr olarak doğduklarını iddi â etmesi, hele İncîlde yazılı olduğu hâlde, son Peygamber Muhammed aleyhisselâmı kabûl etmemeleri, bugün bile İncîl dedikleri kitâblarda mütemâdiyen değişiklikler yapmaları, Allahü teâlânın gazabını mûcib olmuşdur. Nisâ sûresinin 171. ci âyetinde meâlen, (Ey kitâb Ehli! Dîninizde taşkınlık yapmayın! Allahü teâlâ için ancak hakkı konuşun! [Onu noksanlıklardan tenzîh edin ve oğul edindi diye iftirâ etmeyin.] Mesîh Îsâ, Meryemin oğludur, Allahü teâlânın resûlü, Peygamberidir. (Kün) ol emri ile yaratdığı mahlûkudur ki, Onu Meryeme ilkâ etdi ve O, Allahü teâlâdan diğer rûhlar gibi bir rûhdur. Allaha ve Peygamberlerine inanın! İlah üçdür demeyin! Hayrınıza olarak, bu sözden vazgeçmeniz sizin için hayrlıdır. Allah, ancak bir tek İlahdır! Çocuğu olmakdan münezzehdir. Göklerde ve yerde olanlar, herşey Onundur. O, yaratdı) buyurulmuşdur. Âyet-i kerîmede Îsâ aleyhisselâm için (Rûh) ta bîr edilmesi çeşidli şekllerde tefsîr edilmişdir. (Rûh) denilmesi, Cebrâîl aleyhisselâmın Onu, hazret-i Meryeme nefh etmesi [üflemesi] ve hazret-i Meryemin o nefhden hâmile olmasıdır. O üfürmeğe (rûh) denilmişdir. Yâhud rûh, Allahü teâlâdan (Vahy)dir. Bununla hazret-i Meryem müjdelenmiş ve Cebrâîl aleyhisselâma nefh etmesi emr olunmuş ve Îsâ aleyhisselâma da (Kün) [ol] denilmişdir. Yâhud, (Kün) emridir. Bir kimsenin nefesi, konuşması konuşana göre ne ise, rûh da Allahü teâlâya nisbet ile odur demişlerdir. İncîli tebdîl edenler için: Bekara sûresinin 79. cu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Vay, kitâbı kendi elleriyle yazıp da onu az bir behâ ile, ücret ile satmak için, Allahü teâlânın kelâmıdır diyenlere! Vay, ellerinin yazdıklarına! Vay, kazandıklarına!) buyurulmuşdur. Ve İhlâs sûresi, 1-4. ncü âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Söyle ki, Allah birdir, her şeyden müstağnî [muhtâc değil] ve her şey Ona muhtâç olandır. Doğurmamış ve doğmamışdır. Ona benzeyen [Onun den- 435
436 gi olan] hiçbir şey yokdur) buyurulmuşdur. Aşağıdaki hikâyeyi Harputlu İshak efendinin rahimehullahü teâlâ türkçe (Diyâ-ül-kulûb) kitâbından alıyoruz: İlk def a olarak, iki cezvit papazı, Çinlileri hıristiyanlığa da vet için Kanton şehrine gelmişdi. [Cezvit, 918 (m. 1512) senesinde papazların teşkil etdiği bir misyoner cem iyyetidir.] Kanton vâlîsinden hıristiyan dîni hakkında va z vermek için müsâ ade istediler. Vâlî bunlara ehemmiyyet vermedi ise de, Cezvitler, onu her gün gelip râhatsız etdiklerinden, nihâyet (Ben bu mes ele için Çin fagfûrundan [sultânından] izn almağa mecbûrum. Kendisine haber vereceğim) dedi ve mes eleyi Çin fagfûruna bildirdi. Gelen cevâbda, (Bunları bana gönder. Ne istediklerini anlıyayım) denilmekde olduğundan, cezvitleri Çinin merkezi olan Pekine yolladı. Bu mes eleden haber almış olan Budist râhibler, fenâ hâlde telâşa düşdüler ve (Bu adamlar hıristiyanlık adı altında zuhûr eden yeni bir dîni bizim ehâlîye telkîn etmeğe çalışıyorlar. Bunlar kudsî Budayı tanımıyorlar. Böylece, halkımızı yanlış bir yola sokacaklardır. Lütfen onları buradan kovun!) diye fagfûra yalvardılar. Fagfûr, (Evvelâ ne söylediklerini bir anlıyalım, ondan sonra bu husûsda karar veririz) dedi. Memleketin sayılı devlet ve din adamlarından müteşekkil bir meclis tertîb etdi. Cezvitleri bu meclise da vet ederek, (Yaymak istediğiniz dînin esâsları nedir, anlatın) dedi. Bunun üzerine, cezvitler şöyle bir ifâdede bulundular: (Semâ ve arzı yaratan Allah birdir. Fekat, aynı zemânda üçdür. Allahın biricik oğlu ve Rûhulkudüs de birer Allahdır. İşbu Allah, Âdem ve Havvâyı yaratıp, Cennete koydu. Onlara her ni meti verdi. Yalnız bir ağaçdan yimemelerini emr etdi. Her nasılsa, şeytân, Havvâyı aldatıp, Allahın emrine karşı geldiler ve o ağacın meyvesinden yidiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, onları Cennetden çıkardı ve dünyâya gönderdi. Burada onların evlâdları, torunları zuhûr etdi. Fekat bütün bunlar büyükbabalarının işlediği günâh ile kirlenmişdir. Hepsi günâhkârdır. Bu hâl, tam 6000 sene devâm etdi. Nihâyet Allahü teâlâ, insanlara acıdı ve onların günâhını afv etdirmek için kendi öz oğlunu onlara göndermekden ve bu biricik oğlunu günâh keffâreti için kurban etmekden başka çâre bulamadı. İşte, bizim inandığımız Peygamber, Allahın oğlu olan Îsâ budur. Arabistânın şimâlinde Kudüs denilen bir şehr vardır. Kudüsde Celîle denilen bir yer, Celîlenin de, Nâsırâ (Nazareth) ismindeki köyde Meryem isminde bir kız bulunuyordu. Bu kız, Yûsüf ismindeki bir marangoz ile nişanlanmış ise de, henüz bâkire 436
437 idi. Bu kız bir gün tenhâ bir yerde bulunurken, Rûh-ül-kuds gelip, ona Allahın oğlunu ilkâ etdi (koydu). Ya nî, kız bâkire iken hâmile oldu. [Bundan sonra, nişanlısı ile Kudüse giderlerken Beyt-illahm (Bethlehem) de] bir ahır içinde çocuğu oldu. Allahın oğlunu ahırdaki yemlik içine koydular. Şarkda bulunan râhibler, onun doğduğunu gökde birdenbire yeniden peydâ olan bir yıldızdan öğrenerek hediyyelerle onu aramağa çıkdılar ve nihâyet bu ahırda buldular. Ona secde etdiler. Îsâ denilen Allahın oğlu, 33 yaşına kadar va z etdi. Her ne kadar (Ben Allahın oğluyum. Bana inanın, sizi kurtarmağa geldim) dedi ve ölüleri diriltmek, a mâları tekrâr basîr yapmak, topalları yürütmek, cüzzamlıları tedâvî etmek, denizde fırtınaları durdurmak, iki balıkla onbin kişiyi doyurmak, suyu şerâb yapmak, kışın meyve vermediği için bir incir ağacını bir işâret ile kurutmak gibi ve dahâ birçok mu cizeler gösterdiyse de, ancak az insan ona inandı. Nihâyet hâin yehûdîler, Onu Romalılara şikâyet etdiler ve Onun haça gerilmesine sebeb oldular. Lâkin Îsâ, haçda öldükden 3 gün sonra, tekrâr dirilerek, kendisine inananlara göründü. Bundan sonra semâya çıkıp babasının sağ tarafına oturdu. Babası da dünyânın bütün işlerini Ona terk etdi. İşte bizim va z edeceğimiz dînin esâsı budur. Buna inananlar, öteki dünyâda Cennete, inanmıyanlar ise Cehenneme gideceklerdir) dediler. Bu sözleri dinleyen Çin fagfûru, (Ben sizden ba zı şeyler süâl edeceğim. Bunlara cevâb verin) dedi ve şöyle sormağa başladı: (İlk süâlim şudur: Siz, Allah hem bir, hem de üçdür, diyorsunuz. Bu, iki iki dahâ beş eder gibi ma nâsız bir lafdır. Bunu bana îzâh edin!) Papazlar cevâb veremedi. (Bu Allahın bir sırrıdır. İnsanların aklı buna ermez) dediler. (İkinci süâlim şudur: Yeri, göğü ve bütün âlemi yaratan çok kudretli Allah, kullarından birinin işlediği bir günâh için, onun bu işden haberi bile olmayan bütün sülâlesini nasıl günâhkâr sayar? Bunların afvı için nasıl olur da, kendi öz oğlunu kurban etmekden başka çâre bulamaz? Bu, onun büyüklüğüne yakışır mı? Buna ne dersiniz?) dedi. Papazlar cevâb veremedi. (Bu da, Allahın bir sırrıdır) dediler. (Üçüncü süâlim de şudur: Îsâ, bir incir ağacından mevsimsiz meyve istemiş. Ağaç vermeyince, onu kurutmuş. Mevsimi olmadan meyve vermek, bir ağacın yapamıyacağı bir şeydir. Böyle olduğu hâlde, Îsânın buna kızıp ağacı kurutması, bir zulm değil midir? Bir Peygamber, zâlim olur mu?) dedi. Papazlar cevâb veremedi. (Bu işler ma nevî işlerdir. Allahın sırlarıdır. İnsanların aklları buna er- 437
438 mez) dediler. Bunun üzerine Çin fagfûru, (Ben size izn veriyorum. Gidiniz, Çinin istediğiniz yerinde va z veriniz) diye onlara müsâ ade etdi. Onlar, fagfûrun huzûrundan çıkdıkdan sonra, meclisde bulunanlara dönüp, (Ben Çinde böyle saçmalara inanacak bir ahmak bulunacağını zan etmiyorum. Onun için, bu adamların bu hurâfeleri va z etmelerinde hiç bir mahzûr görmedim. Ben emînim ki, bunları dinleyen vatandaşlarımız, dünyâda ne ahmak kavmler bulunduğunu, bunların ne gibi hurâfelere [saçmalara] inandığını görerek, kendi dinlerinin kıymetini dahâ iyi anlıyacaklardır) dedi. Fagfûrun dediği o kadar doğrudur ki, aradan 2000 sene geçdiği hâlde, hıristiyan misyonerlerin büyük gayretine rağmen, Çinlileri hıristiyan yapmak kâbil olmamışdır. (Cevâb Veremedi) ismindeki kitâbımızda, papazların cevâb veremedikleri, birçok süâller yazılıdır. Lütfen oradan okuyunuz! Elimizde bulunan muhtelif lisânlarda yazılı kitâblardan anlaşıldığına göre, Îsâ aleyhisselâmın annesi hazret-i Meryem (Maria) Beyt-ül-mukaddesin bir odasında yalnız yaşıyordu. Bu odaya Zekeriyyâ aleyhisselâmdan başkası girmiyordu. Cebrâîl aleyhisselâm hazret-i Meryeme, bâkire olduğu hâlde bir çocuğu olacağını ve bu çocuğun Peygamber olacağını bildirdi. (Mir ât-ı Kâinât)daki rivâyetlerden birine göre, (Hazret-i Meryem, Zekeriyyâ aleyhisselâmın zevcesi olan teyzesinin evinde gusl ederken, Cebrâîl aleyhisselâm insan şeklinde görünüp, üzerine üfledi. Böylece hâmile oldu. Amcası oğlu Yûsüf Neccâr ile (Beyt-ül-lahm)e gitdi. Îsâ aleyhisselâm burada tevellüd etdi. Üçü Mısra gidip, oniki sene kaldılar. Nâsıraya gelip yerleşdiler. Burada otuz yaşında nebî oldu. Bunun için, Îsâ aleyhisselâma îmân edene (Nasrânî) ve hepsine (Nasârâ) denir. İncîle göre, doğduğu zemân semâda yeni çok parlak bir yıldız zuhûr etdi.) Ba zı felsefecilere ve komünistlere göre, bütün bunlar, efsâneden ibâretdir. Îsâ diye kimse yokdur. Paris Üniversitesi profesörlerinden Ernest Renana göre, Meryem ile Yûsüf evlenmişlerdi. Îsâ aleyhisselâm, normal olarak dünyâya gelmişdi. Hattâ, kardeşleri de vardı. Renanın bu iddiâsı, onun papa tarafından aforoz edilmesine sebeb oldu. Fekat, dinsizler, onun düşüncelerini hemen kabûl etdi [1]. Kur ân-ı kerîm, açık olarak bildiriyor ki, Îsâ aleyhisselâm, bâkire olan hazret-i Meryemin oğludur. Yukarıda zikr etdiğimiz gibi, Allahü teâlâ, ona Rûh-ul-kudsden ikrâm etmişdir. Bu husûs ayrı- [1] Renanın hayâtı kitâbımızın 165. ci sahîfesinde yazılıdır. 438
439 ca Bekara sûresinin 87 ve 253. âyetlerinde bildirilmekdedir. Bu âyet-i kerîmelerde meâlen, (Meryem oğlu Îsâya açık mu cizeler verdik. Rûh-ül-kuds ile kuvvetlendirdik) buyurulmuşdur. [Bu âyet-i kerîmede açık mu cizeler verildiği bildiriliyor. Âl-i imrân sûresi 48. ci, Mâide sûresi 46 ve 110. ve Hadîd sûresi 27. ci âyetlerinde Îsâ aleyhisselâma İncîl kitâbının verildiği açık olarak zikr edilmekdedir.] Bâkire Meryemden doğuşu hakkında ise, Âl-i İmrân sûresinin 45. ci ve devâmındaki âyetlerinde meâlen, (Melekler demişdi ki: Ey Meryem, Allah sana (KÜN) ol demekle hemen yaratılan, ismi Meryem oğlu Îsâ Mesîh olan, dünyâda ve âhiretde şerefli ve Allahü teâlâya yakın kılınanlardan ve insanlarla beşikde ve yetişkinliğinde konuşan ve sâlihlerden olan bir oğul ile müjdeler. Meryem, Rabbim! Bana hiçbir erkek dokunmadığı hâlde, nasıl olur da oğlum olur? dedi. Melek şöyle dedi: Allahü teâlâ böylece, dilediğini yaratır. Bir şeyin olmasını dilerse, ona (KÜN) Ol der ve hemen var olur) buyurulmuşdur. Îsâ aleyhisselâm beşikde iken konuşdu. Çocukken bile hârikul âde bir zekâ sâhibi idi. Kendisine sorulan süâllere şâyân-ı hayret cevâblar veriyordu. Bu hâli hârik-ul âde bir insan olacağını belli ediyordu. Kudüsde va zlarına başladı. Ancak, üç sene süren Peygamberliği esnâsında, Kur ân-ı kerîmde de zikr edilen birçok mu cizeler gösterdi. Ölüleri diriltdi. Cüzzamlıları iyi etdi. A mâların gözlerini açdı. Îsâ aleyhisselâm evi olmıyan, durmaksızın yürüyen, güneşin batdığı yerde, geceyi düâ etmekle geçiren bir Peygamber idi. Çok merhametli, çok şefkatli, çok yumuşak huylu, çok alçak gönüllü idi. Gösterdiği mu cizelerden utanır, iyileşdirdiği hastaların kendisine teşekkür etmelerini önlemek için, onların yanından kaçardı. Havârîlerin [Kendisine inanmış olan oniki kişinin] söyledikleri sert sözleri [meselâ, birlikde gemi ile giderlerken zuhûr eden sert fırtına karşısında, batmakdan korkunca, ona (bu fırtınayı niçin durdurmuyorsun? Helâk olacağız, helâk olmamıza aldırış etmiyor musun?) gibi lâfları] cevâb vermeden karşılar, hiç sesini çıkarmaz ve bu kaba davranışları hemen afv ederdi. Kendisi hakkında fenâ sözler söylediği için, havârîlerden Petrus tarafından kulağı kopartılan bir bağçevanın kulağının tekrâr yerine yapışması için Allahü teâlâya düâ etmekden çekinmemiş, bağçevan ile birlikde ızdırâb çekmişdi. İncîlde, ahkâm [emrler ve yasaklar] pek azdı. Îsâ aleyhisselâm yeni bir din getirdiğinden bahs etmemiş (Ben bir yeni din kurmuyorum. Ben benî İsrâîl Peygamberlerinin aleyhimüssalevâtü vetteslîmât getirdiği ve şimdi bozulmağa başlayan, tek Al- 439
440 laha inanan hak dînini izhâr için geldim) diyordu. O hâlde, îsevîliği yeni bir din olarak kabûl etmek doğru değildir. Îsevîlik, tek Allah dîni olan İbrâhîm aleyhisselâm ve Mûsâ aleyhisselâmın dinlerinin aynıdır. Îsâ aleyhisselâm, kendi va zlarını yazmadı. Allahü teâlânın gönderdiği İncîl de ele geçmedi. Bugün hıristiyanların elinde bulunan (Kitâb-ı mukaddes), Tevrâtdan alınan kısmlar (eski ahd) ile Matta, Markos, Luka ve Yuhannânın sonradan yazdıkları İncîller ile, resûller ta bîr edilen şâkirdlerin risâlelerinden, mektûblarından, ya nî (yeni ahd)den meydâna getirilmişdir. Bu dört yazarın kitâbları birbirini tutmaz. Aynı hâdise hakkında birbirinden farklı yazılar yazmışlardır. [(Kur ân-ı kerîm ve bugünkü Tevrât ve İncîller) kısmına başvurunuz!] Diğer havârîlerin yazdıkları İncîller toplatdırılıp yakdırılmışdır. Bu hâdise, yukarıda da zikr etdiğimiz gibi mîlâdın 381. senesinde, İstanbulda kurulan, fekat bundan da evvel, 325 ve 364 senelerinde toplanan [Kral Kostantin, Kral Theodosius zemânlarında] konsillerde [dînî meclislerde] ve Sinodlarda [kudsî ictimâ larda] meydâna gelmiş, yakılan bu İncîller arasında bulunan ve içinde Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem in geleceğini uzun uzadıya anlatan (Barnabas) İncîli de yok olmuşdur. Sonradan yazılan bu dört kitâbın yazarlarından, Yuhannâdan başka hiç biri, Îsâ aleyhisselâmı görmemişdir. Harputlu İshak efendinin rahime-hullahü teâlâ kitâbında belirtdiğine göre, birinci İncîl Îsâ aleyhisselâmın mîlâdından 65, ikinci İncîl 60, üçüncü İncîl 55-60, dördüncü İncîl ise, 98 sene sonra yazılmışdır. Yalnız Yuhannâ İncîlinde [Yuhannâ, Îsâ aleyhisselâmın teyzesinin oğlu idi] (Allah insanları o kadar sevdi ki, kendi öz oğlunu onlara gönderdi) ibâresi vardı ki, burada (öz oğlu) kelimesinin (en sevdiği kulu) ma nâsına geldiği muhakkakdır. Öteki İncîllerde böyle bir kayd yokdur. Îsâ aleyhisselâm bu İncîllerde Allahü teâlâya (Baba) diye hitâb etmekdedir ki, bunun da (mukaddes, muhterem bir zât) ma nâsına geldiği hemen anlaşılmakdadır. İncîllerden bir kısmının Îsâ aleyhisselâmın mîlâdından en az 70 sene sonra yazıldığı şundan bellidir: Matta İncîlinin 27. ci bâbı 50. ci âyeti ve devâmında yazılı olan, (Îsâ aleyhisselâm ölünce, ma bedin perdesi yukarıdan aşağı yırtıldı, iki parça oldu. Yer sarsılıp kayalar yarıldı. Kabrler açılıp mukaddeslerin cesedleri kıyâm etdiler ve mukaddes şehre [Kudüse] girerek, birçok kimselere göründüler) şeklindeki fâci a tasvîri, Roma İmperatörü Titüsün mîlâddan 70 sene sonra Kudüsü yakıp yıkdığı zemân, buna çok üzülen bir yehûdînin kitâbından aynen alınmışdır. 440
441 Amerikan İncîl tefsîrcisi Norton Andrews [1786-1853], (Bu hikâye yalandır. Bunun en mühim delîli şudur ki, Kudüsün harâb edilmesi üzerine perişân olan yehûdîlerin, Mescid-i Aksâ için söyledikleri hârik-ül âde şeyler arasında bulunan yalanlardan birisi de budur. Sonradan bir kimse, bunu Îsâ aleyhisselâmın çarmıha gerilmesi zemânına münâsib görerek, Matta İncîlinin kenârına yazmış, dahâ sonra ise, kendisi gibi bir kâtib, bir sûretini yazarken, bunu Matta İncîlinin içerisine almışdır. Bu metin de, onlar gibi bir mütercimin eline geçmiş ve olduğu gibi terceme etmişdir) demekdedir. Matta, bunu sanki kendi zemânında olmuş ve kendisi tarafından görülmüş gibi kitâbına eklemekden çekinmemişdir. Esâsen Matta İncîlinin de, Matta tarafından yazılmış olup olmadığı üzerinde de münâkaşalar yapılmakdadır. Ba zı Avrupalı târîhciler, Matta İncîlinde iki cins ifâde bulunduğunu, bundan da, bu İncîlin iki kişi tarafından yazıldığının anlaşıldığını beyân etmişdirler. Bugün insâflı hıristiyan din adamları bile, şimdi hıristiyanların ellerindeki İncîlin artık Allah kelâmı olarak kabûl edilemeyeceğini i tirâf etmekdedirler. Yukarıda da belirtdiğimiz gibi, bugünkü İncîllerde Allah kelâmı olan ba zı kısmlar vardır. Bir müslimân için yapılacak en doğru hareket, İncîlde bulunan ve Kur ân-ı kerîmde bildirilen husûsları kabûl, Kur ân-ı kerîme muhâlif olan husûsları [insan ilâvesi olduğu için] red etmek, Kur ân-ı kerîmde kabûl veyâ red edilmeyen husûsları ise, iyice inceledikden ve islâm akîdelerine muvâfık olduğunu anladıkdan sonra, doğru kabûl etmekdir. Îsâ aleyhisselâm, yehûdîlerin bozduğu hak dîni islâh için gönderilmişdi. Yehûdîler, Onu beğenmediler. Yalancı Peygamber dediler. Onu (İsrâîl Kralı olmak istiyor. Romalılar aleyhinde ehâlîyi kışkırtıyor. Kendini Allahın oğlu sanıyor. Çünki, Allaha Baba diye hitâb ediyor) diyerek Romalılara şikâyet etdiler. Hıristiyanların i tikâdına göre, Kudüsdeki Romalıların yehûdî vâlîsi Pilatus, Îsâ aleyhisselâmı yakalatdıkdan sonra, Hirodese gönderdi. Hirodes buna çok sevindi. Çünki, Onu tanımak ve mu cizelerini görmek istiyordu. Îsâ aleyhisselâm Hirodesin süallerine cevâb vermedi. Hirodes bunun üzerine Onu Pilatusa geri gönderdi [Luka bâb 23]. Pilatus başkâhinlerin ve yehûdîlerin ısrârı üzerine haça germeleri için yehûdîlere teslîm etdi [İncîller]. Hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın haça gerilip orada öldüğüne, fekat sonra dirilip göğe çıkdığına, müslimânlar ise, Îsâ aleyhisselâmın haça gerilmediğine, doğrudan doğruya göğe kaldırıldığına, haça gerilen kimsenin, onun bulunduğu mahalli Romalılara birkaç kuruş karşılığı ihbâr eden [ve bir 441
442 havârîsi olan] Yehûdâ [Judas] olduğuna inanırlar. Kur ân-ı kerîmde bu husûs beyân edilmişdir. Nisâ sûresinin 156-158. nci âyetlerinde meâlen, (Bir de, yehûdîlerin Îsâyı inkârları ve Meryeme büyük iftirâda bulunmaları ve Allahın Resûlü Meryem oğlu Îsâyı öldürdük demeleri sebebi ile kendilerini la netledik, rahmetimizden kovduk. Hâlbuki onlar Îsâyı öldürmediler ve haça da germediler. Fekat kendilerine bir benzetme yapıldı. [Yehûdâ, Îsâ aleyhisselâmın şekline sokuldu ve onu asdılar.] Bu husûsda, kendileri de ihtilâfa düşüp, şübhe içindedirler. Onların bu husûsda, bir bilgileri de yokdur. Ancak, kuru bir zan peşindedirler. Onlar hakîkaten Îsâyı aleyhisselâm öldürmemişlerdir. Allah, Onu kendi katına yükseltdi. Allah azîzdir, hükmünde hikmet sâhibidir) buyurulmuşdur. Îsâ aleyhisselâm semâya kaldırıldıkdan sonra, nasrâniyyet dîni yavaş yavaş dünyâya intişâr etmeğe başladı. Önceleri bu yeni din putperest olan Romalılar ve Yunanlılar tarafından şiddet göstererek karşılandı. Îsevîler tutulup katl edildi. Sirklerde vahşî hayvanlara yidirildi. Fekat, hak dîni, kendini tanıtmakda ve sevdirmekde devâm etdi. Ne yazık ki, zemânla hakîkî İncîl ortadan kalkdı. Münâfık olan Pavlosun, (Îsânın haça gerilmesi, hikmet, adâlet ve kurtuluşdur. Çünki Allah, insanların günâhlarını afv etdirmek için, kendi oğlunu kurbân etmişdir) diye ortaya atdığı ma nâsız bir iddi â, bugünkü hıristiyanlığın i tikâd, inanç esâsını ta yîn etmişdir. Îsâ aleyhisselâm, hiçbir zemân, insanların günâhkâr olarak doğduğunu söylemediği hâlde, bugünkü hıristiyanlık, şöyle ta rîf edilmekdedir: 1) İnsanlar, dünyâya günâhkâr olarak gelir. Çünki, ilk insan olan Âdem aleyhisselâm, Allaha itâ at etmemiş, onun için Cennetden ihrâc edilmişdir. 2) Âdemden sonra gelen bütün insanlar bu günâhı taşırlar. 3) Îsâ aleyhisselâm, insanları bu günâhdan halâs etmek için, dünyâya gelmiş olan Allahın oğludur. 4) Allahü teâlâ, insanların günâhını afv etmek için, kendi oğlunu haça gerdirmişdir. 5) Dünyâ, bir mihnet [sıkıntı] yeridir. Dünyâda, zevk ve safâ yasakdır. İnsanlar mihnet çekmek ve ibâdet etmek için yaratılmışdır. 6) İnsanlar, doğrudan doğruya, Allahü teâlâya ibâdet edemezler. Allahü teâlâdan bir şey istiyemezler. Ancak râhibler, [papazlar] insanların yerine, Allaha yalvarabilirler ve onların günâhını 442
443 afv edebilirler. 7) Hıristiyanların başında Papa bulunur. Papa günâhsızdır. Onun her yapdığı iş isâbetlidir. 8) İnsanlarda rûh ve beden ayrıdır. İnsanın rûhunu ancak papazlar temizler, beden ise, dâimâ günâhkâr kalan bir habîs [çirkin] şeyden ibâretdir. Bu akl ve mantığa sığmıyan iddi âlardan dolayıdır ki, yehûdî dîninin düzeltilmesi için uğraşan Îsâ aleyhisselâmın ortaya koyduğu nasrâniyyet dîni, esâsından uzaklaşmış, hıristiyanlık denilen bâtıl bir şekle dönmüşdür. Hıristiyanlığın tekrâr hakîkî nasrâniyyet şekline girmesi için, çok çalışmalar yapılmışdır. Luther isminde bir papaz, protestanlığı kurarak, ba zı düzeltmeler yapacağım derken, bu ilâhî dîni, büsbütün tahrîb etmiş, bozmuşdur. İşte islâm dîni, Îsâ aleyhisselâmdan sonra, bütün bu hatâları düzeltmek, yolundan çıkmış olan ve gitdikçe, dahâ da bozulan, (Tek Allah) dînini tekrâr ilâhî bir şekle koymak için zuhûr etmişdir. Allahü teâlâ, esâsen bütün din kitâblarında, (bir son Peygamber aleyhissalâtü vesselâm geleceğini) ve bu son Peygamberin insanları en doğru yola, hidâyet yoluna koyacağını beyân buyurmakdadır. Bu ifâde, hem Tevrâtda, hem de, birçok değişdirmelere rağmen, İncîlde vardır. Şöyle ki, Yuhannâ İncîlinin 16. cı bâbının 12. ci ve 13. âyetlerinde, (Benim size söyliyeceğim pek çok şeyler vardır. Fekat, siz henüz bunlara tehammül edemezsiniz. Ama o geldiği zemân, sizi her hakîkate ulaşdıracakdır) diye Muhammedin sallallahü aleyhi ve sellem geleceği bildirilmekdedir. Barnabas İncîlinin 72., 96., 136., 163. bâblarında, Hazret-i Îsânın havârîlerine, (Bir son Peygamber geleceğini, isminin Ahmed olacağını, o gelinceye kadar bozulacak olan İncîli tekrâr düzelteceğini ve yeni bir kitâb getireceğini, kendisinin haça gerilmediğini, haça gerilen kimsenin, bulunduğu mahalli ihbâr eden Yehûda olduğunu) bildirdiği açık açık yazılıdır. Kur ân-ı kerîmin Saf sûresinde bu husûs, teyîd edilmekdedir [sağlamlaşdırılmakdadır]. Saf sûresi, altıncı âyetinde meâlen, (Meryem oğlu Îsâ aleyhisselâm, Ey İsrâîl oğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrâtı tasdîk eden ve benden sonra gelecek ve ismi Ahmed [Muhammed ile aynı ma nâdadır] olan bir Peygamberi aleyhissalâtü vesselâm müjdeliyen, Allahü teâlâdan size gönderilmiş bir Peygamberim demişdi. Ancak, o Peygamber [Muhammed aleyhisselâm] kendilerine geldiği zemân, bu apaçık bir büyüdür, sihrdir dediler) buyurulmuşdur. 443
444 İSLÂMİYYET Îsâ aleyhisselâmın müjdelediği yeni dîni yaymak için, Allahü teâlânın seçdiği yüce Peygamber, Muhammed aleyhissalâtü vesselâm dır. Peygamberin nasıl yetişdiği ve kendisine ilk ilâhî emrin nasıl verildiği, islâm dînini nasıl yaymağa başladığı hakkında, bu kitâbın (Müslimânlık ve Hıristiyanlık) ve (Kur ân-ı kerîm ve bugünkü Tevrât ve İncîller) kısmlarında ma lûmat vardır. Bu iki kısmda zikr edilmemiş husûsları ilâve ediyoruz. Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemin mîlâdın 571 senesinde tevellüd etmesinden 43 sene sonra, teblîg etmeğe başladığı islâm dîni [İslâmiyyet], yehûdî ve hıristiyan dinlerinin islâh edilmiş, doğru olmıyan kısmları çıkarılmış, tâm ilâhî ve mantıkî şekle sokulmuş ve akl-ı selîme sığmıyan sonradan insanlar tarafından ilâve edilmiş olan kısmları kaldırılmış, Allahü teâlânın gönderdiği hakîkî dindir. Bu dînin ismi (İslâmiyyet)dir. Çünki, bu kitâbın başından beri bildirdiğimiz gibi, Âdem aleyhisselâm zemânından beri bilinen islâm dîni, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmdan sonra en son ve en kâmil şekli ile, Muhammed aleyhisselâma bildirilmişdir. Âdem aleyhisselâmdan, en son Peygamber Muhammed aleyhisselâma kadar bütün Peygamberlerin teblîg etdikleri dinlerin esâsı (Tevhîd)dir. Ya nî, bir olan Allahü teâlâya inanmakdır. Hıristiyanların kitâblarında yazılı olan, diğer Peygamberlerin hayâtları ve teblîg etdikleri dinler tedkîk edilirse onların da, başlangıçda (Tevhîd) dîni olduğu görülür. Bu da, (Teslîs, Îsâ aleyhisselâmın dînine sonradan yehûdîler ve Romalılar tarafından karışdırılmışdır) sözümüzün isbâtıdır. İslâm dîninin kitâbı (Kur ân-ı kerîm)dir. Kur ân-ı kerîm, hakîkî Allah kelâmıdır. Diğer dinlerin kitâblarının zemânla değişmelerine ve içerisine insan eliyle parçalar ilâve edilmesine rağmen, Kur ân-ı kerîm, ilk indirildiği günden bugüne kadar, tertemiz kalmış, bir kelimesi bile değişmemişdir. İslâm dîninin getirdiği îmân bilgileri, diğer Peygamberlerin dinlerinin bildirmiş oldukları îmânın aynıdır. Ya nî (Tevhîd)dir. Bir olan Allahü teâlâya îmândır. Fekat, diğer dinlere sonradan hurâfeler, mantık ve akl-ı selîme uymıyan parçalar ilâve edilerek, çoğu (Müşrik) oldular. Bugün bütün dünyâ, islâm dîninden takdîr ile bahs etmekdedir. Hâlbuki, Kurûn-ı vüstâda [Orta çağda] hıristiyan din adamları, ne olduğunu öğrenmeden, bir parçacık bile vâkıf olmadan, islâm dînine (şeytânın kurduğu din) diye hücûm etmişler, yukarıda 444
445 zikr etdiğimiz gibi, en büyük hıristiyan din adamı olan papalar, müslimânları imhâ etmek için, Ehl-i salîb [haçlı] seferleri kurmuşlardı. Ancak, 18. asrdan sonra, târîhciler yavaş yavaş islâm dînine nüfûz etmeğe, Kur ân-ı kerîmi kendi dillerine terceme etmeğe başladılar. Bu tercemelerin bir kısmı, müteassıb hıristiyanlar tarafından yapıldığı için, aslına uymamakda ise de, insâflı târîhciler tarafından yapılmış doğru tercemeler de vardır. Bir yandan da, müslimânlar tarafından yapılmış Kur ân-ı kerîm tefsîrleri de bulunmakdadır. Kur ân-ı kerîmin, doğru yapılmış terceme ve tefsîrlerini okuyan ve islâm dînini az çok anlıyanlar, İslâmiyyete hayrân olmuşlardır. Bunların arasında, Goethe, Carlyle, Lamartine, Tagore gibi bütün dünyâda tanınmış, meşhûr şahsiyyetler vardır. Bunlar islâm dînine olan hayrânlıklarını açıklamakdan çekinmediler. Bunlar hakkında kitâbımızın (Müslimânlık ve Hıristiyanlık) kısmında geniş îzâhât bulacaksınız. Şimdi, size o kısmda bulunmıyan ve 1266 [m. 1850] târîhinden sonra Türkiyeye gelmiş olan ba zı devlet adamlarının islâm dîni ve Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm hakkındaki yazılarından birkaçını bildireceğiz. 1311-1316 [m. 1898] seneleri arasında İstanbulda İngiltere sefâreti birinci kâtibi olan Sir Charles Eliot 1900 senesinde basılan (Turkey in Europe = Avrupada Türkiye) adlı eserinin (Müslimânlık dîni) kısmında şöyle demekdedir: (Îsâ aleyhisselâmın mülkü, bu dünyâ değildi. Eğer hıristiyanlık, belli bir hükûmet veyâ teşekküle bağlı olsaydı, bu din arada kaynar giderdi. Müslimânlıkda ise, bunun temâmen aksi olduğu görülür. Muhammed aleyhisselâm, yalnız bir din adamı değil, aynı zemânda, çok büyük bir liderdi. Kendisini ziyârete gelenler, Ona karşı, Papaya ve Sezara duyulan saygıların birleşimi hâlinde bir saygı duyarlardı. Muhammed aleyhisselâm, dâimâ dikkatli bir devlet adamı olmuş, yapdığı fevkal âde işlere ve bütün mu cizelerine rağmen, kendisinin tevâzu sâhibi bir insan olduğunu söylemişdir. Husûsî hayâtında hiç bir hatâsı yokdur.) Kitâbın başka bir yerinde ise, (Îsâ aleyhisselâmın yaşadığı zemândaki insanların hâllerini, yapdıkları hatâları, günâhları düşünecek olursak, İncîlde, bunların men edilmemiş olması hayret vericidir. İncîl, yalnız bu günâhların işlenmemesini tavsiye eder. Bunları işlemiş olanlara ne yapılacağından hiç bahs etmez. Hâlbuki Kur ân-ı kerîm, günâhları, meselâ puta tapmak veyâ doğan kız çocuklarını diri diri gömmek gibi işleri, Allahın nasıl cezâlandıracağını açıkca bildirmiş, böylece Arabistânda, o zemânlar hükm süren bâtıl putperestliği ve âdetleri temâmîle islâh ederek millete behâ biçilmez bir iyilikde bulunmuşdur) demekdedir. 445
446 Sir Eliot devâm ederek; (Müslimânlığın en güzel bir tarafı da, vatandaşları ve ecnebîleri birbirinden tefrîk etmeyişidir. Müslimânlıkda Allah ile kul arasında bir vâsıta yokdur. İslâmiyyet, hıristiyanlıkdaki papazlar gibi, vâsıtaları ortadan kaldırmışdır. İslâmiyyetin insana verdiği ehemmiyyet çok büyükdür. Meselâ, islâmiyyete inananların en güzel nümûnelerinden olan Türk askeri, son derecede emr dinler. Şahsî teşebbüs [kendi başına, kimseden yardım görmeden iş görme] sâhibidir. Diğer milletlerde böyle bir asker hemen hemen yokdur. Türk askerinin disiplini, âmirlerine itâat etmesi, cesâreti, onun müslimân oluşundan ileri gelmekdedir. Bu güzel huyları ona müslimânlık öğretmekdedir. Müslimânlık aynı zemânda, (Zekât vermek) sâyesinde, insanlar arasında (servet birliği)ni de kurmakda, birçok felâketlere sebeb olan zengin fakîr farkını kaldırmağa gayret etmekdedir. Bu haşmetli din, herkesin anlıyacağı kadar basîtdir. Muhammed aleyhisselâmın hayâtı üzerinde insâflı ve etrâflı tedkîk yapmış olanlar, Ona karşı büyük bir muhabbet ve hurmet duyarlar) demekdedir. Şimdi başka birinin eserini tedkîk edelim. Fransanın Touraine şehrinde doğmuş olan İtalyan asıllı Fransız devlet adamı Henri A. Ubicini, senelerce Türkiyede kalmış olup, 1267 [m. 1851] de Parisde yayınlanan (La Turquie Actuelle = Bugünkü Türkiye) eserinde, islâm dîni hakkında şöyle demekdedir: (İslâm dîni, insanlara şefkat ve idrâk emr eder. Avrupanın (dinsiz) diye sînesinden atdığı bahtsız insanlar, pâdişâhın müsâfiri oldular ve müslimân Türk dünyâsında, vatanlarında mahrûm oldukları, hürriyyet ve emniyyet içinde yaşadılar. Bütün din mensûbları, burada aynı adâleti ve şefkati gördüler. Türklere ve müslimânlara barbar diyen Avrupalı, onlardan müsâfir-perverlik ve insanlık dersi aldı. Onaltıncı asrda yaşamış olan bir yazar, Ne garîbdir, ben islâm memleketlerini gezdim. Barbar dediğimiz müslimânların şehrlerinde ne kaba kuvvet, ne de cinâyet gördüm. Herkesin hakkına saygı gösteriyorlar. Garîblere melce, yardımcı oluyorlar. Büyük küçük, hıristiyan, yehûdî veyâ müslimân, hattâ îmânsız [müşrik] olsun, aynı adâleti ve merhameti buluyor demekdedir. Ben de ona katılıyorum) demekdedir. Ubicini kitâbının başka bir yerinde şunları yazmakdadır: (İstanbulda, müslimânların oturduğu İstanbul kısmında senede ancak bir-iki polis vak ası meydâna gelmekdedir. Hâlbuki, hıristiyanların oturduğu Pera [Beyoğlu] kısmında, hergün yüzlerce hırsızlık, dolandırıcılık ve cinâyet vak aları zuhûr etmekde, 446
447 insanlar birbirini dolandırmakda, birbirini öldürmekde ve burası Avrupanın büyük şehrleri gibi, bir batakhâne şekline girmekdedir. İstanbul kısmında yüzbinlerce müslimân sulh ve sükûnet içinde nâmûsu ile yaşarken, Perada bulunan tahmînen 30.000 hıristiyan, bütün dünyâya bir nâmûssuzluk, iffetsizlik ve serserilik nümûnesi olmakdadır. Pera için İtalyanlar, (Pera, dei sulirati il nido = Pera, serseriler yatağı) adlı bir şarkı yapmışlar ve bu şarkı oradakilerin ağzından düşmez olmuşdur.) Burada bir de Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem hakkında bir dinsizin ne söylediğini de bildirmek istiyoruz. Yehûdî asllı bir komünist ve marksist olan, hiçbir dîni tanımayan, bütün Peygamberleri aleyhimüssalevâtü vetteslîmât sar aya tutulmuş, gözlerine hayâller görünen, hasta kimseler olarak kabûl eden Maxime Rodinson ismindeki kâfir, bundan kısa bir zemân evvel neşr etdiği ve 25 dile çevrilmiş olan (Muhammed) ismindeki eserinde, Kur ânı kerîmden aldığı birçok âyetlerin ma nâsını kendi düşüncesine göre değişdirdiği hâlde, Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem için, (Düşüncesi ve hareketleri ile dünyâyı yerinden sarsmış olan bu zât hakkında, aslında az şey biliyoruz. Ama, Muhammedin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem başka hiçbir kimsede rastlanmıyan bir şahsiyyet ışığı ile parıldadığını görmek mümkindir. Etrâfında toplanmış olan insanları parlatan da, işte bu ışıkdır. Bunu kabûl etmek zorundayız. Ben de, kitâbımda bu ışığı [nûru] görebildiğim kadar tesbîte çalışdım) demek zorunda kalmışdır. Görülüyor ki, artık Avrupalı muharrirler de, İslâm dîninin mükemmeliyyetini kabûl etmekde, Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem hakkında medhiyyeler söylemekde, Kur ân-ı kerîmi bir mükemmel kitâb olarak tanımakdadırlar. Fekat, bu kitâbın Allah tarafından gönderilmediğini, Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem tarafından yazıldığını, ya nî Ona gelen vahyden değil, kendi karîhasından [düşünme gücünden] geldiğini, fekat son derecede dürüst olan Muhammed aleyhisselâmın, bunların hakîkaten Allahü teâlâdan geldiğine inandığını zan etmekdedirler. Bu târîhcilerden bir kısmı, Muhammed aleyhisselâmın okuma yazma bildiğini, ba zı hıristiyan [veyâ yehûdî] din adamlarından din bilgisi aldığını iddi â etmekdedirler. Yukarıda zikr etdiğimiz komünist Rodinson, Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem için, Kur ân-ı kerîmin açıkca bildirdiği ve müslimânların kullandığı (Ümmî) kelimesinin (okuma yazma öğrenmemiş) ma nâsına değil, büsbütün başka bir ma nâya geldiğini isbâta çalışmakdadır. Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem in 447
448 râhib (Bahîra)dan ilm öğrendiğinden bahs etmekdedir. Bahîra, bir hıristiyan râhibidir. Ba zı kaynaklar asl adının Georgius veyâ Sergius olduğunu söylerler. Bahîra [veyâ Behîra] ârâmî dilinde (seçkin) ma nâsına gelmekde olup, bu râhibin lakâbı olsa gerekdir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem oniki yaşlarında iken, birgün Ebû Tâlibin ticâret için sefer hâzırlığı yapdığını gördü. Kendisini götürmek istemediğini anlayınca, Ebû Tâlibe, (Bu şehrde beni kime bırakıp gidiyorsun? Ne babam var, ne de bir acıyanım!...) buyurdu. Bu söz Ebû Tâlibe çok te sîr etdi. Yanında götürmeye karâr verdi. Ticâret kervânı uzun bir yolculukdan sonra, Busrâda hıristiyanlara mahsûs bir manastırın yakınında konakladı. Bu manastırda Bahîra adında bir râhib kalıyordu. Önceden yehûdî âlimlerinden iken, sonradan hıristiyan olan bu bilgili râhibin yanında, elden ele geçerek saklanan bir kitâb vardı ve sorulara bundan cevâb verirdi. Kureyşin kervânı, dahâ önceki yıllarda buradan def alarca gelip geçmesine rağmen, hiç ilgilenmemişdi. Her sabâh manastırın damına çıkıp, kâfilelerin geldiği cihete bakar, merakla bir şeyler beklerdi. Râhib Bahîraya bu def a bir hâl olmuş ve heyecânla irkilip, yerinden fırlamışdı. Çünki, Kureyş kervânını uzakdan görünce, üstünde bir bulutun da onlarla birlikde süzülüp geldiğini farketmişdi. Bu bulut, Peygamber efendimizi gölgelemekdeydi. Kervân konaklayınca, Bahîra, Resûlullah efendimizin altına oturduğu ağacın dallarının üzerine doğru eğildiğini de gördü. İyice heyecânlandı. Derhal sofralar kurdurdu. Sonra, haber göndererek, Kureyş kervânında bulunanların hepsini yemeğe dâvet etdi. Kervânda bulunanlar, Peygamberimizi sallallahü aleyhi ve sellem, mallarının yanında bırakıp, râhibin yanına gitdiler. Bahîra, gelenlere dikkatle bakıp, (Ey Kureyş topluluğu, içinizde yemeğe gelmeyen var mı?) diye sordu. (Evet, bir çocuk var) dediler. Çünki, Kureyşliler geldiği hâlde bulut hâlâ orada idi. Bunu görünce, kervânın da yanında bir kişinin kaldığını anlamışdı. Râhib Bahîra, ısrârla Onun da gelmesini istedi. Gelir gelmez Ona dikkatle bakmaya ve incelemeye başladı. Ebû Tâlibe, (Bu çocuk senin neslinden midir?) dedi. Ebû Tâlib, (Oğlum) deyince, Bahîra, (kitâblarda bu çocuğun babasının sağ olmayacağı yazılı, O senin oğlun değildir) dedi. Bu sefer Ebû Tâlib, (O benim kardeşimin oğludur) diye cevâb verdi. Bahîranın, (Babası ne oldu?) sorusuna da, (Babası, doğmasına yakın öldü) dedi. Bahîra, (Doğru söyledin, annesi ne oldu?) deyince, (O da öldü) diye cevâb verdi. Bunlar karşısında, (Doğru söyledin) diyen Bahîra, Peygamber efendimize dönüp, putların is- 448
449 mi ile yemîn et, dedi. Sevgili Peygamberimiz, Bahîraya (Putların ismiyle yemîn isteme. Dünyâda bana onlardan büyük düşman yokdur. Ben, onlardan nefret ederim) buyurdu. Bahîra, bu sefer Allahü teâlânın ismi ile yemîn eder misin,) dedi. Ve dahâ pek çok süâller sorup, cevâblarını aldı. Bahîranın aldığı cevâblar, önceden okuduğu kitâblara aynen uyuyordu. Sonra, sevgili Peygamberimizin mubârek gözlerine bakıp, Ebû Tâlibe, (Bu kırmızılık, mubârek gözlerinde devâmlı durur mu?) diye sordu. O da, (Evet, gitdiğini görmedik) dedi. Bahîra, bu alâmetin de uygunluğunu görünce, kalbinin yakîn hâsıl etmesi için, mühr-i nübüvveti görmeyi istedi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, edeblerinden mubârek sırtını açmak istemediler. Ebû Tâlib, (Ey gözümün nûru! Bu arzûsunu da yerine getir) deyince, mubârek sırtını açdı. Bahîra, (Mühr-i Nübüvveti) bütün güzelliği ile doya doya temâşâ etdi. Heyecanla öpdü ve gözlerinden yaşlar boşandı. Sonra da, (Ben şehâdet ederim ki, sen Allahü teâlânın resûlüsün) dedi. Sesini dahâ da yükselterek, (İşte âlemlerin efendisi... İşte âlemlerinin Rabbinin Resûlü... İşte Allahü teâlânın âlemlere rahmet olarak gönderdiği büyük Peygamber...) dedi. Orada bulunan Kureyşliler, hayret ederek, (Muhammedin aleyhisselâm, bu râhib yanındaki kıymeti ne kadar fazla imiş) dediler. Bahîra, Ebû Tâlibe dönerek, (Bu, Peygamberlerin sonuncusu ve en şereflisidir. Bunun dîni, bütün yeryüzüne yayılır ve eski dinleri nesh eder. Bu çocuğu Şâma götürme. Zîrâ, İsrâîloğulları Ona düşmandır. Korkarım ki, mubârek bedenine bir zarar verirler. Bunun hakkında çok ahd ve mîsâk olmuşdur) dedi. Ebû Tâlib, (Bu ahd ve mîsâk nedir?) diye sorunca, (Allahü teâlâ, bütün Peygamberlere ve en son da Îsâ aleyhisselâma, ümmetlerine, âhir zemân Peygamberinin sallallahü aleyhi ve sellem geleceğini bildirmelerini emr etmişdir) dedi. Ebû Tâlib, Bahîranın bu sözleri üzerine Şâma gitmekden vazgeçdi. Mallarını Busrâda satıp Mekkeye döndü. Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem in Bahîra ile karşılaşması ilk ve son olarak, bu kısa görüşmeden ibâretdir ki, 12 yaşında bir çocuğun kısa bir zemân içinde, bütün dinler hakkında bilgi alması imkânı yokdur. Hıristiyan târîhcilerden ba zıları da, Peygamberimizin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem Nastûrâ isminde bir râhibden ders aldığını iddi â ederlerse de [kendilerinin de i tirâf etdikleri gibi] bunun hakkında hiçbir delîl yokdur ve bunun da, ancak kısa bir karşılaşmakdan ibâret olduğu anlaşılmakdadır. Çok mu azzam bir kitâb olan Allah kelâmı Kur ân-ı kerîmin bir insan tarafından yazıldığı nasıl iddi â olunabilir? Kur ân-ı ke- 449 Herkese Lâzım Olan Îmân: F-29
450 rîm tedkîk edilince, içinde ancak bugünlerde sırrını çözebildiğimiz, tabî at kanûnlarının ve hayâtî tekâmülün [meselâ ilk hayâtın sudan geldiği, insan yiyeceklerinin ancak semâdan inen maddeler ile hâsıl olduğu v.b.] bildirildiği, bunun yanında, ancak bugün kurmağa çalışdığımız sosyal, ictimâî nizâmın en mükemmel, en mantıkî tarzda açıklandığı, (zekât) emri ile servet adâletinin te mîn edildiği, en yüksek ahlâk kâ idelerinin, en mükemmel ibâdet tarzının öğretildiğini görüyoruz. Bütün bunların, çok zekî de olsa, hiç kitâb okumamış bir kimse tarafından bundan 1400 sene evvel bilinip kaleme alınması imkânı yokdur. Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem Kur ân-ı kerîmin âyetleri geldiği zemân, bunları Eshâbına açıklıyordu. Kur ân-ı kerîmin hepsinin tefsîrini Eshâbına bildirdiğini imâm-ı Süyûtî haber vermekdedir. Avrupalılar, bir de Onun Peygamberliğini kabûl etseler, kendilerinin de müslimân olacakları ve se âdete kavuşacakları muhakkakdır. Ümmîd ederiz ki, bir gün gelecek, hak dînini seçerek, ebedî se âdete kavuşacaklardır. İSLÂMİYYETDE FELSEFE VAR MIDIR? Yukarıda, muhtelif dinlerin îmân esâslarını ve hükmlerini kısaca inceledik. Şimdi de biraz İslâm dîninde felsefe var mıdır? Bunu inceliyelim: Felsefe, her hangi bir bahs ve mevzû üzerinde insanların akl ve mantık yolu ile incelemeler ve araşdırmalarla elde etdikleri netîcelere verilen ismdir. Kısaca, (Her şeyin aslını arama ve ne için var olduğunun sebebini bulma) ma nâsına gelir. Felsefe, yunanca (Filozofiya = Hikmet sevgisi) demekdir ve derin düşünme, arama, kıyâslama ve tedkîk esâslarına dayanır. Felsefe ile meşgûl olanların, hem rûh, hem de fen bilgilerinde çok derin bilgi sâhibi olması gerekir. Fekat, bir insan ne kadar ilmi olursa olsun, yanlış düşünebilir veyâ yapdığı araşdırmalardan yanlış netîceler çıkarabilir. İşte bunun içindir ki, felsefe, hiçbir zemân kesin netîceler vermez. Bir kerre de, bunu işiten insanın kendi akl ve mantık süzgecinden geçirmesi îcâb eder. Her felsefenin bir de zıddı vardır. Onun için, bu karşılığı da incelemek, her iki düşünceyi karşılaşdırmak lâzım olur. Birçok felsefî düşüncelerin zemânla değişebileceği unutulmamalıdır. O hâlde, felsefî düşünceler, hiçbir zemân kesinlik taşımaz. Kur ân-ı kerîmde âyetler iki nev dir. Bunların bir kısmının ma nâsı açıkdır. Bunlara (Muhkem âyetler) ismi verilir. Bir kısmının ma nâsı ise, açıkça anlaşılmaz. Bunlar, ayrıca tefsîre, îzâha muhtaçdır. Bu âyetlere (Müteşâbih âyetler) adı verilir. Hadîs-i şe- 450
451 rîfler [Peygamberimizin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem sözleri] de, muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki kısmdır. Bunları tefsîr etmek mecbûriyyeti, islâm dîninde (İctihâd) müessesesinin kurulmasına sebeb olmuşdur. Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem de, bizzat ictihâd yapmışdır. Onun ve Eshâb-ı kirâmın radıyallahü teâlâ anhüm ecma în yapdıkları ictihâdlar, İslâm bilgilerinin temelidir. İslâm dînini yeni kabûl eden kavmlerin, kendi dinlerine göre mukaddes saydıkları şeylerin islâm dînindeki hükmünün ne olduğunu, islâm dîninin bunlar hakkında nasıl hükm etdiğini sordukları zemân, islâm âlimleri bunlara cevâblar vermişlerdir. Bunlardan i tikâd, îmân ile ilgili mes elelerin hâl edilmesi, cevâb verilmesinden (Kelâm) ilmi meydâna gelmişdir. Kelâm âlimlerinin islâmı yeni kabûl edenlere, eski dinlerinin niçin yanlış olduğunu mantıkî bir tarzda isbât etmeleri îcâb ediyordu. Kelâm âlimleri rahime-hümullahü teâlâ bu mes eleleri çözmek için çok uğraşdılar. Birçok hakîkatler ve çok kıymetli mantık ilmi ortaya çıkdı. Bir yandan da, yeni müslimân olanlara Allahü teâlânın var ve bir olduğunu, ebedî olduğunu, doğmamış ve doğurmamış olduğunu, onların anlıyacağı tarzda anlatmak ve şübhelerini ortadan kaldırmak îcâb ediyordu. Kelâm âlimleri rahime-hümullahü teâlâ bu işde çok muvaffak oldular. Bu mukaddes vazîfeyi yapmakda, müslimân fen adamları da, kelâm âlimlerine yardımcı oldular. Meselâ, yıldızlara kudsiyyet veren Sâbiî ve Veseniye ismindeki putperestleri, bu yanlış i tikâddan uzaklaşdırmak için, mantık ve hey et [astronomi] âlimi Ya kûb bin İshak El-Kindî senelerce uğraşdı ve sonunda onlara, düşüncelerinin yanlış olduğunu vesîkalarla isbât etdi. Ne yazık ki, kendisi, eski Yunan felesoflarının sapık fikrlerinin te sîrleri altında kalarak Mu tezilî oldu. 260 [m. 873] de, Bağdâdda vefât etdi. Beşinci Abbâsî halîfesi Hârûnürreşîd [1] zemânında, Bağdâdda (Dâr-ül-hikmet) isminde bir müessese kurulmuşdu. Bu müessese büyük bir terceme bürosu idi. Yalnız Bağdâdda değil, Şâmda, Harrânda, Antakyada da, böyle ilm merkezleri kurulmuşdu. Buralarda yunancadan ve latinceden eserler terceme edildi. Hind, Fars kitâbları da bunlara eklendi. Ya nî hakîkî (Rönesans) [Eski kıymetli eserlere dönüş] ilk def a Bağdâdda başladı. İlk olarak Eflâtûnun, Porphyriosun, Aristotelesin [Aristonun] eserleri arabîye terceme edildi. İslâm âlimleri rahime-hümullahü teâlâ bunları dikkat ile tedkîk etdiler. Yunan ve Latin filozoflarının ba zı fikrlerinin doğru, ekserîsinin de hatâlı, bozuk olduğunu isbât etdiler. Bunların, (Muhkem) olan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler, akllarına ve man- [1] Hârûn Reşîd, 193 [m. 809] da Tûsda vefât etdi. 451
452 tıklarına ters düşüyordu. Onların, fen ve din bilgilerinin çoğunda câhil oldukları, aklın, fikrin anlıyamadığı bilgilerde, dahâ çok yanıldıkları görüldü. Hakîkî âlimler, meselâ imâm-ı Gazâlî, imâm-ı Rabbânî rahime-hümallahü teâlâ, bu felsefecilerin en mühim îmân bilgilerine inanmadıklarını görmüşler, küfrlerine sebeb olan yanlış inanışlarını uzun uzun bildirmişlerdir. İmâm-ı Gazâlînin (El-münkizü aniddalâl) kitâbında bu husûsda geniş bilgi vardır. Hakîkî islâm âlimleri, kelâm bilgilerinde, (Müteşâbih) âyet-i kerîme ve hadîslerin açıklamalarında, yalnız Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmın radıyallahü teâlâ anhüm ecma în ictihâdlarına uymuşlar, eski felsefecilerin bunlara uymıyan fikrlerini red etmişler, böylece islâm dînini, hıristiyanlık gibi bozulmakdan korumuşlardır. Câhil kimseler ise, felesofların her sözlerinin doğru olacağını zannederek, bunlara teslîm olmuşlardır. İşte böylece (Mu tezile) denilen bozuk bir islâm fırkası meydâna geldi. Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem islâmiyyetde yetmişiki bozuk fırkanın hâsıl olacağını haber vermişdir. Yunan, Hind, Fars, Latin felsefelerinden ilhâm alan, İbni Sînâ, Fârâbî, İbni Tufeyl, İbni Rüşd, İbni Bâce gibi filozoflar zuhûr ederek, ba zı bilgilerde Kur ân-ı kerîmin hak yolundan ayrılmışlardır. İbni Haldûn [1], islâm ilmlerini (Ulûm-i Nakliyye) [Tefsîr, Kırâet, Hadîs, Fıkh, Ferâiz, Kelâm, Tesavvuf] ve (Ulûm-i akliyye) [Mantık, Fizik, Tabi at, Kimyâ, Matematik, Geometri, Mesâha, Münâzara ve Astronomi] adıyla ikiye ayırmışdır. Bunlardan birincilere (din bilgileri), ikincilerden tecribe ile anlaşılabilenlere ise (fen bilgileri) denir. İmâm-ı Gazâlî rahime-hullahü teâlâ rumca öğrenerek eski yunan felsefesini incelemiş, doğru bulmadığı yerlerini red etmişdir. Hârûnürreşîd rahime-hullahü teâlâ zemânında islâm ilmlerine karışdırılan felsefe, Montesquieu, Spinoza gibi filozoflara rehberlik etmiş, bunlar Farabius adını verdikleri Fârâbînin te sîri altında kaldıklarını açıkça i tirâf etmişlerdir. İmâm-ı Muhammed Gazâlî rahime-hullahü teâlâ yetmişiki fırkadan ilk zuhûr eden şî î fırkasının Dâî leri ile savaşdı. Dâî ler, Kur ân-ı kerîmin bir iç yüzü (bâtını), bir de dış yüzü (zâhiri) olduğunu iddi â etdiler. Bunlara (Bâtınî fırkası) ismi verilmişdir. İmâm-ı Gazâlî rahime-hullahü teâlâ bunların felsefelerini kolayca yıkdı. Bâtınîler bu mağlûbiyyetden sonra, islâmiyyetden dahâ ziyâde ayrıldılar. Ma nâları açık olmıyan âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere yanlış ma nâlar vererek (Mülhid) oldular. Siyâsî [1] İbni Hâldûn, 808 [m. 1406] de vefât etdi. 452
453 maksadları sebebi ile işi azıtarak, hak yoldaki (Ehl-i sünnet) müslimânlarının başına belâ oldular. Şî îler, Alî radıyallahü teâlâ anh tarafdârıyız diyerek, İslâm dînine yeni bir felsefe karışdırdılar. Muhtelif fırkaları zuhûr etdi. Hâricîler önceden Alî radıyallahü anh tarafdârı görünüp, sonra Ona düşman oldular. Bunların i tikâdına göre, (Büyük günâh işleyen mü min, kâfir olur). Bunun için, Alî ve Mu âviyenin radıyallahü teâlâ anhümâ kâfir olduklarını iddi a etmişlerdir. Bu akîdeye [inanca] karşı, ortaya yeni bir akîde dahâ çıkdı. Bunlar her şeyde akla tâbi olarak, (Mü minin mü mini öldürmesi gibi, çok büyük bir günâh işleyen kimse hakkında insanlar, yeryüzünde, karâr veremez. Onlar hakkında, ancak Allahü teâlâ, âhıretde hükm edecekdir. Onun için, bunlar ne mü min, ne de kâfirdir) dediler. Bu yeni akîdeye tâbi olanlara (Mu tezile) adı verildi. Şî î fırkasından bir de (Gâliye) [ya nî taşkınlar] fırkası zuhûr etdi ki, bunların akîdesine göre, Cennet ve Cehennem dünyâda bulunmakdadır. Bunlar temâmen kâfirdirler. İslâmiyyet ile hiçbir alâkaları yokdur. İslâmiyyeti içerden yıkmak istiyen ingilizler, islâm ismi altında, yeni bozuk fırkalar meydâna getirdiler. Bunlar arasında, Behâiyye, Kâdıyâniyye ve Teblîg-ı cemâat fırkaları şöhret buldu. 35.ci sahîfeye ve (Se âdet-i Ebediyye) kitâbının 499.cu sahîfesine bakınız! 1 BEHÂÎLER: Bunların reîsi Elbâb Alî isminde bir Îrânlıdır. Kendisine ayna derdi. Bu aynada Allah görünüyor derdi. Ölünce, Behâüllah, sonra bunun oğlu Abbâs reîs oldu. Abbâs 1339 [m. 1921] de ölünce, yerine oğlu Şevkı geçdi. Behâullah, peygamber olduğunu söylerdi. Bunlara göre, ondokuz adedi mukaddes imiş. Her ahlâksızlık şeref imiş. Her dilde kitâbları vardır. Adam aldatmasını ingilizlerden öğrendiler. 2 KÂDİYÂNÎLER: Bunlara Ahmedî de denir. Câmi ul-ezher üstâdlarından, M.Ebû Zühre diyor ki, (Kâdiyânîliğin kurucusu mirzâ Ahmed, 1326 [m. 1908] de öldü. Lahor civârında Kadyan kasabasına defn edildi. Îsâ aleyhisselâm yehûdîlerden kaçıp Kişmîre geldi. Kişmîrde öldü derler. Ahmed Kâdıyânîye peygamber diyorlar. Kur ân-ı kerîm, yehûdîlerin ve hıristiyanların hayrlı olduğunu bildiriyor. Bunun için, ingilizleri sevmek ibâdetdir diyorlar. Cihâd emri bitdi. Bize kâfir demiyene biz de kâfir demeyiz. Kâdiyânî olmıyana kız verilmez. Onlardan kız alınır diyorlar). Kendilerine inanmıyan müslimânlara kitâbsız kâfir diyorlar. Dîr-i zûr medresesi müderrislerinden allâme Hüseyn Muhammed rahmetullahi aleyh, Kâdıyânîlerin küfre sebeb olan sözleri- 453
454 ni (Erreddü alel-kâdiyânîyye) kitâbında uzun yazmakdadır. Böyle ismler altında gizlenen kâfirler, kendilerini müslimân tanıtıyorlar. Hıristiyanlarla, yehûdîlerle münâkaşa ederek, islâmiyyetin hak din, biricik se âdet yolu olduğunu isbât ediyorlar. Buna aldananlar, hemen müslimân oluyorlar. Fekat Behâîler, Kâdiyânîler, Şî îler ve Vehhâbîler, bu zevallıları aldatarak, kendi bozuk fırkalarına çekiyorlar. Nobel mükâfâtı almış olan fizikci Abdüsselâm Kâdiyânîdir. Cenûb Afrikada, 1980 senesinde hıristiyanlara karşı mücâdele ederek, onları islâmiyyete cezb eden, Ahmed Didad de, Ehl-i sünnet değildir. Yeni müslimân olanların, Ehl-i sünnetin hak yoluna, ebedî se âdete kavuşmalarına mâni olmakdadırlar. (Tesavvuf ehli): Hak yolda olan (Ehl-i sünnet fırkasından), Sôfîler meydâna çıkdı. Bunlar felsefeye bulaşmadı. Kur ân-ı kerîmi tâm anlıyabilmek ve hakîkî müslimân olmak için Peygamberimizin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem yalnız emr ve yasaklarına değil, her hâline ve ahlâkına uymalıdır dediler. Sôfîlerin yollarının esâsı şunlardır: 1) Fakîrlik, ya nî her işde, her şeyde Allahü teâlâya muhtâc olduğunu bilmekdir. Hiç kimse ve hiçbir şey, hiçbir şeyi yaratamaz. Fekat, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olurlar. Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır dediler. 2) Zühd ve takvâ, her işde islâmiyyete uymakdır. Dînin bütün ahkâmına temâmen uyarak çalışmak, iyilik yapmak ve boş zemânlarını ibâdet ile geçirmekdir. Bugün de sûfî kelimesi, (sofu) şeklinde, dîne çok bağlı olan kimseler için kullanılmakdadır. 3) Tefekkür, sükût ve zikr, ya nî hep Allahü teâlânın varlığını, ni metlerini düşünmek, lüzûmsuz konuşmamak, hiç kimse ile münâkaşa etmemek, mümkin olduğu kadar az konuşmak ve dâimâ Allahü teâlânın ismini zikr etmekdir. 4) Hâl ve makâm, ya nî kalbe gelen nûrlarda, kalbin, rûhun temizlenme derecesini anlamak ve kendinin haddini bilmekdir. En meşhûr ve ilk sûfî Hasen-i Basrîdir radıyallahü teâlâ anh. 21 [m. 624] de tevellüd ve 110 [m. 728] târîhinde vefât etdi. Hasen-i Basrî, öyle büyük bir din âlimidir ki, bütün müslimânlar büyük bir imâm [müctehid] olarak tanırlar. Kuvvetli seciyesi, derin ilmi ile meşhûrdur. Va zlarında herkesin gönlüne Allah korkusu telkîn etmeğe çalışmışdır. Kendisinden birçok hadîs-i şerîf rivâyet edilen büyük bir hadîs âlimidir. Mu tezile felsefesinin kurucusu (Vâsıl bin Atâ), önce Hasen-i Basrînin talebesi idi. Sonra, onun 454
455 dersinden ayrıldı. (Mu tezil), ayrılan demekdir. (Mu tezile)nin ikinci bir ismi, (Kaderiyye)dir. Çünki bunlar, kaderi inkâr ederler. (Kul kendi yapdıklarının yaratıcısıdır. Allah hiçbir zemân fenâlık yaratmaz. İnsanın irâde ve yaratmak kudreti vardır. O hâlde bir fenâlık yapmışsa, bütün mes ûliyyet ondadır. Bunu kader veyâ mukadderât ile te vîl etmek imkânı yokdur) demekdedirler. Hasen-i Basrînin talebesi olan ve dâimâ onun meclisinde bulunan, Vâsıl bin Atâ, kaderiyye düşüncesini ortaya çıkardı. Onun için, kadere inanan, Hasen-i Basrî, onu yanından uzaklaşdırdı. (Tesavvuf ehli)ne ya nî Sôfîlere göre, Hakîkî var olan ancak Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, mutlak varlık, mutlak iyilik, mutlak güzellik sâhibidir. O, gizli bir hazîne iken, kendini tanıtmak istedi. Dünyâyı ve dünyâda yaşıyanları yaratmasının sebebi budur. Allahü teâlâ, hiçbir mahlûka hulûl etmemişdir. (Ya nî onların içinde değildir.) Hiçbir insan, ilah olamaz. Allahü teâlâ insanın sıfatlarını kendi sıfatlarına benziyen bir sûretde yaratmışdır. Fekat, bu benzeyiş o kadar azdır ki, Onun sıfatlarını deniz sayarsak, insanın sıfatları ancak onun köpüğü olur. Tesavvufun gâyesi, insanı (Ma rifet-i ilâhiyye)ye kavuşdurmakdır. Ya nî Allahü teâlânın sıfatlarını tanıtmakdır. Onun zâtını, ya nî kendisini tanımak mümkin değildir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, (Allahü teâlânın zâtını düşünmeyiniz. Onun ni metlerini düşününüz!) buyurmuşdur. Ya nî, Onun kendisinin nasıl olduğunu değil, sıfatlarını ve insanlara verdiği ni metleri düşünmelidir. Bir kerre de, (Allahü teâlânın nasıl olduğunu düşündüğün zemân, hâtırına her ne gelirse, bu gelenlerin hiçbiri, Allah değildir) buyurdu. İnsanın aklının kapasitesi, sâhası sınırlıdır. Bu sınırın dışında olanları anlıyamaz. Bunları düşünürse, yanılır. Hakîkate kavuşamaz. İnsan aklı, insan düşüncesi, din bilgilerindeki incelikleri, hikmetleri anlıyamaz. Bunun için, din bilgilerine felsefe karışdıranlar, islâm dîninin gösterdiği doğru yoldan ayrılmışlar, (Bid at ehli) veyâ (Mürted) olmuşlardır. Bid at ehli olanlar, kâfir değildir, müslimândırlar. Fekat, doğru yoldan ayrılmış, yetmişiki bozuk fırkanın birinden olmuşlardır. Bu, felsefe kurbanlarının, Kur ân-ı kerîmden anladıkları yanlış akîdeler, küfre sebeb olmadığı için, müslimândırlar. (İslâm felsefesi diye birşey yokdur. İslâmiyyete sonradan felsefe karışdıranlar olmuşdur) dememiz lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimlerine rahime-hümullahü teâlâ göre, islâm bilgilerinin ölçüsü, insan aklı, insanın düşüncesi değil, muhkem olan [ma nâları açık olan] âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîflerdir. Tesavvufun esâsı insanın kendini (aczini, zevallılığını) tanı- 455
456 makdır. Tesavvuf, sırf Allah sevgisi, yüce (Ulvî) aşk esâsı üzerine kurulmuşdur. Buna da ancak, Muhammed aleyhisselâma uymakla kavuşulabilir. Tesavvuf yolunda ilerlerken, kalbde, birçok hâller hâsıl olur. Bu hâllerden biri, (vahdet-i vücûd) ya nî (Varlık birdir. Mahlûklar, hâlıkın görünüşüdür) hâlidir. Evet Kur ân-ı kerîmde beyân buyurulduğu gibi, Allahü teâlâ, insanın kalbine tecellî eder. Fekat, bu tecellî yalnız Allahü teâlânın sıfatlarının tecellîsidir. Akl ile alâkası yokdur. Tesavvuf ehli, Allahın tecellîsini kalbinde duyar. Onun için tesavvuf ehline ölüm bir felâket değil, güzel ve tatlı bir şeydir. Tekrar Allaha dönmek olduğundan ancak bir sevinç vesîlesidir. Büyük mütesavvıf, Mevlânâ Celâlüddîn-i Rûmî rahime-hullahü teâlâ ölüme, (Şeb-i arûs = Düğün gecesi) adını vermekdedir. Tesavvufda, keder ve ümmîdsizlik yokdur. Yalnız sevgi ve tecellîler vardır. Mevlânâ kuddise sirruh, (Bizim dergâhımız ümmîdsizlerin dergâhı değildir) diyor. Sözleri aynen şöyledir: (Bâzâ, Bâzâ, Her ançe hestî Bâzâ), (Gel, gel, her kim olursan ol gel, Allaha ikilik koşanlardan, mecûsîlerden, puta tapanlardan da olsan gel! Bizim dergâhımız ümmîdsizlik dergâhı değildir. Tevbeni yüz def a bozmuş olsan bile, gel!) Bu sözler, onüçüncü asrda yaşamış, Baba Efdal Kâşîye de nisbet edilmekdedir. Tesavvuf ehli arasında, imâm-ı Rabbânî, Cüneyd-i Bağdâdî, Abdülkâdir-i Geylanî, Mevlânâ Celâlüddîn-i Rûmî gibi büyük velîler, Sultân Veled, Yûnus Emre, Bağdâdlı Mevlânâ Hâlid gibi Hak âşıkları vardır. Yukarıda bildirilen (Vahdet-i vücûd), tesavvufun gâyesi, sonu değildir. Gâyeye götüren yolculuklarda, kalbde hâsıl olan ve akl ile, fikr ile, madde ile ilgisi olmıyan bilgilerdir. Bunlar kalbde bulunmaz, kalbde görünürler. Onun için, vahdet-i vücûd yerine (Vahdet-i şühûd) demelidir. Kalb, temizlenince, ayna gibi olur. Kalbde görünenler, Allahü teâlânın zâtı değildir. Hattâ sıfatları da değildir. Sıfatlarının zılları, sûretleridir. Allahü teâlâ kendi, görme, işitme, bilme gibi sıfatlarının sûretlerini, benzerlerini, insanlara vermişdir. Verdikleri Onunkiler gibi değildir. Onun görmesi, ezelîdir, ebedîdir. Her zemân, her şeyi görür. Vâsıtasız, âletsiz devâmlı görür. İnsanın görmesi böyle değildir. Bunun için, Onun görmesi hakîkî görmekdir. İnsanın görmesi, o görmenin sûreti, zıllidir, diyoruz. Görmesinin zılli gözde, işitmesinin zılli kulakda tecellî etdiği gibi, sevmesi, bilmesi ve başka birçok sıfatlarının zılleri de, insanın kalbinde tecellî eder, hâsıl olur. [Kalb, göğsümüzün sol tarafındaki et parçası değildir. Bu et parçasına (yürek) denir. Kalb, yürekde bulunan bir kuvvetdir. Buna (gönül) diyoruz. Yürek, hayvanlarda da vardır. Kalb, insana mahsûsdur.] Gözün görebilmesi için, hasta, bozuk olmaması lâzım olduğu gibi, kalbin de, bu tecellîye kavuşa- 456
457 bilmesi için, hasta olmaması lâzımdır. Kalbi hastalıkdan kurtaran ilâc, üç şeyden yapılır. Bunlar, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek, ibâdetleri yapmak ve harâmlardan sakınmakdır. İslâmiyyetden ve tesavvufdan haberi olmıyan kimseler, dîni, dünyâ kazançlarına âlet ediyorlar. Bu yobazlar, tesavvufa, hattâ ibâdetlere, mistik bir hareket olarak, müzik sokmuş, müzik âletlerinin nağmelerine göre vücûd hareketleri yapmak gibi husûslara, âyin demişlerdir. [Mevlevî âyinleri gibi.] Başlarında mezâr taşına benzeyen beyâz uzun külâhları (sikkeleri) ile dönen mevlevîler, sağ ellerini semâya kaldırırlar ve sol ellerini semâdan aldıklarını dünyâ yüzüne göndermeği belirtmek için, aşağı indirirler. İslâm dîni ile hiçbir alâkası olmıyan ve âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde bulunmıyan böyle âyinleri, tarîkat olarak, İslâmiyyet olarak tanıtıyorlar. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmdan radıyallahü teâlâ anhüm ecma în hiçbiri, böyle âyinler yapmadı. Onların zemânlarında tesavvuf vardı. Fekat böyle tarîkatçılık yokdu. Şimdi, bu âyinleri görmek için dünyânın her tarafından birçok insan gelmekdedir. Yabancı dillerde tesavvuf hakkında yazılan eserler çokdur ve hepsinde bu bid at, bozuk yollardan bahs olunmakdadır. İmâm-ı Gazâlî rahime hullahü teâlâ hem kelâm âlimi, hem de hakîkî tesavvufun mütehassıslarından idi. Kanûnî Sultân Süleymânın rahime hullahü teâlâ şeyhulislâmı büyük din âlimi Ebüssü ûd Efendi rahime hullahü teâlâ (896 [m. 1490]-982 [m. 1574]) nin tesavvuf ehline karşı çok sert davrandığı, hattâ onların i dâmı için fetvâ verdiği söylenir. Bu doğru değildir. Ebüssü ûd Efendi, tesavvuf ehli için değil, bunların içine karışan sapık tarîkatçılar için ve (Tesavvufda yüksek dereceye varanlar için, din teklîfleri kalkmışdır. Onlar için halâl ile harâmın farkı yokdur) diyenler için sert davranmış ve bunların fitne çıkarmak, İslâmiyyeti yıkmak günâhları için, i dâm edilmelerine fetvâ vermişdir. İslâm ilmlerine felsefe karışdıranları red edenlerin başında, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem bulunmakdadır. Meşhûr olan bir hadîs-i şerîfinde, (Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacak. Yetmişikisi Cehenneme gidecek, yalnız birisi kurtulacak. Bunlar benim ve eshâbımın yolunda olanlardır) buyurdu. Gelecekden haber veren bu hadîs-i şerîf, büyük bir mu cizedir. Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem haber verdiği gibi oldu. İslâm bilgilerine felsefeyi karışdırarak, Eshâb-ı kirâmın yolundan ayrılan yetmişiki fırkayı ve bunların felsefelerini, (Ehl-i sünnet) âlimleri uzun bildirmişler, yukarıdaki hadîs-i şerîfin ışığı altında, 457
458 bunları vesîkalarla red etmişlerdir. Bu büyük âlimlerden biri, Seyyid Şerîf Cürcânîdir rahime-hullahü teâlâ. Tesavvufda vilâyet derecesine yükselmiş olan bu derin âlim, 816 [m. 1413] da Şirâzda vefât etmişdir. (Şerh-i Mevâkıf) kitâbının çok yeri bu vesîkalarla doludur. Kelâm ilminin en yüksek derecesinde bulunan Sa deddîn-i Teftâzânî de rahime-hullahü teâlâ çok kıymetli (Şerh-i akâid) kitâbında, bid at felsefesini kökünden yıkmışdır. 792 [m. 1389] da Semerkandda vefât etmişdir. 548 [m. 1153] de Bağdâdda vefât etmiş olan Muhammed Şihristânînin rahime-hullahü teâlâ (El-milel ven-nihal) kitâbı ise, başından sonuna kadar, bu reddiyyelerle doludur. Bu arabî kitâb ve türkçe tercemesi, tekrâr tekrâr basdırılmışdır. UNESCO tarafından Avrupa dillerine terceme ve neşr edilmiş, İslâmiyyetin aslında felsefe bulunmadığını ve islâm felsefesi sözünün doğru olmadığını bütün dünyâ anlamışdır. İmâm-ı Muhammed Gazâlî rahime-hullahü teâlâ hem tesavvufu, hem de metafiziği incelemiş, (El-münkız) ve (Et-tehâfütül-felâsife) kitâblarında, felsefecilerin yalnız akla dayandıklarını, çok yanıldıklarını, tesavvufcuların ise, yalnız âyet-i kerîmlere ve hadîs-i şerîflere tâbi olarak hakîkî îmâna ve ebedî se âdete kavuşduklarını bildirmişdir. Yukarıda müslimân olduklarını bildirdiğimiz, yetmişiki bid at ehlinin felsefelerini incelemiş, bunların yunan filozoflarının te sîrleri altında kaldıklarını görmüşdür. (Bid at ehli) denilen müslimânların akîdelerinin hakîkate, ya nî Kur ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olmadığı görülür. Bunların yunan felsefesinden almış oldukları parçalara, 21. asrda artık i tibâr edilmemekdedir. Bid at sâhibi müslimânların akîdeleri birbiri ile kıyâs edilecek olursa, görülür ki, Allahü teâlânın birliği, büyüklüğü, her şeyin Ondan geldiği, Onun her şeye hâkim, kâdir olması, islâm dîninin en hakîkî ve en son din olması, Kur ân-ı kerîmin Allah kelâmı oluşu ve Muhammed aleyhisselâm ın Onun son Peygamberi bulunması husûsunda hepsi ittifaklıdır. Hepsi bunları bildirmekdedirler. İnsanı, hıristiyanlar gibi, (günâhkar) değil, kudsî bir varlık sayarlar. Bunun için, yetmişiki bid at fırkasının hepsi mü mindir, müslimândır. Böyle olmakla berâber, akl ile dîni ve felsefeyi bir tutmakdadırlar. Bunun için, îmânlarında farklılıklar vardır. Muhtelif felsefelere bağlı oldukları için, aralarında ma nâsız ayrılıklar, mücâdeleler baş göstermişdir. Bunların hangisinin haklı olduğu ancak ilm ile ve hadîs-i şerîfler ile karşılaşdırmakla ortaya çıkar, yoksa zor kullanarak, birbirine düşman olarak, birbirini bozuk sayarak değil! İslâm âlimlerine göre, islâmiyyet beş şeyi muhâfaza altına almışdır. Bunlar; 1) Can, 2) Mal, 3) Akl, 4) Nesl, 5) Dindir. O hâlde, 458
459 sırf kendi inandığı felsefe doğrudur diye, mala, cana kıyan, hiçbir nasîhate ehemmiyyet vermeyen, bid at sâhibi bir kimsenin, yâ dîni, yâ da aklı yokdur. Şimdi bid at sâhiblerinin îmân bilgilerine karışdırdıkları felsefelerini bir tarafa bırakarak, Kur ân-ı kerîmden seçdiğimiz âyetlerle, Allahü teâlânın hakîkî müslimândan ne istediğini ve ona ne emrler verdiğini bir kerre dahâ tedkîk edelim. Çünki, İslâmiyyetin aslında felsefe yokdur. Yetmişiki bid at fırkası, felsefeyi islâm dînine karışdırmış, islâmiyyeti yaralamışlardır. Bir tarafdan, eski yunan felsefesini din bilgilerine karışdırmışlar, bir yandan da, kendi görüşlerine, düşünüşlerine göre din bilgilerini değişdirmişlerdir. Muhammed aleyhisselâmın Cennete gideceklerini müjdelediği (Ehl-i sünnet vel cemâ at) fırkası ise, din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan radıyallahü teâlâ anhüm ecma în işitdikleri gibi almışlar, yunan felsefesini ve kendi düşüncelerini bu bilgilere hiç karışdırmamışlardır. Bu bilgileri, başka dinlerin bilgilerinden ve felsefeden ve kendi akllarından üstün tutmuşlardır. Çünki islâmiyyet, akl-ı selîmin kabûl edeceği bilgilerdir. İslâm bilgilerinden birinin bile, doğru olduğunda şübhe eden bir aklın, selîm olmadığı, sakîm, bozuk olduğu anlaşılır. İslâm dînini noksan sanıp, felsefe ile tamâmlamağa kalkışan bir aklın noksan olduğu anlaşılır. Bir kâfir, akl-ı selîmi ile hareket ederse, ahlâkı ve işleri, Allahü teâlânın emrlerine uygun olur. Allahü teâlânın ona îmân ihsân edeceği, İsmâ îl Hakkı Bursevînin [1] (Rûh-ul-beyân) tefsîri altıncı cüz sonunda yazılıdır. Ehl-i sünnet âlimleri rahime-hümullahü teâlâ, yunan felsefesine, ancak onları red etmek için, kendi kitâblarında yer vermişlerdir. Bid at ve dalâlet fırkaları, yunan felsefesini din bilgilerine karışdırmak için, Ehl-i sünnet fırkası ise, onları din bilgilerinden ayırmak ve uzaklaşdırmak için çalışmışlardır. O hâlde, islâm dînini doğru olarak öğrenmek ve kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi anlamak istiyenin, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okuması lâzımdır. Yûnüs sûresi 44. cü âyetinde meâlen, (Şübhesiz Allah insanlara hiçbir şeyle zulm etmez. İnsanlar nefslerine zulm ediyorlar) buyurulmuşdur. Ra d sûresinin 12. âyetinde meâlen, (Bir millet, kendini bozmadıkça, Allah onların hâllerini değişdirmez) buyurulmuşdur. Yûnüs sûresi 108.ci âyetinde meâlen, (Doğru yola giren, kendisi için girmiş, sapıtan kendi zararına sapıtmışdır) buyurulmuşdur. [1] İsmâ îl Hakkı 1137 [m. 1725] de vefât etdi. 459
460 O hâlde, nasıl bir insan olmalıyız? Allahü teâlâ, Kur ân-ı kerîmde, kendine inananları ta rîf etmekdedir. Furkan sûresinin 63-73. cü âyetlerinde meâlen, (Rahîm olan Allahü teâlânın kulları, yer yüzünde gönül alçaklığı ile vakar ve tevâzu ile yürürler. Câhiller, onlara sataşacak olursa, bunlara [sağlık ve selâmet sizin üzerinize olsun gibi] güzel sözler söylerler. [Ya nî, büyük bir yumuşaklık gösterirler.] Onlar geceleri secde yapar ve kıyâmda dururlar [ya nî, nemâz kılarlar.] Onlar, yâ Rabbî, Cehennem azâbını bizden uzaklaşdır. Cehennem azâbı devâmlıdır ve çok şiddetlidir. Orası şübhesiz kötü bir yer ve kötü bir durakdır derler. Birşey verdikleri zemân, isrâf etmezler. Cimrilik de yapmazlar. İkisi ortası bir yol tutarlar. Kimsenin hakkını yimezler. Allaha şerîk koşmaz, Ondan başkasına yalvarmazlar. Allahın dokunulmasını harâm etdiği cana kıyıp, haksız olarak kimseyi öldürmezler. [Ancak suçluları cezâlandırırlar.] Zinâ etmezler. Kim bunlardan birini yaparsa günâh işlemiş olur. Kıyâmet günü azâbı kat kat olur. Orada zelîl ve hakîr olarak ebedî bırakılır. Ancak, Allah, tevbe eden ve doğru îmân eden ve ibâdet yapan, fâideli iş yapanların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah, afv ve merhamet sâhibidir. Kim tevbe eder, amel-i sâlih işlerse Allahü teâlâya [tevbesi makbûl ve Onun rızâsına kavuşmuş olarak] döner. Onlar yalan yere şâhidlik yapmazlar. Fâidesiz ve zararlı işlerden kaçınırlar. Kendilerine âyetler okunduğu zemân, kör ve sağır davranmazlar, [dikkat ile dinlerler. Bu âyetlerle kendilerine yapılması emredilen şeyleri yaparlar.]) buyurulmuşdur. Mâide sûresinin 8. ci âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler! Bir millete olan öfkeniz, sizi adâletsizliğe sürüklemesin. Âdil olunuz!) buyurulmuşdur. Mâide sûresinin 89. cu âyetinde meâlen, (Allah rastgele etdiğiniz yemînlerden değil, bile bile [yalan olarak] etdiğiniz yemînlerden hesâb sorar) buyurulmuşdur. Nahl sûresi, Bekara sûresi ve dahâ birçok sûrelerde meâlen, (Allah, sabr edenlerle berâberdir. Sabr ediniz. Sabr et, sabr Allah içindir) buyurulmuşdur. Bekara sûresinin 217. ci âyetinde meâlen, (Fitne çıkarmak, öldürmekden dahâ kötüdür) buyurulmuşdur. Bekara sûresinin 262. âyetinde meâlen, (Verdiğin malı başa kakma!) buyurulmuşdur. Bekara sûresi 271.ci âyetinde meâlen, (Sadakaları gizli vermek dahâ iyidir) buyurulmuşdur. En âm sûresi 151. ci ve Furkân sûresi 68. âyetlerinde meâlen, 460
461 (Cana kıymayın) buyurulmuşdur. A râf sûresinin 31. ci âyetinde meâlen, (Allah mallarını isrâf edenleri sevmez) buyurulmuşdur. A raf sûresinin 56. cı âyetinde meâlen, (Bozgunculuk yapmayın!) buyurulmuşdur. Tevbe sûresinin 7. ci âyetinde meâlen, (Allah, sözleşmeleri bozmakdan sakınanları sever) buyurulmuşdur. İbrâhîm sûresinin 26. âyetinde meâlen, ([Küfre sebeb olan çirkin söz söylemeyiniz.] Çirkin kelâm, rüzgârın yerden kopardığı, kökü olmıyan çirkin bir ağaca benzer) buyurulmuşdur. Nahl sûresi 90. âyetinde meâlen, (Allah, adâleti, iyilik yapmağı, akrabâya bakmağı emr eder. Hayâsızlığı, fenâlığı ve haddini aşmağı men eder. [Âyet-i kerîmedeki ihsân, tesavvuf demekdir. Allahü teâlâya, görür gibi ibâdet etmekdir]) buyurulmuşdur. İsrâ sûresinin 23-24. cü âyetlerinde [ve Ahkâf 15] meâlen, (Anana, babana öf deme, onları azarlama! Onlara tatlı söyle, onlara acıyarak alçak gönüllülük göster. Rabbim, onlar beni küçükken yetişdirdikleri gibi, sen de, onlara merhamet et diye düâ et!) buyurulmuşdur. İsrâ sûresi 26. cı âyetinde meâlen, (Akrabâna, yolcuya, düşküne hakkını ver! Elindekini isrâf etme!) buyurulmuşdur. İsrâ sûresi 28. ci âyetinde ise meâlen, ([Eğer fakîrlere verecek şeyin yoksa, onlara birşey veremiyeceksen], hiç olmazsa onlara tatlı söz söyle) buyurulmuşdur. Tâhâ sûresinin 131.ci âyetinde meâlen, (O kâfirlerden, kendilerini imtihân etmek için bol bol rızk verdiğimiz kimselere bakma! [Dünyâlıkları onları azâba götürecekdir!] Rabbinin sana verdiği rızk, dahâ iyi ve dahâ devâmlıdır) buyurulmuşdur. Rûm sûresinin 31. ci ve 32. ci âyetlerinde meâlen, (Dinde ayrı ayrı fırkalara ayrılıp, her fırka, kendisini doğru yolda sanarak sevindiği [ve diğer fırkalara düşman olduğu] kimselerden ve müşriklerden olmayınız!) buyurulmuşdur. Şûrâ sûresi 13. cü âyetinde meâlen, (Dine bağlı kalın! Tevhîd ve îmânda ayrılığa düşmeyin!) buyurulmuşdur. Câsiye sûresinin 18-19.cu âyetlerinde meâlen, ([Şehvetlerine uyan] câhillere tâbi olma! Onlar, seni Allahın azâbından kurtaramazlar. Zâlimler islâma olan düşmanlıklarında birbirinin dostu- 461
462 dur. Allahdan korkanların dostu ise Allahdır) buyurulmuşdur. Feth sûresinin 29. cu âyetinde meâlen, (Allah, inanıp emrlerini yapanlara, mağfiret ve büyük ecr vâ d etmişdir) buyurulmuşdur. Hucurât sûresinin 9. cu âyetinde meâlen, (Eğer mü minlerden iki fırka birbiri ile harb ederse, aralarını düzeltiniz) buyurulmuşdur. Şûrâ sûresi 40. cı âyetinde meâlen, (Kötülüğün karşılığı, yine aynı şeklde kötülükdür. Ama, kim afv eder ve barışırsa, Allah ona büyük mükâfat verir) buyurulmuşdur. Hucurât sûresi 6. cı âyetinde meâlen, (Eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araşdırın, [Araşdırmadan karar vermeyin!] Yoksa bilmeden bir millete [veyâ kimseye] fenâlık edersiniz ve sonra etdiğinize nâdim olursunuz) buyurulmuşdur. Hucurât sûresinin 10. cu âyetinde meâlen, (Ey müslimânlar, siz birbirinizin din kardeşisiniz. İki kardeşinizi barışdırın. Allahdan korkarsanız, size merhamet eder) buyurulmuşdur. Hadîd sûresinin 23. cü âyetinde meâlen, (Allahın size verdiği ni metlerle şımarmayınız! Gayb etdiğiniz maldan ötürü üzülmeyiniz! Allah, kendini beğenen kibrli kimseleri sevmez) buyurulmuşdur. İsrâ sûresinin 35. ci âyetinde meâlen, (Bir şeyi ölçerken, dartarken ölçüyü tam tut!) buyurulmuşdur. Rahmân sûresi 9. cu âyetinde meâlen, (Dartmayı doğru yapın! Dartıyı eksik tutmayın!) buyurulmuşdur. Mutaffifîn sûresinin 1-5. ci âyetlerinde meâlen, (İnsanlardan kendileri bir şey alırken tam alan, fekat onlara kendileri birşey ölçüp dartarken verdiklerinde eksik tutan kimselerin vay hâline! Onlar, büyük bir gün için tekrâr dirileceklerini zan etmiyorlar mı?) buyurulmuşdur. Bu meâl-i şerîfler yanında, Allahü teâlâ, kulun ne kadar dikkat ederse etsin, insan olarak, yine kusûrlar yapabileceğini bilmekde, bunlara karşı adâlet ve merhamet ile mu âmele edeceğini Kur ânı kerîmde beyân buyurmakdadır. Nahl sûresinin 61. ci âyetinde meâlen, (Eğer Allahü teâlâ insanları küfr ve günâhlarından ötürü dünyâda cezâlandıracak olsaydı, yer üzerinde bir canlı kalmazdı) buyurulmuşdur. Ankebût sûresinin 7. ci âyetinde meâlen, (İnanıp hayrlı iş işleyenlerin kötülüklerini, and olsun, örteriz, onları yapdıklarının en 462
463 güzeli ile mükâfatlandırırız) buyurulmuşdur. Zümer sûresinin 35. ci âyetinde meâlen, (Allah, îmân edenlerin kötülüklerini örter, onlara işledikleri şeylerin en güzellerinin karşılığını verir) buyurulmuşdur. Şûrâ sûresinin 25-26. cı âyetlerinde meâlen, (Allah kullarının tevbesini kabûl eder. Günâhlarını afv eder. İnanıp hayrlı iş işleyenlerin düâsını kabûl eder. Ama inkâr edenler için, çetin azâb vardır) buyurulmuşdur. Muhammed sûresinin 2. ci âyetinde meâlen, (Allah, îmân edip hayrlı iş işleyenlerin ve Muhammed aleyhisselâma gönderdiği Kur âna inananların günâhlarını örter ve hâllerini düzeltir) buyurulmuşdur. Necm sûresinin 32. ci âyetinde meâlen, (Allah, sâlih amel işliyenlere, Cennetini verecekdir. Onlar, küçük günâhlardan ve büyük günâhlardan ve fuhuşlardan sakınanlardır. Senin Rabbinin afvı boldur) buyurulmuşdur. Nâzi ât sûresi 40. cı âyetinde meâlen, (Kim Rabbinin azametinden korkup, kendini nefsinin arzûlarından men ederse, varacağı yer şübhesiz Cennetdir) buyurulmuşdur. Sebe sûresinin 17. âyetinde meâlen, (Biz nankörlerden başkasına cezâ mı veririz?) buyurulmuşdur. İşte, İslâm dîninin esâsı, insanların kalbine büyük bir ferâhlık veren, rûhunu temizleyen ve herkes tarafından kolaylıkla anlaşılan Allahü teâlânın bu yüksek emrlerini yerine getirmekdir. Felsefe esâsları ise, ancak insan düşüncelerinden ibâretdir. Bunları ancak kendilerini red etmek için okumalı, fekat, ancak Kur ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde ve islâm âlimlerinin kitâblarında zikr edilen Allahü teâlânın emrlerini kabûl edip, onları yerine getirmelidir. Hakîkî müslimânlık budur. Allahü teâlâ, müslimânların farklı inanışda olmalarını, fırkalar kurmalarını, aralarında îmân farkı olmasını men etmişdir. Hele, müslimânların gizli toplantılar yapmasını, gizli cem iyyetler kurmasını, iftirâ, gîbet gibi harâm olan şeylerle meşgûl olmalarını yasaklamışdır. Bu husûsdaki âyet-i kerîmelerin meâl-i âlîleri şöyledir: Mücâdele sûresinin 9-10. cu âyetlerinde meâlen, (Ey îmân edenler! Gizli konuşduğunuz zemân, günâh işlemeği, düşmanlık etmeği ve Peygambere [ve dolayısıyla müslimânları idâre eden makâmlara] karşı gelmeği fısıldaşmayın! Ancak iyilik yapmağı ve Allaha karşı gelmekden sakınmağı konuşun. Öyle gizli toplantılar, 463
464 müslimânları üzmek için şeytânın istediği şeydir) buyurulmuşdur. Câsiye sûresinin 17. ci âyetinde meâlen, (Din husûsunda onlara açık alâmetler verdik. Onlar ise, kendilerine ilm geldikden sonra, birbirini çekememezlikden ötürü tefrikaya [ayrılığa] düşdüler. Rabbin bunların birbirinden ayrı düşündükleri husûslar hakkında, kıyâmet günü, şübhesiz aralarında hükm edecekdir) buyurulmuşdur. Rûm sûresinin 32. ci âyetinde meâlen, (Dinlerinde tefrikaya [ayrılığa] düşüp, fırka fırka olan ve her fırkasının da kendi inançlarını beğenip sevindiği müşriklerden olmayın!) buyurulmuşdur. Hadîd sûresinin 20. ci âyetinde meâlen, (Bilin ki, dünyâ hayâtı, oyun, oyalanma, süslenme, aranızda öğünme, dahâ çok mal ve çocuk sâhibi olma da vâsından ibâretdir. Bu ise, şu yağmura benzer ki, kara toprakdan çıkardığı yeşillikler, ekincilerin hoşuna gider. Bu nebâtlar, sonra kurur. Sapsarı olduğu görülür. Sonra çöp olur. Âhiretde ise, [Dünyâya düşkün olanlara] çetin ve sonsuz azâb vardır. [Dünyâlıkları Allahın emrlerine uygun olarak kazananlara ise,] orada Allahın rızâsı ve afv etmesi vardır. Dünyâ hayâtı, sâdece aldatıcı, geçici bir devredir) buyurulmuşdur. Dünyânın, âhireti kazanmak için bir vâsıta olduğunu, bundan dahâ güzel anlatacak hangi söz vardır? Bunun için, dünyâ zevklerine kapılıp, doğru yoldan çıkacak yerde, dînimizin emrlerine iki elle sarılalım. Îmânı ve din bilgileri doğru olup, sapıklara aldanmamış olan bir müslimân, dürüst bir insan, kanûnlara sâdık bir vatandaş, hakîkî bir âlim, vatansever bir kimse olur. Kendine de, milletine de fâideli olur. İslâmiyyet, insana kıymet ve ehemmiyyet verir. Allahü teâlâ, Tîn sûresinin 4. cü âyetinde meâlen, (Ben insanı en güzel şeklde yaratdım) buyurmakda, insan hayâtına çok ehemmiyyet vermekde, (Cana kıymayın!) diye emr etmekdedir. Hıristiyanların insanı, (günâhla kirlenmiş bir çirkef) olarak ta rîf etmesini, islâm dîni şiddet ile red etmişdir. Bütün insanlar, müslimân olmağa elverişli olarak dünyâya gelirler. Sâf ve temiz olarak doğarlar. Bundan sonra artık, kişinin her yapdığı kendinedir. Zümer sûresi 41. ci ve Yûnus sûresi 108. ci âyetlerinde meâlen, (Doğru yolda giden kendi lehinedir, sapıtan kendi zararına sapıtmış olur) buyurulmuşdur. Çünki Allahü teâlâ, onlara en sevgili kulu olan Muhammed aleyhisselâmı Peygamber ve en büyük kitâbı olan Kur ân-ı kerîmi de rehber olarak göndermişdir. Kur ân-ı kerîmin ve Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem çok açık olarak gösterdiği doğru yoldan gitmiyenler, bunu beğenmedikleri için, şübhesiz cezâlarını göreceklerdir. 464
465 Sâd sûresinin 87. ci âyetinde meâlen, (Kur ân ancak, bütün insanlar için bir nasîhatdır) buyurulmuşdur. İsrâ sûresinin 15. ci âyetinde meâlen, (Kim doğru yola girerse, kendi lehine girer. Kim, kendi aklına uyarsa, sapıtırsa, kendi zararına sapıtır. Kimse kimsenin günâhını çekmez. Biz Peygamber göndermedikçe azâb etmeyiz) buyurulmuşdur. Biz, Allahü teâlânın bizi doğru olan îmâna kavuşdurması için düâ etmeliyiz. Bu da, ancak en hakîkî, en son din olan müslimânlık dînine ve bu dîni doğru olarak bildiren (Ehl-i sünnet)âlimlerinin rahime hümullahü teâlâ kitâblarına iki elle sarılmakla olur. Allahü teâlâ, insanları mü min, müslimân yapmağa mecbûr değildir. Onun merhameti sonsuz olduğu gibi, azâbı da sonsuzdur. Adâleti de sonsuzdur. Dilediği kuluna sebebsiz olarak ve o istemeden, îmân ihsân eder, verir. Kendi akl-ı selîmine uyarak, ahlâkı ve işleri iyi olanlara da, doğru olan, makbûl olan îmânı vereceği yukarıda bildirilmişdi. Bir insanın îmânlı ölüp ölmiyeceği son nefesde belli olur. Bütün ömrü îmân ile geçip, son günlerinde îmânı giden, îmânsız ölen kimse, kıyâmetde îmânsızlar arasında olur. Îmân ile ölmek için, her gün düâ etmek lâzımdır. Allahü teâlâ, sonsuz merhametinden dolayı, Peygamberler göndererek, var ve bir olduğunu ve inanılması lâzım olan şeyleri, kullarına bildirdi. Îmân, Peygamberin sallallahü aleyhi ve sellem bildirdiklerini tasdîk etmek demekdir. Peygamberi tasdîk etmiyen, inkâr eden, kâfir olur. Kâfirler, Cehennemde sonsuz yanacakdır. Peygamberi aleyhissalevâtü vetteslîmât işitmiyen kimse, Allahü teâlânın var ve bir olduğunu düşünüp, yalnız buna îmân eder ve Peygamberi aleyhissalevâtü vetteslîmat işitmeden ölürse, bu da Cennete girecekdir. Bunu düşünmeyip, îmân etmezse, Cennete girmiyecek. Peygamberi aleyhissalevâtü vetteslîmât inkâr etmediği için, Cehenneme de girmiyecekdir. Kıyâmet günü, hesâbdan sonra, tekrâr yok edilecekdir. Cehennemde sonsuz yanmak, Peygamberi aleyhissalevâtü vetteslimât işitip de, inkâr etmenin cezâsıdır. Böyle âlimler arasında rahime-hümullahü teâlâ (Allahü teâlânın varlığını düşünmeyip îmân etmiyen Cehenneme girecekdir) diyenler varsa da, bu söz Peygamberi sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem işitdikden sonra düşünmiyen demekdir. Aklı olan kimse, Peygamberi aleyhissalevâtü vetteslîmât inkâr etmez. Hemen îmân eder. Aklına uymayıp, nefsine, şehvetlerine uyar, başkasına aldanır ise, inkâr eder. Muhammed aleyhisselâmın amcası olan Ebû Tâlib, Onu, kendi öz çocuklarından dahâ çok sevdiğini, her vesîle ile izhâr etmiş ve Onu medh için kasîdeler yazmışdır. Muhammed aleyhisselâmın, onun ölüm döşeği yanına gelip, îmân etmesi için, çok yalvardığı hâlde, an anesinden ayrılmamak için, îmân etmekden mahrûm kaldığı, târîhler- 465 Herkese Lâzım Olan Îmân: F-30
466 de uzun yazılıdır. An aneye, modaya uymak hastalığı, nefslerimizin tuzaklarından biridir. Çok kimse, kendi nefslerinin bu tuzaklarına düşerek, büyük se âdetlerden, kazançlardan mahrûm kalmışlardır. Bunun içindir ki, bir hadîs-i kudsîde, Allahü teâlâ, (Nefslerinizi, kendinize düşman biliniz! Çünki, nefsleriniz, bana düşmandırlar!) buyurdu. Hıristiyan doğmuş, hıristiyan terbiyesi almış [dahâ doğrusu, beyni yıkanarak aşırı aldatılmış] bir kimse, kolay kolay bu te sîrden kurtulamaz. Sonra, arkadaşlarının kendisini, eğer dînini değişdirecek olursa, hor görmesi, âilesinin kendisinden uzaklaşması bahs konusu olabilir. Fekat, bütün bunlar, birer sebeb olmakla berâber, en büyük noksanlardan birinin de, son zemânlarda müslimânların kendi temiz, mantıkî dinlerini bilmemeleridir. Ba zı din câhillerinin ve yetmişiki bid at fırkasından birine kaymış olan sapıkların, islâmiyyet hakkında yanlış verdiği bilgiler, bozuk tefsîrler ve fen yobazlarının, fen perdesi altındaki, inkârcı yazıları ve iftirâları, müslimân olmıyanlar üzerinde çok fenâ te sîr yapmakda, onları bu tertemiz, berrak, mantıkî ve insânî hak dinden soğutmakdadır. Hâlbuki biz, ne zemân bir okumuş hıristiyanla bu kitâbda yazılı husûsları görüşsek, onun islâmiyyete karşı büyük hayrânlık duyduğunu görüyoruz. Hakîkî müslimânlar arasına karışmış olan yetmişiki bid at ehlini bir yana bırakırsak, bundan bir asr evvel, islâmiyyet ile hıristiyanlığı tâm tarafsız ve ilmî vesîkalara bağlı bir tarzda karşılaşdırmış olan Harputlu İshak efendi gibi Ehl-i sünnet âlimleri rahime-hümullahü teâlâ çok zuhûr etmişdir. Ne yazıkki, bunların eserleri, yabancı dillere çevrilmemiş, başka din mensûbları, onların kitâblarını okuyamamışdır. [Harputlu İshak Efendinin yazmış olduğu (Diyâ-ul kulûb) kitâbının türkçe ve ingilizce tercemesi, Hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır. Bugünkü İncîllerin tahrîf edildiğini ve hıristiyanlığın nesh edildiğini isbât etmekdedir.] İslâm dînini yanlış tanıtmak husûsunda, Ehl-i sünnet olmıyan islâm devletlerinin, büyük zararları olmakdadır. Dünyâda bugün adedi 40 ı bulan islâm devletlerinin bir kısmında bulunan sapık din adamları, bütün dünyâda, islâm dîni hakkında yanlış bilgi ve kanâ at meydâna gelmesine sebeb olmakdadırlar. Ehl-i sünnet olmıyan memleketlerde, Kur ân-ı kerîm yanlış tefsîr edilmekde, hattâ ba zı Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât [meselâ Âdem aleyhisselâm] inkâr edilmekdedir. Şübhesiz, zemânla bu memleketlerin idârecileri doğruyu öğrenecek ve bu yanlış hareketlerden vazgeçerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin rahime-hümullahü teâlâ yazmış oldukları milyonlarca kıymetli kitâbın gösterdikleri doğru yolu bulacaklardır. [Elhamdülillah, şimdi Hakîkat Kitâbevinin doğru yayınları, İNTERNET vâsıtası ile bütün dünyâya yayılmakdadır. İnternetdeki adresimiz www.hakikatkitabevi.com dur. Herhangi bir 466
467 memleketdeki bilgisayar, bu adrese bağlanınca, bütün kitâblarımız ekrânda görünür. Dilediği kitâbı seçerek ekrânda okur. (Tam İlmihâl) sahîfe 563 e bakınız!] Îmânı olmayan kimsenin, sonsuz olarak Cehennem ateşinde yanacağını Peygamber efendimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem haber verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna inanmak gibi lâzımdır. Sonsuz olarak ateşde yanmak ne demekdir? Herhangi bir insan, sonsuz olarak ateşde yanmak felâketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lâzım gelir. Bu korkunç felâketden kurtulmak çâresini arar. Bunun çâresi ise çok kolaydır. (Allahü teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselâmın Onun son Peygamberi olduğuna ve Onun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak) insanı bu sonsuz felâketden kurtarmakdadır. Bir kimse, ben bu sonsuz yanmaya inanmıyorum, bunun için böyle bir felâketden korkmuyorum, bu felâketden kurtulmak çâresini aramıyorum derse, buna deriz ki, (İnanmamak için elinde senedin vesîkan var mı? Hangi ilm, hangi fen inanmana mâni oluyor?) Elbet vesîka gösteremiyecekdir. Senedi, vesîkası olmayan söze ilm, fen denir mi? Buna zan ve ihtimâl denir. Milyonda, milyarda bir ihtimâli olsa da, (sonsuz olarak ateşde yanmak) korkunç felâketinden sakınmak lâzım olmaz mı? Az bir aklı olan kimse bile, böyle felâketden sakınmaz mı? Sonsuz ateşde yanmak ihtimâlinden kurtulmak çâresini aramaz mı? Görülüyor ki, her akl sâhibinin îmân etmesi lâzımdır. Îmân etmek için vergi vermek, mal ödemek, yük taşımak, ibâdet zahmeti çekmek, zevkli, tatlı şeylerden kaçınmak gibi sıkıntılara katlanmak lâzım değildir. Yalnız kalb ile, ihlâs ile, samîmî olarak inanmak kâfîdir. Bu inancını inanmayanlara bildirmek de şart değildir. Sonsuz ateşde yanmaya inanmayanın buna çok az da bir ihtimâl vermesi, zan etmesi akl îcâbıdır, insanlık îcâbıdır. Sonsuz olarak ateşde yanmak ihtimâli karşısında, bunun yegâne ve kat î çâresi olan (ÎMÂN) ni metinden kaçınmak, ahmaklık, hem de çok büyük şaşkınlık olmaz mı? Senâüllah Pânî-pütî rahmetullahi aleyh, (Hukûk-ul-islâm)kitâbında buyuruyor ki, (Allahü teâlânın varlığı, sıfatları, râzı olduğu ve beğendiği şeyler, ancak Peygamberlerin aleyhimüsselâm bildirmesi ile anlaşılır. Akl ile anlaşılamaz. Bunları bize Muhammed aleyhisselâm bildirdi. Hulefâ-i râşidînin çalışmaları ile, her tarafa yayıldı. Eshâb-ı kirâmdan ba zıları, ba zı bilgileri işitmişlerdi. Bu bilgilerin hepsini topladılar. Eshâb-ı kirâmın bu husûsda üzerimizdeki hakları çok büyükdür. Bunun için hepsini sevmemiz, övmemiz ve itâ at etmemiz emr olundu rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma în ). Bu kitâb fârisî olup, Lahorda ve 1410 [m. 1990] da İstanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır. 467
468 4 SONSÖZ Kitâbımız burada sona erdi. Zan ediyoruz ki, bu kitâbı dikkat ile okuyan bir kimse, Müslimânlığın ve Hıristiyanlığın mukaddes kitâblarından hangisinin hakîkî Allah kelâmı [sözü] olduğunu hiç tereddüd etmeden anlayacak, Kur ân-ı kerîmi mukaddes kitâb, İslâm dînini de hak din, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemi de hak Peygamber olarak kabûl edecekdir. Burada bir fikr akla geliyor: Mâdem ki İslâm dîni hak dindir. En büyük kudret sâhibi olan Allahü teâlâ, bütün insanları hidâyete kavuşduramaz mıydı? Ya nî, bütün insanları müslimân yapamaz mıydı? Bunun cevâbını, Allahü teâlâ, Kur ân-ı kerîmde vermekdedir. Secde sûresi 13. cü âyetinde meâlen, (Biz dileseydik, bütün insanları hidâyete erişdirirdik. Fekat, insanlardan ve cinlerden kâfir olanlarla Cehennemi dolduracağımı va d etdim, söz verdim) buyurulmuşdur ve Mâide sûresi, 48. ci âyetinde meâlen, (Allah isteseydi sizleri, tek bir ümmet yapardı. Fekat, itâ at edeni isyân edenden ayırmak istedi) buyurulmuşdur. Demek oluyor ki, Allahü teâlâ insanları tecribe etmekdedir. Onlara en büyük silâh olan (akl)ı vermiş, onlara en mükemmel rehber olan Kur ân-ı kerîmi ve en büyük yol gösterici olarak son Peygamberini sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem göndermiş, emrlerini ve nehylerini bildirmiş, bunlara göre hareket etmeleri için de, insanlara irâde ve ihtiyâr vermişdir. Yûnus sûresi, 108. âyetinde meâlen, (De ki: Ey insanlar! Rabbinizden size hakîkat [Kur ân-ı kerîm] gelmişdir. Hidâyete [Doğru yola ] giren ancak kendi kazancı için girmiş, dalâlete düşen [sapıtan] de, kendi zararına olarak sapıtmışdır. Ben sizin vekîliniz değilim!) buyurulmuşdur. O hâlde, kendi yolumuzu kendimiz seçmek, kendi hareketlerimizi kendiliğimizden Allahü teâlânın kitâbına uydurmak zorundayız. Bunun için de, herşeyden evvel, rûhumuzu beslemeliyiz. Rûhun gıdâsı (din)dir. Rûhunu beslemeyen dinsiz insanların bir âdî hayvandan farkları yokdur. Bu gibi insanlarda, sevgi, acıma, şefkat, anlayış ve merhamet kalmaz. Böyle olanları, en kötü maksadlar için kullanmak, çok kolaydır. Çünki, bunları kötü işlerden koruyacak inandıkları, itâat etdikleri, teslîm oldukları, yüksek bir varlık kalmamış, inançları gayb olmuşdur. Bu gibi insanlar, korkunç bir canavar gibidirler, nerede, kimlere, ne şeklde kötülük yapacakları belli olmaz. İnsanlık âlemini mahveden en denî, en fenâ 468
469 işler, böyle kimselerden zuhûr eder. Bu gibi insanları tekrar doğru yola sokmak gücdür. Fekat imkânsız değildir. Bunlara büyük bir sabr ve sebât [direnme] ile islâm dîninin esâslarını -onların anlayacağı bir tarzda- telkîn etmelidir. Allahü teâlâ, din telkîni için Peygamberine sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem emr vermişdir. Nahl sûresinin 125. ci âyetinde meâlen, (Ey Muhammed! Rabbinin yoluna hikmet ile, güzel öğütlerle çağır! Onlarla en güzel şeklde tartış! Doğrusu Rabbin, yolundan sapanları dahâ iyi bilir) buyurulmuşdur. Unutmayın ki bildiğiniz iyi ve doğru şeyleri bilmiyenlere en güzel tarzda öğretmek, üzerinize farzdır, Allahü teâlânın kat î emridir. Bu vazîfeye, (Emr-i ma rûf) denir. Bu bir ibâdetdir. İlmin zekâtı, bilmeyenlere ilmi öğretmekle ödenir. Bu, çok hayrlı bir işdir. Dînimiz, âlimin mürekkebini, şehîdin kanından efdal tutmakda, hayrlı iş görmeyi nâfile [fazla] ibâdetden üstün saymakdadır. Bugün, müslimân memleketleri, ağır sanâyi de geri kalmışlardır. Hıristiyanlar, bunun sebebini, İslâm dîninin ilerletici değil, uyuşdurucu bir din olmasında göstermekdedirler ve medeniyyetin ancak hıristiyan dîni sâyesinde elde edilebileceğini ileri sürmekdedirler. Bunun ne kadar saçma bir iddi â olduğunu söylemeğe lüzûm yokdur. (Medeniyyet), büyük şehrlerin ve insanların râhat ve huzûr içinde yaşamaları için lâzım olan san atların ve adâletin kurulması demekdir. Yalnız ağır sanâyı, medeniyyet değildir. Hıristiyan olmıyan Japonların, en ileri Hıristiyan memleketlerini nasıl geçdiğini yukarıda anlatmışdık. Yehûdî olan İsrâîlliler de, içinde çöl piresinden başka canlı bir varlık bulunmıyan yerleri zengin ormanlara ve zirâ at [tarım] topraklarına çevirmişler. Lût gölünden brom çıkarmayı ve normal hâlde iken sıvı olan bromu, Alman bilginlerinin [olamaz] demelerine rağmen, katı hâle sokmağı ve kolaylıkla yabancı memleketlere satmağı, brom ticâretinde Almanları geçmeği başarmışlardır. Demek oluyor ki, medeniyyetin hıristiyan dîni ile hiçbir alâkası yokdur. Tâm tersine, medeniyyeti emr eden islâm dînidir. Koyu hıristiyanlığın insanları nasıl karanlığa götürdüğü, müslimânlığın ise, onları nasıl nûra kavuşdurduğu Kurûn-ı vüstâda [Orta çağda] meydâna çıkmışdır. Hıristiyanlığın en kuvvetli olduğu, Avrupaya hâkim olduğu Orta çağda, Avrupada medeniyyet nâmına ne vardı? O zemân Avrupa, cehâlet, pislik, yokluk, fakîrlik, hastalık ve papazların zulmü altında inim inim inliyordu. O zemân Avrupalılar ne helâ, ne banyo bilmezlerdi. Yine o zemânda islâmiyyetin emrlerine uyan müsli- 469
470 mânlar, ilmde, fende, ticâretde, san atde, zirâ atde, edebiyyatda ve tabâbetde çok ileri gitmişler, dünyânın en büyük medeniyyetini kurmuşlardı. Halîfe Hârûn Reşîd Fransa kralı Şarlmana bir çalar sâat hediyye göndermişdi. Sâat çalınca, kral ve ma iyyeti, içinde şeytân vardır diye kaçmışlardı. Müslimânların bugün geri kalmalarının sebebi, dinlerinin emrlerine itâ at etmemeleri, ona uymamalarıdır. Bunu birçok def alar yazdık, anlatdık. Fekat biz, bugün hâlâ bundan yüzyıllarca sene evvelki medeniyyetimiz ile iftihâr ediyor, bugünkü hâlimizi hiç düşünmüyoruz! Eski ile iftihâr olunabilir. Fekat, yalnız onu misâl göstermek aybdır. Biz, bugün de, terakkî göstermek zorundayız. Bir ingiliz masonu olan Reşîd pâşanın hâzırladığı 1255 [m. 1839] Tanzîmât Fermânı ile yüzümüzü Batıya çevirdiğimizi i lân etdik. Birçok şehrlerde mason locaları açıldı. Fekat, bu taklîdcilik, zevk ve safâda oldu. İlmde, fende ve çocuklarımızı islâmın güzel ahlâkı ile yetişdirmekde ecdâdımız gibi çalışmadık. Dînimizin gösterdiği yola ve Peygamberimizin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem üstün ahlâkına gericilik denildi. Bizden tâm 29 sene sonra, 1284 [m. 1868] de batıya dönen Japonlar, bizden kat kat ilerlediler. Hem de bâtıl dinlerinden hiç ayrılmadan! Medeniyyet yarışında önde iken, Tanzîmâtdan sonra ilm ve irfân bırakılıp, nefse ve şeytâna uyuldu. Bu ingiliz afyonu, devlet adamlarını uyutdu. Bugün, yeniden hamle yapmak, batı ile aramızdaki mesâfeyi azaltmak, onlara yetişmek, hattâ geçmek zorundayız. Bu da boş lafla, nutuk çekerek olmaz! Ecdâdımızın yoluna dönmeliyiz! 1979 yılında Türkiye hakkında mühim bir makâle yazan ve hattâ bir kitâb hâzırlayan Alman târîhcisi Türkolog Dr. Friedrich-Wilhelm Fernau: (Türkler, kendilerini Avrupalı add ediyorlar. Vâkı a, onlar gibi Asyadan gelmiş olan ve onların akrabâsı sayılan Macarlar ve Bulgarlar, Avrupaya yerleşmiş, bu muhîtde uzun zemân Avrupalı gayretini alarak, fende Avrupalılaşmışlardır. Türkler, tâm Avrupalı değildir. Türkler diğer milletlere benzemiyen bir milletdir. Şimdiki hâlde Türkler, batı sanâyi ini taklîd ediyorlar. Fekat henüz temâmen içerisine girmemişlerdir) demekdedir. Şimdi ecdâdımızın yolu nedir, bunu inceliyelim. Medenî bir insan, her şeyden önce güzel ahlâklı, dürüst ve çalışkandır. Önce din terbiyesi almış, fen bilgilerini de öğrenmişdir. Sözü özü doğrudur. İşlerini son derece dikkat ile başından sonuna kadar ta kîb eder. Gerekirse, iş sâatinden fazla çalışmakdan hiç çekinmez. Böyle çalışmakdan, iş görmekden zevk alır. Yaşlansa bile, kolay kolay işinden ayrılmaz. Memleketinin kanûnlarını son derecede sayar. Âmirlerine itâ at eder. Kanûn dışı hiçbir iş yapmaz. Dîninin emr ve yasaklarına titizlikle uyar. İbâdetlerini aslâ terk etmez. Çocuklarının îmânlı, ahlâklı yetişmelerine çok ehem- 470
471 miyyet verir. Onları kötü arkadaşlardan, zararlı yayınlardan korur. Zemânın kıymetini bildiği için, her işini dakîkası dakîkasına yapar. Va dine sâdık olur. Din ve dünyâ vazîfelerini bitirmeden içi râhat etmez. Bir işi tesvîf etmek [yarına bırakmak] şöyle dursun, yarın yapılacak bir işi bugün yapar. Ecdâdımızın bu meziyyetlerine sâhib olursak, maddî ve ma nevî yükselir, her işimizde muvaffak olur. Rabbimizin rızâsını kazanırız. (Garblılar böyle midir?) diye sorabilirsiniz. Îmânları, ahlâkları şübhesiz böyle değildir. Hele İkinci Cihan Harbinden sonra, sayıları artan sapık fikrli, âdî rûhlu insanlar başkalarını da bozmakdadırlar. Fekat yukarıda yazdığımız gibi olmağa ve sapık fikrleri terbiye etmeğe çalışmakdadırlar. Zâhirî temizliklerine gelince, İslâm dîninin emr etdiği temizliği tatbîk ediyorlar. Ba zı sokaklarda tek çöp parçası yokdur. Parklar bir çiçek deryâsı hâlindedir. Her taraf, her dükkân, herkes ve görünüşleri tertemizdir. Şimdi lütfen Kur ân-ı kerîmin ve İslâm dîninin bize emr etdiği şeylere dikkat ediniz. Bunlar bize ahlâkımızı ve bedenimizi ve kullandığımız şeyleri temizlemeği emr etmiyorlar mı? O hâlde demek oluyor ki, hakîkî medeniyyet esâsları bizim dînimizde bulunmakdadır ve Kurûn-ı vüstâdaki -öve öve bir dürlü bitiremediğimiz- İslâm medeniyyeti ancak bu sâyede meydâna gelmişdir. Biz, şimdi ne yapıyoruz? Her şeyden evvel tenbeliz. Allahü teâlânın emr ve yasaklarına ehemmiyyet vermiyoruz. Zevkimize düşkünüz. Bir işe başladıkdan biraz sonra gevşiyoruz. [Bulgarlar (Bir işe Türk gibi başlamalı, Bulgar gibi bitirmeli) derler.] Çabuk yoruluyoruz, (adam sen de)ciyiz. Bir binâ yaparız, ta mirine üşeniriz. Memleketimizdeki, dedelerimizden kalma, mu azzam san at eserleri bakımsızlık ve ta mîrsizlikden dolayı harâb olmakdadır. Az çalışıp çok kazanmak isteriz. İşte bu korkunç arzû, işçilerimizi greve, fekat dahâ fenâsı birçok gençleri zararlı yollara sürüklemekdedir. Kendi kötü emelleri için, bu zevallılara para, menfe at sağlayan yurt dışındaki hâinler ve onların tuzağına düşmüş olan içimizdeki soysuzlar, bunları sabotajlarda, adam öldürmekde kullanmakdadır. Kolay para bulan bu zevâllılar, iş yapmak yerine, kâtil olmağı seçmekdedirler. Bunun yanında, lüzûmsuz kan da vâları, mezhebsizlik ceryânları da, bizi birbirimizden ayırmakdadır. Sırası gelmişken tekrâr bildirelim ki, islâmiyyetde dört hak mezheb vardır. Bunların i tikâdları, inanışları birbirlerinin aynıdır. Dört mezhebin hepsi, (Ehl-i sünnet) i tikâdındadır. Kur ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmiş olan emr ve yasaklara uymakda, hiç ayrılıkları yokdur. Yalnız, açıkca bildirilmiyenleri anlamakda ayrılmışlardır. Bu kadarcık ayrılıkları da, Allahü teâlânın müslimânlara rahmetidir. Sıhhatleri, çalışdıkları ve yaşadıkları 471
472 yerler başka başka olan insanlara hangi mezhebe uymak kolay gelirse, onun (Fıkh) kitâblarına göre ibâdet ederler. Tek bir mezheb olsaydı, herkes buna uymağa mecbûr olurdu. Bu da, çok kimseye güç gelirdi. Hattâ imkânsız olurdu. Dört mezhebin herhangi birine uyan müslimâna Ehl-i sünnet denir. Bunlar birbirlerini kardeş bilirler. Târîh boyunca, döğüşdükleri hiç görülmemişdir. Mezhebcilik yapmazlar. Ya nî diğer üç mezhebi kötülemezler. Dördünün de Cennete götüren yol olduğuna inanırlar. Bir kerre, Ehl-i sünnet olan bütün müslimânların kardeş olduğunu unutmamak gerekir. Aradaki mezheb farkları, onları kardeş olmakdan ayırmaz. Ehl-i sünnet olmıyan müslimânlarla olan farklar da, ancak onlarla karşı karşıya oturup, farklı mes eleleri ilmî bir tarzda tartışmakla hâl edilir. Yoksa, silâh zoru ile değil! Memleketin kanûnlarına karşı gelmemek, büyüklerine saygı göstermek hepimizin borcudur. Bunları yıkmağa kalkmak en büyük ahmaklıkdır. Kanûnsuz bir memleket anarşi içindedir demekdir. Yıkılmağa mahkûmdur. Hele komünizme bağlanmak en büyük aptallıkdır. Çünki, bugün komünist memleketler, din düşmanlığının ve zulmün zararlarını anlayıp, hürriyyet şartlarına dönmekdedirler. Rusyada bugün eskiden kaldırılan mîrâsa konmak, bir ev (hattâ bunun yanında bir de sayfiye) sâhibi olmak ve dahâ birçok haklar geri verilmekdedir. Polonyada grev hakkı kabûl edilmişdir. En koyu komünist olan Çinliler bile, nihâyet hür memleketlerin hayât tarzına dönmüşlerdir. Hattâ yeni san at tarzlarını öğrenmek için Fransadan mütehassıslar getirmişlerdir. Komünist memleketler de, hürriyyet ile idâre olunan memleketlerdeki (Karma Ekonomi)ye dönmekde, yıkdırılan mescidler ta mîr edilmekdedir. Bilindiği gibi, karma ekonomide, ba zı te sîsler devlet tarafından, fekat geri kalan işletmeler halk tarafından idâre olunur. Demir gibi, kömür gibi ağır ve pahâlı sanâyı in işletilmesinde hükümetin yardımı şartdır. Bizde de, bu üsûl tatbîk olunmakdadır. Şimdi komünist memleketler de, bu üsûle dönmekde, ticâret ve sanâyı in bir kısmı halka açılmakdadır. Yakın bir gelecekde fikr ve din hürriyyetine de kavuşacakları şübhesizdir. Bütün dünyâ, insan haklarını tanıyacakdır. Sosyal adâlet demek, ba zı budalaların zan etdiği gibi, aylak dolaşanlara, çalışanların ve bu sâyede zengin olanların mallarını dağıtmak demek değildir. Gece gündüz çalışmıyan bir tenbele, hiçbir kimse beş para vermez. Komünist memleketlerinde insanlar durmadan çalışdırıldıkları hâlde, karınlarını güç belâ doyurabilmekdedir. Kazandıklarının çoğu, mutlu bir zümre tarafından ellerinden alınmakdadır. Bunlardan ba zıları ölümü göze alarak, hürriyyetlerini elde etmek için uğraşmakdadırlar. Biraz yuka- 472
473 rıda da söylediğimiz gibi, bu sömürü ve işkence idâresi ve dinsiz hayât tarzı, kendiliğinden ortadan kalkmakdadır. Komünistliğin temeli olan dinsizlik propagandası yanında, bir de Ehl-i sünnet i tikâdından ayrılmış sapıkların yapdıkları bölücü propagandalar vardır. Bu bozuk, sapık inanışlı müteassıb müslimânların, memleketlerine ne gibi zararlar getirdiğini, Îrândaki Humeynî misâli göstermekdedir. Vehhâbîler ise, hakîkî islâm âlimlerinin bildirdiklerine uymayan inanışlarını ve temâmen keyfî olan hukûk anlayışlarını tatbîk etmeğe kalkarak, dünyâda islâm dîni hakkında kötü kanâ atler doğmasına sebeb olmakdadırlar. Hâlbuki dînimizde (Ahkâmdan, nass [âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf] ile ve icma ile sâbit olmayanlar, zemânla değişir) hükmü vardır. 1000 sene evvel, o günkü şartlara göre en mükemmel sayılan bir ictihâd, bugünün şartlarına uygun düşmeyebilir. Allahü teâlâ, bunu bilip, ona göre değişiklikler yapabilmemiz için derin âlimlere, ya nî müctehidlere rahime-hümullahü teâlâ (Akl), (İlm) ve (Takvâ) denilen üç mühim kuvvet vermişdir. Sonra gelen âlimler, 1000 sene önce yapılan ictihâdlar arasından, zemâna uygun olanları seçip, kitâblara yazmışlardır. Önce, Ehl-i sünnet âlimlerinin rahime-hümullahü teâlâ bildirdikleri doğru îmânın ne olduğunu öğrenelim. Sonra, bu öğrendiğimize uygun olarak inanalım. Îmânı bozuk olan kimse, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşamaz. Onun rahmetinden, yardımından mahrûm kalır. Râhatı, huzûru bulamaz. Îmânımızı düzeltdikden sonra, ahlâkımızı da düzeltelim! İslâmiyyete sımsıkı sarılalım. Ya nî Allahü teâlânın ve Peygamberimizin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem emrlerine ve yasaklarına uyalım. Onun farz etdiği ve Peygamberimizin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem bildirdiği ibâdetlerimizi yaparak, kalblerimizi temizliyelim. Harâm ve mekrûh olan yasaklardan sakınarak, nefslerimizi ve sıhhatimizi islâh edelim. Böyle yapanların kalbi, hep iyilik yapmak ister. Kötülük yapmak hâtırına bile gelmez. Rûh ve kalb temiz ve beden kuvvetli olunca, el ele vererek kardeşçe ve son derece DÜRÜST olarak çalışmak kolay olur. Din düşmânlarının ve münâfıkların ve mezhebsizlerin sözlerine, propagandalarına aldanmıyalım. Eğer böyle hakîkî müslimân olur ve FÂİDELİ İŞLER yaparsak, yukarıda Kur ân-ı kerîmin (Tîn) sûresinde beyân buyurulduğu gibi, Allahü teâlâ bizden râzı olacak, bize yardım edecekdir. Eğer îmânımızı düzeltmez ve Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem in dînine uymaz ve hayrlı iş görmez, sapık, bozuk inanışlar uğruna döğüşür veyâ kendi şahsî menfe atlerimiz için gayr-ı meşrû yollara saparsak ve kadınlarımızın ve kızlarımızın avret mahallini örtmezsek, Allahü teâlâ bizi AŞAĞILARIN AŞAĞISI yapacakdır. O zemân, vay hâlimize! 473
474 HAKÎKÎ MÜSLİMÂN NASIL OLUR? İslâm dîninin temeli üçdür: İlm, amel ve ihlâs. İlm, îmân, fıkh ve ahlâk bilgileridir. Bunlar, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenilir. Amel, bu bilgilere uygun işlerdir. İhlâs, ilmin ve amelin, Allah rızâsı için, ya nî Allahü teâlânın sevgisini kazanmak için elde edilmesidir. Bu üç temel şeye mâlik olan müslimâna (İslâm âlimi) ve (Hakîkî müslimân) denir. Bu üç temel şeyden biri noksan olup da, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarına uymıyan yazılar ve konuşmalar yayınlıyarak, kendisini islâm âlimi tanıtan kimse (kötü din adamı) ve (Zındık)dır. Meselâ, din bilgisi çokdur ve her ibâdeti yapar, fekat ihlâsı yok ise, ya nî bunları mal, mevkı ve şöhret kazanmak gibi, dünyâlık elde etmek için yapan kimse, hakîkî müslimân değildir. Nasîhatlerin birincisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin, kitâblarında bildirdiklerine göre, i tikâdı düzeltmekdir. Çünki, Cehennemden kurtulan yalnız bu fırkadır. Allahü teâlâ, o büyük insanların çalışmalarına, bol bol mükâfât versin! Dört mezhebin ictihâd derecesine yükselmiş âlimlerine ve bunların yetişdirdikleri büyük âlimlere (Ehl-i sünnet) âlimi denir. İ tikâdı (Îmânı) düzeltdikden sonra, fıkh ilminin bildirdiği ibâdetleri yapmak, ya nî dînin emrlerini yapmak, yasak etdiklerinden kaçınmak lâzımdır. Ahlâkı düzeltmek ve birbirimizi sevmek için, beş vakt nemâzı, üşenmeden, gevşeklik yapmadan, şartlarına ve ta dîl-i erkâna dikkat ederek kılmalıdır. Nisâb mikdârı malı ve parası olan, zekât vermelidir. İmâm-ı a zam buyuruyor ki, (Kadınların süs olarak kullandıkları altın ve gümüşün de zekâtını vermek lâzımdır). Kendine ve milletine fâideli olmak için, hakîkî müslimân olmak lâzımdır. Hakîkî müslimânlık laf ile olmaz. Hakîkî müslimân olmak için, kıymetli ömrü, lüzûmsuz mubâhlara bile harcamamalıdır. Harâm ile geçirmemek, elbette lâzımdır. Tegannî ve şarkı ve çalgı âletleri ile meşgûl olmamalı, bunların nefse verecekleri lezzete aldanmamalıdır. Bunlar bal karışdırılmış, şekerle kaplanmış zehr gibidir. (Gîbet) etmemelidir. Gîbet harâmdır. [Gîbet, bir müslimânın veyâ zimmînin gizli bir kusûrunu, arkasından söylemekdir. Harbîlerin ve bid at sâhiblerinin, mezhebsizlerin ve açıkca günâh işliyenlerin bu günâhlarını ve zulm edenlerin ve alış verişde aldatanların bu fenâlıklarını duyurarak, bunların şerrinden sakınmalarına sebeb olmak ve müslimânlığı yanlış söyliyenlerin ve yazanların bu iftirâlarını herkese söylemek lâzımdır. Bunları söylemek, gîbet ol- 474
475 maz (Redd-ül muhtâr: 5-263).] (Nemîme) yapmamalı, ya nî müslimânlar arasında söz taşımamalıdır. Bu iki günâhı işliyenlere çeşidli azâblar yapılacağı bildirilmişdir. Yalan söylemek ve iftirâ etmek de harâmdır, sakınmak lâzımdır. Bu iki fenâlık her dinde de harâm idi. Cezâları çok ağırdır. Müslimânların ayblarını örtmek, gizli günâhlarını yaymamak ve kusûrlarını afv etmek çok sevâbdır. Küçüklere, emr altında bulunanlara [zevceye, çocuklara, talebeye, askere, işçiye] fakîrlere merhamet etmelidir. Kusûrlarını yüzlerine vurmamalıdır. Olur olmaz sebeblerle o zevallıları incitmemeli, dövmemeli ve sövmemelidir. Hiç kimsenin dînine, malına, canına, şerefine, nâmûsuna saldırmamalı, herkese ve hükûmete olan borcları ödemelidir. Rüşvet almak, vermek harâmdır. Yalnız, zâlimin zulmünden kurtulmak için ve ikrâh, tehdîd edilince vermek, rüşvet olmaz. Fekat bunu da almak harâm olur. Herkes, kendi kusûrlarını görmeli, Allahü teâlâya karşı yapdığı kabâhatleri düşünmelidir. Allahü teâlânın, kendisine cezâ vermekde acele etmediğini, rızkını kesmediğini bilmelidir. Ananın, babanın, hükûmetin, dîne uygun emrlerine itâ at etmeli, dîne uygun olmayanlara isyân etmemeli, karşı gelmemeli, fitneye sebeb olmamalıdır. Hakîkî müslimân böyle olur. [(Mektûbât-ı Ma sûmiyye) ikinci cild, 123. mektûba bakınız!] İ tikâdı düzeltdikden ve fıkhın emrlerini yapdıkdan sonra, bütün zemânları, Allahü teâlânın zikri ile geçirmelidir. Kalbi temizlemek için, zikre büyüklerin bildirdiği gibi, devâm etmelidir. Zikre, ya nî kalbin, Allahü teâlâyı hâtırlamasına, anmasına mâni olan herşeyi, kendine düşmân bilmelidir. İslâmiyyete ne kadar çok yapışılırsa, Onu anmanın lezzeti artar. İslâmiyyete uymakda, gevşeklik, tenbellik artdıkca, o lezzet de azalır ve kalmaz olur ve kalb kararıp, temizliği azalır. Zikrin çeşidleri çokdur. En fâidelisi, (Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallahü Vallahü ekber. Allahü ekber ve lillahil hamd)dır. Buna (Tekbîr-i teşrîk) de denir. Kalbi temizlemek için, bunu çok okumalıdır. Müslimân kadınların ve erkeklerin, avret mahalli açık olarak sokağa çıkmaları, top oynamaları, denizde yüzmeleri harâmdır. Başkalarının, avret mahallerine bakmak da harâmdır. Avret mahalli açık olanların bulunduğu yere, fısk meclisi denir. Oğlanların ve kızların bir arada bulundukları yerler fısk meclisidir. Böyle yerlere gitmek de harâmdır. [İslâm ahlâkı S.311 ve 330] Harâm işlerken, nemâz vaktleri de geçerse, ayrıca günâh ve küfr olur. Her nevi çalgıyı çalmak ve Kur ân-ı kerîmi ve mevlidi ve ezânı tegannî ile okumak harâmdır. Bunları, çalgı âletleri ile, meselâ kaval ile, ho-parlör ile okumak da harâmdır. Tegannî, harekeleri uzatmak, 475
476 kelimeleri bozmakdır. Vehhâbîler, Peygamber ölmüşdür, işitmez. Hem de Allahdan başkasını medh etmek şirkdir diyerek, mevlid okumağı yasak ediyorlar. Böyle inanmaları küfrdür. Ho-parlör kullanmak, telefon kullanmak gibidir. Söylemesi harâm olan şeyleri ho-parlörden dinlemek câiz değildir. Fen, san at, ticâret, din, güzel ahlâk ve harb bilgilerinde ho-parlör kullanmak câizdir. Dîni ve ahlâkı bozan, uydurma, bozuk yayınları ve ezânı, nemâzı hoparlörle neşr etmek ve bunları ho-parlörden dinlemek câiz değildir. Minâredeki ho-parlörden işitilen ses, müezzinin sesi değildir. İnsan sesine benziyen çalgı sesidir. Bu sesi işitince, (Ezân okunuyor) dememeli, (Nemâz vakti gelmiş) demelidir. Çünki, ho-parlörden çıkan ses, hakîkî ezân değildir. Ezânın benzeridir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki, (Kıyâmet yaklaşınca, Kur ân-ı kerîm mizmârdan okunur) ve (Bir zemân gelir ki, Kur ân-ı kerîm mizmârlardan okunur. Allah için değil, keyf için okunur) ve (Kur ân-ı kerîm okuyan çok kimseler vardır ki, Kur ân-ı kerîm onlara la net eder) ve (Bir zemân gelecekdir ki, müslimânların en sefîlleri, müezzinlerdir) ve (Bir zemân gelir ki, Kur ân-ı kerîm mizmârlardan okunur. Allahü teâlâ bunlara la net eder). Mizmâr, her nev i çalgı, düdük demekdir. Ho-parlör de, mizmârdır. Müezzinlerin, bu hadîs-i şerîflerden korkmaları, ezânı, ho-parlör ile okumamaları lâzımdır. Ba zı din câhilleri ho-parlörün fâideli olduğunu, sesi uzaklara götürdüğünü söyliyorlar. Peygamberimiz, (İbâdetleri benden ve eshâbımdan gördüğünüz gibi yapınız! İbâdetlerde değişiklik yapanlara (bid at ehli) denir. Bid at sâhibleri, muhakkak Cehenneme gidecekdir. Bunların hiçbir ibâdetleri kabûl olmaz) buyurdu. İbâdetlere fâideli şeyler ilâve ediyoruz demek doğru değildir. Böyle sözler, din düşmanlarının yalanlarıdır. İbâdet yaparken bir değişikliğin fâideli olup olmıyacağını yalnız İslâm âlimleri anlar. Bu derin âlimlere (Müctehîd) denir. Müctehîdler kendiliklerinden bir değişiklik yapmazlar. Bir ilâvenin, değişikliğin bid at olup olmıyacağını anlarlar. Ezânı (Mizmâr) ile okumağa söz birliği ile bid at denildi. İnsanları Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşduran yol insanın kalbidir. Kalb, yaratılışında temiz bir ayna gibidir. İbâdetler, kalbin temizliğini, cilâsını artdırır. Günâhlar kalbi karartır. Muhabbet yolu ile gelen feyzleri, nûrları alamaz olur. Sâlihler bu hâli anlar, üzülür. İbâdetlerin çok olmasını isterler. Her gün beş kerre nemâz kılınması yerine, dahâ çok kılmak isterler. Günâh işlemek nefse tatlı, fâideli gelir. Bütün bid atler, günâhlar, Allahü teâlânın düşmanı olan nefsi besler, kuvvetlendirir. Ho-parlör ile ezân okumak böyledir. Çocukların ilm öğrenecek kıymetli zemânları ziyân edilirse, müslimân evlâdları câhil kalır, dinsiz bir gençlik yetişir. Din adam- 476
477 ları, bu felâkete seyirci kalıp, susarlarsa, bunların günâhları kat kat ziyâde olur. Halâli, harâmı öğrenmiyen, öğrendikden sonra da ehemmiyyet vermiyen kâfir olur. Bunun kiliseye giden, puta, heykellere tapınan kâfirlerden farkı yokdur. İnsanın en büyük düşmanı kendi nefsidir. Hep insana zararlı şeyleri yapmak ister. Nefsin arzûlarına şehvet denir. Nefsin şehvetlerini yapmak, ona çok tatlı gelir. Bunları lüzûmu kadar yapmak, günâh değildir. Fazlasını yapmak, zararlı olur ve günâh olur. İslâm düşmanları, müslimân çocuklarının din bilgisi öğrenmelerine mâni olmak için, çocukların top oynamalarına spor, beden terbiyesi gibi ismler takdılar. Avret mahallerini göstermek ve seyr etmek nefse tatlı geldiği için, top oyunu çocuklar arasında çabuk yayılıyor. Müslimân ana baba, evlâdlarını genç iken hemen evlendirmeli, kız ve oğlan karışık olan gezintilere ve avret mahalli açık olarak top oynamağa ve bunları seyr etmeğe göndermemeli, dînini, îmânını öğrenmesi için, sâlih bir hoca efendiye göndermelidir. [Hıristiyanların birbirlerine ve yehûdîlere ve müslimânlara yapdıkları zulmleri ve tüyler ürpertici işkenceleri ve Kur ân-ı kerîme karşı alçakca yapdıkları yalan ve iftirâları öğrenmek için, (Cevâb Veremedi) kitâbımızı, bilhâssa 94.cü ve sonraki sahîfelerini okuyunuz!] Hak teâlâ, ilmi çok yerde övdü, Kur ânda, Resûlün, ilmi emr eden sözleri, meydânda. İslâmın en büyük düşmanıdır, bil, cehâlet, çünki, cehl mikrobunun hastalığı: Felâket! Cehâlet olan yerden, din gider dedi, Nebî. Dîni seven, o hâlde ilmi, fenni sevmeli! Cennet, kılınc gölgesinde, demedi mi hadîs, atom gücü, jet uçuşuna bu emr, pek vecîz! İslâmın zilletine cehldir, bütün illet! ey derd-i cehâlet, sana düşmekle, bu millet! Bir hâle getirdin ki, ne din kaldı, ne nâmûs, ey sîne-i islâma çöken, kapkara kâbus. Ey biricik düşman, seni öldürmeli evvel, sensin, bize kâfirleri, üstün çıkaran el! Ey millet, uyan, cehline kurban gidiyorsun! İslâm gerilikdir, diye bir damga yiyorsun! Allahdan utan, bâri bırak, dîni elinden, gir, leş gibi, topraklara kendin, gireceksen! Lâkin bu sözüm de, te sîr etmez ki câhile, Allahdan utanmak da, olur elbet, ilm ile. 477
478 Bismillâhirrahmânirrahîm. İslâmiyyeti bildiren kitâblar pek çokdur. Bunların içinde en kıymetlisi, imâm-ı Rabbânînin üç cild (Mektûbât) kitâbıdır. Bundan sonra, Muhammed Ma sûmun üç cild (Mektûbât) kitâbıdır. Muhammed Ma sûm hazretleri, Mektûbâtın üçüncü cildinin onaltıncı mektûbunda buyuruyor ki, (Îmân, kelime-i tevhîde, ya nî Lâ ilâhe illallah ve Muhammedün Resûlullah iki kısmına birlikde inanmakdır). Muhammed Ma sûm hazretlerinin otuzüç mektûbu, (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbının 322.ci sahîfesinden başlıyarak basılmışdır. Ya nî, müslimân olmak için, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna da inanmak lâzımdır. Ya nî Muhammed aleyhisselâm, Allahın Peygamberidir. Allahü teâlâ, Cebrâîl ismindeki melek ile, kendisine (Kur ân-ı kerîm)i göndermişdir. Bu Kur ân-ı kerîm, Allah kelâmıdır. Muhammed aleyhisselâmın kendi düşünceleri ve felsefecilerin, târîhcilerin sözleri değildir. Muhammed aleyhisselâm, Kur ân-ı kerîmi tefsîr etmişdir. Ya nî açıklamışdır. Bu açıklamalara, (Hadîs-i şerîf) denir. İslâmiyyet, (Kur ân-ı kerîm) ile (Hadîs-i şerîf)lerdir. Dünyânın her yerindeki, milyonlarca islâm kitâbı, (Kur ân-ı kerîm) ile (Hadîs-i şerîf)lerin açıklamalarıdır. Muhammed aleyhisselâmdan gelmiyen bir söz, islâm kitâbı olamaz. Îmân ve islâm demek, (Kur ân-ı kerîm) ve (Hadîs-i şerîf)lere inanmak demekdir. Onun bildirdiklerine inanmıyan, Allah kelâmına inanmamış olur. Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın bildirdiklerini Eshâbına bildirdi. Onlar da, talebelerine bildirdi. Bunlar da, kitâblarına yazdılar. Bu kitâbları yazan âlimlere (Ehl-i sünnet âlimi) denir. Ehl-i sünnet kitâblarına inanan, Allah kelâmına inanmış olur. Müslimân olur. Elhamdülillah, biz dînimizi Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğreniyoruz. Dinde reformcuların, masonların uydurma kitâblarından öğrenmiyoruz. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki, (Ümmetim arasında fitne, fesâd yayıldığı zemân, sünnetime yapışana, yüz şehîd sevâbı vardır.) Sünnete yapışmak, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını öğrenmekle ve bunları yapmakla olur. Müslimânların dört mezhebinden herhangi birisinin âlimleri (Ehl-i sünnet âlimleri)dir. Ehl-i sünnet âlimlerinin reîsi, İmâm-ı a zam Ebû Hanîfe Nu mân bin Sâbitdir. İngilizler, asrlar boyunca uğraşarak, bir müslimânı hıristiyan yapamadılar. Bunu başarabilmek için, yeni bir yol aradılar. Masonluğu kurdular. Masonlar, Muhammed aleyhisselâmın sözlerine ve bütün dinlere, öldükden sonra tekrâr dirilmek olduğuna, Cennetin, Cehennemin var olduğuna inanmıyorlar. 478
479 Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki, (Allahü teâlânın çok sevdiği kimse, dînini öğrenen ve başkalarına öğretendir. Dîninizi islâm âlimlerinin ağızlarından öğreniniz!) Hakîkî âlim bulamıyan, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenmeli ve bu kitâbların yayılmasına çalışmalıdır. İlm, amel ve ihlâs sâhibi olan müslimâna (İslâm âlimi) denir. Bu üçünden biri noksan olup da, kendini âlim tanıtana (kötü din adamı, yobaz) denir. İslâm âlimi, insanı, se âdet kapılarını açan sebeblere kavuşdurur, dînin bekçisidir. Yobaz, insanı, felâkete sürükleyen sebeblerin içine düşürür, şeytânın yardımcısıdır. [1] İstigfâr okumak, derdlere, sıkıntılara mâni olan sebeblere kavuşdurur. İstigfâr okumak, (Estagfirullah min külli mâ kerihallah) veyâ kısaca, (Estagfirullah) okumakdır. Gel ey gurbet diyârında, esîr olup kalan insan, gel ey dünyâ harâbında, yatıp gâfil olan insan! Gözün aç, etrâfa bir bak, nice beğler gelip geçdi, ne mecnûndur bu fânîye, gönül verip duran insan! Kafesde bülbüle şeker verirler, fekat hiç durmaz, aceb niçin karâr eder, bu zındâna giren insan! Ne müşkil olur gafletde, kalıp hiç inanmayıp, ölüm vaktinde Azrâîl, gelince uyanan insan. Kararmış gönlün ey gâfil, nasîhat neylesin sana! taşdan katı olmuş kalbi, öğüt kâr etmiyen insan! Aklını başına topla, elinde var iken fırsat, sonsuz azâb çekecekdir (adam sen de) diyen insan! Niyâzi bu öğütleri, ver önce kendi nefsine, o gün kurtulacak ancak kulluğunu yapan insan. Allaha tevekkül edenin yâveri Hakdır. Na-şâd olan bu kalbim, birgün şâd olacakdır. [1] İhlâs ile amel etmek için öğrenilmeyen ilmin fâidesi olmaz. (Hadîka) cild 1, sahîfe 366 ve 367 ve (Mektûbât) cild 1. 36, 40, 59.cu ve 157.ci mektûblarına bakınız! 479
480 Allahü teâlâ insanları yaratdı. Her insanın se âdet içinde, mes ûd yaşamasını istediğini bildirdi. (Mes ûd olmak), râhat, üzüntüsüz yaşamak demekdir. Her insan da mes ûd olmağı istemekdedir. Yaratan da, yaratılan da aynı şeyi istemekde olduğu hâlde, mes ûd olan kimse pek azdır. Çünki, Allahü teâlâ herşeyi bir sebeb ile yaratmakdadır. Allahü teâlâdan birşey istemek, yâ kavl ile, söz ile olur. Yâhud fi l ile olur. Kavl ile istemek, düâ etmekdir. Bir şeyi fi l ile istemek, bu şeyi meydâna getiren sebebi yapmakdır. Çalışmak, sebebe yapışmak demekdir. Çalışmıyan, tenbel oturan, sebebe yapışmamış olur. Allahü teâlâ tenbele birşey vermez. (Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ: İnsan ancak çalışdığı şeye kavuşur) âyet-i kerîmesi sözümüzün vesîkasıdır. Kâfirler, Allahü teâlâya inanmadıkları için, kavl ile istemiyorlar. Düâ etmiyorlar. Sebeblerin te sîrini gördükleri için, yalnız fi l ile istiyorlar. Sebeblere yapışıyorlar. Allahü teâlâ da, onların bu isteklerini kabûl ederek, istediklerini yaratıyor, veriyor. Mes ûd olmak için lâzım olan sebeblere (Ni met) denir. Allahü teâlâ, ni metlerini, dost, düşman, her istiyene vereceğini va d etmekdedir. Ni mete kavuşmak için, ni met sâhibinin beğendiği gibi istemek lâzımdır. Bunun için, ni meti istediğini bildirmek, düâ etmek ve muhakkak verileceğine inanmak, (Îmân etmek) lâzımdır. Buna inanmıyana, hele inkâr edene verilmez. İnkâr eden mahrûm kalır. Se âdete sebeb olan ni mete kavuşmak için yapılan düâda, bu îmân şartdır. Demek ki, ni mete kavuşmak için, önce îmân sâhibi olmak, ya nî müslimân olmak, sonra, ni metin sebebine yapışmak lâzımdır. Bütün ni metlerin sâhibi olan Allahü teâlâ, ni metlere kavuşmak için, nasıl düâ edileceğini de, merhamet ederek, bildirmekdedir. Müslimânın düâsının kabûl olması için, îmândan sonra, her gün beş vakt nemâz kılmak, kul hakkı bulunmamak şartı da önce gelmekdedir. Şimdi, düâlarımız kabûl olmuyor diyenlerin bu şartları yapmadıkları anlaşılıyor. Gel ey âkıl visâl iste, uyan artık hevâdan geç! hemân rûyi cemâl iste, yeter, hubb-i sivâdan geç! Gönül mülkün tertemiz et, gider kirleri, pasları, hülûs ile ibâdet et, ucub ile riyâdan geç! Bilirsin, bu fenâ mülkü, değildir kimseye bâkî, bekâyı lâ yezâl iste, bu mülkü bî vefâdan geç! Parâya pûla aldanma, seni avlamasın dünyâ! süs ve ziynetine bakma, çürük olan binâdan geç! 480

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...