11 Eylül 2012

BİNG BANG TEOROSİ NASIL ORTAYA ÇIKTI


 10 Soruda Kainat Nasıl Yaratıldı ?
Big Bang Teorisi Nasıl Ortaya Çıktı? 

1920'li yıllar, modern astronominin gelişimi açısından çok önemli yıllardı. 1922'de Rus fizikçi Alexandre Friedmann, Einstein'in genel görecelik kuramına göre evrenin durağan bir yapıya sahip olmadığını fark etti. Meydana gelecek en ufak bir etkileşimin, evrenin genişlemesine veya büzüşmesine yol açacağını hesapladı. Friedmann'ın çözümünün önemini ilk fark eden kişi ise Belçikalı astronom Georges Lemaitre oldu. Lemaitre, bu çözümlere dayanarak evrenin bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişlediğini öngördü. Ayrıca, bu başlangıç anından arta kalan radyasyonun da saptanabileceğini belirtti. 

Bu bilim adamlarının teorik hesaplamaları, önceleri çok ilgi çekmemişti. Ancak 1929 yılında yaşanan bir gelişme, bilim dünyasında büyük yankı uyandırdı. Bu, daha sonra "Big Bang" olarak adlandırılacak olan Büyük Patlama'nın gözlemsel bir deliliydi. 

Big Bang ( büyük patlama) teorisi nedir? 

Tüm evrenin, tek bir noktanın patlamasıyla yokluktan meydana geldiğini ortaya koyan bilimsel bir teoridir. Bilim adamlarının hesaplamalarına göre, şu an evreni oluşturan maddenin tümü, günümüzden yaklaşık 17 milyar yıl önce gerçekleştiği kabul edilen bu patlama ile "yoktan var" edildi ve olağanüstü bir denge içinde şekillendi. 

Big Bang ( büyük patlama) nasıl keşfedilmiştir? 

1929 yılında California Mount Wilson gözlem evinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim dünyasında büyük yankı uyandırdı. Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma fark edilmişti. Yani yıldızlar bizden sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar. 

Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha keşfetti: Yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Herşeyin birbirinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç, evrenin her an "genişlemekte" olduğuydu. 

Evren genişlediğine göre, zaman içinde geriye doğru gidildiğinde evrenin tek bir noktadan başladığı ortaya çıkıyordu. Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu "tek nokta"nın, "sıfır hacme" ve "sonsuz yoğunluğa" sahip olması gerektiğini gösterdi. Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Evrenin başlangıcı olan bu büyük patlamaya İngilizce karşılığı olan "Big Bang" ismi verildi ve bu teori de aynı isimle anılmaya başlandı. 

Big Bang teorisinin temeli olan "sıfır hacim" ne anlama gelmektedir? 

Aslında "sıfır hacim" bu konunun teorik bir ifade biçimidir. Bilim, insan aklının kavrama sınırlarını aşan "yokluk" kavramını ancak "'sıfır hacimdeki nokta" ifadesi ile tarif edebilmektedir. Gerçekte ise "sıfır hacimdeki bir nokta", "yokluk" anlamına gelir. Evren de yokluktan var olmuştur. Diğer bir deyimle yaratılmıştır. 

Big Bang'i kanıtlayan bilimsel bulgular var mıdır? 

Big Bang teorisi, kendisini destekleyen delillerin gücü nedeniyle, kısa sürede bilim dünyasında kabul gören bir teoridir. Bilim dünyası tarafından "Big Bang'in Zaferi" olarak kabul edilen gelişme ise 1948 yılında George Gamov adlı bilim adamının, Big Bang'e bağlı olarak bir tez ortaya sürmesi ile yaşanmıştır. Bu teze göre, evrenin büyük patlama ile oluşması durumunda, Big Bang'den sonra da bir radyasyonun oluşması gerekiyordu. Bu büyük patlama tüm evrende olduğu için oluşan radyasyon da tüm evrende ve eşit oranda dağılmış olmalıydı. 

"Olması gereken" bu kanıt çok geçmeden bulundu. 1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson adlı iki araştırmacı, bu radyasyon dalgalarını başka bir çalışma sırasında keşfettiler. Saptanan bu radyasyon, uzayın belli bir tarafından gelen radyasyondan farklıydı. Diğerleri gibi belirli bir kaynağı yoktu, evrenin tümüne dağılmış bir radyasyondu. Bu radyasyonun Big Bang'in ilk dönemlerinden kalma olduğu ortaya çıktı. Penzias ve Wilson, Big Bang'in bu ispatını deneysel olarak ilk gösteren kişiler oldukları için Nobel Ödülü kazandılar. 

Bu zaferi izleyen diğer bilimsel delillerle birlikte Big Bang bilim dünyasında kesin bir kabul gördü. Scientific American dergisinin Ekim 1994 sayısındaki bir makaleye göre, evren sürekli, düzenli olarak genişliyordu ve Big Bang modeli, evrenin oluşumunu açıklayan teoriler içinde yüzyılımızın kabul görmüş tek modeliydi. 

Uzaydaki hidrojen helyum oranı Big Bang teorisini ne yönde desteklemektedir? 

Big Bang'in önemli diğer bir delili ise, uzaydaki hidrojen ve helyum gazlarının miktarı oldu. Günümüzde yapılan ölçümlerle anlaşıldı ki, evrendeki hidrojen-helyum gazlarının oranı, Big Bang'den arta kaldığı teorik olarak hesaplanmış hidrojen-helyum oranına uymaktaydı. 

Yıldızlar, içerdikleri hidrojen gazını nükleer tepkimeyle helyuma dönüştürerek enerji üretirler. Eğer evrenin bir başlangıcı olmayıp sonsuzdan geliyor olsaydı, yıldızlardaki tüm hidrojenin tamamen tükenmiş ve helyuma dönüşmüş olması gerekirdi. Fakat yıldızlarda bulunan hidrojen gazının henüz tükenmemiş olması ve bu gazı sürekli helyuma çevirerek enerji üretmeye devam etmeleri, evrenin sonsuz olmadığının ve bir başlangıcı olduğunun kesin bir kanıtını oluşturmaktadır. 

Big Bang'in ardından tüm evrende hakim olan düzenin sırrı nedir? 

Big Bang bir patlama olduğuna göre, beklenmesi gereken, bu patlamanın ardından maddenin uzay boşluğunda "rastgele" dağılması olacaktır. Bu rastgele dağılan maddenin evrenin belirli noktalarında birikip galaksiler, yıldızlar ve yıldız sistemleri oluşturması ise, bir buğday ambarına atılan bir el bombasının, buğdayları toplayıp, düzenli balyalara sarıp üst üste istiflemesi kadar "anormal" bir durumdur. Big Bang teorisine uzun yıllar karşı çıkmış olan Sir Fred Hoyle, bu durum karşısında duyduğu şaşkınlığı şöyle ifade eder: 

"Big Bang teorisi evrenin tek ve büyük bir patlama ile başladığını kabul eder. Ama bildiğimiz gibi patlamalar maddeyi dağıtır ve düzensizleştirirler. Oysa Big Bang çok gizemli bir biçimde bunun tam aksi bir etki meydana getirmiştir: Maddeyi birbiriyle birleşecek ve galaksileri oluşturacak hale getirmiştir." 

Gerçekten de Big Bang ile oluşan madde "olağanüstü" bir biçimde şekil ve düzen almıştır. Böyle bir düzenin oluşabilmesi ise bizi tek bir gerçeğe götürmektedir: Evrenin üstün kudret sahibi Allah tarafından kusursuzca yaratıldığına… 

Big Bang'den sonra atom ve madde nasıl oluşmuştur? 

Big Bang'in ardından, şu an içinde yaşadığımız evrenin yapısını belirleyen "ölçüler" ortaya çıkmıştır ve bunlar tam olmaları gerektiği değerde belirlenmişlerdir. 

Bu ölçüler, bugün modern fiziğin kabul ettiği "dört temel kuvvet"tir. Evrendeki tüm fiziksel hareketler ve yapılar, bu dört kuvvetin birbiri ile iletişimi ve dengesi sayesinde olur. Bunlar; yerçekimi kuvveti, elektromanyetik kuvvet, güçlü nükleer kuvvet ve zayıf nükleer kuvvettir. Güçlü ve zayıf nükleer kuvvetler, sadece atomun yapısını belirlerler. Diğer iki kuvvet, yani yerçekimi ve elektromanyetizma ise, atomların arasındaki ilişkiyi ve dolayısıyla tüm maddesel objeler arasındaki dengeyi belirlerler. Bu dört temel kuvvet, Big Bang'in sonrasında ortaya çıkmışlar ve evrene dağılan madde, bu dört temel kuvvete göre belirlenmiştir. 

Dört temel kuvvetin değerleri biraz farklı olsaydı, evren sadece radyasyondan oluşabilirdi. Bir ışık karmaşasından ibaret olacak olan bu evrenin içinde de elbette galaksiler, yıldızlar, gezegenler ve biz insanlar var olamazdık. Ama bu dört temel kuvvetin olağanüstü derecede kusursuz bir biçimde yaratılmasıyla, Big Bang'den sonra bugün "madde" dediğimiz şeyin temel yapıtaşı olan atomlar oluşmuştur. 

Big Bang'e var olan denge neden önemlidir? 

Big Bang ile birlikte var olan madde, etrafa olağanüstü bir hızla yayılmaya başlamıştır. Ama burada bir noktaya dikkat etmek gerekir. Patlamanın bu ilk anında, bir de şiddetli bir çekim gücü vardır. Bu, evrenin tümünü bir noktada toplayabilecek kadar büyük bir çekimdir. 

Dolayısıyla Big Bang'in ilk anında birbirine zıt olan iki güçten söz etmek gerekir: Patlamanın gücü ve bu patlamaya direnen, maddeyi yeniden bir araya toplamaya çalışan çekim gücü. Bu iki güç arasında bir denge oluştuğu için evren ortaya çıkmıştır. Eğer ilk anda çekim gücü patlama gücüne baskın çıksaydı, o zaman evren genişleyemeden tekrar içine çökecekti. Eğer bunun tersi gerçekleşse ve patlama gücü çok fazla olsaydı, bu kez de madde birbiriyle bir daha asla birleşmeyecek şekilde savrulacaktı. Her iki durum da, canlılığın ve bizlerin var olamaması anlamına geliyordu. Ancak bunların hiçbiri gerçekleşmemiş ve evrenin genişleme hızının sahip olduğu son derece hassas değer sayesinde şimdiki evren ortaya çıkmıştır. 

Kuran'da 14 yüzyıl önce Big Bang'e dair bildirilen hikayeler nelerdir? 

Big Bang modeli, insanlığın evreni tanımasına yardımcı olurken, çok önemli bir işlev daha gerçekleştirmiştir. Önceleri ateist olan fakat yakın zamanda Allah'ın varlığını kabul eden felsefeci Anthony Flew'un ifadesiyle, Big Bang ile birlikte "Bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir gerçeği ispat etmiştir." 

Dini kaynaklar tarafından savunulan bu gerçek, evrenin yoktan yaratıldığı gerçeğidir. Günümüzden tam 14 asır önce insanların evrenle ilgili bilgilerinin son derece kısıtlı olduğu zamanlarda Kuran'da, aynı Big Bang teorisinin ortaya koyduğu gibi, tüm evrenin, çok küçük bir hacimde bir arada iken ayrılıp genişlemesiyle ortaya çıkmış olduğu bildirilmiştir: 

"O inkar edenler görmüyorlar mı ki (başlangıçta) göklerle yer birbiriyle bitişikken, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?" (Enbiya Suresi, 30) 

Kuran'da yer alan bir başka bilgi ise, bilim adamlarının ancak 1920'lerin sonunda fark ettiği 'evrenin genişlemesi'dir. Hubble'ın, yıldızların ışık tayflarının kızıla kaymasını fark etmesiyle ilk kez ortaya çıkan bu gerçek, Kuran'da şöyle bildirilir: 

"Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişleticiyiz." (Zariyat Suresi, 47) 

Kısacası modern bilimin bulguları bir yandan materyalist dogmayı geçersiz kılarken, öte yandan da Kuran ayetleri ile haber verilen gerçekleri bir kez daha ortaya koymaktadır. Çünkü evren materyalistlerin sandığının aksine, maddenin içindeki birtakım tesadüfler ile değil, Allah'ın yaratmasıyla var olmuştur. Allah'tan gelen bilgi, kuşkusuz evrenin kökeni hakkındaki en doğru bilgidir. 

Big Bang, materyalizm yanılgısını nasıl çürütmüştür? 

Big Bang hakkındaki tüm bu gerçekler, bir 19. yüzyıl dogması olan materyalist felsefenin iddialarının 20. yüzyıl bilimi tarafından geçersiz kılındığının göstergeleridir. Materyalizm, herşeyi maddeden ibaret saymakla, maddeyi ortaya çıkaran ve düzenleyen bir Yaratıcı'nın varlığını reddetmiş, ama şiddetle yanılmıştır. Modern bilim, maddesel dünyada var olan kusursuz düzeni ve kainata hakim olan Yüce Allah'ın varlığını ispatlamaktadır. Evrende karşılaştığımız bu benzersiz yaratılış, canlılar dünyasında da görülmekte ve materyalizmin en büyük dayanağı sayılan Darwin'in evrim teorisi de bu nedenle çökmektedir. 

Materyalizm asırlar boyunca pek çok insanı etkilemiş, hatta 19. yüzyılda "bilimsellik" maskesine bürünmüş olabilir. Ancak tüm bu bilimsel gerçekler doğrultusunda materyalizm, Kuran'da vaat edildiği üzere 21. yüzyılda bilime aykırı bir batıl inanış olarak tarihe geçmiştir. 

RASÜLULLAH SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN NÜBÜVVET-RASULİYYET GÖREVLERİ

Bu konuyu facebook'ta payla��n!
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemin NÜBÜVVET-RASÛLİYYET görevleri:

MuhaMMedî meLÂMette 4 lü sistemde Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemin
 4 GÖR-EVi: 
Tebliğ Resim Tenzir Resim Tebşir Resim Teşhid..
Beşeriyeti.. Resim Velâyeti.. Resim Nübüvveti.. Resim Rasûliyyeti..

MuhaMMedî meLÂMette 4 lü sistemde her Abdullah'ın 4 ana Vasfı:
Fakriyet-Muhtaçlığı Resim Acziyet-Mecburluğu Resim Zillet-Me’murluğu Resim İllet-Mahkûmluğu…
Beden devri Resim Nefs seyri Resim Kalb cevli Resim Ruh hayrı...

1- Şeriat-ı MuhaMMedîyyede TEBLİĞ-Eriştirip Bildirmek: 

Beden ve Aklen Rüşde eren, hür olan her İnsanın Kur’ân-ı Kerîm'de ALLAH celle celâluhu'nun: 
ALLAH ve Rasûluna TeSLİm Olunuz!” 
Hükmünce MÜSLÜMan olması, Bezm-İ Elest AHDi gereği Nefsine FARZdır. 
Ve Bu DevrÂN Meydanında her Nefis AKLıyla Ve İLMiyle BAŞ ROLdedir ve kesinlikle TERCİHlerinde HÜRRdür..


Kur'ân-ı Kerim’imizde;
ALLAH'A ve RASÛLUNE TESLİM OLUN!: (Ahzâb 33/56) (Âl-i İmrân 3/20)


إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا

İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne alen nebiyyi, yâ eyyuhellezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ(teslîmen):Şüphesiz, ALLAH ve melekleri Peygambere salat ederler. Ey îmân edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.” 
(Ahzâb 33/56)


فَإنْ حَآجُّوكَ فَقُلْ أَسْلَمْتُ وَجْهِيَ لِلّهِ وَمَنِ اتَّبَعَنِ وَقُل لِّلَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ وَالأُمِّيِّينَ أَأَسْلَمْتُمْ فَإِنْ أَسْلَمُواْ فَقَدِ اهْتَدَواْ وَّإِن تَوَلَّوْاْ فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلاَغُ وَاللّهُ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ

Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtû'l-kitâbe ve'l-ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleyke'l-belâg(belâgu), vallâhu basîrun bi'l-ibâd(ibâdi): Eğer seninle çekişip tartışırlarsa, de ki: "Ben, bana uyanlarla (tâbi olarak-teslimiyetle) birlikte, kendimi ALLAH'a teslim ettim." Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: "Siz de teslim oldunuz mu?" Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidayete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. ALLAH, kulları hakkıyla görendir.” 
(Âl-i İmrân 3/20)

Bu Âlemde BEDEN, mutlaka ilk ve baş rolde Olandır 
Ve Bu ÂLEM, Bedenin BEN-lik ÂLEMİdir.
Bütün fiilerin bedenen yapılması esastır, her ŞEY ve İşe SÂHİB çıkmak zorunludur Ve
 FAKRiyyet içindeki BEDEN buna MUHTAÇtır.
Emrullahça yapılması bildirilen SEVAB fiileri ile Yapılması yasaklanan GÜNAH Fiileri Beden ve Şeriat Şartlarındadır. 
TEVBE bu âlemde can bedendeyken yapılan özür dilemedir.

İslâm'ın tüm farzları bedenen uygulanır; Namaz, Oruç, Hac, Zekat
 “ŞEY” Şuunatı içindedir.
Hayâlen, uykuda vs. namaz kılıp, oruç tutulamaz ve ağzıyla-sesle Şehâdet getirmesi şartı Dil'le ikrarsız yerine gelemez.

Dörtlü sistemlerimizin
 “İlk” lerini bu ÂLEMe uygulayabiliriz. Örneklersek;

“ İlim Resim İrâde Resim İdrak Resim İştirak ” Dörtlüsünün İLKi olan “İLİM” Resim Bu âlemde AKL-ı SİLMin, inansın inanmasın her AKLa açık olanKur’ân-ı Kerîmin NAKLini AKLederek İLMİ Bilmesidir. BİLen kişi ve Kur’ân-ı Kerim, Şey-Beden olarak ortadadır.

Zikir Resim Fikir Resim Şükür Resim Sabır” Dörtlüsünün İLKi olan “ZİKİR” Resim Bu âlemde en Zâhir Şehâdetin dile gelişidir. 
Her ZÂKİR Nefes ve SES veren Bedeniyle MeydÂNda-DevrÂNdadır ve Beden Ülkesinde Her Müslüman Fıtraten bir GAFLETİÇİndedir.
Her nefse Gaflet ZAHMEtini RAHMETe çevirecek cüz’i akıl ve güç-kuvvet Fıtraten verilmiştir. Yoksa zaten sorumlu olamaz!..
_________________
Resim

EHL-İ SÜNNET HADİS KAYNAKLARI ÜZERİNE İNCELEMELER

Ehl-i Sünnet Hadis Kaynakları Üzerine İncelemeler
/ext/belgeler_v_e.swf">

KABİR AZABININ MÂNÂSI

KABİR AZABININ MÂNÂSI


Şimdi «Kabir azabını» anlatmamıza sıra geldi. Kabir azabı da iki kısımdır: Rûhanî ve cismanî. Cismanî olanı herkes bilir. Ruhanî olanı ise, kendini bilenden başkası bilmez. Ruhunun hakikatini bilmesi, kendi zâtı ile kaim [var] olması ve kıyamı için bedene muhtaç olmasını, ölümden sonra bâki olduğunu, ölümün onu yok eylemediğini, ölümün ise; gözünü, elini, ayağını, kulağını ve bütün hislerini alması olduğunu, hisleri kendisinden alınınca; hanım, evlât, mal, mülk, ev, hizmetçi, hayvan, akraba ve yakınları; hattâ yer, gök ve his ile anlaşılanların hepsinin ondan alınacağını bilmesidir. Eğer bu şeyleri seviyorsa ve kendi varlığını bunlara vermiş ise, ayrılırken zaruri olarak azabda kalır. Hepsinden vaz geçmiş ve burada hiç birine tutulmamış ise, hattâ ölmeyi arzu ediyor hâlde ise, rahata kavuşur. Allahü Teâlâ´yı sevmeyi elde etmiş, O´nun zikrine ünsiyet peyda etmiş [dostluk, ülfet meydana getirmiş] ve bütün varlığını O´na vermiş ve dünya meşguliyetini lüzumsuz ve perişan kabul etmişse, ölünce maşukuna kavuşur, üzücü ve düşündürücü şeyler aradan kalkar, mes´ud ve mesrur olur.
Şimdi, bir kimsenin kendini tanıdığı ve baki kalacağını bildiği hâlde, bütün arzu ve sevgisinin nasıl dünyada olabileceğini ve sonra, dünyadan göçünce, sevdiklerinden ayrıldığının azabı ve elemi içerisinde olacağında şüphe edip etmeyeceğini düşün! Bâhusus [hususiyle] Peygamber Efendimiz bunu haber veriyor ve buyuruyor ki: «İstediğini sev, muhakkak ki ondan ayrılacaksın». Bir de, Allah´tan başkasını sevmeyen, dünyayı ve içerisindekileri düşman bilen, dünyadan ancak kendi azığını alan kimsenin, dünyadan giderken sıkıntıdan kurtulup, rahata kavuşacağında şüphe olup olmayacağını düşün! O hâlde bunu anlayana kabir azabının varlığında ve müttekilere olmayacağı hususunda şübhe kalmaz. Hattâ dünya, onun ve kendini tamamen dünyaya verenlerin evidir. Böyle olduğu «Dünya, mü´minlerin zindanı, kâfirlerin Cennetidir» (1), hadîs-i şerifinden anlaşılıyor.
(1) M. Zühd. I; T. Zühd. 16: C. Zühd, 3: Hm. II, 197. 323, 389, 485.



KABİR AZÂBININ HAKİKATİ VE DERECELERİ



Kabir azabının aslı şimdi öğrendiğin gibi dünya sevgisidir. Bu azab da farklıdır. Dünyayı isteme derecesine göre, bazılarına çok, bazılarına az olur. Meselâ kalbi bu dünyaya yalnız bir cihetten bağlı olan bir kimsenin azabı; mal, mülk, hizmetçi, hayvan, mevki, azamet ve bütün dünya ni´metlerine sahip ve kalbi bunların hepsine bağlı olan kişininki gibi değildir. Hâttâ bu dünyada bir kimseye, bir atı çalındığını söyleseler, on atının çalınmasından daha az üzülür. Eğer bütün malını alsalar, malının yarısının alınmasından daha çok üzülür ve azab çeker. Bütün malının alınmasına da hanımının ve çocuklarının hırsızlar ve yağmacılar tarafından alınıp götürülmesinden ve yalnız başına kalmasından az üzülür. Ölüm de malını, evlâdını, hanımını ve dünyada olan her şeyini yağma edip kendisini yalnız bırakandır.
O hâlde, herkesin cezası ve rahatı dünyaya bağlılığı ve ondan kesilmesi miktarıncadır. Dünya ni´metleri yüzüne gülen ve kendini bu ni´metlere verenler hakkında Allahü Teâlâ´nın, «Bu şiddetli azab onlara, dünya hayatını âhiret ni´metleri üzerine tercih ettikleri içindir» (1), buyurduğu kimselerin azabları çok şiddetli olur. Bununla alâkalı olarak şöyle bildirildi: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurur ki; «Muhakkak ki, dar maişet onun içindir» (2), âyet-i kerîmesinin ne mânâya geldiğini bilir misiniz? Ashâb-ı Kiram (aleyhimürrıdvân), «Allah ve Resulü daha iyi bilir», dediler. Buyurdu ki: «Kâfirin azabı kabirdedir, doksan dokuz ejderhayı ona musallat ederler. Ejderhanın ne olduğunu bilir misiniz? Onlar doksan dokuz yılandır. Her yılanın dokuz başı vardır! Onu sokarlar, yalarlar ve üzerine üflerler. Bu, kıyamete kadar devam eder».
Basiret sahipleri bu ejderhaları, basiret gözü ile görmektedir. Aptallar derler ki; «Biz onun mezarına baktık, bunlardan hiçbirini görmüyoruz. Eğer mezarda böyle şeyler olsaydı, gözümüz sağlamdır, biz de görürdük». Bu ahmak bilmiş olsun ki, bu ejderha ölenin rûhundadır. Onun ruhundan dışarı çıkmaz ki, başkaları görebilsin. Hattâ, ölümden önce de bu ejderha onun içinde idi, o ise onlardan gafil idi, bilmiyordu. Ve yine bilmiş olsun ki, aynı zamanda bu ejderha, onun kendi sıfatlarından meydana gelmiştir. Başlarının sayısı da, onun kotü ahlakının dalları sayısıncadır. O ejderhanın tıynetinin aslı, dünya sevgisindedir. Sonra, dünya sevgisi sebebi ile zuhur eden kin, çekememezlik, kibir, hırs, aldatma, hile, düşmanlık, makam sevgisi, şan, şöhret hayranlığı ve bunun gibi fena ahlâklar sayısınca kendisinde başlar meydana gelir. Bu ejderhanın nasıl olduğu ve başlarının çokluğu basiretin nuru ile anlaşılabilir. Ama, sayıları ancak peygamberlik nuru ile bilinebilir. Çünkü onlar, kötü ahlâkın sayısını bilirler. Biz ise bilemeyiz. O hâlde, bu ejderha kâfirin ruhu içerisinde yerleşmiştir ve örtülüdür. Allah ve Resulünü bilmemek sebebi ile değil, belki bütün benliğini dünyaya verdiği içindir. Nitekim Allahü Teâlâ buyurur: «Bu şiddetli azab onlara, dünya hayatını âhiret ni´metleri üzerine tercih ettikleri içindir» (3). Ve yine buyurdu: «Kâfirler Cehenneme arz edildiği gün (onlara denilir ki), siz dünyada iyiliğinizi giderip, yalnız dünyadan faydalandınız» (4). Eğer insanların sandığı gibi, bu ejderha onun dışında olsaydı daha kolay olurdu. Zira bir an ondan ayrılabilirdi. Fakat ruhunda yerleşmiş olduğundan ve hakikatle kendi sıfatı olduğundan ondan nasıl kaçabilir?
Bir kimse cariyesini satıp ve sonra ona âşık olduğu gibi, ruhunda bulunan ve onu sokan o ejderha da, ona âşıktır. Kalbinde örtülüdür ve bugüne kadar acısını hissetmemiştir. Bunun gibi, bu doksan dokuz ejderha, ölümden önce de kendinde olup bugüne kadar acısını duymaması onlardan haberi olmadığı içindir. Maşukla beraber olunca, aşkın kendisi rahata sebep olduğu gibi, ayrılık vaktinde de üzülmeye sebep olur. Çünkü, aşk, sevgi olmasaydı, ayrılıkta üzüntü olmayacaktı. Bunun gibi rahata sebep olan dünya sevgisi ve aşkı, azaba da sebep olur. Makam sevgisi ejderha gibi, mal sevgisi yılan gibi, saray ve ev sevgisi akrep gibi kalbini sokar ve kemirir. Ve daha buna benzer nice şeyler!
Cariyenin âşığı, ayrılık zamanında, bu dertten kurtulması için kendini suya ve ateşe atmayı veya bir akrebin kendini sokmasını istemesi gibi, kabirde azab çekerken de, insanların bu dünyada bildikleri akrep ve yılanın kendisine azab etmesini, canını yakmasını ister. Zira bu acılar bedene olmaktadır ve dışardan gelmektedir. Ruhundaki ejderhaların acısı ise ruhunda olup, bilinen gözlerden hiçbiri bunu görmez.
Demek ki, hakikatte herkes, kendi azabının sebebini buradan götürmektedir. Bu da onların kalblerindedir. Bunun için Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu; «Bu ceza, yaptıklarınızın size iadesinden başka bir şey değildir». Ve yine bunun için Allahü Teâlâ buyuruyor: «Eğer ilm-i yakın ile bilseydiniz, elbette Cehennemi görürdünüz» (5). Ve yine bunun için buyurdu: «Elbette Cehennem, kâfirleri içine alıcıdır, kuşatıcıdır» (6). «Cehennem onları ihata edicidir. Onlarla beraberdir», buyurdu da «Onları ihata edecek» buyurmadı.
(1) 16 - Nahl: 107. (4) 46 - Ahkâf: 20.
(2) 20 - Tahâ: 124. (5) 102 - Tekâsür: 4-5.
(3) 16 - Nahl: 107. (6) 29 Ankcbût: 54

DÖRT MAKAM DÖRT ÂLEM

DÖRT MAKAM DÖRT ÂLEM


Nasut, Melekût, Ceberut, ve Lahut
 adları ile adlandırılan 4 âlem vardır. 

Bunlar yukarıdan aşağıya sayılınca, "âlem" olur. Aşağıdan yukarıya sayılınca, “makam” olur.



1- NASUT: Bu âleme: Şuhut, Mülk de denilmiştir. Maddi ve Biyolojik âlemdir. Maddi gözle gördüğümüz varlıklar âlemidir. Bu âlem özellikle dünyadır. Dünya, Tanrı’nın süfli – alçak âlemidir. Koyu madde karanlığıdır. Bir de bunun göklerin gizli bir kesiminde temsil eden, Nasut Karanlığı vardır. Pâklanmamış Ruhlar, bu karanlıktadır. Ruhun Tasavvufta bu barzahı geçip, Nurani âleme girmesine Seyri Süluk’un bir parçası denir. Çünkü kul ile Tanrı arasında zulmani ve nurani perdeler bulunmaktadır.Ruhun en çetin seyri, bu zulmani ve karanlık perdeler arasındadır. Salikin - kutsal Tanrı yolcusunun- en çetin devresidir. Ondan sonrası aydınlık içinde seyir –yürümedir.



Nasut âleminde de kutsal mahaller vardır. Kâbe, Ravza-i Mutahhara, Mescid-i Aksa, , Peygamberlerin ve Velilerin makamları, türbeleri ve içinde ibadet edilen mescitler, kutsal ve paktır. Nasut aleminden, bu Kitabım ilk fasıllarında âlem-i Misal ve Âlem-i Ecsam bahsinde yeterince bahsedilmiştir. Yedi belirti kısmının iyice okunup anlaşılması çok faydalıdır.



2-MELEKUT: Melekut âlemi güneşin fezaya doğru ışıklarının hemen hemen bittiği yerden itibaren başlar ve Melekut nuru ile biribirine karışır. Melekut Alemi dördüncü göktür. Nur alemidir. Nurdan yaratılmıştır ve ebedidir. Kutsal Ruhlar, kutsal Melekler ülkesidir. Nasut âleminde her nesne, nasıl atomdan yaratılmış ise Melekutta da nesneler, nurdan – ışıktan yaratılmışlardır. Melekut âlemi , Tanrı kuvvetleri sayılan ruh ve meleklerle doludur. Bunlar da sinemanın beyaz perdesindeki veya aynadaki suretler gibidir. daimidir aslında ışıktırlar. Bu alemde, nehirler , yeşillikler, bol meyveler, kutsal ruhlara ait makamlar vardır. Ancak sözü edildiği gibi bu alemdeki her şeyin asli yapısı nurdur. Öyle görünürler. Melekut sarı ile beyaz karışımı , latif ve tatlı nurdan bir alemdir .
3- CEBERUT: Ceberut güç, kuvvet anlamınadır. Bu alem Tanrının daha kuvvetli , fakat daha latif bir nurundan yaratılmıştır. Çimen rengi , çok tatlı ve dinlendiricidir ve yeşil renkli kutsal bir nurdur. Bu âlemin bir adı da MAKAM- I MAHMUD’dur . (Öğülmüş makam) Büyük Muhammedi Ruha aittir. Tanrının biricik sevgilisi Ruhların babası, Ruh-u Azamın makamıdır. Çok güzel ve çok büyük, haşmetlidir. Bu yüce makam, Lahuttan sonra en yüce makamdır. Esrarengiz bir durum arzeder. Ceberut âleminde, büyük bir deniz vardır. Diş alemde Güneşin temsil ettiği gibi , iç alemde de bu manevi deniz, büyük Peygamber Hz. Muhammed’in ruhunu temsil eder. Bütün gizli sırlar ve kutsal nimetler bu makamdan diğerlerine süzülür. Diğer alemler bu makamın çok cömert sofrası ile doyurulur ve yaşantıları devam ettirilir. Bu makam da aslında şekil ve suretten beridir. Oda Tanrının kutsal nuru bir şanı, bir belirtisidir.



4- LAHUT: Bu makama, alem-i Hakikat ve Tevhid adı da verilir.Bütün alemlerin kaynağı, özüdür. “Nur-ul Envar – Nurların Nuru”dur. Tanrı iklimidir. Ve Tanrının en büyük arşı- tahtı- dır. Tanrı, bu alemin özüdür. Buradan aşağı alemleri bilim ve hikmetle ve adaletle yönetir. Ancak Tanrı hiçbir şeye istinat etmez-dayanmaz.Taht ve diğer bütün alemler, ona dayanır.Bütün nesneler kendisinin belirtisi olan , sınırsız, sonsuz Tanrı varlığıdır. Kenarı



olmayana mekan düşünülmez kendisi nesnelere mekandır. Mekan kendisidir. Mekanın mekanı yani yerin yeri olmaz. İşte en kutsal ve en yüce makam Lahuttur. Gerçeklerin gerçeği olan Hakikat Âlemidir. Bu âlemde, köşk, saray, şekil, suret denen şeyler olmaz. Orada sadece ve sadece, Tanrı yüzünüm nuru vardır. Bütün nefislerden ve kötü huylardan kurtulup paklanmayan, bu “akdes - çok kutsal”- makama giremez. Oraya giren ruh, tamamen yok olur. Buna “varlıkta yokluk” denir. Sonra Lahut nurundan tekrar kudsi bir elbise giydirilir. Tanrının kudreti ile yoklukta varlık bulur. Buna da “yoklukta varlık” denir. Tasavvufta, Fenafillah ve Bekabillah diye adlandırılan durumlar bu hallerdir. Niyazi Mısri ‘nin :

HASEDİ (KISKANÇLIK) KALP'TEN SÖKÜP ATMANIN ÇARESİ



HASEDİ (KISKANÇLIK) KALP'TEN SÖKÜP ATMANIN ÇARESİ
Hased, kalplerin en büyük hastalıklarındandır. Kalplerin hastalıkları ancak ilim ve amelle tedavi edilir. Hased hastalığı için faydalı ilim ancak şudur: Hasedin senin için, âhirette ve dünyada zararlı olduğunu, öteki adama ise ne âhirette ve ne de dünyada zararlı olmadığını bilmendir. Hatta kendisine hased edilen adam; hem âhirette hem de dünyasında kendisine karşı güdülen hasedden fayda görür. Sen bunu basiretinle bilip gördüğün zaman nefsinin düşmanı, düşmanının dostu değilsen, kesinlikle hasedden vazgeçmen gerekir.

Hasedin Dindeki Zararı

Sen hasedin yüzünden Allah´ın kaza ve kaderine küsmüş olur, kulları arasında taksim ettiği nimetini hor görür, gizli hikmetiyle mülkünde ikame ettiği adaletini çirkin sayar, kerih görürsün. Bu ise tevhidin özüne karşı işlenilen bir cinayet, imanın gözünde bir çapaktır. Din hususunda cinayet olması sana yeter de artar bile! Sen bununla mü´minlerden bir kişiye hile yapmayı, ona nasihat etme vazifesini terketmeyi, Allah´ın veli ve peygamber kullarının, diğer kullar için hayır istemeleri hususunda onlardan ayrılmış olursun. İblis ve diğer kâfirlerin mü´minlere belâlar verilmesine ve mü´minlere verilen nimetlerin kalkmasına sevinmeleri hususunda onlara uymuş olursun. Bütün bunlar kalpte bulunan habaset ve çirkinliklerdir. Ateşin odunu yediği gibi bunlar da kalbin hasenelerini yer. Gecenin gündüzü silip ortadan kaldırdığı gibi, haseneleri silip ortadan kaldırırlar.

Hasedin Dünyadaki Zararı

Sen dünyada, hasedinden dolayı elem duyar veya durmadan üzüntü içerisinde kendi kendine sıkıntı yüklemiş olursun; zira Allah Teâlâ onlara vermiş olduğu nimetten onları uzaklaştırmaz. Sen ise onlara verilen nimeti gördükçe durmadan sıkıntı çeker, onlardan uzaklaşan her belâdan dolayı elem duyar, mahrum, üzüntülü, kalbin dağınık, göğsün dar bir vaziyette yaşarsın. Düşmanlarının senin için istedikleri belâ dolayısıyla senin başına gelmiş olur. Oysa sen düşmanlarına böyle bir belâ istiyordun. Sen düşmanına meşakkat istiyordun, oysa buna karşılık olarak sana meşakkat ve üzüntü verilmiştir. Bununla beraber senin hasedin den ötürü, hased edilen kimsenin nimeti yok olmaz. Eğer sen ölümden sonra dirilmeye ve hesap vermeye inanmıyorsan, hiç olmazsa akıllılığın gereği olarak -eğer aklın varsa- hasedden sakınmalısın. Çünkü hasedde kalbin elemi ve hoşnutsuzluğu vardır ve bununla beraber hiçbir fayda da yoktur. Nasıl olur? Oysa sen hased hususunda ahirette başına gelecek şiddetli azabı bilen bir kimsesin! Akıllı bir kimse elde edeceği hiçbir fayda olmadığı halde, üstelik yüklendiği bir zararla beraber, çektiği meşakkate rağmen, nasıl kendisini Allah´ın gazabına maruz bırakır da di-nini ve dünyasını faydasız bir şekilde yok eder.
Din ve dünyası hususunda kendisine hased edilen zatın hiçbir zararı olmadığı keyfiyetine gelince, bu güneşten daha bâriz bir ha-kikattir. Çünkü ona verilen nimet senin hasedinden ötürü ondan alınmaz ki! Aksine Allah Teâlâ´nın takdir ettiği ikbal ve nimet, muhakkak yine takdir ettiği zamana kadar devam edecektir. Onu kaldırmaya hiçbir güç yetmez. Herşey Allah katında bir ölçüye göredir ve her müddetin bir hududu vardır. Bu sırra binaen peygam-berlerden bir zat (Salât ve selâm onların üzerine olsun) halka musallat olan zâlim bir kadından şikayet etti. Allah Teâlâ, o peygam-bere ´onun günleri sona erinceye kadar onun önünden kaçmamasını´ vahyetti.

Ezelde bizim takdir ettiğimizin değişmesine imkân yoktur. Bu bakımdan kaza ve kaderde onun ikbal ve izzetinin devamlılığı için takdir edilen müddete kadar sabret!

Madem nimet hasedle ortadan kalkmaz, o halde kendisine hased edilen kişinin dünyada hiçbir zararı yoktur. Ahirette de suçu olmadığından dolayı günahkâr olamaz. Sen şöyle diyebilirsin: ´Keşke nimet, benim hasedimden dolayı, hased ettiğim kimseden alınsaydı!´
Senin böyle demen, cehaletin son derekesidir. Çünkü bu bir belâdır ki önce sen kendi nefsine istiyorsun; zira sen de hasedinden dolayı düşmandan kurtulamazsın. Eğer hasedden dolayı nimet ortadan kalksaydı, o vakit Allah Teâlâ sana da hiçbir nimet bırakmazdı ve hiçbir mahlukuna da iman nimeti dahil, hiçbir nimeti bırakmaması icabederdi. Çünkü kâfirler imanlarından dolayı mü´minlere hased ederler.

Kitab ehlinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra nefislerindeki hasedlerinden ötürü sizi imanınızdan sonra küfre çevirmek isterler!(Bakara/109)

Zira hasudun istediği olmaz. Evet! Hasûd bir kimse kendi iradesiyle başkasına dalâleti istediğinden dolayı dalâlete gider; zira küfrü istemek küfürdür. Bu bakımdan nimetin hasedden dolayı hased edilenden alınmasını isteyen bir kimse, sanki kâfirlerin hasediyle iman nimetinin kalkmasını ve diğer nimetlerin de kalkmasını istiyor gibidir! Eğer kendi hasedinle halktan nimetin zâil olmasını istemiyorsan bu cehaletin katmerlisidir; zira hasedçi ahmaklar Allah´ın kendisine bu özelliği vermesini ister. Oysa sen başkasından bu özelliği almak hususunda evlâ ve gözde değilsin. Bu bakımdan hasedle sana verilen nimeti senden almamak nimetine karşı Allah´a şükretmek sana farzdır. Sen ise cehaletinle onu hor görmektesin.

Kendisine hased edilen şahsın, hasedçinin hasedinden hem dünya hem de âhirette fayda göreceği hususuna gelince bu husus da açıktır. Din hususunda fayda görmesi, ona hased ettiğin için mazlum olmasıdır. Hele hased seni onun aleyhinde atıp tutmaya, bilfiil onun gıybetinde bulunmaya, ona zarar vermeye sürüklerse, onun perdesini yırtmaya, onun kötülüklerini anmaya sevkederse, bütün bunlar ona takdim ettiğin hediyelerdir. Bu sözden benim ga-yem, sen bunlarla kendi sevaplarını ona hediye etmiş olursun ve kıyamet gününde onun karşısında mahrum bir durumda kalırsın. Tıpkı dünyada nimetten mahrum olduğun gibi.
Evet! Allah´ın senin üzerinde bir nimeti vardır. Çünkü Allah Teâlâ seni hasene ve sevapları elde etmeye muvaffak kılmış, sen ise o hasenelerini kıskandığın kimseye nakletmiş bulunuyorsun. Ona verilen nimete ikinci bir nimeti ekledin, kendi nefsinin şekavetine
ikinci bir şekavet kattın.Kendisine hased edilen kişinin hasedden dolayı dünyada fayda görmesine gelince, bu durum da şöyledir: Halkın gayelerinin en mühimi; düşmanlarını kötülemek, üzmek, şekavete sürüklemektir. Onların üzülmelerini görmektir. Oysa kendisi hasedden doğan elem içinde kıvranır, ondan daha şiddetli bir azap yoktur. Düşmanlarının temennilerinin en son noktası, kendilerinin nimet içinde yüzmeleri, senin ise, onlardan dolayı üzüntü ve hasret içinde kıvranmandır. Oysa sen onların maksadlarını bizzat kendi başına getirmiş bulunuyorsun ve bundan dolayı da düşmanın senin ölümünü istemez. Aksine hayatının uzamasını ister. Ancak bu hayatın hased azâbı içinde devamlı olmasını ister ki sen Allah´ın ona vermiş olduğu nimetlere bakıp kalbin kıskançlık ve hasedden paramparça olsun! Bu sırra binaen şöyle denilmiştir:

Düşmanların ölmemişler, sende gizli bulunan hasedi görünceye kadar diri kalmışlardır.
Sen nimetten dolayı hasede mâruz kalıyorsun. Ancak kâmil o kimsedir ki kendisine hased edilir!

Bu bakımdan düşmanlarının, senin üzüntü ve hasedinden dolayı sevinmeleri, ellerindeki nimetlerden dolayı sevinmelerinden daha büyüktür. Eğer düşmanın senin hasedin elem ve azâbından kurtulacağını bilirse, onun bu bilgisi kendisi için en büyük musibet ve belâdır. O halde sen içinde kıvrandığın hased üzüntüsüyle ancak düşmanının istediği bir durumdasın. Bunu düşündüğün zaman senin, kendi nefsinin düşmanı ve düşmanının da dostu olduğunu anlamış olursun; zira sen hem dünya ve hem de âhirette sana zarar, düşmanına fayda veren bir yoldasın, Allah´ın nezdinde çirkin bir durumdasın. Gerek hâli hazırda, gerekse gelecekte insanlar nezdinde de çirkin durumdasın. Sen istesen de istemesen de hased ettiğin insanın nimeti devam edecektir. Sonra sen düşmanına kâr sağlamakla kalmadın, düşmanlarının en katısı olan İblis´i de sevindirdin. Çünkü İblis seni ilim, takvâ, mertebe ve düşmanına verilen maldan mahrum olarak görüp, senin hased ettiğin adama verilen nimete razı olup sevapta -onu sevdiğinden dolayı- ona ortak olacağını bilir ve korkar. Çünkü müslümanlar için hayrı seven, hayırda onların ortağı olur. Kim, din hususunda büyük olanların mertebesini elden kaçırırsa onları sevmek sevabı daima elindedir. Bu bakımdan İblis, senin, Allah´ın kuluna verdiği din ve dünya nimetinden dolayı sevineceğini ve bu sevinç sebebiyle de muzaffer olacağını düşünerek korkar. Bu sırra binaen onu sana çirkin gösterir ki amelinle onun mertebesine varmadığın gibi, sevgiyle de varamayasın.

Bir bedevi Hz. Peygambere şöyle dedi:

-Kişi dindar olan kavmi sever, oysa onların derecesine yetişemez,

-Kişi sevdiğiyle beraberdir.111

Bir bedevi Hz. Peygamber hutbe okurken yanına sokularak şöyle der:

-Kıyamet ne zaman kopacak?

-Kıyamet için ne hazırladın?

-Kıyamet için çok namaz, çok oruç hazırlamış değilim. Ancak ben Allah´ı ve onun Rasûlü´nü seviyorum.
-Sen sevdiğinle berabersin.112

Enes der ki: ´Müslümanlar, müslüman olduktan beri o gün sevindikleri kadar hiçbir zaman sevinmiş değillerdi´. Bu da müslümanların en büyük hedeflerinin Allah´ın ve Hz. Peygamber´in sevgisi olduğuna işarettir.

Enes der ki: ´Biz Hz. Peygamberi, Ebubekir ve Ömer´i sever, fakat onların ameli gibi amel edemeyiz! Ümit ederiz ki onlarla beraber olalım!´

Ebu Musa şöyle demiştir: Ben ´Kişi namaz kılanları sever, fa-kat kendisi namaz kılmaz. Oruçluları sever. Fakat kendisi oruç tutmaz´ diyerek birkaç kişi saydım. Cevap olarak Hz. Peygamber şöyle dedi:
O, sevdiğiyle beraberdir.113 Bir kişi Ömer b. Abdülaziz´e şöyle sorar:

-Deniliyor ki, eğer âlim olmaya gücün yetiyorsa âlim ol! Eğer buna gücün yetmiyorsa öğrenci ol! Eğer buna da gücün yetmiyorsa onları sev! Eğer onları sevmeye gücün yetmiyorsa bari onlara buğzetme!

-Sübhanallah! Allah Teâlâ bizim için çıkar yol kılmıştır!

Şimdi dikkat et! İblis sana nasıl hased etmiştir? Sevginin sevabını senin elinden nasıl çıkarmıştır? Sonra bununla da kanaat etmemiş, müslüman kardeşini sana mebğuz göstermiştir. Seni onu sevmemeye teşvik etmiştir. Sen günâhkar oluncaya kadar yakanı bırakmamıştır. Nasıl öyle olmasın? Umulur ki sen, âlimlerin birisine buğzediyor, onun dinde yanılmasını istiyorsun ki yanıldığı görülsün ve dolayısıyla rezil olsun! İstiyorsun ki konuşamayacak şekilde dili tutulsun. Öğrenemeyecek derecede hastalansın! Artık bundan daha fazla derecede hangi günah olabilir? Keşke sen, ona yetişmek fırsatı elinden kaçtığı ve bundan dolayı üzüldüğün zaman, bari günah ve ahiret azabından sâlim kalmış olsaydın!

Cennet ehli üç sınıftan ibarettir:
1.Muhsin
2.Muhsini seven
3.Muhsini savunan!114

Yani muhsin´den eziyetini uzaklaştıran, ona hased, buğz ve kerahet getirmeyen...
Dikkat et! İblis seni bu üç giriş noktasından da uzaklaştırmıştır ki sen asla bu üç gediğin hiçbirisinin ehlinden olmayasın! İşte İblis´in hasedi sana nüfuz etmiş, fakat senin hasedin düşmanından değil, aksine öz nefsinden nüfuz etmektedir. Ey hasedci, hâlin uyanıklık veya uyku hâlinde sana gösterilse, nefsini, okunu düşmanının öldürücü bir yerine isabet etsin diye atan ve isabet ettiremeyen, aksine oku dönüp sağ gözünün bebeğine değip de gözünü çıkaran bir kimsenin suretinde göreceksin. Bu kimse bundan sonra oldukça öfkelenir ve ikinci bir ok atmak ister. Birinci atıştan daha şiddetli bir şekilde atar. Bu sefer o ikinci gözüne gelir ve kendisini iki gözden de mahrum eder. Üçüncü defa ok atar ve geri tepen ok gelip başını deler. Oysa her durumda düşmanı sapasağlamdır. Oku zaman zaman kendisine döner. Düşmanları ise etrafında sevinmekte, gülmekte ve tepinmektedirler. İşte bu hasedçinin hali şeytanın onunla oynamasıdır. Halbuki senin hased hususundaki halin bundan daha çirkindir. Çünkü geri tepen oklar, sadece adamın iki gözünü götürmüştür. Eğer o iki göz yerinde kalsaydı bile mutlaka ölümle yine yok olacaklardı. Oysa hased günah getirir. Günah ise ölümle sona ermez. Günahın insanoğlunu Allah´ın gazabına ve ateşe sürüklemesi sözkonusudur. İnsanoğlunun dünyada gözünün kör olması, gözü kalıp da o kalan gözle cehenneme girmesinden daha hayırlıdır. Çünkü cehenneme o gözle girdi mi alevler onu çıkaracaktır. Dikkat et! Allah, hased edenden nasıl intikam alır? Çünkü hased eden, hased edilenin nimetinin alınmasını istedi. Allah ondan o nimeti almadı. Sonra o nimeti hased edenden aldı. Zira günahtan ࡵzak kalmak bir nimettir. Gam ve üzüntüden sâlim kalmak da nimettir. Oysa bunların ikisi de hased edenden uzaktırlar.

Yeryüzünde kibirlenmeleri ve kötü tuzak(lar) kurma(larını artırdı). Kötü tuzak, ancak sahibinin başına geçer.(Fâtır/43)

Hased eden insan çoğu zaman düşmanının istediğinin ta kendisiyle müptelâ olur. Bir müslümanın düşüşü ile sevinen bir kimse çoğu zaman aynı şeyle karşılaşır.

Hz. Aişe der ki: ´Ben Hz. Osman için neyi temenni etmişsem hepsi benim başıma geldi. Hatta ben onun için ölümü temenni etseydim, mutlaka öldürülürdüm´.

İşte hasedin günahı budur. Acaba sürüklediği ihtilâf, hakkı inkâr etmek, dil ve eli serbest bırakıp düşmandan intikam almak için kötülükler işlemek gibi çirkinlikler nasıl olur? Hased öyle bir hastalıktır ki geçmiş milletler onunla helâk olmuşlardır.

İşte buraya kadar söylediklerimiz ilmî ilâçlardır. İnsanoğlu saf bir zihin ve hazır bir kalp ile bu ilâçları tedkik ederse onun kal-bindeki hased ateşi söner. Kendi nefsini hasedle helâk edip düşmanını sevindirmiş olduğunu, rabbini kızdırıp hayatını karmakarışık ettiğini anlar.

Bu husustaki faydalı amele gelince, bu hasede hükmetmektir. Bu bakımdan hasedin istediği her söz ve fiilin zıddını yapmaya nefsini zorlamalıdır. Eğer hased kendisini, hased ettiği kimseyi zemmetmeye zorluyorsa onu övmeye, dilini onu medhetmeye zorlmalıdır. Hased ona karşı gururlu davranmasını isterse, ona karşı nefsine yüklenmelidir, ondan özür dilemelidir. Hased kendisini, ona karşı iyilik yapmamaya zorlarsa, nefsini daha fazla ona iyilik yapmaya zorlamalıdır. Bunu zoraki bir şekilde yaptığı ve kendisine hased edilen adam bunu bildiği zaman o adamın kalbi sevinir. Dolayısıyla o da bunu sevmiş olur, Onun sevgisi görüldüğü zaman hased eden de onu sevmeye başlar. Bundan da aralarında uygunluk doğmuş olur ve onunla da hasedin maddesi ortadan kalkar. Çünkü tevâzu, övgü ve nimete sevindiğini belirtmek, kendisine nimet verilenin kalbini rikkate getirir, şefkat ve merhametini gerektirir, iyilikle buna karşılık vermeye kendisini zorlar. Sonra bu iyilik birincisine dönüşür. Onun da kalbi hoşlanır. Böylece başlangıçta zoraki yaptığı birşey kendisine tabiî ve normal gelmeye başlar. Şeytanın kendisine "Eğer sen, kıskandığın adama karşı te-vazu gösterir, kendisini översen, düşmanın bunu senin acizliğine veya münafıklığına veyahut korkaklığına hamleder. Düşmanın bu şekilde telâkkisi senin için zillet olur!´ demesi, onu bu şekilde davranmaktan alıkoymamalıdır. Bu vesveseler şeytanın kandırma ve hilelerindendir. Hatta zoraki bir şekilde tatlılık göstermek tarafların saldırganlığını önler. Düşmanlık isteğini azaltır. Kalplere karşılıklı yakınlık ve sevgi girer ve bununla da kalpler, hasedin eleminden, karşılıklı buğzetmenin üzüntüsünden kurtularak rahata kavuşmuş olur. işte bunlar hasedin şifalı ilâçlarıdır. Ancak kalplere pek acı gelir. Fakat fayda acı ilâçtadır. Kim ilâcın acılığına tahammül göstermezse şifanın tatlılığına varamaz. Ancak bu ilâcın acılığı, yani düşmana karşı tevazu göstermek, övmek suretiyle onlara yaklaşmak, daha önce zikrettiğimiz mânâları bilmekle kolaylaşır. Allah´ın kaza ve kaderine rıza göstermek, Allah´ın sevdiğini sevmekle kolaylaşır. Nefsin mağrur olması, isteğinin hilâfına kâinatta bir şeyin olmasını kabul etmeyişi ceha-lettir. Bu cehaleti takınan bir nefis olmayanı istiyor demektir. Onun isteğinin olacağından herhangi bir ümit yoktur. İstenilenin elde edilmemesi zillettir. Bu zilletten kurtuluş ancak iki şeyle olur: Ya isteğin olması ile veya olacak bir şeyin istenmesiyle!



Birincisi senin elinde değil!.. Zorlama ve çabanın burada hiçbir müdahalesi yoktur. İkincisi ise, onun hakkında mücadele etmenin giriş noktası vardır. Onun riyazetle elde edilmesi mümkündür. Bu bakımdan her akıllı kimsenin bunu elde etmesi gerekir. İşte bu umumi bir devâ ve ilâçtır.

Mufassal ve izahlı devâya gelince; hasedin, kibir, gurur, nefsin izzeti, fayda vermeyen şeylere şiddetli harislik göstermek gibi sebeplerini araştırmaktır. Eğer Allah dilerse bu sebeplerin tedavilerinin izahı özel bahislerinde gelecektir; zira bu hastalığın maddeleri ve mikroplarıdır. Hastalık ancak mikrobun sökülmesiyle sökülür. Eğer sen maddeyi sökemezsen, bizim söylediklerimizle sadece teskin edebilirsin. Fakat zaman zaman geri gelir. Maddelerin kalmasıyla beraber onu teskin etmek için uğraşmak uzayıp gider; zira kişi rütbe âşığı olduğu sürece, kendisinden başka halkın kalbinde mertebe edinenlere hased eder ve onların mertebe edinmesi kendisini üzer. Oysa gayesi nefsinin üzüntüsünü azaltmak, bunu ne diliyle, ne de eliyle belirtmemektir. Bundan tamamen boşalmak ise mümkün değildir. Tevfîk Allah´tandır!


Imam GAZALI ( Ihya-u Ulumiddin )

BAŞA GELEN VE GELECEK İŞLER İÇİN YAPILACAK DUA

BAŞA GELEN VE GELECEK İŞLER İÇİN YAPILACAK DUA

İstihare Duası
Şiddet Sıkıntı Ve Felâket Anlarında Okunacak Dualar Ve Zikirler
Şiddet, Sıkıntı Ve Hastalar İçin Okunacak Duâ
İnsan Korktuğu Yahud Korkutulduğu Zaman Okuyacağı Dualar
Üzüntü Yahud Bir Keder İsabet Edince Okunacak Dualar
Bir Tehlikeye Düşünce Okunacak Duâ
Bir Toplumdan Korkanın Okuyacağı Dua
Saltanat Sahibinden Korkanın Okuyacağı Duâ
İnsanın Düşmanına Bakınca Okuyacağı Dua
İnsanın Karşısına Şeytan Göründüğünde Yahud Ondan Korktuğunda Okuyacağı Dualar
İnsanın Mağlüb Olduğu (Yenildiği) Bir İşte Okuyacağı Duâ
Zor Bir İşle Karşılaşınca Okunacak Dua
Geçim Sıkıntısında Okunacak Duâ
Afetleri Defetmek İçin Okunacak Duâ
Az Yahud Çok Bir Musibete Uğrayanın Okuyacağı Duâ
Borcunu Ödemekten Aciz Olan Kimsenin Okuyacağı Duâ
Yalnızlıkta Okunacak Dualar
Vesveseye Kapılan İnsanın Okuyacağı Dualar
Delirene (Bunamışa) Ve Yılan Kırılana Okunacak Dualar
Fatiha Sûresinin Faziletleri
Nazar, Büyü Ve Zehirli Haşerâta Karşı, Çocukları Ve Başkalarını Koruyucu Dualar
Çıban, Sivilce Ve Bunların Benzerine Karşı Okunacak Dualar

BAŞA GELEN VE GELECEK İŞLER İÇİN YAPILACAK DUÂ VE ZİKİRLER

Bil ki, daha önceki bölümlerde anlattığım duâ ve zikirler, her gün sıra üzere tekrarlanan şeylerdir. Fakat şimdi söyleyeceğim duâ ve zikirler, bir takım sebeb ve olaylar üzerindeki vakitler içindir. Bu itibarla bunlarda bir sıra gözetmesi yoktur.

İstihare Duası

312- Câbir ibni Abdillah´dan (Radıyallahu Anhüma) rivayet edildiği­ne göre şöyle demiştir:

"Resülüllah sallallâhu Aleyhi ve Sellem, her işimizde, bize Kur´an-dan sûre Öğretir gibi, îstihâre´yi öğretir, buyururdu:

Sizden biriniz, bir işi tasarladığı zaman (kararsızlık halinde iken), farz namazdan başka iki rekât namaz kılsın, sonra şöyle duâ etsin.

"Allâhümme innî estehîruke bi ılmike ve estakdiruke bikudretike ve es ´elüke min fazlike ´Lazım. Feinneke tagdîru ve lâ agdiru ve ta ´lem u velâ a´lemü ve ente allâmü´l-ğuyûb. Allâhümme in künte ta Iemü enne hâzel emra hayrım lîfîdînî ve meaşî ve âgıbeti emrî, âcili emrî ve âcilihî fagdür-hü lî ve yessirhü lî sümmebârik lîfîhi ve in künte ta ´îemü enne hâzel emra şerrun lifi dînî ve meaaşî ve aagıbeti emrî aadli emrî ve âciîihî, feasrifhü annî vagdürliyel hayra haysü kâne sümme razzınî bihî.

(Allah´ım! Senin ilminle Senden hayır istiyorum. Senin kudretinle Sen­den güç istiyorum ve Senin büyük fazlından Senden istiyorum: çünkü Se­nin gücün yeter, benim gücüm yetmez; Sen bilirsin, ben bilmem ve Sen gayıblan hakkıyla bilensin. Allah´ım! Eğer bu işin, dinim, geçimim ve işi­min sonu için hayırlı olduğunu biliyorsan, (yahud işimin dünya ve âhiret için hayırlı olduğunu biliyorsan) onu bana takdir et. Sonra da onda bana bereket ver. Eğer bu işin, dinim için, geçimim ve işimin sonu için kötü olduğunu biliyorsan (yahud dünya ve âherit İşim için kötü olduğunu bili­yorsan), onu benden sav ve bana hayır nerede ise onu takdir et. Sonra da o işe beni razı kıl). Bu duayı yaparken dileğini de insan söyler (diye Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, buyurmuştur). [1]

Alimler demiştir ki, şu anılan duâ ve iki rekât namazla istihare yap­mak müstahabdır. Nafile namazla olduğu gibi, müekked sünnetlerle, Tahiyye-i Mescid namazı ile ve diğer nafilelerle de olur. Birinci rekâtta Fatiha´dan sonra "Kâfirûn" ve ikinci rekâtta "îhlâs" sûreleri okunur. Eğer namaz kılamıyacak bir durum olursa, yalnız duâ ile istihare yapılır. Bu duaya, Allah´a hamd ederek, Peygambere de Salâtü Selâm getirerek başlayıp yine bunlarla bitirmek müstahabdır.

Zikredilen sahîh Hadîsin açık ifadesinden anlaşıldığı üzere, her iş için istihare yapmak müstahabdır. istihare yapıldıktan sonra da, kalbe gelen ferahlık uyarınca iş yapılır. En iyisini Allah bilir.

313- Ebu Bekir´den (Radiyallahu Anh) zayıf bir isnadla rivayet edildiği­ne göre, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir iş yapmak istediği za­man şöyle buyururdu:

"Allah´ım, bana (bu işi) hayırlı yap ve hayırlı olanı takdir et."[2]

314- Enes´den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre, demiştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurdu:" Ey Enes! Bir iş tasarladığın zaman, o iş için yedi defa Rabbine İstihare et sonra, kalbine geçene bak; çünkü hayır oradadır."[3]



Şiddet Sıkıntı Ve Felâket Anlarında Okunacak Dualar Ve Zikirler


315- Ibni Abbas´dan (Radıyallahu Anhüma) rivayet edildiğine göre, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem sıkıntı anında şöyle derdi:

"Lâ ilahe illâllâhu´l-azîmu´l-halîmü. Lâ ilaheillâllâhu rabbü´l-arşi´i-azıtni. Lâ ilahe illâllâhu rabbü´s-semâvâti ve rabbu´1-arzı. Rabbu´I-arşi´l-kerîm"

(Halım olan, büyük olan ANah´dan başka ilâh yoktur. Büyük Arş´in Rabbi olan Allah´dan başak ilâb yoktur. Göklerin ve yerin Rabbı olan Allah´dan başka ilâh yoktur; O, kerîm olan Arş´ın Rabbıdır)." Müslim´­in rivayetinde: "Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem´e Üzüntü veren bir iş geldiği zaman bu duayı okurdu," şeklindedir.[4]

316- Enes´den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem´e üzüntü ve keder veren bir iş geldiği zaman şöyle derdi:

"Ya hayyu yâ kayyûmu birahmetike estağîsü." (Ey Hayy ve Kayyûm olan (ölmeyen ve her şeyi idare eden Allah), rah­metinle Senden yardım istiyorum...)"[5]

317- Ebû Hüreyre´den (Radıyaiîahu Anh) rivayet edildiğine göre, Pey­gamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem´e bir iş üzüntü verdiği zaman, başını göğe kaldırıp buyururdu:

"Sübhânellâhi´l-azîmi."

(Yüce olsm ARah, sütün noksanlıklardan münezzehtir)" Fazla duâ edince de:

"Yâ hayyu, yâ kayyûmu" der idi.[6]

318- Enes´den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem´in en çok yaptığı duâ şu idi:

"Allâhümme âtinâ fi d-dünyâ haseneten ve fi´1-ahirati haseneten ve kına azâbe´n-nâr."

(Allah´ım! Bize hem dünyada iyilik ver, hem âhirette iyilik ver ve bizi ateş azabından koru!)

Müslim, rivayetinde ziyade yaparak demiştir ki: Enes, bir davet ve iş için duâ etmek istediği zaman bu duayı yapardı.[7]


Şiddet, Sıkıntı Ve Hastalar İçin Okunacak Duâ


319- Abdullah ibni Cafer´den, o da Hazreti Ali´den (Radıyallahu Anh) rivayet ettiğine göre, şöyle demiştir: "Resülüllah Sallallahu Aleyhi ve Sel­lem, bana şu sözleri telkin etti ve bana şiddet ve sıkıntı hali geldiği zaman onları söylememi bana emretti:

"Lâ ilahe fflâüâhu´l-kerîmu el-anmü sübhânehu tebârekellâhu rabbu´l-arşi´l-azîmi. Eihamdü lilîâhi rabbi´î-âlemîn.

(Büyük olan, Kerîm olan Allah´dan başka ilâh yoktur. O, noksanlık­lardan münezzehtir. Büyük Arş´ın Rabbı olan Allah her şeyden yücedir Hamd, âlemlerin Rabbı Allah´a mahsustur)." Abdullah ibni Cafer, bu sözleri telkin edip öğrettirdi ve ateşli hastaya bunları üfürürdü. Ayrıca kızlarından yabancılarla evlenene bunları öğretirdi.[8]

320- Ebû Bekre´den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre, Resû­lüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurdu:

"Üzüntü ve sıkıntılı kimsenin duaları şunlardır:

Allâhümme rahmeteke ercû, felâ tekilnîiîâ nefsî tarfete aynin ve as-Hh lî şe´nî küllehû. Lâ ilahe illâ ente.

(Allah´ını! Senin rahmetini istiyorum; göz kırpması kadar bir zaman beni nefsime bırakma ve bütün halimi düzelt. Senden başka ilâh yoktur)"[9]

321- Ümeys´in kızı Esma´dan (Radıyallahu Anha) rivayet edildiğine göre, demiştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bana buyurdu: "Sıkıntı ve üzüntü zamanında söyleyeceğin sözleri sana öğreteyim (Şöyie dersin):

"Allahu Allâhu rabbî, lâ üşrikü bihî şey´en." 

(Benim Rabbîmdir Allah Allah, O´na hiç bir şeyi ortak koşmam) "[10]

322- Ebû Katade´den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre, de­miştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: "Sıkıntı ve musibet anında, âyetelkürsiyyi ve bakare süresinin son ayetlerini oku­yan kimseyi, Allah Azze ve Celle kurtarır."[11]

323- Sa´d ibni Ebî Vakkas´dan (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre, demiştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem´in şöyle dediği-ni işittim.

"Ben bir söz biliyorum; onu söyleyen bir dertliden muhakkak sıkıntı açılır gider. Bu da, kardeşim Yunus´un (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

"Lâ ilahe illâ ente sübhâneke innî küntü mine´z-zâlimîn." diye yutulduğu balığın karanlık karnındaki duâsıdir. (Senden başka bir ilâh yoktur; sen bütün noksanlıklardan münezzehsin. Ben, nefsine zul­medenlerden oldum). "[12]

Bu hadîsi Tirmizî, Sa´d Hazretlerinden rivayet etti ve Sa´d dedi ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

"Zü´n-Nûn (Yûnus Aleyhisselâm), balığın karnında iken Rafebine et­miş olduğu dua şu idi:

"Lâ ilahe illâ ente sübhâneke innî küntü mine´z-zâlimîn."

(Senden başka ilâh yoktur; sen bütün noksanlıklardan münezzehsin. Ben, nefsine zulmedenlerden oldum.) Herhangi bir şey hakkında bu dua­yı yapan müslüman bir adamın, muhakkak duasını Allah kabul eder."


İnsan Korktuğu Yahud Korkutulduğu Zaman Okuyacağı Dualar


324- Sevban´dan (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre, Peygam­ber Sallallahu Aleyhi ve Sellem´i bir şey korkuttuğu zaman buyururdu:

"Hüvellâhu, Allâhu rabbî lâ şerîke leh." (Büyük Allah, Rabbimdir Allah. Onun ortağı yoktur)."[13]

325- Amr b. Şuayb´ın dedesinden rivayet edildiğine göre, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, korkudan korunmak için şu sözleri onlara öğretirdi:

"Eûzü bikelimâtillâhi-ttâmmeti min gazabihi ve şerri ibâdihi ve min hemezâti´ş-şeyâtîni ve en yahdurûni,"

(Allah´ın gazabından, kul Sarının şerrinden, şeytanların dürtüşlerinden ve yanımda bulunmalarından Allah´ın tam kelimelerine (Kur´an´ına) sığınırım)"[14]

Abdullah ibni Amr, bu kelimeleri olgunluk çağındaki oğullarına öğre­tirdi ve küçükler için de onları yazıp üzerlerine takardı.


Üzüntü Yahud Bir Keder İsabet Edince Okunacak Dualar


326- Ebû Musa Ei-Eş´ârî´den (Radıyalîahu Anh) rivayet edildiğine göre, demiştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Seîlem şöyle buyurdu: "Kime bir keder yahud bir üzüntü İsabet ederse, şu kelimelerle duâ edip söylesin.

"Ene abdüke ibnüabdike, ibnü emetike, fîkabzatike. Nâsiyetî biyedike. Mazın fiyye hükmüke. Adlün fiyye kazâuke. Es´elüke bikülli İsmin huve leke, semmeyte bihînefseke ev enzeîtehû fîkitâbike evallemtehû ehaden min halkıke ev iste´serte bihî ilmi´1-ğaybi indeke en tec´ale´î-kur´âne nura sadrı ve rebîa kalbî ve celâe hüznf ve zehâbe hemmî.

(Senin kudretin altında, ben Senin kulunum, erkek kulunun ve dişi kulunun da oğluyum. Boynum Senin kudret elindedir. Hükmün bana ge­çerlidir. Hakkımdaki hükmün adalettir. Kendim adlandırdığın özüne has bütün isimlerle, yahud kitabında indirdiklerinle yahud yaratıklarından bi­rine öğrettiğin isimlerle yahud katında seçtiğin gayb ilmindeki isimlerle Senden istiyorum ki, Kur´ân´ı göğsümün nuru, kalbimin n eş´esi, kederi­min izalesi, üzüntümün gidişi yapasın.) Peygamberin bu sözleri üzerine meclisteki adamlardan biri:

- Ey Allah´ın Resulü! Asıl aldanmış olan, bu sözleri söylemediğinden aklanandır.

Peygamber:

- Evet,´ bunları söyleyiniz ve onları öğretiniz; çünkü bunları, taşıdıkları manalardaki şeyleri isteyerek söyleyenin, Allah üzüntüsünü giderir ve ferah­lığını uzatır, buyurdu."[15]


Bir Tehlikeye Düşünce Okunacak Duâ


327- Hazreti Ali´den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre, de­miştir ki, Resûlüllah buyurdu:

"Ey Ali! Bir tehlikeye düştüğün zaman söyleyeceğin bir takım sözleri sana öğreteyim mi Ben dedim ki:

- Evet; Allah beni sana feda kılsın... Buyurdular:

- Bir tehlikeye düştüğün vakit şunları söyle:

"Bismillâhi´r-rahmâni´rrahîm, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi´l-aîıyyi´1-azîm."

(Rahman ve Rahîm olan Allah´ın adıyla... İbâdetlerde başarı ve kö­tülüklerden korunma ancak yüce ve büyük olan Allah´ın kuvvet ve kud­ret iyled ir.) Bu sözler sebebiyle Allah Teâlâ, dilediği belâ çeşitlerini uzak­laştırır. "[16]



Bir Toplumdan Korkanın Okuyacağı Duâ


328- Sahîh bir isnadla Ebû Musa El-Eş´ârî´den (Radıyallahu Anh) ri-

vayet edildiğine göre, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, bir toplum­dan (bir kavmin şerrinden) korktuğu zaman buyururdu:

"AUâhümme innâ nec´alüke fınuhûrihim ve neûzü bike min şurûrihim." (Allah´ım! Düşmanların kötülüklerini defetmeni Senden istiyoruz ve kötülüklerden Sana sığınıyoruz.)"[17]


Saltanat Sahibinden Korkanın Okuyacağı Duâ


329: İbni Ömer´den (Radıyailahu Anhüma) rivayet edildiğine göre de­miştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: "Bir sal­tanat sahibinden yahut başkasından korktuğun zaman söyle:

"Lâ ilahe illâllâhu el-halîmu el-hakîmu sübhâneüâhi rabbi´s-semâvâti´s-seb´i rabbi´l-arşi´l-azîmi lâ ilahe illâ ente azze cârüke ve ceîle senâüke.

(Hafim ve Halân olan Allah´dan başka ilâh yoktur. Büyük Arş´in Rab-bı olan, yedi göğün Rabbi olan Allah, bütün noksanlıklardan münezzeh­tir. Senden başka ilâh yoktur. Sana sığınan azizdir ve Senin övgün bü­yüktür.) "[18]

Bundan önceki bölümde geçen Ebû Musa´nın naklettiği hadîsi söyle­mek müstahabdır.


İnsanın Düşmanına Bakınca Okuyacağı Dua


330: Enes´den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile bir savaşta idik. Düşmanla karşı­laşınca, onun şöyle buyurduğunu işittim:

"Yâ Mâlike yevmi´d-dîn. İyyâke a´budu ve iyyâke esta´înu" (Ey hesab gününün sahibi! Ancak Sana ibâdet ederim ve ancak Senden yardım isterim)" Ben bir takım erkekler gördüm ki, yere seriliyorlardı. Onlara önlerinden ve arkalarından melekler vuruyordu.

Aynı zamanda geçen Ebû Musa´nın (Radıyallahu Anh) hadîsini oku­mak müstahabdır.


İnsanın Karşısına Şeytan Göründüğünde Yahud Ondan Korktuğunda Okuyacağı Dualar


Allah Teâlâ buyurur: "Şeytandan bir vesvese seni dürtüklerse, Allah´a sığın. Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir."[19]

Yine Allah Teâlâ buyurur: "Sen Kur´ân´ı okuduğun zaman, ahirete iman etmeyenlerle senin aranda engel olan bir perde yaparız."[20]

Uygun olan, istiâze yapmak (Eûzü Billahi Mineşşeytânirracîm, demek) sonra Kur´ân´dan kolaya geleni okumaktır.

331- Ebu´d-Derdâ´dan (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre, de­miştir ki: "Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem namaza durdu. Biz şöyle dediğini işittik:

"Eûzü billahi minke"

(Senden Allah´a sığınırım). Sonra üç defa buyurdu:

"El´anüke bilânetillâhi"

(Seni Allah´ın laneti ile lanetlerim). Sonra eliyle bir şey alır gibi elini açtı. Namazı bitirip namazdan çıkınca sorduk:

- Ey Allah´ın Resulü! Bundan önce, söylediğini duymadığımız bir şeyi namazda söylediğinizi işittik Bir de elinizi açtığınızı gördük Buyurdular: - Allah´ın düşmanı İblis, yüzüme atmak için bir ateş parçası ile geldi. Ben üç defa, senden Allah´a sığınırım, dedim. Sonra şöyle söyledim: Al­lah´ın noksansız laneti ile seni lanetlerim. O üç defa duraklayıp geri çekildi. Sonra ben onu yakalamak istedim. Vallahi, kardeşim Süleyman´ın (aley-hisselâm) duası olmasaydı, o bağlı kalacaktı da, Medine halkının çocuk­ları onunla oynayacaklardı."[21]

Ben derim ki: Şeytanla karşılaşma halinde, ezan okumak uygun olur; çünkü Müslim´in Sahihinde, Ebû Salih´in oğlu Süheyl´den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Babam (Ebû Salih), beni Harise oğullarına gönderdi. Yanımızda da bir arkadaşımız yahud bir kölemiz vardı. Arkadaşımıza, çit arkasındaki bostandan biri, adını vererek seslendi. Yammdaki arkadaş dönüp çit üzerinden baktı, bir şey göremedi. Ben bu olayı babama anlattım. Babam şöyle dedi: Senin böyle bir şeyle karşılaşacağını bileydim, seni gön­dermezdim. Ancak, sen böyle bir ses işitirsen, ezan oku; çünkü Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem´in şöyle buyurduğunu anlatan bir hadîsi, Ebû Hüreyre´den (Radıyallahu Anh) işittim: "Şeytan, ezan okunduğu zaman dönüp kaçar."


İnsanın Mağlüb Olduğu (Yenildiği) Bir İşte Okuyacağı Duâ


332- Ebû Hüreyre´den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre de­miştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurdu: "Kuvvetli olan mümin, zayıf müminden daha hayırlıdır ve Allah Teâlâ´ya daha sevimlidir. Bununla beraber her birinde hayır vardır. Sen kendine fayda vereni iste ve Allah´dan yardım dile, asla acizlik gösterme. Başına bir iş gelirse: Ben şöyle yapmış olsaydım, şu ve bu olurdu, deme. Ancak de ki, Allah takdir etti ve dilediği oldu. Çünkü "Eğer" sözü, şeytanın işini açar."[22]

333- Mâlik oğlu Avf´dan (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre; "Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem iki adam arasında (bir dava için) hüküm verdi. Aleyhine hüküm verilen adam dönünce:

"Hasbiyeîlahu ve nîğme´l-vekîl"

(Allah bana yeter; O ne güzel vekil..,) dedi. Bunun üzerine Peygam­ber Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurdu: Allah Teâlâ, acizliği kötüler; ancak sen tedbirli ol (gayretli ol). Bir işte yenildiğin zaman:

"Hasbiyellâhu ve m´me´l-vekîl" de..."[23]


Zor Bir İşle Karşılaşınca Okunacak Dua


334- Enes´den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre, Resûlüllah Sal-lallahu Aleyhi ve Sellem buyurdu:

"Allâhümme lâ sehle illâ mâ cealtehû sehlen ve ente tecalü´l-hazne izi şi´te sehlen"

(Allah´ım! Senin kolay kıldığından başka bir kolay yoktur. Sen dilediğin zaman, zor (sert ve katı) oianı, kolay ve yumuşak yaparsın."[24]


Geçim Sıkıntısında Okunacak Duâ


335- îbni Ömer´den (Radıyallahu Anhüma) rivayet edildiğine göre, Pey­gamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurdu:

"Birinizde geçim darlığı olunca, evden çıktığı zaman şöyle demekten sizi alıkoyan nedir (neden bunları söylemiyorsunuz) 

"Bismillâhi ala nefsî ve mâlî ve dînî. Allâhümme raddinî bikazâike ve bâriklîfîmâ kuddirelîhattâ lâ uhibbe ta´cîlemâ ahherte velâ te´hîre mâ accelte."

(Nefsim, malım ve dinim için Allah´ın adıyla yardım Merim. Allah´­ım! Senin kazana (hükmüne) beni razı kıl ve bana takdir edilende bana bereket ver ki, geciktirdiğini ivedilemeyi ve ivedilediğini de geciktirmeyi istemeyeyim."[25]


Afetleri Defetmek İçin Okunacak Duâ


336- Mâlik oğlu Enes´den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre, demiştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurdu: "Allah Azze ve Celle bir kula, ehli, malı ve çocuğu hakkında bir nimet vermiştir de, o kul:

"Mâ şâallâhu îâ kuvvete illâ biîlâh."

(Allah´ın dilediği olur, kuvvet ancak Allah´ındır) demiştir; artık o ku­lun, onlar hakkında ölümden başka bir âfet görmesi olamaz."[26]


Az Yahud Çok Bir Musibete Uğrayanın Okuyacağı Duâ


Allah Teâlâ buyurur: "Kendilerine bir musîbet değdiği zaman, Biz al-lah´dan geldik ve ona döneceğiz, söyleyen sabredicileri müjdele: Onlara, Rablerinden mağfiret ve rahmet vardır. Onlar, hidayete erenlerdir. "[27]

337- Ebû Hüreyre´den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre, de­miştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: "Her fe­na işten dolayı, her biriniz istirca yapsın (Innâ lillah ve innâ ileyhi râci´ûn (Biz Allah´dan geldik, yine O´na döneceğiz, desin). Öyle ki, ayakkabısı­nın (kopan) bağına varıncaya kadar... Çünkü bunlar, musibetler­dendir. "[28]


Borcunu Ödemekten Aciz Olan Kimsenin Okuyacağı Duâ


338- Hazreti Ali´den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre, bir, mükâteb (borçlu köle) kendisine gelip şöyle dedi: Ben azad olma karşılığı olarak ödeyeceğim borcumdan acziyete düştüm; bana yardım et. Hazreti Ali: Resûlüllah Sallalîahu Aleyhi ve Sellem´in bana öğretmiş olduğu bir takım sözleri öğreteyimmi ki, senin üzerinde dağ kadar borç olsa dahi, Allah onu sana Ödetir. Şöyle söyle:

"Allâhümmekfinî bihalâlike an harâmike ve ağninî bifadlike ammen sivâke."

(Haramına karşı beni halâlin ile yetindir, Allah´ım ve Senden başka­sından da, fazlınla beni müstağni kıl (Senden başkasına beni muhtaç etme)."[29]

Tirmizî demiştir ki, bu hasen hadistir. Biz daha önce "Sabah ve Ak­şam Ne Söylenir ´ bölümünde, Ebû Davud´un, Ebû Sa´îd El-Hudrî´den rivayet ettiği bir hadîsi anlatmıştık. Ebû Ümame adındaki sahabî´ye, Re-sûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurmuştu: Böyle namaz vakti dı­şında mescidde oturup ne düşünüyorsun buyurmuş ve o da: Ya Resûlal-Iah! Dertlerim ve borçlarım, demişti.(Bak. Hadis: 206) Onun içindeki duâ da bu münasebetle okunur.


Yalnızlıkta Okunacak Dualar


339- Velid b. Velid´den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre, de­miştir ki: Ya Resûlallah! Ben kendimde yalnızlık hissediyorum (yalnız ba-şımayım) Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:

"Yatağına girdiğin zaman

"Eûzü bikelimâtiîlâhit´tâmmeü min ğadabihi ve ikâbihi ve şerri ibâdihi ve min hemezâti´ş-şeyâtîni ve en yahzurûni."

(Allah´ın gazabından ve azabından, kullarının şerrinden ve şeytanların dürtüşlerinden ve benimle bulunmalarından, Allah´ın kitabına sığınırım.)

Artık (bunları söyleyince) kötü şeyler sana zarar vermez, yahud sana yak-Iaşmaz."[30]

340- Berâ b. Âzib´den (Radıyallahu Anhüma) rivayet edildiğine göre demiştir ki, yalnızlıktan Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem´e şikâyet eden bir adam, Peygamberin huzuruna geldi. Bunun üzerine Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ona, şu sözleri çok söyle, buyurdu:

"Sübhâne´I-meliki´l-kuddûsi rabbi´l-melâiketi verrûhi. Cellelte´s-semâ-vâti ve´1-arzı bi´î-ızzeti ve´1-ceberûti

(Meleklerin ve Cebrail´in Rabbı olup noksanlıklardan münezzeh Allah, her şeyin sahibidir, her şeyden yücedir. Göklerle yer, O´nun kudret ve azameti ile yükselmiştir). Adam bu sözleri söyledi de, ondan vahşet git­ti. "[31]


Vesveseye Kapılan İnsanın Okuyacağı Dualar


Allah Teâlâ buyurur:

"Şeytandan bir dürtüş seni dürterse, hemen Allah´a sığın. Allah, her şeyi işitendir; her şeyi bilendir."[32] Allah´ın bize emrettiği ve edeb olarak öğrettiği en güzel Allah´a sığınmadır bu... (Euzü billahi mineşşeytânirra-cîm).

341- Ebû Hüreyre´den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre demiş­tir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurdu: "Şeytan birinize gelip der ki: Şunu kim yarattı, bunu kim yarattı; hatta Rabbmi kim yarattı diyesiye kadar... (Şeytanın vesvesesi bu duruma ulaşınca, o insan, şey­tandan Allah´a sığınsın (Eûzü billahi mineşşeytânirracîm, desin) ve bu dü­şünceden kaçınsın," Sahîh´deki diğer bir rivayet şöyle: "İnsanlar birbirleri­ne sorup dururlar: Bu yaratıkları Allah yarattı, Allah´ı kim yarattı denilin-ceye kadar... Kim, kendinde böyle bir hal sezerse:

"Amentü billahi ve rusulihi" desin. (Ben Allah´a ve Peygamberlerine îman ettim, desin)."[33]

342- Hazreti Aişe´den (Radıyallahu Anha) rivayet edildiğine göre, de­miştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurdu: "Kim bu şey­tandan bir vesvese kendinde bulursa, üç defa:

"Amenna billahi ve birusulihi."

(Biz, Allah´a ve Peygamberine îman ettik) desin. Çünkü bunu söyle­mek, ondan vesveseyi giderir. "[34]

343- Osman ibni Ebi´l-Âsî´den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre şöyle anlatmıştır: Dedim ki, Ya Resûlallah! Şeytan, benimle namaz ve okuyuşum arasına girerek benim ibâdetimi karıştırıyor Resûlüllah Sal­lallahu Aleyhi ve Sellem buyurdu: "Bu şeytandır, ona "Hınzeb" denilir.

Bunu hissettiğin zaman, ondan Allah´a sığın ve (Euzü billâhimineşşeytânir-racîm, de) ve üç defa soluna tükür." Ben bunu yaptım da, Allah o şeytanı benden giderdi. Derim ki: Hınzeb yahud Hanzeb, bir şeytan adıdır. As­len, kokmuş bir et parçasına denilir.[35]

344- Güzel bir isnadla Ebû Rumeyl´den rivayet edildiğine göre şöyle anlatmıştır: İbni Abbas´a kalbimde hissettiğim şey nedir dedim. Bana:

- Nedir o dedi. Vallahi onu söyleyemiyorum, dedim. Bunun üzerine bana şöyle buyurdu: Şübheden bir şey mi ve güldü". İlâve etti:

- Allah Teâlâ şu âyeti indirinceye kadar bundan kimse kurtulamamıştır: "Ey Peygamber, sana indirdiğimiz kıssalardan ve haberlerden bilfarz

şübhede isen, senden önce kitab okuyanlara sor. Yemin olsun ki, Rabbin-den sana hak gelmiştir. O halde sakın şübhe edenlerden olma."[36] Sen, kendinde böyle bir şey (şübhe) hissedersen, şu ayeti oku:

"Hüve´l-evvelü ve´1-âhiru ve´z-zâhiru ve´1-bâtmü vehüve bi külli şey´in alîm.

(O, her şeyin evvelidir, her şeyin âhiridir, eserleriyle meydandadır, zatı ile gizlidir. O, herşeyi bilendir)[37]

Üstad Ebu´l-Kâsım El-Kuşeyrî´nin (RahimehuIİah) risalesinde, Ahmed b.Atâ El-Rüzbarî´den (büyük imamdan Radıyallahu Anh) sahîh isnadla rivayet edildiğine göre, şöyle demiştir:

Temizlikte (abdest ve taharet işinde) çok titizlikle aşırı gidiyordum. Bir gece, çok su kullanıp döktüğüm halde kalbim yatışmadı ve içim sıkıldı. Dedim ki: Ya Rabbi! Afvını isterim, afvıni... Arkasından hafiften birinin şöyle dediğini işittim: "Bağışlamak ve afvetmek, gerçek olan bir şeyde olur (senin halin bir vesveseden ibarettir)." Bunu duyunca, o hal benden gitti.

Alimlerden biri de şöyle demiştir: Abdest, namaz yahud bunlar gibi işlerde vesveseye düşmüş olan bir kimsenin

"Lâ ilahe illallah"

demesi müstahabdır, çünkü şeytan bu zikri işitince, geri çekilip uzaklaşır. Zira:

"Lâ ilahe illallah"

zikrin başıdır. Bundan dolayıdır ki, hak yola girmeyi isteyenlerin terbiye­cisi olan bu ümmetin seçkinlerinden büyük şahsiyetler, "Lâ ilahe illallah" sözünü, zikir ehline tavsiye etmişler ve buna devam etmeyi emretmişler­dir. Ayrıca demişlerdir ki: Vesveseyi gidermekte en faydalı ilâç, Allah´ı zikre yönelmek ve bunu çok yapmaktır.

Büyük alim, Ahmed b.Ebû´l-Havarî demiştir ki, ben vesveseden, Sü­leyman Darânî´ye şikâyette bulundum. Bana şöyle dedi: Eğer vesvesenin senden kesilmesini istiyorsan, hangi vakitte kendinde onu hissediyorsan ferahlanıp rahat et. Zira sen ferahlanınca o hal senden kesilir. Çünkü mü­minin sevinmesinden daha çok şeytanı kızdıran şey yoktur; eğer vesvese edip kederlenirsen, sana keder ve vesveseyi çoğaltır.

Ben de derim ki, bu söz, bazı alimlerin söylediği şu sözü kuvvetlendi­rir: İmanı kemale eren kimse, vesvese ile müptelâ olur; çünkü hırsız, ha-rab bir eve girmez.


Delirene (Bunamışa) Ve Yılan Kırılana Okunacak Dualar
Fatiha Sûresinin Faziletleri:


344- Ebû Saîd El-Hudrî´den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine gö­re şöyle anlatmıştır:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem´in ashabından bir gurup se­ferlerinden bir sefere çıktılar. Nihayet Arab kabilelerinden bir kabileye indikleri zaman, onlardan misafir kabul edilmelerini istediler. Fakat ka­bile, onları misafir kabul etmedi. O kabilenin reisi de bir yılan tarafından ısırılmış bulunuyordu. Onun tedavisi için her türlü çareye baş vurdularsa da, hiç bir şey ona fayda vermedi. O kabile adamlarından biri dedi ki, şu misafir olmak isteyen adamlara gideydiniz, belki onlarda fayda vere­cek bir şey bulunur. Bunun üzerine adamlara gidip dediler ki: Ey cema­at! Bizim reisimiz yılan tarafından ısırıldı. Onun için her türlü çareye baş vurduk; fakat hiç bir şey ona fayda vermiyor. Acaba sizden birinizde fayda verecek bir şey var mı Ashabdan biri: Vallahi ben, okurum; fakat biz sizden misafir kabul edilmemizi istedik de, vallahi bizi konuklamadımz. Onun için bize bir mükâfat (ücret) vermedikçe size okuyuculuk yapmam, dedi. Bunun üzerine bir bölük koyun vermeleri şartı ile anlaştılar. Sonra adam gitti. Fâtiha´y* okuyup üfledi. Adam bağdan çözülür gibi huzura kavuştu ve yürümeğe başladı. Hiç bir ağrısı kalmadı. Onlar da, anlaştık­ları üzere ücretlerini (bir bölük koyunu) ashabı kirama verdiler. İçlerinden biri: bunları bölün, dedi. Hastayı okumuş olan: Hayır, yapmayın. Biz Pey­gamber Sallaîlahu Aleyhi ve Setiem´e gidelim de, olanı ona anlatalım. Bize ne emir buyuracak ona bakalım, dedi. Onlar topluca Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Seîlem´e vardılar ve ona olayı anlattılar. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurdu: O Fatiha Sûresinin rukye (şifa ayetleri) olduğunu sana kim bildirdi Sonra devam etti: isabet ettiniz, koyunları bölün ve sizinle beraber bana da bir pay ayırın; ve Peygamber Sallalahu Aleyhi ve Sellem gülümse­di." Bu rivayet Buharî´nin lâfzıdır ve rivayetlerin en mükemmelidir.

Bir rivayette şu lafız vardır: "Fatiha´yı okuyordu ve tükrüğü toplayıp (hastaya) püskürtüyordu. Adam da iyileşmişti."[38]

345- Abdurrahman b. Ebî Leylâ´dan rivayet edildiğine göre, demiştir ki: "Bir adam Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem´e gelip demiştir: - Benim kardeşimde ağrı var Peygamber buyurdu:

- Kardeşinin ağırısı nedir 

- Onda inme (bir nevi delilik) var, dedi. Peygamber:

- Onu bana gönder, dedi. Adam gelip Peygamberin önünde oturduktan sonra, Peygamber Salllalahu Aleyhi ve Sellem ona şunları okudu:

Fatiha sûresi, Bakara sûresinin başından dört ayet, Bakara sûresinin ortasından iki ayet (163,164. ayetler), Âyete´1-Kürsî, Bakara sûresinin so­nundan üç ayet (284, 285 ve 286. ayetler), Âl-i îmrân sûresinin başından bir kaç ayet ve aynı sûreden 18. ayet, ´raf sûresinden 54. ayet, Mü´minün sûresinden 116. ayet, Cin sûresinden 3. ayet, Saffat sûresinin başından on ayet, Haşir sûresinin sonundan üç ayet, İhlâs sûresi, Felâk ve Nâs sû-releri."[39]

346- Harice b. Salt´den, o da amcasından yapılan sahih bir isnadla rivayet edildiğine göre, Harice´nin amcası şöyle anlatmıştır: "Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem´e varıp müslüman oldum. Sonra geri döndüm ve bir kabileye uğradım. Yanlarında demir zincire bağlı deli bir adam vardı. Kabile halkı bana dediler ki, bize anlatıldığına göre senin bu arkadaşın (Peygamber) hayır üzere geldi. Sende bu hastayı tedavi edecek bir şey var mı Bunun üzerine, ben de ona Fâtiha´yı okudum. Adam da kurtuldu. Bana (tedavi karşılığı) yüz koyun verdiler. Ben Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem´e gidip durumu anlattım (bu koyunlara sahib olabilir miyim, dedim). Bana şöyle buyurdu:

"- Sen, ancak bunu mu söyledin " Bİr rivayette de: Bundan başka şey söylemedin mi " buyurdu. Ben:

- Hayır, başka şey söylemedim, dedim. Peygamber buyurdu: "Onları al (ye); ömrüm hakkı için batıl afsun ile yiyen kim. Sen hak

olan bir Rukye (tedavi) için yemiş oluyorsun."[40]

347- Diğer bir rivayete göre, Ebû Davud Harice´den, o da amcasından anlatarak şöyle demiştir:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem´in huzurundan döndük de, bir arab kabilesinden birine vardık. Bize dediler ki, acaba sizde bir deva bulu­nur mu Yanımızda, bağlı bir akılsız vardır. Sonra bağlı olarak o akılsızı getirdiler. Ben de, üç gün sabah-akşam ona Fatiha sûresini okudum. Tük-rüğümü (ağzımda) topluyordum sonra (ona) püskürtüyordum. Sonunda bağdan çözülmüş gibi iyileşti. Buna karşılık bana mükâfat (ücret) verdi­ler. Ben, hayır, olmaz dedim. Onlar:

- Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem´e sor, dediler. Ben de ona sorunca, şöyle buyurdu:

"- Ye (hediyeyi kabul et). Ömrüm hakkı için, bâtıl afsun ile kim yiyor; sen hak olan bir rukyeden (tedaviden) yiyorsun."[41]

348- Abdullah ibni Mes´ud´dan (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre, kendisi bir hastanın kulağına okudu da, hasta iyileşti. Bunun üzerine Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ona sordu:

"- Onun kulağına ne okudun "

Abdullah ibni Mes´ud dedi ki: Mü´minün sûresinin 115. âyetinden sûre­nin sonuna kadar (dört ayeti) okudum. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem buna şöyle buyurdu:

"-Eğer bir adam tam bir inanç ve kesin bir bilgi ile bunları bir dağ üzerine okusaydı, dağ yok olurdu."[42]


Nazar, Büyü Ve Zehirli Haşerâta Karşı, Çocukları Ve Başkalarını Koruyucu Dualar


349- İbni Abbas´dan (Radiyallahu Anhüma) rivayet edildiğine göre, şöyle demiştir:

"Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu kelimelerle istiâze ederek (kötülüklerden torunları) Hasan ve Hüseyin´i korurdu:

"Ü´îzükümâ bikelimâtillâhi´ttâmmeti min külli şeytanin ve himmetin ve min külli aynin lâmmetin."

(Her şeytandan ve zehirli haşerattan sizi Allah´ın kitablan ile koru­rum) Sonra derdi ki: İkinizin büyük dedesi (İbrahim Aleyhisselâm) da, bu kelimelerle İsmail´i ve îshak´ı kötülüklerden korundururdu." Allah´­ın Salât ve Selâmı hepsinin üzerine olsun..."[43]


Çıban, Sivilce Ve Bunların Benzerine Karşı Okunacak Dualar


350- Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem´in zevcelerinden birinden rivayet edildiğine göre, o şöyle demiştir: Parmağımda bir sivilce çıkmış olduğu bir zamanda Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bana geldi. (Parmağımdan şikâyetimi dinleyince, bana) dedi ki: "Sende zerire (bir nevi kamış kırpıntısı) var mı " Sonra onu sivilcenin üzerine koydu ve ba­na, şöyle söyle dedi:

"Allâhümme musağğıre´i-kebîri ve mükebbire´s-sağîri. Sağğir mâ bî." (Ey büyüğü küçülten ve küçüğü büyülten Allah´ım! Bende olanı kü­çült) Sonra (sivilcem) sönüp gitti, "[44]

Zerire: Hindistan´dan tıb için getirilen bir nevi kamışın kırpıntısıdır.





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Buhârî. Ebü Dâvud. Tirmizî. Nesâî.

[2] Tirmizî. İsnadı zayıftır.

[3] İbn-i Sünnî. (Bunun isnadı garîbdir; raviler arasında tanınmayanlar vardır.

[4] Buhârı. Müslim. Tirmizi. Nesâî.

[5] Tirmizî.

[6] Tirmizî.

[7] Buharî. Müslim.

[8] Nesâî. îbn-i Sünnî. Ahmed b. Hanbel. îbn-i Hibbân.

[9] Ebû Dâvud.

[10] Ebû Dâvud. İbn-i Mâce.

[11] îbn-i Sünnî.

[12] ibn-i Sünnî. Nesâî. Tîrnıİzî. Hâkim, el-Müstedrek.

[13] îbn-i Sünnî. Nesâî.

[14] Ebû Dâvud. Tirmİiî. (Tirmizî, bu hadis hasendir, demiştir.)

[15] lbn-i Sünnî.

[16] İbn-i Sünnî.

[17] Ebû Dâvud. Nesâî.

[18] ibn-i Sünnî.

[19] Kur´ân-i Kerim, A´raf Sûresi, 2OO.

[20] Kur´ân-ı Kerim, İsrâ Sûresi, 45

[21] Müslim.

[22] Müslim, Nesâî.

[23] Ebü Dâvud, Nesâî.

[24] İbn-i Sünnî, tbn-i Hibbân.

[25] İbn-i Sünnî.

[26] İbn-i Sünnî.

[27] Kur´ân-ı Kerim, Bakara Sûresi, 155-156.

[28] İbn-i Sünni.

[29] Tirmizî. Hâkim.

[30] İbn-i Sünnî.

[31] İbn-i Sünnî. Zayıf isnadla.

[32] Kur´ân-i Kerim, Fussilet Süresi: 36

[33] Buhârî. Müslim. Ebü Dâvud.

[34] İbn-i Sünnî. Zayıf isnadla.

[35] Müslim.

[36] Kur´ân-ı Kerim, Yûnus Sûresi: 94

[37] Kur´ân-ı Kerim, Hadîd Süresi: 3. Ebû Dâvud.

[38] Buhârî- Müslim.

[39] İbn-i Sünnî Zayıf jsnadla.

[40] Ebû Dâvud. İbn-i Hibbân.

[41] İbn-i Sünnî. Ebû Dâvud.

[42] İbn-i Sünnî. Ebû Dâvud.

[43] Buhârî. Nesâî. İbn-i Mâce.

[44] İbn-i Sünnî. Nesâî. Ahmed b. Hanbel

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...