19 Mayıs 2015

12 EYLÜL BELGELERİ PDF E-KİTAP




12 EYLÜL BELGELERİ PDF E-KİTAP

Nesillerin Ruhu / Prof. Dr. Mehmet Kaplan



Nesillerin Ruhu
Prof. Dr. Mehmet Kaplan 
 Fertlerin nasıl birbirinden ayrı bir duyma, düşünme ve hareket etme tarzları varsa, nesillerin de kendilerine has, önceki ve sonraki nesillerinkine benzemeyen bir duyma, düşünme ve hareket etme tarzları vardır.
Aynı içtimaî, siyasî ve iktisadî şartlar altında yaşayan, aynı çeşit terbiye müesseselerinde yetişen, aynı endişe ve meselelerle meşgul olan ve aşağı yukarı aynı yaşta bulunan insan toplulukları arasında müşterek bir ruhun teşekkül etmesi gayet tabiî bir hadisedir.
Milletlerin tarihî hayatında nesiller, büyük fertlerden daha mühim rol oynarlar; zira devirlere şekil ve renk veren esas kitleyi onlar teşkil ederler.
Hatta sivrilmiş şahsiyetlerin kendi nesillerinden tamamıyla ayrı varlıklar değil, bilâkis onları en iyi surette temsil ve ifade eden kabiliyet ve dehâ sahibi insanlar olduğu iddia olunabilir. Bu müstesna fertleri bize tek ve yüksek gösteren şey, onlardaki ifade ve temsil kudreti ile beraber, kendilerine uzak mesafelerden bakmamızdır. Yakınlarına vardığımız, içlerinde bulundukları muhiti teşkil ettiğimiz zaman, etraflarında onlara benzer küçük çapta bir yığın insan ve insancık buluruz.
Devri anlamak için, mutlaka nesli toptan göz önünde bulundurmak lâzım gelir. Burada Tanzimat'tan bugüne kadar gelmiş geçmiş nesilleri hatırlayarak karakterlerini tespite çalışacağız. Nesiller umumiyetle tez, antitez, yükselen ve inen dalgalar şeklinde gelişirler. Böyle oluş, mukayese yoluyla onlardan her birini vazıh surette anlamağa elverişlidir.
1860-1876 yılları arasında faaliyette bulunan Namık Kemâl-Ziya Paşa nesline mensup olanlar, devlet kalemlerinde yetişmişlerdir. Bundan dolayı çok hayatî ve siyasî bir karakter taşırlar. Terbiyeleri yarıdan çok şarklı ve muhafazakârdır. Yabancı dillerini ve kitaplarını ömürlerinin yarısından sonra öğrenirler. Bundan dolayı ruhlarında kuvvetli bir Şark-Garp mücadelesi vardır. Dindar ve tarihe bağlı oldukları için Garp'a kendilerini fazla kaptırmaz ve ezilmezler. Müteakip nesillerde bir hastalık halini alan aşağılık kompleksi bunlarda hemen hemen yoktur. Büyük ideallere sahiptirler ve kahramandırlar. Müşterek birkaç ana fikir etrafında birleşirler. Bunların içinde en mühimi Meşrutiyet'in ilânı, yani Saray'a ve Bâbıâli'ye karşı parlamentonun kurulmasıdır.
Onları bu dâvaya sevk eden âmil, bazılarının zannettiği gibi, sadece Fransız ihtilâlinden, o sıralarda Avrupa'ya yayılmış hürriyet fikirlerinden ilham almaları, basit bir taklit arzusu değildir. Cemiyetin içinde bulunduğu şartları ve yükselmesi için lâzım gelen müesseseleri anlamışlardır.
Mesele şöyle hülâsa olunabilir: Eskiden Osmanlı cemiyetinde mahiyet itibarıyla birbirine zıt, icabında birbirini kontrol ve idare eden üç kuvvetli müessese vardı. Saray, Yeniçeri Ocağı ve Medrese. On altıncı asra kadar muvazeneli ve sıhhatli birer kuvvet merkezi olan bu Orta Çağ müesseseleri on yedinci asırdan itibaren bozulmağa başlar. İlkin, devrine göre büyük bir adalet ve bilgi kaynağı olan medrese yıkılır, Ordu ile saray karşı karşıya kalır. Muvazene bozulduğu için tahakküm mücadelesi başlar. Ordu saraya sözünü geçirmek için birçok isyanlar çıkarır. Saray bundan bizar olur ve Yeniçeri Ocağı'nı kaldırmayı düşünür. III. Selim kendi emrinde yeni bir ordu kurmaya teşebbüs ederse de muvaffak olamaz. II. Mahmud bu işi başarır. Yeniçeri Ocağı tarihten silinir. Bu suretle Saray memleketin mukadderatına tek başına hâkim olur. Artık onu içerden kontrol ve ikaz edecek hiçbir kuvvet, hiçbir müessese yoktur. Yalnız Avrupa devletleri, Hıristiyan reâyâyı korumak maksadıyla Saray üzerinde baskı yaparlar. Bu devir, devletimizde dahilî muvazene kuvvetlerinin ortadan kalkması, Avrupa kontrol ve müdahalesinin başlaması devridir, Abdülmecit devrinde, saraya karşı kısmen mukavemetli olan, Avrupalı fikirlerle mücehhez ve yabancı kuvvetlere sırtını dayayan bir Bâbıâli teşekkül eder.
1860 nesli işte bu şartlar altında ortaya çıkar. Saraya ve Bâbıâli'ye karşı bir cephe teşkiline çalışır. Parlâmentoyu istemesi de bundan ileri gelir.
Bu neslin yazdığı bütün eserler, hep bu gaye etrafında döner. Üçüncü kuvvetin temeli olması ümit edilen "Efkâr-ı umumiye"yi uyandırmak için gazete ve tiyatroya büyük ehemmiyet verilir. Bu nesil şiirine varıncaya kadar "içtimaî"dir. On altı sene çalışma neticesi, 1876'da, hadiselerin de müsaadesi ile Meşrutiyet ilân edilir. Fakat arkalarında ordu veya medrese gibi büyük bir kuvvet bulunmadığından, Rus harbini bahane eden Abdülhamid, Millet Meclisi'ni kapatır, hürriyet taraftarlarını sürgün eder. 1876'da ortaya çıkan nesil, çocukluklarında "Peri-i Hürriyet"in yüzünü hiç olmazsa uzaktan görmüş, sözünü işitmiş, fakat hayata atılır atılmaz istibdatın sert çehresi ile karşılaşmıştır. Siyasî ve içtimaî davalarla uğraşmak şiddetle yasaktır. Bu vaziyet karşısında bu nesil, âdeta zarurî olarak felsefe, aşk, seyahat ve macera mevzularına dökülür. Eskiden hürriyet fikirlerine bağlı olanlar, davalarına ihanet etmek suretiyle devre uymağa çalışırlar, Mithat Paşa'nın hiçlikten alarak yükselttiği Ahmet Mithat Efendi, eski arkadaşlarının ve parlâmentarizmin aleyhinde makaleler yazarak Abdülhamid'e dalkavukluk eder. Montekristovârî romanlar kaleme almak suretiyle edebî hayatını devam ettirir. Bunlarda suya sabuna dokunmayan bir sürü faydalı malûmat vardır. Abdülhak Hâmid, felsefe, aşk ve tabiat âlemlerinde dolaşır, zevcesini ve validesini terennüm eden şiirler yazar. Recaizade Ekrem, çocuklarının ölümünden duyduğu teessürü esas mevzu alır ve estetik yapar. Edebiyat bakımından şüphesiz zengin olan bu devrede Namık Kemâl neslinin kuvvetli erkek sesini hatırlatan hemen hemen hiçbir şey yoktur. Aciz bir ferdiyetçilik ruhlara, yazılara hâkim olur.
1895 yıllarında bir nesil daha ortaya çıkar. Memlekette karanlık ve sefalet arttığı için bu nesil bedbahttır. Servet-i Fünun nesli, şiirlerinde ve romanlarında daima hayatı bir ızdırap kaynağı ifade eden, iradesiz, bedbin ve melânkolik nesil! Bu nesli en iyi temsil eden "Rübâb-ı Şikeste" müellifi Tevfik Fikret, kendi neslinin ruhunu güzel teşrih eder: "Edebiyatımız sağlam bir bünyeye malik değil! Edebiyatımız hasta! Tekmil şiirlerimizde, hikâyelerimizde, tasvirlerimizde bir solgunluk, bir kansızlık, bir eser-i hüzal görülüyor." der, "Mâi ve Siyah" romanında bu neslin tipik kahramanı Ahmed Cemil'i hatırlayınız. Hayattan, hakikatten ve halktan ayrılan bu neslin, Tanzimat'ın başından beri sadeleşmeye başlayan yazı dilimizi divanınkinden daha sun'î bir preciositeye götürdüğüne dikkat ediniz.
Nesillerin dil şuurları diğer mevzularda aldıkları tavırdan ayrılmaz.
1908'de yeni bir nesil ortaya çıkıyor. 1923 yılına kadar siyaset ve kültür sahasında faaliyette bulunan bu nesil, tıpkı o devir gibi karışık bir manzara arz eder. İmparatorluğun bünyesinde iki asırdan beri devam eden çözülme ve dağılma hareketi bu devirde son haddini bulmuştur. Hürriyet bir anarşi halini alır. Siyasi partiler, içtimaî teşekküller, cemiyetler, gazeteler ve mecmualar Türkiye'nin yüzünü bir panayır yerine benzetirler. Bununla beraber bu karışıklığa hâkim olan müşterek bir ruh vardır. Hürriyet, istiklâl ve yükselme iştiyaki bütün kalpleri doldurur. Bu devirde tesirleri bugüne kadar devam eden ütopiler doğar. Eskiden ölümü arzulayan Tevfik Fikret bile bu devirde canlanır: "Halûkun Defteri" adlı şiir kitabında bir cemiyet ve insanlık havârisi kesilir. "Halûkun Amentüsü"nde fencilik, beynelmilelcilik ve dinsizlik fikirlerini yüceltir. Onun karşısında ise muhtelif meseleler üzerinde hal tarzları ileri süren dindar ve büyük şâir Mehmet Akif vardır. Ziya Gökalp, Malazgirt'ten önceki Türk tarihini, Asya Türklerini esas alan Turancılık ideolojisini kurar.
Yahya Kemal ise millî varlığı esas tutar ve coğrafyaya bağlanır. Meşrutiyet devrinin istikrarsız, çalkantılı, uzaklarını görmek mümkün olmayan havasında meydana çıkmış olan fikirlerden birçoğu, İstiklâl mücadelesini, bizi hu memleketin realitelerine götüren derslerinden sonra değerlerini kaybetmişlerdir.
İstiklâl mücadelesi Ankara'yı yaratır. Ankara Anadolu bozkırlarının ortasındadır. Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'ne bozkır ruhu hâkimdir. Karşıda İstanbul vardır ve İstanbul, korkunç bir zihniyeti, mandayı, zaafı ve köhneliği temsil eder.
1923'ten sonra Türk tarihinin mukadderatını yeni bir nesil eline alır. Yazının başında, nesiller birbirine reaksiyon yaparak faaliyette bulunurlar, demiştik. Cumhuriyet neslinde reaksiyon kuvveti, geçmiş nesillerle kıyas kabul etmeyecek kadar şiddetlidir. Tanzimat'tan Cumhuriyet devrine kadar nesillerin her biri yeni bir fikir ortaya atmakla beraber, hepsinde, az çok, şöyle veya böyle, maziye ait kıymetlerle bir anlaşma cehdi vardı. Türklükle pek az alâkası olan Servet-i Fünun edebiyatı bile, bazı bakımlardan geçmişe bağlanır. Bu neslin kendi üslûpları ile Şeyh Galib'in üslûbu arasında, bir yakınlık bulmağa çalışmaları olmak üzere iki kısımda mütalaa etmek yerinde olur. Zira bu iki devir, siyasî, içtimaî ve edebî sahalarda ayrı manzaralar arz eder. Harpten önceki Türkiye "tek parti, tek şef, tek ideoloji" esasına dayanır. Harpten sonraki Türkiye ise, çok partili siyasi ve içtimaî kaynaşmalarla doludur.
İlk Cumhuriyet nesli için, zarurî sebeplerle çok hissî bir mevzu olan "İstanbul" veya "Bâbıâli" fikri, bütün maziye bakılan bir pencere olur. Bugün bunun doğru olmadığını açıkça görüyoruz. Mütareke devri, çürümüş saray ve muhiti, bütün maziyi temsil eder gibi telâkki olunuyordu. Ölmek üzere olan bir adama bakarak, bu adam bütün hayatınca böyle hasta ve bitkindi demek ne kadar yanlış ise, imparatorluğun çökme anını görerek, işte sizin mazi dediğiniz budur, demek de o kadar yanlış olur. Her millet gibi bizim mazimizin de iyi ve kötü tarafları vardır. Her millet gibi, bizim de asırlarca yaşanmış hayatımızın bir mânası ve değeri olmak icap eder. O ana has tarihî şartlar, ilk Cumhuriyet neslinin bu basit hakikati görmesine mani oluyordu.
Düz ve çıplak sahada yeni bir yapı kurulmak isteniliyordu. Issız bozkırlar ortasında, küçük bir Amerikan şehri gibi yükselen Ankara bu zihniyeti çok güzel temsil eder. Ankara sun'î bir şehirdir. Değil harap köy ve köylülerden ibaret Anadolu ile, kendi dar tabiî muhiti ile bile münasebeti yoktur. Bu şehir, tarihî, coğrafî ve içtimaî şartların dışında, bir tasavvurun sembolü gibidir. Bunda kahramanca bir şey olduğu inkâr olunamaz. Tarihe, coğrafyaya ve içtimaî şartlara meydan okumak, onların empoze ettiği zaruretler dışında bir âlem kurmağa çalışmak, eşine ancak masallarda rastlanan bir tahayyül ve iradenin ifadesidir. Bu zaman zarfında Türkiye'de yapılan hareketler, derinlik ve genişlik bakımından ölçülürse, hayal edilen ve ettirilmek istenilenin yanında çok dar ve sığ kalır.
Bütün hareketleri maziye karşı toptan bir reaksiyon olan Cumhuriyet neslinin yaşama, düşünme ve duyma tarzlarında derin tezatlar bulunur. İlk Cumhuriyet nesli, istibdat ve Meşrutiyet devrinde yetişmiş insanlardan mürekkepti, Maziye ait kıymetler, onların şahsiyetlerinin temelini teşkil ediyordu, şimdi onlar inkılâp yapmak için bu kıymetleri inkâr etmek ve yıkmak mecburiyetinde idiler. Bu ancak zorla olabilirdi. Fakat zorlamanın da bir hududu vardır. Bu hududa gelince, alınan yeni istikametten dönülmek istenilmezse, kendi kendini mahvetmek veya aldatmaktan başka çare yoktur.
İçtimai hayatta ve bizzat inkılâpçı neslin bünyesinde yaşayan maziye ait kıymetlerle, kurulmak istenilen yeni hayata ait kıymetler, zorlama neticesi, gizli veya açık bir çatışma vücuda getirdi. Bu çatışmanın neticelerini siyaset ve kültür sahasında sivrilmiş şahsiyetlerimizin en küçük hareketlerinde dahi görebilirsiniz. Atatürk alaturka musikiyi sever, fakat alafranga musikiyi yerleştirmek için kendini, radyoyu ve mektepleri zorlar. Atatürk, Osmanlı tarihini çok iyi bilir, eski kahramanlarımızdan birçoğuna hayrandır; fakat saraya karşı nefreti dolayısıyla ve yakın tarihin milleti geriye çekeceğinden korkarak, Sümerler devrine ait çok eski bir mazi hayali yaratır. Eski harflerle dokuz asırlık bir Türk edebiyatı vardır; fakat bunların hepsi maziye ait kıymetleri ihtiva ettiği için, harf inkılâbı ile araya kalın bir perde çekilir. Boşalan millî kütüphane tercüme eserlerle doldurulur. Daha ileriye gidilir: Asırların mahsulü olan Türkçe beğenilmez, yepyeni bir dil vücuda getirilmek istenilir. Maziye karşı bu kadar şiddetli ve bu kadar cesaretli bir teşebbüse başka yerlerde rastlanmaz.
Millî hayatımız için çok mühim olan bu merhale, bu zaman hakkında serbest surette düşünmenin zamanı gelmiştir. Birkaç yıldan beri, 1918'den önceki kıymet hükümlerinden yavaş yavaş ayrıldığımızı kimse inkâr edemez. Eğer tuttuğumuz yeni istikamette esaslı adımlar atmak istiyorsak, şimdiye kadar yapılanları tarafsız ve dikkatli bir gözle tetkik etmemiz lâzımdır. Nesiller arasında mevcut olduğunu söylediğimiz reaksiyon prensibi, zarurî olarak bizi gün geçtikçe önceki nesillere karşı bir tavır almağa zorlayacaktır. İtiraf edilsin, edilmesin bu hareket şimdiden başlamıştır.
Tenkitsiz devirler yaşadık. Bunu tenkit devrinin takip etmesi gayet tabiîdir. Unutmayalım ki, daima bir ideal olarak öne sürdüğümüz Batı medeniyeti tenkit sayesinde gelişmiştir. Descartes "En bedihî olan şeylerden dahi, prensip itibarıyla şüphe etmek ve onları dikkatle yoklamak lâzımdır" der.
İçinde yaşadığımız devrin tezatlarını belirtmek maksadı ile, büyük Fransız tarihçisi ve mütefekkiri Andre Siegfrid'in Garp medeniyetinin esaslarına dair ortaya koyduğu çok vâzıh düşünceleri ölçü olarak ele alacağım.
Andre Siegfrid, Garp medeniyetini üç temel üzerine istinat ettiriyor: 1 - Eski Yunan'dan intikal eden akıl (serbest tenkit), 2- Hıristiyanlıktan gelen insan şahsına hürmet duygusu (Roma bunu hukukîleştiriyor; Fransız ihtilâl siyasi umdeler haline getiriyor), 3- On sekizinci ve on dokuzuncu asırda gelişen büyük sanayi.
Bu prensiplere dayanarak yirmi beş senelik Garplılaşma hareketimize bakarsak, Cumhuriyet nesillerinin Garp'ı asla Garplıların anladığı şekilde anlamadıklarını görürüz.
Fransız mütefekkirinin Garp'ın temellerinden biri saydığı akıl, ki serbest tenkidi icap ettirir ve ancak serbest tenkit sayesinde yaşar, bu devirde hiç de yüksek bir değer olarak tanınmamış ve sevilmemiştir. Bilâkis aklın inkişafına engel olan kuvvetli bir sansür bu devri karakterize eder, itiraf etmek lâzımdır ki, Meşrutiyet devri, bu bakımdan Cumhuriyet devrine nazaran çok ileridir. Serbest tenkit olmayan yerde aklın hâkim olduğunu kim iddia edebilir? Her şeyi yoklayan Sokrat'ı ortadan kaldırın, eski Yunan medeniyetinden değerli olarak ne kalır? Dikkat edilirse, Cumhuriyet devrinde gerçekten mütefekkir adını alacak hiçbir büyük şahsiyet yetişmemiştir. Meşrutiyet devri hiç olmazsa Gökalp'i çıkarmıştı.
Andre Siegfrid'in Hıristiyanlıktan geldiğini söylediği insan şahsiyetine hürmet duygusu, eskiden halis İslâmiyet'in hâkim olduğu çağlarda, bizim cemiyetimizde de vardı. İslâmiyet'e göre insan şahsiyetine hürmet duygusunun ne olduğunu öğrenmek isteyenler, Yunus Emre'nin şiirlerini okusunlar. Orada Tanrı'nın bir parçası olarak görülen insanın ulviyetini bulacaklardır. Fakat İran ve Bizans'tan gelen istibdat an'anesi, İslâmiyet'in cevherinde olan bu asil ışığı karartmış ve bu nur sadece gerçekten dindar olan kalplerde kalmıştır.
Cumhuriyet devrinde, dinî duygular, yine tarihî zaruretler dolayısıyla ihmal edildiği ve bilhassa Garp'ı taklit ederken bu fikre değer verilmediği için, insan şahsına hürmet duygusu, çok zaafa uğramış, içtimaî hayatımızda otoriteler hakikî şahsiyetler olmaktan ziyade, hiçbir şahsiyeti olmayan köle ve dalkavuklar bulmaktan hoşlanmışlardır. Bu devirde, korkunç bir "aydınlar ihaneti" ne rastlarız. Kalbini ve kafasını yitiren, etten robotlar etrafı sarar.
Garp medeniyetinin temellerinden üçüncüsü olan büyük sanayi meselesi üzerinde fazla durmağa lüzum görmüyoruz. Zira henüz kaba yollarını yaptırmamış, iptidaî ziraat tekniğinden kurtulmamış bir milletin böyle bir davaya kalkması gülünç olur.
Bütün bu tezatların en feciî şüphesiz, yaptıklarımızı serbest bir şekilde tenkit etmekten korkarak kendi kendimizi aldatmaya çalışmamızdır. Garplı asla bunu yapmaz. Zira bu bir milleti hayal kırıklığına doğru götüren en kısa yoldur. Serbest tenkit olmayan bir memlekette işlerin iyi gittiğinden yüzde yüz şüphe edebilirsiniz.
Bu şartlar içinde yetişen ilk Cumhuriyet neslinin fikir ve edebiyat mahsullerinin mahiyeti ve değeri nedir? Evvelâ muhtevayı ele alalım ve bu devir edebiyatının ana temlerinin neler olduğunu araştıralım. Nesiller arasında mevcut olduğunu söylediğimiz diyalektik, duygular sahasında da cereyan eder. Vâkıaları bu prensibe göre tefsir edersek, harp öncesi Türk edebiyatında, Tanzimat'ın başından beri muhtelif nesillerde ve şahsiyetlerde kuvvetli ifadelerini bulduğumuz esaslı temlerin ya tamamen kaybolduğunu veya başka bir şekle inkılâp ettiğini görürüz.
1- Şinasi-Namık Kemâl-Ziya Paşa, Hâmid-Ekrem neslinin eserlerinde ehemmiyetli bir yer işgâl eden "din duygusu", Servet-i Fünun edebiyatında ortadan çekildikten sonra 1908'i müteakip Mehmet Âkif, Yahya Kemal, Ziya Gökalp ve daha başka şahsiyetlerde tekrar görünür. Bu nesilde ise metafizik endişe, ahlâkî dram, kudsiyet ve ulviyet duyguları mevcut değildir. Bu nesil dine karşı kuvvetli bir reaksiyon içinde yetişir. Bu terbiyenin akislerini edebiyatta açıkça görürüz. Eskilerin Allah, Peygamber ve Kur'an hakkında kullandıkları mukaddes kelimelerin, bu devirde, fanî insanlar ve fanî işler için kullanılması dinî duyguların dejenere oluşunun bariz bir alâmetidir. Bu devirde açıkça dinî duygular aleyhinde edebî eserler de kaleme alınmıştır. Bu devirde yalnız Necip Fazıl patetik bir dinî duyguyu terennüm eder. Fakat o bir nesli değil, kendi kendini temsil eden bir şahsiyettir. Cahit Sıtkı'da da dinî duygunun zevalini gösteren güzel parçalar vardır.
Bu devirde din duygusunun yerini, onun tam zıddı olan bir duygu, dünya duygusu alır. Yeni nesil bu duyguyu "hayat sevgisi", "yaşama neşesi" gibi tabirlerle adlandırır. Andre Gide'nin "Dünya Nimetleri" bu neslin el kitabı olur. Kendini ulvî prensiplerden koparan insan yer yüzüne düşer. Fakat bu düşme, onu diğer sahalarda da sukût ettirir.
2 "Ruhî muhtevâdan boşalma" cereyanı, cumhuriyetin ilk neslinin diğer duyguları üzerinde de tesirini göstermiştir. Meselâ bu devirde, Stendhal'in "ruhî bir kristalizasyon" olarak tavsif ettiği "aşk duygusu", yerini şehvet ve çapkınlığa terk eder. Freudizm ve Libido fikri bu devir roman ve şiirinde mühim yer tutar.
Bu devirde reel hayatta dahi "aşk duygusu" sukût etmiştir. Kadının hazırlıksız ve merhalesiz olarak birdenbire hayata atılması ruhlar üzerinde bir şok tesiri yaptı. Bunun neticesinde kadına karşı beslenen ulvî duygular ortadan kalkar. Artık kadın ruhla dolu, erkeğin ruhunu yükselten büyük bir varlık değil, sadece meslek arkadaşı, şehvet ve ihtirası tatmin eden bir âlettir. Bu devirde korkunç bir zinaya ait bütün eserler tercüme olunur.
3 Aşk duygusunun bu seviyeye inmesi, kadının sokağa dökülmesi aile hakkında beslenilen fikirleri de değiştirir. Gençler evlenmeyi, aile yuvası kurmayı lüzumsuz bulmaya başlarlar.
"Düşman" piyesinde olduğu gibi, evlenme müessesesi ile alay eden eserler tercüme olunur. Dinî duygunun zevalini terennüm ettiğini söylediğimiz Cahit Sıtkı, aşk ve aile duygularının sûkutu demek olan bekârlığa ait şiirler yazar. "Bekârlık" müşterek bir tem haline gelir. Edebiyatta kadının ruhundan çok vücuduna ait telmih ve tasvirler artar.
4 Bu devir edebiyatında din, aşk ve aile duyguları gibi tarih temi de sukût eder. Tanzimat edebiyatında tarih esaslı bir mevzudur. Serveti Fünün neslinde tarih fikri yoktur. Melankoli bu neslin gözlerini maziye ve istikbale karşı kapamıştır, Fikret, "Tarih-i Kadim"inde beşer tarihine karşı lânetler yağdırır. İkinci Meşrutiyet nesli tarihi yeniden canlandırır. Mehmed Âkif, Türk-İslâm tarihini, Ziya Gökalp, eski Türk tarihini, Yahya Kemal, Selçuk ve Osmanlı tarihini işlerler. Cumhuriyet devrinde yakın mazi ile alâkalı, hatıraları hâlihâzıra kadar gelen canlı tarih fikri yerine milletin hafızasında hiçbir izi olmayan sunî, uydurma bir tarih tezi ortaya atılır. Bu hareket edebî eserlerde de bazı akisler uyandırırsa da tutmaz. Maziye karşı kuvvetli bir reaksiyon olduğu için gençlikte târih duygusu kalmaz. Gençliği ırk tarihinden soğutmak için edebiyat kitaplarına millî "mefahir" değil, en kötü sahneler alınır.
5- Din, aile ve tarih fikirleri milliyetçiliğin en mühim unsurlarını teşkil ederler. Bunların değerlerini kaybetmesi milliyet duygularını da zaafa uğratır. Harpten önceki Cumhuriyet nesli edebiyatında hakikî milliyetçilik fikrinin zaafa uğradığını, edip ve şâirlerimiz için esaslı bir mevzu teşkil etmediğini görüyoruz. Servet-i Fünun devrinde psikolojizm, milliyetçilik fikrini uyuşturmuştu. Cumhuriyet devrinde gençliği saran hedonizm, ihsas felsefesi bu duyguyu körletmiştir. Milliyetçilik fikrinin zaafa uğraması üzerine beynelmilel fikirler edebiyatımıza nüfuz eder.
"İnsaniyetçilik", "Dünya vatandaşlığı" kisvesi altında başlayan beynelmilelci neşriyat gençliği komünizme doğru sürükler. Bu devirde Rus ihtilâlini hazırlayan bütün edebiyat Türkçeye tercüme olunur. Bunların tesiri altında zahiren bu memlekete bağlı gibi görünen, fakat hakikatte komünist dünya ihtilâline Türkiye'nin de iştirakini hazırlayan, kuvvetli Rus edebiyatı çeşnisinde bir "sefalet edebiyatı" doğar. Nazım Hikmet, Sabahattin Ali gibi şâir ve hikâyeciler yetişir. Bugünkü genç nesil arasında açıkça komünist olanlar bulunmasa bile bunun başlıca sebebi Türkiye'de resmen bu ideolojinin yasak edilmiş olmasıdır. Fakat hissî ve psikolojik bakımdan komünizme mütemayil olanlar çoktur. Bu bir hazırlığın muhassalasıdır. Bu gizli ruhî ve içtimai cereyan Türkiye'nin istikbali bakımından pek mühimdir.
Harp öncesi Cumhuriyet devri edebiyatı muhteva bakımından bize böyle bir manzara arz eder görünüyor. Bu hususiyetler, harpten sonraki Türk edebiyatında da devam etmektedir. Hürriyet havası, evvelce gizli kalan duygulara resmî bir açıklık vermiştir. Fakat daha başka içtimaî ve fikri temayüllerin de baş gösterdiği bir vâkıadır.
Türkiye'nin hür milletler camiasına bağlanışı, siyasî ve içtimaî sahada derin akisler yapmaktadır. Bu tesirlerin fikir ve edebiyat sahasına da intikal ederek edebiyatımızın çehresini değiştirmesi pek mümkündür. Ayrıca dine, tarihe, aileye karşı bir dönüş hareketi de başlamış bulunmaktadır. Fakat reaksiyon henüz korkak ve iptidaîdir. Zamanla bunun olgunlaşması beklenebilir.
Bir önceki deneme 1948 yılında yazılmıştır. O tarihten bugüne kadar Türkiye'de siyasî ve içtimaî sahada birçok değişiklikler olmuş, yeni fikir akımları ortaya çıkmış ve bunlar edebiyata da tesir etmiştir. Burada kısaca bunları anlatmak istiyorum.
Bahis konusu yazının son paragraflarında, yarına, yani bugüne tesir etmesi muhtemel başlıca üç vâkıaya işaret olunuyordu:
1- Türkiye'nin hür milletler camiasına girmesi, 
2-Komünizmin cesur ve yaygın hale gelmesi, 
3-Dine ve tarihe dönüş.
Gerçekten o tarihten sonra Türkiye'de bu hadiseler gelişmiş, kuvvetli akımlar haline gelmiş, siyasî ve içtimaî hayata yeni şekiller vermiştir. İkinci Dünya Savaşı'nda müttefiklerle beraber Nazi Almanyası'nı mağlup eden Rusya, Balkanlar'dan Avrupa'nın ortalarına kadar geniş bir tahakküm sahası kurdu, ajanları, mütehassısları ve iktisadî yardımlarıyla Afrika ve Asya'da istiklâllerine kavuşan milletleri kendi tarafına çekerek dünyayı tehdit eden bir kuvvet haline geldi. Bu durum karşısında Türkiye zarurî olarak Avrupa ve Amerika ile askerî ve siyasî anlaşmalar yaptı. Bu münasebet, iktisadî ve sinaî sahalara kadar genişledi. Atatürk ve İnönü devirlerinde kendi içine kapalı olan Türkiye, bu suretle bütün dünyaya kapılarını açtı.
Bunun kültür hayatında da büyük tesirleri olmuştur. 1950'den sonra Türkiye'ye giren yabancı mütehassıs ve yabancı sermayenin Türk ordusu ve Türk halkı üzerindeki tesiri inkâr olunamayacak bir vâkıadır. Bunun müspet olduğu kadar menfî tarafları da vardır. Yaşayış, giyiniş, hattâ düşünüş tarzında sathi de olsa bir "Amerikanlaşma" dikkat çekecek derecede bariz hale gelir. Bu yıllarda teşekkül eden yeni bir zenginler tabakası, kendi düşmanını, komünizmi geliştirir. Bunda hiç şüphesiz daha Cumhuriyet'in başından beri Türkiye'ye sokulan Rus ajanlarının ve geniş hürriyet havasının da tesiri vardır. Fakat asıl sebep köy ile şehir arasındaki tezadın çok kuvvetli bir hale gelmesi, gelişen büyük ve küçük sanayinin köy ve kasaba halkını şehre çekerek sefil bir proleterya yaratmasıdır.
Son yirmi beş yıl içinde Türkiye'de büyük şehirlerin çehresi tamamıyla değişmiş, fakir ile zenginin yan yana yaşadığı tehlikeli çevreler teşekkül etmiştir. Bu durum Türkiye'de şimdiye kadar ciddî bir şekilde bahis konusu olmayan işçi meselelerini doğurmuştur. Türkiye'deki işçi hareketlerini sadece komünist propagandasına bağlamak son derece yanlış bir görüştür. Büyük şehirlerde, "gecekondu"larda yaşayan yüz binlerce fakir ve cahil halkın Marksizmden haberi yoktur. Fakat âcil tedbirler alınmadığı takdirde onlar sosyal durumları ve ruh halleriyle müstakbel bir ihtilâlin kolayca tahrik edebileceği bir kuvvet haline gelmiş bulunuyorlar.
Bunun yanı sıra, Anadolu köy ve kasabalarından yetişen on bin­lerce aydın bir gençlik kitlesinin varlığını da düşünmek lâzımdır. Bunlardan bir kısmı hayatta muvaffak olmuşlar, yüksek mevkilere çıkmışlar, refaha kavuşmuşlardır. Fakat takip edilen kötü maarif siyaseti dolayısıyla büyük bir kısmı gayrimemnundur. İlk ve ortaöğretimde sağlam bir kültür ve terbiye alamamış on binlerce genç, büyük şehirlerde gecekondu sâkinlerinden daha da tehlikeli, sosyal nizamı altüst etmeğe hazır bir kuvvet teşkil etmektedir.
Hayatlarından memnun olmayan bu gençlerin hepsini komünist telâkki etmek doğru değildir. Fakat onların sefalet içinde yaşadıkları ve kendilerini okulda ve hayatta başarıya ulaştıracak bir fikrî terbiye almadıkları da âşikârdır. Ailelerinden getirdikleri kıymetler şimdilik onların büyük bir kısmını komünist olmaktan alıkoymaktadır. Fakat büyük şehirlerde zamanla bu kıymetler aşınmaktadır. Acı sefaletle korkunç ve tehlikeli komünizm arasında kalan geniş bir gençlik kitlesi tam bir "bunalım" içindedir.
Bugünkü Türkiye'de dikkati çeken mühim bir hadise de din okullarından yeni bir dindar gençlik zümresinin yetişmiş olmasıdır. Atatürk ve İnönü devirlerinin yanlış anlaşılan lâiklik telâkkisi, Cahit Sıtkı ve Orhan Veli'nin eserlerinde görüldüğü üzere bir "boşluk hissi"' doğurmuştu. Onlar içgüdülerinden başka bir değer tanımıyorlardı. Orhan Veli'nin:
Arzu et sade, Bak,
Böcekler de öyle yapıyor.
mısraları, bu neslin hayat karşısında aldığı tavrı çok güzel ifade eder. 1934-1945 yılları arasında, kendisini tanıtan neslin, Said Fâik, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Cahid Sıtkı ve Orhan Veli'nin eserlerinde içgüdüler mühim bir yer tutar. Bir nevi nihilizm demek olan bu temayül, daha sonra materyalizm ve Marksizmde felsefî ve siyasî bir muhtevaya kavuşur. Ayni temayül, kendi zıddını, dinî duyguları da geliştirir. Bunda, daha önce kuvvetle baskı altına alınan dinî duyguların hürriyet rejimiyle su üstüne çıkmasının da tesiri vardır.
Komünizmin nasıl entelektüel ve halk tabakalarına göre değişen muhtelif şekil ve üslûpları varsa, dinî temayüller de kültürlü ve cahil halka göre çeşitli şekiller alır. 1945 yılından sonra gittikçe yaygın hale gelen materyalizm ve Marksizme karşı, dinî ve millî kıymetleri müdafaa eden yeni bir nesil yetişir. Bilhassa din ile beraber çağdaş medeniyet kıymetlerine de büyük ehemmiyet veren milliyetçi zümre siyasi ve içtimai sahada tesirini şiddetle hissettirir. Türk halkının aslî temayüllerine cevap veren bu zümre, Türkiye'deki demokrasi hareketlerinde çok mühim bir rol oynamıştır. Cahit Sıtkı ve Orhan Veli neslinden sonra yetişen edebiyatçı neslin başlıca hususiyeti, onlara tamamıyla zıt olarak ideoloji ve felsefeye büyük ehemmiyet vermesidir. Sadece iç-güdüleriyle yaşamak bu nesli tatmin etmez, Onlar Batı'dan gelen yeni düşünce akımlarıyla fikrî ihtiyaçlarını tatmine çalışırlar. Cumhuriyet'in ilk yıllarında Nâzım Hikmet ile Türkiye'ye giren Rus Marksizmi bu devirde roman, hikâye, tiyatro sahasında sosyal realizm (toplumsal gerçekçilik) adı altında, sınıf tezadını işleyen eserler ortaya koyar. Bunlar yüksek bir estetik kıymet taşımadığı gibi çağdaş insanın psikolojik meselelerini de ihmal ederler.
Bu devir Marksistleri arasında en değerli eser verenler, estetik kıymetleri unutmayanlar, Batı'nın çeşitli felsefî ve edebî akımlarından da faydalananlardır. 1950 yılından sonra insanın dış şartlarından ziyade derin ruhî temayüllerini ifade eden "Gerçek-üstücülük" Türk edebiyatında da tesirini gösterir. Marksistlerin kaba realizmlerine karşı, nesirde bile yeni bir şiir duygusu belirir. Derin ve geniş şekilde olmasa da, bu devirde egzistansiyalist felsefe akımı da bazı eserlere renk verir.
Batı'dan gelen bu ideolojik, estetik ve felsefî kültürler, İkinci Meşrutiyet devrinde millî edebiyat cereyanında olduğu gibi, hem aydın hem halk tabakasını muayyen fikirler ve akımlar etrafında birleştiren geniş bir edebiyat hareketi doğurmaktan ziyade dar ve kapalı edebiyat zümreleri meydana getirmişlerdir. Bunda, bu akımların kendi mahiyetleriyle beraber, edebiyatçı neslin millî gelenekleri tanımayışının ve yanlış dil anlayışının da rolü vardır.
Cahit Sıtkı-Orhan Veli nesli eski yazıyı bilen ve kısmen de olsa eski kültüre âşina son nesildir. Onlardan sonra gelenler, bin yıllık bir geleneği olan eski Türk kültürüne tamamen yabancıdırlar. Okullara sokulan sunî dil, onlar için, yeni harflerle aktarılmış veya yeni harflerle yazılmış fikri ve edebî eserleri de okunmaz ve anlaşılmaz hale getirir. Uydurma bir dil ile kötü bir tercüme edası taşıyan bir üslup yeni edebiyatın başlıca karakteristiği olur, Sait Faik, Cahit Sıtkı ve Orhan Veli'nin eserlerinde görülen berrak Türkçe ile 1950'den sonra fazla orijinal olma iddiası taşıyan gençlerin eserlerindeki üslûp arasında büyük bir fark vardır. Bu sonuncular yalnız gelenekten değil, halktan da ayrılmışlardır.
Bu devirde Rus ve Amerikan tesirleri, zaten millî kaynaklarla sıkı bağları kalmayan Türk gençliğini tamamıyla kendi kendisine yabancı kılmıştır. Amerika'ya giden ve orada yerleşerek memleketlerini unutan gençlerin yanı sıra, Moskova'ya gidenler de vardır. Türkiye'de kalanlar arasında yaşayış farkı, hayat görüşü ve zevki ile bu iki kutba bağlı olanların sayısı az değildir. Bu parçalanışlar, pek tabiî olarak, Türkiye'ye ve millî kıymetlere bağlı olan geniş halk kitleleriyle milliyetçi gençliği tedirgin ediyor ve daha da kuvvetlendiriyor. Yukarıda da belirtildiği gibi, bugün Türkiye'de siyasî hayata hâkim olan nesil, umumiyetle milliyetçilerden mürekkeptir. Onlar henüz sanat ve edebiyat sahasında dikkate şayan eserler vücuda getirememişlerdir. Bunda din ve milliyetçiliğin eski şekillerine bağlı kalışın büyük tesiri vardır. Fakat gelecek yıllarda, II. Meşrutiyet devrinde olduğu şekilde, millî ruhu yeni bir tarz ve üslûpta ifade edecek olan yeni bir millî edebiyatın doğması çok mümkündür. Sosyal şartlar bunu zarurî kıldığı gibi görülen bazı başarılı denemeler de şimdiden bu vâkıayı müjdeliyor.
İdeolojik bakımdan, Batılı manada yeni bir milliyetçiliğin hangi esâslara dayanacağı ve hangi yollardan gideceği aşağı yukarı bellidir. Bu yeni milliyetçilik anlayışında çağdaş ilim ve teknik ile Batılı manada hürriyet ve demokrasi fikri ön plânda geliyor. Türkiye'de bugün geniş halk kitleleri dahi bunun ehemmiyet ve değerini anlamışlardır. Keza bu yeni milliyetçilik anlayışı, Türk milletinin sımsıkı bağlı kaldığı dine de lâzım gelen ehemmiyeti veriyor. Yalnız, dinin temellerine hiç dokunmamakla beraber, onun fikrî ve edebî plânda yeni bir şekil ve üslûpta ifade edilmesine büyük bir ihtiyaç olduğu da âşikârdır. II. Meşrutiyet devrinde Mehmet Akif'in dini duygu ve düşüncelerini nasıl yeni bir şekilde ortaya koyduğunu biliyoruz. Cumhuriyet, devrinde, Necip Fazıl, Asaf Halet Çelebi, daha yakın zamanlarda Selâhattin Batu, genç nesle mensup değerli ve orijinal bir şâir olan Sezai Karakoç basma kalıp şekillere düşmeden derin mistik temayülleri Batılı ve modern bir üslûpla ifâde etmesini bilmişlerdir. Tarık Buğra, hikâye, roman ve piyeslerinde insan ruhunun manevî kıymetlerini güzel bir şekilde anlatmıştır. Ankara'da "Hisar", Konya'da "Çağrı", İstanbul'da "Hareket" ve "Diriliş" dergileri etrafında toplanan Batılı olduğu kadar millî kıymetlere de değer veren genç ve modern bir edebiyatçılar nesli büyük ümitler vermektedir. Bunların Batı'nın büyük eserlerini örnek alarak kabiliyetlerini tiyatro ve roman sahalarında denemeleri çok iyi olur.
Ziya Gökalp'in söylediği gibi, bir millet ruhunu kaybettiği zaman millî istiklâlini ve vatanını da kaybeder. Türkiye'yi bugün ayakta tutan halkın sımsıkı bağlı bulunduğu tarihî ve millî kıymetlerdir. Her zaman yabancı tesirlere kendilerini fazla kaptıran aydınlara doğru yolu gösteren de odur. Milliyetçi Türk aydınlarına düşen vazife, Türk halkının ihtiyaç ve temayüllerini çok iyi anlayarak düşünce ve eserleriyle onları işlemek, yüksek, derin ve ebedi şekillere kavuşturmaktır. Cumhuriyet'in ilk devresinde halk tabakalarının üzerinde diktatör bir idare kuran ve halkçı olmak iddiasına rağmen halka yabancı kalan nesil, son demokrasi hareketleriyle bertaraf edilmiş, halkın serbest olarak seçtiği kendi çocukları iş başına gelmiştir. Kültür ve edebiyat sahasında da buna muvazi bir akımın doğması ve nesiller boyunca devam etmesi için onun yüksek, sanatkârâne bir şekle girmesi lâzımdır. Türkiye'de bugün buna doğru bir temayül vardır. Ve bu sevinilecek bir şeydir.
Edebiyatçı neslin günlük siyasete değil, o siyasete istikamet veren aslî temayüllere önem vermesi ve bilhassa bu temayülleri estetik bir şekilde ifade etmesi lâzımdır. Millî ruh, büyük mimarî ve mûsiki eserlerinde görüldüğü üzere, ancak sağlam, yüksek ve derin şekiller içine sokulduğu takdirde o milleti ebedi olarak yaşatan bir kaynak haline gelir.

Neslimizin Tarihi / Doç. Dr. Nurettin Topçu


Neslimizin Tarihi
Doç. Dr. Nurettin Topçu 
 Yeni neslin velisi olacak zihniyet, gençliğe bir ruh aşılayacak ahlâk kahramanları yaratabildi mi? Gençlikte ilim, ahlâk, sanat hareket ve hırsını doğuracak iman nasıl bir iman olacaktı? Yüksek kürsülerden güzel şeyler söyleyen mürşitlerin, gençlikte doğmasını istedikleri imanın mahiyetine dair bugüne kadar bir kelime öğrenilmedi. Neslimizin nasipsizliği, aradığının ne olduğunu tanıtacak bir mürşide rastlamayışı olmuştur. Bu gerçek karşısında memleket gençliğinin, hangi ellerin hatâsı yüzünden, bir asırdan beri, nasıl çorak ve âkıbetsiz yollarda, ne gibi gafletlere büründüğünü göstermeye çalışacağız.

İstibdat devrinde başlayan içtimaî hareketlere bakılınca, türlü şekiller altında hep siyasî yapıda olduklarını görüyoruz. O günden bugüne kadar birkaç nesil, birbirine en samimî miras halinde, siyasî hırslar ve siyasî kinlerden başka bir şey bırakmamıştır. Bu nesiller bâzen samimî idiler. Fakat bağlandıkları fikir ve kanaat, hep siyasî iktidarın bir elden başka ele geçmesiyle vatanın kurtulacağı yolunda idi. Bunların hiçbiri örflerin, sanatların, iktisat ve hukukun bu vatanın hayatı içinde ve bir ahlâkî îman içerisinde gelişmesiyle ancak hakikî inkılâbın yapılabileceğini anlayamamıştı. Hepsi inkılâbı, hayatın almış olduğu geçici ve içi boş şekillerin değişmesinde aradı. Hepsi eski unsurlarla yaptıkları yeni putları alkışlamakla kendilerini oyaladılar.

Değişen devirlerde milliyet kavramının kazandığı o kadar değişik değerlere dikkat edilirse, bu kavramın her devrin siyasî yürüyüşüne âlet olan bir değer halinde yaşatıldığı anlaşılır. Elbette milliyet, kökleri olan ferdî ruhun samimî hareketlerine bağlanmadıkça ve bu ferdî ruh da bir inancın temelleri üzerinde kurulmadıkça siyaset ve idarenin vasıtası haline girer, her devrin siyasetine, memleketin idarî icaplarına göre değişir ve milliyetin mürşitleri de siyasî otoritenin bekçileri haline gelirler. Biz de milliyet hareketlerini incelerken bu meselenin tahlilini yapmayı denemiştik. Milliyet, bizim duyuş ve inanış tarzımızı zorunlu yapan, maddî ve ruhî özelliklerin yoğurduğu içtimaî şahsiyetimizdir. Her devirde, milliyet mefkûresi gibi kutsal bir dâvada idare edicilerin veya halin menfaatına uygun telkinlerin tesiri altında kalan genç nesiller, ruhlarını kurtaracak olan imanın yolundan uzaklaştılar. Milliyetçiliğimiz bir gün başka dinden unsurları içine alır, sonra çıkarır; halin icabına göre bir gün çiftçi millet olduğumuzu söyleriz, sonra sanayiciyiz deriz; bir zamanlar aristokrat olduğumuzu biliyorduk, şimdi demokrat olduğumuzu iddia ediyoruz. Bir gün ırkçılığa gönül veririz, başka birinde ırkın değerini sıfıra indirmekten çekinmeyiz. Bir zaman Avrupa medeniyetine bağlanır, sonra onu inkâr eder, Şarklı oluruz. Baştan aşağı tezat halinde duran bu görüşlerin peşinde koşan nesilleri aldatan şey, geçici olan siyasî menfaatlerdir. Bir gün, şöyle olmakta menfaat sezilir, başka bir gün bu görüşü ortadan kaldırmakta menfaat aranır. Bir müşterek mefkûre halinde yaşanması gereken milliyetin menfaatlerden kurtulup daha derinden, ferdî ruhların hakikatından taşması, fertlerin hakikat diye bağlandıkları bir inancın temellerine dayanması lâzımdır. Her günü bir taraftan gelen menfaat endişesi bir zümrenin saltanatını kurmak için gençliği âlet olarak kullanırken, cemiyetin hayatı dümensiz ve tesadüfî tezatlar içinde bir karanlığa doğru ilerleyecek ve millet dediğimiz şu insan toplanışından tek bir ruh çıkarmak kabil olmayacaktır.

Evlerimizde iki musiki, kafamızda iki mantık, hayatımızda iki medeniyet, şarkla garp uyuşmuş duruyor. Aralarında bir çarpışma bile yok. Bunlar kendiliklerinden taşıdıkları mânaya asla sahip değildir. Garp musikisini modernlik adına alkışlayan bir nesil Şark musikisi ile mest olmaktadır. İçimizde dünkü gibi mücerret mantıkla hakikat araştıranlara hak vermekle beraber, dâhiyane belâgatlarla her günkü değişikliklere, içtimaî hareketlere dair söz söyleyenlerden hoşlanıyoruz.

Gençliğe ait ruh buhranları yaşamış olanlar onu bilirler, sanatkârın eseriyle ahlâkçının öğütlerini uzlaştırıp kendimize bir hikmet, bir hayat felsefesi çıkarmak için ne kadar uğraştık, ne kadar ruh mücadelesi yaptık! Bu bir türlü mümkün olmadı. Birkaç nesil, hayata gafletle bakıp bir mâna çıkaramadan gelip geçti. Çünkü ferdî hayatımızın mânasına bakmaya vakit bulamadan birbiri ardına vâris olduğumuz bir iptilâ ile siyasete atılıyoruz. Cemiyete ait menfaat dâvaları arasında yine cemiyetin hayatî kuvvetleri eriyip kayboluyor. İnsanlığa ve insanlık içindeki yerimize ve hayatımızın istikbaline ait bir kelime söylenmiyor. Bir asırdan beri yapıldığı söylenen inkılâplar, Anadolu'nun ahlâkına, iktisadına, sanatlarına ait ve bu cemiyetin yaşatıcı kuvvetlerini tanıtan ne kadar eser ortaya koyabilmiştir? Bize kalırsa yapılması lâzım gelen bu iş, hiçbir zaman yapılmamıştır. Her devirde gençliği oyalayan, geçici olaylar ve devrin menfaatleri oluyor. Bütün bu duyularımızı oylayıcı dar görüşlerde ve hep menfaate dayanan sözde mefkûrelerden gençliği kim kurtaracak? Bu topraklarda yüksek bir medeniyet yaratıcı istikbâli kim bize vadedecek? Bu memleket gençliğinin gözünde büyük adam tasavvuru, azametli, sert bakışlı, endişe ve ızdıraptan kurtulmuş görünen, yaldızlı ve parlak sözler söyleyen, vakur yürüyüşlü hem de iyi giyinmiş ve servet sahibi hortlakların şeklinden ne zaman sıyrılacak? Ne zaman büyükleri, bizim gibi alelâde yaşayanların arasından kıyafet ve sözleriyle değil, fikir ve kanaatlerle, hareketlerindeki fedakârlıkla ve kahramanlıklarıyla tanıyacağız? Şuurlanmış bir gençlik karşısında hakikî mürşit, onun yanında muzdarip yaşayan, onunla beraber gözyaşı dökendir.

Son devirlerin mürşitleri, hepsi de yalancı peygamber rolünü oynadılar. Birisi Kürt alfabesi tertipleyip Kürtlüğü ihyaya çalıştıktan sonra, İstanbul'a gelerek tamamen aykırı bir mefkûrenin sahibi ve bir devlet siyasetinin esiri oldu. Daha yakın devirlerin mürşitleri, bâzen Anadolu'nun tarihinden ilhâm alarak bizde hakikî ve saf milliyeti kurmak istedikleri halde, şahıslarının devlet ve ikbal kapılarından uzakta senelerce terk edilişleri yüzünden, yeise düşerek bizzat ele aldıkları mefkûreye sonradan düşman kesildiler ve gençliğe ümitsizlik, hareketsizlik ve uysallık zehirlerini aşılamaya başladılar. Bâzen de en ileri ruhçuluk ahlâkını, İsâ kisvesi altında müdafaa yoluyla gençliğin ve memleketin kurtarılacağını umanlar, sonra ferdiyetlerinin her sahada, devlet karşısında ve hayatta uğradıkları sürekli muvaffakiyetsizlikler yüzünden en koyu maddeciliğe düştüler. Birincilerin hareket sahasında duydukları felce uğratıcı korkuyu, bunlar fikir sahasında ruhlarının derinliklerinde duydular. Düşünce hayatının gençlik devrinde ruhlar için bir din ararken, bugün din tanımayan, son ve ölü kuvvetlerine ancak sahip, bütünüyle meflûş bir ruh halinde, hayatta muvaffakiyetle yaşayanların kuvvetlerine garazkâr, îman ve mefkûrelerine düşman oluyorlar.

Yine kendinin dünkü ruh eserine düşman olan, îmanına düşman olan mürşitler bu memleket gençliğini her devirde böyle oyaladılar ve aldattılar; gençliği bir noktaya kadar sürükleyip daima yarı yolda yalnız bıraktılar. Bugünkü gençliğimizi kolaylıkla inanmaz, kendini inkâr eder hale getiren bu hâdisedir. Gençlik her devirde aldatılmıştır. Aldatılanın zamanla ve nesiller arasında elde ettiği müdafaa âleti, kurnazlıktır. Bugün, gençliğimiz, hiçbir samimî inanca sahip değilse ve samimî îman ve mefkûrelerden uzakta, onlarla eğlenen bir tavır takınmışsa bunun sebebi, her devirde bir mürşit tarafından aldatılmış olmasıdır. Sahtekâr mürşit menfaatle ikbâle yükselmekten başka şey düşünmediği halde, bir zümre gençliğin mâsum kalplerini, kendi ikbâle yükselişinin basamakları gibi kullanıyor. Günün birinde, evvelce tutmuş olduğu yolun hatâlı olduğunu ileri sürerek arkasından sürüklediği gençliği yarı yolda bırakıp ayrılıyor ve istediği mevkie ulaşınca, artık yüzlerden maskeler düşüyor, menfaatler meydana çıkıyor.

Neslimizi hazırlayan yakın tarihe bakınca bu manzarayı görüyoruz. İşleri tamamen dış yüzünden gören bâzı safdiller de neşemizi eksik, hayatı iptidaî ve kasvetli buldular. Hâlâ içimizde yaşayan, Garpı anlayamamış bu zavallı Garplılar, neşemizin afaka yükseldiğini görsünler: Zayıflar karşısında ellerindeki kuvvetle tam hürriyeti yaşatan zümreler hayatın iptidaîliğini yıktılar; eski hayatın yerine lüksü getirdiler; Batı'nın medeniyet araçlarını ayaklarının altına serdiler! Her şey tamamdır, evet her neşe tamam, yalnız ruh yok. Her tarafta iskelet ve şekil, ruhlarda karanlıkla tatminsizlik dolu. Müesseseler ve hayat içerisinde yetiştirmeye çabaladığımız genç çocuk, sayısız ızdırapların kaynağıdır. Onu mâbette diz çöküp gözyaşı dökmekten kurtardık diye avunanlar görsünler: Şimdi o bin bir mâbette diz çöküp gözyaşı dökmektedir. Evinde sevgilisi için gözyaşı döküyor; mektepte hakikat duygularıyla vicdanını harekete getirenlerin karşısında gözyaşları döküyor; hareket aşkına tutulan genç kalpler, daha çok sevmek, daha çok muzdarip yaşamak için ilâhî bir dua vecdi içinde hayatın her sahasında gözyaşlarıyla ilerliyorlar.

Tabiat içinde ve sanat karşısında, ahlâkî hâdiseler dünyasında, felsefenin hikmetleri arasında ve insanlık âleminin yürüyüşüne şahit olduğumuz anlarda gençlik gözyaşlarıyla düşünüyor. İlmin hakikat ışıklarıyla ilk karşılaştığı anlarda, hayatın saadet mefkûresini vicdanında ilk reddettiği anda, kadının iffet ve aşk hissini ilk duyduğu anda vicdanında maddenin ve hayatın üstünde Allah'a yükselen kuvvetin kendini ilk tanıttığı ilhâm anlarında genç kalbin ilk eseri, gözyaşlarıdır. Bu anlar, ibadet ânlarıdır. Bu anlarda vicdandan yükselen ses, Allah'ın sesidir. Mâbetsiz şehir gibi mâbutsuz kalp de ancak ruhun ölümüyle kazanılır. İnsanlık yok olmadıkça mâbetsiz kalmayacağı gibi, ruh da ölmedikçe mâbutsuz kalamaz. Ruhun ölümü, onun inkâr edilişidir, hayatın ümitsiz gidişiyle kazanılmış bir maddecilik içinde felce uğratılışıdır.

Bir nesil kendini, kaybedilen kendi ruhunu arıyor. Ruh ise arandığı her yerdedir. Kâinatta ruhsuz hiçbir şey yoktur. Eşya, şekil kazanmış fikirlerdir. Allah ise bizim varlıkla her temasımızda hissediliyor. Dinsizlik, hakikî ve geniş mânasında, eşyayı sahip olduğu ruhtan sıyırarak nefsimiz uğrunda bir vasıta gibi kullanmaktır. Bizim buhranımız bir din buhranıdır. Kendi hakikatını arayan ruhlar, uğrunda gözyaşı döktükleri varlıkların bizzat kendilerine tapınmasınlar. Sevgilerimiz bâzı kere alelâde eşyaya bağlandığı gibi bazen de her kalbin ibadetine değer sandığımız konulara bağlanabiliyor. Lâkin aldanmayalım. Menfaatler ve her sahada kuvvetler sevildiği gibi aile sevgisi de varlığımızın büyük kısmını kendine çekebilir. Ancak bunlar, irademizi darlıktan kurtarıp sonsuzluğa yöneltici olamazlar. Menfaat, eşya ve varlıkları, kendileri için değil de, nefsimiz için, nefsimizi doyurdukları için sevmektir. Her menfaat, ferdî menfaat gibi içtimaî menfaat de ruhun düşmanıdır. Ne şekilde geniş bir hesaba bağlanırsa bağlansın, sonunda nasıl bir içtimaî hayır yaratacağı kabul edilirse edilsin, her menfaat tasavvuru ruha karşı kurulmuş bir tuzaktır. Menfaat, aşkımızın katilidir.

Kuvvet ise, tabiat ve cemiyetin yaratıcı imkânlarının bizi başarıya ulaştıracak şekilde kullanılmaları demektir. İptidaî tabiatımızın bize bağışladığı maddî kuvvetler gibi, cemiyet içinde elde edilen servetlerin ve zekâ mahâretiyle kazanılan üstünlüklerin hepsi, kâinatın Allah tarafından kurulu düzenle yürüyüşüne karşı gelen zorluklardan ibarettir. Her başarının şartı olan kuvvet, ferde eşyayı kazandırır, ruhu kaybettirir. Hırsları, hasetleri doyurur, gururu şahlandırır. Fakat kuvvetin kullanıldığı yerde îmansızlık var demektir. İman tam olmadığı yerde yalan ve belâgat yayılmaya başlar; îmanın hiç kalmadığı yerde para ve kılıç kuvveti kullanılır. İnanmayan adam, hakikati istemeyen adam kılıç kuvvetine, para kuvvetine riyakâr ikna kuvvetlerine başvuracaktır. İnsanlar, hakikate en doğru yoldan ulaştıran îmana sahip olmadıkları için hukuk sistemlerini icat ettiler; din yerine mecburiyeti koydular. Hakikat, ruhun kendiliğinden ulaştığı zaferle beraberdir. Kuvvet, her zaman hakikatin bıraktığı boşluğu doldurmak için kullanılmıştır.

Kâinata bağlı varlığımızı daraltan ve hürriyetimizi kısırlaştıran şeylerden biri de, kendi çemberi içinde kapalı kalan ailedir. Cemiyetin temeli olan aile, kalbimizi bir istismar vasıtası gibi kullanıcı olmamalıdır; belki onu genişletmek için bir geçit yeri olmalıdır. Aile yalnız bencilliğimizi işledikçe, insanlığın kendi ruhunu bulmasına imkân olmayacaktır. Aile, hiçbir kalp hareketinin sonuncu gayesi değildir. O, yorulan ruhun dinlenme yeri olabilir; fakat kâinatın ruhuna ulaşmak için bize bir ışık göstermez. Çünkü onda insan, ancak ana, baba ve kardeş olarak alınır, insan olarak alınmaz.

İnsanların aile saadeti dedikleri şey, hayat yorgunluklarından sonra uzviyetin ve sinirlerin kendilerine özel tatmin şekilleri içinde dinlenmelerinden başka bir şey ifade edemiyor. Aile sevgisi, bizde insan sevgisini artırmalıdır. İnsanları seven, kardeşi kardeş diye, evlâdını evlât diye sevmemelidir. Zira insan ruhu birdir. O sadece ne oğulda, ne kardeşte, ne de sevgilide yaşayan ruhtur; o bütün insanlarda ve bütün kâinatta hâkim tek bir ruhtur. Baba ve kardeşi insanların bütününden ayırmak, kâinatı daraltmak, bencil duygularla onu parçalamak, onun hakikatini tanımamak demektir. Aile, sonsuza doğru gidişimizde bir basamak olmalıdır.

Hakikati ve hakikat sevgisini kurmak için, bizi idare eden bunca ruh sapkınlıklarından, bunca hatâlardan sıyrılmak lâzım geliyor. Hakikat mefkûrecisi her şeyden evvel bizi menfaatini bilici olmaktan kurtarmalıdır. İyi bir terbiyeci, artık bugüne kadar olduğu gibi "menfaatini bilen adam" yetiştirmemeli, kuvvet denilen muvaffakiyet cihazından bizi nefret ettirmelidir; kuvvet vasıtalarının hepsinin iğrenç şeyler olduğuna bizi inandırmalıdır. Aileye gelince onun, sonsuza doğru yürüyüşümüzde sadece huzurlu bir yol olduğunu unutmamalıyız. Yorulduğumuz zaman orada dinlenelim, bir an sükûn araştıralım. Çünkü kuvvetlerimiz mutlak değildir. Lâkin ailede ideal ve hakikat araştırmayalım. Bizim hakikatimiz sonsuzdadır. Sonsuzda saklı olan hakikatin birliğine ulaşabilmek için pek çok fedakârlıklar lâzım; servetten, saadetten, devletten ve ümitlerin çokluğundan geçebilmeliyiz. Bizi bu gayeye ulaştıracak eli dışımızda aramayalım. Yalnız dünyanın süratli yürüyüşüne bakalım. İnsanlığın kendi zaruretleriyle, kendiliğinden nereye doğru ilerlediğine dikkat edelim. Kuvvetler birbirini yok ediyor, kâinatın bütün kuvvetleri birbirlerini mahvediyorlar, birbirlerini batırıyorlar.

Hakikati batırmak isteyen kuvvet, kendi kendisini batırıyor. Menfaatler birbirini yok ediyor, aileler kendi kendilerine kâfi gelmiyorlar. İnsanlık, geçirdiği hezeyanlı kâbusun son devrindedir. Yarının dünyası, kuvvetle menfaati inkâr edecektir. Bu yolda ilerleyebilmek için etrafımızda izler, ufuklarımızda işaretler aramayacağız.

Yalnız kendimizin olan bir hayat şekli seçerek bütün hayatımızı bahse koyan kahramanlıkla, Mevlâna'nın tâbiriyle kanlı bir yola yalnız atılmadıkça ruhumuzu ve cemiyetimizi kurtaramayacağız. Şimdiye kadar, herkesin yaşayışında zevk aramakla geçirilen zamanlar, ruhumuzun katili oldular. Bugünün çocuğunu kimsesiz, âvâre bırakan karanlıktan çekip kurtarmak için, ona dışardan yardımcı bir el uzatmaksızın, hakikat yolunda en cesur adımlarla yürütecek hikmeti söylemekle yetiniyoruz:

"Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin!" 

Neslimizin Âtisi
Şüphesiz ki günümüzün meseleleri pek çok ve pek elemlidir. Lâkin içlerinden bir tanesi var ki o, bütün gözlerden kaçtığı halde gerçekten meselelerin meselesidir. Zira o halledilmedikçe fenaya yüz çevirmiş duran bütün meseleler hüsranda kalmaya mahkûmdur. Hepsi de yetim, hepsi de çaresiz, hepsi de mukadderatımızı karartıcıdır. Bütün meselelerin en önemli ve en elemlisi olan bu mesele, neslimizin âtisi meselesidir.

Mâzimize gömülen hâdiselerin eseri olan neslimiz, şimdi karşımızdadır. Onu kendisiyle itham edecek yerde, kendisine hayat veren sebepleriyle izaha çalışalım. Bunu yaptıktan sonra, yarının temellerini koyacak olan bugünümüzü anlamak, yani yarının izahına hazırlanmak için bugünkü neslin ruh tahlili yapıldığı zaman bakınız onda neler var? Nasıl bir neslin çocuklarıyız?

Her şeyden önce bir nesil içinde iki nesil, belki de çok nesiller yaşıyor. "İki millet bir millet içinde yaşıyor" dedirtecek kadar aşikâr ayrılıklar, zaman zaman ruhlar arasında düşman siperleri kadar derin çukurlar açıyor. Bir zümre öbürüne düşman: Almanın Fransıza olduğundan daha fazla, Hintlinin üç asır tahakkümünün pençesinde kıvrandığı İngilize, Çinlinin asırlarca kahrü zülmüne çaresizlikle boyun eğdiği Avrupalıya düşman olduğu kadar düşman. Particilik düşmanlık, kulüpçülük düşmanlık, tahsil çağı düşmanlık. Körpe nesillerin, durmadan dövüşmekle geçirdikleri o meleklik çağı yavruların yumrukları ile canavarlaştırılmaktadır. Neden bunlar şehvet tahriki olmadan sevişmiyorlar? Neden aralarında ölüme kadar götürücü dostluk yerleşemiyor? Kalplerin fethi demek olan bu ruhî zafer, Fâtih'in ve Yavuz'un Topkapı Sarayı'ndaki kılıçlarıyla hazırlanamazdı. Öyle iken Alparslan'ın yüce vârisleri, kalpler kazanmakta dünyaya örnek oldular. Fâtih tarihî Bizans'ın iktidarına son verirken onun halkının kalbini kazanmıştı. Yavuz Selim'i Sinan Paşa'nın şehâdetiyle "Firavunlar ülkesini fethettim, lâkin Sinan gibi bir veziri kaybettim" diye ağlatan, dostluktaki, ülkelerle saltanatlara değişilmez değerdir.

Öylesine bölük bölük, öylesine parça parça olmuş bir nesil ki, kendisinden başka herşeye hayran. Yarım asır içinde sırasıyla Fransız, Alman, İngiliz, Amerikan hayranlığından usanmadı, şimdi de Hipi hayranlığına yanaşmak istiyor. Sadece kendisini sevmiyor, kendinden nefret ediyor, kendinden kaçıyor. Böyle kaçan nerede kurtulur? Hakikatte bu bir şahsiyet hastalığıdır. Ama sebepsiz değil. Yine sebeplere dönmek lâzım geliyor. Bakınız bir milletin kaç türlü maarifi var? Evet, bir millet ki onda Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan, Amerikan maarifi kökleşmiştir. Bu milletlerin her birine, onların çocuklarını değil, kendilerini misafir eden ev sahibi milletin çocuklarını yetiştirmek için o milletin bağrına saplanmışlardır. Bu çile, bu uğursuz kader yetmiyormuş gibi biz kendi elimizle, cennet kapısı açar gibi yabancı dilde öğretim yapan mektepler açıyoruz. "Kendimizden hayır yok, bari yabancı ruhlara sığınalım" dercesine yabancı kültüre iltica ettikten sonra millette ebedî yaşatacak kuvvet mi kalır?

Bir nesil ki metafiziğini kaybetmiş, aklın ulaştığı bu hakikatler dünyasının ismine bile hasret, isminden bile habersiz kalmıştır, komünizm neden onun ruhunu hem de ulu mabedinin eşiğinde ayaklar altında çiğnemesin? Bir nesil ki, bir mânada dilsizdir. Hangi dilin kendi dili olduğunu bilmiyor. Konuşmasında yine Alman, Fransız, İngiliz asıllı kelimelerin tiksindirici salatasını kullanmaktan zevk duyuyor. Korkunç bir aşağılık duygusuyla bu milletlerin dil yapılarına varıncaya kadar önünde minnetle eğilmiş. Kendi ecdat dilinden bir şey anlamıyor.

Bir nesil ki, sanatını kıpkırmızı şehvete bulaştırmış. 
Şiirinde, sinemasında ve musikisinde hayvanî iştiha sırıtmaktadır.

Bir nesil ki, yarısı öbür yarısını düşman yerine koymuş, ona gayz ve nefretle saldırmaktadır. Ölüm dirim savaşı yaparcasına saldırıyor: Mâzisine saldırıyor, imanına saldırıyor, sevgisine saldırıyor. Hakkına ve hayâsına saldırıyor. Sahne eski Roma'nın Patrisyen-Pleb mücadelesini andırmaktadır. Ama bizim Patrisyenlerimiz vatanın asıl sahipleri de değil; yabancı vicdanların, yabancı ellerin, yabancı tarihlerin çocuklarıdır. Asıl vatan ve tarihin çocukları, Plebler gibi inleyen mazlumlardır. Bunların zafer günü elbet yakındır.

Öyle bir nesil ki, masum köylüsü gibi tahsil çağındaki çocukları bile insanın ruh yapısında büyük yaratıcılıkların kaynağı olan samimiyeti kurutan, yani insanı kendi kendinden alıp götüren bir siyaset kavgasına tutulmuş, dostluk, aşk ve hizmet duyguları hep ona fedâ edilmiş; imanı kin ile mübadele olunmuş; gerçek dünyası kalmamış; kalbi kurutulmuş, ümitleri boğazlanmış; korkusu çok, karanlığı katı; hayatı gayesiz, yuvası emelsiz, iradesi hedefsiz, zamanı değersizdir.
Nasıl kurtulur bu nesil?

Ölüler bizi yaşatır ve ölüler bizi zehirler. Bu yaşatan veya zehirleyici olan iksire bir de ilâhî lutfa çevrili duran, ona uzanan irademizi ilâve ederseniz bütün hayatı, bütün varlığı ve bütün istikbali elde etmiş olursunuz. Neslin hastalığını, mâzide açılan yaraların iltihaplanması halinde kabule mecburuz. Böyle yapmazsak yanlış teşhis koymuş olacağımızdan tedâvi de mümkün olmayacaktır. Tedavi yolunda çilenin her çeşidini çekmemiz lâzım geliyor. Zaaflarına minnet, hatalarına hürmet edeceğiz. Doktor hastasını böyle tedavi eder. Bu yolda, yaradan iğrenmek, hastaya hastalığını hissettirmek bile bir zulümdür. Hattâ hastalarımız elele verip de bir gün üzerimize yürürler ve bize bütün zulüm kuvvetleriyle karşı koyarlarsa, biz Büyük Kurtarıcının rahmetine sığınarak sabırla tedavimize devam edeceğiz, yeni vasıtalarla, yeni ve daha inceltilmiş tedavi usulleriyle... Onun bugünkü ruh yapısı, şehveti aşka, isyanı itaate, şiddeti merhamete, inkârı imana tercih eden tehlikeli bir cihaz halindedir. Daha dün, İkinci Cihan Harbi'nde Paris düşüp de Fransa Alman orduları tarafından istilâ edildiği zaman matemzede Fransız milletine radyoda hitâp eden o zamanın devlet reisi muhteşem mareşal Petain'in ilk sözü şu oldu: "Dostlarım! Zevk bizi mahvetti." Bu tek cümle Paris'in ve belki bütün Fransa'nın yirmi beş yıllık hayatının hülâsası olmuştu.

Neslimize pusu kuran komünizm tehlikesi, ruh yapısı tamamen çürümüş olanların iflâsını doktrinleştirerek, ruh sahibi insanlığa karşı koyulmuş kin ve kan kokan bir beyannâmedir. Komünizm insanlığın gerçek gayesine doğru ilerleyişi esnasında meydana gelen bir irtica yâni gericilik, ahlâk dünyasında bir yıkılış, hakikat havasında bir zehirlenmedir. O artık ne sadece bir iktisadî doktrin, ne tüketim eşitliği, ne de bir işçi dâvasıdır. Komünizm kaidesiz yaşama plânıdır.

İnsan topluluğunu cemiyet yapan kaideleri kaldırın, mesuliyeti insan ruhundan çıkarıp atınız, komünisti elde edersiniz. Bu mânada komünist, kaidesiz ve mesuliyetsiz insandır. Her yerde, insanlığın îman ve ümitler barındırdığı her vatan toprağında komünist, gözlerden düşürecek kaide arar. Hayvanlar gibi hür yaşamanın zevkini genç ruhlara aşılar. Vicdan huzurunda mesuliyetsizliği bir doktrin, bir neşve kaynağı gibi sunmak ister.

Mesuliyetlerin barınağı olan vicdanı, herkesin şahsî ve ebedî hasmı hâline koyar. İnsanlık mücadelesinde yorulan fertlere, "Meğer elli yıl boşuna utanmışım, utanmamalıymışım" dedirtir. "Kullandığım kaideler beni esir etmiş de, bilmemişim" formülünü uyanış formülü yapar. Bu esaretten kurtulmanın yolu ise artık isyandır. Kanunlara ve kaidelere, mesuliyetlere ve ideallere isyanı hazırlar. Birer ideal plânı ve kaideler kaynağı olan din, komünistin baş düşmanıdır. Ancak o unutmasın ki, komünist ile din adamı arasında şu fark daima kalacaktır: Komünistin din adamı hakkında hiçbir mesuliyeti yoktur. Çünkü o, mesuliyet tanımaz. Din adamı ise, komünistin ruhunu kurtarmaktan mesuldür. Biri, ruhu ezmek isteyen maddenin saldırışını, öbürü, maddeyi de kurtarmak ve kendine yükseltmek isteyen rûhun ızdırabını temsil ediyor. Komünistin bütün varlığını teşkil eden madde, bizzat kendi kendinin düşmanıdır. Zira kendisinin yükseltilmesi için uzanan eli kesmektedir.

Komünistin karakterlerini ortaya koyduk: Yaratıcı evrime inanmayış, hürmet yokluğu, ideal anlayışsızlığı, kaidelerle mesuliyetlerin düşmanlığı. Yaratıcı evrim, ruh sahibi insanı yeryüzüne getirdi. Hürmet, ahlâkı doğurdu. İdeal, ferdi sonsuzluğa ulaştıracak. Kaideler ve mesuliyetler, bizi insan olarak yaşatmaktadır. Komünist, işte bu değerlerin hepsine birlikte cephe alan kuvvettir. Onun, insanlığımızın düşmanı olduğu muhakkak. Ama ona nasıl karşı koyabiliriz? Düşmana aynı silâhlarla değil, samimî olarak kendimizin olan silâhla karşı koymalıyız. Ona karşı ruhumuz, vicdanımız ve imanımızı siper yapmalıyız.

Türk çocuğu nasıl yetişmeli? Gençlik çağında da haysiyetli, huzurlu bir yaşayışı nasıl sağlayabiliriz? Nasıl bir aile kurmalıyız? Hangi mesleklerde muvaffakiyet arayalım? Hangi eserleri okuyalım? Zamanımızı nasıl kullanalım?


Dikkat edilirse ideal olan dâvalardan hayatın basit teferruatına kadar her hususun cevabını arayan bir neslin kalbinde bir âfet gizlidir. O da iradî kudretinin noksan oluşudur. Çünkü hayat onları demir örsün üstünde dövecek yerde şaşırttı, mesuliyetsiz yaşattı. Ancak biz inanıyoruz ki millet kalbinin sahibi olan bu muzdarip nesil, milletin kalbine uzanmak için irşat ve işaret bekliyor. Onlar bizim beklediğimiz yarınki kuvvettir.


Bugün köyde parasız hasta muayene günleri koyan hekim, ellisinden yukarı yaştakiler değildir, gençlerdir. Bugün yukarıda anlattığımız süfli hayat sahneleri karşısında hicap duyan, örflerimizle mukaddesatımızın tezyif edildiği yerde isyan ile ürperen, dilimizin hançerlendiği yerde alkışlamayan, dinimizin kurtarıldığı yerde içten sevinen de bu zümredir. Kapı kapı dolaşıp mürşit arayan onlar, düşmanlarını kalbini kurtarıcı bir feragatle affetmesini bilen de yine onlardır. Doğacak dünyamızın bu yapıcılarından gelecekte bahsedecek hakîm, onlardan şöyle bahsetse yeridir:


"O nesil hârika idi. Babaları İstiklâl Cihadı'nda can veren bu neslin yeni bir hayat arayışı, bütün hareketlerinde henüz şuurlu olmadığı halde, seziliyordu. Beş yüz sene sonra Fâtih yedi yüz yıl sonra Mevlâna öyle anıldı ve öyle anlaşıldı ki, bundan bir kültür ve medeniyet sentezinin müjdesi beklenebilirdi. Mâbede iltica, evvelki gibi alışkanlıkla değil, ızdırâp ile oluyordu." Hakikî inkılâbı yapacak olan bu nesil, beklenen kuvvettir.

Oguznâme / Dr. Mustafa Aksoy



Oguznâme
Dr. Mustafa Aksoy 
 Oğuzlar ile ilgili en eski tarihi kayıt Yenisey Kitabelerinde bulunmaktadır. Bu kayıttan Oğuzların belirli bir idari sistem içinde bulundukları anlaşılmaktadır. Bilinen en eski yazılı Türk metinlerinden olan Orhun Abideleri'nde Oğuzlardan bahsedilmektedir. Bu kitabelerden anlaşıldığına göre Oğuzlar zaman zaman isyan etseler ve yönetimi ele almak için mücadelelerde bulunsalar da Göktürk Devleti'ni oluşturan iki temel topluluktan biridirler. Göktürklerin yıkılmasından sonra Türk dünyasında iktidarı Uygurların devraldığı dönemde de Oğuzlar, Uygur Devleti'nin dayandığı iki unsurdan biri olmuşlardır. Uygurların yıkılmasından sonra X. ve XI. yüzyıllarda Oğuzlar, Hazar ile Sirderya arası bölgede ve daha kuzeydeki bozkırlarda yabguların idaresinde yaşadılar. Bu dönemde doğularındaki Karluklar ve kuzeylerindeki Kimeklerin Kıpçak boyuyla savaşlar yaptılar. Bu bölgedeki Peçenekler'i yenerek Karadeniz'in kuzeyine sürdüler. Bilinmeyen sebeplerle yabgular idaresinin ortadan kalkmasından sonra Oğuz grupları Selçuklu idaresinde toplandılar. XI. yüzyılda küçük bir Oğuz kolu Karadeniz'in kuzeyinden Avrupa'ya ilerlemekle birlikte Selçuklular idaresinde Oğuz kitleleri İran, Irak, Suriye ve Anadolu'ya yayılarak buralarda yeni beylikler, devletler kurup buraları kendilerine yeni yurt edindiler.1

Yukarıda belirtildiği gibi Türk milletinin en etkili kollarından birisini Oğuzlar oluşturmaktadır. Türk milletinde var olan destan geleneği Oğuzlarda da devam etmiştir. Oğuz topluluklarının destânî menkıbelerinin anlatıldığı eserler çeşitli kaynaklarda "Oğuznâme" olarak anılmıştır. Aslen Selçuklu hanedanından olan Mısırlı Türk müellif Ebû Bekr b. Abdullah b. Aybek edDevâderî yazmış olduğu Dürerü'ttîcan isimli Arapça eserinde 1229 yılı olaylarından bahsederken Oğuznâme'den şu şekilde bahsetmiştir: "Oğuz Türklerinin yanında Oğuznâme denilen bir kitap vardır ki elden ele dolaştırırlar. Oğuzların bidayeti halleri ve ilk pâdişahları hep bu kitapta mezkûrdur. Oğuz diye Türklere denir ki büyükleri Oğuz isminde birisi imiş."2

Dede Korkut Kitabı'ndaki hikayelerin sonlarında "Dedem Korkut boy boyladı soy soyladı, bu Oğuznâmeyi düzdi koşdı",3 "Dedem Korkut geldi şadılık çaldı, boy boyladı soy soyladı, gazi erenler başına ne geldiğin söyledi, bu Oğuznâme Beyregü olsun didi."4, "Dedem Korkut gelüben boy boyladı soy soyladı, bu Oğuznâme Yigenegün olsun didi."5, "Dedem Korkut gelüben şazılık çaldı, bu Oğuznâmeyi düzi koşdı, Begil oğlı Emrenü olsun didi. Gâziler başına ne geldigin söyledi."6, "Dedem Korkut gelüben boy boyladı soy soyladı. Bu boy Delü Dumrulun olsun, menden sonra alp ozanlar söylesün, alnı açuk cömerd erenler dinlesün didi."7, "Dedem Korkut geldi kopuz çaldı, gâzi erenler başına ne geldügin söyledi."8 ifadeleri yer almaktadır. Bu ifadelerden Oğuz kahramanlarından her birisi için bir hikaye veya destan söylendiği, bunlara "Oğuznâme" isminin verildiği, bu destanlarda "gâzilerin başına ne gediği"nin anlatıldığı anlaşılmaktadır. Yine bu ifadelere göre Dede Korkut bu Oğuznâmeleri "kopuz" çalarak söylemektedir. Oğuznâme'yi "alp ozanlar" söyleyip "alnı açık cömert erenler" dinlemektedir.
Yukarıda verilen bilgilerden Oğuzlar arasında Oğuznâmelerin çok eskiden beri var olduğu bilinmekle birlikte, bugün çok eski devirlere ait bir Oğuznâme elde mevcut değildir. Fakat bununla birlikte bize kıymetli bilgiler veren çeşitli kaynakların yanısıra daha sonra Oğuznâmeden yararlanılarak oluşturulmuş, içinde epizotlar taşıyan Oğuznâme diyebileceğimiz eserler mevcuttur. Burada kısaca bu kaynakların tanıtmaya çalışacağız.

Oğuz Kağan'ı ve maceralarını anlatan bilinen en eski metin, Charles Schefer'in kitapları arasında bulunmuş, Uygur yazısıyla yazılmış, 21 yapraktan oluşan eski bir el yazmasında bulunmuştur. Zamanımızda bu yazma Paris Bibliotheque Nationale Supplt. turc 1001'no'da saklanmaktadır. Bu metin farkedildikten sonra Türkologlar tarafından üzerinde ciddiyetle durulmuş ve metne büyük önem verilmiştir. 1890'da Radloff bu metnin sekiz sayfasını tıpkıbasım olarak verir, sonra 1891'de 42 sayfanın tamamını Uygurca transkripsiyon ve Almanca çevirisi ile birlikte yayınlar. Radloff metni 1893'te Rusçaya çevirir.9 Rodloff'un yayınladığı metni gören Dr. Rıza Nur bu metne büyük önem vererek 1928 de Mısır İskenderiye'de "Oughouzname, epopee turque" ismiyle metni yeniden yayınlar. Dr. Rıza Nur'un çalışmasında Fransızca önsöz, metnini transkripsiyonu, metinle ilgili Fransızca yazılmış notlar, metnin Fransızcaya tercümesi, Arap harfleriyle Türkiye Türkçesine artarılmış şekli ve faksimilesi bulunmaktadır. Büyük Fransız Sinolog Paul Pelliot, Radloff ve Rıza Nur'un çalışmalarını değerlendiren ve metnin tekrar sağlam bir şekilde okunmasına büyük katkısı bulunan bir makaleyi 1930'da yayınlar. Metin 1932'de Berlin'de Almanca olarak, 1936'da İstanbul'da metin ve Türkiye Türkçesine aktarılması, kelime incelemeleri ve sözlük olarak W. Bang ve Reşit Rahmeti Arat tarafından yayınlanır. 1950'de Moskava'da A. M. Şerbak tarafından yayınlanmışır.10

Eseri dil özellikleri bakımından değerlendiren Paul Pelliot, eserin Turfan'da 1300 yıllarına doğru Uygurca olarak kaleme alındığını belirtir.11 Bu parça Müslüman olmamış Uygurlar tarafından kaleme alınmıştır, destan epizotu değildir ve Eski Oğuz Destanı hakkında bize sağlam bilgi veren özet bir bilgidir. Bu parça üzerinde bir çok araştırmacı değerlendirmede bulunmuştur. El yazmasında metnin bir başlığı olmamasına rağmen Rıza Nur bu esere "Uğuzname" başlığını uygun görür. Rıza Nur'a göre bu eser Türk edebiyatının en eski anıtıdır.12 Prof. Dr. Bahaeddin Ögel bu parçayı "Oğuz destanlarının en güzeli ve en değerlisi" olarak görür.13 Pertev Naili Boratav ise destan epizotu olmayan bu parçaya gereğinden fazla önem verildiği düşüncesindedir.14 Prof. Dr. Mehmet Kaplan bu esere büyük değer vermekte ve bu parçayı tarihi bir hadiseden ziyade Türklerin AtlıGöçebe Medeniyeti devresinde hayat karşısında aldıkları tavrı, hayat felsefesini ve ideal insan tipini en iyi anlatan eser olarak görmektedir.15

Bu metinde Oğuz'un doğuşu, evlenmesi, çocuklarının doğması kısaca verilirken, biraz daha geniş olarak fetihleri, boylara ad vermesi, yurdunu oğulları arasında töreye göre taksimi, vasiyeti ve töresi anlatılmıştır.

Oğuznâme kahramanı olağanüstü bir şekilde doğar. Oğuz'un doğuşu şu şekilde anlatılır: "Yine günlerden bir gün Ay Kağanın gözü parladı, doğum ağrıları başladı ve bir erkek çocuk doğurdu. Bu çocuğun yüzü gök; ağzı ateş (gibi) kızıl; gözleri elâ; saçları ve kaşları kara idi. Perilerden daha güzeldi. Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve şarap istedi. Dile gelmeğe başladı; kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı."16
Oğuznâme kahramanı olağanüstü güçlüdür. Çünkü kendi toplumunu tehlikelerden korumak ve milletini cihana hakim kılmak için onun olağanüstü bir güce sahip olması gerekir. Onun bu olağanüstü güçlülüğü tabiattaki hayvanlara benzetmeler yapılmak suretiyle anlatılır. Oğuz'un vücut yapısı şöyle tasvir edilir: "Ayakları öküz ayağı gibi; beli kurt beli gibi; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı göğsü gibi idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi."17

Oğuznâme kahramanının en temel ideali cihana hakim olmaktır. Oğuz Kağan hükümdar olduktan sonra kendi milletini toplar ve onlara büyük bir ziyafet verir. Bu ziyafetten sonra yaptığı konuşmada "Ben sizlere oldum Kağan; alalım yay ile kalkan; nişan olsun bize buyan; kurt olsun (bize) uran (savaş bağrışı); demir kargı olsun orman; av yerine yürüsün kulan; daha deniz daha mürün (ırmak); güneş bayrak, gök kurukan (çadır)"18 diyerek kendi milletini savaşa hazırlar. Daha sonra yazdırıp dört yana gönderdiği tebliğlerde cihan hakimi düşüncesini şöyle dile getirir: "Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olsam gerekir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul ederek, onu dost edinirim. Kim baş eğmezse gazaba gelirim, düşman sayarak, ona karşı asker çıkarır ve derhal baskın yapıp onu astırır ve yok ettiririm."19

Oğuznâme kahramanının bütün hayatı mücadele ve savaşlarda geçer. O bütün bunları toplumunun mutluluğu ve Tanrı'ya borcunu ödemek için yapar. Ölürken de oğullarına son sözleri olarak bütün hayatını şöyle özetler: "Ey oğullarım, ben çok aştım; çok vuruşlar gördüm; çok kargı ve çok ok attım; atla çok yürüdüm; düşmanlarımı ağlattım; dostalarımı güldürdüm. Ben Gök Tanrı'ya borcumu ödedim."20

Oğuz Destanı'na ait diğer mühim eser Moğol Tarihçisi Reşidüddin Tabib'in 1305 yılında bir heyetle yazmış olduğu Câmiü'tTevârih isimli eserdir. Müellif bu eserinin birinci cildinde Oğuzlardan bahsetmiş, ikinci cildinde "Târihi Oğuzân ve Türkân" başlığı altında Oğuz'un ataları, doğuşu, evlenmesi, çocukları, fetihleri, ölümü, hükümdarlığın Kün Han'a geçişi, boylara ad, yer, damga, ongun ve ülüşlerinin verilmesi, Kün Han'dan sonra gelen Oğuz yabguları ve idareleri, yabgulardan sonra iktidarı ele alan Kara Han oğlu Buğra Han ve neslinin idaresine ilişkin rivayetleri, Şah Melik ve Selçuklularla ilgili rivayetleri, bazı Türk hanedan ve ailelerine ait rivayetleri anlatmıştır.

Prof Dr. Faruk Sümer'e göre müellif, eserinde Oğuzlara ilişkin bu rivayetleri sözlü rivayetlerden yararlanarak vermiştir. Bunları nakleden raviler tarih bilgisinden mahrumdur ve yaptıkları rivayetlerin en yenilerinin tarihi bile 200250 yıl öncesinin olaylarına dayanmaktadır. F. Sümer bir tarihçi olarak bu bilgilerin güvenilirliğini zayıf bulur.21 Câmiü'tTevârih'den bu kısımları tercüme edip bu konuda etraflı araştırmalarda bulunan Prof. Dr. Z. V. Togan'a göre ise Reşidüddin yazılı kaynaklardan yararlanmak suretiyle bu kısmı yazmıştır. Z. V. Togan, Reşidüddin metninde geçen bir kısım lâkap, coğrafi isim ve kelimelerden hareketle buradaki bilgilere kaynaklık eden Oğuznâme'nin muhtemelen daha evvelce Argu dilinde yazılmış olduğunu, yararlanılan Türkçe Oğuznâme'nin sonra Uygur alfabesiyle yazıldığını ve eserde kullanılan Türkçenin Karahanlılar çağı Sir Derya Türkçesi ve Oğuzcanın karışımı bir Türkçe olduğunu belirtmektedir. Bu metin Farsçaya çevrilerek Reşidüddin'e verilmiş. Reşidüddin bu Farsça ve başka bir Moğolca metinden istifade ederek, bu metinlerin vermiş olduğu bilgilere sadık kalıp yer yer kendisi de eklemelerde bulunarak metinini oluşturmuştur. Yararlanılan Oğuznâmeyi tesbit eden raviler Dede Korkut Kitabı'nı tesbit eden raviler gibi umumiyetle Ön Asya'da yaşayan Türklerin arasından çıkmıştır.22 Görüldüğu gibi bu eser Farsça olmakla birlikte eserdeki Oğuzlarla ilgili kısım Azerbaycan ve Anadolu coğrafyasında yaşamış olan Türklerin oluşturduğu bir Oğuznâme'ye dayanmaktadır.
Bu Oğuznâme'de de kahraman daha doğuştan olağanüstülükler gösterir. Doğunca kafir olan annesinin sütünü üç gün üç gece emmez. Oğuz, üzülüp büyük sıkıntı çeken annesini konuşarak hak dine davet eder ve annesi Müslüman olduktan sonra süt emmeye başlar. Olağanüstü şekilde kahramanlıklar göstererek büyür.23

Reşideddin Oğuznâmesi'nde de Oğuz hayatı, mücadeleler ve cihan hakimiyeti ülküsünü gerçekleştirme gayretleriyle geçer. Oğuz babasından hükümdarlığı aldıktan sonra cihangirliğe güvenle girişebilmek için önce memleketin dört bir yanında olan yakınlarından baş kaldıranları dize getirir ve anlaşmaları yeniler, sonra dört bir yana seferlere girişir. "Biz cihanı fethetmek gâyesiyle dünyanın her tarafına gidecegiz."der.24

Bilinen diğer bir Oğuznâme parçası Uzunköprülü Seyid Ali'nin kitapları arasında bulunan on beş varaklık bir mecmuada yer alan dört varaklık parçadır. Bu parçayı önce H. Namık Orkun Türkiye Türkçesine aktarmasıyla birlikte yayınlamıştır.25 Sonra Prof. Dr. Kemal Eraslan parçayı dili bakımandan inceleyerek Türkiye Türkçesi'ne aktarmış ve konu üzerindeki çalışmalarını parçayla birlikte yayınlamıştır. Reşidüddin Oğuznâmesinde verilen bilgilerin özeti mahiyetindedir. Parçada Oğuz'un doğuşu, doğumuyla annesini İslam'a davet edişi, evlilikleri, babasıyla mücadelesi ve fetihlerinden kısıca bahsedilmektedir. Metin baştan ve sondan eksik olup 104 beyittir. Mesnevî tarzında Şehnâme vezniyle yazılmıştır. Eserin dilindeki ses ve şekil özelliklerine dayanılarak metinin dilinin Klasik Çağatay yazı dili öncesi 13. veya 14. asra ait Doğu Türkçesi olduğu söylenilmektedir.26

Bilinen Oğuznâme parçalarından biri de 15. asır müellifi Yazıcıoğlu Ali'nin Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Revân Köşkü no: 1390'da bulunan Tevârihi Âli Selçuk isimli eserinin baş tarafında yer alan 65 satırlık bir parçadır. "Bu Oğuz kabilesine ve Oğuz kahramanlarına ait alkışları, duaları ihtiva ediyor; mensur fakat ritmik ve aliterasyonlu bir lisanla yazılmıştır, belki bir yarı mensur destanî metinden kopmuş bir parçadır."27 B. Ögel, Dede Korkut Kitabı'na göre dil ve üslûbunu daha eski ve manasını derin bulur.28 Bu parçayı önce Rıdvan Nâfiz, daha sonra O. Ş. Gökyay neşretmiştir.29

Elde bulunan Oğuznâmelerin en değerlisi ve epizotlara dayalı olanı Dede Korkut Kitabı'dır. Bu eser, Oğuzların IXXI yüzyıllarda Sir Derya boylarındaki maceraları çerçevesinde oluşmaya başlamış ve daha sonra gelinen Ön Asya coğrafyasındaki maceralar da ilave olunarak bilinmeyen bir müellif tarafından XV. asran ortalarında veya ikinci yarısında hikayeler şeklinde düzenlenip yazıya geçirilmiştir. Eserin, içinde on iki hikaye olan bir nüshası Dresden Kral Kütüphanesi'nde 1810'da keşfedildikten sonra esere büyük değer verilerek çok sayıda yerli ve yabancı Türkolog tarafından incelenmiştir. Türkiye'de ilk defa 1916'da Kilisli Rıfat tarafından neşredilmiştir. Daha sonra eseri 1938'de O. Şaik Gökyay geniş bir incelemeyle birlikte neşretmiştir. 1950'de Vatikan Kütüphanesi'nde içinde altı hikaye bulunan ikinci bir nüsha bulunmasından sonra Muharrem Ergin, eseri doktora çalışması olarak dil bakımından inceler, edisyonkritiğini hazırlar ve faksimileleriyle birlikte çalışmasını yayınlamıştır.30 Bu çalışmaların dışında Dede Korkut Kitabı üzerinde çok sayıda çalışma yapılmıştır.
Eser genel bir bütünlük taşıyan on iki hikayeden oluşmaktadır. Dede Korkut Kitabı'nda Oğuz toplumu hanlar hanı Bayındar Han'a bağlıdır. Beyler onun huzurunda meclislere katılırlar. Bayındır Han'ın beğlerbeği Salur Kazan'dır. Dede Korkut Kitabı'nda hikayeler Dede Korkut'un dilinden söylenir. Bayındır Han'la ilgili hikaye söylenmez. Kazan Beğ'le ilgili üç hikaye yer alır. Diğer hikayeler çeşitli Oğuz kahramanlarıyla ilgilidir. Fakat kitapta kahraman olarak adı geçip kendisi için hikaye söylenmemiş kahramanlar da vardır.

Araştırmacılar, Oğuznâme geleneğinde her kahraman için bir hikaye söyleme geleneği bulunduğu için hakkında hikaye söylenmemiş kahramanlar için de hikaye söylenmiş olabileceği görüşlerini dile getirseler de günümüze kadar on iki hikaye dışında yeni bir hikaye ele geçmemiştir.

Hikayelerdeki Oğuz kahramanları geleneğe uygun olarak olağanüstü şekillerde doğarlar. Kahramanlık göstermedikleri takdirde kendilerine isim verilmez. Bir kahramanlık gösterdiklerinde Dede Korkut gelerek kendilerine isim koyar. Kahramanların vücut yapıları da yer yer olağanüstü bir şekilde şöyle tasvir edilir: "Altmış ögeç derisinden kürk eylese topuklarını örtmeyen, altı ögeç derisinden külah itse kulaklarını örtmeyen, kolu budı harança, uzun baldırları ince, Kazan Bigün tayısı at ağızlu Aruz Koca"31, "Kara dere ağzında Kâdir viren, kara buğa derisinden bişiginün yapuğu olan, acığı tutanda kara taşı kül eyleyen, kara bıyığını yidi yirden ensesinde dügen, Kazan kartaşı Kara Göne".32

Dede Korkut Kitabı'nda maceraları anlatılan toplumda en önemli erdem kahramanlıktır. Kişinin toplumda edindiği itibar gösterdiği kahramanlığa bağlıdır. Bu düşünce Uşun Koca Oğlu Şegrek Boyı'nda bir konuşma esnasında şöyle yansıtılır: "Mere Uşun Koca oğlu bu oturan bigler her biri oturduğı yiri kılıcıyile etmegiyile alupdur, mere sen baş mı kesdün kan mı tökdün aç mı toyurdun yalınçak mı tonatdun didi. Egrek aydur: Mere Ters Uzamış baş kesüp kan tökmek hüner midür didi. Aydur: Beli hünerdür ya!"33

Dede Korkut Kitabı'nda da alplik en büyük değer olmasına rağmen cihangirlik ülküsü görülmez. Kahramanlar daha çok kendilerini korumak, mallarını, yerine göre namuslarını muhafaza için mücadele ederler.34 Bunun sebebi geldikleri yeni toprakları vatan edinme mücadelesinden kaynaklanmalıdır. Bu kitapta anlatılan hadiseleri yaşayan Oğuz kitleleri 1112. yüzyıldan itibaren Sir Deryânın kuzey taraflarından güneye doğru hareketlenmişler ve eserin kaleme alındığı zamana kadar, geldikleri Horasan, Kuzey ve Güney Azerbaycan ve Anadolu coğrafyalarını vatan edinmek için sürekli mücadeleler vermişlerdir. Bu vatan edinme mücadeleleri bir süre cihangirlik idealini unutturmuş olmalıdır.
XV. asır sonlarında Anadolu'da Şehnâme gibi bir eser yazmak için hazırlıklara başlayan ve 366 cilt yazmayı tasarladığı eserinin 82 cildini yazabilen Uzun Firdevsî de Süleymannâme isimli eserinde kahramanlarını Şehnâme'deki ve çeşitli Arap kaynaklarındaki isimlerle isimlendirse de Türk kahramanlar Oğuznâme geleneğinde olduğu gibi tasvir edilirler, Oğuznâme geleneğinde olduğu gibi cihan hakimiyeti ülküsünü taşırlar. Eserde olaylar Dede Korkut Kitabı'na benzer bir üslupla anlatılır.35 Bu özellikleriyle eser Oğuznâme geleneği içinde sayılabilir.

Süleymannâme'de Efrâsiyâb, Oğuznâmelerde olduğu gibi yırtıcı hayvanlara benzetilmek suretiyle tasvir edilir. Efrâsiyâb'dan bahsedilirken "Efrâsiyâbı Türk, ol ukkâb sînelü köhne kurt"36 denilir. Yine Efrâsiyâb kendisinden bahsederken "Efrâsiyâbı gürdem, cengi cihân görmüş eski kurdam."37 der. Görünüşü ve tavrının tasviri Dede Korkut Kitabı'ndaki kahramanların tasvirini andırır şekile şöyle yapılır: "Efrâsiyâbı Türk da'hı aletmış aletı arış ekadd u ekâmetile ta'ht üzerine oeturmuş şarâb nûş ider."38 "Bugur Efrâsiyâbı Türk düşmân pehlevânların karşusında görüp evren gibi baş kaldurup kaplanlayın gögüs gerüp el dizine urup at kuyrugı gibi bıyıkların burup kılları ucın kulaklarına iltüp gazaba gelüp"39 Yine savaşa giren Efrâsiyâb şu şekilde tasvir edilidir: "Leşker ortasında İsfendiyârî alem dibinde Efrâsiyâbı Türk altmış arış kadd u kâmetile, Rüstem minvâl salâbet ve şecâatıla, üç yüz altmış altı batman demür gürzini tag gibi omuzına urmış gelür, bir poladpûş gergedana Sâmı Süvâr gibi süvâr olup üç sinirli katı yayın kurup tarba ta'htası gibi kılıcına gazab elin urmış gelür."40

Eserin 3945. ciltlerinde Hz. Süleyman'la mücadelesi anlatılan Efrâsiyâbı Türk kendi çevresindeki hükümdarları yenerek İran ve Turan'a hakim olmuş, Kaysarı Rûm'u yenerek Sinop Kalesi ve çevresindeki bakır madenlerini almış "âleme hükümrân olma" ülküsünü taşıyan bir kahramandır. Onun da tek amacı âlem hükümranlığıdır. Hz. Süleyman gönderdiği namede kendi gücünü öğüp kendisine tâbi olmasını ister.41 Efrâsiyâb bu nâmeye çok kızar, kendi kahramanlığını uzun uzun öğerek asıl âleme hükümrân olmaya kendisinin layık olduğunu belirtir:

"Mûrçesin sen heft serâverân özüm
Sen Süleymân ben de Şeh Tûrân özüm Cem idersen nola Ankâ şâhibâz
Tagıdam devletle ursam tablubâz Nola eger çok olsa koyun sürüsi
Leşkerinden tola tâ milki cihân Sayd idem Sîmurg'unı sayyâdveş
Kayd idem çok leşkerün cellâdveş Yâ kefen tak gerdenüne gel bana
Kim Arab milkini virem girü sana Ta'htınile 'hâtemün vir armagan
Kılıcımda virmeyesin tâ ki cân Yo'hsa leşker çeke vardum üstüne
Kim uram düşmân kılıç dostuna Okuyup nâmem idersen ger amel
Devletüne gelmeye hergiz 'halel Ger nasîhat tutmazisen yâ Arab
Tâc u ta'htunla ilün kılam 'harâb"42
Yukarıda verilen metinden de anlaşılacağı gibi Efrâsiyâb gayesi mülk ve servet kazanmak değil "âleme hükümrân olmak"tır. Çünkü âlem hükümrânlığını temsil eden "taht ve hâtem" kendisine verildiğinde o Arap mülkünü geri verecektir.

Oğuznâme'nin Türkmen rivayetleri Ebülgâzi Bahadır Han'ın 1660'da yazmış olduğu Şecerei Terâkime'de bulunmaktadır. M. Ergin'e göre Ebülgâzi bu eseri hazırlarken Reşidüddin Oğuznâmesi'nden istifade etmekle birlikte kendi devrinde anlatılan Türkmen rivayetlerinden de istifade etmiştir. Eser daha sonra istinsah edilirken yeni rivayetler de eklenmiş, dolayısıya Türkmenler arasında anlatılan Oğuznâme rivayetleri geniş olarak bu esere yansımıştır.43 Z. Velidi Togan'a göre Ebülgazi Bahadır Han bu eserini yazarken Oğuz rivayetlerinin kitap halinde yazılmış nüshalarından istifade etmiştir. Bahadır Han'ın verdiği bilgiler genel itibarıyla Reşidüddin'e uyarken Reşidüddin'in eserinde bulunmayan bazı tafsilatı da içermektedir.44

Eserin en eski ve kıymetli nüshaları Taşkent ve Leningırat nüshalarıdır. Eser 1958'de Rus Türkolog Prof. A. N. Kononov tarafından Taşkent nüshası esas alınıp yedi nüsha karşılaştırılmak suretiyle hazırlanmıştır. Ayrıca Kononov eseri Rusçaya tercüme etmiş ve üzerinde gramer, inceleme, araştırma olmak üzere geniş bir çalışma yapmıştır.45 Konanov'un hazırladığı metnin M. Ergin tarafından tercümesi yapılarak faksimilesiyle birlikte yayınlanmıştır.
Ele en son geçen Oğuznâme metni ise Kazan Üniversitesi Yazmalar Kütüphanesi'nde bulunan metindir. Yazma, kütüphaneye Sait Vahidi'nin 19301937 yılları arasında yazma toplama çalışmaları sırasında kazandırılmıştır. Yazma, Türkoloji dünyasına Prof. Dr. Fikret Türkmen tarafından tanıtılmıştır. Yazma, üzerinde tanıtıcı bir yazı yayınlanarak üzerinde inceleme başlatılmıştır. Bu tanıtma yazısında verilen bilgilere göre yazma talik yazıyla yazılmış, 109 varaklık bir yazmadır. İstinsah kaydı yoktur. Fakat kullanılan dilde Eski Türkçe ve Azerbaycan sahası Türkçesi özellikleri görülmekte olduğundan yazmayı müstensih eski bir Oğuznâme nüshasından istinsah etmiş olabilir. Yazmadaki ifadelerden müstensihin çeşitli kaynaklardan edisyon kritik yapar gibi bu Oğuznâme nüshasını oluşturduğu anlaşılmaktadır.

Bu Oğuznâme genel plan itibarıyla Şecerei Terâkime'ye benzemekle birlikte konuları daha geniş olarak ele almıştır. Diğer Oğuznâmeler'de olmayan bir kısım orjinal bilgiler de vermektedir. Meselâ Şecerei Terâkime'de baştan Oğuz Han'ın yaratılması bahsine kadar olan kısım 12 varak iken Kazan'da bulunan Oğuznâme'de 35 varaktır. Eserin fasıl başlıklarıyla Şecerei Terâkime'nin fasıl başlıkları arasında ve Oğuz Han'ın oğullarının isimlerinin verilmesinde bazı farklılıklar görülmektedir. Oğuz Han'ın torunlarının isimleri verilirken bu farklıklar daha da artmaktadır. Yine Oğuz Han neslinin saltanat sıralamalarında da bir kısım değişikliklerin olduğu görülmektedir.46

Diğer bir Oğuznâme nüshası Mirza Uluğbek'in (13941446) Tarihi Abira Ulusu (Dört Ulus Tarihi) isimli eserinde kaydettiği Oğuznâme nüshasıdır. Bu eseri tanıtan Şerafettin Ömer, bu Oğuznâme'in İslâmî dönemde yazılmış Oğuznâmelerin en mükemmellerinden biri olduğunu belirtmektedir. Bu varyantta Oğuznâme'nin Ergenekon Destanı'nın tarihi devamı olduğu kaydedildiği belirtilmektedir.

Mirza Uluğbek'in kaydettiği Oğuznâme'nin konusu Orhun Vadisi'nde geçmektedir. Bu Oğuznâme'de de yine Oğuz'un olağanüstü doğumu, büyümesi, ad alması, evliliği, fetihleri, diğer oğuz kavimlerine ad vermesi, oğulları ve oğullarına saltanatı devri anlatılır. Bu Oğuznâme'de Oğuz Han'ın ordu teşkil etmesinin anlatıldığı kısımla, Oğuznâme'nin Ergenekon Destanı'nın bir devamı olduğunun ortaya konulduğu kısımlar oldukça önemlidir.47

Türkmenler arasında yazılmış diğer bir Oğuznâme XVIII. asır şairi Nur Muhammed Andelib'in nazmettiği Oğuznâme'dir. Bu Oğuznâme üzerine Türkmen araştırmacı Ahmet Bekmiradov "Andelib ve Oğuznâmecilik Debi" küçük boy 132 sayfalık bir araştırma ve inceleme yayınlamıştır. Ahmet Bekmiradov'un eserini tanıtan Dr. M. Fatih Kirişçioğlu bu Oğuznâme'in metini ve sözlüğünü de yayınlar. Bu manzum Oğuznâme yaklaşık 15 sayfa civarındadır. Bu Oğuznâme'de de yine olaylar diğer Oğuznâmelere benzer şekilde anlatılmaktadır.48

1908 yılından sonra Türkçülük cereyanın kuvvetlenmeye başlamasıyla eski Türk destanları üzerinde Ziya Gökalp çalışmaya başlamıştır. Z. Gökalp'in Türk destanı üzerine yazdığı ilk şiiri "Türk Tufanı"nda değiştirilmiş bir şekilde Oğuz Destanı anlatılır. Ziya Gökalp Türk destanlarını yeniden nazma çekmeye çalışanların öncüsü olmuştur. Ondan sonra Hilmi Ziya Ülken 19241925 yıllarında 12 sayı yayınlanan "Anadolu" dergisinde uzun manzumeler halinde nazma çektiği destan parçalarını yayınlamıştır.49
Cumhuriyet döneminde Dr. Rıza Nur, Basri Gocul Oğuznâme'yi yeniden nazma çekme çalışmalarında bulunmuşlardır. Fakat bu çalışmalarda ciddi bir başarı gösterilememiştir. Rıza Nur hece vezniyle 6100 mısraı aşan bir "Uğuz Kağan Destanı" nazma çekmiştir. Fakat bu çalışmasında bazı kuvvetli parçalar bulunmakla birlikte eser bütünü itibarıyla başarılı sayılamaz.50

Cumhuriyet devrinde Oğuznâme'yi yeniden yazma teşebbüsünde en ciddi gayret sarfeden şahıs öğretmen Basri Gocul'dur. Türk Milli Destanı (Oğuzlama) isimli eserinin önsözünde Türk Milli destanını ömrü boyunca işlemeye karar verdiğini belirtir. Türk Milli Destanı (Oğuzlama) isimli eserini 1948 yılından itibaren 48'er sayfalık fasiküller halinde yayınlamaya başlar. 19481953 arasında aralıklarla çıkardığı 5 fasikülü İstanbul'da, 1953'te 6., 1955'te 7. ve 8. fasikülleri Kayseri'de yayınlar. Bu çalışmada Dede Korkut Kitabı'nda adı geçen kahramanların hayatları çevresinde bir iki sayfalık nazım nesir karışık anlatmalarda bulunur. Bunlar kısa ve basit anlatımlardır.
Basri Gocul 1971'de Bursa'da yayınladığı üç ciltlik "(Türk Milli Destanı) Oğuzlama" isimli eserinde Dede Korkut Kitabı'nda yer alan hikayeleri nazım şeklinde on iki hikaye olarak yeniden işler. Bu çalışmada hikayeler daha geniş boyutlu ve daha başarılı bir şekilde işlenmiştir.

Basri Gocul 1973'te Oğuznâme'yi de nazma çekerek "Oğuznâme (Soyumuzun Destanı)" ismiyle Ankara'da yayınlar. Bu 42 sayfalık bir çalışmadır. Eser nazma çekilirken hem Uygur harfleriyle yazılmış Oğuznâme nüshasındaki bilgilerden hem de Rüşidüddin Oğuznâmesi'ndeki bilgilerden istifade edilmiştir. Ayrıca eserde Dede Korkut Kitabı'nın etkisi de görülmektedir.
Cumhuriyet döneminde Oğuznâme geleneğinden en fazla etkilenen ve şiirinde bu geleneğin havasını en başarılı bir şekilde yansıtan şair Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'dur.

Gençosmanoğlu "Salur Kazan Destanı" ve "Boğaç Han Destan" isimli eserlerinde Dede Korkut Kitabı'nda geçen olayları başarılı bir şekilde işler. Diğer eserlerinde de Türk tarihinin kahramanlık olaylarını şiir diliyle tekrar destanlaştırır.51


1 Faruk Sümer, "Oğuzlar", İslam Ansiklopedisi, 9. cilt, İstanbul 1988, s. 378383.
2 Prof. Dr. Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı I, 2. Baskı, Ankara 1989, s. 3536; Prof. Dr. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 4. Baskı, Ankara 1981, s. 250 (106 nolu dipnot).
3 Prof. Dr. Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı I, s. 94, 115.
4 Prof. Dr. Muharrem Ergin, a.g.e., s. 153.
5 Prof. Dr. Muharrem Ergin, a.g.e., s. 225.
6 Prof. Dr. Muharrem Ergin, a.g.e., s. 184.
7 Prof. Dr. Muharrem Ergin, a.g.e., s. 243.
8 Paul Pelliot, Uygur Yazısıyla Yazılmış Uğuz Han Destanı Üzerini, Çevirin: Vedat Köken, Ank. 1995, s. 7.
9 Prof. Dr. B. Ögel, Türk Mitolojisi I. cilt, s. 128.
10 Paul Pelliot, a.g.m. s. 103.
11 Paul Pelliot, a.g.m. s. 78.
12 Prof. Dr. B. Ögel, a.g.e., s. 128.
13 P. Naili Boratav, Folklor ve Edebiyat (1982) 2, İstanbul 1983, s. 80.
14 Mehmet Kaplan, Oğuz Kağan Destanı, İstanbul 1979, s. 2728.
15 W. Bang ve G. R. Rahmeti, Oğuz Kağan Destanı, İstanbul 1936, s.11.
16 W. Bang ve G. R. Rahmeti, a.g.e., s. 11.
17 W. Bang ve G. R. Rahmeti, a.g.e., s. 17.
18 W. Bang ve G. R. Rahmeti, a.g.e., s. 17.
19 W. Bang ve G. R. Rahmeti, a.g.e., s. 13.
20 Faruk Sümer, "Oğuzlar'a Ait Destanî Mahiyette Eserler", Ankara Ünv. D.T.C.F. Dergisi, Temmuz EylülAralık 1959, Cilt: XVII, Sayı: 34, Ankara 1961, s. 359360.
21 Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Oğuz Destanı, 2. Baskı, İstanbul 1982, s. 118120.
22 Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidî Togan; a.g.e., s. 1718.
23 Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidî Togan; a.g.e., s. 2024.
24 Hüseyin Namık Orkun, "Bir Oğuz Efsanesi", Ülkü, Birinci Kanun 1935, Cilt: 6, Sayı: 34, s. 267275; Oğuzlara Dair, Ankara 1935, s. 96120.
25 Kemal Eraslan, "Manzum Oğuznâme", Türkiyat Mecmuası, 19731975, Cilt: XVIII, İstanbul, s. 170, 172.
27 P. Naili Boratav, Folklor ve Edebiyat (1982) 2, s. 8081.
28 Prof. Dr. B. Ögel, Türk Mitolojisi II., Ankara 1995, s. 45.
29 Rıdvan Nafiz, "Oğuz Destanından Bir Parça", Türk Tarih, Arkeologya ve Etnografya Dergisi, 1934, II, s. 243249; O. Şaik Gökyay, Dede Korkut, İstanbul 1938, s. 121124.
30 Geniş bilgi için bkz. O. Şaik Gökyay, Dede Korkut, İstanbul 1938; Prof. Dr. Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı I, 2. Baskı, Ankara 1989; O. Şaik Gökyay, Dedem Korkut'un Kitabı, İstanbul 1973.
31 Prof. Dr. Muharrem Ergin, a.g.e., s. 113.
32 Prof. Dr. Muharrem Ergin, a.g.e., s. 174.
33 Prof. Dr. Muharrem Ergin, a.g.e., s. 225.
34 Prof. Dr. Mehmet Kaplan; Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar I., İstanbul 1976, s. 14.
35 Mustafa Aksoy, Uzun Firdevsî'nin Süleymannâme'sindeki Destan Unsurları Cilt III, (Basılmamış Doktora Tezi) İzmir 2000.
36 Süleymannâme, Hazine 1529, v. 272a; Mustafa Aksoy, a.g.e., s. 401.
37 Süleymannâme, Hazine 1529, v. 192a; Mustafa Aksoy, a.g.e., s. 253.
38 Süleymannâmee, Hazine 1529, v. 187a; Mustafa Aksoy, a.g.e., s. 243.
39 Süleymannâme, Hazine 1529, v. 263a; Mustafa Aksoy, a.g.e., s. 386.
40 Süleymannâme, Hazine 1529, v. 249b; Mustafa Aksoy, a.g.e., s. 363.
41 Süleymannâme, Hazine 1529, v. 188b189b; Mustafa Aksoy, a.g.e., s. 247249.
42 Süleymannâme, Hazine 1529, v. 200b; Mustafa Aksoy, a.g.e., s. 271.
43 Ebülgazi Bahadır Han, (Şecerei Terakime) Türklerin Soy Kütüğü, Hazırlayın: Muharrem Ergin, İstanbul Tarihsiz. (M. Ergin'in yazdığı girişten), s. 1213.
44 Ord. Prof. Dr. Z. V. Togan, Oğuz Destanı, 2. Baskı, İstanbul 1982, s. 121.
45 Ebülgazi Bahadır Han, (Şecerei Terakime) Türklerin Soy Kütüğü, (M. Ergin'in yazdığı girişten), s. 1314.
46 Prof. Dr. Fikret Türkmen, "Kazan'da Bulunan Yeni Bir Oğuzname Nüshası Üzerine", Milli Folklor, Yaz 1995, Cilt: 4, Yıl: 7, Sayı: 26, s. 45.
47 Şerafettin Ömer, "Oğuznâme'ye Dair Bazı Meseleler" Akt. Alimcan İnayet, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, Sayı: Güz1997, s. 87106.
48 Dr. M. Fatih Kirişçioğlu, "Andelip ve Oğuznâmecilik Debi (Geleneği) ", S. Ü. FenEde. Fak. Edebiyat Dergisi 19921993, 7. 8. Sayı, s. 132.
49 Arif Yılmaz, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu Hayatı ve Şiir Sanatı, Ankara 2000, s. 78.
50 Arif Yılmaz, a.g.e., s. 89.
51 Daha geniş bilgi için Arif Yılmaz'ın a.g. eseri.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...