10 Ağustos 2017

ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ...DÖRT



ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ..DÖRT


ONİKİNCİ BÖLÜM: BÖLÜNEN İMPARATORLUK
Büyük Selçuklu İmparatorluğu, 155 yıl varlığını koruduktan sonra, dört parçaya bölündü:
- Kirman Selçukluları (İran)
- Anadolu Selçukluları
- Suriye Selçukluları
- Horasan Bölgesi Selçukluları.
Bizi ilgilendiren parçaları, Horasan Bölgesi ile Anadolu'dur. Adlarına bakarak diğerlerinin de Türk devletleri olduğunu unutmamak gerekir. Bu topraklar hem hükümdarları, hem de nüfuslarının çoğunluğu itibarıyla Türk idiler.
Kirman Selçukluları, Çağrı Bey'in oğlu Kavurd'un Alparslan ve Melikşah'a isyan etmesi, öldürülmesi ve ancak yönetiminin o bölgede çocuklarına bırakılması ile oluşmuştu. 1050-1187 tarihleri arasında on hükümdar bölgede hüküm sürmüş, sonra Guz Türkmenleri'nin, ondan sonra da Harzemşahlar'ın eline geçmiştir.
Suriye Selçukluları ise Alparslan'ın oğlu Tutuş'un isyanı ile kurulmuş, sonra Şam ve Halep olarak ikiye bölünmüştü. 1094-1117 yılları arasında varlıklarını sürdürdüler. Daha sonra Haçlılar'ın ve Fatimiler'in istilasına uğradılar.
Gerek Büyük Selçuklu Devleti'nde, gerekse diğer Selçuklular'da devletin ağırlık merkezi İran'da olduğu için, kültür ve sanatta İran etkisi bariz şekilde görülür. Bu da Türkler'in en büyük hatalarından biridir. Çin'deki Türk devletleri Çin etkisine, Hindistan'dakiler Hint etkisine, İrandakiler de İran etkisine girmişler, hatta bunu Anadolu'ya kadar taşımışlardır. Neticede o diyarlarda yaşayan halkın büyük bir kısmı bir süre sonra benliğini kaybetmiştir. İranlılar Selçuklu Devleti'ni kendi devletlerinden sayarlar. Öyle olmadığı açıktır ama, saray erkânının büyük bir kesiminin İranlılar'dan teşkil ettiği de inkâr götürmez. Yani devletin kaymağını Acemler yemiş, Türkler'e gene göçebelik, kılıç sallamak veya saban sürmek kalmış, sonra da Türkmen ayaklanmaları olmuştur.
Aynı hataya Osmanlılar da düşmüş, bu sefer Ermeni, Rum veya Frenk olmak makbul hale gelmiştir. İttihatçılar'a kadar Türk olmak âdeta zûl addedilmiş, işin kötüsü bu tavır günümüze kadar yansımıştır. hâlâ aramızda Batılılar'ı kendimizden üstün gören zavallılar vardır.
Bu anlayışın yarattığı kötü sonuçlardan ders almak, hiçbir zaman benliğimizi kaybetmemek, Türk olmayan herşeyi kendimize ancak adapte ettikten sonra benimsemek şiarımız olmalıdır.
Ve ayrıca şuna da inanıyoruz ki, bütün diğer devletlerde olduğu gibi, Selçuklu ülkesinde yaşamış olan herkes Türk Tarihi, Türk edebiyatı ve sanatı içinde ele alınmalıdır. Nasıl ki Mevlana'yı çoğu şiirlerini Farsça yazmasına rağmen bizden sayıyoruz, aynı şekilde Melikşah'ın değerli veziri Nizamülmülk de, Ömer Hayyam da bize âittir. O dönemin hükümdarları müsamahalarından veya züppeliklerinden saray dilini, resmi dili Farsça ya da Arapça olarak kabul etti diye o ülkenin insanlarını (yani Türkler'i) etkileyen kişileri bizden saymamak son derece büyük hata olur.
ÜLKENİN İDARESİ
Tuğrul Bey zamanında: Irak (kendisi); İran, Horasan (Çağrı Bey); Herat, Sistan (Musa); Azerbaycan, Gürcistan, Anadolu (Kutalmış); Mezopotamya, Suriye (İbrahim Yinal)
Alparslan zamanında: Mazenderan (İnanç); Belh (Çağrı'nın oğlu Süleyman); Harzem (kardeşi Arslan Argun); Merv (Arslan Şah); Saganiyan, Toharistan (kardeşi İlyas); Bağşur (Ertaş oğlu Mesud); Esfuzar (Ertaş oğlu Mevlud); Kirman (Kavurd)
Melikşah zamanında: Toharistan (kardeşi Tökiş); Velvaliç (amcası Osman); Herat, Gur ; Garcistan (kardeşi Böripars); Belh (kardeşi Ayaz)
tarafından idare edilmiştir.

ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM: HARZEMŞAHLAR
Suriye ve Kirman Selçukluları'ndan söz ettik. Peki, Horasan'a ne oldu?.. Büyük Selçuklu hakanı Melikşah ölürken arkasında taht kavgaları bırakmıştı. Bunun sonucu önce Suriye İmparatorluk'tan koptu (1094 yılı). İran karışıklıklar içinde kaldı. Melikşah'ın en küçük oğlu Sancar, Horasan'da hükümdar oldu. Devletin merkezi de İran'dan Horasan'a geçti. Taberistan, Seistan, Gazne, Karahan ülkeleri de önce İmparatorluk'tan ayrılmış, sonra tekrar bağlanmış bölgelerdendi. Harzem diyarı da bu yeniden bağlanan kısımlardandı.
HARZEM; Ceyhun Nehri'nin iki tarafında ve Aral Gölü'nün güneyinde kalan bölgenin adıdır. Maveraünnehir denen Buhara ve Semerkant dışında, geniş bozkırlar ve çöller memleketi olan Batı Türkistan'da bu bölgenin önemi kolayca anlaşılabilir. Harzem, çöller ortasında hayat dolu bir vaha gibiydi. Ziraat, hayvancılık, ticaret yaygın; ulaşım kolaydı. Çünkü Harzem; Çin, İran, Hindistan; Sibirya, Rusya hatta İskandinavya'ya ulaşan yolların kavşak noktasındaydı.
Harzem'in askerî bakımdan müdafaası da kolaydı. Ceyhun Nehri ve sulama kanalları, bunların arkasında yer almış olan yüzlerce şehir ve kasaba için tabii barikatlar görevini üstleniyordu. İcabında bentler açılır, düşmanın geçeceği yollar sular altında bırakılırdı. İşte bu nedenledir ki; Sâmanoğulları, Gazneliler ve Selçuklu devirlerinde Harzem'e tayin edilen valiler, kısa sürede kendi hanedanlıklarını kurmuşlar, müstakil birer devlet haline gelmişlerdi. Ancak Harzem'in etrafının çöllerle çevrili olması, bu devletlerin fazla büyümesini de önlemişti.
Bu bölgede kurulmuş devletler şunlardır:
1- Afrigoğulları Devleti (İslâm'dan önce)
2- Memunoğulları Devleti (995-1017)
3- Altuntaşoğulları Devleti (1017-1097)
4- Anuştiginoğulları Devleti (1097-1221)
Bizim ilgilendiğimiz, Anuştiginoğulları Harzemşahlar Devleti'dir. Bu devlet Anuştigin'in torunu Atsız'ın Selçuklu Sultanı Sancar'a kafa tutup, bağımsızlığını ilan etmesiyle başlar. Daha önce Anuştigin ve oğlu Kutbiddin Muhammed, Harzem diyarında valilik yapmışlardı. Atsız da valiliği döneminde Selçuklu ordusu Karahıtaylara yenilince, Horasan'ı işgal etti (1141). Ama sonra çekilmek zorunda kaldı. Benzer şekilde üç defa ayaklandıysa da üçünde de başarısız oldu. Fakat bağışlandı ve valiliğine devam etti. Önce oğlu II. Arslan, daha sonra da onun oğlu Tekiş vali oldu. Tekiş babasının zamanında Cend havalisi valisiydi. Bu yüzden, babasının yerine vali olunca, önemini çok iyi bildiği Cend bölgesine oğlu Muhammed'i vali tayin etti. O tarihlerde gayri müslüm olan Karluk ve Kıpçak boyları hemen Cend'in ötesinde yer almakta, ve İslâm diyarına akınlar yapmaktaydılar.
Tekiş, oğlundan Türkler'e ve yabancılara eşit ve adil davranmasını, gazi ve mücahitlerin hakkını korumasını ve âni saldırılara karşı daima hazır olmasını istedi. Kısacası, Cend Harzem diyarının uçbeyliği gibi davranmak durumunda idi. Halkı hep harp içindeydi. Bu durum, Selçuklular'ın başta karşılaştığı ile aynıydı. Tekiş'in akıllı ve adil tutumu sayesinde ülke hem ekonomik olarak, hem de insan gücü bakımından çok gelişti ve en geniş sınırlarına ulaştı. Bir süre sonra Kıpçaklar da Tekiş'e bağlandılar. Bu kez onlar sınır ötesi harekatlarda görev aldılar.
Genel olarak değerlendirmek gerekirse, Atsız'dan itibaren Harzemşahlar Devleti'nin siyaseti din uğruna mücadele oldu. Bu alanda büyük hizmetler verdiler. Selçuklu Devleti'nin parçalanmasının yarattığı boşluğu bu bölgede doldurdular.
Muhammed ise hiç babasına benzemiyordu. Kendisini büyük görürdü. Aklını Çin'in zenginliklerine takmış, Harzem'in tabii sınırlarını aşmanın ne kadar zor olduğunu unutmuştu. Ayrıca kendini beğenmişliğinden Halife ile arası bozuldu. Halbuki o tarihlerde kuzeyde Moğollar, Cengiz İmparatorluğu'nu kurmuş ve aşağılara sarkmaya başlamışlardı.
Muhammed'in yersiz ve hesapsız tutumu ve Moğollar'la yazışmaları, Cengiz üzerinde "kırmızı görmüş boğa" etkisi yaptı ve Harzem'e saldırmaya karar verdi. 200 yıl sonra benzer bir hatayı Yıldırım Beyazıd yapacak, Timur'u boş yere kızdıracak, Türk'ü Türk'e kırdıracak ve ülkeyi parçalatacaktır.
Zaten Cengiz'in gözü Harzem'in ticaret imkânlarındaydı. Muhammed'in anası Terken Hatun ise hırslı biriydi. Oğlunun ve devletin işlerine karışmayı huy edinmişti. Bütün bu olumsuzluklara bir de zamanın halifesi Nâsır'ın şahsî ihtirasları eklenince, tarihin en sağlam İslâm kuruluşlarından biri olan Harzemşahlar Devleti, Cengiz'in bir darbesi ile yıkıldı gitti (1221 yılı).
Halbuki Harzemşahlar Devleti, Muhammed'in babası Tekiş'in zamanında en olgun devrini yaşamıştı. İslâmiyet onun gayretleriyle uzun zamandır durakladığı doğu sınırlarını aşıp Hazar Denizi'nin ve Aral Gölü'nün kuzeyine, Yedisu'yun doğusuna yayılmıştı. Selçuklu İmparatorluğu'nun dağılmasıyla bölük pörçük olmuş topraklar bir elde toplanmıştı. İran ve Maveraünnehir halkı, Müslüman ve Türk tek bir hakanın idaresine girmişti. Horasan bu devletin en önemli bölgesi olmuştu. İdari teşkilat kusursuz, ordu mükemmel, ticaret birinci sınıftı. Harzemşahlar her türlü imkâna sahip bir Türk Devleti oluşturmuşlardı.
İşte bu yüce devlet, kendini bilmez bir hükümdarın ve onun haddini bilmez anasının elinde 15 yılda yok oldu gitti. Cengiz Harzem ülkesinde durmadı. Orduları Bağdat'a indiler, halifeyi öldürdüler. Anadolu'ya girip Selçuklular'ı egemenliklerine aldılar.

Bu olaydan alınacak büyük dersler vardır... Harzemşahlar devleti, kuruluşu, yükselişi ve çöküşü ile muazzam bir ibret levhası gibidir. Şahsi ihtirasların, cemiyetin gaye ve menfaatini hiçe saymanın, keyfi hareketin ve bir devlet reisinin gerçeklerden habersiz, itidalden uzak tutumunun nelere yol açacağını en iyi şekilde göstermektedir. Ayrıca koca bir devletin de bir kadın yüzünden bu hallere düşmesi düşündürücüdür. Selçuklu Sultanı Melikşah karısını dinlemekten, Harzemşah Muhammed anasına uymaktan vazgeçselerdi, kimbilir neler değişirdi?... 
(Bakınız: NOTLAR - 4B, 63)


Bizim için 160 yıllık Harzemşahlar Devleti, 150 yıllık Büyük Selçuklu İmparatorluğu kadar önemlidir. Çünkü Ahmed Yesevi, Hacı Bektaş, Mevlana bu dönemde Horasan'da yaşamışlar, Hacı Bektaş, Mevlana ve Horasan erleri bu devletten kopup Anadolu'ya gelmişlerdir. Harzemşahlar onların yetiştiği ortamı hazırlamıştır. Anadolu, Cengiz istilâsı ile kesilen Horasan kültürünün yeşerdiği diyar olmuştur. ...Buna ileride değineceğiz. 
ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ

DÖRDÜNCÜ KISIMONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM: ANADOLU'DA NELER OLUYOR ?
Gelelim Anadolu Selçuklularına...
Melikşah 1074 yılında Kutalmış oğlu Süleyman Şah'ı, Anadolu'yu fethetmeye göndermişti. O da taa İznik'e kadar ilerleyip şehri almış ve kendine başkent yapmıştı (1076 yılı). Sonra Antakya'yı aldı. Sınırlarını genişletti. Oğlu Davut Konya'yı aldı, başkenti oraya nakletti.
Aslında Süleyman Şah'ın ölümünden sonra bir karışıklık dönemi olmuş ve kardeş kavgası yaşanmıştı. Sonunda Süleyman Şah'ın ikinci oğlu Kılıçarslan başa geçti. Çok yüksek meziyetleri olan bu zat, İstanbul'u almayı bile aklına koymuştu. Gemiler yaptırtmaya başladı. Bundan korkan Bizanslıların girişimi, papaz Jilber'in gayretlerine denk düştü ve Haçlı Seferleri başladı!.
Tuğrul Bey'in komutanlarından Atsız Suriye'yi fethederken 1050 yılında Kudüs'ü almıştı. Halk bir ara Şiilerle birleşince hem Şiileri, hem de Hıristiyanları öldürttü.
1092 yılında papaz Jilber adında biri Kudüs'ü ziyaret etti. Bu adam sonradan papa oldu... ve Avrupa halkını Kudüs'ü kurtarmaya davet etti. Böylece oluşan ilk Haçlı grupları başıbozuk, sözüm ona gönüllülerden ibaretti. Çoğu Anadolu'ya dahi geçemeden Bulgar ve Macarlar tarafından Avrupa'da yok edildi. Çünkü bu ipsiz sapsız kişiler oralarda çapulculuğa başlamışlardı...
Nihayet 2-300.000 kişi olarak yola çıkan bu gruptan 100.000'i Anadolu'ya ayak bastı.
İşte o dönemde Anadolu Selçuklularının Sultanı olan Kılıçarslan, bu 100.000 kişilik grubu, İznik önlerinde karşıladı ve işlerini bitirdi (1096 yılı). Ama bunlar öncüydü. Arkadan daha büyük grupların geldiğini haber alınca, bağlı olduğu Büyük Selçuklu Hakanı Berkyaruk'tan yardım istedi. Ne yazık ki Berkyaruk o tarihlerde kendi derdine düşmüştü, bir şey yapamadı.
Bizans İmparatoru Alexis Komnenos, 700.000 kişilik büyük grubun İstanbul'u talan etmeden Anadolu'ya ayak basmasını sağladı. Yapılan anlaşmaya göre Haçlılar, Anadolu'da zaptettikleri yerleri Bizans'a verecek, diğer topraklarda istediklerini, yapacaklardı.
Anadolu'ya geçen Haçlı ordusu, İznik'i kuşattı. Kılıçarslan'ın sadece 50.000 kişilik bir ordusu vardı. Yardım etmesi mümkün değildi. İznik teslim olmak zorunda kaldı. Haçlılar ilerlemeye devam ettiler. Kılıçarslan Berkyaruk'tan yardım gelmediğini görünce, Haçlılarla mücadele için iki yola başvurdu: Birincisi çete harbi, ikincisi de Haçlıların güzergahındaki şehirleri tahrip ederek düşmanı sık ıntıya sokmaktı.
Eskişehir civarında bir baskın düzenledi. Amasya'da 300.000 kişiyi temizledi. Antakya'ya vardıklarında Haçlı ordusunun zaiyatı 500.000 kişiyi bulmuştu. Bu inanılmaz bir rakamdı. Eğer Kılıçarslan'ın elindeki topraklara biraz daha ileriye uzansaydı, muhtemelen hepsi telef olurdu.
Bu savaşlar sonucunda İznik ve Batı Anadolu tekrar Bizans'ın eline geçti. Kilikya'da bir Ermeni devleti kuruldu. Haçlılar Antakya'yı aldılar ve bir "Prenslik" kurdular. Urfa'yı aldılar ve bu şehri bir "Kontluk" haline getirdiler. Antakya Prensliği 1268, Urfa Kontluğu ise 1146 yılına kadar varlığını sürdürmüştür.
Şii Fatımiler, hem Büyük Selçuklu, hem de Anadolu Selçuklu Devleti'nin içinde bulunduğu bu sıkıntılı durumdan yararlanarak Kudüs'ü aldı. Haçlılara karşı Müslümanlara yardım etmek yerine, adeta Müslümanları arkadan vurarak, Haçlıların işini kolaylaştırıyorlardı.
Nitekim 1099'da 40.000 kişi kadar kalmış olan Haçlılar, Kudüs'e indiler ve Fatımilerin elinden kolaylıkla şehri aldılar. Üç gün, üç gece korkunç bir katliam yaptılar. 70.000 Müslümanı kadın, erkek, yaşlı, çocuk demeden kestiler. Kudüs'te kurulan Latin Krallığı 1187 yılına kadar, İslam diyarının bağrına saplanmış bir hançer gibi kaldı.
Bu Haçlı Seferi sonunda Ege, Marmara, Karadeniz (burada da 1204 yılında Trabzon İmparatorluğu kurulmuştur) ve Akdeniz kıyıları ile bir çok şehir Bizans'ın eline geçti. Anadolu'nun birliği parçalandı. Doğu yöresinde Danişmendoğulları, Mengücükoğulları, Saltukoğulları gibi beylikler kuruldu. Kılıçarslan herşeye rağmen büyük bir başarı elde etmiş sayılırdı. Tekrar Anadolu'nun birliği için çalışırken 1107 yılında Habur ırmağında boğularak öldü. 15 yıl padişahlık yapmış, her yılı bir destan olmuştu. Yerine bir çocuk olan Kutbiddin Melikşah geçti.
Kutbiddin'den sonra Rukneddin Mesud sultan oldu (1116). Önce elden çıkan yerleri tekrar almak için uğraştı. Zamanında Musul Atabeyleri Urfa Hıristiyan Kontluğu'nu ortadan kaldırmışlardı (1146). Bunun üzertine Alman İmparatoru III. Konrad ile Fransa Kralı VII. Lui yeni bir Haçlı Seferi düzenledi.
Sultan Mesud 75.000 kişilk bir Haçlı ordusunu Konya'da karşıladı. Türkler sayıca az idiler ama Haçlıları imha ettiler. Ordu komutanı Konrad İznik'e zor kaçtı. Lui ise 150.000 kişilk bir ordu ile geldi. Mesud onları Toros dağlarına çekerek çete harbi ile yıprattı. Haçlılar Antalya'ya sığındılar. Orada biraz toparlanıp Şam'a saldırdılar. Ancak Halep Atabeyi Nureddin Zengi, Haçlıları darmadağın edip Şam'ı kurtardı.
1155 yılında Mesud vefat etti, yerine II. Kılıçarslan geçti. 1157 yılında Büyük Selçuklu Sultanı Sancar vefat etti ve o zamana kadar İmparatorluğa bağlı olan Anadolu selçukluları tam bağımsız oldular. Ama güneyde, özellikle Nurettin Zengi ile sürtüşmeleri devam etti.
II. Kılıçarslan Anadolu'da birliği sağlamak için 1159 yılında Bizans ile savaştı ve onları yendi. Ama daha sonra barışa yanaştı. İstanbul'a giderek üç ay kaldı.
1174 yılında kudretli Atabey Nurettin Mahmut Zengi öldü. Böylece güneyde Türk'ün Türk'le sürtüşmesi sona erdi. Danişmendliler de Selçuklulara tabi olunca Sivas ve Tokat da alınmış oldu. Bunun üzerine II. Kılıçarslan Bizans'a yöneldi. İmparator Manuel de Macar, Sırp, İtalyan, Fransız ve Peçeneklereden ücretli bir ordu ile savaşa hazırlanıyordu. Nihayet iki ordu 1176'da önce Düzbel sonra da Miryon'da (Gelendost) karşılaştı. Bizans yenildi, Manuel esir düştü.
II. Kılıçarslan Selahattin Eyyubi ile çağdaştır. İki Türk sürtüşmüş, neticede Kılıçarslan yenilmiş, geri çekilmek zorunda kalmıştı. 1187'de Selahattin Eyyubi Kudüs'ü geri alınca III. Haçlı Seferi düzenlendi. 1189 yılında Frederic Barborossa karadan, İngiltere Kralı Arslan Yürekli Rişar (Richard) ile Fransa Kralı Phillippe-Auguste denizden harekete geçtiler.
Barborossa 400.000 kişilik ordusuyla Edirne'ye gelince Kılıçarslan haber göndererek ülkesine girmemesini istedi. Ama Haçlılar Uluborlu'dan girdiler. Sultan'ın oğlu Melikşah, Haçlıları Konya'da karşıladı ama sayı üstünlüğünden dolayı geri çekilmek zorunda kaldı. Haçlılar Konya'ya girdiler, halkı kılıçtan geçirdiler. Yollarına devam eden Haçlıları II. Kılıçarslan, atası Kılıçarslan gibi yıpratma savaşı ile mahvetti. Ağır zaiyat vererek Ermeni topraklarına ulaşabildiler. Alman İmparatoru Göksu ırmağını geçerken boğuldu. Dağınık ordusu perişan bir halde Filistin'e çıkan İngiliz ve Fransız ordusuyla birleşti. Bu sefer de karşılarına Selahattin Eyyubi çıktı ve onları geri dönmeye mecbur etti(1192).
II. Kılıçarslan geriye sağlam bir devlet ve yerine en küçük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev'i tayin ederek taht kavgaları da bıraktı. Gıyaseddin 1196 yılında tahttan indirildi ama 1204'de tekrar sultan oldu. Bu arada Kastamonu ve Denizli alındı. Güneydoğu'daki Eyyubi ve Artuklu beylikleri Selçuklulara bağlandı.
1204'de IV. Haçlı Seferi düzenlenmiş, İstanbul'da bir Latin Krallığı kurulmuş, Bizanslılar da İznik'i kendilerine başkent yapmışlardı. Komnenoslar, Trabzon'da bir Rum İmparatorluğu kurdular, Samsun Rumlar'a tâbiydi. Ancak Türkler de hemen yanı başına bir Müslüman Samsun kurdu ve Karadeniz ticaretinde söz sahibi oldular. 1207 yılında Antalya tekrar alındı. Halep, Mısır, Erbil Krallıkları Selçuklulara tabii kılındı. Ermeni Krallığının orduları dağıtıldı. 1211'de Alaşehir'de Bizans ordusu ile savaşıldı. Tam zafere ulaşılırken Gıyaseddin şehit düştü, ordu bozuldu.
Anadolu Selçukluları İzzettin Keykavus (1211-1219) ve Alaaddin Keykubad (1219-1237) dönemlerinde en parlak devirlerini yaşadılar. Bu arada Sinop, Ereğli, Amasra alındı. Trabzon İmparatoru Alexis, Türklere esir düştü, vergiye bağlanma karşılığında serbest bırakıldı. Kilikya Ermeni Krallığı Selçuklular'a tabii oldu. Halep Eyyubileri de Selçuklulara bağlandı. Alaaddin Keykubat Akdeniz'de Alaiye limanını yaptırarak Akdeniz'deki ticareti ele geçirdi. Selçuklular'ın Kastamonu uçbeyi Çobanoğlu Hüsameddin komutasındaki Türk donanması Kırım'a sefer düzenledi. Türkler Ukrayna içlerine kadar ilerledi. Kıpçak ve Rus beyleri Hakan'a bağlılıklarını bildirdiler.
Aslında o dönemde Selçukluların çevresi güçlü devletlerle çevriliydi. Batıda Bizans, kuzeyde Cengiz'in torunlarının hüküm sürdüğü Altınordu Devleti, doğuda yine Cengiz torunlarının kurduğu İlhanlı Devleti ve güneyde Eyyubi Devleti'nin yerini almış olan Türk Memlukler Devleti (39) vardı. Ayrıca Cengiz istilasının etkileri artık Anadolu'da görülmeye başlamıştı. Cengiz'in torunu Batu, Harzem ülkesini tamamen istila edince, oradaki son hükümdar Celalettin Harzemşah ve halkı batıya doğru kaçtı. Bir kısmı Hazar Denizi'nin kuzeyinden Macaristan'a kadar gitti, orada Kumanlar adını aldı. Diğer bir kısmı ise Hazar Denizi'nin güneyinden Irak, Suriye, ve Mısır'a indi. Bunların çoğu Türkmen'di. Celalettin Harzemşah (ki Harzemşahlar Devleti son hükümdarı Muhammed'in üç oğlundan biridir) Anadolu sınırlarına dayanmıştı. Alaaddin'in "Cengiz soyuna birlikte karşı koymak" teklifini reddettiği gibi, Ahlat'ı da zaptetti. Sıkıntı içinde olan Alaaddin, Hulagu'ya karşı yardım isteyen Bağdat Halifesi'nin de isteğini yerine getiremedi. Hulagu Bağdat'ı aldı. Bunun üzerine Alaaddin, "Ülkenin harap olmasını istemiyorsan, tâbi ol" diyen Moğollara boyun eğdi ve bu suretle bir süre daha Moğolların Anadolu'yu istila etmelerini önledi.
Ertuğrul Gazi önderliğindeki Kayılar, Mevlana'nın babası Bahaeddin-i Belhi'nin liderliğindeki Horasan Erleri Alaaddin'in döneminde Anadolu'ya gelmişlerdir. Kayılar Söğüt havzasına, Mevlana'nın ailesi de Konya'ya yerleşti. Alaaddin Keykubat 45 yaşında bir ziyafet sırasında zehirlenerek öldü.
Yerine geçen oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev çocuk denecek yaşta, gafil ve siyasetten habersiz biriydi. Yine de Diyarbakır'ı almış, Suriye Eyyubileri'ni kendisine bağlamayı başarmıştı. Bu arada Anadolu kapılarına dayanmış olan Moğollar, Anadolu Selçuklularının gücünden çekindikleri için daha ileriye gidemiyorlardı. Fakat o sıralarda meydana gelen iki olay onlara bu fırsatı verdi.
İran ve Azerbaycan'da bir devlet kurmuş olan Celalettin Harzemşah ölünce, Moğollar bu topraklara hakim olmuş; Celalettin'in nüfuzlu komutanları ve reisleri, Alaaadin'in izniyle Anadolu'ya yerleşmişti. Bunların yanında da Türkmen grupları vardı. İşte II. Gıyaseddin gereksiz yere bu kişilerle sürtüşmüş ve onları Anadolu'dan sürmüştü. Harzemliler de giderken önlerine gelen herşeyi yakıp yıkarak gittiler. Üstelik Baba İshak ve Baba İlyas da huzursuz, hatta yersiz yurtsuz Türkmenleri etraflarına topluyor, onlar da fırsat kolluyordu.
Anadolu Selçuklularının son dönemlerinde miri topraklar vakıflara kaymış, bir kısmı da devlet büyüklerinin mülkü haline gelmişti. İktalı sipahi askeri önemini kaybetmiş ve devlet askeri yönden zayıflamıştı. Moğolların Anadolu'ya girdiği 1243 yılında iç siyasi düzen de hayli bozulmuştu. Moğol akınları bilhassa yoksul, göçmen Türkmenleri perişan etmişti. Yesevi Türkmen babalarının etkili olduğu Amasya, Çorum, Ankara ve Sivas yöreleri özellikle çok etkilenmiş ve Babai isyanları da bu yörelerde çıkmıştı.
Bir görüşe göre Babailiğin kurucusu, Sucaeddin Ebu Beha Baba İlyas'tır. Horasan'da Kırşehir'e gelmiş, oradan da Amasya'ya geçmişti. Bir ara Kayseri kadılığı da yapmıştı. Hankah Mesudiye Şeyhi Taceddin Yusuf Tebrizi vefat edince, Amasya'ya dergah şeyhi olarak tayin edildi. Bu tayini yapan Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat'tı. Baba İlyas'ı, Harzemli hocası Taceddin Ebu'l Vefa etkilemişti. En önemli müridi ise Baba İshak'tı. Meşhur şair Âşık Paşa, Baba İlyas'ın torunlarındandır.
Baba İshak, Samsat-Kefersut'ta doğmuş, orada ayaklanmıştı. Dervişleri, halk arasındaki propagandacılarıydı. Baba İshak, dervişleri tarafından "Baba Resul" diye bilinirdi. Bu açıdan Hasan Sabbah ve fedailerinden farkı yoktu. Yalnız, Babailiğin Orta Asya Şamanist özellikleri taşıması, daha anavatanları ile bağlarını koprmamış Türkmenler arasında büyük ilgi görmesini sağlıyordu. Baba İshak'ın müridleri halk arasında, yoksulluğu kaldıracaklarını, beylerin saltanatına son vereceklerini, herkese eşit davranacaklarını yayıyorlardı.
Baba İlyas daha ön planda görünüyor, hatta kendisine "Resulallah" (peygamber) deniyordu. Harzemliler, Kıpçak ve Kanglı aşiretlerle arkalarında bir enkaz bırakarak Antep ve Halep yönüne doğru ilerlerken, Babailerden 100.000'e yakın Türkmen de onlara katıldı. Yani Baba Resulallah, bu olayı fırsat bilerek ayaklandı (1238). Malatya, Tokat, Amasya'yı ele geçirdiler. Selçuklu Sultanı dahi kendisini Konya'da emniyette görmeyerek şehri terketti. Gönderilen ordu Baba İlyas'ın Türkmenlerine yenildi. Nihayet binbir güçlükle korkunç isyan bastırıldı. Baba İshak yakalanarak idam edildi (1239). Hacı bektaş'ın kardeşi Menteş de bu çarpışmalar sırasında Sivas önlerinde şehit düşmüştü.
Moğollar bu karışıklıklardan yararlanarak 1242 yılında Erzurum'a girdiler. Genç hakan 80.000 kişilk bir orduyla Moğolların üzerine yürüdü. Kösedağ'da karşılaştılar. Tecrübesiz Gıyaseddin yenildiklerini zannederek daha savaşın başında kaçmaya başladı. Bu görülmemiş davranış karşısında Türk askerlerinin çoğu savaşa dahi giremeden, 40.000 kişilik Moğol ordusu karşısında yenilgiye uğradılar. İran'da artık Cengiz'in oğlu Hülagu'nun kurmuş olduğu İlhanlı Devleti hakimdi. Moğollar Sivas'ı ve Kayseri'yi aldılar. Kayseri halkı direndiği için bütün erkekleri kılıçtan geçirdiler. Erzincan da aynı akıbetten kurtulamadı. 1256 yılında Moğollar Konya'ya girdiler.
Bütün bu olaylara sebep, II. Gıyaseddin'in dirayetsiz tutumu olmuştu. Harzemliler'i idare edemeyişi, Moğollar'ın önünden kaçışı ve "köpek" lakabıyla bilinen Saadettin adlı kişiyi nedim olarak tutması, en büyük hatalarıdır. Bu Saadettin Köpek adlı kişi, Sultan'a pek çok âlim ve devlet adamını boş yere öldürtmüş, sonra da kendi kellesi gitmişti.
Elbette ki ikinci önemli sebep Babai isyanıdır. Baba İshak ve Baba İlyas Horasan Erleri'ndendiler. Ancak Hacı Bektaş gibi etraflarına toplananları eğiteceklerine, onların içinde bulundukları sıkıntıları siyasi amaçları için kullanmışlardır.


ANADOLU SELÇUKLU SULTAN VE LİDERLERİKutalmış
Süleyman Şah
Davud
I. Kılıçarslan
I. Mesud
II. Kılıçarslan
I. Keyhüsrev
II. Süleyman
III. Kılıçarslan I. Keykavus
II. Keyhüsrev
I. Keykubad
II. Keykavus
IV. Kılıçarslan
II. Keykubad
III. Keyhüsrev
II. Mesud
III. Keykubad
ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ

DÖRDÜNCÜ KISIMONBEŞİNCİ BÖLÜM: TÜRKMEN MESELESİ
Aslında Anadolu Türkmenleri'nin 1200'lerdekli sorunları, 950'lerde Asya'da Salçuk Bey'in etrafına toplanan Türkmenler'in sorunlarından pek fazla farklı değildi.
Aradaki tek fark, hem Anadolu Selçuklu hükümdarlarının uzun süre önce şehir hayatına geçtiklerinden, hem de devamlı başka gailelerle uğraşmak durumunda kaldıklarından Türkmenlerle fazla ilgilenememeleriydi.
Halbuki Tuğrul Bey ve İbrahim Yenal 1040 yıllarında Türkmenlere yol göstermiş, yer vermiş veya onları yeni diyarlara sevketmişlerdi.
İşte Haçlı Seferleri, Bizans, Moğol gaileleri dolayısıyla Anadolu'da bu yapılamamış, başına buyruk göçmen Türkmenler yerleşik halkla sürtüşmüş, sonunda "din uğruna, hak uğruna savaştığını" söyleyen Baba İlyas'ın peşine düşmüşlerdi.
Sonuç acıdır. Bundan önceki ve bundan sonraki bütün ayaklanmalarda olduğu gibi, elebaşlarının boynu vurulmuş, onlarla birlikte binlerce masum Müslüman canını vermiştir.
Babai isyanında iş bu kadarla da kalmamıştır. Bu fırsatı değerlendiren Moğollar Anadolu'ya girmiş, Gıyaseddin'den sonra ülke yönetimine adeta el koymuş, birkaç yerde birkaç kardeşi birden hükümdar yapmış, velhasıl çöküşü hızlandırmışlardır. Ülke parçalanmış, işgal sırasında Kayseri yakılmıştır.
Aynı şey Erzincan'ın da başına gelmiştir.
Keyhüsrev kaçarak Ermeni Rupenyanlar'a (Sis'de) sığındı. Onların yanında işret içinde öldü (1246). Devlet ricali Moğollardan yani İlhanlı Devleti'nden af diledi, haraca bağlandı. Bundan sonrada Anadolu Selçuklu Devleti bir daha toparlanamadı, taht mücadeleleri ile süründü gitti. 1256 yılında İlhanlılar Konya'ya girdiler. O tarihte sultan olan II. Keykavus'u tahttan indirdiler ve IV. Kılıçarslan'ı tahta geçirdiler. Keykavus bu duruma karşı mücadele ettiyse de sonunda Bizans'a sığınmak zorunda kaldı (1261). Kılıçarslan da ileride İlhanlılara karşı ayaklanacağı şüphesiyle, 1265 yılında tuzağa düşürülerek boğuldu.
Kılıçarslan'ın Muiniddin Pervane adlı bir veziri vardı. (Pervane vezir demektir.) İlhanlılar, Pervane'yi kendilerinden bilirlerdi. Onun için 6 yaşındaki III. Keyhüsrev'i Selçuklu tahtına oturtup memleketi idare etmeye başladılar. Pervane çok dirayetli bir insandı. Zulmü önledi, maliyeyi düzeltti. Gıyaseddin Keyhüsrev'in güzel kız kardeşi Salçuk Hatun'u, İlhanlı Argun Han'a vererek ilişkileri iyi tutmaya çalıştı. Bu arada Mısır Memlüklerinden Baybars Han, ülkesini Moğollardan korumak için karşı atağa geçti. Suriye'deki kaleleri zaptederek Selçuklu ülkesine girdi. Baybars İlhanlılar ile yaptığı iki savaşı kazandı, Kayseri'ye kadar geldi. Orada Selçuklu tahtına oturduğuna dair bir tören yaparak Mısır'a döndü.
Pervane, Selçuk ülkesini İlhanlılardan kurtarması için Baybars'tan yardım istemiş, ancak Baybars mektupları İlhanlı sultanı Abaka Han'a göndererek Pervane'nin idamına sebep olmuştur (1277).

ONALTINCI BÖLÜM :
 ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ'NİN SON GÜNLERİ
Aynı tarihte artık parçalanmış olan Anadolu Selçuklu Devleti'nin yerine beylikler ortaya çıkmaya başladı. Karaman'da Mehmet Bey, Selçuklu Sultanı Gıyaseddin'in Tebriz'de İlhanlı Hakanı'nın yanında olmasını fırsat bilerek Cimri adıyla bilinen birini, Keykavus'un oğullarından diye tanıtıp Selçuklu tahtına oturttu. Ve sözde ona biat etti. Ancak bir süre sonra ahali bunlara karşı ayaklandı, Mehmet Bey pusuya düşürülüp öldürüldü, Cimri'nin ise diri diri derisi yüzüldü.
Mehmet Bey milliyetperver biriydi. Türkçe'yi resmi dil haline tekrar o getirdi. Ancak bu Türkçe, Arap harfleriyle yazılıyordu. Bu da Arap harflerinin yaygınlaşmasına neden olmuştur. Halbuki aynı tarihlerde Cengiz'in ordularında, İlhanlılarda Türkçe, Uygur harfleriyle yazılmaktaydı. Ve Uygur harfleri Türkçe'ye daha uygundu.
III. Gıyaseddin Keyhüsrev, İlhanlılar tarafından idam edildi (1282). Yerine geçen II. Mesut her işi İlhanlılara bırakmıştı. Rüşvet, hırsızlık alıp başını yürümüştü. Hamid Oğulları, Eşref Oğulları, Candar, Menteşe, Germiyan, Aydın, Saruhan, Karesi beylikleri onun zamanında bağımsızlıklarını ilan etti. 1297 yılında azlolundu ve yerine II. Keykubad geçti.
Sultan Keykubad aslında cesur, gayretli bir zattı. Ancak ülkenin durumu perişandı. Halk zulüm altındaydı. Sivas, Kırşehir, Aksaray, Kayseri ve Ankara İlhanlıların elindeydi. Daha önce bağımsızlıklarını ilan eden beyliklere ek olarak İsfendiyar, Dulkadir, Ramazan Oğulları ve Osmanlılar da istiklallerini ilan etmişlerdi. Keykubad'ın İlhanlı hakanı Gazan Han ile arası iyiydi. Onun kızını almıştı. Ancak yine de bağımsızlık peşindeydi. Nihayet Tebriz'e sürgüne gönderildi, Hamedan'da 1307 yılında öldü.
Artık Türkleşmiş olan İlhanlılar (ki Anadolu'da Kara Tatarlar olarak biliniyorlardı), tahta bir başkasını geçirmediler. Beylikler kendi başlarının çaresine bakmaya başladı. İlhanlı Devleti de 1335 yılında yıkıldı.

ONYEDİNCİ BÖLÜM: 
İSLAM'A HİZMET EDEN BİR BAŞKA TÜRKSELAHADDİN EYYUBİ
15-20 sayfada Büyük Selçuklu, Harzemşahlar, Anadolu Selçuklu devletlerini anlatmak elbette mümkün değil. Biz burada bazı tarihi olayları verirken, bu devletlerin hangi açıdan önemli olduğunu göstermeye çalıştık.
Büyük Selçuklu Devleti, Müslümanlığı kabul eden Türkmenler'i bir bayrak altında toplayarak dağılmakta olan İslam ülkelerini birleştirme, buna yol açan Şiî, İsmailî, Fatımîler'le mücadele ederek de , dini siyasete âlet eden ve bu yolla siyasi emeller besleyenlere ders verme görevi üstlenmiştir.
Ayrıca, Arapların artık sürdüremediği ilimde, fende, sanatta edebiyatta ilerlemeyi, uygun zemin hazırlayarak sağlamaya çalışmışlardır. Nizamülmülk, Ömer Hayyam, Gazali ve daha niceleri bu sayede yetişmiştir.
Selçuklular, Türklerin Müslümanlığa geçişteki sorunlarını çözdükleri gibi, yeni Müslüman olan Türklere yurt bulmuşlar, onların Peygamberimizin ve Ali'nin yolunda en iyi şekilde eğitilmelerini sağlamışlardır. Bunu yaparken de mezhep ayrılıklarının doğmasını önlemişlerdir. Ayrıca Hıristiyan Batı'nın kendileri için en büyük tehlike olduğunu çok iyi görmüşler ve hedeflerini Anadolu'ya yönelterek, o sınırda İslam'ın nöbetini tutmuşlardır.
Harzemşahlara gelince, Büyük Selçuklu Devleti'nden sonraki boşluğu doldurarak seyyidlerin artık görevini tamamladığı bu dönemde Ahmed Yesevi, Hacı Bektaş, Nizami, Hafez, Mevlana gibi zatların yetişmesine ortam hazırlamışlar, Horasan erleri felsefesinin oluşmasını sağlamışlardır.
Anadolu Selçukluları ise Bizans'ın ve Haçlıların önüne set çekmişler, onların akınlarını kırmışlar, Anadolu'nun "Müslüman Türk" kimliğini kazanmasını sağlamışlardır. Bunu yaparken de Hacı Bektaş, Mevlana, Şems, Yunus Emre, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Geyikli Baba gibi gönül erlerinin barınacağı bir ortam hazırlamIşlardır. Selçuklu'nun yerini alacak Osmanlı Devleti bu kişilerin manevi desteği ile kurulmuştur.
Bu arada Büyük Selçuklu Devleti'nin boşluğunu dolduran diğer Türk devletleri, Atabeylerin (1127-1250'ler), Eyyubilerin (1174-1250'ler) ve Memlüklerin (1240-1517'ler) hizmetleri unutulmamalıdır.
Ama Haçlı Seferleri denince akla Selahaddin Eyyubi gelir.
Cemşid Bender gibi Kürt ayırımcılar, "Kürt serdarı" dedikleri Selahaddin-i Eyyübi'ye de sahip çıkarlar... Kendisi, Selçuklu TÜRK Hakanına bağlı bir bey idi. Öz-be-öz TÜRK'tü!... Ağabeyinin adı TURANŞAH, kardeşlerinin adı TÜĞTEKİN ve BÖRİ idi!.. Dayısının adı Şahabeddin Mahmud bin TÜKÜŞ idi!.. Annesinin TÜRK olduğu TÜKÜŞ adından anlaşılır!.. Eşlerinden biri Unar Bey'in kızı Amine TÜRK'tü... İki eniştesi de Türk'tü!.. Biri Unaroğlu Sadeddin Mesut, diğeri Muzafferüddin GÖKBÖRÜ idi!... Acem diyarında yaşamalarına, İslam etkisinde olmalarına rağmen, adları TÜRK damgası taşırdı!.. (Doğu Anadolu Gerçeği, S. Ahmet Arvasi, TÜRK Kültürü Araştırma Enstitüsü, 1983... Bu kitabın yazarı da, ayırımcılara göre Kürttür. Bizce ülkemizdeki herkes gibi TÜRK'tür.)
Bırakın Selahaddin Eyyubi'yi, Anadolu'daki Kürtlerin çoğunluğu da TÜRK asıllıdır!.. Kürt Teavün Cemiyeti'nin kurucusu ve Kürtçülüğün baş savunucularından Dr. M. Şükrü Sekban, 1933'de Paris'te yayınladığı "La Question Kurde" adlı kitabında, bu adı verdiği toplulukların TURANi yani TÜRK kökenli olduğunu itiraf etmek zorunda kalmıştır. 
(Kürt Meselesi, M. Şükrü Sekban, 1979 sf.17)

Selahaddin Eyyubi, Halep Atabeyi Nureddin Zengi'nin yanında göreve başladı. Onun adına Mısır'a gidip Fatımilere vezir oldu. Fatımi Devleti yıkılınca da kendi devleti Eyyubileri kurdu (1174). Mısır ve Suriye'yi idaresi altına aldı.
Şam'a saldıran ve Mısır'ı hedef alan Haçlı ordusuna karşı çıktı. Haçlılar o ana kadar önlerine çıkan her şeyi yakıp yıkmışlar, ahaliyi esir almışlardı. Selahaddin bu orduya bir süre karşı koyduysa da Remle'de yenildi ve geri çekildi. Allah'tan Haçlılar arasında çıkan bir anlaşmazlık onların ilelemelerine imkan tanımadı (1177).
Selahaddin bunun üzerine önce diğer düşmanlarını yenilgiye uğrattı. Selçuklu Sultanı I. Kılıçarslan ile olan anlaşmazlığını onu yenerek halletti. Musul Atabeyleri ile olan sorunu 1182 yılında ordusuyla Suriye'ye yürüyüp Urfa, Mardin, Nusaybin, Halep, Harran'ı zaptederek ve Musul'la barış yaparak çözdü.
O sıralarda Kudüs'te Latin Krallığı vardı. Kralın askerleri 1187 yılında Selahaddin'in bir kervanına saldırarak yağmaladılar. Bunun üzerine savaş başladı ve 5 yıl sürdü. Selahaddin Hayfa, Kula, Yafa, Sayda, Beyrut gibi bir çok şehri aldı. Daha sonra başka bir savaşta Kudüs Kralı ile Kerek Prensi'ni esir etti. Bu olay onun şöhretini arttırdı. Aynı yıl Kudüs'ü zaptetti. Haçlılar gibi bir katliam yapmaya, önce niyetlendiyse de sonra vazgeçti. Frenklerin fidye ödeyerek çıkıp gitmelerine izin verdi. Böylece Kudüs Latin Krallığı yıkılmış oldu. Filistin'deki pek çok yeri de Frenklerin elinden kurtardı.
1189'da III. Haçlı Seferi hazırlandı. Buna Fransa, İngiltere, ve Almanya hükümdarları da katıldı. Arslan Yürekli Rişar bu grupta idi. Ancak yeni bir Latin istilasından korkan Bizans İmparatoru, Selahaddin'e bilgi vererek yardımcı oldu. Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan da Haçlılara baskın saldırılar düzenleyerek zayıflattı. Kalan ordu Akka'da Müslümanları kuşattı. Şehre girdiklerinde halkı kestikleri için Selahaddin de Askalan civarını yakıp yıktı. Kudüs'ü tahkim edip Haçlıları beklemeye başladı. Ancak iki taraf da yorgun olduğu için sulh yapıldı (1191).
Sulh şartlarına göre, Selahaddin'in kardeşi Seyfüddin, Arslan Yürekli Rişar'ın kızkardeşi ile evlenecek, Küdüs ve Akka'yı da çeyiz olarak alacaktı. Buna karşılık Hıristiyanlar da hac için Kudüs'e gelebileceklerdi. Ayrıca Eyyubilerin aldıkları yerler de kendilerine kalacaktı. Ancak Haçlılar sonradan Seyfüddin'in Hıristiyan olmasını istediler. Tabii ki bu kabul edilmedi. Arslan Yürekli Rişar geri döndü, Selahaddin fetihlerine devam etti. Neticede Hıristiyanların elinde Suriye'de dar bir şeritten başka bir şey kalmadı. Bütün Mısır ve Suriye tek bir elde birleşti. Selahaddin, 1193 yılında 57 yaşında Şam'da vefat etti.
Görüldüğü gibi Haçlı Seferleri, Anadolu Selçuklu ve Eyyubi devletleri sayesinde yüzyıllık bu dönemde bertaraf edilmiş oldu. Eğer Kılıçarslanlar, Selahaddin Eyyubiler olmasaydı; bugün, ne Müslüman bir Anadolu'dan, ne de Müslüman bir Arabistan'dan, Suriye'den, Mısır'dan söz edilebilirdi.
Böylesine büyük bir iş başarmış Selahaddin Eyyubi'nin düşmanı sadece Haçlılar değildi. Fatımi Devleti'nin yıkılmasından sonra, başıboş kalan İsmaili ve Haşhaşiler ile uğraştığından onu öldürmek için üç fedai göndermişler, üçü de peşpeşe saldırmışlar, ama İlahi Takdir bu büyük adamı korumuş ve Selahaddin küçük yaralarla bu saldırıyı atlatmıştır.
Eğer bu suikast başarıya ulaşsaydı, Selahaddin olmadan Haçlılara karşı koymak mümkün olur muydu hiç?.. Bu olay da baştan beri belirttiğimiz ayırımcı anlayışın İslam'a nasıl büyük zarar verdiğinin bir delilidir.

Selahaddin'den sonra on küçük Eyyubi devleti kuruldu. Bunlar, Mısır, Şam, Halep, Hama, Humus, Baalbek Kerek, Hasankeyf, El Cezire ve Yemen Eyyubileridir. Eyyubiler 1174-1250 yılları arasında hüküm sürmüşlerdir.
ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ

ONSEKİZİNCİ BÖLÜM: SÜNNİLİK MEZHEP, ALEVİLİK TARİKATTIR
Amacımız Alevi-Sünni sürtüşmesine sebep olan olayları araştırmak iken, neden bu olayları uzun uzun anlattık?.. Çünkü Türklerin İslam'ı korumakta Araplardan da Acemlerden de çok daha fazla sorumluluk üstlendiklerini göstermek istedik. Araplar aile kavgaları, Acemler imamlık peşinde koşarken; Türklerin, kazanılmış yerlerin muhafazası Müslüman halkın can güvenliği, Hıristiyan akınlarının önlenmesi, İslam aleminin bütünlüğü ve bunların yanı sıra "Kamil İnsan" yetiştirmek gibi görevler ifa ettiğini bir kere ortaya koymak istedik.
Acaba Türkler neden böyle bir yükün altına girmişlerdi?.. Nereden icap etmişti de henüz Müslüman olmuş olan Salçuk ve onun soyu Tuğrul, Alparslan, Kılıçarslan ve öte yandan Tekiş, Selahaddin Eyyubi birer sahabe gibi ömürlerini İslam'ın tek ve mutlak güç olmasına vakfetmişlerdi?..
Bunun sırrı, Türklerle ilgili ayet ve hadislerde gizlidir.
İşte bu sebeple Ali'nin yolu; Kuran'ın ve hadislerin, kelime anlamlarıyla ifade ettiklerini kabul etmekle beraber daha derin mânâlar olabileceğini de kabul etmek ve onları aramaktır. Ali'nin yolunda ilerlemek, manada derinleşmektir. Tarikat (yollar) kelimesi de bunu ifade eder. Onun içindir ki bütün tarikatlar Ali'ye bağlanır. Ali'nin yolu, Muhammed'in yoludur. Kısacası bu yol ALLAH'a müteveccihtir.
Aslında her yol O'na çıkar, o da başka!..
Bu noktada Alevilik ile Sünnilik arasındaki tek ve önemli fark ortaya çıkmaktadır. Sünnilik mezheptir. Hanefi, Hambeli, Şafi, Maliki mezhepleri; diğerleri gibi, Kuran'ı ve hadisleri kelime anlamları ile değerlendirerek bir sistem kurmuşlardır. Her birinin sistemi diğerinden şekil ve teferruat bakımından farklıdır. Yani, "abdestin bir damla kan çıkınca mı, çizme dolunca mı bozulacağı" tartışılır. Çünkü peygamberimiz bir seferinde öyle, bir seferinde böyle davranmıştır.
Mezhepler Müslümanların bir toplum halinde aynı kurallara tabi olarak yaşamalarında yardımcı olmuşlardır. Çünkü sıradan Müslümanın bunları ne araştıracak, ne de tartışacak vakti vardır. O, hayat tarzını ailesinden, çevresinden, mahalle imamından, en fazla İlmihal'den okuduğu esaslar üzerine bine etmek durumundadır. Bu esaslar da iyi bir Müslüman olmanın, çevresine yararlı bir insan olmanın başlangıcını teşkil eder. Hatta toplum içindeki idare şeklini, adaleti sağladığı gibi, milletlerarası ilişkilerde de yol göstericidir. Mezheplerde 'Fıkıh' ve 'Kelam' tartışmaları "Kuran mahluk mu, değil mi?" gibi sonu olmayan sorular üstünde derinleşebilir ama, sade Müslümanın bunlarla pek bağlantısı yoktur. Olgunlaşmak için de onları gerekli görmez.
Alevilik ise tarikattır. Bütün bunları benimsediği halde, yeterli görmez. Bir adım daha ileri gitmek ister.
İşte o adımlar ancak kelimelerin sözlük anlamlarında değil, derin mânâlarında gerçekleşebilir. Onun içindir ki tarikatlar aslında Hz. Muhammed'in Hz. Ali'ye anlattığı, o kör kuyuyu coşkun pınar haline getiren mânâlar peşinde koşarlar. O mânâları benliğine sindirip TANRI'ya yakınlaşmaya çalışırlar. Gerçek Alevilik budur.
Ama çoğu Alevi bunu unutup, "Hz. Ali ilk Halife mi, değil mi?" , "Ramazan orucu tutulur mu, tutulmaz mı?" gibi gereksiz sorularla uğraşmaktadır ki, bu da onların Aleviliği bir mezhep haline dönüştürmesine yol açmaktadır.
Şekille uğraşan mezhep, mânâya inen tarikattir. Ve elbette ki TARİKAT, MEZHEP'ten ileri bir mertebedir.
Pek çok tarikatta dört mertebeden, dört kapıdan söz edilir. 

Bunlar ŞERİAT, TARİKAT, MARİFET ve HAKİKAT'tır. ALLAH'a giden bu yolda, 'aynı koridor üzerindeki peşpeşe bu dört kapıdan geçilmedikçe HAK'ka ulaşılamaz' inancı vardır.
Ama insanlar farklı düşüncelere sahiptirler. Bir kısmı der ki, "KURAN'ın hükümlerine motamot uymak dünyaya gelişimizin gayesidir"... Bir başka grup "Bir tarikata girmeden doğru yolu bulamazsın" inancına sahiptir... Bazıları da keramet göstermeyi, olağanüstü şeyler yapabilmeyi ermişliğin gereği sayar.
Bizce hakikat bunların hepsinden farklıdır.
Bir misalle anlatmak gerekirse; din veya HAKİKAT, cevize benzer... Bildiğiniz gibi, taze ceviz yeşil kabukludur. Ama ceviz diye bunu dişlemeye kalkarsanız, ağzınız acı bir suyla dolar, dudaklarınız elleriniz boyanır. Ama cevizi yemiş olmazsınız!.. Çünkü arzu ettiğiniz lezzet bu yeşil kabukta değildir. Esas tatlı kısma ulaşmak için kabuğu güzelce ayıklamanız gerekir. İşte bu yeşil kısım ŞERİAT'tır.... Yani dinin, Kuran'ın ve hadislerin şekli hükümleri, dış manalarıdır (44).
Yeşil kabuktan sonra karşımıza, kabuklu ceviz çıkar. Acele edip bunu ağzımıza atarsak, dişlerimizi kırarız... Bu tahta gibi sert kabuk TARİKAT'tır. Ve tarikat gerçekten çetin bir cevizdir. O kabuk öyle kolay kırılmaz. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, dinin şekli kurallarının, bunları belirten ayetlerin kelime anlamlarının dışında gittikçe derinleşen pek çok mânâları vardır.
Bir söze göre "Kuran'ın bir açık, yedi gizli mânâsı vardır." Ama bilen kişi için her gizlinin de yedi gizli mânâsı vardır ve bu sonsuza dek gider... İşte tarikat, 'bu gizli mânâlardan birini yakalayıp yola girmek' demektir. O yolda mümkün olduğu kadar ilerlemek, gizlinin daha gizlisini aramak demektir. Bektaşiliğin Mevlevilikten, Rufailiğin Melamilikten farklı gözükmesi bu yüzdendir.
Kişi tarikat mertebesinde derinleştikçe önünde engin ufuklar açılır. Başkalarının göremediğini görür, sezemediğini sezer ve yapamadığını yapmaya başlar. Rufailerin vücutlarına şiş batırmaları, kızgın demir yalamaları, bazı şeyhlerin geleceği bilmesi hep bunlara örnektir. Ve MARİFET olarak adlandırılır. Ama bu mertebe de amaç değildir. Tıpkı kabuğu kırılan cevizin üstündeki ince zara benzer. Ağzınıza atıp yiyebilirsiniz ama esas lezzetli kısmın tadını bozar, biraz kekremsidir.
Kısacası şiş batırmak, suda yürümek, geleceği bilmek hedef olamaz. Hedef HAKK'a ulaşmaktır!... Bu sözünü ettiğimiz şeyler, o yolda ilerleyen kişinin elde ettiği tabii gelişmelerden başka bir şey değildir. Yani bunların da aşılması gerekir.
İşte son mertebe HAKİKAT'tir ki, cevizin içindeki bembeyaz, yumuşak ve son derece lezzetli özüne benzer. Hakikate eren insan HAK'kı bulur. Ama bilir ki, bu söylenmez!..
Ali söylese kuyu taşar!..
Mansur dile getirse darağacına çekilir.
Buna ister Vahdet-i Vücud deyin, ister Tasavvuf deyin, ister anda yaşamak deyin, ister O'nda yokolmak deyin, aslı değişmez. Bu anlayış; kainatın, HAK'kın zuhura gelmesinden, aynada yansımasından başka bir şey olmadığını savunur. İnsanın bütün mücadelesi de bu gerçeği görebilmesi ve insanca yaşayabilmesi içindir.
Şimdi din tarihimize bir daha dikkatle bakınız, İslam âleminin yüceldiği dönemler, bu anlayışa imkân tanıyan dönemlerdir. Araplar bunu başarabildikleri sürece güçlenmişler, İslam ülkeleri genişlemiş, zenginleşmiş ve onların hakimiyetine girmiştir. Bu anlayıştan uzaklaşıp zevk-ü sefaya, cehalet ve hurafeye daldıklarında ortaya Türkler çıkmıştır. Türkler bu anlayışla sadece kendilerine değil, bütün insanlığa hizmet ettikleri sürece güçlü kalmış ve yücelmişlerdir. Bunu yapmadıkları zaman ne olduğunu ilerde göreceğiz.
Şu halde her Müslümanın Sünni olması, yani Şeriatı iyi bilmesi, Peygamber'e uyması gerekir. Kuran'ı hadisleri bilmeden, içinde bulunduğu topluma uymadan, birlikte hareket etmeden olmaz.
Kim yanındaki komşusunun aç mı, tok mu olduğunu bilmeden Müslüman olduğunu söyler ve bu söylediği gerçek olabilir?..
Kim mahallesinin sorununu komşusuyla, muhtarıyla, idarecisiyle çözmeden "ben Müslümanım" diyerek herkesin 'Cem' olduğu camiye gidebilir?..
Yine her Müslümanın Alevi olması yani Ali'ye verilmiş sırların peşine düşmesi gerekir. Sadece ayetleri, hadisleri bilmek ve bunlarla yatıp kalkarak, aç kalarak yerine getirmek olmaz. Neyi, niçin ve ne zaman yaptığını bilmeyen, sadece "Yap" denildiği için yaptığını söyleyen insan olabilir mi?..
İnsanı hayvandan ayıran özellik söyleneni yapmak değil, yaptığını bilerek yapmaktır. Alevilik de budur.
Yoksa Alevi anadan babadan doğmak, Cem'de iki dönüp bir semah yapmak, arada sırada Yezid'e lanet etmek yetmez. Çocuğuna Bekir, Ömer, Osman adını koymamak. Ali'yi memnun etmez!.. Ali oğullarına bu isimleri koymuştu çünkü!.
Bir şey ki şekil yönü mânâdan fazladır, o şeriattır. Bir şey ki mânâ yönü şekli yönden fazladır, o tarikattır. Şu halde Sünni'nin de, Alevi'nin de amacı, mânâ yönü ağır basan işler yapmak, sözler söylemektir.
Biz deriz ki, bir köşede oturup tespihle 33 kere ALLAH diyen bir kimseden, yeni açılmış mis gibi kokan bir güle bakıp da "ALLAH neler yaratmış!" diyen kimse daha makbuldür. Çünkü ikincisi bunu gerçekten duyarak, ilki ise alışkanlıktan yapmıştır.
Ama şurası unutulmamalıdır ki, Alevilik de işin başıdır. Daha katedilecek çok yol, aşılacak iki kapı daha vardır.
Yani kimsenin bir başkasına "Ben Sünniyim", veya "Ben Aleviyim" diye öğünecek hali yoktur. Adama, "Ne yapalım, namaz kılıyorsan? Namaz müminin miracıdır, Muhammed gibi Mirac'a vardın mı?" derler. Veya "Ali'nin yolundayım, diyorsun, Ali'yi gördün mü?" diye sorarlar.
"Sünniyim, Aleviyim" demenin lafta kaldığı sürece, "Fenerbahçeliyim, Beşiktaşlıyım" demekten farkı yoktur!.. Futbolu sen oynamadıkça, Avrupa kupasında şampiyon olmadıkça, sadece bağırıp çağıran fanatik bir taraftardan öteye gidilemez.
Halbuki, anlattığımız devirlerde yaşamış ve çevrelerini öylesine etkilemiş nice insanlar vardır ki, bizler h"alâ onlardan gıpta ile söz ederiz. Ama o noktaya nasıl geldiklerini, inançlarının ne olduğunu, neler yaptıklarını pek bilmeyiz.

İşte bundan sonraki bölümde bu muhterem zatlardan bazılarını bilinmeyen yönleriyle ele almak istiyoruz
ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ



DÖRDÜNCÜ KISIMONDOKUZUNCU BÖLÜM: TÜRK'E IŞIK TUTANLAR

Türkiye Alevileri arasında aşağıda vereceğimiz isimlerden sadece Hallac-ı Mansur iyi bilinir. Halbuki diğer zatlar Selçuklu ve Timur Devleti'nde, Türk topraklarında yaşamış, Türklere hizmet etmiş kişilerdir. Bu bakımdan hepsini iyi tanımak gerekir. 

HALLAC-I MANSUR

Daha önce anlattığımız özelliklere uyan, Şeriatı iyi bilen, Tarikata dalmış olan bu muhterem zatlardan biri Hallac-ı Mansur'dur. İran'da 850'lerde Beyza kentinde doğmuş, küçük yaşta KURAN'ı ezberlemiş, Cüneyd-i Bağdadi'den ders almış, Hacca gitmişti.. Sonra Basra, Bağdat, Kirman, Sicistan, Horasan, Maveraünnehir ve Hindistan'ı dolaştı. Bağdat'ta sürekli ders verdiği bir yeri vardı. O dönemde Bağdat Halifesi'nin başı İsmailiye ve Karmatiyye taraftarlarıyla dertteydi. Onun için Hallac'ın şeriat mertebesini aşan fikirleri saray tarafından tehlikeli görüldü. 
Yobazlar da etrafı kışkırtıyordu. Önce hapse atıldı. Sonra meşhur "ENEL HAK" (Ben HAK'kım) sözü yüzünden fetva ile idamına karar verildi. Feci bir şekilde, önce kırbaçlanarak, sonra elleri ve ayakları kesilerek, sonra da başı uçurularak şehit edildi. Cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye savruldu (921 yılı). 
Hallac son nefesine kadar "ENEL HAK"tan dönmedi... derler ki, cesedini yakan ateşin dumanı "ENEL HAK" yazarak yükselmiş göklere... Dicle'deki külleri de "ENEL HAK" yazarak akmış... 

***
ÖMER HAYYAM
Yine bir başka muhterem zat da Ömer Hayyam'dır. Nişabur'ludur. 1223 yılında yüz yaşını çok aşmış olarak vefat etmiştir. Selçuklu veziri Nizamülmülk'e can kardeşi sayılacak kadar yakındı. Tabii doğal bir sonuç olarak aynı yakınlık Sultan Melikşah ve Türklere karşı da vardı. Hayyam "çadırcı" demektir. 
Şairliğinin yanı sıra büyük bir âlimdi. Arapça bilirdi. Din âlimlerini, Yunan felsefesini çok iyi incelemişti. Matematik, Astronomi ve tabiat ilimlerinin yanında tıpta da derin bilgisi vardı. Velhasıl, devrinin ordinaryüs profesörü sayılacak nitelikte bir kişiydi.
İranlıların bugün çok öğündükleri Ömer Hayyam, zamanla onlar tarafından unutuldu. Nihayet 1800'lerde İngiltere'nin Oxford kentinde "Robaiyyat - Omar" adlı bir kitap bulundu. Kitap İngilizlerin meşhur şairi Edward Fitzgerald'ı çok etkiledi. Onun rubailerini İngilizce'ye şiir olarak çevirdi ve yayınladı. Ömer Hayyam böylece önce İngiltere'de, sonra Amerika'da ve en sonunda da doğduğu İran'da yeniden meşhur oldu. 
Fitzgerald hiçbir zaman yaptığı tercüme ile tatmin olmadı. Belki 20 defa ve her seferinde de şiirleri değiştirerek tekrar yayınladı. Bütün hayatını Ömer Hayyam'a vakfetti. İngilizler derler ki "Fitzgerald bu kadar Hayyamlaşmasaydı, Shakespeare'den daha meşhur bir şair olurdu."
Bu muhterem zatı da yaptığı büyük hizmetten dolayı, bizi Hayyam ile tanıştırdığı için hayırla anıyoruz. 
Ömer Hayyam düşünce, fikir ve hislerini Rubai adı verilen özel yapıdaki dörtlükler ile ifade etmiştir. 

Rubaide 1., 2. Ve 4. mısralar kafiyelidir. En önemli olanları 3. ve 4. mısralardır. 3. mısra zihinde bir soru yaratır, 4. mısra da bu suale cevap verir. Ama bunlar işin şekil yönüdür. Hayyam akılla değil, gönülle anlaşır. 
Şiirlerinde hayat, tabiat, şarap ve kadından söz eder. Ama bunlara bakıp da onu, ayyaşın, aylağın biri zannetmemek gerekir. Maalesef pek çok edebiyatçı ona bu gözle bakar. Halbuki Hayyam hayatının bir dakikasını bile boş geçirmemiş; elli kişinin öğrenebileceğini, yüz kişinin yapabileceğini bir tek hayata sığdırmıştır. Nevruz'u (21 Mart) başlangıç alan "Celâli Takvimi" onun eseridir. Devamlı hayat ve dünya üzerinde kafa yormuş, her ikisinin de hakkını vermek gerektiğini görerek ona göre hareket etmiş bir insandır o. 
Hayyam, bir Şeyhülislam kadar dine vâkıf, bir mütehassıs kadar tıbba hakim ama bir çocuk kadar da hürdür. Rind meşreptir. Alevidir ama adı Ömer'dir. Buna Şii İranlıların şaşması gerekir... Kısacası Hayyam ülkemiz Sünnilerinin de, Alevilerinin de örnek alması gereken üstün bir kişilik sahibidir. Türk tarihinin bir parçasıdır.
Onu benliğimizde daha iyi duyabilmek için birkaç rubaisini (maalesef çeviri olması nedeniyle ses ve ahenkten mahrum olarak) naklediyoruz: 
Onlar ki, meclise mum olmuşlar,
Onlar... o hekimler, feylesoflar, okumuşlar...
Yol bulamadılar çıkmaya sonsuz geceden, 
Efsane, masal söyleyip, en son uyumuşlar.
(Vasfi M. Kocatürk'ün tercümesi)
Guyendbeheşt o hur eyn hahed bud 
(Bize derler, öte dünyada cennet var,)
Vancamey-e nab o engebin hahed bud 
(Huri var, sevgili var, ağza üzüm sarkar.)
Ger ma mey o me'şug perestim revast 
(Şimdiden uygulasak bunları öyleyse,)
Çun agabet-e kar hemin hahed bud 
(Sonumuz tıpkısı buymuş bizim, ey dostlar.)
(Rüştü Şardağ'ın tercümesi) 
Şimdi nakledeceğimiz tercümelerde ses ve ahenk de var. Ömer Hayyam'ın felsefesi, Rıza Tevfik Bölükbaşı'nın kelimeleri ile dile gelmiş: 
Câiz ki şarap, cennete gittin mi içersin,
İtlâb-ı mezak dost, bu kadar zevkli mi dersin?
Cennet şu gönüldür, bunu gör, imdi içersin!.... 
Şu tercüme de Yahya Kemal Beyatlı'dan: 
İçtikçe şuur taştı zamandan ve mekandan,
Tefrik bile zor arşı Şiraz'dan İsfahan'dan.
Kumlar yine sessiz, yine durmuş bu saatler,
Bildim, okunan fasılasız bunca ezandan!.. 
Büyük üstat Hayyam diyor ki, aşk şarabını içtikte zeman-mekan kısıtlamalarını aştım. Semayı dünyadan ayırmanın imkânı kalmadı... Zaman durdu, kulağıma hep bitmek bilmeyen ezan sesi geliyor! 

Ve beni HAKK'a çağırıyor. 
Son bir rubai daha, R. T. Bölükbaşı'dan nakledelim ve Hayyam'ı gönlümüze gömelim. 
Zannetme ki Hayyam'a cemal, hüsn-ü nisadır,
Gönlündeki her zerre-i sevda heyuladır!..
Ey ehl-i iz'an!.. Farklı mı Gülşah'la Zübabe?
Âsâr-ı felek, çehr-i cihan ana sezadır. 
Yine Hayyam diyor ki, ey gafiller!..

 Zannetmeyin ki Hayyam için CEMAL, kadın güzelliğidir. Evet, o şarap içer, aşktan söz eder ama, onun esas şarabı İLAHİ AŞK'tır, güzellik te TANRI'nın bütün kâinata yansımış olan güzelliğidir. Onun gönlünde duyduğu her bir aşk kırıntısı aslında koca bir kâinattır. Her şeyi kapsar. Aslında anlıyana ALLAH'ı hissetmek için güzel bir kadın ile bir sinek arasında fark yoktur. Kâinatın bütün eserleri, yeryüzündeki her şey buna işarettir. 

***
NİZAMİ

Bu değerli zat, Ömer Hayyam'dan ilk bahseden kişi olarak bilinir. Öz-be-öz Türk'tür. Gence'lidir. Bazıları onu Kum şehrine (Hasan Sabbah ve Humeyni'nin şehri) bağlamak isterlerse de, aslı yoktur. 1240'da doğmuş, 1320'lerde vefat etmiştir. Asıl adı İlyas idi. O da Arapça'yı, İlahiyatı, felsefeyi, müsbet ilimleri çok iyi bilirdi. Bilhassa tıp ve astronomiyle çok uğraşmıştır.
Halk arasında Şeyh Nizami diye bilinirdi. Kendini riyazet ve ibadet ile olgunlaştırmış, sonra tekkesini bir ahlâk ve irfan yuvası haline sokarak çok sayıda insan yetiştirmiştir. Hayyam'ın aksine ağzına şarap koymamış ve bir güzelin perçemine el değdirmemişti. İranlılardan, Şiilerden, hatta Zerdüştlerden bahsederek insanların nerede olurlarsa olsunlar mutlaka bir iyi yanları olduğunu söylerdi. Bu yüzden yobazlar tarafından kâfirlikle bile suçlanmıştır. 
Nizami bütün bunların yanı sıra büyük bir şairdi. Sadi, Hafez, Cami, Mevlana ve Ahmet Paşa kendisinden çok etkilenmişlerdir. Ne yazık ki sonradan bazı eserlerinin içine başkalarının şiirleri karışmış, üstadın üslubunu gölgeleyecek bir durum ortaya çıkmıştır. Nizami'nin Hamse, İkbalname ve Divan adlı eserleri vardır. Farsça şiirlerinden dolayı yine Ömer Hayyam gibi İran edebiyatının içinde yer alan Nizami'ye de Mevlana kadar sahip çıkmamız gerekir.
Maalesef Nizami'nin şiirlerini şiir olarak nakledemiyoruz. Ama Sabri Sevsegil'in tercümesinden "Hüsrev ile Şirin" kitabını niçin yazdığını naklediyoruz: 
"Bir gece uykusuzluktan baygın düşmüş kalmıştım. Elimde kılıç gibi bir kalem duruyordu. 'Bu gönül ile hangi kapıdan girsem?.. Hangi hazinenin kapısını açsam?..' diye düşünüyordum. Nasıl bir çığır açmalı idim ki, dile kıymet versin?.. Nasıl bir eser ortaya koymalıydım ki, ünü dünyayı tutsun?.. O sırada bir saray adamı içeriye girdi, yüzüme sayısız buseler kondurduktan sonra: 
'Haydi,' dedi, 'Çıkmazda olan işin artık yoluna girdi. Demir kapılar senin için açıldı. Ulu Hakan dünyayı yeniden aşka kavuşturmanı buyurdu. Ve sana şunları söyledi:

- 'Gönül erleri dünyadan çekip gittiler. Yürekleri hissizlikten buz gibi dondu. Feleği dil hançerinin ucu ve mânânın bütün incelikleri ile yontacaksın. Utarid'e (Merkür) kalemini elinden attıracaksın. Zühre'nin (Seher Yıldızı) atlas libasını vücuduna diken gibi batıracaksın. Hadi, Hz. İsa gibi ruha dair bir ders ver. Musa Peygamber gibi aşk için bir meş'ale yak!..'

"Gönlüm, Devlet'in de kendi gibi düşündüğünü görünce, bahtiyarlığından Devlet'e nazlandı: 
- 'Dostluk zamanı geldi. Dostluğunu göster de, şu kan içtiğim anda kalbime ferahlık ver. Eğer elde dünyalık namına bir şey yoksa, elimdeki kanaat saadeti bana yeter !!.' " 
Bir esere bu anlayışla başlanır da, o eser nasıl gönülleri açmaz, ruhları aydınlatmaz?.. Nizami, Türk ruhunu yoğuran kıymetli şahsiyetlerden biridir.


***
HAFEZ

Hakikat mertebesine ulaşmış bir başka muhterem zattır. Hoca Hafez-i Şirazi diye bilinir. Asıl adı Şemseddin Muhammed'dir. Gençliğinde fakirlikten hamur işçiliği yapmış, aynı zamanda Kur'an-ı Kerim'i ezberleyerek hafız olmuştur. Bir komşusuna özenip şiir yazmaya başladı. Ama bu şiirler o kadar kötüydü ki, herkesin alayına muhatap oldu.
Ne var ki, bir gece her şey değişti. Hafez rüyasında Hz. Ali'yi gördü. Ali ona cennet yemekleri sundu, ab-ı hayat içirdi. O günden sonra Hafez eşsiz bir şair oldu. 
Bu olay bize Anadolu âşıklarının saza, söze başlamasını hatırlatır. Onlar da bir gece rüyalarında bir dilberin veya bir dedenin kendilerine bâde içirdiğinden, ondan sonra da dillerinin çözüldüğünden bahsederler. 
Hafez olayı şöyle anlatır:
"Düş vakt-i seher ez guşsa necatem dadend 
Vanderan zulmet-i şeb ab-ı hayatem dadend"

Tercümesi: 
"Dün seher vakti beni gamdan kurtardılar,
O gece karanlığında bana ab-ı hayat sundular." 
Hafez'ın bundan sonra yazdığı şiirleri Horasan, Türkistan, Hindistan, İran, Azerbaycan, Irak'ta elden ele dolaşır oldu. Padişah meclislerinde okundu. Hafez 1387'de Şiraz'da Timur ile de görüştü. 
Şiirlerini daha çok gazel tarzında yazardı. Şarap, meyhane, aşk onun başlıca konularını teşkil ederdi. Sahte mutasavvuflara, göstermeci zahitlere (kaba sofu, aşırı sofu) çatardı. Türk şairlerinden Şeyhi, Ahmet Paşa ve Fuzuli'yi etkilemiştir. Hafez'ın Lisan-al gayb adıyla da bilinen Divanı'nı İranlılar fal niyetine açar, denk gelen gazele mânâ vererek sıkıntılarına çare ararlar. 
Ama Hafez'ın özellikleri bunlardan ibaret değildir. O hayatıyla, Sünniliği ve Aleviliği bütünleştirerek bir başka görev daha ifa etmiştir. Ayrımcılığın, bölünmenin, kısır çekişmelerin İslam'a ve insana ne büyük zararlar verdiğini görmüştür. Hilafetle, imametle, kişilerle uğraşmayı hiç düşünmediği gibi, yüzyıllar önceki olaylara takılıp birbirlerine düşmanlık güdenlere büyük bir ders vermek istemiştir. 
Bunu da çok şaşırtıcı bir şekilde yapmıştır.
Şii İranlıların ellerinden düşürmedikleri Alevi Hafez'ın Divan'ı, ALİ düşmanı Yezid'in şu beytiyle başlar: 
"Enel mesmumu ma indi bitirakın ve la rakı
Edir k'sen ve navilha ela ya eyyuhen saki" 

Tercümesi:
"Saki!.. Döndür kadehi!.. Herkese sun!.. Bana da ver!..
Çünkü aşk öyle kolay göründü ama, sonradan çok müşgülat çıkardı." 
Hafez bu davranışlarından dolayı çok tarize uğramış, hatta devrin önemli çoğu şahıslarınca ayıplanmıştır. Kendisine neden böyle yaptığı sorulduğunda, "Kâfirin malı mümine helâldir," nüktesiyle cevap verirdi. 
Elbetteki Hafez'ın anlatmak istediği şey başkaydı. O, insanların iyiler ve kötüler diye iki gruba ayrılamayacağını; iyilerin hatalı yanları olduğu gibi, kötü diye bilinenlerinde iyi yanlarının olabileceğini ve insanlar öldükten sonra da cemiyete sadece iyi yanlarının kalacağını göstermek istemişti. Çok iyi bir şair olan Yezid'in bu beytini de Divanı'nın başına Besmele gibi koymuştu. Üstelik bu işi sofuluğu ile meşhur Timur zamanında yapmıştı. 
Böylece Emevi Halifesi Ömer (ki camilerde Ali'ye sövmeyi o kaldırmıştı) ve Abbasi Halifesi Memun (o da İmam Rıza'yı kendi yerine halife yapmak istemişti) ve daha niceleri gibi, Hafez da Sünni-Şii sürtüşmesine son vermeye çalışmıştı. 
Hafez 1390 yılında vefat etmiş, Şiraz'da toprağa verilmiştir. 


Yahya Kemal, 
"Hafız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış,
Her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış,
Eski Şiraz'ı hayal ettiren ahengiyle." 
diyerek, Hafez'ın hâlâ bizlere ışık tuttuğunu anlatmak istemiştir.
Hafez'ın gazellerinden bazı beyitleri Abdülbaki Gölpınarlı'nın tercümesiyle sunuyoruz:
"Ayb-ı rindan mekun ey zahid-i pakize-sirişt
ki günah-i digeran ber tu nehahend nuvişt" 
Tercümesi:

"Ey tertemiz yaratılışlı zahit!.. Rintleri ayıplama.
Başkasının günahını sana yazmazlar ki!..
Ve diğerleri:


Ben ister iyi olayım, ister kötü... Sana ne?
Sen kendi derdine bak... Herkes kendi ektiğini biçer.
TANRI'nın ezeli lutfundan beni meyus etme!..
Perde ardında kim güzeldir kim çirkin, ne bilirsin?..

Zahit, Tanrı'nın mekrinden sakın emin olma!...
Çünkü ibadet yurduyla muğların kilisesi arasındaki yol,
o kadar uzak değil... Pek yakın!...
Mürşidim pir-i mugan olduysa, ne var ki?..
Hiçbir baş yoktur ki, onda TANRI'nın bir sırrı olmasın!..
Zahit, Kevser Şarabını istedi, Hafez şarap kadehini!..
TANRI bu ikisinden hangisini istiyor? Acaba O'nca makbul hangisi?
Ab-ı Hayat'la İrem Bağı'nın mânâsı,
Irmak kıyısında lezzetli şaraptan başka bir şey değildir!..
Mescidden maksadım, vuslatın!... Meyhaneden de!..
TANRI şahittir ki, bundan başka bir hayalim yok!
Hafız'dan son olarak Rıza Tevfik tercümesi bir gazel sunalım ve büyük üstadı gönlümüze gömelim:
Gün gice elde gülfam peymane sundu yar ab
Uşşaka bir kadehten bahşetti vaslı Yarab
Neşvan-ı may-ı HAK'kız, raznâmemiz muhabbet
Ol cam-ı cem müzehheb, merbub-u aşka mihrab

HAFEZ üstad diyor ki:
- "Gece gündüz elimizde o gül renkli kadeh, sevgilinin sunduğu şarabı içmekteyiz.
ALLAH âşıklara vuslatı, TEK kadehten bahşeder. (VAHDET) Bizler ALLAH Aşkı'nın sarhoşlarıyız. Sırrımız da muhabbettir, aşktır. Ve o CEM kadehi pırıl pırıl süslenmiş, işlenmiş halde aşk kölelerinin mihrabı haline gelmiştir."

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...