20 Nisan 2013

AĞLAMA MEVSİMİ


AĞLAMA MEVSİMİ 
Gönüldeki hüzün-keder, neş'e-sevinç, merhamet-şefkat.. gibi duyguların coşup bulutlaşması ve gözler yoluyla dışa vurmasıdır gözyaşları. Tasa-elem, aşk-iştiyak, emel-ümit, firak-visal; belki bütün bunlardan daha çok da "mehâfetullah" ve "mehâbetullah" ağlatır, hisleri hüşyar ve kalb ufkunda O'na yâr olanları. Diğer ağlamalar, insanın cismânî ve rûhânî tabiatının halitasından fışkırır gelir; cibillîdir, yaygındır, gayriiradîdir, dolayısıyla da sıradan sayılırlar. 
Temeli iman ve mârifete dayanan, muhabbet ve aşk u şevkin tetiklediği ağlamalara gelince, bunlar, tamamen Hakk'ı bilmeye, her şeyde O'nu duymaya, miadı meçhul vuslat hülyalarıyla oturup kalkmaya ve O'na karşı mehâfet ve mehâbetle tir tir titreyip sürekli O'nun huzurunda saygıyla köpürüp durmaya bağlıdır. Sınırlıdır; çok az bahtiyara nasip olmuştur.. ve devamı da, nazarların her şeyde O'nu okumasına, O'nu duymasına, O'nu talep etmesine, O'nu bilmesine ve O'nu söylemesine vâbestedir. Bilen alâka duyar, ruhta alâka derinleştikçe sevgiye dönüşür ve zamanla bu sevgi, önü alınmaz bir aşk u iştiyaka inkılâp eder. Artık böyle biri bîkarardır, gezer çölden çöle ve "Leylâ" der ağlar.
Kendi uzaklığını aşmak için sürekli gerilim içindedir; her zaman O'nu söyleyen izlere, emarelere yüz sürer durur; bazen kâinat kitabıyla hasbıhâl eder; bazen eşya ve hâdiseleri O'nun mesajları gibi okur, koklar, gözlerine sürer.. bazen O'nun beyanı karşısında rikkate gelir, gözyaşlarıyla soluklanır.. bazen de O'ndan söz eden dellâllara takılır kalır ve hep derin bir aşk u alâka ile nefes alır-verir. Bu, sanatta Sanatkâr'ı duyup sezme, karşılaştığı güzelliklerde Güzeller Güzeli'ne uyanma, O'nu çağrıştıran her şeye kulak verip saygıyla O'nu dinleme ve O'ndan ötürü her nesneye derin bir alâka ve sevgi duyarak hayatını bir aşk u muhabbet dantelâsı gibi örgülemeye çalışma demektir. 
Bu derinlikte olmasa da, dost ve yakınların firkat ve vuslatları anında da gönüller heyecanla köpürür ve gözler yaşlarla dolar; dolar ama, ötede her ağlamanın kıymeti âh u efgân edenin duygu ve düşünce ufkuna göre değerlendirilir. Haşyet ve murâkabe duygusuyla içlerini döküp ağlayanlar, ya da "Dertliyim dersen belâ-yı dertten âh eyleme / Âh edip ağyarı âhından âgâh eyleme!" mülâhazalarıyla içinden yükselen köpük köpük heyecanları sinelerine gömüp yutkunanlar, Sevgili kapısının gözü sürmeli sadık bendeleridirler ve sırlarını bir namus bilir, onu kendi gözlerinden bile kıskanırlar.
Aksine, kalbden kopup gelmeyen tekellüflü ağlama görüntüleri ise göze cefa, gözyaşlarına saygısızlık ve insanları da birer aldatma vesilesidirler; dolayısıyla da böyle zorlamalı bir ağlama cehdi, sadece şeytanı sevindirir ki bu da cehennemleri söndürebilecek bir iksiri riyayla kirletip işe yaramaz hâle getirmek demektir. 
Musibet ve belâlar karşısında, rızasızlığa ve itiraza benzeyen ağlamalar haram; yarınlar endişesiyle kıvranıp âh u vah etmek bir rûhî maraz, fevt ettiği şeyler karşısında sızlanıp durmak da boş bir telâş olduğu gibi gözyaşları adına da bir israftır. 
Hazreti Yakub'un Yusuf ve Bünyamin'e ağlaması, babalık hissi ve şefkattendi; kim bilir belki de, bu Yüce Nebi'nin ağlamaları onları gelecek adına medar-ı ümit görmesi veya Allah nezdindeki konumları açısındandı. Eğer böyleyse -ki biz öyle olduğunu düşünüyoruz- bu kabil ağlamaların da hiçbir mahzuru olmasa gerek. Buna karşılık Yusuf'un kardeşlerinin, babalarının yanında ağlama numarası yapmaları ise, fiilî bir yalan ve bir aldatmaydı ki, günü geldiğinde Yusuf onlara: "Bugün sizi kınayacak değilim; ben hakkımı helâl ettim; Allah da sizi affetsin."1 diyecekti. Onlar da "Tallâhi lekad âserakallâhu aleynâ - Yemin olsun ki Allah seni bize üstün kılmıştır."2 ile ona mukabelede bulunacaklardı. 
Allah için ağlama, O'na karşı olan aşkın iniltileridir. İçinde hararet olanın gözünde de yaş olur, aksine gözleri çöller gibi kupkuru kimselerin içlerinde de hayat yoktur. 
Hüzün ve gözyaşı, enbiyanın en önemli vasfıdır; Âdem Nebi ömür boyu sızlandı durdu. Nuh Peygamber'in ağlamaları ise âdeta bir feryad u figân tufanıydı. İnsanlığın İftihar Tablosu, hep duygularının şiirini gözyaşlarıyla solukladı. Bu itibarla da O'na bir hüzün ve ağlama peygamberi demek yanlış olmasa gerek. O bir gün, "Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar Sen'in kullarındır; şayet mağfiret buyurursan hiç kuşkusuz Aziz Sen'sin, Hakîm Sen'sin."3 mealindeki âyetle "Rabbim! O putlar insanlardan çoğunu baştan çıkardı; bundan böyle kim benim izimce yürürse o bendendir. Kim de isyan ederse Sen Gafûr'sun, Rahîm'sin."4 mânâsına gelen beyanı tekrar edip sabaha kadar ağladı. Cibril, Allah'ın emriyle bu ağlamanın sebebini Allah'a ulaştırınca da Cenâb-ı Hak: "Ümmetin hakkında seni mahzun etmeyeceğim." bişaretiyle O'nun gönlüne su serpip bu feryad u figânı durdurdu.5 
O hep hüzün ve tefekkürle oturur kalkar ve çok defa düşünür sonra da ağlardı. Yer yer bişaret alıp sevindiği olsa da, her zaman bir bülbül gibi içini döker ve sızlardı. Bülbül güle konduğu zaman bile çığlık çığlık feryat eder. O, âdeta âh u zâr için yaratılmış gibidir. Kargaların öyle bir derdi yoktur; saksağanlarsa sadece yem başında seslerini yükseltirler. 
Hüzün ve ağlama, hak dostlarının her zamanki hâli ve gece-gündüz inleyip durma da Hakk'a ulaşmanın en kestirme yoludur. Âşığı gözyaşlarından ötürü ta'n edenler kendi hamlıklarını mırıldanmış sayılırlar. Hasretle yanan sinelerden bir şey anlamayanlar da ötede hasret ve hicran içinde sabahlar-akşamlarlar.
Kur'ân sık sık ciğeri kebap, gözleri giryan insanlara dikkat çeker ve her zaman onların örnek alınmasını salıklar:
O, ruhun selâmeti adına, âhiret yurdu hesabına, Hak mehâfeti ve mehâbeti, ya da günahların kahrediciliği karşısında ağlayan gözleri takdirlerle yâd etme sadedinde: "O rabbânîler, kitaplarında geleceği vaadedilen Peygamber'i (Kur'ân'ın soluklarıyla) dinlediklerinde ağlayarak çeneleri üzere yere kapanır ve içlerinde her an artıp duran bir huşû yaşarlar."6 der ve Allah yolunda dökülen gözyaşlarını O'na arz edilmiş bir münacat armağanı gibi değerlendirir. 
Allah, Meryem sûresinde değişik nebileri özel hususiyet ve fâikiyetleriyle bir bir tebcil, takdir ve tahsin ettikten sonra: "Bunların hemen hepsi, kendilerine Rahmân'ın âyetleri okununca hıçkırıklarla secdeye kapanırlar."7 diyerek konuyu âh u efgân etme fasl-ı müşterekiyle noktalar.
Önceki din ve başka kitaplarla ilk tembihini almış olan, müteâkiben Son Peygamber'den son mesajı dinlerken hâlden hâle giren eski mü'min, yeni mûkinleri tebcil sadedinde de Kitab-ı Mübîn: "Onlar, Peygamber'e inen Kur'ân'ı dinlediklerinde ondan anlayıp zevk ettikleri haktan ötürü sen onların gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürsün."8 şeklinde ferman ederek, gözyaşlarının nezd-i ulûhiyetteki önemini ihtar eder. 
Kezâ Kur'ân, Allah yolunda mücahede için, gerekli imkâna sahip olamadıklarından ve bu konuda kendilerine bir el uzatılamadığından dolayı "Habibim! Sen onlara: Size binek olarak verecek bir şey bulamıyorum, dediğinde, (düşmanla savaşa iştirak edemediklerinden ötürü evlerine) gözleri yaşlarla dolu olarak döndüler."9 fermanıyla daha başka gözyaşı kahramanlarını nazara verir ve semanın takdirleriyle o kırık kalbleri teselli eder.
Ağlamanın rabbânîlere mahsus bir hâl olduğunu hatırlatmanın yanında, hayatı oyun ve eğlence sanıp ömürlerini gülüp oynamakla geçirenler hakkındaki ikaz ve tembih de yine Kur'ân'a ait. Kur'ân "Gayrı bunlar kazandıkları onca negatif şeyden ötürü az gülsün ve çok ağlasınlar."10 irşadıyla ağlamanın önemine farklı bir göndermede daha bulunur.
Kur'ân onlarca âyetle ve farklı üslûplarla hep aynı gerçeği hatırlatır ve bize, konumumuza göre bir duruş belirlememizi salıklar.
Kur'ân'ın bu ısrarlı tembihleri karşısında onun aydınlık ruh mübarek Mübelliği de hayat-ı seniyyelerini hep bu çizgide sürdürür:
O, arkadaşlarına yer yer: "Müjdeler olsun nefsine hakim olana! Müjdeler olsun (misafir kabul etme adına) evini geniş ve müsait tutana.! Müjdeler olsun hataları karşısında gözyaşı dökenlere!"11 diyerek âdeta üç basamaklı bir miraç yolunu gösterir ve onları kendi ufkuna çağırırdı; çağırır ve "Eğer bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız."12 ferman ederek arkadaşlarının nazarlarını da fizik ötesi dünyalardaki ürpertici şeylere çevirirdi.
Onlara, hep âh u vâh edip ağlamayı salıklar ve riya ile kirlenmemiş, haşyetle dökülen gözyaşlarının ilâhî azaba karşı bir sütre olabileceğine dikkatlerini/dikkatlerimizi çeker: "İki göz vardır ki ötede onlara ateş dokunmaz: Biri, Allah karşısında haşyetle yaş döken göz, diğeri de hudut boylarında ve düşman karşısında ayn-ı sâhire."13 diyerek irşadda bulunurdu.
Bu mazmunu farklı bir üslûpla vurguladığı bir başka münasebetle "Memeden çıkan sütün dönüp memeye girmesi nasıl mümkün değildir; (âdet-i ilahî açısından) öyle de, haşyetullahla ağlayıp inleyenin de Cehennem'e girmesi asla söz konusu olamaz."14 der ve gözyaşlarının nezd-i ilâhîdeki kıymetine vurguda bulunur.
Hele bir de bu ağlayıp sızlama, halka kapalı Hakk'a açık yerlerde gerçekleştiriliyorsa.. doğrusu böyle bir şeyi değerlendirecek bir kıstas bilmediğimi itiraf etmeliyim...
O her yerde ve her zaman bu kabil şeyleri hatırlatıyordu ve hatırlattığı şeylerin de gerisinde değil, her zaman arkasındaydı; evet O namaz kılarken, iç ağlamalarından ötürü, sinesinde âdeta değirmen taşlarının çıkardığı ses gibi bir ses duyulurdu.15 
İbn Mes'ud'a, kendisine bir miktar Kur'ân okumasını emretmişti, o da Nisa sûresinden bir kısım âyetler okuyup da nihayet "Her ümmetten bir şahit (peygamber), Seni de bunların üzerine şahit getirdiğimiz zaman bakalım nasıl olacak!"16 mealindeki fermana geldiğinde eliyle işaret edip kesmesini söyledi. İbn Mes'ud diyor ki, "Dönüp baktığımda gözleri şakır şakır yaş döküyordu."17 
O yaş döküyordu da, o seçkinlerden seçkin arkadaşları sessiz mi duruyordu; hayır! Onlar da ağlıyor ve bazen ağlamalarını âdeta bir âh u vâh korosuna çeviriyorlardı. "Siz, bu sözü mü (Kur'ân) tuhaf buluyorsunuz; (bulup da ağlayacağınıza) gülüyorsunuz."18 mealindeki âyetleri onlara hatırlatınca, hepsi birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya durdu. Bu manzara karşısında O da bu âh u efgâna iştirak edip gözyaşları dökmeye başladı. Bu defa da O'nun ağlamalarıyla rikkate gelen ashab bütünüyle kendilerini ağlamaya saldılar.19 Zaten onlar her zaman ağlayıp inlemişlerdi; evet bazen iman ve mârifet neşvesiyle, bazen aşk u iştiyak şivesiyle, bazen işlerine hata bulaşmış olabileceği endişesiyle, bazen öteler ve akıbet korkusuyla, bazen de ufuklarının kararmasıyla; ağlar ve sürekli niyaz buğulu feryatlarla rahmet arşına yönelirlerdi.
Aslında, Allah'a en hızlı ulaşan dua ve niyazların kaderi de büyük ölçüde iç sızlamalarına ve gözyaşlarına bağlanmıştır. Bağlanmıştır; zira gönül heyecanlarını gözyaşlarından daha seri, daha duru aksettirecek bir başka şey göstermek de mümkün değildir.
Gönülden hıçkırıkların bayrak çektiği yerlerde, günah orduları tarumar olur gider.. hüşyâr gönüller, gelip vicdanlarına çarpıp geçen kabul esintileriyle âdeta berd ü selâm yaşar ve serinlerler.
Hayatlarını Allah için hep âh u vâhla geçirenler, gök ehlince sadakat ve aşk bülbülleri sayılırlar. Onlar şakıdıklarında bütün ruhanîler seslerini keser ve onları dinlemeye koyulurlar. Ağlama eğer bu ise ve o, gözler yoluyla gönlün köpüren çağlayanları ise, insan onu ebediyete bağlayıp fevkalâde bir gizlilik içinde Ebedler Sultanı'na sunmalı; riyâ ve süm'a ile kirleterek sineklerin önüne koymamalıdır.
Işığını kaybetmiş ve her yanıyla toz-duman bir dünyada yaşıyoruz; hepimiz birer ağlama bülbülü edasıyla başlarımızı mum gibi önümüze eğip bin bir isyan ve günahlarımızı düşünerek öyle bir çığlık koparmalıyız ki, bütün gök ehli ellerinde nurdan çerağlar bu ağlama şölenine koşup gelsin. Ateşin bacayı sardığı şu günler, tam gözyaşlarıyla boşalma zamanıdır. Gözyaşları her türlü şeytanî oyunun büyüsünü bozacak sihirli bir iksirse -ki öyledir- gezip durduğumuz, oturup kalktığımız her yerde kaba sevinçlerle tepinme yerine gözyaşlarıyla serinlemeye çalışmalı ve hep ağlamalarla âh u efgânları dindirme yolunda koşmalıyız.
Aslına bakılacak olursa gözyaşları, İsa Nebi'nin nefesi gibi, cansız cesetlere can olma sırrını taşımakta ve âb-ı hayat gibi, ulaştığı her yerde hayatla çağlamaktadır. Halka kapalı Hakk'a açık gece koylarını ağlamalarıyla derinleştirenler, çığlıklarıyla ruhlarına feryat mûsıkîsi dinletenler bugün olmasa da yarın mutlaka dirilirler ve gezdikleri yerlerde hayat kokusuyla eser dururlar. 
Seccadeler kuruyalı yıllar oldu; seneler var kulaklarımız gönül çığlıklarına hasret.. çöller gibi kupkuru atmosferimiz.. hicranla yanan sinelerin nasıl yandığını hissetmiyor gibiyiz.. çehrelerimiz âdeta birer buz parçası, bakışlarımız anlamsız.. sinelerimizde kıvrandıran acıdan iz yok, simalarımız asla inandırıcı değil.. bu gafletle geleceğe yürümemiz, yürüyüp varlığımızı sürdürmemiz çok zor olsa gerek...
Gözlerimizin yaşı dindiği günden beri, göklerin bereket pınarları da bir mânâda kurudu. Artık yağmıyor ilham yağmurları; bitmiyor güller, lâleler; gökten gelen ışıklar aksak ve vakit vakit esen yeller de perişan.. sema sakinleri âh u efgâna susamış, bulutlaşacak rahmet durmuş gözyaşlarından imdat bekliyor.. Zihnî deyişiyle: "Gül ile sümbülü sanki hâr almış / Süleyman tahtını siyah mâr almış / Zevk u şevk ehlini âh u zâr almış / Gama tebdil olmuş ülfetin çağı..." Kim bilir belki ruhanîler de "iş başı" demek için bizden gözyaşı bekliyorlar. İhtimal biz dört bir yanımızı kuşatan dertlerden âh u vâh edip ağlayınca, melekût ufku da tül tül rahmet yüklü bulutlarla dolacak ve gözyaşlarımızın önünde sürüklenen günahlarımızı, isyanlarımızı, saygısızlıklarımızı, densizliklerimizi gördükçe onlar da sevinç neşideleriyle coşacak ve şefkatle üzerimize boşalacaklar..!
İhtimal bazen bizler, mevlid meclislerinde -şerefi mevlide ait- gül sularını yüzlerimize-gözlerimize sürdüğümüz gibi, gök ehli de, hicranla yanan sinelerin soluklanmaları sayılan gözyaşlarını yüzlerine-gözlerine sürüyor ve bunu kendilerine sunulmuş en değerli bir armağan sayıyorlardır..
Günahlarımız, hatalarımız dağlar cesâmetinde; nedâmetlerimiz, nedâmet gözyaşlarımız riyâ ve süm'a edalı; gönüllerimizde ızdıraptan eser yok; ağlayıp sızlamalarımız büyük ölçüde dünyevî ve ma'siyet televvünlü. Bu vaziyette bizim başka şeye değil, birkaç asırlık kirlerimizi arındıracak pişmanlık gözyaşlarına ihtiyacımız var. Bizler ancak onlarla tevbe kapısına ulaşabilir ve onlarla ziyan olmuş ömrümüzü yeniden inşa edebiliriz.
Adem Nebi gözünde büyütüp Everest tepesi hâline getirdiği sürçmelerini gözyaşlarıyla eritip yerle bir etti; çıtır çıtır yanıp da etrafa kokular saçan öd ağacı gibi o da, içten içe yanıp çevresine saldığı nedâmet iniltileriyle ruhanîlerin, meleklerin metâfı olma ufkuna yükseldi. Gün gelip de çile bitince, doğan her gün artık onun affına ferman renkleriyle tülleniyordu.
Bunca günah, bunca ma'siyet ve o ölçüdeki hicrandan sonra zannediyorum bize de hep yalnızlık koylarını kollamak ve gecelerin siyah örtüsünü başımıza çekerek, Hak tecellilerine açık, o kimsenin göremeyeceği yerlerde başımızı yere koyup hıçkıra hıçkıra ağlamak düşüyor. Vefasızlığımıza, bir türlü samimi olamayışımıza, yürüdüğümüz yolda sürekli zikzaklar çizişimize, durduğumuz yerin hakkını veremeyişimize, mazhariyetlerimize göre sağlam bir duruşa geçemeyişimize ve bizim gibi davrananların münasebetsizliklerine öyle bir ağlamalıyız ki, vazifesi ağlamak olan gök ehli dahi bundan böyle hep bizim çığlıklarımıza gözyaşı döksünler...
Evet biz, bize bahşedilen yerimizi koruyamadık, durduğumuz yerde kararlı, şuurlu ve ihlâs derinlikli duramadık. El elden çözüldü, yâr elden gitti, gülleri hazan vurdu, bülbüller âha düştü. Çeşmeler kesildi çaylar kurudu, âdeta her yanda dikenler salınıyor ve her tarafta saksağan sesi. Gönüllerimizin diliyle bir şeyler söylemeli, hasret ve heyecanlarımız üzerine gözyaşı iksirleri saçarak bu kurumuşluğa bir son vermeliyiz. 
Yaradan bize vücud, hayat, his, Şuur, idrak.. gibi nimetler lütfederek, bizi donanımımıza göre yaşama ufkuna yönlendirdi. Bizse her şeyi hevâ ve hevesimize kurban ederek, konduğumuz yerin çok gerisine, gerilerin de gerisine çekilerek insanca yaşamayı kirlettik ve kirlendik. Hiç olmazsa, bundan sonra olsun ömrümüzü kalbimizin çizgisinde yaşamamız gerekmez miydi..!
Gelin, bugüne kadar gülüp eğlenmelerimize karşılık biraz da feryad ü figân türküleri söyleyelim.. nefsânî yaşamaya veda edip biraz olsun dertlenerek hayatın başka renklerini de duymaya çalışalım. Dert söyleyip dert dinleyelim ve dertlileri dinleyene yakın durma yollarını araştıralım.
Ömrümüzün işe yarar günleri büyük ölçüde boşuna gitti. Artık ufukta bu hayat gündüzünün gecesinden emareler var. Bundan böyle bize kalkıp o uzun gece için, sönmeyen bir çerağ tutuşturmak düşüyor. Bundan sonra olsun, kendimize gelmeli, dağınıklıklardan sıyrılmalı, özümüze dönmeli ve ciğerlerimizin hasretini gözyaşlarıyla soluklamalıyız.. ve bilmeliyiz ki, Hak katında toprağın bağrına, gözyaşlarından daha aziz hiçbir şey damlamamıştır. Bugün toprağa dökülen o damlalar, çok yakın bir gelecekte her tarafı İrem bağlarına çevirecektir. Gel, çöllerden daha kuru şu beyâbanda herkese gözyaşlarının sâkisi olalım ve güftesi heyecan, bestesi ağlama en taze meyvelerden yepyeni ziyafetler tertip edelim... 

BIKMMADAN,USANMADAN...




Dolasıyorum tüm sokakları bir avare gibi..Attıgım her adımda senin izlerin var..Günesten yanıp gölgelere kacsam yine senin nefesin var.Meger sen nefesimdesin..Gökyüzüne cevirsem yüzümü yıldız olup parlıyorsun geceme..Günün ilk ısıklarına karısıp ilk benim gözbebeklerime sacıyorsun umutlarını…Belki de icime cektim her nefesimde seni biliyor , senin sevgini kana kana iciyorum.Sensizlikteyim biliyorsun.Belki sensizlik degil bu…Geleceksin biliyorum.Suskun sanma yüregimi..Gelisinle konusacak tüm dillerim..Gelmezsen tüm siirlerim öksüz, gecelerim yıldızsız ve bu yüregim hayatın en güzel anında yetim kalacak..Geleceksin biliyorum.Döneceksin inanıyorum..Seni böyle daha cok seviyorum..Sevmek herseye ragmen sevebilmek..Beklerken bile atesinde yanıp sevginde küllenmek…Ardıma bakıp hayallerinde bile mutlulukları yasıyorum…Demli bir cay tadında balkonu oturmus sehre dalmıs gözlerimde sen varsın…kalabakların arasında sen misin diye ayaklanıyorum bir an..Sana benzeyen birisini görsem tüm bedenim sevince boguluyor bir cocuk gibi…Yine yoksun…Bıkmadan usanmadan bekleyecegim seni..Balkonumda yetistirdigim tüm ciceklere senin gelme umudunu verdim…Her cicege senin sevgini anlattım..Sanki onlarla konusunca seninle konusuyormus gibiyim..Onlar dinliyorlar ben ise sair gibi konusuyorum..Bıkmıyorlar..Gelecek diyorum…Bir gün dönecek diye mırıldanıyorum onlara…Kokularında sanki varsın…Onları kokladıkca onları sevdikce sen biliyorum..Her yapragına kıyamıyorum..Onlar kuru yaprağa dönmeden sen yüregime geliver…Sen bana bir adım attıgında ben sana kosacagım delicesine…Ayaklarımda yalnızlık zincirlerini kırarak bir an önce kavusmak icin delice kosacagım…Nefesim daralacak sana kosarken…Olsun sana kavusacagım bu sevinc yeter bana…
Gecenin karanlıgında yıldızları izliyor gözlerim..Her yıldızda senin sevdanı hatırlıyorum ..Bazen de yıldızlara benim sevdigimin gözbebekleri sizlerden daha güzeldir diye sesleniyorum.Hak verircesine gülümsüyorlar bana..Yıldız kayarsa geceden dünyaya senin icin bir dilek tutuyorum…Saatlerin farkında degilim..Her bir saatte hasretinde daha cok seviyorum…Bir sigara daha yakıyorum…Yaktıkca bende yanıyorum..Haykırmak geliyor icimden tüm dünyaya seni sevdigimi…Bazen gülümsüyorum yıldızlara..Belki en parlak bir yıldız olursun geceme …Doyamadım sana…Gelecektin biliyorum..Döneceksin bu yüregime…Sende beni seviyorsun…Hayallerimde bile seni düsünürken senin hasretin düsüyor ruhuma..İşte o zaman yazın tam ortasında üsüyor tüm bedenim…Aydınlık geceme karanlık cöküyor..Olmaz diyorum..İsyan etmek istiyorum…Tüm dünyaya gelmeyecek dese de ben gelecek diye söyleniyorum…Seviyorum onu..Candan öte seviyorum belki de…Karakıslarıma baharı getiren gözbebegim dönecek bir gün hic gitmemesine…Sevdim seni masumane…Alınyazım biliyorum seni mühürlü kaderime…Gözlerini y ıldız biliyorum karanlık gecelerime…Tüm umutlarımı biriktirip senin gelmene verdim..Gözyaslarımı bırakıp gülüşlerimde seviyorum seni..
Her aksam günesin batısında yine yalnızlıgına bir sayfa daha ekledim..Ama pes etmek yok..İcimdeki okyanus misali kalbimde bir damla sevgin kalana kadar bekleyecegim seni…Dönecektin ait oldugun canından can bildigin bu yüregime ..Gelecektin bir gün..Belki bir sabah süpriz yapıp en sevdigim ciceklerle gelecektin..Belki de dogum günüm olan 29 Agustos ‘ da en büyük hediye olan kendinle yüreginle gelecektin…Merak etme bu sevdam bitmeyecek..Seni seviyorum ve bir gün döneceksin biliyorum…

DERDİMENDİM YA RASÜLÜLLAH,DEVA OL DERDİME


Derdimendim yâ Rasûlallah, devâ ol derdime,
Destgir ol, yâ Habiballah, bu asî mücrime! ..
Sen şefâat kânı varken, yalvarayım ben kime? ..
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..

Bûy-i vaslındır, muattar eyleyen sünbülleri,
Nur cemâlinden eserdir, bağ-ı aşkın gülleri,
Gül cemâlindir Habîbim, mesteden bülbülleri,
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım

Cânını cânâne kurban eyliyor pervâneler,
Bezm-i vaslın neş’esinden, gaşyolur mestâneler,
Aşıkın gözyaşlarından, doldu hep peymâneler,
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..

Ermek istersen, O şâh’ın himmet-ü imdâdına,
Cânü dilden âşık ol sen; ‘İsm-i zât’ evrâdına,
Ses verir (Ulvî) ; melekler âteşin feryâdına,
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım.

Ali Ulvi Kurucu


BİR GARİPLİK VAR SÖZLERİNDE


Düşünme AyrıLığı
Tenin soğuk,bakışların donuk
İçten değil bir gariplik var sözlerinde
Neden böyle sevgilim söyle.
Yoksa artık sevgim mutlu etmez mi seni.
Hani sevgim sevgilerin en güzeliydi.
Nasıl bir kenara bırakırsın en güzel duyguları
Ne çabuk unutursun yaşananları
Yoksa bir başkası mı var?
Hani kimse ayıramazdı bizi
Ölüm Bile gelse düşünmeyecektik ayrılığı
Bu sözler senindi,her gece söylerdin.
Tatlı tatlı gülerdin;ne çabuk unuttun.
Demek sahteymiş gülüşün,yalanmış her sözün.
Sevdiğim,yapamazsın bunu bana.
Hadi bir başkası yok de.
Sözlerim yalan değildi de,sevgim mutlu ediyor de.
Yalandan bile olsa söyle.
Ne olur düşünme ayrılığı,yıkma dünyamı.
Yıkma hayallerimi,sensiz küserim hayata.
Yokluğun ölüm bana.


YARİM SENDEN AYRILALI HAYLİ ZAMAN OLDU....


YARİM SENDEN AYRILALI HAYLİ ZAMAN OLDU....

HER ŞEY VARDI VE HİÇBİR SEYİN ADI YOKTU

Her şey vardı ve hiçbir şeyin adı yoktu. 
Kelimelerini arıyodu kainat; sesini. 
Dalgaların, rüzgarın, yağmurun, ağaçların ve kuşların sesinden başka bir ses. 
Bir ses ağaca "ağaç" demeli, rüzgara "rüzgar", dalgaya "dalga".
 Ağaç duyunca ismini hışırdamalı tepeden tırnağa. 
Dalga işitince adını, "Buradayım!" demeli köpükler saçarak. 
Rüzgar karşılaşınca adıyla selam vermeli eğilerek yerlere kadar. 
Fakat yükselme zamanı. 
Yeryüzünün bütün yazarlarını toplamalı o ahraz dağda: 
Bir edebiyat zirvesi.
 Kim daha iyi tasvir edecek bulutları, kayaları, sisi? 
Kimini kelimeleri yanyana gelip sallar yapacak sımsıkı bağlanmış iri dallar gibi birbirine.
 Dil kıyısına çıkaracak, konuşmayı unutmuş kazazedeleri.
 İşte geldi vakit akrep kuyruğunu indirdi, indi tokmak,
 çınladı evren. 
Kalemler dağıtıldı, kağıtlar yerini aldı ahşap zeminde.
 Adların henüz konulmadığı o tuhaf günde, 
lacivert ve yeşil dalgalar birbirine karıştı; deniz ve orman. 
Üzerlerinde derinliğini hiç kimsenin ölçemediği derin sema; 
buluttan elleriyle bastırdı ruhlara.
 Dekor tamamlandığında sürüler halinde geçmeye başladı hayvanlar önlerinden. 
Önce akbabalar, yırtıcı bir akarsu simsiyah üstlerinde. 
Sonra koyunlar, o beyaz ırmak. 
Ve peşlerinden gri bir nehir, kurt sürüleri.
 Bülbüller gelmeden önce yakalarına güller takarak,
 ateşler yakmalı alevleri kağıtlarını yalayan.
 Haydi betimleyin köpek balıklarını!
 Yoksa çatlayacak akvaryumlar..

SENİ SEVMEKLE NE BÜYÜK HATA YAPTIM....


Seni severek ne büyük bir hata yaptığımı şimdi anlıyorum. 
Kalbimin başına bundan sonra ne gelecek? 
Düşündükçe kahrediyorum! 
Aslında her şeyi kadere bağlayarak işin içinden çıkabilirim. Alın yazım böyleymiş derim, kabullenir geçerim. Keşke yapabilsem! Kadınlara ait bir özellik mi bu kadar kurcalamak? Altındakini deşip, gerçeğe ulaşmak isteği sadece bizde mi var? Peki, bulacaklarım sonucu değiştirecek mi dersen, değiştirmeyecek.
Önümde uzayıp giden zamana bakıyorum, gelecek resminde ikimiz yan yana durmuyoruz. Nedenini bilmiyorum, biraz his, biraz önsezi, biraz mantık, hepsi kopacağımızı söylüyor. Kafama takılan ayrılık değil, sevdiklerimi güzel uğurlamayı çok önce öğrendim ben. Gerçekten seviyorsam, yanımda kalmasının getireceği sıkıntıya katlanmasına gönlüm razı olmuyor. Ancak sorun şu ki, senden sonra gelen, bıraktığın büyük boşlukları dolduramayacak.
Hayatımıza giren herkes bir şeyler götürüyor elbette ama bize ekledikleri de var. Sopanın altından geçme oyununu bilir misin? Hani iki kişi bir ip ya da sopayı önce yukarıda tutarlar, diğerleri altından geçer. Her turda biraz daha düşürürler genişliğini, geçemeyen yanar. Aşk ilişkileri bu oyuna benziyor. Tek fark, sopa aşağı değil de yukarı doğru çıkıyor. Kalbe yeni girmeye çalışan, üstünden atlamak zorunda kalıyor.
Biten her ilişki iyi ya da kötü, nasıl yaşanmış olursa olsun, sonunda bir takım veriler bırakıyor. Neyi isteyip, neyi istemediğimiz; bir ilişkiden ne beklediğimiz, kiminle ve nasıl mutlu olacağımız böyle belirleniyor. Her tecrübeden arda kalanlar, aklımıza virgüller koyuyor. Liste uzuyor, beklentiler artıyor, az ile yetinemiyor artık insan. 
Gelene bakıp, hüküm verebilir ve eleyebilir hale geliyor. Normal şartlarda bunda bir sakınca yokmuş, hatta iyiymiş gibi görünebilir. Ne kadar çok deneyimin varsa ve öğrenmişsen, o kadar az hata yaparmışsın gibi düşünülebilir. İyi de, gün geliyor, çıta öylesine yükseliyor ki, üstünden atlayacak kimse kalmıyor.
Seni sevmek büyük bir hataydı. Seni yaşadıkça, aşkının tadına vardıkça fark ettim ki, benim çıtam artık çok yukarıda duracak. 
Ah be sevgili, ne yaptın sen bana? 
Bir gün gideceksin ve kimse bu kadar yüksekten atlayamayacak…


BAZAN BAŞINI ALIP GİTMEK İSTERSİN UZAKLARA

Bazen alıp başını gitmek ister insan. Uzaklara, çok uzaklara. Neresi olduğu önemli değildir. Sadece gitmek ister. Çünkü geride bıraktıklarıdır önemli olan. Ya da bırakabildikleri, bıraktığını sandıkları. Artık taşıyamadığı yükler çökünce omuzlarına, ruhu daralmaya başlayınca sebepli sebepsiz, gitmek fikri yerleşir insanın aklına. Bu bile mutlu etmeye yeter bir süreliğine. Bırakıp gitmek. Sanki kafasının içindekileri çıkarıp atmak mümkünmüş gibi kandırır kendini. 

Oysa bizimledir hepsi giderken. İstesek de yalnız değilizdir aslında. Unutmaya giderken yanı başımızda olduklarını fark etmeyiz. Ama yine de güzeldir gitmek. İster kendini keşfetmek için, ister yeni insanlar tanımak, yeni yerler görmek için. Bir şeyleri geride bırakmak huzur verir insana. Kimseyi almak istemez yanına. Zaten almak istedikleri onunla birliktedir kafasının içinde. 

Otobüsün camında kayan görüntülere dalarken bir mutluluk kaplar içini. Kilometre taşlarını sayarken, yavaş yavaş özgürlüğe doğru giden yolda kanat çırpar insan. Artık yetişemeyecektir nasıl olsa yüreğini acıtan ne varsa. Sanki hepsi bir olmuş, seni yolcu ediyorlarmış gibi gelir. İçinden çıkamadığı, çözemediği kördüğümleri başka şehirlerde başka insanlarda arar. Hep aynı yüzler, aynı sesler, aynı kaldırım taşları, tekdüze konuşmalar derken bir kısır döngü içinde dönüp durduğunu, bu çemberden çıkabilirse her şeyden kurtulacağını sanır. Arttıkça mesafeler, yük hafifler; planlar başlar geleceğe dair. 

Herkesten, her şeyden uzak bir kıyı kasabasında, belki bir kır kahvesinde oturup uzaklara dalmaktır tek hayali. Yalnız başına oturabilmenin zevkini tatmak ister insan. Tanıdık ama iğneleyici bakışların gölgesinde değil, tek başına kendi güneşinde aydınlanmak ister; hiç olmazsa birkaç gün için. Kendi kendimize yarattığımız, sonra da yıkmak için yanıp tutuştuğumuz kuralların geçerli olmadığı diyarlarda kendini keşfe çıkmak ister. Çünkü yaşadığı yer, bir süre sonra her yapılan için hesap verilmesi gereken ve insana türlü sorumluluklar yükleyen çok geniş bir aileye dönüşmüştür. Her gün koyduğumuz bir tuğla ile farkında olmadan yüksek duvarlar öreriz özgürlüğümüzle aramıza. 

Gün gelir, hiç tanımadığı insanlar daha çok güven verir insana. Ne çıkar hesapları vardır, ne de gereksiz kıskançlıklar. Huzur verir kimsenin seni tanımadığı yerler. Şehrin bencil gürültüsünden, para hırsı kokan ilişkilerden ya da yarınından bihaber kaygısız insanlardan kaçmak, kendi ile baş başa kalmak ister insan. 

Kimi zaman kısa süreli bir ayrılığın düşünü kurar günlerce. Daha valiz hazırlanırken başlar heyecan. Valize uzun zamandır kurmayı unuttuğu hayallerini, görmekten vazgeçtiği ve bazen kendine bile anlatmaya korktuğu düşlerini de koyar. Sanki hiç dönmeyecekmiş gibi doldurur da doldurur içini. 

İşte o anlarda, hiç düşünmeden vurmalı kendini yollara. Seni üzen ne varsa bırak geride kalsın. Bir gemi yolculuğuysa yaptığın, bırak rüzgâr savursun saçlarını, bembeyaz köpükleri seyre dalarken, alıp götürsün karşı kıyıya yüreğindeki karabasanları. Sen simidini paylaş martılarla, gülümse yanındaki bankta oturan yaşlı teyzeye. Belki seninle paylaşacak güzel bir hikâyesi vardır. Ve senin de onunla. 

Bazen alıp başını gitmek ister insan. Uzaklara, çok uzaklara... 

OLVIDO


OLVIDO 

Çekilen deniz, ıslak kumlar bıraktı karada.
 Çekilen sürme gözü kararttı. 
Çekilen koşucuya kara madalya.
 Çekilen ordular kara saplandı.
Çekilmek, yer açmaktır yeni gelene. 
Yeni gelen, yeni gelin gibi nazlı değil, hoyrattır.
 Kaba elleriyle karıştırır çeyiz sandıklarını. 
Bohçamızdan kan kokan kederler çıkarır. 
Çünkü çekilmiştir güneşin saltanatı.
 Sultan çekilip gitmiştir sırtını dönüp şehre. 
Şimdi yeniden özletmek için kendini, gün akşama bırakmıştır yerini. 
Akşamsa günden kalan renkleri, bir bir siyaha boyar kara elleriyle.
 Akşam ki, yalnızlığımızdır.
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Gün saltanatıyla gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,
Bir el çıkarmaya başlar bahçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri;
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Kim sığınmamıştır nisyanın kalesine? 
Kim terketmemiştir hafızasını? 
Zamanı mahmuzlayıp atının terkisinde,
 hatırlama şeytanından kim kaçmamıştır. 
Esir düştüğünde bu yorgun kale, yangın çıkartır doğduğun evde. 
Ki o evden fırlayan oklar, hatrın kapılarına yağar. 
Verir beşiği gecenin ellerine, bütün yenilenler, kaybolanlar, mahzunlar…
Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar
Unutuşun o tunç kapısını zorlar
Ve ruh atılan oklarla delik deşik;
İşte, doğduğun eski evdesin birden,
Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,
Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik
Ve cümle yitikler, mağluplar, mahzunlar…
Dilin ucuna kadar gelmiş ama söylenmemiştir.
 Yarısı yazılıp yırtılan şiir. 
Hem aşk, yarım kaldığında aşk, şiir terkedildiğinde şiir. 
Ne zaman değse büyülü eli, 
bulut o zaman bulut, o zaman uçmakta kuş. 
Ne zaman yağmur pencereyi tıklatsa, 
kulak ver sabaha, aşk söyletiyormuş…
Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir;
İnsan yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar bir gün bir camı açtığını,
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı…
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.
Hem olgunlaştırır, hem buharlaştırır yaz.
 Zalim bir çiftçi gibi devşirip meyveleri, bir daha asla sana uğramaz.
 Kolkola halay çeken eski zaman kızları. 
Nasıl tarif ederler bilmem aşkları.
 Ay kolkoladır ne varsa yerde. 
Halayda kolkola girmemek olmaz. 
Nasıl sürüklenirse ay bahçelerden, 
nasıl dalgalanırsa fısıltıyla etekler; aşk öyle biter…
Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla
Halay çeken kızlar misali kolkola.
Ya sizler! ey geçmiş zaman etekleri,
İhtiyar ağaçlı, kuytu bahçelerden
Ayışığı gibi sürüklenip giden;
Geceye bırakıp yorgun erkekleri
Salınan etekler fısıltıyla, nazla…
Çiçekler ne çok şeye tanıklık eder. 
Dostluklar, ölümler, düğünler, aşklar…
 Solmasalardı döneceklerdi, yalan yemin edilen ebedî aşklar. 
Oysa kar kucakladı baharı. 
Işte ömrün en güzel aldanışı! 
Ayak izlerine serpilen çiçek.
 Olmayacak baharların şarkısı.
Ebedî âşığın dönüşünü bekler
Yalan yeminlerin tanığı çiçekler
Artık olmayacak baharlar içinde
Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!
Aldan, gelmiş olsa bile ümitsiz kış;
Her garipsi ayak izi kar içinde dönmeyen aşığın serptiği çiçekler.
Ya sen! Sen değil miydin yüzüme vuran.
 Dalların arasından akan gümüş su.
 Ben yüzümü o suyla yıkadım. 
O suyla geçti ölüm korkusu. 
Oysa senin ölümsüz aksin. 
Bırakmıyor peşimi şu akşam vakti.
 Sürüklemek için hatıraları. 
Rüzgar seninle yer değiştirdi.
Ya sen! ey sen! esen dallar arasından
Bir parıltı gibi görünüp kaybolan
Ne istersin benden akşam saatinde?
Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,
Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;
Hatıraların bu uyanma vaktinde
Sensin hep, sen, esen dallar arasında.
Yeter kapansın o tunçtan kapı. 
Ellerimle açtığım vahşi pencere. 
Unutuş gemisi beni kurtarsın. 
Madem denizler çekti derinlerine. 
Madem sular yükseldi , örttü maceraları. 
Bir akvaryumu seyreder gibi, bakayım yükselsin kederin dumanları…
Ey unutuş! kapat artık pencereni
Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;
Çıkmaz artık sular altından o dünya.
Bir duman yükselir gibidir kederden
Macerası çoktan bitmiş o şeylerden.
Amansız gecenle yayıl dört yanıma
Ey unutuş! kurtar bu gamlardan beni.
Akşam! Geceye dön, daha zifiri kapla! 
Unutuş! Kurtar gamdan, beni kucakla! Olvido, 
Ahmet Muhip Dranas

GÜNAYDINLAR OLSUN




Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...