10 Ekim 2017

TÜRK HALKI HIRPALANIRKEN // Ahmet Kılıçaslan Aytar

TÜRK HALKI HIRPALANIRKEN // Ahmet Kılıçaslan Aytar

Bir çok şeyle birlikte Orta Doğu’da kurulmakta olan Sünni ve Şii eksende; Artık Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Türkiye’den İslam coğrafyasında vizyona konan, Barışın ve adaletin dini inanışlar üzerinde inşa edilmesine dayanan ve sadece ekonomi değil siyasal, kültürel ve sosyal boyutlarında bütün etnik yapıları da İslam Birliği potasında algılayan, en fenası İslami Cihad’ı da teşvik eden “Siyasal İslamcılığa” hiç bir kredi tanınmıyor… Erdoğan’ın İslam Birliği çerçevesinde “bölgeyi kazanırsak petrolü ve Misak’ı Milli topraklarını da kazanırız” oportunizmine ise tahammül dahi edilmiyor… 

 * Çünkü Batı Medeniyeti, bugün yaşanan durumun bir benzerini 17. yüzyılda İngiliz İç Savaşı’nda hem Katolik hem de Protestan olan yerleşmiş Hristiyan kiliselerinin diğer modern özgürlük hareketlerinin mücadelesinde yaşamıştır. Sonuçta herhangi bir kiliseye abone olunmaksızın, “Tanrı’nın imajında yaratılmış olmaya” ilişkin teolojiye dayanan Amerikan Devrimine yol açılmıştır… 

 * Bu yüzden ABD ve Batı demokrasilerindeki anayasalar, yerleşmiş laik versiyonlardan ziyade kalıcı devrimcilik anlayışına dayanıyor. Böylece çatışmalar ulus devletlerin siyasi egemenliğinin başlıca birimi olan sözleşmelere dayandırılmıştır. 

 * ABD bu konsepti; Ulusal Güvenlik Stratejisinde belirttiği üzere farklı coğrafyaların sorunlarının sadece askeri değil yeniden yapılanma, kalkınma, yetki devri, eğitim gibi insan odaklı yöntemlerle çözüleceği esasındaki dış politikasıyla sağlıyor. Avrupa Birliği ise Kopenhag ve Maastricht kriterleriyle… 

 * Bu yüzden Türkiye, mutlaka farklı etnik ve dini kökenlerden gelen insanları bir arada yaşatmak için normalleşecektir. Bir yanda, “Toplumsal hayat” ta siyaset ve kültürün ancak bir bölümünde tarikatlar, cemaatler ve dini kurumlara serbestlik verilecek, Farklı ideoloji, görüş ve inançta Kürtlerin demokratikleşme perspektifi esasında siyasal nicelik ve niteliklerini kazanmaları siyaseti özgürleşecektir… 

Öte yanda “Devlet” bu toplumu küresel sözleşmeler ya da siyasi ve ekonomik kriterler dengesinde tutacak bir doğrultuda gelişirken; Türkiye yeniden “Küresel İstikrar, Büyüme ve Güvenlik ” bileşkesinin güvenilir bir üyesi olacaktır… 

 * ​Halbuki Türkiye,​ ​15 Temmuz 2016’da askeri darbenin acı verici deneyiminden geç​erken, Avrupa​:​ hükümetin orantısız tepki vermesi ve önlemlerin bir çoğundan​,​ eleştirileri zayıflatma ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iktidarı ele geçirme amacına hizmet ettiği izlenim​i​ al​mıştır.​ 

16 Nisan 2017 referandumunda​ ise​ mevcut parlamenter demokrasiyi kaldırıp bir cumhurbaşkanı sistemi ile değiştiren bir dizi anayasa değişikliği onaylan​ınca, Bu kez 11 Mart 2017’de​ ​Avrupa Konseyi’nin danışma organı olan Venedik Komisyonu bu değişikliklerin, gerekli kontroller ve dengeler olmaksızın bir “Tek Adam Başkanlık Sistemi” kurmayı amaçla​n​dığını iddia et​miş, 

AGİT Demokratik Kurumlar ve İnsan Hakları Ofisi’de; OHAL ortamında yapılan referandumda tarafların eşit olmayan koşullarda yarıştığını:​ ​Oy sayım prosedüründe yapılan değişikliklerin önemli bir güvenceyi ortadan kaldırdığını: YSK’nın mühürsüz pusulalar hakkındaki kararının yasa dışı olduğunu​:​ Bu hallerin demokratik siyasetin esasına aykırı olduğunu rapor et​mişti.​ 

 * ​Eh,​Türkiye zaten​ AB üyeliği için şart olan Kopenhag ve Maastricht kriterlerini​ de​ yerine getirm​eyince, Bu gelişmelerin tümü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üyelik müzakerelerini​n​ temelini yok ettiği​ biçiminde algılandı. Türkiye demokrasinin mevcut durumuyla AB’ye tam üyeliği gerçekçi ​bulunmadı. O yüzden Avrupa, Türkiye’ye o günlerden beri adı konulmamış bir tecrit politikası uygu​l​uyor… 

 * ​Bu noktaya kadar Fethullah Gülen en aşağılık şekilde tasfiye edilmiştir, Recep Tayyip Erdoğan sırasını bekliyor… 

 * Son olarak​ ​ABD​ ​Başkonsolosluğu çalışanı bir Türk vatandaşının tutuklanmasının ardından ABD’nin​ ​Türk vatandaşlarına vize yasağı koyması​,​ buna Ankara​’​nın aynı yöntemle misillemede bulunmasıyla; Türkiye​​, Avrupa’dan sonra ABD​ ​ile​ ​ilişkileri​nde​​ tarihte görülmemiş bir krize gir​miştir.​ ​Doğrusu Türkiye, Batı Medeniyeti tarafından muhtemelen giderek koyulaşacak bir “Tecrit” sürecine alınmış bulunuyor…  ​

*​ Erdoğan bu süreçle ilgili, ” Türkiye bir hukuk devletidir. Her şeyden önce, biz bir kabile değiliz. Bir kabile devleti de değiliz. Onların açıkladığı metin neyse, mütakabiliyet esasına dayalı olarak o metnin karşı metnini de büyükelçimiz ABD’de açıklamıştır. Süreç bundan ibarettir” diyor… 

 * Aslında Erdoğan, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlının dağılması ve hilafetin yıkılmasından bu yana İslamcıların tek bir ümmet olabilme hayaliyle yanıp tutuşuyor… Her İslamcı fraksiyon İslam ümmetinin vahdetini programının ilk hedefi olarak kabul etmektedir. 

İslami davet çalışması yapan ve İslami kanunların dünyaya egemen olması için mücadele eden çeşitli İslamcı Hareketler; Bu taleplerini bir nevi komuta karargâhı olan Afganistan ve Pakistan’ın Veziristan bölgesindeki Taliban hareketleri ile ittifak oluşturarak pratikleştiriyor. 

 * Ve bugün Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde, sınırları Ortadoğu’dan Balkanlar’a, Endonezya’dan Fildişi Sahilleri’ne uzanan evrensel bir İslam Devleti kurmak isteyen, 50’den fazla ülkeden çeşitli İslami Hareketin desteklediği Uluslararası bir İslamcı Güç ile bunların cihadını engellemek ve İslam âlemini seküler hale getirmek isteyen Batı arasında bir savaş cereyan ediyor… 

 * Ama uluslararası ve ulusal sermaye buna izin veremez ve vermiyor. Nitekim AB’nin tecriti ardından ABD’nin tecridiyle; Türkiye’nin küresel sistemin santrifüj kuvvetleriyle sarsılması, Yeniden ABD ve AB’nin istisnaî siyasi ve ekonomik gücünü hissederek kararlılığını pekiştirmesi, IMF’in denetiminde yapısal bir dizi reformlardan geçerek borç akışını düzene soktuktan sonra, 

Yeniden küresel ekonomiye entegre edilmesi öngörülüyor. * ​
Ne yazık ki, bu yöntem Türk halkına çok pahalıya mâlolacaktır ama bakınız; Neden Erdoğan bundan hiç ibret almıyor ve “Yaşasın Türk Halkı” diyemiyor? 

Bu çağdışı akıl ile Batı Medeniyeti’ne karşı antiemperyalist bir mücadele vermek mümkün müdür? O halde, Türk Halkının çağdaş muassır medeniyete ulaşmasının ve Erdoğan’ın demokratik usullerde tasfiye edilmesinin başka yolu yoktur.​..​​

KORKU TOPLUMU

man-1519667_640

KORKU TOPLUMU

Toplumu tahakküm altında tutmak için korkunun gerekli olduğunu söyler 17. yüzyılda yaşamış İngiliz düşünürü Hobbes. Hobbes’ın bu sözleri günümüz için de geçerli. Otoriter-totaliter rejimlerle yönetilen pek çok ülkede korkunun toplumu kontrol altında tutmak için kullanıldığını görüyoruz. Bu bağlamda toplumları ikiye ayırabiliriz; özgür toplumlar ve korku toplumları. Korku toplumlarında hukuk dışılık, keyfilik, baskı egemendir. 

Temel hak ve özgürlükler, muhalefet güvence altında değildir. Rejime muhalif olduğu için 9 yılını Sovyetler Birliği’nde bir cezaevinde geçiren Sharansky’e göre, korku toplumlarında üç grup insan vardır; rejimi destekleyenler, yaşamını, ailesini tehlikeye atarak muhalif olanlar ve rejime karşı olsalar bile korkudan ses çıkarmayanlar. Bu üçüncü grubun yaşadığı iç gerginlik, arkadaş toplantıları, iktidara ilişkin öyküler, fıkralar, karikatürler yoluyla biraz azaltılsa bile temel rahatsızlık sürer. 

 Bu gruptaki insanlar, sanat, kültür olayları aracılığı ile rejim tarafından kabul edilebilir sınırın nereden geçtiğini bulmaya çalışırlar. İktidarın baskısı arttıkça bu sınır daralır, muhalif sesler de azalır. Örneğin, Gandi’nin İngiliz sömürgeciliğine karşı yürüttüğü pasif direniş Nazi Almanyası’nda gerçekleşemezdi. Baskı derecesi ne olursa olsun, bütün korku toplumlarının ortak özelliği, yazılı ve görsel medyayı kontrol ederek bir toplumsal beyin yıkama mekanizması kurması. Özgür toplumla korku toplumunu ayırt eden ölçüt seçimler değil. 

Korku toplumlarında da seçimler pekâlâ olabilir. Ama özgürlüğün güvenceleri olan bağımsız bir yargı, özgür bir basın, güçler ayrılığı gibi kurumlar bulunmaz. Hannah Arendt’e göre, totaliter yönetimlerde korku ve devlet terörü, bir süre sonra sadece muhalefeti bastırmak aracı olmaktan çıkar. Ondan bağımsız, toplumu sarar, rejimin bir özelliği niteliğini kazanır. 

Korku bireylerin davranışlarına yön vermekte yetersiz kalır. Çünkü korkuya dayanan davranışlar da, korkunun kaynaklandığı tehlikeleri önleyemez. Korku toplumlarında, korku iki yanlıdır. Sadece baskı altındakiler korkmaz. Aynı zamanda baskıyı uygulayan lider ya da iktidar da korkar. Onların korkusu iktidarı yitirmektir. 

Bu korkunun gerçekleşmesi olasılığı artıkça, baskı da yoğunlaşır. 
Myanmar’daki askeri diktatörlüğe karşı direnişin lideri ve şimdi Dışişleri Bakanı olan Aung San Suu Kyi ‘Korkusuz Yaşama Hakkı’ adlı kitabında şöyle der: “İktidarı çürüten güç değil, korkudur. İktidarı kaybetmek korkusu gücü kullananları, iktidar tarafından cezalandırılmak korkusu da güce tabi olanları çürütür.” Sonuçta çürüyen toplumun kendisi… 

OHAL Türkiyesi’nde topluma korku egemen. İnsanlar konuştuklarından, yazdıklarından, düşündüklerinden dolayı başlarına ne geleceğini bilememekte. Konuşmasalar, yazmasalar, düşünmeseler bile başlarına bir şey gelmeyeceğinden emin değiller. Bu belirsizlik ve güvensizlik korkuyu doğurmakta. 

Bağımsız bir yargının bulunmadığı bir ülkede insanı insan yapan değerlerin de bir güvencesi yok. Uluslararası bir saygınlığa sahip ‘İnsan Haklarını İzleme’ adlı STK’nın Ekim 2016 tarihli Türkiye raporunda şöyle deniyor: “Avukatların darbe şüphelilerini savunmaktan koktuğu ve avukatların, sağlık personelinin, insan hakları aktivistlerinin ve başkalarının da hükümeti eleştirdikleri takdirde hedef alınabileceklerinden endişelendikleri bir korku iklimi yaratılıyor.” Bir avukat şöyle diyor: “Korkuyoruz. Baro da korkuyor. Her şey son derece siyasi ve herkes gözaltına alınmaktan ve tutuklanmaktan korkuyor.” 

OHAL düzeni, darbe ile bağlantılı olsun olmasın, bütün muhalifleri, aydınları, solcuları, Kürtleri; kısacası iktidarın hoşlanmadığı tüm toplumsal kesimleri giderek artan bir baskıyla eziyor. En son iki KHK ile üniversitelerde rektörlük seçimlerinin kaldırılması, binlerce öğretim üyesinin üniversiteden atılması, Cumhuriyet gazetesi yazar ve yöneticilerinin gözaltına alınması bu durumun son örnekleri. Korku duymadan yaşamak bir temel insan hakkı. 

Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin başlangıç bölümünde, “ifade ve inanç özgürlüğü ve korkudan ve yoksulluktan uzak bir yaşam insanlığın en yüce beklentisidir” ifadesi yer alır. Türkiye’nin korku toplumundan özgürlük toplumuna dönüşmesinin anahtarı, demokrasi için verilen mücadelenin her alanda yaygınlaşması ve kitlesel bir nitelik kazanmasıdır. Rıza Türmen

ALİ HAYDAR BAŞVEREN'İN ARAŞTIRMA YAZISI ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ


ALİ HAYDAR BAŞVEREN'İN ARAŞTIRMA YAZISI

ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ

YAZILARIN ÜZERİNİ TIKLAYIN


SİTEMİZDEKİ SAYFALAR VE KONU BAŞLIKLARI


BİRİNCİ KISIM - HİLAFET VE İMAMET
İKİNCİ KISIM - 12 İMAM DÖNEMİ
CENTER>ÜÇÜNCÜ KISIM - İSLAM’A FESAT KATANLAR
DÖRDÜNCÜ KISIM - ORTA ASYA TÜRKLERİ’NİN MÜSLÜMAN OLUŞU
BEŞİNCİ KISIM - OSMANLI DEVLETİ BEKTAŞİLİK ÜZERİNE KURULMUŞTUR
ALTINCI KISIM : YAVUZ SULTAN SELİM VE SONRASI



YEDİNCİ KISIM : HAZIRLANIYOR!..



SEKİZİNCİ KISIM : GÜNÜMÜZDE DURUM NE?



DOKUZUNCU KISIM : ALEVÎ-BEKTAŞÎ İNANÇ VE ÂDETLERİ

ÇEŞİTLİ KONULAR İÇEREN VİDEO


ÇEŞİTLİ KONULAR İÇEREN VİDEO







Kaynakçali Atatürk Günlüğü1 pdf e-kitap

pdf e-kitap

İdlib ile yatıp, İdlib ile kalkmak…

İdlib ile yatıp,  İdlib ile kalkmak

İdlib ile yatıp, İdlib ile kalkmak…

Sınırımıza 45 kilometre uzaklıkta olan Suriye’nin İdlib kenti’ne TSK’nın operasyon düzenlemek için günlerdir bir hazırlık içinde olduğunu biliyoruz. Bu satırlar yazılıncaya kadar henüz operasyon için düğmeye basılmamıştı, ancak bunun eli kulağında olduğunu söylemliyiz.
Türkiye için İdlib neden bu kadar önemli önce buna bakalım?
Amerika ve İsrail uzun vadede Kuzey Irak ile Kuzey Suriye’yi birleştirme projesini hayata geçirmek istiyor. Barzani’nin aldığı “bağımsızlık kararı”ndan yola çıkarak başka hesaplar içinde olanları hayal kırıklığına uğratmanın, hesapları gözden geçirmelerini sağlamanın en çıkar yolu, İdlib’e yapılacak harekât olacaktır.
Bu harekâtın dış güçlerin hesaplarını alt-üst edeceği görüşündeyiz.
İdlib, Rusya’nın Suriye iç savaşına dahil olduğu 2015 yılından beri şiddetli saldırıların hedefi haline geldi. Başta Halep olmak üzere Suriye’nin çeşitli kesimlerinden kaçan sivillerin sığınma noktası olarak da biliniyor. 2 milyon 400 bin civarında yerli nüfus, yaklaşık 1.3 milyon da iç göçle gelmiş vatandaş İdlib’de sıkışmış halde yaşamaya çalışıyor.
Nusra Cephesi’nin çatı yapılanması Heyet Tahrir El Şam (HTŞ), son dönemde İdlib’de artan etkinliğiyle ön plana çıktı. Malum IŞİD bitti; Rusya-İran- Rejim üçlüsü ise şimdi HTŞ’yi bir numaralı tehdit olarak görüyor. Öte yandan İdlib’de çok sayıda silahlı rejim karşıtı grup ile muhalif grup bulunuyor.
Şu anda Türkiye’nin de desteklediği Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) başta HTŞ olmak üzere, diğer bazı gruplarla çatışma halinde bulunuyor. Türkiye ve Rusya bu gruplara karşı birlikte hareket ederek İdlib’i temizleme peşindeler.
Bize göre bu harekât doğru atılmış bir adım olacaktır.
Ancak, burada gerçekleşebilecek önemli bir tehlikeyi de görmek gerekiyor:
İdlib, Türkiye’ye çok yakın. Yukarıda da değindiğimiz gibi milyonlarca sivil buraya sığınmış durumda. Türkiye’nin karadan, Rusya’nın havadan saldırıları sonrası burada iyice sıkışacak olan sivillerin çıkış kapısı Türkiye olacaktır.
Bunun anlamı da şudur:
Sayıları hiç de küçümsenmeyecek yüz binlerce sığınması kapılarımıza dayanacak ve yeni bir sığınmacı sorunu ile karşı karşıya kalmış olacağız. Bunların da iyi hesaplanması gerekiyor.
İdlib’in batısında Akdeniz, kuzeyinde Hatay ve Halep’in ilçesi Afrin var. Afrin 2011’den beri PKK-PYD’nin elinde bulunuyor. PYD-YPG güçleri, İdlib’in sadece bir bölümünü dahi ele geçirirse örgüt Irak sınırından başlayan ve Akdeniz’e uzanan koridorunu gerçekleştirmeyi başarabilir. Şimdi, Amerika ve İsrail, bunun gerçekleşmesi için PYD/ YPG yapılanmasına her türlü desteği sağlıyor.
Daha da açıkçası bu noktada Amerika ve İsrail’in taşeronu terör örgütleri ile mücadele edeceğiz. Sorun Türkiye’nin güvenliği ve bölünmez bütünlüğü ise bu adımların atılması gerekiyor.
Bir önemli nokta da şu:
İdlib’de güvenli bir hat oluşturan Türkiye’nin, o hattı ne zamana kadar koruyabileceği de ayrıca tartışılması gereken bir konudur. Gerçek hedefinin sınırlarında PYD / PKK koridoruna izin vermemek olduğunu defalarca ilan etmiş bir Türkiye’nin, rejim karşıtı Suriyeli ılımlı muhalefetten ne kadar destek alacağı da belli değildir.
Rusya’ya tam güvenebilir miyiz?
Buna şüphe ile bakmak gerekiyor. Nedenine gelince:
Rusya’nın PYD’ye sırtını döneceği kesin değil. Bilindiği gibi başından beri Rusya’nın PYD ile ilişkileri gayet iyi ve bunun nedeni de Rusya’nın PYD’nin tamamen ABD kontrolüne girmesini istememesinden kaynaklanıyor. 
Bu noktada ikili oynamalar gündeme gelebilir. 
Bunu da sakıncalı görüyoruz.
Özetle, Rusya ile yola çıkıyoruz ama yarı yolda kalma ihtimalini de her zaman göz önünde bulundurmamız gerekecek. Çünkü Rusya’nın ne kadar samimi olduğunu ve hangi amaçlarla hesap yaptığını şu an için net olarak bilemiyoruz.
Gerek Suriye’de, gerekse Kuzey Irak’ta yaşananlar daha çok başımızı ağrıtacağa benziyor.
necdetbuluz@gmail.com
www.facebook.com/necdet.buluz

MEHMETÇİK VE IDLİB // Ahmet Kılıçaslan Aytar

MEHMETÇİK VE IDLİB // Ahmet Kılıçaslan Aytar ile ilgili görsel sonucu
MEHMETÇİK VE IDLİB // Ahmet Kılıçaslan Aytar

Suriye topraklarında İsrail ile İran arasında yaşanan açık çatışma gittikçe artan bir noktaya ulaşmıştır.
Bu sırada Başkan D.Trump, 12 Ekim’de yeni İran politikasını açıklamaya hazırlanıyor…
*
İsrail Başbakanı B.Netanyahu​, D​.Trump’ın İran nükleer anlaşmasını “tasfiye edip etmeme” konusunda yaklaşan kararı üzerine,
İsrail’in anlaşma politikasının basit olduğu​, bunun; “Değiştirin veya iptal edin, düzeltin veya düzeltin. Anlaşmayı engellemek; İran nükleer silah yeteneğini tamamen ortadan kaldırana kadar engelleyici yaptırımlar da dahil olmak üzere İran’a yönelik büyük baskıları onarmak anlamında​dır​” ısrarını sürdürüyor.​
*
Başkan Trump, İran Nükleer programı ile ilgili “Müşterek Kapsamlı Eylem Planı” anlaşmasını bir “utanç” olarak nitelendiriyor.
Şimdi Başkan’ın İran’ın nükleer programının yalnızca barışçıl olacağını kayıt altına alan 18 Ekim 2015 tarihli anlaşma ile ilgili olarak;
Devrim Muhafızları’nın yararlarını engelleyecek yeni yaptırımları açıklaması,
Fakat işlerliğin denetlenmesi için anlaşmayı 90’ar günlük periyodlarla uzatması bekleniyor… 
*
Bu periyodlarda İran’ın anlaşmaya uymadığına karar verilirse; 
Kongre’nin ekonomik yaptırımların yeniden uygulanması da dahil olmak üzere karar vermesi iki ay sürecektir… 
*
İsrail bu noktada; İran’ın Ortadoğu’da hakimiyetini kazanmakta olduğuna ve bölgede tehdit unsuru oluşturduğuna inanıyor.
İran’ın uyarıları ciddiye almadığı ve Suriye rejimi ile görüşerek Şam yakınlarında Devrim Muhafızları’nın savaş filolarına bir askeri havaalanı,
Ayrıca Tartus’ta savaş uçakları için bir üs ile limanda otonom bir askeri iskele arayışını sürdürdüğünü, 
Böylece Suriye topraklarında bir İran bölgesi oluşturmakta ilerleme kaydettiğini iddia ediyor… 
*
İsrail’e göre; Esad rejimi Suriye’de istikrar sağlayamayacaktır.
Ama İran; savaşa yaptığı katkıyla Suriye’de karşılığını almanın ve Akdeniz’e kadar genişlemenin peşindedir.
Lübnan Hizbullah’ı da Suriye’de kendisine bir güç dinamiği oluşturmaya çalışmakta,
Üstelik HAMAS’da Hizbullah eliyle Lübnan’a yerleşmektedir. 
*
Ayrıca İran; Şam ve Lübnan sınırı arasındaki Sünni Arap nüfusunu azaltma ve Sünni sakinlerini ihraç etmeyi hedeflemekle itham ediliyor.
İran’ın böylece İsrail’in coğrafyasında siyasi ve askeri potansiyelini maksimize ederek, bölgeyi tek bir çatışma alanı haline getirmeye çalıştığı iddia ediliyor. 
*
İsrail, İran’ın Ortadoğu’daki hakimiyetini kazanmakta olduğuna inanıyor ve tehdit oluşturan bölgeleri  yeniden düzenlenmeye karşı harekete geçmiş bulunuyor.
İsrail’in askeri ve diplomatik kampanyasının odak noktası Suriye’dir.
Gerektiğinde İran’dan Hizbullah’a silah aktarımını önlemek amacıyla hava saldırılarında bulunuyor.
Gerektiğinde Suriye’deki gelişmekte olan durumla ilgili endişelerinde, ABD ve Rusya’da yeterli derecede ciddiye alınmadığı sonucuna varıldığı için bir dizi diplomatik temaslarını sürdürüyor. 
*
İran ve vekil güçlerinin İsrail kontrolündeki Golan Tepeleri ve sınır boylarına ilerlemesinin mutlaka engellenmesini istiyor. 
Bugün ABD ve Rusya arasında yapılan anlaşma doğrultusunda, Rusya’nın; Suriye Ürdün sınırında, Guta ve Humus kuzeyinde kurduğu çatışmasızlık bölgeleri İsrail lehine kurtarılmış Sünni Arap bölgeleridir… 
*
Yine de İsrail, askeri ve diplomatik temaslarında hayal kırıklığına uğradığına inanıyor.
Giderek  İran’ın kapsamlı bölgesel hırslarından daha çok endişe duyuyor.
*
Suriye’de bulunan büyük oyuncuların İran ve vekillerinin aktivitelerine göz yummaları halinin kendilerini aşırı kaygılandırdığına işaretle,
Bu endişenin tatmin edici bir şekilde ele alınmadığı sürece İsrail’in tek başına İran’a tepki vereceğine dikkat çekiliyor… 
*
Bu sırada ABD ve Rusya arasında yapılan anlaşma doğrultusunda Astana’da varılan anlaşma çerçevesinde;
Sıra Türkiye, İran ve Rusya arasında Suriye’de isyancı gruplar tarafından hâlâ kontrol edilen ve en büyük alanlardan biri olan Idlib’te bir çatışmasızlık bölgesinin daha inşa edilmesine gelmiştir. 
*
Astana Anlaşmasına göre Türkiye’nin İdlib çatışmasızlık bölgesindeki rolü;
Suriye yönetimiyle işbirliği yolu çiz​erek çatışmaların bitmesine​ çaba göstermek,
​İdlib’teki yönetim​i​ silahlı terör gruplarından al​arak sivil idareye devre​tmek,​ radikal unsurları elimine etmek, kentteki çatışmasızlığı denetle​mek​,​ güvenliği ​Fırat Kalkanı bölgesinde olduğu gibi yerel polis güçlerine bırak​maktır.​​
*
Türkiye bu görevi, öngördüğü Suriye toprak bütünlüğü ve bölgedeki nufusunun artacak olmasıyla sağlayabileceğine inanıyor.
​Bu Türkiye’nin bölgeye çok sayıda Sünni Arap taşıması ve yeni bir demografik yapı oluşturması anlamına geliyor…  
*
Operasyonun daha şimdiden Suriye ihtilafında önemli yeni bir gelişme olacağı açıktır ki;
Erdoğan’ın yaptığı açıklama sonrasında hareketlenmeye başlayan bölgede,
Rusya ile varılan anlaşmanın uygulama safhasına geçilmiş bulunuluyor.. 
*
Uygulama Türkiye’nin güneydeki durumu karşısında son bir yıldır belirttiği politikayla uyumludur.
Ancak Türkiye için birçok riskleri de sunuyor…
*
Kuzey Suriye’deki İdlib ili, yıllardır Suriye muhalefet isyancı gruplarının kontrolü altındadır. 
2012’de B. Esad’a karşı protestoların başlamasından sonra Suriye rejiminin saldırılarına uğradı.
Mart 2015’ten beri birçok İslamcı terör örgütünün işgalindedir.
El Kaideci el-Nusra Cephesi, Ahrar al-Şam ve daha ılımlı Failaq el-Şam’dan sonra Temmuz 2017’de kendisine Hayet Tahrir el-Şam (HTS) adını veren Nusra Cephesinin işgalinde bulunuyor 
*
Kuzeyde Kürt Halkını Koruma Birimleri (YPG) Türk sınırının yakınındaki Afrin adlı engebeli bir alanı kontrol altında tutuyor. 
Idlib’in güneyindeki alanda Suriye rejimi bulunuyor.
Doğu ise Türkiye’nin ve isyancı Özgür Suriye Ordusunun (ÖSO) kontrol ettiği  bölgedir.
*
Türkiye, Ağustos 2016’da “Fırat Kalkanı” olarak adlandırılan Cerabulus bölgesine yaptığı operasyonda, binlerce isyancı savaşçının liderliğindeki İŞİD’i Türkiye sınırından başarılı bir şekilde temizledi.
ÖSO’ ya yönelik güvenli bir bölge oluşturdu.
*
Şimdi Fırat Kalkanı gibi İdlib’deki bir operasyonun hem isyancı grupları safdışı edeceği hem de YPG’yi hedef alacağı;
Böylece Idlib yoluyla Akdeniz’e ulaşmayı hedefleyen YPG’nin,
Ya da bir bütün olarak Irak ve Suriye’nin kuzeyindeki Kürtlerin terör koridoruna engel olunacağı düşünülüyor. 
*
Bu operasyonda  Rusya rejimin başlıca destekçisidir, Türkiye ise isyancı Sünni ÖSO’yu destekliyor.
Ama işler son bir yılda değişmiş; Türkiye Rusya’ya yaklaşmış, Erdoğan görüşmeler için İran’da bulunmuştur.
Nitekim Rusya son haftalarda Idlib’te terör örgütlerini bombalarken, Türkiye’nin desteklediği  isyancı ÖSO müttefiklerine dokunmamıştır.
Bu, Türkiye’yi Rusya’yla aynı tarafta gösteren, esasen milyonlarca Suriyelinin nefretle kaçtığı Suriyeli rejimin yanında gösteren garip bir görüntü veriyor… 
*
Ancak ÖSO’nun ve bağlı Hamza Bölüğü’nün İdlib’i elinde tutan Tahrir El-Şam (HTS) örgütü ile başa çıkması mümkün görülmüyor.
Türkiye’nin de HTS ile gerçek bir çatışmada kaybedebileceği öngörülüyor. 
*
Bu halde Türkiye ile cihatçılar arasında bir kapışmanın Suriye’deki çatışmayı daha da zorlaştıracağı,
Bilhassa Afrin’de Türk kuvvetleri ve Kürtler arasındaki herhangi bir çatışmanın, ABD liderliğindeki koalisyonun Kürtlerle İslam Devleti’ne karşı ortak olmasıyla birlikte doğuda gerginliğe yol açabileceğini düşündürüyor.
*
İran’ın; İsrail’in coğrafyasında siyasi ve askeri potansiyelini maksimize ederek, bölgeyi tek bir çatışma alanı haline getirmeye çalışması karşısında;
İsrail’in Suriye’de Sünni  bölgeler oluşturmasının zorluğu ortadadır.
Ama İsrail endişelerinin tatmin edici bir şekilde ele alınmaması halinde, sürece  tek başına tepki vereceğine dikkat çekmiştir..
Olsun, Mehmetçik Aslan’dır …

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...