06 Ekim 2018

SPATYOM YAPISI VE İŞLEVİ




SPATYOM YAPISI VE İŞLEVİ

İbrahim Aleyhisselâm, Oğlunu Kesmeyecek miydi? (1)

İbrahim Aleyhisselâm, Oğlunu Kesmeyecek miydi?
(1)
Besmele, hamdele ve salat u selamdan sonra…
Kur’ân ve Sünnet üzerinde gelişi güzel bir şekilde konuşmayı marifet sayan, daha doğrusu usûlsüzlük usûlünü kendilerine usûl edinen ilim ve edep mahrumu bir garip nesil yetiş(tiril)di. 
İşleri güçleri imamlarımızı ve Sahabe’yi kâmilen devreden çıkarmayı da aşarak Allâh’a ve Resûlüne din öğretmek ve onlarla kavga etmekten ibaret. Artık bunların yalancı şöhret için yapamayacakları iş, dalamayacakları çukur ve artık harcayamayacakları insani, İslâmî ve îmânî hiçbir değer kalmadı dense yeridir. 
Kimselerin bulamadığını bulup orijinal bir metin getirmiş olmak maksadıyla hadis uyduran yalancılar gibi bu kuşak da yeni bir şeyler icat etmek için kan ter içinde koşturup durmaktadırlar. 
Kur’ân’ı doğru anlama ve ona uyma iddiasıyla Efendimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’in, Sahabe Radıyallâhu Anhum’un, Ehl-i Sünnet imamlarımız olan müfessirlerimizin, müçtehidlerimizin ve diğer İslâm alimlerinin ortaya koydukları doğru tefsir ve anlayışları yok edip tahrif etmektedirler.
Ortaya attıkları o eşsiz cevherlerden(!) biri de Allâh’ın İbrahim Aleyhisselâma ‘oğlunu boğazla’diye bir emir vermediği… Kâzip şöhret için ortaya attıkları bu zırva ve saçma sapan iddialarından açıkça anlaşıldığına göre bunlar Allâh’dan korkmamakta ve O’nu yalanlamaktadırlar.
Oysa Rabbimiz, Kitâb’ı Kur’ân-ı Kerîm’inde Resûlü İbrahim Aleyhisselamdan ve oğlundan naklederek şöyle buyurmaktadır:
رَبِّ هَبْ لِي مِنَ الصَّالِحِينَ * فَبَشَّرْنَاهُ بِغُلَامٍ حَلِيمٍ * فَلَمَّا بَلَغَ مَعَهُ السَّعْيَ قَالَ يَابُنَيَّ إِنِّي أَرَى فِي الْمَنَامِ أَنِّي أَذْبَحُكَ فَانْظُرْ مَاذَا تَرَى قَالَ يَاأَبَتِ افْعَلْ مَا تُؤْمَرُ سَتَجِدُنِي إِنْ شَاءَ اللَّهُ مِنَ الصَّابِرِينَ * فَلَمَّا أَسْلَمَا وَتَلَّهُ لِلْجَبِينِ * وَنَادَيْنَاهُ أَنْ يَاإِبْرَاهِيمُ * قَدْ صَدَّقْتَ الرُّؤْيَا إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ * إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْبَلَاءُ الْمُبِينُ * وَفَدَيْنَاهُ بِذِبْحٍ عَظِيمٍ

“Ey Rabbim!.. Bana salihlerden (bir çocuk hibe et.) Bunun üzerine ona halîm bir erkek çocuğu müjdeledik… 
Onunla yürüme yaşına varınca da ‘Yavrucuğum!.. Ben kendimi rüyada seni boğazlarken görüyorum, bir bak, ne düşünüyorsun’ dedi. (İbrahim aleyhiselamın oğlu babasına) ‘Babacığım!.. Sana emredileni yap… Beni -inşaellah- sabredenlerden bulacaksın’ dedi. 
İkisi de (Allâh’a) teslim olup (İbrahim aleyhisselam, oğlunu) yüzü üzerine yatırınca, biz O’na, ‘Ey İbrahim! Rüyayı tasdik ettin, doğruladın’ diye seslendik. 
Biz, hiç şüphe yok ki, muhsinleri (Yaptığını güzel yapanları ve Allâh’a O’nu görüyormuşçasına kulluk edenleri) işte böyle mükâfatlandırırız… Şüphesiz ki bu, elbette apaçık bir imtihandır, sınamadır… Ve biz O’na onun (keseceği oğlunun) yerine büyük bir zibh’i 
(Boğazlanacak bir hayvanı, koçu) verdik.”[1]
Mesele gayet açık, mânâ çok net ve berrak. Onu ayrıca Sünnet de tafsil ettiği ve açıkladığı gibi İslâm âlimleri bu açıklamaları daha da açık hale getirmişlerdir. 
Ancak bu iğrab kahramanları, yani yeni ve turfanda görüşmeraklıları yine yukarıdaki âyetleri Ümmet’in tamamının anlayamadığını, hatta daha da kötüsü Kur’ân’ın evrensel mesajına uymayacak bir şekilde tamamen yanlış anladığını, tek kendilerinin doğru anladıklarını iddia etmektedirler. 
Hayır, yanlış anlamadınız, Kur’ân’ın indirildiği tarihten günümüze kadar Peygamber Efendimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem ve Ashab Radıyallâhu anhum da dâhil hiçbir kimse, tek bir İslâm ve dil âlimi bu meseleyi doğru anlayamadı, ama bunlar doğru anladılar(!). Zamanla da alakasız olan bu meseleyi yalnız bunlar anlayabildiler(!). Şu mevzuda hiçbir şey söylenmese saçmalıklarının anlaşılması için bu bile yeter. 
Bu âyetleri getiren peygamber Efendimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’e ve ilk muhatapları olan Ashâbı Radıyallâhu anhuma niye sorsunlar?! İlmi bir meseleyi gerçek mânâda otorite olan ilim erbâbıyla neden müzakere etsinler. 
Şizofren bir rahatsızlık seviyesinin getirdiği saplantı neden münakaşa mevzuu yapılsın, öyle değil mi?!
Evet, aslında bu mesele üzerinde hiç konuşulmasa da; böyle bir tavır içinde olmaları bile ortada tedavisi cidden zor, belki de imkansız bir ruh hastalığının bulunduğu ilk bakışta görülmektedir. Böyle bir teşhis için hiç de öyle mahir ve usta bir tabip olmaya lüzum bulunmadığı gibi basit muayeneye bile hacet yoktur. Bütün bunlara rağmen sırf bakış çarpıklıklarını göstermesi ve aynı zamanda hem ağlatan hem de güldüren bu tablonun dikkatle ve ibretle seyredilmesi için -esasen değmese bile- hiç değilse başkalarının menfaati için bizzat kendi ifadelerini burada tahlil edeceğiz.
İşte size Cansu Canan isimli bir hanımefendinin sorup Mehmet Okuyan ile Caner Taslaman Beylerin cevaplar verdiği sahnedeki Karagöz-Hacivat oyunundan bir perde ve kısa tahlili:
Okuyan: Şimdi deniyor ki, Allâh Teâlâ bir peygambere nasıl olur da bir çocuğun kesilmesini emreder? Çünkü Kur’ân’ın evrensel bir kuralı vardır ve bütün dini öğretilerde de bu en başta gelir. Bu kural maide suresi otuz ikinci ayette yer alır. Yani bir cana karşılık olmaksızın ya da toplumda bir fesadı öngörme tehlikesi olmaksızın kim bir cana kıyarsa bütün insanlığı öldürmüş gibidir… 
Böyle sebepsiz yere bir çocuğu öldürmenin bütün insanlığı öldürmekle eş değer olduğu öğretisinin herkes tarafından, hele ki, peygamberler tarafından çok net bilindiği bir ortamda nasıl olur da Allâh Teâlâ Hz. İbrahim’e oğlunu kesmeyi emreder? Bir defa sözün en başında söyleyelim… 
Allâh Teâlâ’nın böyle bir emri yok.
Canan: Nasıl yani? Okuyan: Allâh Teâlâ Hz. İbrahim’e oğlunu kes falan demiyor. Canan: Peki bu kıssalarda anlatılan neler? Rüyasında gördü falan… Peygamberlerin rüyaları vahiy; biliyoruz.
Cevap:
1- O aklını putlaştırarak Allâh celle celalühuya ve Resûlü Sallallâhu Aleyhi ve Selleme yol göstermeye kalkışanlar işte böyle saçmalarlar. 
Peki, şuna ne diyecekler? Evvela Peygamberler de dahil bütün canlılar ölürler. Çünkü
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ
Her bir nefis ölümü tadar.”[2]
Yine
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ
“Dünya üzerindeki her bir kimse (ve varlık) fanidir.”[3]
Sonra, bunlar kendileri mi ölürler, öldürülürler mi? Allâh’a göre hiçbir kimse ve hiçbir varlık kendi başına ölmez, aksine öldürülür. Zira
 حِينَ مَوْتِهَا اللَّهُ يَتَوَفَّى الْأَنْفُسَ
“Canları, ölecekleri zaman (başkası değil) Allâh alır.”[4] Peki, Allâh Teâlâ bu canları vasıtasız değil de vasıta ile aldığına göre kimin vasıtasıyla alır?
Rabbimiz şöyle buyurdu:
{ قُلْ يَتَوَفَّاكُمْ مَلَكُ الْمَوْتِ الَّذِي وُكِّلَ بِكُمْ }
/“De ki sizin canınızı, sizin için vazifelendirilen ölüm meleği alır.”[5]
Tek başına mı? Ölüm meleği canları, Allâh
الَّذِينَ تَتَوَفَّاهُمُ الْمَلَائِكَةُ
“Canlarını meleklerin almakta olduğu kimseler”[6] buyurduğuna göre, başka meleklerin de yardımı ve vasıtasıyla alır. Demek ki, her ölen, bir şekilde öldürülmektedir. Kimileri sadece birinci vasıta olarak ölüm meleği, kimileri de birinci vasıta olan ölüm meleği ve ondan sonra gelen ikinci vasıtalar olan kullar tarafından öldürülmektedirler. Sizin anlayacağınız her ölen mutlaka bir şekilde öldürülmektedir. 
Ya sırf ölüm meleği ve melekler veya ölüm meleği ve başka kullar tarafından. Bir de küçük çocuklar da dahil bir günah veya fesat içinde olmamalarına rağmen Allâh Teâlâ tarafından meleğe, ikinci vasıtalar bulunmaksızın öldürtülenler var. 
Allâh Teâlâ’nın sırf ölüm meleğine öldürtmesiyle ölmeyen hiçbir canlı bulunmadığına göre, bu süper akıllılar bunların hesabını Allâh’a mı soracaklar? Kulların Allâh’ın, sebepler ve vesileler olarak öldürün veya öldürebilirsiniz dediklerini öldürmeleri ile öldürmeyin dediklerini öldürmeleri arasındaki o apaçık farkı görüp anlayamayacak akıl seviyesi sahiplerine bilemiyorum ne denebilir?
2- O, ‘Kim birini, bir kimseyi öldürmediği yahut yeryüzünde bir fesat çıkarmadığı halde öldürürse, sanki insanların tamamını öldürmüş gibi olur’[7] mealindeki âyet muhakkak ki diğer âyetler gibi haktır, ona da iman ettik. Ancak bu hüküm, Allâh veya peygamber olmayanlar yahut da peygamberin açıkça öldür emri vermediği kimseler içindir. 
Yoksa Allâh Teâlâ -bir aylık çocuk da dâhil- kullarının suçlu suçsuz tamamını, meleğine öldürtmek suretiyle öldürüyor. 
Onları meleğe, araya isterse bir başka vasıta koymadan, isterse melekten başka vasıtaları sokarak öldürtür. 
Haksız yere adam öldürdüğü yahut yeryüzünde fesat çıkardığı için öldürülmesi emrini verdiği kimseler de var. 
Bu öldür emrini yerine getirecek kulları da çeşit çeşittir. 
Bunlar kimi zaman işi Şer’î dairede yerine getiren kimseler, bazen de kullara bakan yanıyla haksız yere öldüren zalim katiller olurlar.
Hasılı hakikaten Allâh’ın, birinci vesile olarak da ölüm meleğinin onları öldürmesine bir şekilde vasıta edilirler.. Lakin o katillerin bu işe vasıta olmaları onları mesul olmaktan asla kurtarmaz..
Mü’minlere göre,
لَايُسْأَلُ عَمَّا يَفْعَلُوَهُمْ يُسْأَلُونَ/“Allâh’a yapacağından hesap sorulmaz; onlara sorulur..”[8]
3-Allâh Teâlâ peygamber olan bir kuluna şunu öldür dese, onu suçsuz gören bir peygamber, O’na, ne suçu var, onu neden öldüreceğim? diye sual mi soracak yahut itiraz mı edecek? Hatta bir peygamber, Ümmetinden bir ferde suçu bilinmeyen bir kimseyi öldürmesini emretse, sözünü dinleyip icabını yerine getirmeyecek mi? Ne dersiniz, ona isyan mı edecek? Görülüyor ki bu vatandaşımızdaki ve onun gibilerindeki sıkıntı kesinlikle, Allâh Teâlâ’ya ve Resulü Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’e ya hiçbir şekilde veya istenilen ölçüde iman edememe ve teslim olamama belası.
4- Üstelik, akıllılar bilirler ki, bir kimsenin suçsuz olması ile suçunun ne olduğunun bilinmemesi apayrı şeylerdir. Olabilir ki, birinin suçu vardır ama sen ve ben onun ne olduğunu bilmiyoruzdur. Hadır (yahut Hıdır) aleyhisselamın öldürdüğü ve Musa aleyhisselamın neden suçsuz olmasına rağmen öldürdün dediği çocukta olduğu gibi. Anlaşılıyor ki, bunlar, evrensel öğreti dedikleri bu ayetle, harbiden Allâh’a bile yol göstermeye çalışıyorlar.
5– Allâh Teâlâ Kur’ân’da böyle bir emir vermedi denmekle de başta hem Allâh, hem de Resûlü yalanlanıyor. Âyetteki
يَاأَبَتِ افْعَلْ مَا تُؤْمَرُ سَتَجِدُنِي إِنْ شَاءَ اللَّهُ مِنَ الصَّابِرِينَ/‘Babacığım sana emredileni yap” sözü burada bir emrin olduğunu açıkça gösteriyor. Bunun öteye beriye sündürülmeye çalışılması ile hem Allâh Teâlâ, hem İbrahîm aleyhisselam hem de bizim peygamberimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem yalanlanmakta hatta onlardan her birine açıkça ağır bir hakaret edilmektedir. Hem de akla, akıl almaz bir darbe indirilmektedir. Nitekim bu meselenin üzerinde ileride de yeri geldiğinde durulacaktır.
6- Bir de buradaki ‘Bak bakalım, ne düşünüyorsun?’ sözündeki emrin ve sualin ne mânâya geldiğini bilip anlamak icap eder. 
Anlayabilmek için de kişide bilhassa birkaç değerin bulunması lazımdır: Kâfi miktarda akıl ve idrak, bilhassa Arap dili ve edebiyatı ilmi, Usûl-i fıkıh bilgisi, iman, ihlas ve teslimiyet. Bunlardan birisinde kifâyetsizlik olursa, iş anlaşılmaz hal alır. Hele hepsinde yeter seviyenin altına düşülür ve bir noksanlık bulunursa mesele hepten karışır.
Bari biz biraz anlatalım:
Emir: Bir kimsenin (birinden veya birilerinden), kendini ondan üstün görerek bir işin yapılmasını, istemesi. Yani, üstünlük talebi yoluyla ve emredenin üstün olsun veya olmasın kendisini üstün görmesi ile. Bu, emrin hakiki ve asıl mânâsıdır. Başka bir takım mânâları da vardır:
Birincisi: Mubahlık. Ali veya Veli ile otur cümlesindeki otur emri gibi. Buna göre, isterse, birisiyle, isterse ikisiyle oturabilir, isterse de hiçbiriyle oturmaz..
İkincisi: Tehdît yani korkutma..Rabbimizin{اعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ} /‘Dilediğiniziyapın’[9]ayetindeolduğugibi. Çünkü, burada anlatılmak istenenin, istedikleri her bir işi yapmalarını emretmek olmadığı açıktır.
Üçüncüsü: Tâciz.
Kitabımızın{ فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ }/‘O halde onun gibisinden bir sûre getirin’âyetinde olduğu gibi. Çünkü burada söylenmek istenen onun gibi bir sûrenin getirilmesi değildir; zira bu bir muhaldir, imkânsız bir şeydir. Maksat, âciz olduklarını göstermektir.
Dördüncüsü: Teshîr. Emir verilen kimsenin, gücü yetmediği bir hususta emredenin iradesine bağlı ve onunla sınırlı hale getirilmesi. 
İlahi Kelâm’ın { كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئِينَ }/‘Alçak maymunlar olun’ayetinde olduğu gibi. Burada da murad edilen onların maymun olmaları değildir. Zira bunun onların elinde olan bir şey olmadığı açıktır, buna güçleri yetmez. Lakin onlar, -kendileri olamasalar da ve böyle olmaya güçleri yetmese de- iradelerinin ve güçlerinin dışında bir şekilde maymunlar haline gelmeye mecbur bırakılıyor ve maymun oluyorlar.
Beşincisi: İhanet. Birine yahut birilerine verilen emrin onu veya onları zillete ve aşağılığa ve sürünür hale düşürmek için verilmesi..[10]
{ كُونُوا حِجَارَةً أَوْ حَدِيدًا}/ ‘Bir taş yahut bir demir olun’[11] ayetindeki gibi. Burada anlatılmak istenen, muhatapların gerçekte taş veya demir olmaları değildir. Çünkü bu da onların elinde değildir, kendi irade ve kudretleriyle taş yahut demir olamazlar. O halde -Allâhu alem- onların mühimsenmemesi ve benzeri mânâlar kast edilmekle alçak hale düşürülmüş olabilirler.
Altıncısı: Tesviye. Müsavi kılma, bir tutma. Muhataba bir şeyi yapıp yapmamayı bir sayması için verilen emir.
{فَاصْبِرُواأَوْلَاتَصْبِرُواسَوَاءٌعَلَيْكُمْ}/‘Sabredin yahut sabretmeyin; birdir, aynıdır’[12] ayetinde olduğu gibi. 
Burada bir emir sigası/kalıbı varsa da illâ da sabredilmesi istenmiyor.
İbahe ile tesviye arasında ne fark var? denilecek olursa buna şöyle bir cevap verilebilir:
Emrin ibahe olduğu yerde şöyle bir zan bulunur: İşin yapılması bir kimsenin kendine mahzurlu ise de ona bu işi yapmak için izin verildi; ancak, kişi o işi yapmadığı takdirde günah almaz. Tesviyede ise kişi bir işi yapmayı yahut yapmamayı kendisi için daha faydalı gördüğünde bu emirle bu zannı ortadan kaldırılır ve ona yapıp yapmamaktan her birisinin diğerine müsavi, onunla bir olduğu anlatılmış olur.
Yedincisi: Temenni. Bir şeyin yapılmasını temenni etmek mânâsındaki emir kalıbı. Cahiliye devri şairinin (اَلاَ اَيُّهَا اللَّيْلُ الطَّوِيلُ اَلاَ انْجَلِي ) / ‘Ey o uzun gece! Artık açıl, sabah ol…‘ mısrâında geçen açıl emri gibi. Burada gerçekte gecenin karanlığının gidip sabahın ışığının açması emredilmemektedir. 
Çünkü bu şairin yahut gecenin gücü dahilinde olan bir şey değildir. Aksine bu, sabahın açması temennisinden başka bir şey değildir..
Sekizincisi: Dua. Kulun Rabbinden bir şey istemek için kullandığı emir kalıbı. رَبِّ اغْفِرْ لِي وَلِأَخِي ‘Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla…’[13] ayetinde olduğu gibi. Buradaki talep emir kalıbıyla da olsa maksat duadır. En küçüğün en büyüğe emretmesi nasıl düşünülebilir? O halde bu, emir kalıbıyla da olsa zillet içinde yalvarıp yakararak ondan dilenmek demektir.
Dokuzuncusu: İltimas. Bir kimsenin akranına yani kendi seviyesinde olan birine seslenerek kendisini ondan üstün tutmadan ondan bir şeyi yapmasını istemesi için kullandığı emir. 
Bu da emir kalıbıyla olsa da hakikatte emir değildir.[14]
Bu kadarıyla iktifa etmiş olalım. Usûl-i Fıkıh kitaplarımızda emrin yirminin üzerinde mânâsı gösterilmiştir. Bu mânâlara göre Allâh Teâlâ Peygamberine kesin emir vermiş olsaydı onu mutlaka yerine getirirdi deyip âyeti tahrif edenler cahilliklerini işte böyle sergilemiş oluyorlar. Hâsılı, Sünnet ve icma hesaba katılmazsa bile dil kâidelerine göre Allâh Teâlâ, bu emri, kesin yap mânâsında vermemiş de olabilir. Belki ibâhe, belki tesviye, belki irşad belki de bir başka mânâda vermiştir. Yani emrin birçok çeşidinde yerine getirilme imkanı veya şartı yoktur. Dil bilmeyen ümmiler din üzerinde konuşmaya kalkışırlarsa işte bu hallere düşerler.
Ancak biz, yine de diğer âyet ve hadis naslarından, Sahabe Radıyallâhu anhum ve imamlarımızın anladıklarından kalkarak ve hareket ederek bunun yap mânâsında bir emir olduğuna inanıyoruz. Bununla beraber sözü bu kadar uzatmaktan maksadımız şunu iyice anlatabilmektir: Nasslara bir an için göz kapatılsa bile bu kadar ilmî ve aklî ihtimallerin bulunduğu bir yerde onlardan sadece son derece zayıf bir ihtimale kilitlenerek meseleyi akla ters görüp göstermek ve reddetmek zır cahil olmanın yanında çok büyük bir akılsızlıktır.
5- Sonra… İbrahim aleyhisselam’ın oğluna sorduğuna, ne düşünüyorsun demesine gelince. Bu noktada, ilim ve akıl sahiplerinin kendileri ve başkaları nezdinde iyice açıklık kazandırmak zorunda oldukları bir mesele, cevabını doğru vermek mecburiyetinde oldukları bir sual var:
İstifham, yani sual sormak ne demektir, nasıl olur? Her sorulan sual, bilgi sahibi olmak yahut danışmak için mi sorulur? Hayır.
Evet, sual birçok şekilde ve mânâda sorulur. Her sual bir şey öğrenmek veya birilerine danışmak için sorulmaz. Sualin de bir nice mânâsı ve şekli vardır. Lâkin tabiîdir ki bu mesele sokağın çorbacı Arapçası ile bilinmez.
İstifhamın Mânâlarından Birkaçı:-İsti’lâm. Bir şeyi öğrenmek için sual sormak. Bir kimsenin bilmediği bir şeyin kim, ne, hangi zaman, hangi yer olduğunu, halini, cinsini, vasfını yani nasıl olduğunu, şahsını, başka varlıklarla ortak olduğu şeylerden tefrik ve temyizi ile sayısını öğrenmek istemektir. Bu Allâh Teâlâ için bahis mevzuu olmaz. Çünkü O, her bir şeyi hakkıyle bilir, bilmediği bir şey yoktur. Buna rağmen O’nun Kur’ân’da kullarına sorduğu nice sualler vardır. O halde sual başka mânâlar için de sorulur. Hatta kulların kendi aralarında kullanageldikleri suallerde de bir şeyi bildiği halde sorma işine sıkça rastlanır.
–İstibta. Bir şeyin geç kaldığını anlatmak için sual sormak.
Birine seni kaç defa davet ettim; icabet etmiyorsun? diye sormak gibi. Yani gelmekte geç kalıyorsun..
–Teaccüb. Şaşkınlığını bildirmek için sual sormak..
{ مَا لِيَ لَا أَرَى الْهُدْهُدَ }/“Ne oluyor bana, Hüdhüd’u görmüyorum?”[15] âyetindeki sual gibi. Yani ‘Hayret!.. Hüdhüd’ü görmüyorum’ mânâsına.
–Takrir. Bir şeyi, sorulan kimseye tasdik ettirmek için sormak..
{ أَلَيْسَ اللَّهُ بِكَافٍ عَبْدَهُ }/“Allâh Teâlâ hiç kuluna yetmez mi?”[16] âyetindeki sual gibi. Yani elbette yeter dedirtmek için sorulan sual.
–İnkar. Azarlayarak reddetmek için sorulan sual. Kitabımızdaki
{ أَتَأْتُونَ الذُّكْرَانَ مِنَ الْعَالَمِينَ }/ “Erkeklere mi varıyorsunuz?”[17] ayetindeki sual gibi.Yani azarlayarak böyle yapmamalısınız demek mânâsında bir sual. Yoksa Allâh Teâlâ neyin ne olduğunu hakkıyle bilendir.
–Tekzip.Sual ile sorulanı yalanlamak şeklindeki istifham. Kur’ân’daki
{ أَفَأَصْفَاكُمْ رَبُّكُمْ بِالْبَنِينَ }/“Yoksa Rabbiniz sizi erkek çocuklar için mi seçti?” âyette geçen sual gibi. Yani böyle yapmadı.
–Tehekküm. İstihza, alay. Yani bir şeyi, öğrenmek için değil de dalga geçmek için sormak. Allâh Teâlâ, Resulü Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’e müşriklerin şöyle söylediklerini haber vermektedir:
أَصَلَاتُكَ تَأْمُرُكَ أَنْ نَتْرُكَ مَا يَعْبُدُ آبَاؤُنَا /“Babalarımızın ibadet ettiklerini terk etmemizi sana namazın mı emretti?”[18]
Müşrikler, namazın böyle bir şey emretmediğini bildikleri halde dalga geçmek için bu suali soruyorlar..
–Tahkîr. Yani hakir görmek için.. Birisi için, aşağılayarak “Kimdir bu?” diye sormak gibi. Bu yedi yerden hiçbirisinde bir şey öğrenmek için sual sorulmaz. Buradaki İbrahim aleyhisselam’ın oğluna ‘Ne düşünüyorsun?’ şeklindeki sualinde Kur’ân’ın hem ruhuna hem de cesedine uyan en münasip sual çeşidi takrir sualidir. Böylece kesinkes anlaşılmıştır ki; İbrahim aleyhisselam’ın, Allâh Teâlâ’nın oğlunu kes emrinden sonra, ona ne düşünüyorsun? diye sorması, asla bu kesme işini yapalım mı yapmayalım mı şeklinde bir danışma değildi. Aksine takrir manasındaydı. Yani bunu ona da söyletmek, yahut oğlunun içindeki hisleri dışarı döktürmek ve bunları öğrenmek için idi.
6- Üstelik sual edatlarından olan ( ما )/‘ne’ manasındaki sual edatı bir şeyin cinsini öğrenmek için kullanılacağı gibi, vasfını anlamak için de kullanılır. Nitekim Sekkâkî el-Miftah’ında böyle demekte ve şu misali vermektedir:
( مَا زَيْدٌ وَمَا عَمْرٌ)/Zeyd nedir ve Amr nedir? Yani vasıfları nedir, nasıldırlar? Böyle bir sualin cevabı, cömerttirler veya faziletli kimselerdir şeklinde olur.[19] Buna göre ‘Bir bak ne düşünüyorsun?’ diye sormak, bu işin halinin ve şeklinin nasıl olmasını düşünüyorsun demek mânâsında olabilir. Nitekim İbnu KesirRahimehullâh
 وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ/‘İş hususunda onlarla müşavere et’[20] âyetinin tefsirinde Efendimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’in harplerde de müşavere ettiğini ifade etmiştir. Halbuki cihad kat’î bir farzdı. Harp edilecek de nasıl yahut nerede veya ne zaman, müdafaa şeklinde mi taarruz ile mi, burada mı, şurada mı? Yani sorulan, işin vasfı ve teferruatı.
7- Vahiyden uzak bir hayatın içinde bulunan din ile alakalı ilmi olmayan ümmi bir hanımefendi bile Peygamberlerin rüyalarını bunlardan daha doğru anlayabilmektedir. İşin bu yanı da cidden ibretliktir. 
Suali inkari değil idiyse tabii.
Okuyan: Peygamberlerin rüyaları var da o rüyalarda görülen şeyler eğer ertesi gün ya da bir süre sonra vahye dönüştürülürse vahiydir.
Cevap: Aklî olsun naklî olsun, dişe dokunur hiçbir delili bulunmayan, hele Kur’ân’da tek bir mesnedi yer almayan saçma bir iddia. Bunlar tarafından Kur’ân’da yer almadığı için en sahih hadislere itiraz edilebilirken, böyle bir iddiayla belli ki -onların mantığına göre- Allâh’a ortak olunmak isteniyor. Ne garip, değil mi?!
Canan: Nasıl hocam ya!.. Yani bütün rüyaları vahiy yoluyla gelmiyor mu?
Taslaman: Hayır böyle bir ifade yok. Bir kere peygamberlerin rüyaları vahiydir diye bir ifade Kur’ân’da yok.
Canan: Ama vahiy olduğunu biliyoruz.
Cevap:
1- Faraza peygamberin bütün rüyaları vahiy midir? meselesinin naslar çerçevesindeki münakaşasını bir anlık bir yana koyacak olsak bile Allâh Teâlâ ve dinle alakalı rüyalarının vahiy olmaması aklen de asla düşünülemez. Öyle ya, karışık kuruşuk rüyalar ile aklı ve zihni bulanık hale gelen ve gönlü perişan olandan peygamber mi olur?!
2- Peygamberlerin rüyalarının vahiy olduğunun Kur’ân’dan en büyük delili şüphe yok ki üzerinde konuştuğumuz âyetlerde haber verilen İbrahim aleyhisselamın oğlunu kesmeye teşebbüs etmesi vâkıâsıdır. Şayet vahiy olmasaydı onu bir rüyaya dayanarak asla kesmeye kalkmazdı. Vahiy olmayan bir rüya ile bir masumun kesilemeyeceğini bilemeyecek kadar dinden habersiz ve ruh hastası olan dengesiz bir kimseden -değil bir peygamber- müezzin bile olamayacağı akıllıların malumudur. Peygamberlerin Allâh Teâlâ ile ve dinle alakalı rüyalarının vahiy olduğunun öyle bir ifade Kur’ân’da yoktur iddiasıyla inkâr edilmesi, bu âyetlerin tahrif yoluyla buharlaştırılması ve nihayet inkar edilmesi mânâsına gelir. Böyle sübûtu kat’î bir delilden kalkıp peygamber rüyasının vahiy olduğuna varmak yerine hiçbir delili olmayan peygamber rüyası vahiy değildir gibi batıl bir peşin iddiadan hareketle işi peygambere iftiraya ve hakarete kadar vardırmak -bırakın bir âlimi- hangi iyi niyetli bir akıllının yapmaya cesaret edebileceği iş olabilir?!
Hâsılı, meseleyi Kur’ân’a arz ettim, o bana bu inancın doğru olduğunu gösterdi. Siz de öyle dememiş miydiniz bana? Zaten sizin de dediğinizi bu değil miydi? Ne yapayım netice bu kapıya çıktı.
3- Peygamberlerin Allâh ve dinle alakalı rüyalarının vahiy olduğunun öyle bir ifade Kur’ân’da yoktur iddiasıyla inkâr edilmesi, âyetlerin inkarının yanında zahirde Sünnet’in ve aklın da inkârıdır. Değilse, bu iddia, usûlü ve konuşmayı bilmemekten doğmuştur. Öyle ya; farz-ı muhal Kur’ân’da hiçbir şekilde dolaysız olarak yer almadığı düşünülse bile Allâh Teâlâ’nın Sünnet’e tanıdığı sahada bulunabilir. Üstelik dolaylı ve üstü örtülü olarak bulunduğu için de görülmemiş de olabilir. Böylece Kur’ân’da da bulunmuş olur. Kaldı ki, peygamberlerin rüyalarının vahiy olduğuna dair bir takım merfu ve mevkuf rivayetler de vardır. Hiçbir Şer’î ve aklî imkânsızlığın bulunmadığı bu meselede Mü’minlere bu kadarı yeter. Bir defa daha açıkça ifade etmiş olalım ki; Sünnetsizler kabul etmese de Sünnet rivâyetleri Mü’minleri bağlar. O yüzden sırf onlar için işi Sünnet yanıyla da ele alacağız.
İbnu Ebî Hâtim, İbnu Abbas Radıyallâhu anhumâ’dan Resulüllah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in şöyle buyurduğunu rivayet etti [21]/“Peygamberlerin rüyası vahiydir.”{ رُؤْيَا الْأَنْبِيَاءِ وَحْيٌ }
Buharî ve başkaları, Ubeyd İbnu Umeyr Radıyallâhu anhu’dan şöyle dediğini rivayet ettiler:/ “Peygamberlerin rüyası vahiydir.”{ إِنَّ رُؤْيَا الْأَنْبِيَاءِ وَحْيٌ } Sonra da إِنِّي أَرَى فِي الْمَنَامِ أَنِّي أَذْبَحُكَ فَانْظُرْ مَاذَا تَرَى/‘Ben rüyada kendimi seni keserken görüyorum; bak, ne düşünüyorsun?’ âyetini okudu..[22]
İbnu Cerîr, İbnu Ebî Hâtim ve Hâkim İbnu Abbas Radıyallâhu anhumâ’dan ‘Ben (rüyamda) on bir yıldız gördüm’[23] âyeti hakkında şöyle dediğini rivayet ettiler:
{ رُؤْيَا الْأَنْبِيَاءِ وَحْيٌ }/ “Peygamberlerin rüyaları vahiydir..”[24]
Bu rivayetlerin inkârı için -eğer ortada şizofreni hastalığından doğan bir saplantı yoksa- inkâr edenlerde dört ihtimalden en az biri bulunmak mecburiyeti vardır:
Birincisi: Dini kökünden reddetmek.
İkincisi: Sünnet’i inkâr.
Üçüncüsü: Bu rivayetlerin sabit olmadığının ispatı. Bu ilmi ölçüler içinde ortaya konulacak. Yoksa aklıma yahut Kur’ân’a uymadı gibi gelişi güzel ifadeler buna yetmez. Öyle ya ben de benim aklıma uyduğu gibi bana göre Kur’ân’a hiç de ters düşmemektedir hatta çok da güzel uymaktadır derim geçerim. Bunlarınki akıl da benimki çakıl mı? Üstelik birçok başka aklî delil getirmeyle bunu ispat ederim.
Dördüncüsü: Cehl-i mürekkep mertebesinde bir koyu cahillik. Kişinin bir şeyleri bilmemiş olmasına rağmen tam tersine çok iyi bildiğine dair kör inatla da pekişen sarsılmaz bir kesin inanca sahip olması.
3- Kur’ân’da ve Sünnet’te açıkça veya dolaylı olarak da bulunmadığı farz edilse bile akıl ile bilinir ki, Allâh Teâlâ’nın dinini tebliğ için emin ve güvenilir kılıp korumaya aldığı bir peygamber Allâh Teâlâ ve din ile alakalı yanlış rüya göremez. Allâh Teâlâ buna asla müsaade etmez… Birazcık aklı olan bu kadarını kolaylıkla anlar. Burada ‘Ona koçu göndermekle netice itibarıyla buna müsaade etmedi’ denilmez. Çünkü bu asla olmaz.. Ama faraza olsa bile böyle bir iddia ancak ayette geçen emrin bu işin yapılmasına dair vucup yani kat’î bir talep manasına olduğunun kesinlik kazanması şartına bağlıdır. Emrin bir başka manada olmamasının katiyet ifade etmesi gerekir.. Oysa ortada böyle bir açıklık ve netlik de yoktur. Nitekim bu nokta ileride daha da izah edilecektir.
[1]     Sâffât:100-107
[2]     Ali İmran:185, Enbiya:35, Ankebût:57
[3]     Rahman:26
[4]     Zümer:42
[5]     Ali İmran:159
[6]     Nahl:28,32
[7]     Maide:32
[8]     Enbiya:23
[9]     Fussılet:40
[10]    Bu ihanet kelimesi avamın dilinde hıyanet yani hain olmak veya hainlik manasında kullanılması fahiş bir hatadır.
[11]    İsra:50
[12]    Tûr:16
[13]    A’raf:151, Sad:35, Nuh:28
[14]    Kayıtlı Muhtasaru’l-Meanî, eski Osmanlı baskısı:212-214’den kısaltarak..
[15]    Neml:20
[16]    Zümer:36
[17]    Şuara:165
[18]    Hud:87
[19]    Miftâhu’l-Ulûm:168
[20]    Âli İmran:159
[21]    İbnu Ebî Hâtim (10/3221, h.18231), İbnu Abbas radıyAllâhu anhumâdan. Bizzat bu rivayetin aynısını -Allâhu alem- Yûsuf aleyhisselam suresinde senediyle getirdiği için burada senedsiz olarak getirmiş.
[22]    Ed-Dürrü’l-Mensûr (12/431-432), [ Merkezü Hicr Li’l-Buhûs ve’d-Dirâsâti’l-Arabiyye ve’l-İslâmiyye, 1424 ] Buharî, (138,859) İbnu Cerîr (19/582), Ubeyd İbnu Umeyr radıyAllâhu anhu’dan..
[23]    Yusuf:4[24]    İbnu Cerîr (9/13), İbnu Ebî Hâtim (7/2101,h.11328), Hâkim (2/431),İ. Abbas radıyAllâhu anhumâdan.
İbrâhim Aleyhisselâm, Oğlunu Kesmeyecek miydi? (2),
Ä°brahim Aleyhisselam Oglunu Kesecek miydi 2

Taslaman: 
Peygamberimizin mesela bir rüyasının doğru çıktığı geçiyor. Başka bir rüyasında mesela sizlerin gözünde onları çok gösterdik, onların gözünde de sizleri çok gösterdik gibi bir ifade var. Burada görüyoruz ki, Peygamberimiz ve yanındakilerin rüyası doğru çıkmamış. Onları olduğundan az görüyorlar ve bir an önce savaşa giriyorlar.
Canan: Ama orda başka bir husus var. Vahiy yok ama cesaretlendirme var. Orduya cesaret aşılamak için o rüyayı gösteriyor.
Cevap: Oysa biz de bu ayete dayanarak görülen bu rüyanın vahiy olduğunu söylüyoruz. Vatandaşımız Taslaman’ın iddiasına delil olarak getirdiği ve karıştırdığı bu ayet, aslında kendini yalanlamaktadır. Ancak o, bunu bile anlamaktan uzak bir ilim ve idrak seviyesindedir.

Öyle ki: Ayette şöyle buyrulmaktadır:

{ إِذْ يُرِيكَهُمُ اللَّهُ فِي مَنَامِكَ قَلِيلا وَلَوْ أَرَاكَهُمْ كَثِيرًا لَفَشِلْتُمْ وَلَتَنَازَعْتُمْ فِي الأَمْرِ }

“Hani Allâh Teâlâ sana onları rüyanda çok az gösteriyor. Şayet onları sana çok gösterseydi elbette gevşer ve elbette (Onlarla harp etme) iş(i) hakkında birbirinizle çekişmeye düşerdiniz.”[1]

Bu ayette seri ve basit bir bakışla altı unsur görülmektedir:

– Bir haber verilmektedir.

– Bunu veren de Kur’ân yani bizzat Allâh Teâlâ’dır, vahiydir.

– Rüyada birine bir şey gösterilmesi vardır.

– Bu rüyayı gösteren, de yine Allâh Teâlâ’dır, vahiydir.

– Rüya gösterilen zat bir peygamberdir.

– Bu gösterilmede gösterilen de çok azdır.

Evvela, Allâh Teâlâ bu haberi verdiyse -ki vermiştir- bu haktır, doğrudur. Çünkü Allâh Teâlâ şöyle buyurmuştur:

{ وَأَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ }/“Biz sana Kitab’ı hak ile indirdik.”[2]

Yine buyurdu:

{ نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ }/“Sana kitab’ı peyderpey/parça parça hak ile (gerçek olarak) indirdi.”[3]

Yine buyurdu:

{ وَمَنْ أَصْدَقُ مِنَ اللَّهِ حَدِيثًا }/“Sözü Allâh’dan daha doğru olan kimdir? (Yoktur.)”[4]

Yine buyurdu:

{ وَمَنْ أَصْدَقُ مِنَ اللَّهِ قِيلًا }/“Sözü Allâh’dan daha doğru olan kimdir? (Yoktur.)”[5]

Demek ki:

1- Allâh Teâlâ’nın verdiği bu haber ve görülen rüya bütün unsurlarıyla doğrudur ve vahiydir.

2- Bu rüya doğru değildir demek Allâh Teâlâ’yı ve Resulü Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’i açıkça yalanlamaktır. O buna haktır derken doğru değildir demek, ya başka nasıl anlaşılabilir?.

3- Bir şeyin çok olabilmesi için aslında üç ferdinin bulunması yeter. Yani üç de çoktur, üç bin de çoktur, üç yüz bin de çoktur, üç milyon da çoktur. Ancak üç, üç bine göre azdır, üç yüz bine göre çok azdır, üç milyona göre ise çok çok azdır. İki, birden, üç de ikiden çok ise de, üç bin, üçten, üç yüz bin, üç binden, üç milyon üç yüz binden çok çok fazladır. Demek ki, hakiki olarak çok ve az bulunduğu gibi birbirine göre de çok ve az da vardır.

4- Şu halde O’nun müşrik ordusunu az görmesi, tuttuğu çitaya göre az olabilir. Yani muhtemelen O’nun katında o zamanki düşüncesine göre on bin sayısı bile azdı. Neden böyle olmasın?. Böyle olmamasını gerektiren akli veya naklî bir vucup mu var?!. Asla yok. O’na göre ‘çok’, belki yüz bindir. Bu, imkandan uzak olmayan bir ihtimaldir. Üstelik böyle olmadığını aklen de naklen de bilmiyoruz.

5- Yine faraza yüz bini, hikmet icabı on bin gibi görmesi rüyayı vahiy ve doğru olmaktan neden ve nasıl çıkarsın?. O haber doğrudur. Rüyanın görülmesi de doğrudur. O’na müşriklerin gösterilmesi ve onları gördüğü de doğrudur. Onları beklediğinden yahut hikmet icabı olduğundan az görmesi dahi doğrudur.

6- Hatta bu rüyanın doğru olmadığı, dolayısıyla vahiy olamayacağı iddiası asla Allâh Teâlâ’yı yalanlamaktan başka bir şey değildir. Zira rüya vahiy değildirdemek rüyayı ona Allâh Teâlâ göstermedi yahut gösterdiyse de doğru göstermedi demektir. Nereden bakılırsa bakılsın böyle bir iddia bir Mü’mini kafir yapar. Dikkat buyrulsun, kimse sözümün altında bir şeyler aramaya kalkmasın. Ben Taslaman’ın dinden çıktığını yahut kâfir olduğunu falan söylemiyorum.

Taslaman: Rüya eşittir vahiy diye bir şey yok.

Cevap: Ey lafızlar arasındaki nispetleri bile bilmeyen felsefeci ve mantıkçı!. Doğruyu söylüyorsan da ne yazık ki doğru söylemiyorsun. Bu iki lafız arasında tabii kimüsavaat/eşitlik nispeti yoktur. Aksine umum husus min veçhin nispeti vardır. Öyle ki, bir yandan bakarsak rüya vahiyden daha geniş, vahiy ise ondan daha dar yelpazelidir. Zira rüyanın içinde vahiy de vahiy olmayan şeyler de vardır. Diğer yandan bakıldığında ise vahiy, rüyadan daha geniş, rüya ise ondan daha dardır. Çünkü vahyin içinde rüya da başka şeyler de vardır. Şu halde rüya eşittir vahiy diye bir şey olmadığı gibi böyle diyen kimse de yoktur. Öyleyse boşuna konuşulmaktadır.

Okuyan: Yani bir peygamber rüyasında bir şey görürse o gördüğü şey ertesi gün yeni bir vahiy meleği ile yeni bir vahye dönüştürülürse vahiydir. Bakın eğer bu Allâh’ın emri olsaydı, yerine gelirdi. Eğer Allâh’ın emri olsaydı Allâh Teâlâ emrinden vaz geçmez.

Cevap:

1- Bu söz yukarıda da dediğimiz gibi kaale alınabilecek hiçbir naklî veya aklî delili olmayan boş hatta menfiliklerle dolu bir iddiayı bulundurmaktadır. Kitabî olmayan, yani kitapsız bir iddiadır.

2- Gösterilen mesnedi ise ilim ve anlayış noksanlığından doğan vahim bir vehim ve hatadır. Çünkü vatandaşımız, belli ki, buradaki emrin ne demek ve hangi manada olduğunu dahi bilmediği gibi emrin hükümlerinden dahi azıcık bile haberdar değildir; öyle görülmektedir. Hasılı o, nasıl olursa olsun bir şeyler söyleyeyim, bilgiçlik taslayayım derken derin bilgisizliğini birçok taraftan açık etmektedir.

Bazıları:

Birincisi: Emir, vucup yani mutlaka yap diye verilen bir emir olabileceği gibi,yapabilirsin yahut yapsan da yapmasan da birdir veya yapsan daha iyi olurmanasında bir emir de olabilir. Dil ve usul âlimleri emrin yirminin üstünde kullanılış şeklinin ve manasının olduğunu söylemişlerdir. Ya vucub yani mutlaka yap,yapmazsan asi olursun manasında hakikat, diğerlerinde ise mecaz veya değişik manaların hepsinde müşterektir. Buna göre, bir yerde vucup manasında olmadığı iddia edilirse, ya mecaz için hakikat manaya mani yahut da iddia edilen manayı ağır bastıracak bir karineye veya delile ihtiyaç vardır. Dolayısıyla pek ala peygamber tarafından yapılmadığına göre vücup yani mutlaka yap manasında olmayan bir emir idi denilebilir.

İkincisi: Bu emir, zayıf bir ihtimal de olsa emr-i tacizi olarak yani yaptırılmamak üzere, aciz bırakılmak üzere verilen bir emir de olabilir.

Üçüncüsü: Yine denilebilir ki, bu emir kısmen de olsa yerine getirilmiştir. Kısmi olarak gerçekleşen bir kesme ile emir ifa edilmiş oldu. Ancak ardında kesme ile hasıl olan yaralar hemen Allâh Teâlâ tarafından iyileştirilmiştir. Nitekim bu bazı tefsirlerde böyle yer almaktadır.

3- Hatta, İbrahim aleyhisselam’ın Allâh Teâlâ’nın emrini yerine getirmediğini kim söyledi? Getirdi. Çünkü Allâh Teâlâ } قَدْ صَدَّقْتَ الرُّؤْيَا {/‘Rüyanı doğruladın/yerine getirdin’ buyurdu. Dolayısıyla vatandaşımızın iddiasında bu ilahi haberi yalanlamak da vardır.

4- Vatandaşımızın Allâh Teâlâ emrinden vaz geçmez sözünde ifade yanlışlığı olmakla beraber nesih inkârı da vardır. Bu anlayışın altında, başta Kitap, sonra da Sünnet ve icma ile sabit olan ve Ümmet’in tamamının kabul ettiği nesh denen bir vakıayı kabul etmeme batıl düşüncesi yatmaktadır. Bu inkâr ona göre gerekli ise de Allâh’a, Resulüne ve Mü’minlere göre asla doğru ve caiz değildir.
Canan: İmtihan olmaz mı hocam?.
Taslaman: Tabii ki imtihan ama emir değil.
Okuyan: Allâh Teâlâ böyle bir şeyi önce emredip sonra vaz geçmiş olamaz. Sonra Allâh’ın aklına başka bir şey mi geldi?

Cevap:
1- Yukarıda da geçtiği üzere Allâh Teâlâ} { قَدْ صَدَّقْتَ الرُّؤْيَا/‘Şüphe yok ki rüyayı doğruladın’ yani sana emrettiğimiz kesme işini bir şekilde yerine getirdinbuyurdu. Allâh Teâlâ’ya ve ona inananlara göre bunun doğruluğunda en küçük bir şüphe yok ama vatandaşımıza göre varmış!.
2- Üstelik Allâh Teâlâ bir hükmü, bir emri bir müddet için verir, müddet bitince de bir başka hükmü getirir. Kimseye bir söz düşmez. Nesh inkârcıları gibi kimse de ona istikamet vermeye kalkışamaz, onun iradesine ipotek koyamaz. Burada pek alamubahlık yahut tesviye veya bir başka vaciplik bildirmeyen emri verir, imtihanı yapar, emrettiği kimsenin tavrını bir ibret levhası olarak insanlığın gözü önüne koyar. Artık dileyen kabul edip iman eder, dileyen de inkar edip cehenneme odun olur.

3- Akıl sahipleri, Allâh Teâlâ için akıl ifadesini kullanmazlar. Çünkü akıl, kabacakişiyi, faydayı kazanmayıp kaçırmaktan, zararı veya faydasızı da işlemekten men eden, bağlayan, geri durduran ve aslı yaratılıştan olup kullar tarafından geliştirilebilen bir güç demektir. Bu ise Allâh Teâlâ için bahis mevzuu olamaz. Muhtasar veya geniş lügatlere veya ansiklopedilere bakılabilir. Doğrusu, ilmi her şeyi kuşatan ve her bir şeyden hakkıyla haberdar olan Allâh Teâlâ böyle bir emri değişik hikmetlerle verir, sonra da başka bir hükmü verir. O’na hiçbir kimse karışamaz, itiraz edemez.

4- Birazcık da olsa dil bilenlere göre bu yeni hüküm getirilmesi, vazgeçmektabiriyle anlatılmaz. Aksine dilediğini, dilediği zaman, dilediği gibi yapmaya kadir olmak gibi sözlerle ifade edilir.

Canan: Peki kurban ibadetini buna dayandırmıyor muyuz?.

Okuyan: Bundan önce kurban ilk insan neslinden beri var.
Canan: Ama öyle bilinmiyor mu hocam? Bu hadiseden sonra oldu diye?
Okuyan: Yanlış işte. Hz. İbrahim’den değil, Hz. Âdem’den bu yana kurban var. Şimdi bakın ayetten hareketle sözümü söyleyeyim. Hz. İbrahim, “Ben Rabbime doğru gidiyorum, O, bana yol gösterecektir. Rabbim bana sâlihlerden bir çocuk ihsan eyle diye dua ediyor. Sâffât suresi, 99-100 ayetleri okuyorum: Biz de ona yumuşak huylu erkek çocuk müjdeledik. Çocuk İbrahim’in yanında yürüme çağına gelince, İbrahim dedi ki: Yavrucuğum ben uykumda seni kesmekte olduğumu görüyorum. Sen ne diyorsun bu konuda?. Allâh O’na, sen oğlunu kes diye her hangi bir şey söylemiş değil.

Cevap:
1- Koyu cahil olanlar işte böyle her şeyi birbirine karıştırırlar. Arapçadaki kurban kelimesini Türkçede kullanılan kurban ile karıştırırlar. Hatta Türkçede bile ‘Kurbanın olayım, yapma!’ derler. Aslında kurban, mazisi ka-ru-be olan bir fiilin tef’îl babındankar-re-be filinin masdarıdır. Ancak ismi mef’ûl manasında mecazdır. Aslında Allâh Teâlâ’ya yaklaşmak manasına bir mastardan hasıl olan bir nesnedir. Buna göre bütün ibadet ve taatler kişiyi Allâh Teâlâ’ya yaklaştıracağından kurbandır. Namaz, oruç, zekat, hac, cihad, Türkçede kullanılan manada kurban ve diğer her bir ibadet ve taat kurbandır. Türkçedeki kurban ise belli hayvanları, belli kimselerin, belli zamanlarda, belli niyetlerle, belli şekil ve usullerle kesmesi ile olan bir çeşit Allâh’a yaklaşma demektir ki buna Arab dilinde udhiyye denir. Müslümanlar arasında bilinen bu kurban elbette İbrahim aleyhisselam’a dayanır. Ancak diğer umumi manadaki kurban ise insanlarda Adem aleyhisselam ile başlar. Çocukları Habil ve kabil ile değil. Tamam onlarınki de Allâh için yapılan hususi bir amel ve takdim edilen nesneler idi. Ancak bu, cahillerin zannettiği gibi, ilk ibadet değildi.
2- Kur’ân’da Habil ve Kabil’in kurbanlarının ne olduğu ve nasıl yapıldığı açıkça ifade edilmemiştir. Bazı hadis rivayetlerinde ise ziraatçı Kabilin takdim ettiği kurbanın bir demet ekin, davar sürüsü bulunan Habil’in kurbanı ise koç idi. 
Ancak ne Kur’ân’da ne de Sünnet’te bu koçun boğazlandığına dair bir bilgi yoktur. 
Aksine İbnu Kesir’inceyyid yani güzel bir isnad ile geldiğini söylediği bir rivayette bu kurban olarak kabul edilen koç, kesilmemiş aksine Allâh Teâlâ tarafından saklanmıştı.[6] 
Bu rivayetlere göre daha sonra İbrahim aleyhisselama gönderilen koç da işte bu koç idi. Alakalı ayetin tefsirine bakılabilir.
3- Allâh Teâlâ O’na ayette geçtiği üzere emir vermiştir. Çünkü bir peygambere şeytan bir şeyi emredemeyeceğine göre münakaşa kaldırmayacak kesinlikle bunu O’na Allâh Teâlâ emretmiştir. Bunu öteye beriye sündürmek ‘Kelimeleri yerlerinden tahrif ediyorlar, oynatıyorlar’[7] ayetinde de geçtiği üzere Ehl-i Kitab’ın tahrifine benzemektedir. Biz de onlara kendi üslup ve tarzlarıyla soralım: Kur’ân’da böyle bir yorum var mı?. Yahut bir ilim adamı ağırlığıyla soralım: Bu, -zayıf da olsa- rivayetlerde mevcut mudur?. Bu iki suale verebileceği bir cevap elbette ki yoktur; bunu çok iyi biliyoruz.
4- Hem, vatandaşın bu yorum kılıfı altında yaptığı tahrifleri, Kur’ân’ın sadece ruhuna değil, cesedine de uymamaktadır. Öyle ya şunların bu Allâh Teâlâ’nın böyle bir emri yok şeklindeki tahrifleri kabul edilecek olursa, ortada bilhassa bir kaç akli ihtimal bulunacak: Peygamber -haşa- dinde Allâh Teâlâ’dan başkasından emir alacak ve peygamberin oğlu bu emrin Allâh Teâlâ’dan alındığını zannedecek. Üstelik Allâh Teâlâ bunu Kur’ân’da nakledecek. Ancak bu batıl zanlar doğru olmamalarına rağmen ne Allâh Teâlâ ne de Peygamberi tarafından düzeltilmeyecek. Böyle bir şey olabilir mi?. Bu ne büyük bir ciddiyetsizlik!. Bunlar, Kur’ân’da gedik arayan dinsizlerin ve zındıkların arayıp da bulamayacakları ne büyük bir ganimet!.
Canan: Söylerse, zaten ifade böyle olmaz. Allâh Teâlâ bana bunu emretti, oğulcuğum veya böyle bir ifade olurdu.
Okuyan: Evet, Allâh bana öyle gösterdi derdi. Halbuki hani görüyorum. Bir de bu bir süreç halinde. Her halde biraz devam ediyor bu iş. Çünkü bunu yorumlayanlar, rüyamda seni kestiğimi gördüm diye geçmiş zaman kalıbıyla ifadeyi şekillendiriyorlar; öyle değil. (اني ارى) Görüyorum ben. Bu bir süreç. Ben bunu bir takım dinler tarihçisi arkadaşlarla konuştum. Yani o dönemde böyle, çocukların kurban edilmesi diye böyle bir şeyler mi vardı? Evet, vardı. Yeni toplumların öyle bir şeyi var. En kıymetli şeyinden mahrum bırakılmak diye. Muhtemelen Hz. İbrahim o psikoloji ile oğlunu kaybetmiş olma, hani Sareden doğma oğlunu veya Hacer’den doğma oğlunu, ya ilk oğlunu ya da asıl hanımından olan ilk oğlunu kaybetme korkusu içinde yaşıyordu muhtemelen.
Canan: Ha, psikolojik olarak bu rüyayı gördü diyorsunuz.
Okuyan: Evet o korkuyla rüyasında bunu görüyordu, rüyasında.
Cevap:
1- Hoppala!. Allâh Teâlâ neyi nasıl ifade edeceğini de -haşa- bunlara soracak, öyle mi?!. Haşa O hiçbir şeyi kullarına sormaz. Allâh Teâlâ iman ve akıl versin.
2- Bunun bir süreç olduğunu muzari fiilden kalkarak iddia etmek gelişi güzel bir tasarruftur ve dil bilmemektir. Vatandaşımız biraz da olsa belagat kaidelerini bilseydi, değişik nüktelerle/inceliklerle bazen mazi için hal veya istikbal, hal veya istikbal için de mazi kalıbının kullanıldığını bilirdi. Üstelik bazı rivayetlerde geçtiği üzere peşi peşine üç kere veya üç gece tekerrür etmiş olsun, ne olmuş?. Hem de bu, görüldükten sonra anlatıldığına göre tekerrür etse de hepsi ve bilhassa ilk ikisi mazide oldu. Nitekim O, oğluna bu rüyayı görürken nakletmiyordu. Dolayısıyla ( اَرَى)/ görüyorum ibaresi için mazinin hikayesi olduğundan gördü denilse bile dilde bir mahzur olmaz. 
Bir akıllı çıkıp kelimenin zahirine takılsa ve rüyayı görürken anlattı, süreç müreç yok, nereden çıkardın dese, bilemiyorum vatandaşımız buna ne diyecek?.
3- Ama bu kalıbı sürece bağlamaları, belli ki bunlara göre işi -haşa- devam etmekte olan psikolojik rahatsızlıklarla temellendirmenin yolunu açmak ve alt yapısını hazırlamak için en münasip olanı.
4- İşi, aslı ve mesnedi ne Kur’ân’da ne de Sünnet’te bulunmayan bir tarihi saplantı ve sapıklık ihtiva eden bir habere bağlamak, Allâh Teâlâ’ya, Resulü’ne ve İbrahim aleyhisselama iftira değil de nedir?. 
Demek ki, Allâh Teâlâ tarafından Ümmetimiz içinen güzel bir numune kılınan İbrahim aleyhisselam,[8] içinde bulunduğu cani ve canavar cemiyetin -haşa- tesiri altında kaldı ve psikolojik travmalar geçirmeye başladı. Sonra da bu kadarıyla kalmayıp o ruh bozuklukları yüzünden -haşa- oğlunu kesme canavarlığına yeltendi, öyle mi?. Yazıklar olsun. En sahih rivayetleri sözüm ona Kur’ân’a arz edip ciddiyetsiz şekillerle uydurma ilan edenlerin, bilmem bu zırvalarını Kur’ân’a arz etmek akıllarına hiç mi gelmez. Nörolojik ve psikolojik rahatsızlıkla suçlanan en güzel numune peygamber!. Hayret ki ne hayret.
5- Demek, yeni toplumların öyle bir şeyi var ha!. Yani -haşa- İbrahim aleyhisselam, iptidai (ilkel) cemiyetlerde yaşayan biriydi. Öyle olduğu için aralarında yaşadığı canavarların yamyamlığından tesir altında kalmıştı. O yüzden de ağır psikolojik rahatsızlıklara yakalanmıştı. Nihayet hastalığı, ilahi bir emir olmadan masum çocuğunu kesecek bir canavar haline gelmesi haddine varmıştı. Haşa öyle mi? Mü’minin peygamber hakkındaki inancı böyle mi olur?. Hayır, asla ve kat’a böyle olamaz. Aksine putlara tapınacak kadar iptidai ve geri bir topluluğa gelse de onlardan kesinlikle tesir altında kalmaz. Onları bu aşağılığın çukurundan ve uçurumundan insanlığın ve hakiki medeniyetin zirvesine çıkarır yükseltir. Hasta olan toplumu hastalıklarından kurtarır. 
Onların hastalığına yakalanmaz.
6- Allâh Teâlâ قَدْ صَدَّقْتَ الرُّؤْيَا } {/‘Şüphesiz ki rüyayı doğruladın (emri yerine getirdin)’ buyurup bu işi doğruladığı ve Resulünün gereğini yaptığını haber verdiği halde hadiseyi cani toplumun ruh hastalıklarına bağlamak da neyin nesi?.
Canan: Peki hocam şöyle bir durum da mı yok, o zaman? Çünkü ben soruyorum. Yanlış bir şey varsa düzeltelim diye soruyorum, lütfen yanlış anlamayın. Şimdi, bir oğlum olsun onu senin adına kurban edeceğim diye bir mesele de mi yok duasında?.

Taslaman: Hiç yok öyle bir şey.
Okuyan: Hayır, hayır, hayır, yok. İşte dua burada: Ya Rabbi bana salihlerden bir çocuk ihsan eyle diyor. “Biz de ona halim selim bir çocuk müjdeliyoruz.” Olanı bu. Onu sana adıyorum. Onu senin yolunda keseceğim. Öyle bir adak söz konusu değil. Kur’âni verilerde böyle bir referans yok. Olanı bu. Ve bu sadece burada geçiyor. Başka bir yerde bu konu da yok yani. Sadece Sâffât suresinde geçiyor.
Cevap: Tamam, -muteber olmayan zayıf bir rivayet hesaba katılmasa- böyle bir duası ve adağı bilinmiyor. Bilinmesin, ne olmuş?. Zaten böyle bir iddiası olan da yoktu. Sonra sözü edilen Kur’âni veriler de ne?. Olsa olsa ayetler olmalı. Böyle bir adak içinbu ayetlerde referans yokmuş. Cümleye bakın hizaya geçin. Hem de olmasın, ne olmuş?. Sözüm ona tumturaklı ve içi boş kof ifadeler.
Ayrıca dilde hazif icazı diye bir şey var. Bundan haberi olanlar bilirler ki, Allâh Teâlâ bazen kıssayı kısa yoldan anlatır, birçok teferruatından bahsetmez. Bazen de uzunca anlatır. 
Kurandaki mükerrer kıssalardan haberi olanlar bunu iyi bilirler.
Canan: Yani siz diyorsunuz ki: O dönemde çocuğunu kurban etme durumu vardı. Bu durumdan etkilenmiş Hz. İbrahim.
Okuyan: Bunun Kitabi karşılığı yok. Yani bu ayetlerde böyleydi de öyle çıkartıyorum demedim. Bir takım arkadaşlara sordum. Yani bu nasıl bir şey olabilir?. Çünkü Allâhu tealanın böyle bir şeyi emretmiş olması mümkün değil. Allâhu teala sebepsiz yere bir çocuğu babası tarafından kestirme emrini vermez. Öyle bir şey olmaz.

Cevap:
1- Ey bu yazıyı okuyanlar ve kabil-i hitab zevat!. Siz, vatandaşımızın bunun kitabi karşılığı yok demesine bakmayın; bu sözü -muhal farz, tevazu icabı olarak söylense bile- katiyetle yanlıştır. Kitabî bir karşılığı olmaz mı hiç?. Kesinlikle vardır. Evet, bu iddia Kitab’a göre büyük bir iftira ve ağır bir hakarettir. 
Kitabi karşılığı bu. Kime?. Kimlere değil ki. Hem Allâh Teâlâ’ya, hem Resulü Sallallâhu Aleyhi ve Selleme hem de İbrahim aleyhisselama iftira. 
Öyle ya -haşa- bir deliyi veya meczubu peygamber yapan yahut delirmesine mani olmayan yahut da olamayan, üstelik onu bir de Kur’ân’da Ümmet-i Muhammed’e sadece güzel değil, en güzel bir numune olarak gösteren Allâh Teâlâ’nın -haşa- artık neyine güven duyabileceksiniz?. 
Bu haberi bulunduran Kur’ân’ı getiren Efendimiz Sallallâhu Aleyhi ve Selleme ne diyeceksiniz, nasıl, vahye emindir diyebileceksiniz?. Haşa en korkunç bir cinayete bile kalkışacak seviyede dengesiz bir deli peygamberin artık nesine itimat edebileceksiniz?. Bunlar, katıksız bir vahyin ortasında ve madeninde bulunduğu gibi ayni zamanda pak ve süzme aklın da zirvesine yerleştirilen selim ve her türlü maddi ve manevi kirden pastan tertemiz kılınan bir peygamberi galiba kendilerine benzetiyorlar!.
2- Birileri kalksa bunlara faraza aşağıdaki sözleri veya benzerlerini dese ne yaparlar dersiniz?.
Siz, Allâh Teâlâ’yı hiçbir dünya işine karıştırmayan demokratik, laik bir idare altında veya bir başka putperest toplumda doğdunuz ve yaşamaktasınız. Böyle bir manen açık hava tımarhanesi olan cemiyette neredeyse tamamı psikolojik rahatsız olan kimseler arasında bulunmakta ve boy atmaktasınız. 
Beyniniz, ruhunuz ve bütün bir bünyeniz bu şirk kültürünün istilasına uğramış ve preslemesine maruz kalmıştır. Böyle bir toplumda Rabbinizin sizin için razı olduğu dünyaya talip olup onu kazanmaya çalışmıyorsunuz. 
Üstüne üstlük hiç değilse geçici olarak bir başka boyutta yaşamasını da bilmiyorsunuz. Bilseniz de nefsinize azat kabul etmez bir esir olup yaşamıyorsunuz. Dünyalıklarınızdan geçemiyorsunuz. Dininizi hiç değilse manevi olan dağ başlarına veya mağaralara kaçırıp kurtarmaya çalışmıyorsunuz. Ashâb-ı Kehf ve kıtmîrleri gibi olmayı göze alamıyorsunuz.Onun için görüyoruz ki, beraber ve iç içe yaşadığınız şu ruh hastalarından bir hayli tesir altında kalmışsınız. Yüzünüze demek gibi olsun da artık tımarhanelik şizofrenler olmuşsunuz. 
O akıl almaz saplantılarınızla kendiniz perişan olmakla kalmıyor başkalarını da kendiniz gibi perişan ediyorsunuz. Bari lütfen başkalarının İslâm ve imanlarından elinizi çekin. Bir an evvel akıl hastanesine koşup tedavi olun, kurtulun.
Evet, bunlara çok iyi niyetlerle böyle veya bunlara benzer şeyler söylense büyük bir ihtimalle tedavi için tımarhaneye değil, şikayet etmek üzere hemen savcılığa koşup bu sözlerin sahiplerini mahkemeye vereceklerdir. Öyleyse en üst seviyedeki akıllı, nezih ve pak olan peygamberlere yapılan bu hakaret ve iftiraları tetikleyen ve bunlara makul gösteren asıl sebep nedir?. Doğrusunu isterseniz pek de bilmiyoruz. İhtimal ki, beyinlerini ve yüreklerini kemiren bir saplantı virüsü yüzünden böyle bir tavır sergilemektedirler!. Allâh Teâlâ selamet versin.
3- Hem, bu vatandaş, kesme kıssasının Kur’ân’a uyularak kabul edilmesi takdirinde bundan Allâh Teâlâ’nın bir çocuğun sebepsiz yere öldürülmesini emretmiş olacağını nereden bildi?. Aksine belki sebebi yahut sebebleri vardır da o bilmiyordur. Yoksa onun bilmediği her bir şeyin illa da mevcut olmaması mı gerekir?!.
Taslaman: Bir de Kur’ân’ın hiçbir yerinde peygamber Allâh’ın emrettiği bir şeyi oğluna ben bunu yapayım mı yapmayayım mı, bak sen ne diyorsun diye danışmaz.
Canan: Burada danışma mı var hocam?
Taslaman: Söylüyor paylaşıyor.
Okuyan: Bakalım ne diyorsun, ne görüyorsun?

Cevap:
1- Bunlar da dil bilmeme ve saplantı yüzünden gün yüzüne çıkan kapkaranlık deli saçmaları. Bir kere burada bilinen ve zahir manada zannedilen bir danışma yok. Aksine -Allâhu a’lem- birine bir haber verme ve onu bir şeylere rûhen hazırlama gibi bir iş var.
2- Bir de kesin olarak yapılacak bir işin sadece şekli yahut zamanı sorulmuş da olabilir. Yoksa ona bak ne diyorsun, bu işi yapalım mı yapmayalım mı? diye sorulmuyor. Ayetteki ifadelerde böyle bir mana yoktur.
3- Kaldı ki, bazı rivayetlerde İsmail aleyhisselam’ın babasına, beni yüzü koyu yatır, keserken yüzüme bakma gibi sözler söylediği haber verilmiştir. Nitekim bunun için -mesela- ed-Dürrü’l-Mensûr gibi rivayet tefsirlerine bakılabilir. Bu da bahis mevzuu olan meşverenin yapıp yapmama değil, mutlaka yerine getirilecek olan kesme emrinin nasıl gerçekleştirileceği üzerinde olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
4- Hatta Süyutî bu eserinde İbnu Asakir’den naklettiğine göre, O, Nûh İbnu Habîb’den bu hususta şöyle dediğini rivayet etti: İmam Şafii’den öyle bir söz işittim ki, ondan daha güzelini duymadım. Onu şöyle derken işittim: Allâh Teâlâ’nın halili İbrahim aleyhisselam çocuğuna, gördüğü rüyayı anlattığı zaman ne düşünüyorsun?yani neyi işaret ediyorsun dedi. İbrahim aleyhisselam bu lafızla, oğlunun ağzından, sabredip işi Allâh Teâlâ’ya bırakma ve Allâh Teâlâ’nın emrine teslim olup inkıyat etme ifadelerinin çıkması için böyle dedi. Yoksa, Allâh Teâlâ’nın emrini defetmek maksadıyla işi ona danışmak için demedi.[9]
5- Üstelik bazı danışmalar, danışılan tarafından söylenecek olanı yapmak için değil, sadece gönlünü hoş etmek için yapılır.
Ortada bunlar ve benzeri nice ihtimaller durup dururken meselenin aslını inkâr etmek de ne oluyor?!.
Taslaman: Hiçbir peygamberin mesela 
1- Kur’ân’ın hiçbir yerinde peygamberin sırf rüyayla emir aldım, ben o farzı yerine getiriyorum şeklinde bir şey yok. 
2- Peygamberin aldığı bir emri, herhangi birine danışarak beraber bakarak ne yapacağına karar vermesi gibi şeyler de yok, Allâh’tan bir emir aldıkları zaman. 
3-Burada Allâh Teâlâ bana emretti şeklinde bir ifade yok. 
Ona sorarken. Yani bu üçünü tespit etmek önemli.

Cevap:
1- Vatandaşımız ‘Kur’ân’ın hiçbir yerinde peygamberin sırf rüyayla emir aldım, ben o farzı yerine getiriyorum şeklinde bir şey yok’ derken başta bu ayeti inkâr etmenin yanında Sünnet’i de hesaba katmadığını ifade etmek istiyorsa, bilsin ki Müslümanlara göre Sünnet’i kabul etmeyen sünnetsizler kâfirdirler; onlarla konuşulacak Kur’anî ve İslâmi hiçbir mesele olmaz. Kur’ân’da yoksa, Sünnet’te vardır, ne olmuş?!. Yok, eğer Sünnet’i kabul ediyorsa bu sözü eksik ve yanlıştır. O takdirde ona düşen, bunun Sünnet’te de hiçbir şekilde olmadığını yahut en azından delil olabilecek yollarla bulunmadığını veya hakkında naslarda bir şekilde var olduğuna delalet edecek bir icmaın dahi mevcut olmadığını ispat etmektir. Olur ya, Kur’ân’da açık olarak bulunmasa da Sünnet’te açıkça bulunabilir yahut Kur’ân’da veya Sünnet’te kapalı bir biçimde de bulunduğunu gösteren icma var olabilir. Dolayısıyla bu ifadeleri ya açık bir inhiraf veya koyu bir cahilliktir.
2- Kaldı ki, Kur’ân’da İbrahim aleyhisselamın bu hususta emir aldığı açıktır. Çünkü İsmail aleyhisselam’ın sana emredileni yap, yani beni kesme emrini yerine getirdediği Kur’ân tarafından haber verilmekte ve bu hiçbir şekilde inkâr edilmemektedir. Hatta rüyanı doğruladın denilmekle de tasdik ediliyor. Bilenler bilir ki, Kur’ân birilerine ait bir yanlışı veya batılı zikredip de onu cevapsız bırakmaz. O halde Kur’ânda ona kesme emrinin verildiği haber verilmiştir. Bunu batıl tevillerle buharlaştırmaya bilhassa ona inandığını iddia eden hiçbir kimsenin hakkı yoktur. Şu halde vatandaşımız burada yalan söylemekte veya en azından çok fena bir halde tökezlemektedir.
3- Bunun farz veya müstehap yahut mubah mı olduğu ayrı bir husus olup Mü’min ve Rabbani ilim adamlarını alakadar eder. Bu vatandaşların işi değildir.
4- Peygamber, aldığı bir emri kimseye bakmadan tatbik eder. Ancak onu tabii ki alakalı kimselere bir şekilde açıklar ve cahiller veya idrak fukarası olanlar işin zahirine çakılıp kalarak bunu ona danışma olarak anlamış olabilirler.
5- Yahut da zahirde danışma olarak görünen bu muamele emredileni yapıp yapmama değil, nasıl ve ne şekilde olacağı veya hemen mi biraz sonra mı manasında ne zaman yapılacağı üzerinde de olmuş olabilir. Bir şey için sarf edilen ne dersin?şeklindeki ifadelerin illa onun yapılıp yapılmaması hakkında olacağı hangi dil kaidesi icabıdır bir bilebilsek!.
6- Burada, ‘Allâh Teâlâ bana emretti şeklinde bir ifade yok’ ise de ‘Sana emredileni yap’ ifadesi nakil yoluyla var. Üstelik bu, ne Allâh Teâlâ ne de İbrahim aleyhisselam tarafından inkar edilmemekle takrir edilmiş yani doğruluğu zımnen kabul edilmiş bir haberdir. Hatta rüyanı doğruladın denmekle de açıkça kabul edilmektedir.
7- Kaldı ki, Allâh Teâlâ Resulüne muharebeyi emrettiği halde yine de ‘İşlerde onlarla müşavere et’[10] ayetiyle işin tafsilâtını, nerede nasıl harp edileceğini arkadaşlarına danışmasını emretmiştir.
Okuyan: Evet orada diyor ki çocuk babasına: Ey babacığım sana ne emir olunuyorsa onu yap. Sana emr olunmakta olan şey ne ise sen onu yap. Yani sana Allâh Teâlâ ne yapmanı emrediyorsa sen onu yap.
Canan: Ama hocam burada bir çelişki yok mu?
Okuyan: Yok.
Cevap: Nasıl yok?!. Canınız öyle istediği için mi?!
Canan: Yani, çünkü diyorsunuz ki: Rüyası bir emir değildir. Vahiy değildir. 
Ama çocuğun cevabı Kur’ân-ı Kerimde sana ne emrediliyorsa onu yap oluyor. 
Yani sanki bir vahiymiş gibi geliyor bana.Okuyan: Hayır. Ya, bu çocuğun sözü.
Taslaman: Ama bu çocuk öyle bir şey sanıyor olabilir. Çocuğun öyle sanması normal.
Canan: Hımm.
Cevap:
1- Demek ki sana ne emrediliyorsa onu yap ifadesi çocuğun aslı olmayan bir zanna dayanarak söylediği bir söz; öyle mi?. Üstelik bu yanlışa -haşa- Allâh Teâlâ da İbrahîm aleyhisselam da ses çıkarmadılar. Böylece de o yanlışı takrir etmiş oldular; öyle mi?!. Hatta şüphe yok ki sen rüyayı doğruladın buyurmakla da bu haberi tasdik etti. Hanımefendi de işi anladı, ‘hımm’ dedi!. Yazıklar olsun. Halbuki bu söz Allâh Teâlâ’nın sözü. Çünkü onu nakletti ve inkar etmedi, batıl olduğunu bildirmedi.
2- Hatta bunu bizzat Okuyan yukarıdaki ‘Ey babacığım sana ne emir olunuyorsa onu yap. Sana emr olunmakta olan şey ne ise sen onu yap. Yani sana Allâh Teâlâ ne yapmanı emrediyorsa sen onu yap’ ifadesiyle kabul ve tasdik ediyor. Kim bilir, belki de Allâh Teâlâ ona o farkına varmadan tasdik ettirdi.
Okuyan: Yani o yörede böyle bir geleneğin olabildiğini ve bundan çocuğun da babasının da etkilendiği kanaatindeyim. Ama Allâhu Teala’nın böyle doğrudan oğlunu kes diye bir emri yok. Eğer öyle bir emri olsaydı, Taslaman Beyin dediği gibi bir peygamber baba Allâh Teâlâ’nın bir emrini yerine getirmede biriyle öbürüyle istişare falan etmez. Bu emir uygulanır. Bu emir olsaydı, Allâh o emrinden vaz geçmezdi zaten. Nitekim devam eden ayetlerde diyor ki: Allâh Teâlâ’ya ikisi de teslimiyet gösterdi. Böyle alnı üzerine yattı. İşte burada Allâh Teala’nın hitabı devreye giriyor: Biz seslendik, dedik ki. Ey İbrahim!. Sen rüyanı böyle doğrulattın. Senin gördüğün rüyayla ilgili yapman gereken buydu. Bu kadardı. Sakın ha çocuğu falan kesme. Biz işi düzgün yapanları ödüllendiririz. Bu, büyük bir imtihandı. Biz bunun yerine ona büyük bir kurbanlık fidye verdik. Mesele çocuk kesmeyle alakalı değil. Görülen rüyanın böyle yorumlanmasının bir felakete dönüşmesini Allâhu Teala’nın engellemesinden söz ediliyor. Allâh bir emrinden vaz geçmiş değildir. Cenab-ı Hakkın çocuğu kesmek gibi bir emri kesinlikle Kur’ân’da söz konusu değildir. Peki bu çocuk kim? Asıl soru buydu.

Cevap:
1– Demek, canavar ve yamyam bir toplumdan -haşa- bir peygamber ve oğlu tesir altında kaldı ve ruhi depresyonlar geçirmeye ve hezeyanlara başladılar. Allâh Teâlâ da bunu nakletti ama yanlışlığını beyan etmedi ve işin doğrusunu açıklamadı, ha!. Hatta tam aksine şüphesiz ki sen rüyayı doğruladın buyurdu. Bu iddialar vAllâhi aklı başında bir iman sahibinden sadır olamaz. Bunları ağza almaya ancak ya cinnet geçiren veya açık din düşmanı olan bir kimse cesaret edebilir. Ne o?! İbrahim aleyhisselama yakıştırabildiğin cinnet halini kendine çok mu gördün, hakaret mi saydın?!.
2- Vatandaş, daha sonra burada önce inkâr ettiği birçok hususu kabul ettiyse de sonunda yine bilinen inkarına dönmektedir.
3- Burada rüyanın yorumlanması değil, tam aksine yorumlanmaması ve zahirine göre amel edilmesi var.
4- Hasılı bunlar içine düştükleri çamurda çabaladıkça daha da batmaktadırlar ki bu batışın son durağı, -istemeyiz ama Allâhu a’lem- cehennemdir. Umarım tövbe ederler.
Gördüğünüz minval üzere devam eden konuşmanın sonunda da başka bir husus daha tartışılmış:
Kesilecek olan İsmail aleyhisselam miydi İshak aleyhisselam miydi?
İşin burası bizce imanı hatta ameli yani İslâm’ı zedeleyebilecek kadar çok mühim bir nokta değil. Bu mesele, ihtilaflı ve her iki görüş takdirinde de akıdevi hatta ameli bir fesadı icap ettirmeyecek tali bir mesele. 
Bununla beraber Ehl-i Sünnet alimlerinin çoğuna göre İsmail aleyhisselam idi. 
Tarafların ellerinde birçok delilleri var. Bunları burada münakaşa etmeyi lüzumlu bulmuyoruz.
Ve nihayet Taslaman’ın yarım sayfa civarındaki birçok ölçüsüz ve bıktıran saçma tekrarlarını daha da irdelemeye artık tahammülümüz kalmadı. Onun için son sözlerini kesip kalem burada istirahati seçti.
Bütün bu yazılıp çizilenlerden sonra bir hoca efendi kardeşimiz bu mevzuda bazı kaynaklardan bir takım bilgileri getirdi. Orada görüldüğü üzere bu düşünceler ve saçmalıklar da aslında bu vatandaşların kendilerine ait değilmiş. Başka bazı Şii ve mealci sapıkların uydurdukları zırvalardanmış. Belli ki bizimkiler çoğu zaman yaptıkları gibi burada da onları taklit etmişler. Birisi, Iraklı Ahmed el-Kabanci isimli sapık bir Şii tarafından yazılan ve ‘Halil İbrahim ve Oğlunu kesmesi problemi’[11] şeklinde tercüme edilebilecek olan bir makalede (2012) yer almaktadır. Diğeri Dr. Muhammed Şehrûr isimli sosyalist Şii’ye ait ‘Çağdaş okuma ile Kur’an kıssaları’[12] (c.2 s.2012), diye çevrilebilecek kitabında yer almaktadır. Bir de mealci sünnetsiz lanetliklere ait bir sitede de yer alan ve ismi bildirilmeyen birisi tarafından İngilizce olarak yazılan ve ‘Allâh hiçbir zaman İbrahim’e oğlunu kesme emrini vermedi’[13] şeklinde çevrilebilecek olan bir makale dahi bu zırva iddiaları ileri sürmektedir. Bizdeki yerli reformistlerin Kuran kıssaları hakkında yazdıkları oorijinal(!) din tahrifçiliklerinin nerelerden beslenerek piyasaya sürüldüğünü anlıyorsunuz değil mi?. Kara sineklerin daha çok nelere ve nerelere konup nelerden faydanmaya kalkacağı bilinen bir husustur.

Netice
Kur’ân’ı ancak ona, onu gönderene ve getirene kayıtsız şartsız inanan ve teslim olan pak Rabbanî İslâm alimleri, ilim ve takvaları nispetinde anlayabilirler. İmanı olmayan veya imanlarında heyelanlar, sarsıntılar ve çöküşler yaşayanlar yahut müslümanlıkları yaralı bereli olanlar, Allâh korkusu bulunmayanlar veya az olanlar, kirli gönül, ahlak ve el sahipleri Kur’ân’ı asla anlayamazlar, inceliklerine ve sırlarına katiyen el süremezler. Anlamaya çalıştıkça da ancak tahrif ederler. O yüzden kirli ellerini derhal Kur’ân’dan çeksinler. Çünkü ona ancak tertemiz olanlar el sürebilirler. Sadece beyinleri, yürekleri, ahlakları, elleri, etekleri ve bedenleri pak olanlar dokunabilirler.
Ey paralel devlet şöyle dedi, paraleller böyle yaptı deyip hop oturup hop kalkan devletlüler!. Geniş dairede düşünülecek olursa çok büyük nispette, has dairede ve kendi zaviyenizden ise neredeyse tamamen haklısınız denilebilir. Ancak onları bu hale getiren ve yaptıklarına sevk eden temel zihniyeti yakalamak lazım. Oysa sizler,paralel hatta dik ve saplama yeni bir din icat etme felsefesini belli ki henüz görüp hesaba katmıyor ve dikkate almıyorsunuz. Bunların dışında başka caddelerde hatta dibinizde nice baba paralel din icatçılarını siz bulunduruyor ve besliyorsunuz. Bu yazımızda konuşmak zilletine katlandığımız ve azabını çektiğimiz şu vatandaşlar gibilerini siz koruyup kolluyorsunuz. Bilesiniz ki bunlar da bir gün sadece dinin ve onun doğru anlaşılmasının tek yolu olan Ehl-i Sünnet’in değil, bizzat sizin de başınızın belası olacaklardır. Onları belki bizimkilerdir düşüncesiyle yahut da fikren kendinize yakın gördüğünüz için destekliyorsunuz. Ama unutmayın ki, bu ruh ve fikir sahipleri yanı başlarında sokacak kimseler bulamayınca yahut bulup da sokmaya muktedir olamayınca kendilerini sokan akreplere benzerler. O yüzden bir gün fırsat bulunca sizi de haydi haydi sokarlar. Yine aklınızdan hiç çıkarmayın ki bu tavır ve muamele akrebin huyudur. Onu teneşir değilse de ancak ezilip faraşla çöpe atılmak paklar.

Son sözümüz salat u selam, son duamız da elhamdü lillahi rabbi’l-âlemîndir.

[1]     Ali İmran:159
[2]     Maide:48
[3]     Âli İmran:3
[4]     Nisa:87
[5]     Nisa:122
[6]     İbnu Kesîr, Tefsîru Kurâni’l-Azîm (3/370) 
[ Dâru İbni’l-Cevzî, 1431 ]
[7]     Maide:27
[8]     Mumtehine:4
[9]     Târîhu Dimeşk (24/454)
[10] Âlü İmrân:159
[11]    (ابراهيم الخليل وإشكالية ذبح الابن )(http://www.ahewar.org/debat/show.art.asp?aid=334970). 
Bu makalenin muharriri Ahmet Kabanci 1958’da doğmuş olup halen sağdır. Yazılarının yer aldığı sitedeki herzelerinden de anlaşılacağı üzere İslâm’ın reforma ihtiyacı olduğunu ve yeni kanunlarla ‘Medeni bir İslâm’ icat etmenin gerektiğini savunan tahrifçi sapıklardan biridir.
[12]    ( القصص القرانى قراة معاصرة ) Bu kitabın müellifi Muhammed Şahrur 1938’de doğmuş olup halen sağdır. Marksizm’i ve Sosyalizm’i esas alarak ve Sünneti inkar ederek ‘Meal’ yazmış, İslâm’da reform gerektiğini iddia eden ve İslâm’ı tahrif etmeye çalışan sapıklardan biridir.
[13]    “God Never Ordered Abraham To Kill His Son, Ismail.” (http://submission. org/ Abrahim_His_Son.html)

Bu paralelde ayrıca Mısırlı Kuran düşmanı azılı dinsiz Ebû Zeyd’in bazı geçmiş İslâm büyüklerine de dayandırdığı ve tahrif edip rayından çıkardığı düşünceler de var.,

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...