09 Eylül 2013

Divanü Lûgati't-Türk'te Geçen Türk Boyları ve Boylara Ait Dil Özellikler



Divanü Lûgati't-Türk'te Geçen Türk Boyları 
ve Boylara Ait Dil Özellikler


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN SOYAĞACI


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN SOYAĞACI

Müslüman Oğuzların, Tanrıdağı ve Karagöz Yörüklerinden olup, Konya ve Aydın yöresine yerleşmiş bulunan isimler, teker teker yazılı bulunmaktadır. Buradaki, 950 tarih ve 82 numaralı l yazıcı defteri ile 1051 tarih ve 469 numaralı il yazıcı defterinde Anadolu’dan Rumeli’ye geçen Türk boy ve ailelerinin isimleri açıkça yazılı bulunmaktadır. Bunların Müslüman Oğuz Türk’ü Yörük Türkmen boylarından oluşan ailelerinin kimler olduğunu kayıtlarda belirtmektedir. İşte bu kayıtlarda, Ulu Önder Atatürk’ün atalarının, Anadolu’dan Konya ve Aydın yöresinden geldiği yazılmaktadır. Atatürk’ün dedeleri; Anadolu’dan Rumeli’ye gidip, Yunanistan’da Manastır Vilayeti’nin derbei bala sancağına bağlı bulunanKocacık Nahiyesine yerleşen ailelerden olan Hafız Ahmet Alüş Efendi derlerdi. Kocacık Nahiyesinin tamamen Türk’tür. Atatürk kocacık Nahiyesine yerleşen ailelerden olan Hafız Ahmet Efendi’nin torunudur. Hafız Ahmet Efendi’nin saçları kırmızı olduğu için adına; Kırmızı Hafız Efendi; derlerdi. Ulu Önder Atatürk’ün dedesi kırmızı Hafız Efendi kocacık Nahiyesinde ilkokul eğitmenliği yapmakta idi. Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi de bu kocacık nahiyesinde dünyaya geldi.Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendiye Alüş Efendi derlerdi. Kocacık nahiyesi tamamen Türk’tü. Burada yerleşenlerin çoğu Aydın ve Konya yöresinden gelen Türklerdir. Hatta bu aileler Yörük Türkmenleridir. Bu Yörük Türkmenlerinin Tanrıdağı ve Karagöz olduğu yukarıda adı geçen il yazıcı defterinde kayıtlı bulunmaktadır. Keza yine belgelerde Aktan ve naldöken Yörüklerinde buralarda bulunduğu yazılmaktadır.Fetihnamelerde, buralardaki Konya Türklerine hudut gazileri ünvanı verildiği yazılmaktadır. Bu Türklere miri, Yörülen Türkmenlerden denilmekteydi. Ulu Önder Atatürk özbe öz Türk olup, Konya ve aydın yörelerinden gitme çok asil bir ailenin evladıdır. Annesi Zübeyde Hanımefendi’nin babası Aydından Selanik’e gitme çok asil bir ailenin evladıdır. Annesi Zübeyde Hanımefendi’nin babası Aydınlıdır.

DİN VE LAİKLİK

 


DİN VE LAİKLİK
    Din vardır ve lâzımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi; fakat bina, uzun asırlardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak birçok yabancı unsur -tefsirler, hurafeler- binayı daha fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üstünde yeni bir bina kurmak lüzumu hasıl olacaktır.
    1922



    Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamağa çalışıyor; kaste ve fiile dayanan taassupkâr hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.
    1922





    Ey arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür; tanrısal inanışların belirtilerine bakarak diyebiliriz ki: İnsanlar iki sınıfta, iki devirde mütalâa olunabilir. İlk devir insanlığın çocukluk ve gençlik devridir. İkinci devir, beşeriyetin erginlik ve olgunluk devridir.
    1922





    İnsanlık birinci devirde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddaî vasıtalarla kendisiyle meşgul olunmayı gerektirir. Allah, kullarının lâzım olan olgunlaşma noktasına erişinceye kadar içlerinden vasıtalarla dahi kullariyle meşgul olmayı tanrılık özelliğinin gereklerinden saymıştır. Onlara Hazreti Âdem Aleyhisselâmdan itibaren bilinen ve bilinmeyen sayısız denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve elçiler göndermiştir. Fakat Peygamberimiz vasıtasiyle en son dinî, medenî gerçekleri verdikten sonra artık insanlıkla aracı ile temasta bulunmağa lüzum görmemiştir. İnsanlığın kavrayış derecesi, aydınlanma ve olgunlaşması sayesinde her kulun doğrudan doğruya tanrısal düşüncelerle temas kabiliyetine eriştiğini kabul buyurmuştur ve bu sebepledir ki, Cenabı Peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı, en eksiksiz kitaptır.
    1922





    Muhammed'i bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu gibi cahil adamlar, onun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır. Anlamaktan da çok uzak görünüyorlar. Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud Muharebesinde en büyük bir komutanın yapabileceği bir plânı nasıl düşünür ve tatbik edebilir?
    1923





    Tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır. Bu küçük harbte bile askerî dehâsı kadar siyasî görüşüyle de yükselen bir insanı, cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar. Muhammed bu harb sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak, galip düşmanı takibe kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde müslümanlık diye bir varlık görülemezdi.
    1923





    Bizim dinimiz en mâkul ve en tabiî bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur.
    1923





    Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla alâkası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler zamanın yeniliklerine uymayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı, İslâmların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, beyinledir.
    1923





    Bizim dinimiz, milletimize değersiz, miskin ve aşağı olmayı tavsiye etmez. Aksine Allah da, Peygamber de insanların ve milletlerin değer ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor.
    1923





    Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, islâmın menfaatine uygunsa kimseye sormayın. O şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son din olmazdı.
    1923





    Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura aykırı, ilerlemeye mâni hiçbir şey ihtiva etmiyor.
    1923





    Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalb ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.
    1923





    Bizi yanlış yola sevkeden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, sâf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz... Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harabeden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir.
    1923





    Baylar ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensublar memleketi olamaz. En doğru ve en hakikî tarikat, medeniyet tarikatıdır.
    1925


    Ama bunca yüzyıllarda olduğu gibi, bugün de ulusların bilisizliğinden ve bağnazlığından yararlanarak binbir türlü siyasal ve kişisel amaç ve çıkar sağlamak için dini araç olarak kullanmaya kalkışanların yurt içinde ve dışında bulunuşu bizi bu konuda söz söylemekten, ne yazık ki, şimdilik alıkoyamıyor. İnsanlıkta din duygu ve bilgisi, her türlü boş inanlardan sıyrılarak gerçek bilim ve teknik ışığıyla arınıp olgunlaşıncaya değin, din oyunu oyuncularına her yerde rastlanacaktır.
    1927 - Nutuk

TÜRKİYE'NİN KRİTERLERE GÖRE RİSK SIRALAMALARI


TÜRKİYE'NİN KRİTERLERE GÖRE RİSK SIRALAMALARI

The Economist dergisi ekonomide en çok ani duruş riski taşıyan ülkenin Türkiye olduğunu açıkladı. Derginin hazırladığı endekste maksimum risk puanı 20'ye en yakın ülke 18 puanla Türkiye oldu.

The Economist dergisi gelişen ülkelere giren sermaye akışını değerlendirdiği endekste en riskli ülkenin Türkiye olduğunu belirtti.

Derginin "The Capital Freeze Index" adını verdiği ve ülkeleri cari açık, kısa dönem dış borcu, özel sektör kredileri, finansal olarak dışa açıklık ve dolara karşı para birimi değerlerindirmesine göre hazırladığı endekse göre Türkiye 18 puanla maksimum endeks risk puanı 20'ye en yakın ülke oldu. Bu puanla Türkiye gelişen ekonomiler arasında en çok ani duruş riskine sahip ülke oldu.

Endeks değerlendirmesinde The Economist dergisi Türkiye'nin yüzde 6'yı bulan cari açığına, kısa dönem dış borç ve borç ödemelerinin rezervlerin yüzde 150'si seviyesinde olduğuna dikkat çekti. Dergi aynı zamanda 2009'dan beri kredilerin diğer tüm gelişen ülkelerden hızlı büyüdüğünü belirtti. Bu yılın başında TL'nin dolara karşı yüzde 13 değer kaybettiğini hatırlatan dergi TL'nin daha da fazla değer kaybedebilceğini yazdı.

TÜRKİYE'NİN KRİTERLERE GÖRE SIRALAMALARI

Genel risk endeksinde lider olan Türkiye cari açığın milli gelire oranı sıralamasında üçüncü, kısa dönem dış borç ve dış borç ödemelerinde üçüncü, 2009-2012 yıllık özel sektör kredi büyümesinde birinci, yılbaşından bu yana dolar karşsında değer kaybında ise altıncı ülke oldu.

Türkiye finansal olarak dışa açıklık kriterinde ise lider ülke olarak dikkat çekti.

6 KÖŞELİ YILDIZIN SIRRI VE BİLİNMEYENLERİ


6 KÖŞELİ YILDIZIN SIRRI VE BİLİNMEYENLERİ


Bu konu Barbaros Hayreddin Paşa Sancağı, 6 köşeli yıldız, Sion yıldızı,Yahudi ve Mason sembolu, Mühr-i Süleyman, Hz. Süleyman’ın mührü,Candaroğulları beyliği bayrağı,Teke Beyliği Sancağı,Karamanoğulları beyliği bayrağı,Hz. Davud mührü, Hz. Hızır sembolu, Altı köşeli yıldız nedir?, Barbaros Hayreddin Paşa’nın Sancağı’nın anlamı hakkında bilgiler içermektedir.

Halkımızın büyük bir kısmı bilmiyor. Hemen Yahudi ve Masonların bayrağı, simgesi deyip işin içinden çıkılıyor. Araştırmıyoruz, sorgulamadan balıklama atlıyoruz.   O zaman da burada binlerce yıllık Peygamber mührünü açıklamak zorunda kalıyoruz. Çoğu zamanda küfür ediliyor, lanet okunuyor.  Genellikle bilmeden çok büyük bir günah işleniyor. Şu doğrudur, o yıldız son asırda Yahudiler tarafından bir amblem olarak kullanılmıştır. Ama Hz. Süleyman’ın mührü onların tekelinde değildir. Bu amblem evrensel bir semboldür.   Bilmemek değil öğrenmemek ayıp deyip konumuza dalıyoruz:

Aşağıdaki resimde görmüş olduğunuz 6 köşeli yıldızlı (iç içe geçmiş üçgen yıldız) sancak Barbaros Hayreddin Paşa’nın sancağıdır. O, 6 köşeli yıldız ise  MÜHR-İ SÜLEYMAN’dır ! Başka bir deyişle Hz. Süleyman (as)’ın mührüdür!

Bu sembolu Hz. Süleyman haricinde Hz. Davud (as) ve Hz. Hızır (as)’da kullanmıştır. Özellikle Hz. Süleyman bu sembol ile dünyaya hükmetmiştir. Osmanlı’dan önce ve sonra yüzyıllarca camilerde, saraylarda, kitaplarda, Müslüman denizcilerin armaların da ve Padişah ve eşlerinin giydikleri tılsımlı ya da şifalı diye hitap edilen gömleklerde  dahi kullanılmıştır.
Öyle ki, dediğimiz gibi Osmanlılardan önce de birçok Türk devleti bu simgeyi kullanmışlardır. 

Antalya ve çevresine yerleşen Teke Türkmenleri’nden dolayı bu bölgenin adı Teke Sancağı olarak isimlendirilmiş ve 14 Mayıs 1373′te Teke Beyi Mehmet Bey, Antalya burçlarına beyaz zemin üzerine kırmızı altı köşeli yıldız ve uçlarında Müslüman Türk’leri de betimleyen altı adet hilal ekleyerek ve bayrak ucunda kutsallığı ve göksel ışığı betimleyen çift şerit eklenmiş Hazar Bayrağı’nı asmıştır.
Teke Beyligi Sancagi 6 Köşeli Yıldızın Sırrı ve Bilinmeyenleri
Teke Beyliği Sancağı
candarogullari beyligi sancagi 6 Köşeli Yıldızın Sırrı ve Bilinmeyenleri
Candaroğulları beyliği bayrağıkaramanogullari beyligi bayragi 6 Köşeli Yıldızın Sırrı ve Bilinmeyenleri
Karamanoğulları beyliği bayrağı İstanbul’daki yüzlerce yıllık tarihe sahip pek çok caminin tavan, 
duvar ve cam süslemelerinde de Mühr-ü Süleyman deseni bulunmaktadır.
Gulnus Emetullah Valide Sultan Camii 6 Köşeli Yıldızın Sırrı ve Bilinmeyenleri
Üsküdar Gülnuş Emetullah Valide Sultan Camii giriş kapısındaki Süleyman Mührü
Minber 6 Köşeli Yıldızın Sırrı ve Bilinmeyenleri
Bu da cehaletimiz !Barbaros Hayreddin Paşa’nın, 
Beşiktaş’taki Deniz Müzesi’nde bulunan sancağının en üstünde 
“Allah’tan bir yardım ve yakın bir fetih vardır. 
(Ya Muhammed) Mü’minlere müjde ver”
 (Saff Suresi 13.) ayet-i kerimesi bulunmaktadır. (Altta)
Basbaros Hayreddin Sancagi 6 Köşeli Yıldızın Sırrı ve Bilinmeyenleri
Barbaros Hayreddin Paşa’nın SancağıOrtasında bulunan kılıç ise Zülfikar’dır. 
Zülfikar, Hz. Muhammed (S.A.V)’in damadı ve evliyaların pîri olan 
Hz. Ali’nin çatal şeklindeki meşhur kılıcının adıdır.
Hayreddin Paşa’nın sancağında, 
Zülfikar’ın yanındaki “beyaz el” ise “Pençe-i Âl-i Aba”yı yani 
Hazreti Muhammed (S.A.V.) kızı Hz. Fatma (r.a.) damadı 
Hz. Ali (r.a.) ile torunları
 Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.) olmak üzere 
5 kişiyi temsil eder.

Barbaros Hayreddin Sancagi 6 Köşeli Yıldızın Sırrı ve Bilinmeyenleri
Sancağın dört köşesinde, 4 Büyük Halifenin ; 
Hz. Ebubekir, Hz. Osman, Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin mübarek isimleri bulunmaktadır.
 Sancağın alt ortasındaki iç içe iki üçgenden oluşan yıldız şeklindeki 
Hz. Süleyman (A.S.)’ın mührü ise geçmişte yaygın olarak kullanılan 
ve Mühr-ü Süleyman olarak bilinen Rahmani bir simgedir.
6 koseli yildiz 6 Köşeli Yıldızın Sırrı ve Bilinmeyenleri
muhri suleyman 6 Köşeli Yıldızın Sırrı ve Bilinmeyenleri

KÖROĞLU ŞİİRİ

BENDEN SELAM OLSUN BOLU BEYİNE

Benden selam olsun Bolu Beyine
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
Ok vızıltısı , kalkan sesinden
Dağlar seda verip seslenmelidir !



Yiğitler dalkılıç girsin meydana
Çevreniz boyansın al kızıl kana
Zağlı kılıç çala çala gerdana
Düşman aman deyip uslanmalıdır !



Köroğlu düşer mi sandın şanından ?
Ayırır çoğunu er meydanından
Kır at köpüğünden , düşman kanından
Çizmem dolup , şalvar ıslanmalıdır !
Köroğlu
( 16 . yy. )

BAYRAK ŞİİRİ ARİF NİHAT ASYALI

BAYRAK Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü , Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü, Işık ışık, dalga dalga bayrağım! Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım . Sana benim gözümle bakmayanın Mezarını kazacağım. Seni selâmlamadan uçan kuşun Yuvasını bozacağım. Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder.. Gölgende bana da, bana da yer ver! Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar? Yurda ay yıldızının ışığı yeter! Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün, Kızıllığında ısındık; Dağlardan çöllere düştüğümüz gün, Gölgene sığındık. Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı; Barışın güvercini, savaşın kartalı, Yüksek yerlerde açan çiçeğim! Senin altında doğdum, Senin altında öleceğim. Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim! Yer yüzünde yer beğen, Nereye dikilmek istersen, Söyle, seni oraya dikeyim! ARİF NİHAT ASYA

ANTEP'Lİ ŞAHİN



ANTEP'Lİ ŞAHİN Ben Antep'liyim, Şahin’im ağam. Mavzer omzuma yük. Ben yumruklarımla dövüşeceğim. Yumruklarım memleket kadar büyük. Hey, hey! Yine de hey hey! Kaytan bıyıklarım, delişmen çağım Düşman kurşunlarına inat köprü başında Memleket türküleri çağıracağım. Bu dağlarda biz yaşarız, bu dağlar bizim dağımız. Namusumuz temiz, bayrağımız hür, Analarımız, karımız, kızımız, kısrağımız Burada erkekçe dövüşür. Bir bayrak dalgalanır Antep kalesi üstünde, Alı kanımdaki al, akı alnımdaki ak. Bayraklar içinde en güzel bayrak, Düşüncem senden yanadır.. Hep senden yanadır çektiğim kahır, Bu senin ülkende, senin gölgende, Düşmesin kara kalpaklar, kirlenmesin duvaklar, Korkum yok ölümden, kâfirden yana, Alacaksa alsın beni şafaklar. Hey, hey! Yine de ey hey! Al bayraklar altında kara bir kartal gibi Yaşamak ne güzel şey. Bir sır var bu mavzerde, attığım gitmez boşa, Çıkmış bir eski savaştan Türk'ün bir karış toprak parçası için, Destanlar yazacağız yeni baştan. Yıktım toprağın üstüne bir sarı kurşunla birini, Çıktı karşıma biri, Çıktıkça çektim tetiği Bismillâh'larla beraber, Vurdum alnından kâfiri. Bu kaçıncı kurşundur, bu kaçıncı Bismillâh, Bu kaçıncı ölüdür? Bir türkü söylenir siperlerde her sabah Vurun Antepliler namus günüdür! Ben Antep'liyim, Şahin’im ağam Mavzer omzuma yük, Ben yumruklarımla dövüşeceğim, Yumruklarım memleket kadar büyük... YAVUZ BÜLENT BAKİLER

ABD'den Esad'a 'kimyasalı bırak' fırsatı



Londra'da İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague ile görüşen ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'ın gelecek hafta içinde tüm kimyasal silahlarını uluslararası topluma devrederek, askeri müdahaleyi durdurabileceğini söyledi.
Kerry'nin açıklaması, Suriye'nin kimyasal silahlarını Rusya'nın Tartus'taki üssüne taşıması teklifiyle ilgili haberi akıllara getirdi. İsrail ve Arap basını, Suriye'nin, Scud füzelerini ve kimyasal silahlarını Rus üssüne teslim edeceğini ve ülkede öne alınacak devlet başkanlığı seçimlerinde Beşar Esad'ın aday olmayacağını yazmıştı.
ABD Dışişleri Bakanı Kerry, İngiliz mevkidaşı William Hague ile ortak basın toplantısında Esad’a yönelik suçlamalarını da sürdürdü. Kerry, “Biz Esad rejiminin kimyasal silah saldırısı emrini verdiğini biliyoruz. Bölgeye askerlerini gönderdiğini biliyoruz. Roketlerin nereden atıldığını biliyoruz. Atılan roketlerin hepsinin rejimin kontrolündeki yerlerden, muhaliflerin kontrolündeki bölgelere atıldığını biliyoruz. BM denetçilerinin girişi engellendi. Ve dört gün boyunca Esad o bölgeleri bombaladı. Suriye ve İran da kimyasal saldırı düzenlendiğini kabul ediyor” diye konuştu.
İNSANLAR SAVAŞ İSTEMİYOR
Kerry, Suriye’deki savaşa karşı düzenlenen protesto gösterilerini de anladığı ifade ederek,“Londra'daki gösterileri takdir ediyorum. ABD'de de benzer gösteriler var. Çünkü insanlar savaş istemiyorlar. Ancak (Suriye'de) insanlığa karşı işlenen bu suça karşı da bir araya gelmek lazım” ifadelerini kullandı.
Ülkesinin parlamentosunun savaş kararı almadığı İngiliz bakan Hague ise Suriyeli muhaliflere askeri olmayan desteklerinin süreceğini kaydetti. Hague, “Diplomatik çabaların hızlanmasını sağlayacağız. ABD ile birlikte Suriye'ye insani yardımların artırılmasını sağlayacağız” dedi.
OBAMA'YA AĞIR SUÇLAMA

ATATÜRK'ÜN KEHANETLERİ




ATATÜRK'ÜN KEHANETLERİ

NOSTRADAMUS'UN KEHANETLERİ




NOSTRADAMUS'UN KEHANETLERİ

ABDULLAH BİN REVÂHA (Radıyallahü Anh)


ABDULLAH BİN REVÂHA (Radıyallahü Anh)

Son Peygamber Kusva adlı devesinin üzerinde. Devenin yularını bir şair çekiyor yürüyerek. Yüksek sesle şiirler okuyan bu şair Abdullah bin Revâha'dan başkası değil. Şiirleri işiten Hz. Ömer, bunun Resûlullah'a saygısızlık olduğunu düşünerek susturmak istiyor Abdullah bin Revâha'yı. Fakat Hz. Peygamber(sav) susturmuyor şairini. "Ömer bırak onu!"diyor. "Düşmana karşı oklardan daha tesirlidir Abdullah'ın sözleri!"
Şairleri konuştuğunda huşuyla susanlar, Son Peygamber'e inen âyetler karşısında şiirden daha güçlü bir sözle karşılaştılar ilk kez ve ne yapacaklarını bilemediler. Hakikate kalbini açabilenler İlâhî bir kelamla karşı karşıya olduklarını fark edip teslim olurken, hakikate direnenler daha önce övgü sıfatı olarak kullandıkları bir kelimeyi bu defa Hz. Peygamberi yermek için kullandılar: ŞAİR. Yüce Allah, "Biz O'na şiiri öğretmedik. O'na gerekmezdi zaten" âyetiyle bu iftirayı reddetmekle kalmamış, bir de "Şairler sûresi" indirerek şairleri tanımlamıştı: " Şairler ise, onlara sapık kimseler uyarlar. Görmez misin o şairler, her yöne meyleder ve boş şeylere dalarlar. Gerçekten onlar şiirlerinde yapmayacakları şeyleri söylerler."(Şuara,224-226) Şairler için genel ve kesin hüküm taşıyan bu âyetler indiğinde gözlerinden yaşlar boşanan bir şair vardı orada: Abdullah bin Revâha. "Allah benim de şair olduğumu biliyor. Demek ben de onlardanım!" diyerek ürperen bu Müslüman şair, "Ancak îman edip sâlih amel işleyenler, Allah'ı çok ananlar, kendilerine zulmedildikten sonra öçlerini alanlar müstesnadır..." âyetini okumasaydı Hz. Peygamber belki de ölecekti üzüntüsünden.
Abdullah bin Revâha hayatı boyunca o "müstesna" şairlerden olmaya çalıştı. Kelimelerini hakikatin emrine verdi. Sadece sözlerle yetinmedi, o sözleri hayata taşıdı. Elçi'nin hem sözcülerinden, hem vahiy kâtiplerinden oldu. Bedir savaşında hem muharipti hem müjdeci. Zafer kazanıldığına Zeyd bin Hârise'yle beraber nefes nefese Medine'ye koşarak Hakk'ın galibiyetini müjdelemiş, ikinci Bedir seferinde ise Hz. Peygamber'in vekili olmuştu o mübarek şehirde. Uhud ve Hendek sınavlarında da ön saflarda oldu hep. O ne müthiş bir gündü. Hz. Peygamber(sav) kazılan hendeğin topraklarını taşıyan ashabına yardım ediyor, toz toprak içinde çalışırlarken bir ağızdan Abdullah bin Revâha'nın şiirini okuyorlardı. "Allah bize hidayet etmeseydi eremezdik hidayete/ Ne zekat verir, ne namaz kılardık/Kafirler saldırdı bize/ Geri durduk fitne çıkarmak istediklerinde.http://sonpeygamber.info/ Can feda sana ya resulallah, bağışla bizi/ Düşmanla karşılaşma anında, ayaklarımızı sâbit eyle ya Rabbi!"
Yüce Allah, Abdullah bin Revâha'nın hem ayaklarına hem diline güç verdi. Henüz Mekke fethedilmeden hicretin yedinci yılında, bir umresi vardı ki Müslümanların görülmeye değerdi. Bir önceki sene Mekke'ye girmeleri engellenen Müslümanlar, müşriklerle yaptıkları anlaşmayla umre yapmaya gidiyorlardı sevinçle. İşte Mekke'ye giriyorlar. Son Peygamber Kusva adlı devesinin üzerinde. Devenin yularını bir şair çekiyor yürüyerek. Yüksek sesle şiirler okuyan bu şair Abdullah bin Revâha'dan başkası değil. Şiirleri işiten Hz. Ömer, bunun Resûlullah'a saygısızlık olduğunu düşünerek susturmak istiyor Abdullah bin Revâha'yı. Fakat Hz. Peygamber(sav) susturmuyor şairini. "Ömer bırak onu!"diyor. "Düşmana karşı oklardan daha tesirlidir Abdullah'ın sözleri!"
O Abdullah ki ne zaman "Söyle!" dense yakalıyor dizginleri. Yakalıyor ve neşeyle koşturuyor kelimelerini. Bazen Allah'ın elçisi, "Hadi şu âna uygun bir şiir söyle bize!" diyor da bakın hangi mısraları art arda getiriyor: " Sezinlediğim hayrı O'ndan beklerim/ Allah biliyor gözüm aldatmaz beni/ Sen Peygambersin, kim şefaatinden mahrum kalırsa/ Hesap günü kader onu önemsemiyor/Gönderilen diğer elçiler gibi/ Hayırda sabit kılsın Allah seni/ Ve zaferini daim etsin, yardım ettikleri gibi."Şiiri dinleyen Nebî dua ediyor şairine: " Seni de Allah Sâbit kılsın!"
Her merhalede "sebat" ihsan ediliyor Revâha'ya. Hayber'de sebat, Hudeybiye'de sebat...Fakat bir de Mûte var, güçlerin arasında uçurum olan o büyük savaş. Hz. Peygamber(sav)'in Bizans İmparatoruna bağlı olan Busrâ emîrine gönderdiği elçi şehid edilip İslâm'a davet mektubu yırtıldığında savaşmanın hak olduğu. Son Peygamber 3000 kişilik gönüllü İslam ordusunu öğle namazının akabinde bizzat kendisi uğurluyor sefere. Zeyd bin Harise'ye teslim ederken sancağı savaşın sırrını da ima ediyor ashabına: " Zeyd şehid olursa sancağı Cafer alsın. O da şehid olursa sancak Abdullah bin Revaha'nındır. Şayet Abdullah da şehid olursa sizler içinizden birini komutan seçersiniz!"
Ordu yola çıktığında Abdullah bin Revâha'nın ağladığı görülüyor. "Niçin ağlıyorsun!"diye soruyorlar ona. " Yemin ederim, dünyaya karşı bir damla sevgim yok. Sizin de yok biliyorum. Fakat Resûlullah'tan şu âyeti dinlemiştim: ‘Sizden cehenneme uğramayacak yoktur. Bu Rabbinin yapmayı üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür.(Meryem 71) İşte bu yüzden mutlaka cehenneme gireceğimi düşündüm. Doğrusu girdikten sonra çıkıp çıkamayacağım da belli değil." Bu sözleri söyledikten sonra şiir okumaya başlıyor Revâha: " Oysa ben Rahman'dan mağfiret istiyorum/ Bir de ta yüreğe işleyen dehşetli bir yara..."
Bizans ordusunun 100.000 askerle yola çıktığını duyan bazı Müslümanlar tedirgin olup duruma göre yeni bir karar alınmasını istediğinde muharip kimliğiyle hatip kimliğini birleştiriyor Abdullah bin Revaha ve "Hoşnut olmadığınız bu haber, tam da şehadet özlemiyle buralara gelme nedeninizdir. Biz düşmana karşı sayıyla değil, ancak Allah'ın ihsan ettiği imanla savaşabiliriz. Önünüzde iki güzelden biri var: Şehadet ve zafer!"diyerek savaş azmini perçinliyor.
Her şey Son Peygamber'in söylediği gibi oluyor. Önce Zeyd peşinden Cafer şehid oluyor. Sırasının geldiğini gören Abdullah atını   sürerken şiir okuyor yine: "Ey nefis! Bakıyorum cenneti hiç istemiyorsun/ Boş bunlar/Kalbim mutmaindir ki sen/Su kırbasındaki bir damla susun/ Ey nefis çarpışmasan da bir gün öleceksin/İşte ölüm güvercini yaklaşıverdi/Ne arzularsan o verilir sana ey benliğim!"
Arzuladığı veriliyor Abdullah bin Revâha'ya. Çünkü o Peygamberi neyi işaret ederse onu yapıyor. Hani bir gün yetişmeye çalışırken Cuma namazına, daha camiye varmadan Hz. Peygamber'in "Oturun" buyruğunu duyup oturuvermişti yolda. Ah nasıl da tebessüm etmişti son Peygamber duyduğunda bu masum hali. Hoşnut olup dua etmişti ona "Allah itaatini artırsın!"diyerek. Allah itaatini artırdı şairin ve aldı yanına. Sancak Halid bin Velid'e geçti.Haber ulaştığında gözleri yaşardı Nebî'nin. Kesik kesik, Meleklerin onu görmekten sevinç duyduğunu söyledi.

ABDULLAH BİN SELÂM (Radıyallahü Anh)

Bir gün ben kendi hurma ağacımın üzerinde uğraşıp, yaş hurma toplarken, Nâdiroğullarından birisinin “Bugün, Arapların adamı geldi” diye bağırdığını duydum. Beni bir titreme tuttu. Hemen “Allahü Ekber” diyerek tekbir getirdim: O anda halam Hâlide binti Hâris, hurma ağacının altında oturuyordu. Kendisi çok yaşlı bir kadındı. Tekbirimi işitince: “Allah seni umduğuna kavuşturmasın, elini boşa çıkarsın? Vallahi sen Musa bin İmrân’ın geleceğini işitmiş olsaydın bundan fazla sevinmezdin!” diyerek bana çıkıştı. Ona dedim ki “Ey hala! O, vallahi Musa bin İmrân’ın kardeşidir ve O’nun gibi bir peygamberdir. Onun dinindedir ve onun gönderildiği tevhid ile gönderilmiştir” dedim. Bunun üzerine bana: “Ey kardeşimin oğlu! Yoksa o kıyâmete yakın gönderileceği bize bildirilen Peygamber midir?” dedi. “Evet” dedim, “Öyleyse haklısın” dedi.
“Selâmı aranızda yayınız, aç kimseleri doyurunuz, sıla-i rahm yapınız (yakın akrabaları ziyâret ediniz), insanlar uykuda iken namaz kılınız. Böylece Cennet’e selâmetle girersiniz.”
Diğer bir rivâyette Fahr-i âlem (s.a.v.), Hz. Abdullah’ı nübüvvet nuru ile tanıyıp: “Sen Medine âlimi İbni Selâm değil misin?” buyurdu. O da: “Evet” deyince, Peygamberimiz: “Yaklaş” buyurarak, şu suâli sordu: “Ey Abdullah, Allah için söyle! Tevrat’ta benim Vasıflarımı okuyup öğrenmedin mi?” Abdullah dedi. ki “Allah’ın sıfatları nelerdir söyler misiniz?” Bu suale karşılık Resûlullah (a.s.) biraz bekledi ve Cebrâil (a.s.) İhlâs sûresini indirdi: “De ki: O Allah birdir. Hiçbir şey O’nun dengi (ve benzeri) değildir.” Abdullah bin Selâm bu âyet-i kerîmeleri işitince Peygamberimize hemen: “Evet yâ Resûlallah! Doğru söylüyorsun, şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. Sen O’nun kulu ve Resûlüsün” diye kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
“Eğer o müslüman olduysa siz buna ne dersiniz?” diye sordu; Yahudiler. Allah onu böyle bir şeyden korusun! diye karşılık verdiler.
“Ey Yahudi topluluğu Allah’tan korkunuz! Size geleni kabul ediniz. Allah’a yemin ederim siz de bilirsiniz ki O, elinizdeki Tevrat’ta isminin ve sıfatlarının yazılı olduğunu gördüğünüz Allah’ın Resûlü budur. Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed (s.a.v.) O’nun kulu ve resûlüdür.” diyerek onu tasdik etti. Bunun üzerine Yahudiler. “O bizim en kötümüzdür ve en kötümüzün de oğludur! diyerek çeşitli kusurlar ve iftiralarda bulunarak, Hz. Abdullah bin Selâm’ı kötülediler. Hz. Abdullah bin Selâm: “Zâten korktuğum bu idi. Yâ Resûlallah! Ben onların zâlim, yalancı, kötülük yapan, iftiracı bir millet olduğunu size haber vermemiş miydim? işte dediğim ortaya çıktı!” dedi. Resûlullah Yahudilere “Birinci şehâdetiniz bize kâfidir, ikincisi ise lüzumsuzdur.” buyurdu. Hz. Abdullah hemen evine döndü. Ailesini ve akrabalarını İslâmiyet’e davet etti. Halası da dahil hepsi müslüman oldular.
Hadîs-i şerîf kitaplarından Buhârî ve Müslim’de bildirildiğine göre de Peygamberimiz Hz. Abdullah bin Selâm’ın Cennete gireceğini müjdelemiştir. Ancak Aşere-i mübeşşere (Cennetle müjdelenen on kişi) arasında sayılmamıştır. Bu durumu bize Aşere-i mübesşere’den olan Sa’d bin Ebî Vakkas (r.a.) haber vermiştir. Abdullah bin Selâm (r.a.) anlattı: Hz. Peygamber (a.s.) zamanında bir rüya görmüştüm ve Resûlullah’a arz etmiştim. Dedim ki: “Ey Allah’ın Resûlü rüyamda kendimi sanki bir bahçede gördüm. O bahçenin bir tarafında demirden bir direk vardı. Bu direğin bir ucu yerde, bir ucu gökte idi. Yukarısında da tutacak bir kulp, bir çember vardı. Bana “Haydi bu direğe çık’” denildi. Ben de “Gücüm yetmez!” dedim. Bunun üzerine yanıma bir hizmetçi gelerek sırtımdaki elbisemi çıkardı. Bunun üzerine direğin tâ tepesine kadar çıktım. Kulpu tuttum. Bana “Halkayı iyi tut, bırakma!” diye tenbih edildi. Böylece direğin kulpu elimde olarak uyandım. Resûlullah’a (s.a.v.) rüyayı anlattım, dinledikten sonra buyurdular ki:
“Gördüğün bahçe İslâm dinidir. Direk de İslâm dininin direği (tevhid) dir. O kulp da çok sağlam olan (imân) dır. Sen ölünceye kadar İslâm dîni üzerine yaşayacaksın (Cennetlik olacaksın!)”
Hz. Abdullah (r.a.) hakikaten, ahlâk ve ilim ile kendini süsleyen Cennetlik insanlardan idi. 18 (m. 639)’da Suriye taraflarında ortaya çıkan veba hastalığına yakalanan Eshâb-ı kirâmdan Muaz bin Cebel (r.a.) vefât edeceği sıralarda, başucunda ağlayan bir talebesine “Niye ağlıyorsun?” diye sormuştu. Karşılığında: “Ben dünyâ için ağlamıyorum, ilmi senden öğrenmekteydim, bunu kaybedeceğime üzülüyorum!” cevabını verince, Muaz bin Cebel (r.a.): “İlim benim vefâtımla kaybolmaz. Benden sonra ilmi şu dört kişiden öğren: Abdullah bin Mes’ûd’dan, Abdullah bin Selâm’dan, çünkü Resûlullah (s.a.v.) onun hakkında “O, Cennetlik olan on itişinin onuncusudur” buyurdu. Hz. Ömer’den (r.a.) ve Selmân-ı Fârisî’den (Başka bir rivâyete göre Ebüd-Derda’dan öğren” buyurdu. Hazret-i Muaz’ bin Cebel’in böyle söylemesinin sebebi; Hz. Abdullah bin Selâm’ın (r.a.) Resûlullah (a.s.) hayattayken, kendisinin yanından ayılmayıp sık sık sorular sorarak ilimde derinleşmesidir.
Abdullah bin Ömer (r.a.) buyuruyor ki: Medine’de bir takım Yahudi topluluğu Resûlullah’a (s.a.v.) gelerek, içlerinden bir erkek ile bir kadının zina ettiğini anlattılar ve “Bunlara hangi hükmü ve cezayı verirsiniz?” dediler. Resûlullah (s.a.v.) de “Siz recm cezası hakkında Tevrat’ta ne yazılmış olduğunu görüyorsunuz” diye sordu. Onlar “Biz zina edenleri herkese teşhir ederiz ve bunlar bir değnek ile de döğülürler.” dediler. Abdullah bin Selâm Yahudilere “Siz yalan söylüyorsunuz! Tevrat’ta recm âyeti vardır” dedi. Bunun üzerine Tevrat’ı getirip açtılar. Yahudilerden birisi elini recm Âyetinin üzerine koyarak bundan önceki ve sonraki Âyetleri okumaya başladı. Abdullah bin Selâm ona: “Elini kaldır.” dedi. O da elini kaldırınca recm Âyeti göründü. O zaman Yahudiler: “Ey Muhammed! Abdullah bin Selâm doğru söyledi, Tevrat’ta hakikaten recm Âyeti vardır” dediler. Bunun üzerine Resûlullah da bunların (zina yapanların) recm edilmeleri (taşlanarak öldürülmeleri) hükmünü verdi.
Bir gün Hz. Abdullah (r.a.), Ka’b şöyle bir soru sordu: Âlimler ilmi öğrenip zihinlerine yerleştirdikten sonra onu oradan söküp atan nedir? Hz. Ka’b: “Tama’ hırs ve ihtiyaç peşinden koşmaktır” dedi. Bir kimse de Fudayl’e “Ka’bın bu sözünü bana izah eder misin?” deyince Fudayl Tama’ insanın bir şeyi araması ve mukaddes değerlerini bu uğurda fedâ etmesi demektir. Hırs ise nefisinin her şeyi istemesi, senin de onun istediklerini yerine getirmendir. Bunun için de ona buna (kötü insanlara v.s...) ihtiyacın olur. İhtiyacını yerine getirenler de seni burnundan yakalamış olurlar (Yani seni emirleri altına alırlar), istedikleri yerlere sürüklerler, sen de onlara boyun eğersin. Onlar hasta oldukları zaman, dünyâ sevgisinden dolayı onların ziyâretlerine gider, tesadüf ettiğin zaman kendilerine selam verirsin. Bu verdiğin selamı, yaptığın ziyâreti Allah rızâsı için yapmazsın. Eğer bu kimselere ihtiyaç göstermezsen senin için çok daha hayırlı olurdu.” Sonra Fudayl sözüne devam ederek “Bu benim sana anlattığım, filan ve falandan yüz hadîs-i şerîf rivâyet etmekten senin için daha hayırlıdır.” dedi.
O, nefsini kötü huylardan ve isteklerden tamamen temizleyip terbiye etmek için çalışırdı. Kendisi zengin olduğu halde bazen Medine çarşısında sırtında bir yük odunla dolaştığı görülürdü. Yine bir gün, onu bu halde görenler kendisine: “Çocukların ve hizmetçilerin var, onlar senin bu kadar işini göremiyorlar mı?” diye sorduklarında Hz. Abdullah “Evet var ve bu işimi yaparlar, fakat ben kendimi tecrübe etmek istedim. Acaba bu işi yapmak nefsime ağır gelecek mi? diye düşündüm. Eğer bende kibir varsa ondan kurtulmak istiyorum. Resûlullah’ın şöyle buyurduğunu işittim: “Kalbinde hardal tanesi kadar kibir (büyüklenme) bulunan kimse Cennete giremeyecektir” cevabını verdi. Nitekim başka bir hadîs-i şerîfte de: “Meyve veya herhangi bir şeyi kendi eliyle evine götüren, kibirden uzaklaşmıştır” buyurmuştur.
Hz. Osman zamanında Medine’de kalmış, onun müşavere heyeti (danışma kurulu) arasına girmişti. Hz. Osman, kendisine isyan edenler evini kuşattıkları zaman, Hz. Abdullah’a haber göndererek, durumu bildirdi “Bu halde benim ne yapmamı tavsiye edersin, senin fikrin nedir?” diye sordu. O da Hz. Osman’ın yanına gidip selâm verdi. Hz. Osman” o gece gördüğü rüyayı anlattı: “Kardeşim, bu gece rüyamda şu pencereden Resûl-i Ekrem’i gördüm bana: “Yâ Osman, seni sardılar, öyle mi?” diye sordu. Ben de: “Evet, öyle Yâ Resûlallah” dedim. Resûl-i Ekrem: “Seni susuz bıraktılar öyle mi?” diye sordu. Ben de evet öyle dedim. Bunun üzerine bana bir bardak su verdi ve içtim. Hatta soğukluğunu göğsümde duyarcasına suya kandım. Sonra bana: “İstersen seni onlara galip getirelim, istersen iftarı bizim yanımızda yap (yani istersen şehîd olarak yanıma gel) buyurdu. Ben de iftarı Resûlullah’ın yanında yapmayı tercih ettim” dedi. Hz. Abdullah, Hz. Osman’a “Sakin ol, sakin ol! Bu, senin haklı olduğunu gösterir, isbat eder!” cevabını verdi. Sonra Hz. Osman: “Niçin geldin ey Abdullah bin Selâm?” diye sordu. O da: “Burada şehit oluncaya kadar veya Allahü teâlâ seni kurtarıncaya kadar durmak için geldim. Bana kalırsa bunlar seni mutlaka şehîd edecekler. Eğer şehîd ederlerse, bu senin için hayırlı, onlar için fena olur” dedi.

KAYNAKLAR


ABDULLAH BİN REVÂHA (Radıyallahü Anh)

ABDULLAH BİN REVÂHA (Radıyallahü Anh)

Hz. Abdullah bin Revâhâ, ikinci büyük Akabe bîatında müslüman oldu. Peygamber efendimiz (s.a.v.) ikinci Akabe gecesinde, Evs ve Hazrec kabilelerinden gelenlere hitaben Kur’ân-ı kerîm okudu. Onları İslâm’a davet ve teşvik ettikten sonra buyurdu ki: “Yüce Rabbim için şartım: O’na hiç bir şeyi eş ortak koşmaksızın ibâdet etmeniz, namazı kılmanız, zekâtı vermenizdir. Kendim için isteğim de: Allahü teâlâ’nın Resûlü olduğuma şehâdet etmeniz, kendinizi, çocuklarınızı ve kadınlarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızdır.” Abdullah bin Revâhâ (r.a.): “Böyle yaptığımız zaman bize ne var?” diye sordu. Peygamber efendimiz: “Cennet var” buyurdu. Orada bulunanlar bu daveti kabul edip, “Yâ Resûlallah! Sana nasıl bîat edelim, söz verelim” dediler. Peygamber efendimiz: “Allahü teâlâ’dan başka ilâh olmadığına ve benim Resûlullah olduğuma şehâdet getirerek, namazı kılacağınıza, mallarınızın zekâtını, sadakasını vereceğinize, neşeli ve neşesiz zamanlarınızda sözlerimi dinliyeceğinize, emirlerime tamamıyla boyun eğeceğinize, darlıkta da varlıkta da muhtaçlara yardımda bulunacağınıza, hiç bir kınayıcının kınamasından korkmaksızın, Allah yolunda Allah için hakkı söyliyeceğinize, iyiliği buyurup kötülüklerden sakındıracağınıza bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz.”
Bunun üzerine, orada bulunanlar Peygamber efendimize bîat ettiler. Hz. Abdullah bin Revâhâ: “Biz, Allahü teâlâ’dan ve O’nun Resûlünden geleni kabul ettik...” dedi. Medineliler, tekrar, “Yâ Resûlallah (s.a.v.) Sana yaptığımız bu taahhüd karşısında bize ne var?” diye sordular. Peygamber efendimiz (s.a.v.): “Allahü teâlâ’nın rızası ve Cennet var” buyurunca. Onlar da: “Râzı olduk ve kabul ettik” dediler. Peygamberimiz (s.a.v.):“İçinizden 12 kişi seçiniz. Onlar her hususta kavimlerinin benim yanımda temsilcisi olsunlar. Hz. Musa da İsrailoğularından 12 temsilci almıştı.” buyurdu. Bunun üzerine, Hazrecliler 9, Evsliler de 3 temsilci çıkardılar. Hazreclilerin temsilcileri arasında Hz. Abdullah bin Revâhâ da vardı. Bu temsilciler, Medinelilerin ileri gelenlerinden, bilgili, akıllı ve okuryazar olanlardandı. Bu temsilciler, temsil ettikleri topluluklara İslâm’ı anlattılar, onları da bîat’a hazırladılar. Hz. Abdullah bin Revâhâ, Hârisoğullarına nakib tayin edildi. Hicretten sonra, Hz. Abdullah bin Revâhâ ve Hz. Mikdâd bin Esved arasında kardeşlik tesis edildi. Hz. Abdullah bin Revâhâ, Bedir muharebesinde ve diğer muharebelerde bulunmuş, Hendek gazvesi sırasında Medine tarafına hendek kazılırken, teşvik edici, şiirler söyliyerek, Eshâb-ı kirâmı coşturmuş, çalışmalarını hızlandırmıştır.




Hz. Abdullah bin Revâhâ 6 (m. 627) yılında Hudeybiye Musâlahasına katılarak bîat-ı Rıdvan’da bulundu. Yahudilerin Reisi Ebû Rafî’nin katlinden sonra yahudilerin başına, Esir bin Zürâm geçmiş, müslümanların aleyhinde tahriklere başlamıştı. Esir bin Zürâm, Gatfan kabilesini, müslümanlar aleyhinde harekete geçirmek teşebbüslerinde bulunuyordu. Resûlullah (s.a.v.) bu hareketten haberdâr olarak, hicretin altıncı senesi Ramazanında, Hz. Abdullah bin Revâhâ’yı otuz kişinin başında Hayber tarafına göndermiş, Hz. Abdullah da Esir bin Zürâm’ın bütün ahvalini uzun uzadıya tetkik ederek vaziyeti Peygamber efendimize (s.a.v.) bildirmişti. Esir bin Zürâm’ın vücudunu kaldırmak lâzım geldiğini anlatmış, bunun üzerine Hz. Peygamber, onu bu işle vazifelendirmişti. Hz. Abdullah bin Revâhâ, maiyetindeki otuz kişi ile birlikte hareket ederek, Esir bin Zürâm’ın yurduna doğru yürüdü. Hz. Abdullah, Esîr bin Zürâm’ın makamına vardıktan sonra, onu Medine’ye davet etti. Esir bin Zürâm da daveti kabul ederek, her müslümana karşı bir kişi olmak üzere otuz kişi alarak yola çıktı. Esir, yolda bir müddet ilerledikten sonra aklına bir takım şüpheler gelip, Medine’ye gitmekten ise Hayber’e dönmenin daha iyi olduğunu zannederek gerilemeye başladı. Hz. Abdullah bin Revâhâ, onun bu halini gördükten sonra O’na; “Ey Allah’ın düşmanı! Ne diye geriliyorsun?” dedi. Esir, şüpheye düştüğünü söylediğinden iki taraf arasında şiddetli bir cenk başladı. Esir bin Zürâm ile maiyetindekilerin hepsi imha edildi.


Her hayır ve iyilik vardır O’nun dininde,

Gerçek Resûlullahdır, kabul ettim yürekten,

Ey kâfirler! Kur’ân’ın, Allahü teâlâ’dan,

Nasıl indirdik ise, darbeleri aniden

Onun mânâsına da, inanmazsanız eğer,









Asıl sebep şudur ki, Kur’ân-ı kerîminde,


İşittim bu âyeti, Resûlullah okurken,



Nâşıma uğrayanlar desinler (Ne se’âdet,

diyerek duâ etti.
Ordu gitmeğe hazırlandığı sırada, Hz. Abdullah bin Revâhâ Peygamber efendimizin yanına varıp vedalaştıktan sonra:”Yâ Resûlallah! Bana ezberliyeceğim ve aklımdan hiç çıkarmıyacağım bir şeyi emir ve tavsiye buyurur musunuz? dedi. Peygamber efendimiz O’na: “Sen, yarın Allah’a pek az secde edilen bir ülkeye varacaksın, orada secdeleri, namazları çoğalt!” buyurdu. Hz. Abdullah bin Revâhâ, “Yâ Resûlallah! Bana, nasihatini arttırır mısınız? dedi. Peygamberimiz (s.a.v.): “Allahü teâlâyı dâima zikr et. Çünkü, Allah’ı zikr, umduğuna ermende sana yardımcı olur” buyurdu. Peygamber efendimiz (s.a.v.), Seniyyet’ül Vedâ’da mücâhidlerle vedalaştı. Onlara; “Haydi Allah’ın ismi ile gazâ ediniz. Allah’ın ve sizin Şam’da bulunan düşmanlarınızla çarpısınız! Orada nasrânîlerin kiliselerinde, halktan ayrılmış kendilerini ibâdete vermiş, bir takım kimseler bulacaksınız, sakın onlara dokunmayınız! Onların dışında, başlarında şeytanların yuvalandıkları daha bir takım kimseler de bulacaksınız. Onların başlarını kılıçla koparınız! Siz, ne bir kadını, ne süt emen bir çocuğu, ne yaşlanmış bir pîr-i fâni’yi öldürecek, ne bir ağaç yakacak veya kesecek, ne de bir ev yıkacaksınız.” buyurdu.


Eyvah! Arkada kaldı, Allah’ın sevgilisi,



Çıkarmam artık seni, bundan başka sefere,


Son konakta mü’minler, geçti beni hız ile,

Kardeşlik bağlarını, kopararak geçtiler,

Artık düşünmüyorum, geride ne malım var?

İslâm Mücâhidleri, yollarına devam ederek, Şam topraklarından Maan’a varınca, orada konakladılar. Orada, Kayser Heraklius’un, Rumlar’dan yüzbin askerle Belkâ topraklarından Maan’a gelip konduğunu ve Beliy kabilesinden Mâlik bin Zafile adında birinin kumandası altındâ Lahm, Cüzam, Kayn, Behrâ, Vâil, Bekr ve Beliy Hıristiyan Araplarından yüzbin kişilik bir kuvvetin de gelip onlara katıldığını haber aldılar. İslâm mücâhidleri, durumu görüşmek üzere, Maan’da iki gece kaldılar. Zeyd bin Hârise (r.a.), Rumlar’ın kendileri için pek çok asker toplamış olduklarını haber verip, mücâhidlerin bu yoldaki görüşlerini sordu. Bazıları: “Rumlarla karşılaşmaktan vazgeçip memleketlere akın yap. Halklarını esir al, Medine’ye geri dön.” dediler. Hz. Abdullah bin Revâhâ, susuyor, konuşmuyordu. Hz. Zeyd bin Hârise, O’na, bu hususta ne düşündüğünü sordu. Hz. Abdullah bin Revâhâ: “Biz, ganimetler elde etmek için yola çıkmadık. Fakat, Rumlarla karşılaşmak için yola çıktık!” dedi. Diğer mücâhidler ise; “Resûlullah aleyhisselâma yazı yazıp düşmanımızın sayısını bildirelim. Bize, acele asker göndermesini veya bu yolda yapmak istediği şeyi bize emretmesini istiyelim.” dediler. Bu hususta söz ve görüş birliğine vardılar. Hz. Abdullah bin Revâhâ:


Silâhça, süvarice, çokluk olduğumuzdan,


Gidiniz, çarpışınız, muhakkak iyilik var,

Bedir günü vallahi, vardı iki atımız,

Bu cenkte galip gelmek, varsa eğer kaderde,

Hak teâlâ vadinden, dönmez asla geriye,

Şehidlik varsa eğer, bizim kaderimizde,

Meşârif köyünde rastladıkları düşman askerleri yaklaşmaya başlayınca, İslâm mücâhidleri, Mûte diye anılan köyün önüne çekildiler ve hemen savaş düzenine girdiler. Düşman askerlerinin üzerine yürüdüler. İki taraf, yeşil ekinler üzerinde, birbirleriyle amansızca çarpışmaya başladılar. İslâm Ordusunun Başkumandanı Zeyd bin Hârise (r.a.) Peygamber efendimizin sancağını eline aldı. Vücudu, Rumların mızrakları ile delik deşik edilip, kanları saçıbncaya kadar çarpışmaktan geri durmadı ve en sonunda şehîd oldu. Sancağı Hz. Cafer bin Ebî Talib aldı. Zırh gömleğini giydi, atına bindi. Sancağı elinde olduğu halde ilerledi. Hz. Cafer, düşmanların ortalarına kadar dalmış bulunuyordu. Çarpışırken, düşmanlar tarafından vurulup bir eli kesildi. Sancağı, diğer eline aldı. O eli de kesilince, sancağı koltuğunun altına kıstırdı. O sırada bir adam, ona mızrağını sapladı ve Hz. Cafer şehîd oldu. Hz. Cafer şehîd olunca, Ebül-Yüsr Ka’b bin Umeyr sancağı alıp, Hz. Abdullah bin Revâhâ’ya verdi. Hz. Abdullah bin Revâhâ sancağı alınca, atının Üzerinde düşmanlara doğru ilerledi ve kendi kendine:


Yâ sen kendiliğinden, râzı olursun buna,

Eğer öldürülmezsen, şayet sen bu savaşta,

Cafer bin Ebî Talib ve Zeyd bin Hârise’nin,

Onlar şehîd oldular, ey nefsim durma geri,

Hz. Abdullah bin Revâhâ çarpıştıktan sonra dönüp atından indiği sırada, amcasının oğlu kendisine pişirilmiş et getirdi ve: “Al, bunu ve de biraz güçlen” dedi. Hz. Abdullah bin Revâhâ (r.a.) üç günden beri bir şey yememişti. Etten bir defa ısırmıştı ki, o sırada, müslümanların bulundukları köşede bir kargaşalık oldu. Bu durumu görünce: “Sen hâlâ bu dünyâdasın. Dünyada yiyip-içmekle uğraşıyorsun” diyerek nefsini kınadı ve hemen elindeki eti bıraktı. Kılıcını sıyırıp tekrar savaşa girdi. Kahramanca çarpıştı. Bir ara düşman askerlerinden biri mızrağını Hz. Abdullah bin Revâhâ’ya (r.a.) nişan alarak fırlattı. Hz. Abdullah bin Revâhâ müslümanlarla düşman safları arasında yere düştü. Çok arzu ettiği şehâdete kavuştu. Eshâb-ı kirâm (r.anhüm), hemen istişare ederek aralarında Hz. Hâlid bin Velid’i kumandan seçtiler.
Peygamber efendimiz, kumandanların şehîd edildiklerini, kendileri hakkındaki haber Medine’ye gelmeden önce aynı günde müslümanlara haber verdi. Onların şehîd oldukları saatte, Peygamber efendimiz Eshâbını mescidte topladı. Peygamberimiz çok üzgündü. Eshâbı (r.a.) “Yâ Resûlallah (s.a.v.) sizde olan üzüntüyü gördüğümüzden beri duyduğumuz üzüntünün derecesini ancak Allahü teâlâ bilir” dediler. Peygamber efendimizin mübârek gözlerinden yaşlar akarak; “Bende gördüğünüz üzüntü, beni hüzün içinde bırakan şey, Eshâbımın şehîd olmaları idi. Bu hal, onları, Cennette karşılıklı tahtlar üzerinde oturmuş kardeşler olarak görünceye kadar devam etti. Zeyd bin Hârise sancağı eline aldı. Nihayet şehîd edildi. O şimdi Cennete girdi. Orada koşup duruyor. Sonra sancağı Cafer bin Ebî Talib aldı. Düşman ordularına saldırdı. Çarpıştı ve nihayet o da şehîd oldu. O, şehîd olarak Cennete girdi ve yakuttan iki kanat ile dilediği gibi uçup duruyor. Cafer’den sonra sancağı Abdullah bin Revâhâ aldı. Elinde sancak olduğu halde düşmanlarla çarpıştı ve şehîd oldu ve Cennete girdi. Onlar, Cennette altından tahtlar üzerinde bana gösterildi.”buyurdu,
Hz. Abdullah bin Revâhâ, dinine son derece bağlı, dünyâ malına ve rütbesine kıymet vermezdi. Allahü teâlâya ibâdet etmekte ve Peygamber efendimizin (s.a.v.) emirlerini ölüm pahasına da olsa yerine getirmekte eşine az rastlanırdı. Bir defasında, Peygamber efendimiz (s.a.v.), hutbe okurken cemaate “oturunuz” buyurduğunda, Hz. Abdullah bin Revâhâ, mescidin dışında bir yerde bulunuyordu ve hemen olduğu yerde oturdu, hutbe bitinceye kadar, hiç kımıldamadan orada bekledi. Onun bu hareketi, Peygamberimize ulaştırılınca, Peygamber efendimiz, “Allahü teâlâya ve Resûlüne gösterdiğin itaatde Allahü teâlâ. hırsını arttırsın”buyurdu. Peygamberimiz, Hz. Abdullah bin Revâhâ’yı çok sever, hastalandığı zaman hemen ziyâretine gider, hâl ve hatırını sorardı. Bedir’den başlıyarak, şehîd olduğu Mûte Savaşına kadar Peygamberimizin iştirak etmiş olduğu bütün savaşlarda bulunan Hz. Abdullah bin Revâhâ, Peygamber efendimizin şâir ve hatîblerindendi. Kendisi “Vahiy kâtibiydi.” Şairlikteki kudreti herkes tarafından bilinir ve takdir edilirdi. Şiirleri, Eshâb-ı kirâm tarafından hemen ezberlenerek ağızdan ağıza yayılırdı. Peygamber efendimiz de, onun şiirlerini beğenirdi ve bu şiirlerin düşmana ok atmadan daha tesirli olduğunu beyan ederdi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) onun hakkında,“Cenâb-ı Hak, Hz. Abdullah bin Revûha’ya rahmet eylesin, Melâike onun meclisi ile iftihar ederlerdi”buyurdu.
KAYNAKLAR

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...