08 Şubat 2012

SESLİ MENKIBELER

SESLİ MENKIBELER



MÜELLİF (MUSANNİF) HAKKINDA
Her şey 27 yıl evvel bu gazetenin orta sayfasında menkıbeleri manzum halde yazmakla başladı. Hedefi, başta Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz olmak üzere, din büyüklerinin, Allah adamlarının, binlerce âlim ve evliyânın örnek hayatını, güzel ahlakını ve faydalı nasihatlerini, muteber eserlerden alarak, aynen, ama değişik bir tarzda, beyitlerle, mısralarla okuyucularına aktarmaktı.
Aradan geçen zaman içinde binlerce menkıbeden oluşan bir külliyat çıktı ki aslında bir benzeri de kaleme alınmamıştı.
Bu arşiv, ahlak ve fazîletleri, ihlas ve samîmiyetleri, îman ve irfanları ile hayatın her safhasında sadece bir ülkeye değil, bütün insanlık alemine ter temiz örnekler vermiş evliyaların bilinmeyen yönleriydi.
Abdüllatif Uyan, önce okuyucularının ısrarı üzerine çalışmalarını “Şiirlerle Menkıbeler” adıyla kitap haline getirdi. 12 kitaptan oluşacak serinin şimdilik 7’si okuyucuyla buluştu, bu hacimli eser alanında yazılmış bir ilkti ve çok beğenildi.
1000 evliya 1440 menkıbe
Son yıllarda menkıbeleri düz yazı şekline çeviren Abdüllatif Uyan, bu sefer alışılmışın dışında bir çalışmaya imza attı. Fikir çok hoştu, 4 yılda biriken 1440 adet menkıbe, iri kıyım bir kitaba değil, ceplere sığacak, böylelikle ulaşması da, taşıması da kolay olacaktı.
Bir gömlek cebi ebadında 36 kitapçık basıldı, adına da “Şehriyârân” dendi, sevgililer, çok sevilenler şehri anlamında... İçine de seçme 40’ar menkıbe ilişti ki; Onların aziz hatıraları anılısın, okuyanlar da başka bir aleme girdiğini hissetsin diye...
1000 evliya menkıbesinin yer aldığı bu şirin kitapçıklarda Abdüllatif Uyan’ın süzgecinden geçmiş 40 menkıbe var. Hepsi muteber kitaplar kaynak alınarak kaleme alınan büyüklerin ulvî menkıbeler, akıcı üslubuyla okuyucuları başka bir aleme götürmeyi vaat ediyor.
Maksat herkes okusun
Eseri olabildiğince çok insana ulaştırmayı hedeflediklerinin altını çizen Uyan, “Bu arşivi cep kitapları şeklinde sunma fikri tamamıyla okumayı kolaylaştırmak ve daha da önemlisi kitapları paylaşıma sunmak gayesi ile gelişti.
Bütün dünyada çığ gibi büyüyen “BookCrossing” sayesinde, okuduğunuz kitabı umumi bir yere bırakmak veya okumasını istediğiniz birisine hediye etmek suretiyle daha çok insanın okumasını sağlıyorsunuz.
Bu gerçekten hoş bir uygulama, yolda, iş yerinde veya umumi bir ortamda okuduğunuz kitapçıkların rafınızda tozlanmaya terk edeceğinize dünyaya salıveriyorsunuz ve her Müslüman’ın istifadesine sunuyorsunuz hepsi bu...
Bu yolla kitabı bırakan kişinin kimliği gizli kaldığı gibi kitabın parasını da size helâl ediyor. Bu hayırseverin sizden tek ricası ise okuduktan sonra bunu benzer bir yere bırakmanız oluyor” diye konuşuyor.
ESERLERİ:
Peygamber Efendimizin Hayatı 1
Peygamber Efendimizin Hayatı 2
Peygamberler
Dört Büyük Halife
Eshâb-ı Kiram
Büyük İmâmlar
Anadolu Evliyâları
Buhâra Evliyâları
Horasan Evliyâları
Rehber İnsanlar
Güzel Nasihatlar
İmân ve Namaz
WEB SİTELERİ:

HARF İNKİLABI

Türkler, İslam dinini kabul ettikten sonra,Arap alfabesi Türkler arasında yayılmış ve Türkçe'ye uygulanmıştır. Arap alfabesinin Türkçe'ye uygulanması sırasında, yazım kuralları sürekli değişmiş, ancak Türkçe için kullanışlı bir yazı oluşturulamamıştır. Bu nedenle 19. yüzyılın ikinci yansında, basın ve yayın hayatının gelişmesine paralel olarak alfabe tartışmaları başlamıştır. Yazının kolaylaştırılması ya da alfabenin değiştirilmesi yönünde başlayan tartışmalar, Cumhuriyet dönemine kadar -zaman zaman yoğunlaşarak devam etmiştir.

Cumhuriyetsin ilk yıllarında devam eden tartışmaların sonunda Atatürk, alfabe konusunu inkılapları arasına alarak, 1928 yılında harf inkılabını gerçekleştirmiştir.

Okuma-yazmayı kolaylaştırmak, Türk milletinin eğitim ve kültür düzeyini yükseltmek, milli kültürü oluşturmak ve çağdaş uygarlığa yönelmek amacıyla yapılan harf inkılabı, başarıyla gerçekleştirilmiş ve bu amaçlara ulaşılmıştır

CUMHURİYET'TEN ÖNCEKİ GELİŞMELE

Türkler, tarih boyunca anayurtlarında ve yaptıkları akınlarda çeşitli topluluklarla ilişki kurmuş, bunlardan birçoğunu egemenlikleri altına almış,
Şamanlıktan Müslümanlığa kadar ardarda çeşitli dinleri kabul etmişlerdir. Bunun sonucu olarak da Türkçe'yi yazmak için, dillerinin kuruluşuna uygun olsun olmasın çeşitli etkiler altında birçok yazı sistemleri kullanmışlardır. Bunların ilki,Türklerin kendi buluşu olan Kök-Türk alfabesidir. 500 yıllarında oluşturulduğu sanılan bu alfabe ile yazılı ve tarih taşıyan ilk anıt, Orhun Irmağı çevresindeki Kültigin Anıtı'dır.

Bu yazı, Kök-Türk Devleti yıkıldıktan sonra (745), Yenisey ve Talaş ırmakları çevresinde -bozuk bir biçimde- X. yüzyıla kadar kullanılmıştır.
Batı'da da Hazar Türkleri tarafından XI. yüzyıla kadar kullanıldığı görülmektedir. Şaman dinine mensup Kök-Türkler'den sonra Uygur Türkleri, yeni bir Türk devleti kurduklarında (747-840), Soğdak, Mani ve Brahmi alfabelerinden oluşan Uygur Türkçesi geliştirmişlerdir. Orta Asya'da, Türkler arasında Uygur yazısı XI. yüzyıla kadar kullanılmış, Karahanlı Türklerinin X. yüzyılda İslamiyeti kabul etmeleri sonucu Arap harfleri benimsenerek Türkler arasında XI. yüzyılda yerleşmeye başlamıştır. Türkçe'nin yazıya geçirilmesinde hiç de elverişli olmamakla birlikte, Arap alfabesi Türkler arasında yüzyıllarca kullanılmıştır. Müslüman Türkler arasında Arap alfabesi yanında varlığını birkaç yüzyıl daha koruyabilen yalnızca Uygur Alfabesi olmuştur.

Osmanlı Devleti genişledikçe dilimizde Arapça ve Farsça'nın etkisi giderek artmıştır. İstanbul, hilafet merkezi olunca, Osmanlı Devleti daha çok İslam karakterini almış, bunun sonucunda Arapça'ya daha çok önem verilmiştir. Medreselerde Arapça'nın önemi artarken, Farsça da edebiyat dili olarak tutunmuştur.

Osmanlı Devleti'nde 1727 yılında matbaanın kurulması, Türkçe'nin önem kazanmasında etkili olmuştur. XVIII. yüzyılın ilk yarısında, orduya teknik eleman yetiştirmek amacıyla sivil okullar açılmış ve bu okullarda dersler Türkçe olarak verilmiştir. III.Selim ve II.Mahmut dönemlerinde askeri okullarda, çeşitli Avrupa dilleri arasında Türkçe'ye de yer verilmiştir.

Arap harflerinin değiştirilmesiyle ilgili ilk ciddi tartışmalar ve girişimler, 1860 yılından sonra başlamıştır. Çünkü Tanzimat döneminde yetişen ilk Türk aydın kuşağı, bilgilerini birikimlerini, fikirlerini halka yaymak amacıyla basın-yayın konusuna büyük önem vermiş ve ilk sivil gazetecilik girişimleri de bu dönemde başlamıştır. Basın-yayın hayatının doğmasıyla birlikte, ülkedeki okuma-yazma, dil, eğitim ve kültür sorunları gündeme gelmiş, dolayısıyla bu konulardaki en önemli araç olan alfabe ve dil aydınlar arasında tartışılmıştır.

Arap alfabesinin iyileştirilmesi konusunda ilk ciddi girişim, Münif Paşa tarafından başlatılmıştır. Münif Paşa, üyesi olduğu Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye'de 1862'de verdiği konferansta; hareke kullanılmadığı için bir kelimenin çeşitli biçimlerde okunabildiğini, anlamları bilinmeyen bazı kelime ve özel isimlerin okunmasının mümkün olmadığını, dilimizdeki Arapça-Farsça kelimelerin terkiplerinin çokluğunun, okuma-yazmayı büsbütün zorlaştırdığını, büyük harf olmadığı için özel isimlerin diğerlerinden ayırdedilmediğini, Avrupalıların ise yazılarında böyle zorluklar olmadığı için, 6-7 yaşından başlayarak her insanın okuyup yazabildiğini, bizde ise yazımızı öğrenmenin zorluğu yüzünden halkın fikren terbiyesinin mümkün olmadığını belirtmiştir. Ayrıca, Arap harflerinin kitap basımı için de uygun olmadığını, diğer milletlerin 30-40 harfle istedikleri kitabı basabildiklerini, bizde düzyazı ile kitap basabilmek için bile, yüzlerce işarete ihtiyaç bulunduğunu savunmuş, aynı konferansta, Latin harflerinin kolayca okunup yazılmasındaki yararları belirtmekle birlikte, bu konuya fazla değinmeyip, yazı sistemindeki zorlukları gidermek için şu önerilerde bulunmuştur: Alfabenin kolay okunabilmesi için harflere işaretler konulmalı, yeni sesli harfler bulunmalı, harfler ayrık yazılmalı. Bu şekilde birkaç basit kitap yazılır ve bunların faydaları görülürse, yaygınlaştırılabilir.

Konferanstan 14 ay sonra Azerbaycanlı şair Ahunzade Feth Ali, Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye'ye bir tasarı sunmuştur. Bu tasarıda; Arap harflerinin zorluğu, Arap harflerinin kullanılması için dini bir zorunluluk olmadığı ve yeni bir yazı sisteminin alınabileceği belirtilmiş, ancak Cemiyet bir rapor hazırlayarak, yüzyıllardır kullanılan bir yazının değiştirilmesinin zor bir iş olduğu sonucuna varmıştır. Bu konu üzerinde çalışan Encümen-i Daniş, 1763-1864 yılında Namık Kemal ile İran elçisi Melkum Han, bu konuyu Hürriyet gazetesinde tartışmışlardır. Melkum Han, ülkede eğitimin çok geri bir düzeyde olduğundan sözederek, Arap harflerinin sakıncalarını belirtmiş ve düzeltilmesi gerektiğini savunmuştur. Namık Kemal ise verdiği cevapta; alfabedeki değişikliğin zor olacağını, birçok kötülüklerin alfabeden değil, bilgi eksikliğinden kaynaklandığını, İngiliz, Amerikalı gibi milletlerin alfabeleri zor olmasına rağmen eğitimlerinin yüksek olduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte, harflerin biçimlerini bütünüyle bozmadan, iyileştirmeye karşı olmadığını, ama devletin, böyle birşeye yanaşmak istemediğini kaydetmiştir.

Harflerin sadeleştirilmesi ve kolaylaştırılmasını savunanların arasına, Terakki gazetesi yazarı Hayrettin Bey, Ebüzziya Tevfik ve Ali Suavi de katılır. İbrahim Şinasi 1869'da Avrupa'dan döndükten sonra bu konuyu ele almış, Arap harfleriyle nesih ve kûfi denilen yazı çeşitleri karması bir tür geliştirerek matbaada kullanılan 500'den çok harf kasasını 112'ye indirmiş ve kendi matbaasında eserlerini bu şekilde bastırmıştır.

Arap alfabesinin iyileştirilmesi konusunda, 1862-1876 yılları arasında yapılan tartışmalar ve girişimler incelendiğinde, harflerin değiştirilmesini savunanlara göre, iyileştirme yanlılarının çoğunlukta olduğu görülmektedir.

Tanzimat dönemi aydınları Arap yazısının yetersizliğini ve düzeltilmesi gerektiği konusunu tartışılabilir bir duruma getirmekten öte bir şey yapamamışlardır. Yapılan birşey daha varsa o da; Tasvir-i Efkâr'da birtakım yeni işaretlerin kullanılmış olmasıdır. Böylece kalıplaşan yazım kuralları ilk yarayı almıştır. Alfabe ile ilgili birşeyler yapmak gerektiği ortaya çıkmış, kullanılan yazıya karşı bir kuşku doğmuş ve bundan sonraki alfabe çalışmalarına zemin hazırlamıştır.

II. Abdülhamit döneminde, 1878 yılında Sivas Mebusu Mehmet Ali Bey'in Eğitimle ilgili tasarıyı Meclis'e sunması tartışmaları yeniden başlatmıştır.

Namık Kemal, basın hayatına atıldığı yıllardan başlayarak, gazetelerde, yazdığı makalelerde ve mektuplarında Arap harflerinin iyileştirilmesini savunurken, yazı değişikliğinin, özellikle Latin harfleri kullanılmasının şiddetle karşısında olmuştur. Bu dönemde tartışmalara katılanlar arasında Ebüzziya Tevfik, Hüseyin Cahit, Şemseddin Sami, Halit Ziya ve Mahmut Esat Efendi de yer alır.

Alfabe tartışmalarının sürdürülmesi sonucunda, bu dönemde yazım kuralları değişmeye başlamış, Türkçe sözcüklerde ünlülerin yazılması yoluna gidilmiş, her yazar kendine göre bir yazı sistemi geliştirmeye çalışmıştır. Bunların sonucunda, Edebiyat-ı Cedide dönemine (1896-1901) geçiş yıllarına rastlayan bir karışıklık ortaya çıkmıştır ki; artık işin özü genel ilkeler bir yana bırakılarak, tek tek sözcükler tartışılır hale gelmiştir.

1876-1908 yılları arasında, alfabe konusundaki tartışmaların ve görüşlerin geliştirilememesinin nedeni, siyasi koşulların elverişsizliği olmuştur. II. Abdülhamit'in istibdat yıllarında Arap harflerinde değişiklik ve yenilikler yapılması engellenmiştir.

II. Meşrutiyet döneminin başlamasıyla alfabe ve harf tartışmalarının yeniden şiddetlendiği görülmektedir. II. Meşrutiyet'in ilanından bir süre sonra, harf ve yazım kurallarını düzeltmek ve düzenlemek için, Maarif Bakanlığı tarafından komisyonlar oluşturulmuş, bunların yanısıra Islah-ı Huruf Cemiyeti gibi özel dernekler de kurulmuştur. Zamanla alfabe konusu, ülkedeki bütün aydınları ilgilendiren bir sorun haline gelmiştir. Bu alandaki görüşler; Arap harflerinin iyileştirilmesi ya da Arap harfleri bırakılarak Latin harflerinin kabul edilmesi olarak iki gruba ayrılmaktadır.

Huruf-ı Munfasıla denilen harflerin ayrıklığı sistemini, Dr. Milaslı Hakkı Bey, Cihangirli M. Şinasi, İsmail Hakkı, Edebiyatçı Ali Nusret, Ahmet Hikmet ve Celal Esad yazdıkları kitap ve makalelerle desteklemişlerdir.

Enver Paşa, 1913 yılında Harbiye Bakanı olunca, özellikle Ordu'da uyguladığı yazı reformu, Paşa'nın tehditlerine rağmen yürütülememiştir. Ayrık harflerle yazılan bu yazıya "Ordu Elifbası", "Hatt-ı Cedit", "Enver Paşa Yazısı" gibi adlar da verilmiştir. Harbiye Bakanlığı tarafından, bazı resmi genelgeler bu yazı ile yazılıp orduya gönderilmiş ve askerliğe ait birtakım küçük kitaplar basılıp yayınlanmıştır. Ordu'da bir süre uygulanan bu yazı sisteminden, savaş yıllarında eski alışkanlığı bozduğu ve bu yüzden işleri geciktirdiği şikayetleri üzerine vazgeçilmiştir.

Huruf-ı Munfasıla girişimlerinin başarısız olmasının nedenleri; bu konudaki önerilerin mantıklı bir temele dayanmaması, farklı bir nitelik taşımaması ve öğrenimde kolaylığı sağlayamamasıdır.

Bu dönemde, harflerin ayrık yazılması ya da iyileştirilmesi çabalarının yanısıra Arap harflerinin bırakılarak, yerine Latin harflerinin kabul edilmesi görüşü de ortaya atılmıştır. Bu konuda; Hüseyin Cahit, Abdullah Cevdet, Celal Nuri İleri, Kılıçzade Hakkı gibi yazarlar, Latin harfleri ve buna dayanan yeni bir alfabe sistemi konusunda hayli cesur yayınlar yapmışlardır. O dönemde bunları yazmak, büyük bir medeni cesarettir. Bir yandan; Arap harflerinin sanki Allah tarafından gönderilmiş olduğu, onunla okuyup yazmanın bir din gereği bulunduğu gibi boş bir inanç, öte yandan; Latin harfleri kabul edilirse, eski bilim ve kültürümüzün mahvolacağı, eski ile olan bağlarımızın büsbütün kopacağı fikri yaygındır.Bu sıralarda, Musullu Dr. Davut Bey, Mebusan Meclisi'ne bir tasarı sunmuş ve Latin harflerinin kabulünü önermiştir.

1910 yılında Tiranlı Arnavutlar, Latin harflerini kullanmak için sadrazamlığa başvurup izin isterler. Başvuru Şeyhülislamlığa gönderilerek fikri sorulur. Verilen cevapta; Kuran'ın Arap yazısından başka bir yazı ile yazılamayacağı ve okullarda okutulamayacağı bildirilir. Hüseyin Cahit, aynı yıl Tanin gazetesinde yazdığı "Arnavut Hurûfatı" başlıklı yazıda özetle; kullanmakta olduğumuz harflerin Türklük ve Müslümanlık'la ilgisi olmadığını, Türklerin kendi yazılarını bırakıp bunları sonradan kabul ettiğini, şimdiki Arap harflerinin Peygamber zamanında bile kullanılmadığını, Arnavutların Latin yazısını kullanmalarına izin verilmesini, ona engel olmak bir yana, mümkünse bizimde bu yazıyı kullanmamızın yerinde bir hareket olacağını yazmıştır."

Yine devlet baskısı olmakla birlikte, 1910-191 i yıllarında Latin yazısı iyice savunulabilir duruma gelmiş, II. Meşrutiyet döneminin ilk beş yılında (1908-1913) bu konudaki tartışmalar ve fikirler daha da genişlemiştir. Bunda; "Maarifin terakkisi", "Halkın cehaletten kurtarılması" konularının bir devlet politikası olarak kabul edilmesinin rolü büyüktür.

Kılıçzade Hakkı ve arkadaşlarının çıkardığı Hürriyet-i Fikriye dergisinde, "Latin Harfleri" başlığı altında bütünüyle Latin harflerinin kabulünü destekleyip öneren bir seri makale yayınlanmıştır. Bu makalelerdeki bazı örnekler şöyledir: " madem ki, esaslı bir inkılâp yapılacaktır, gayri mükemmel ve uydurma harflerle Araplıktan çıkmış bir elifba yerine, her cihetçe mükemmel ve hususiyle el yazısında daima sadeliğini ve ittisalini muhafaza edebilen Latin harflerinin kabulü hem kestirme bir yol olur, hem de bunu takip edecek makalelerimde sırası geldikçe söyleyeceğim çeşitli faideleri temin eder "

" Şeyhülislâm yahut Fetva Emini hazretlerinden şu sualime bir cevap almayı pek arzu ederdim. Fransızlar, İslamiyet'in esaslarını pek makul bularak milletçe ihtida etmek istiyorlar. Acaba onları Müslüman edebilmek için o pek zarif dillerinin Arap harfleriyle yazılması şart-ı esasi mi ittihaz edilecek? "Evet" cevabını beklemediğim halde alırsam kemal-i cesaretle, "Siz bu zihniyetle dünyayı Müslüman edemezsiniz" mukabelesinde bulunurum. Hayır, "beis yok" cevabını alırsam, biz Türklerin de Latin harflerini kullanmamıza müsaade bahşeder bir fetva veriniz, ricasını serd edeceğim. Hayır, Fransızlar ne kadar az Arap iseler, biz de o kadar az Arabız."

Bu dönemde hız kazanan Türk milliyetçiliği düşüncesinin bir sonucu olarak dönemin aydınları arasında, kültürün en önemli ifade ve anlaşma aracı olan dilin ve yazının millileştirilmesi eğilimine açıkça rastlanmaktadır. Dönemin önemli düşünürlerinden olan Ziya Gökalp özellikle dil konusunda, Arapça'ya karşı Türkçe'yi savunanların başında yer almış ve " farzımuhal olarak birtakım müstebitçe kanunlarla İstanbul ahalisi bu acayip yazı diliyle konuşmaya başlamış olsaydı bile bu yazı dili gerçekten milli dil olmazdı." Diyerek bütün Türkiye'ye bu dilin zorla kabul ettirilemeyeceğini savunmuştur.

Arap harflerinin iyileştirilmesi ve Latin harflerinin kabulü gibi iki grupta yoğunlaşan görüşlerden birincisi, sonunda pek bir başarı sağlayamamıştır. Çünkü bu konudaki fikir ve öneriler, alfabe ve eğitim sorunun büyüklüğü yanında kısır ve zayıf kalmıştır. Harflerin iyileştirilmesi çabalarının sonuç vermediğini ve vermeyeceğini, aydınların çoğu anlamıştır. Latin harflerinin kabulü yönündeki görüş ise aydınlar arasında daha çok benimsenmiş, gazete ve dergilerde yıllarca savunulmuş, Cumhuriyet döneminde gelişecek olan alfabe konusuna önemli ölçüde zemin hazırlanmıştır.

Milli Mücadele döneminde, 7-8 Ağustos 1919 gecesi Mustafa Kemal, Mazhar Müfit (Kansu)'i hatıra defteri ile birlikte yanına çağırarak ileride, Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra ülkede yapılacak olan yenilikleri yazdırırken, Latin harflerinin kabul edileceğine dair notu da yazdırmıştır.

Alfabe konusu, Azerbaycan Hükümeti'nin Latin kökenli bir yazıyı 22 Temmuz 1922 tarihinde kabul etmesi üzerine, ülkede canlanıp yeniden ön plana geçmiştir. Azerbaycan Hükümeti'nin bu konudaki karan ile ilgili yazı, 31 Temmuz 1922'de Ankara'ya ulaşmıştır. Bu yazının gelmesinden bir ay kadar önce (Haziran 1922) Gazi Mustafa Kemal Paşa Halide Edip'e, batılılaşmaktan ve Latin harflerini kabul etme olanaklarından söz etmiştir.

12 Eylül 1922'de, aralarında Hüseyin Cahit ve Yakup Kadri'nin de bulunduğu İstanbul gazetecileri temsilcileri, İzmir'e giderek Gazi ile görüşmüşler ve Hüseyin Cahit'in "Niçin Latin yazısını almıyoruz?" sorusuna Gazi, "Zamanı daha gelmemiştir." cevabını vermiş, bu konuda düşünerek ve acele etmeden adım adım ilerlemek gerçeğini hatırlatmış,1922 Ekiminde Bursa öğretmenleri ile yaptığı bir görüşmede ise Türkçe'yi Arapça kalıplarından kurtarmak gerektiği fikrini savunmuştur.

Milli Mücadele dönemi, I. Dünya Savaşı'nın getirdiği olağanüstü koşullar sonucu, ülkede topyekün bir kurtuluş savaşının verildiği dönem olduğu için savaş dışındaki konular arka planda kalmış, dolayısıyla alfabe konusu, bu dönemde bir canlılık gösterememiştir.

CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA ALFABE TARTIŞMALARI

A — Atatürk'ün Alfabe, Eğitim ve Kültür Konusundaki Görüşleri
Son derece zor koşullar içinde kazanılan zafer sonunda kurulan yeni devletin, varlığını sürdürebilmesi ve sonsuza dek yaşaması, ancak çağın gereklerine ayak uydurabilmekle mümkündü. Atatürk'e göre, kurtuluşun tek yolu; bilimi, teknolojisi, kültürü ile yani "hayata bakış şekliyle" Batı uygarlığını gerekli yönleri ile almaktı. O, daha Milli Mücadele'nin en karanlık günlerinden başlayarak, sürekli "asrileşmek" ve "medenileşmek" zorunluluğundan bahsettiği gibi, zaferden iki ay sonra da, dünyadan kayıtsız yaşanamayacağını,modern ve çağdaş yaşamın bilim ve tekniği almayı gerektirdiğini belirtmiş, Lozan'dan kısa bir süre sonra, elde edilen başarının Türkiye'ye uygarlık yolunu açtığını, gerekli olanın bu yol üzerinde durmadan ilerlemek olduğunu ifade etmiştir.Atatürk, "asrilik" ve "medenilik" kavramlarının anlam ve önemini, Türkiye Cumhuriyeti'ni dayandırdığı temellerden biri olan inkılâpçılık ilkesi ile işaret etmiştir. Bu ilkeyi uygulamak için giriştiği eylemler, Türk toplumunu bir kültür çeşidinden modern kültür kimliğine ulaştırma çabalarıdır. Kısaca; Atatürk inkılâplarının amacı, Türk insanını ve toplumunu bir an önce bugünkü uygarlığın bir ortağı haline getirmektir. Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsızlığı, Türk halkının huzur ve güven içinde yaşaması sonsuza dek sağlanabilecektir.

Atatürk, çağdaşlaşma yönünde değişimlerin ortaya çıkması, yani yeni kültür öğelerinin alınması ve toplumca kabul görmesi için, zamanındaki yetersiz, geleneksel kültür öğelerinin büyük bir çoğunluğunun terkedilmesi üzerinde ısrarla durmuştur. Örneğin; yönetim, ikili eğitim, Osmanlı yazısı, geleneksel kıyafetler, toplum hayatı, evlilik, dini kurallara dayalı her türlü siyasi, hukuki davranışlar, v.s.Cumhuriyet'in ilk yıllarından başlayarak Atatürk ve arkadaşlarının üzerinde en yoğun çalıştıkları konuların başında, eğitimin gelmesinin nedenlerinden biri, hızlı gelişme isteği idi. Okur-yazarlığın çabucak yayılabilmesi için kolay ve basit bir alfabeye ihtiyaç vardı. Okuma yazmayı kolaylaştırmak ve yaymak, modern eğitim ve öğretimi gerçekleştirmek ancak harf değişikliği ile sağlanabilirdi. Atatürk, harf değişikliğini, Türk kültürünün millileşmesi ve gelişmesini amaçlayan girişimin büyük bir adımı, bir parçası olarak görüyordu. Cumhuriyet döneminin çağdaşlaşma, Batı uygarlığına ulaşma ülküsü, harfler sorununu zorunlu olarak gündeme getirmişti.

1918 yıllarına ait anılarında Atatürk şunları yazmaktadır:

"Benim elime büyük bir salahiyet ve kudret geçerse ben içtimai hayatımızda istenilen inkılâbı bir anda bir "coup" ile tahakkuk ettireceğimi zannederim.

Halkı yeni fikirlerle eğitmek ve öğrenim durumunu yükseltmek gerekir. Aydınlar halkı kendi seviyelerine çıkarmalıdırlar. Bunun anlamı, toplumun eğitimini yeni ve kolay yöntemlerle sağlamaktır."1 Mart 1922'de Atatürk, T.B.M.M.'nin üçüncü toplantı yılını açarken şunları söylemiştir:

" Binaenaleyh, bizim takip edeceğimiz maarif siyasetinin temeli, evvela mevcut cehli izale etmektir. Teferruata girmekten ictinaben bu fikrimi birkaç kelime ile tavzih etmek için diyebilirim ki, genel olarak umum köylüye okumak, yazmak ve vatanını, milletini, dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafi, tarihi, dini ve ahlaki malûmat vermek ve dört işlemi öğretmek,
maarif programımızın ilk hedefidir."Büyük zaferden sonra TBMM'de konuşurken de;

" Efendiler; Artık vatan imar istiyor, zenginlik ve refah istiyor, ilmi marifet, yüksek medeniyet. Hür fikir, hür zihniyet istiyor." diyerek sözlerini
şöyle sürdürmüştür:

" Bütün bu hakikatlerin milletçe hüsnü telakki ve hüsnü hazmedilebilmesi için herşeyden evvel maarif programımızın, maarif sistemimizin temel taşı cehlin izalesidir. Bu izale edilmedikçe yerimizdeyiz. Yerinde duran bir şey ise geriye gidiyor demektir."Özetle, Atatürk, harf inkılâbını, Türk toplumunu çağdaşlaştırmak yolunda bir araç, önemli bir basamak olarak görmüş ve Türk kültürünü halk kitlelerine yaymak, geliştirmek ve Türk halkının eğitim seviyesini yükseltmek, halk arasında kültür birliğini sağlamak amacıyla yeni Türk alfabesinin gerekliliği üzerinde önemle durmuştur.

B - 1923-1928 Yılları Arasındaki Fikri Hazırlıklar ve Tartışmalar

Milli Mücadele kazanıldıktan sonra, Şubat 1923'te toplanan İktisat Kongresi'nde işçi delegelerinden İzmirli Nazmi ile iki arkadaşı tarafından
Latin harflerinin kabulü hakkında bir önerge verildi. Ancak bu önerge, Kongre Başkanı Kâzım Karabekir Paşa tarafından, "Konunun daha çok
maarifi ilgilendirdiği" ve "Latin harfleri İslâm birliğini bozacak" gerekçesiyle toplantıda okunmayarak reddedildi. Paşa, bu konudaki görüşlerini, kısa bir süre sonra basına "Latin Harflerini Kabul Edemeyiz" başlığı altında demeç vererek açıklamıştır. O'na göre; Latin harflerini savunanlar yabancıların propagandalarından etkilenmekte ve ülkeye zararlı bir fikir sokmaya çalışmaktadırlar. Türk dilini ifade edecek hiçbir Latin harfi yoktur. Bu fikirler Türk toplumunu etkilerse bütün İslâm alemi üzerimize hücum eder ve birbirimizi yeriz."

Paşa'nın demeci, alfabe tartışmalarını yeniden başlattı. Latin harflerini istemeyenler, Paşa'dan aldıkları cesaretle yeniden güçlü bir yayına
başladılar. Bu yayınlara karşı, Latin harflerini savunanlardan Kılıçzade Hakkı, İçtihad dergisinde, "İzmir Kongresinde Latin Harfleri" başlıklı üç
makale yazarak, Paşa'ya verdiği cevapta şu görüşleri ileri sürmektedir:

"Ne gariptir ki, yüksek bir tahsil görmüş çok zeki bir Kâzım Karabekir Paşa, o kadar fecayi-i tarihiye ve içtimaiyeden sonra, sırf îlmi bir mesele olan Latin harflerinin kabulü arzusunu takbih ediyor ve buna sebep olarak, hülasaten alem-i İslâm ne der? diyor. Evet alem-i İslâm ne der, işte bu kâbus!!! Bu tafsilattan sonra kendilerine bir sual iradına müsaade buyurmalarını Karabekir Paşa hazretlerinden rica ederim. Biz yalnız Müslüman mıyız? Yoksa hem Türk, hem Müslüman mıyız? Eğer biz yalnız Müslüman isek bize Arap harfleri ve Arap dili lâzımdır ve ilim olarak Kuran yetişir. Bunun yanında hakimiyet ve milliyet kavgaları ve davaları yoktur ve olamaz. Eğer Türk isek, bir Türk harsına muhtacız. Bu hars ise, herşeyden evvel dilimizden başlayacaktır.

Herkesi korkutan ve softalara, avama karşı büyük bir silah teşkil eden meseleye geliyorum. Kuran Latin harfleriyle yazılır mı?"

Kılıçzade Hakkı, bir Türk'ün Kuran'ı bir Arap gibi okumasının mümkün olmadığını söyledikten ve Kuran'dan bir ayeti Latin harfleriyle yazdıktan sonra, "Bunu Latin harfleriyle şu şekilde yazmakta ne sakınca var?" diye sorar ve yazısını şöyle bitirir: "Lakin şurasını kafaya yerleştirmek şecaatini edinebilmelidir. Arabî harflerinden gayri harflerle Kuran yazmak küfür değildir ve böyle yapan küfür ve itaba layık olamaz, işte meselenin ruhu buradadır."

O günler, yeni kurulan Türkiye için kritik bir geçiş dönemi idi. Saltanatın kaldırılmasının yankıları hala devam etmekteydi. Nitekim İzmir'den Hüseyin Cahit'in, neden Latin harflerinin alınmadığı konusundaki soruya Gazi, " zamanı daha gelmemiştir." diye cevap vermişti. Latin yazısı aleyhtarlığı ülkede hala çok güçlüydü. Ancak, iyi bir zamanlama ustası olan Gazi, bu konuda da uygun bir zamanı bekliyordu.

Hüseyin Cahit, ayın yıl yazdığı yazıda şu görüşleri ileri sürmektedir:

" Bütün Türk matbuatının bastıkları gazetelerin yekunu, Avrupa'nın bir vilayet merkezindeki tek bir gazetenin adedi tab'ına uzaktan bile yaklaşamaz biz de okuyup yazma bilenler nüfus sayımıza nispetle pek azdır Şu halde bu memleketi cehalet içinde hüsnü idare edebileceğimize nasıl ihtimal verebiliriz? Böyle bir hülyaya kapılacak olursak daha ilmin, fennin, sanatın lüzumunu bile anlamamış olduğumuzu ispat etmekten başka birşey yapmamış oluruz Biz memlekette ümmîliği azaltmıyoruz. Çünkü harflerimiz buna manidir. Çocuklarımız mekteplerde üç sene, dört sene çalıştıktan sonra da doğru okuyamazlar. Çocuklarımız değil hiçbirimiz her kelimeyi doğru telaffuz ettiğimizi iddia edemeyiz.

Böyle lisan, böyle tahsil olur mu? Bir köylü çocuğu senelerce mektebe gidip te, hiçbir şey öğrenemezse niçin vakit kaybetsin Gazeteler okunamıyor, kitaplar okunamıyor, basılamıyor. Bizi şimdiki harflere rapteden şey nedir? Bu harfleri kullanmak için hiçbir mecburiyet-i diniye
yoktur. Milli harflerimiz de değildir. Bu halde Latin harflerini kabul ederek, biran içinde herkese okuyup yazma öğretmek suretiyle elde edebileceğimiz namütenahi faydaları neden istihfaf ediyoruz?"TBMM'nin açıldığı günlerden başlayarak devam eden Türkçe dil konusu üzerindeki görüşler; 1923 yılında Tunalı Hilmi Bey tarafından
verilen "Türkçe Kanun Teklifi" konusundaki öneriler, tutum ve davranışlar, Türk yazısı, Türk harfleri ve toplumun okuma-yazma sorunu olarak, ilk kez 1924 yılında Meclis'te açıkça tartışılmıştır.25 Mart 1924'te TBMM'de söz alan İzmir Milletvekili Şükrü (Saraçoğlu) Bey, okuma-yazma konusuna değinerek, Arap harflerinin Türk
dilini yazmaya uygun olmadığını, halkın okuma-yazma oranının düşüklüğünün sebebinin Arap harfleri olduğunu, İslâm dininin okumayı
teşvik eden bir din olduğu halde, harfler yüzünden halkın okuyamadığını ve bunun büyük bir dert olduğunu belirtip, Maarif Vekaleti'nin bu konuda ne düşündüğünü ve ne yapabileceğini sormuştur. Bu sözler Meclis'te büyük bir gürültüye neden olmuş ve tutucuların saldırısına uğramıştır. Şükrü Bey'in sözleri basında ve kamuoyunda da tartışılmıştır.

3 Mart 1924'te, Tevhid'i Tedrisat Kanunu'nun kabul edilmesi ile bütün öğretim kurumları birleştirilip Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlanmıştır. Aynı
tarihte, Teşkilât-ı Esasiye'ye eklenen bir madde ile kız çocuklarının devlet okullarında ücretsiz eğitim görmeleri zorunlu hale getirilmiştir.

Aynı yıl, İkdam gazetesinde Mehmet Ali Tevfik, Resimli Gazete'de İbrahim Alâaddin (Gövsa), Gönül Hanım isimli kitabında yazar Müftüoğlu
Hikmet, Latin harflerine karşı çıkan yazılar yayınlamışlardır. Yine aynı yıl, Berlin'de bulunan Türk öğrenciler, Latin harflerinin kabulünü isteyen bir dernek kurarak, "Yeni Yazı" dergisini çıkarmışlardır. Latin harflerinin lehinde ve aleyhinde yayınlar birbirini izlerken 25 Şubat 1925'te TBMM'de bu kez Milli Eğitim Bakanı olarak bulunan Şükrü (Saraçoğlu) Bey, harfler sorunu konusunda fikrini soranlara şu cevabı vermiştir: "Efendiler, bendeniz Maarif vekiliyim ve Maarif vekili olmak hasebiyle memleketimizde harfler hakkında birçok cereyanlar olduğu için bu
cereyanlardan herhangi birisine kuvvet verecek bir şekilde bu millet kürsüsünde söz söylemeyi faydalı değil, zararlı görüyorum."

1925 yılında, Cenab Şahabeddin, Servet-i Fünun dergisinde Latin harflerini savunmuş, 1926 yılında, Türkçü liderlerden Ayaz İshaki Türk
Yurdu dergisinde yazdığı "Arap ve Latin Harfleri" başlıklı yazısında şunları yazmıştır:"Birkaç ay sonra Bakû'de toplanacak olan kongrede Latin harfleri kabul edilir ve Rusya Türkleri arasında uygulanırsa, bizim Anadolu Türkleri'nin önüne de gayet önemli bir hars meselesi çıkacaktır. Bu, büyük Türk milletinin ikiye bölünmesi, istikbalde birbirini anlamama meselesidir." Mart 1926'da, Bakû'de toplanan I. Türkoloji Kongresi'nde yapılan görüşmeler ve tartışmalar sonunda, Latin alfabesine geçiş prensibi benimsenmiş ve sonuç olarak her Türk kolu için Latin kökenli ayrı ayrı alfabeler oluşturulmuş, Kongre'yi izleyen yıllarda da uygulanmıştır. Aynı yıl Türkiye'de harfler sorunu yeniden canlanmış, Akşam gazetesinin 28 Mart 1926 tarihli "Latin Harflerini Kabul Etmeli mi, Etmemeli mi?" başlıklı anketi ülkede geniş yankılar uyandırmıştır. Dönemin ünlü yazar ve bilim adamlarından Halit Ziya, Necip Asım, Veled Çelebi, Ali Canip, İbrahim Alaaddin, Prof. Zeki Velidi Togan, Avni Başman, Yusuf Semih, Ali Şeydi, Prof. Köprülüzade Mehmet Fuat gibi kişiler Arap harflerini savunurken, Refet Avni, Abdullah Cevdet, Mustafa Hamit gibi aydınlar da Latin harflerini savunmuşlardır. Savunanların gerekçeleri şunlardır:

1 . Halka okuma-yazmayı daha kolay öğretecek bir yazı sistemini
almak.

2 . Türkçe'nin zenginliğini ve canlılığını daha iyi ortaya koyup
gelişmesini sağlamak.

3. Uygar milletlerle iletişim sağlamak.

Alfabe tartışmaları ile ilgili daha birçok yazılar yayınlanmıştır. Latin harflerinin lehinde yazılan yazılardan birisi de Kılıçzade Hakkı'nın Hür Fikir
dergisinde çıkan "Arap Harflerini de Cebrail Getirmedi Ya!" başlıklı makalesidir.3 Haziran 1927'de, Bakû Kongresi'nde oluşturulan Merkezi Komite, Moskova'da yaptığı toplantıda, Latin alfabesinin nasıl kullanılacağına karar vermiş ve bu karar Paris'teki bir sergi ile bütün dünyaya duyurulmuştur. Böylece Müslüman Arnavutluk'tan sonra, Asya Türkleri de Latin alfabesini kabul etmişlerdir. Bu kararla, Latin harflerinin Müslüman Türkler arasında ayrılık yaratacağını savunanlar da önemli ölçüde tatmin edilmişlerdir.Arap harflerini bırakmak istemeyenlerin korkusu, yüzyılların ortaya çıkarmış olduğu eserlerin bir anda unutulacağı ve geçmişle olan manevi
bağın kopacağı noktasında toplanmış bulunuyordu. Halbuki Türk İnkılâbı bir bütündü. Batı uygarlığına girmek amaç olduğuna göre, yaşama araçları gibi, yazma, okuma ve düşünme araçlarını da bu uygarlığa göre ayarlamak gerekiyordu. Latin harfleri uzun bir süre Fransız harfleri sanıldığı için birçok itirazlara yol açtı. Aslında yapılmak istenen Latin kökünden Türkçe'nin kendi yapısına uygun yeni bir alfabe oluşturmaktı.
1927 yılının sonları ve 1928 yılının ilk yarısı, Latin harflerinin Türkçe'ye uygulanması yolunda, çok hareketli bir dönem olmuştur.
Hakimiyet-i Milliye'de Falih Rıfkı, Cumhuriyet'te Yunus Nadi, İkdam'da Celal Nuri, Tanin'de Hüseyin Cahit, Latin harflerini savunarak bu fikri
yaymaya çalışmışlar, bu konu ile uğraşanlar, fikir ve önerilerini açıkça ortaya koymuşlardır. Ahmet Cevat'ın Vakit gazetesinde, 1927 sonundan 1928 başına dek yazdığı yazılar ve İbrahim Necmi (Dilmen)'nin Milliyet gazetesinde Mayıs-Ağustos 1928'de yazdığı "Latin Harfleriyle Türk Alfabesi" başlıklı yazıları, harf inkılâbından önceki son denemelerdir.
C - Harf İnkılâbı' nın 1928 Yılında Gerçekleşmesinin Nedenleri

Yeni Türk harflerinin kabulünün 1928 yılında gerçekleşmesi rastlantı değildir. Bunun önemli nedenleri vardır. Yazı değişikliği, herşeyden önce
yeni kurulan Türk devletinin gerektirdiği yeniliklerden biridir. Çünkü Cumhuriyet, köklü bir düzen ve siyasal yapı değişikliğidir. Osmanlı Devleti'nin çağdışı kurumlarını yıkmak, kültürel değerlerini, millileşme ve çağdaşlaşma doğrultusunda değiştirmek girişimleridir.Bu girişimlerin
gerçekleşmesi,büyük ölçüde Türk toplumunun, Cumhuriyet'in getirdiği yeni değerleri benimsemesine, yaşantısını bu değerlere göre düzenlemesine bağlıdır. Yazı, çağdaş uygarlık değerlerini Türk insanının yaşantısına geçirmede bir araçtır. Başka bir deyişle, toplumun hem alt yapısını hem de üst yapısını belirleyen çok boyutlu bir araçtır. Bu anlamda, eski kültür değerlerini bırakıp yenilerini alabilmek için harf inkılâbı zorunlu olmuştur.

Ancak, bu yolda bilinçlenme kolay olmamış, alfabe sorunu geçirmesi gerekli aşamaları bir bir yaşamıştır. Her kültür değişikliği olayının ardında
olduğu gibi, bu sorunun ardında da altmış yılı aşkın önemli bir geçmiş ve birikim vardır. Buna rağmen, Cumhuriyet'in ilk yıllarında harf inkılâbını gerçekleştirmek mümkün olamamıştır. Çünkü yazı, kültürün en belirgin ve etkin araçlarından biri olduğundan, yazının değişmesi, bir toplumun bütün kültür değerlerinin yok olması anlamına gelir ki; yaklaşık bin yıldır kullanılan ve kök salan Arap yazısının atılması, bu bakımdan hiç de kolay olmamıştır. Arap alfabesine dayalı olan yazı, eski toplumun ve eski kültürün bir simgesidir. Dolayısıyla eski siyasal iktidarın da ayrılmaz bir parçasıdır. Ayrıca Arap yazısı Kuran'ın yazısı niteliğini taşıdığı için Türk toplumunun gözünde kutsal bir anlamı da vardır.

Bunlara karşılık, Atatürk'ün çağdaşlaşmak amacıyla yaptığı girişimleri açıklayan "inkılâp" kavramının temelinde önemli bir bilimsel ilke bulunmaktadır. Bu, bir toplumda kültürel yapının değişmesi için yeni kabul edilecek kültür değerlerinin, alıcı toplumun eski kültür değerleri ile
uyuşması gerektiğidir. Atatürk, bu bilimsel gerçeği tüm eylemlerinde en başta dikkate almıştır. Bu nedenle, Batılı kültürle uyuşmayacak olan İslâm dinine dayalı kültür değerlerinin terkedilmesini istemiş ve bunların yerine alınacak yenilikler ile uyuşmayı sağlayacak yeni bir temel kültür öğesini "Laiklik" ilkesini ve kavramını getirmiştir.

Nitekim Atatürk, bu uyuşmazlığı şöyle açıklamıştır: "Türk toplumunun üzerindeki dini baskının olumsuz etkilerini kaldırmak suretiyle, Türkiye'de radikal bir batılılaşma ve modernleşme sağlanabilir."

O halde Türk toplumunu geleneksel kültür tipinden, modern kültür tipine doğru dönüştürme çabalarında herşeyden evvel, laiklik ilkesine dayanmanın zorunlu olduğu açıktır. Başka bir deyişle laiklik gerçekleşmeden köklü yeniliklerin yapılması mümkün değildir.

M. Canbolat'a göre; " 1862 dolaylarında başlayan ve oldukça uzun bir serüven geçirdikten sonra, Cumhuriyet dönemine değin gelen Latin
harfleri konusu, Kutlu başbuğ Atatürk'ün işe el koymasıyla, çok kısa bir süre içerisinde çözüme ulaşmıştır. Daha önce olabilir miydi? sorusu akla gelebilir. Yanıt, olamazdı biçiminde olacaktır. Yazı değişimi gerçekte Atatürk devriminin bir parçasıdır. Laiklik ilkesi benimsenmeden bir yazı değişikliği yapılamazdı. İmparatorluk düzeni içerisinde bir yazı değişikliği yapılamazdı. Ulusçuluk akımı gelişmeden bir yazı değişikliği
yapılamazdı. Kısacası Cumhuriyet kurulup, Atatürk ilkeleri birer birer kurumlaşmaya başlamadan bir yazı değişikliği yapılamazdı."

Gerçekten de harf İnkılâbı'na kadar geçen süre içinde "laiklik" ilkesine bağlı kalınarak, ülkede yapılması tasarlanan yeniliklerin büyük bir bölümü tamamlanmıştır. 1924'te Hilafet ile Şer'îye ve Evkaf Vekaleti kaldırılmış, bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlanmış, 1925'te tekke ve zaviyeler kapatılmış, kılık-kıyafet değiştirilmiş, 1926'da Medeni Kanun kabul edilmiştir. 1926'da eğitim işleri yeniden düzenlenmiş, ilk ve orta öğretimin esasları saptanmış, çağdışı bütün dersler kaldırılmış, çağdaş eğitim ve öğretim yapacak okullar açılmıştır.

Bütün bu atılımlarla Harf İnkılâbı'na geçişi kolaylaştıracak olanaklar yaratılmıştır. 1925 yılından 1929 yılına kadar süren Takrir-i Sükûn dönemi
de, gerek diğer inkılâpların, gerekse Harf İnkılâbı'nın gerçekleşmesi için uygun ortamın hazırlanmasında önemli bir etken olmuştur
4.HARF İNKILÂBININ GERÇEKLEŞMESİ

1928 yılında, yeni Türk harflerinin kabul edilmesine kadar geçen süre içinde konuyla ilgili olayların ilki, Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt)'ın, Türk Ocakları Merkez ve Hars Heyetlerine verdiği bir şölende, Latin harfleri lehindeki konuşmasıdır. Aynı yıl 8 Mart'ta Başbakan İsmet İnönü, Türk Ocağı Hars Heyetinde Latin harfleri üzerinde bir danışma toplantısı yapmıştır.

20 Mayıs 1928 günü, CHP Genel Sekreteri Saffet (Arıkan) Bey ile arkadaşlarının hazırladıkları "Latin Rakamları Tasarısı" Meclis'te kabul
edilmiş. Aynı gün, konu Meclis'te görüşülürken, Hasan Fehmi Bey yeni harflerin ne zaman kabul edileceğini sorduğunda, söz alan Maliye Bakanı Şükrü (Saraçoğlu) Bey, şunları söylemiştir:

" Harfler meselesine gelince; kezalik TBMM'nin şimdiye kadar ittihaz ettiği büyük kararlarda kendine meslek ittihat ettiği büyük bir şiarı
vardır ki, herhangi bir mesele, muazzel bir mesele bilhassa ilmi ve fenni bir mesele halledileceği zaman, bütün kuvvet ve kudretin kendi elinde olduğunu bilmekle beraber TBMM, daima ilim ve fen mebahisinde bilhassa mütehassısların, alimlerin ve mütefenninlerin birarada toplanarak bir noktada ittihat ettikleri gün, onu birgün dahi tehir etmeksizin heyet-i celilenize takdim edeceğiz..."Şükrü Bey'in konuşmasından sonra Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey söz almış, konunun üzerinde ciddiyetle çalışıldığını ve kısa bir süre
sonra Meclis'e takdim edileceğini belirterek, TBMM üyelerini bu konuda bilgilendirmiştir. Bu konuşmalardan sonra, basında Latin harfleri yeniden tartışılmaya başlanmış ve yazıların çoğu Latin harflerini savunmasına rağmen halâ Arap harflerinin olduğu gibi kalmasını ya da iyileştirilmesini savunan yazılar da yer almıştır.

20 Mayıs 1928 günü Bakanlar Kurulu, alfabe konusunu incelemek, bu konudaki çeşitli görüşleri saptamak ve fikirlerini belirtmek üzere "Dil
Encümeni" adlı bir komisyon kurulmasına karar vermiştir. Bu komisyon; üçü milletvekili (Falih Rıfkı, Ruşen Eşref, Yakup Kadri), üçü eğitim yüksek memuru (Mehmet Emin Erişingil, İhsan Sungu, Avni Başman), üçü de uzman (Ragıp Hulusi Özden, İbrahim Grandi, Ahmet Cevat Emre) olmak üzere 9 üyeden oluşuyordu. Daha sonra Fazıl Ahmet, İbrahim Necmi, Ahmet Rasim, Celal Sahir ve İsmail Hikmet'in katılmasıyla komisyonun üye sayısı 14'e çıkmıştır. Bu komisyon Fransız, İngiliz, Alman, Macar gibi birçok milletlerin alfabelerini inceledikten sonra, 26 Haziran'da Atatürk'ün başkanlığında ilk toplantısını yapmıştır.

Komisyon, iki rapor hazırlamıştır:Birisi "Gramer Hakkında Rapor", diğeri ise"Elifba Raporu"dur. "Elifba Raporu",Ağustos 1928'de, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'ya sunulmuştur. Bu rapor, Yeni Türk alfabesi konusunda ilk resmi ve bilimsel rapor özelliğini taşımaktadır. Dil Encümeni, bu çalışmaları yaparken, kendi aralarında seçtikleri üç kişiden oluşan "Latin Alfabesi Komisyonu"nu kurmuştu. Bu komisyon bir yandan, Dil Encümeni'nin çalışmalarına yardımcı olacak, diğer yandan, Latin yazısı, özellikle Fransız alfabesi ile Türk yazı değişiklikleri konusundaki inceleme ve araştırmaları yapacak ve görüşleri belirleyecekti. Komisyonun hazırlamış olduğu rapor, 12 Ağustos 1928 günü Cumhurbaşkanlığı'na verilmiştir.

Başbakan İsmet Paşa da, Alfabe Komisyonu'na girmiş, 17 ve 19 Temmuz tarihli toplantılarda, yeni alfabeye "Türk Alfabesi" adını o vermiştir.

Bu arada, Milliyet gazetesi, yeni alfabe kampanyasına başlayarak Dil Encümeni üyelerinin hazırladığı alfabeyi 26 Haziran'dan itibaren
kullanmıştır.

Temmuz ayının sonlarına doğru, Falih Rıfkı, Mehmet Emin ve Ahmet Cevat, Dolmabahçe Sarayı'na gelerek, Mustafa Kemal Paşa'ya alfabe
raporunu sundular. Paşa, yeni yazıyı uzun uzun inceledikten sonra, Falih Rıfkı'ya sordu:

"Yeni yazıyı tatbik etmek için ne düşündünüz?

- Bir onbeş yıllık uzun, bir de beş yıllık kısa mühletli iki teklif var...

Teklif sahiplerine göre, ilk devirler iki yazı birarada öğretilecektir. Gazeteler yarım sütundan başlayarak yavaş yavaş yeni yazılı kısmı artıracaklardır. Daireler ve yüksek mektepler için de tedrici bazı usuller düşünülmüştür.

Yüzüme baktı:

- Bu ya üç ayda olur, ya hiç olmaz, dedi.

Hayli radikal bir inkılâpçı iken, ben bile yüzüne bakakalmıştım.

- Çocuğum, dedi. Gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi, herkes bu eski yazılı parçayı okuyacaktır. Arada bir harp, bir iç buhran, bir terslik oldu mu, bizim yazı da Enver'in yazısına döner. Hemen terkolunuverir."

Nihayet konunun artık olgunlaştığını gören Mustafa Kemal Paşa, harekete geçerek 9 Ağustos 1928 günü akşamı, CHP'nin Sarayburnu
Parkı'nda düzenlediği eğlencede, büyük inkılâpla ilgili ilk müjdeyi halka vermiş ve İnkılâbı şu sözlerle başlatmıştır:

"-Sevgili Kardeşlerim;

Huzurunuzda ne kadar bahtiyar olduğumu izah edemem. Duygularımı tek tek kelimelerle ifade edeceğim: Memnunum, mütehassısım, mesudum. Bu vaziyetin bana ilham ettiği hissiyatı huzurunuzda ufak notlar halinde tespit ettim. Bunları içinizden bir vatandaşa okutacağım."

Paşa, elindeki küçük notları orada bulunanlardan bir gence verdikten sonra tekrar sözlerine devam etti:

"Vatandaşlar, bu notlarım asıl, hakiki Türk kelimeleri, Türk harfleriyle yazılmıştır. Kardeşiniz bunu derhal okumaya teşebbüs etti; birdenbire
okuyamadı. Biraz çalıştıktan sonra şüphesiz okuyabilir. İsterim ki bunu hepiniz beş-on gün içinde öğrenesiniz.

Arkadaşlar, bizim ahenkdar, zengin lisanımız, yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde
bulundurarak, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizikurtarmak, bunu anlamak mecburiyetindesiniz. Anladığınızın âsarına yakın zamanda bütün kâinat şahit olacaktır. Buna kat'iyetle eminim. Yeni Türk alfabesiyle yazdığım bu notları bir arkadaşa okutacağım, dinleyiniz."

Paşa, elindeki notları bu kez Falih Rıfkı'ya verip kalan bölümü ona okuttuktan sonra tekrar söz alarak şunları söyledi:

"Vatandaşlar, Arkadaşlar!

Çok söz, uzun söz birşey için söylenir, hakikati anlamayanları hakikate getirmek için... Ben bu devirleri geçirdim, şimdi sözden ziyade iş zamanıdır. Artık benim için, hepimiz için çok söz söylemeye ihtiyaç kalmadı kanaatindeyim. Bundan sonra bizim için faaliyet, hareket ve yürümek lâzımdır. Çok işler yapılmıştır, amma, bugün yapmaya mecbur olduğumuz son değil, lâkin çok lüzumlu bir iş daha vardır: Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir. Vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu, vatanperverlik ve milletperverlik vazifesi biliniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki, bir milletin, bir heyet-i içtimaiyenin yüzde onu okuma-yazma bilir, yüzde doksanı bilmez nevidendir. Bundan insan olanlar utanmak lâzımdır. Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet değildir. İftihar etmek için yaratılmış, tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir. Fakat milletin yüzde sekseni okuma-yazma bilmiyorsa, bu hata bizde değildir. Türk'ün seciyesini anlamayarak, kafasını birtakım zincirlerle saranlardadır. Artık mazinin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataların
tashih olunmasında bütün vatandaşların faaliyetini isterim. En nihayet bir sene, iki sene içinde bütün Türk heyet-i içtimaiyesi yeni harfleri
öğreneceklerdir. Milletimiz, yazısı ile, kafası ile bütün alem-i medeniyetin yanında olduğunu gösterecektir."

9 Ağustos 1928 gününden sonra, ülkenin her tarafında aydınlarla halk, yeni harfleri öğrenmek, öğretmek için yarışa girmiş, alfabeler basılmış, gazeteler dersler yayınlamış, 8-10 satırdan başlayarak uzun yazılara, bütün bir sayfaya kadar yeni Türk harfleri ile yayın yapmak, başlıklarını değiştirmek gazeteler için eğlenceli bir iş olmuştu. Bir taraftan da halka, yeni harflerin tablosunu veriyorlardı. 16 Ağustos günü CHP'de yapılan bir toplantıda, yeni harflerin yayılması için gerekli önlemlerin alınması ve her semtte bir dersane açılması kararlaştırılmıştı. Bu dersaneler için aynı yıl "Halk Dersanelerine Mahsus Türk Alfabesi" basıldı. Bu arada İstanbul Belediyesi, telefon rehberinin, gelecek yıl yeni harflerle basılması için emir vermişti. Ticaret Odası'nda 15 Ağustos'tan sonra imzalar yeni harflerle atılmaya başlandı. Yazışmalarda da bu harfler kullanılacaktı. İstanbul'da ve Ankara'da bazı devlet dairelerinde yeni kurslar açılmıştı. Adalet Bakanı, Kasım ayında verilecek hukuk diplomalarının yeni harflerle yazılmasını emretmişti.

Bu arada eğitim, müfettişleri için kurslar açılmış ve yeni harfleri öğrendikten sonra, öğretmenlere öğretmekle sorumlu tutulmuşlardı. 21
Ağustos'ta, Darülfünun, yeni harfler üzerine konferanslar düzenlemeye başladı. Devlet basımevi, gerekli harfleri İstanbul'da döktürüp kitap
basmaya hazırlanmış, Milli Eğitim Bakanlığı'na ilk yeni harfle dilekçe, 21 Ağustos'ta verilmişti.

İllerde valiler tahta başında, memurlara ders veriyordu. Devlet dairelerinde açılan kurslar arasında Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kursu da
vardı. Telgraf Genel Müdürlüğü ise, yeni harflerin rumuzunu saptamıştı.

Mustafa Kemal Paşa, 23 Ağustos - 20 Eylül tarihleri arasında, çeşitli illere geziler düzenlemiş, "Başöğretmen" olarak bu illerde halka okumayazma dersleri vermiştir. Bu geziler sırasında, yeni alfabede gereksiz gördüğü işaretleri kaldırmış, bunları bir tezkere ile Başbakanlığa bildirmiştir.

26 Ağustos'ta İstanbul'da bulunan milletvekillerine Mustafa Kemal Paşa'nın da bulunduğu toplantıda, yeni Türk harfleri konusunda İbrahim
Necmi tarafından açıklamalar yapılmış, Devlet Basımevi'nde 50 bin tane basılan alfabeden dağıtılmıştır. Milli Eğitim Bakanı'nın, Türkiye Muallimler Birliği Kongresi'nde yaptığı konuşmanın konusu Yeni Türk Harfleri idi. Ağustos ayı sona ermeden İstanbul Belediyesi memurları yeni Türk harflerini kendiliklerinden öğrenmişler, açılması kararlaştırılan kursa gerek kalmamıştı. İstanbul Ticaret Odası, 17 Ağustos'ta çıkan ilânında; ticaret imzalarının yeni harflerle kaydına başlandığını, tüccar ve sanayicilerin yazışmalarını yeni harflerle yapmalarını bildiriyordu.

28 Ağustos'ta, Dolmabahçe Sarayı'nda profesörler, milletvekilleri, gazeteciler, yazarlar toplanarak yeni harfler üzerinde konuşmuşlardı. Bu
konuşmada, İsmet Paşa, "Kabul edilen harfler Fransız harfleri değildir. Türk harfleri, Türk alfabesidir. Yeni alfabe bilimseldir ve Türk milletinin
alfabesidir. Türklerin ihtiyaçlarına yeter" demiş ve İbrahim Necmi'ye şu kararı yazdırmıştı: "Milleti bilgisizlikten kurtarmak için, kendi diline
uymayan Arap harflerini bırakıp, Latin esasından Türk harflerini kabul etmekten başka çare yoktur." Daha sonra bu karar oybirliği ile kabul
edilmişti.

Ağustos ayı böylece, yeni Türk harfleri için pek çok yol alınmış olarak sona ermişti.

Milli Eğitim Bakanlığı, önce Türkçe derslerinin yeni harflerle okutulacağını bildirdiği halde, şimdi bir adım daha atmış ve 1. ve 2. sınıflarda bütün derslerin yeni harflerle yapılacağını, öteki sınıflarda ise, haftada 12 saatlik dersin Türkçe'ye ayrılacağını bildirmişti. Devlet
Demiryolları ve Limanlar İdaresi'nin yeni harflerle bastırdığı tarife kitabı, Mustafa Kemal Paşa'yı sevindirmiş, kitabın üzerine yeni harflerle imzasını atmıştı.

Öğretmenlere kurstan geçirildikten sonra sınav yapılacağı, başarılı olanlara belge verileceği, başarı gösteremeyenlerin 15 gün sonra yeniden
sınava alınacağı, o zaman da başarı gösteremezlerse, öğretmenlikten çıkarılacakları bildirilmişti. Muhtar ve ihtiyar heyetleri üyeleri de, yeni harfleri öğrenemedikleri takdirde işlerinden çıkarılacaklardı.

1 Ekim'den başlayarak işyerlerinde yeni harflerle yazışma yapılacağı ve liseler dahil, bütün okulların ders kitaplarının yeni harflerle basılacağı
bildiriliyordu. 11 Ekim'de gazeteler, yeni harflerle basılan ilk ders kitabının, Ali Canip (Yöntem)'in "Edebiyat" kitabı olduğunu yazıyorlardı.

29 Ekim'de, Milli Eğitim Bakanı bir demeç vererek, Bakanlığın, dilimizden Arap ve Acem kültürünü kaldıracak bütün önlemleri aldığını,
Cumhurbaşkanı'nın "irşadı" ile bir söz derleme kurulu kurulacağını, dilimizin halk sözleri ile zenginleştirileceğini bildirmişti. Gazetelerde sıkışıp
kalan bu haber, yeni Türk alfabesinin sağlayacağı büyük sonuçlardan birini müjdeliyordu.

9 Ağustos 1928 gecesi, Sarayburnu Parkı'nda Mustafa Kemal Paşa'nın ünlü nutkuyla başlayan, yeni Türk harflerine halkı hazırlama dönemi;
gezilerle, kurslarla, gazetelerle, başlık, levha, imza, bazı yazışmalar gibi küçük uygulamalarla, alfabe çalışmaları ve okullarda başlayan derslerle başlatılmış, bir yıla, üç yıla, beş yıla kadar diye yürütülen tahminleri geride bırakan bir hızla tam bir "devrim" adımı atılmıştı.

1 Kasım 1928 günü, Cumhurbaşkanı, Meclis'te açılış konuşmasını yaparken harf inkılâbı ile ilgili olarak şunları söylemiştir:

"Aziz Arkadaşlarım,

Herşeyden evvel her inkişafın yapı taşı olan meseleye temas etmek isterim. Her vasıtadan evvel, büyük Türk milletine onun bütün emeklerini kısır yapan çorak yol haricinde kolay bir okuma-yazma anahtarı vermek lâzımdır. Türk milleti cehaletten az emekle, kısır yoldan ancak kendi güzel ve asil diline kolay uyan bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma-yazma anahtarı ancak Latin esasından alınan Türk alfabesidir. Basit bir tecrübe, Latin esasından Türk harflerinin Türk diline ne kadar uygun olduğunu, şehirde, köyde, yaşı ilerlemiş Türk evlatlarının ne kadar kolay okuyup yazdıklarını güneş gibi meydana çıkarmıştır.

Büyük Millet Meclisi'nin kararıyla Türk harflerinin kat'iyet ve kanuniyet kazanması, bu memleketin yükselme mücadelesinde başlı başına bir geçit olacaktır. Milletler ailesine, münevver yetiştirmiş, büyük bir milletin dili olarak elbette girecek olan Türkçe'ye, bu
yeni canlılığı kazandıracak olan Üçüncü Büyük Millet Meclisi, yalnız ebedi Türk tarihinde değil, bütün insanlık tarihinde de mümtaz bir sima kalacaktır.

Efendiler, Türk harflerinin kabulüyle hepimiz bu memleketin bütün vatanını seven yetişkin evlatlarına mühim bir vazife teveccüh ediyor. Bu
vazife, milletimizin kâmilen okuyup-yazmak için gösterdiği şevk ve aşka bilfiil hizmet ve yardım etmektir. Hepimiz hususi ve umumi hayatımızda rastgeldiğimiz okuyup-yazma bilmeyen erkek-kadın her vatandaşımıza yeni harfleri öğretmek için tehalük göstermeliyiz...

Aziz arkadaşlarım, yüksek ve ebedi yadigârımızla, büyük Türk milleti yeni bir nur alemine girecektir."

Diğer milletvekillerinin konuşmalarından sonra, TBMM, bir önerge ile verilmiş olan kanun tasarısını, tartışmasız oybirliği ile kabul etmiştir.
Kanun'un kabul edilmesinden hemen sonra, Sivas Milletvekili Rahmi Bey'in, Mustafa Kemal Paşa'ya altın bir levha üzerinde kabartma harflerden bir "Türk Alfabesi"nin sunulması konusunda Meclis Başkanlığı'na vermiş olduğu önerge de, bu oturumda kabul edilmiştir.

Latin esasına dayalı, fakat Türk dilinin fonetik özelliklerine göre düzenlenmiş ve seslendirilmiş bulunan yeni Türk Alfabesi'nin kabulü,
üzerinde yıllardan beri yazılar yazılan, çekişmeler, tartışmalar yapılan alfabe sorununu kökünden çözmüştür.

3 Kasım 1928 günü, Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan ve resmi gazetede yayınlanıp, yürürlüğe giren 1353 sayılı "Türk Harflerinin Kabulü
ve Tatbiki Hakkında Kanun", 11 maddeden ibaretti. Bu kanuna göre; kanun yayınlandıktan sonra, bütün devlet dairelerinde, özel kurumlarda Türk harfleriyle yazılan yazılar kabul edilecek, işlem görecekti. Uygulama tarihi, 1 Ocak 1929'u geçmeyecek, ancak tahkik evraklarının, fezlekelerin, basılı evrakın ve defterlerin yazılması, Haziran 1929'a kadar sürebilecekti. Eski yazı ile dilekçeler de bu tarihe kadar kabul edilecekti. Gazete, dergi, levha, ilân, reklâm gibi basmalar, 1 Aralık 1928'den başlayarak yeni harflerle çıkarılacaktı. 1929 Ocak ayından sonra ise, artık bütün kitaplar yeni harflerle basılacaktı. Tutanaklarda eski harfler, Haziran 1929'a kadar steno gibi kullanılabilecek, devlet dairelerinde faydalanılan kitap, yönetmelik, defter, cetvel gibi şeyler ise, Haziran 1930'a kadar kalabilecekti. Para, pul, bono
gibi değerli kâğıtlar değiştirilinceye kadar geçerli olacaktı. Okullarda dersler yeni harflerle yapılacaktı. Kanun'da devlet daireleri için konulan hükümler, bankalar, şirketler, dernekler için de uygulanacaktı. Bu arada, bütün memurların sınavdan geçirileceği günler de saptanmıştı. Başarılı olanlara, yeni Türkçe yazıyla hazırlanan "Ehliyetnâme" verilecekti.

Ülkenin her yanında görülen okuma-yazma seferberliğine, devletin yoğun desteği sayesinde rağbet büyük olmuştu. Fakat başlangıçta bu
faaliyetler örgütlenememiş, disiplinsiz bir durumda idi. Mustafa Kemal Paşa, bunun bir örgüt bünyesine alınmasını ve daha disiplinli çalıştırılmasını istedi. Böylelikle bu konu, hükümet programına girmiş oldu ve Millet Mektepleri'nin kurulması kararı da bu fikirlerin ve çabaların sonunda alındı. 30 Kasım 1928'de gazeteler son olarak eski harflerle yayınlandı. Ayrıca, yeni harflerin kolay ve çabuk öğrenilmesini sağlamak amacıyla, "Gazete Primleri Kanunu" kabul edilerek gazetelere prim verilmesi sağlandı. Böylece gazeteler daha kısa zamanda, yeni harflerle basım yapma olanağına kavuşturuldu. Bu prim, gazetelerin makine ve öteki basım araç-gereçlerini kısa zamanda yenilemelerini sağlamak amacıyla verilmiştir

4. Harf inkılâbının uygulanması

Türkiye'de, 1927 yılında okur-yazarlık oranı, kadınlarda % 4, erkeklerde % 13 ve genel nüfusa göre % 8.16 idi. Bunun % 5-6'sı eski yazıyı bilen Türklerde, geri kalanı gayrimüslimlerde ve öteki dillerde idi. Kentlerde okur-yazarlık oranı % 30, köylerde % 6 civarında idiHarf inkılâbı yapıldıktan hemen sonra Halk Eğitim Kurumları'nın "Millet Mektepleri" adı altında örgütlenmesi çabalan başlatıldı. İsmet Paşa,
8 Kasım 1928'de bu konuda açıklama yaparken:

"Türk harflerinin bütün vatandaşlara kapılarının önünde ve işlerinin başında öğretilebilmesi için daha bu yıl içinde Millet Mektepleri'nin
teşkilâtını kuracağız." demiş ve düşündükleri esasları şöyle açıklamıştır: "Bu teşkilât şehir ve köy bütün yurdu kaplayacak, vatandaşların işlerinin, maişetlerinin en uygun zamanlarında ve yanlarında ya iki aylık veya dört aylık kurslar açılacak, şehirde ve köyde mektepler, belirli toplanma yerlerinde de, gelmeye zamanları olmayan vatandaşlar için seyyar öğretmen teşkilâtı yapılacak, devletin en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün memurları, Millet Mektepleri teşkilâtının ihtiyacına göre çalışacaklardır. Cumhurbaşkanımız Hazretleri, Millet Mektepleri teşkilâtının genel başkanlığını ve başöğretmenliğini kabul buyurmuşlardır."

T.C. Hükümeti tarafından hazırlanan Millet Mektepleri ile ilgili kararname, Kasım 1928'de, Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe konuldu Bu Talimatname'ye göre; Millet Mektepleri, yeni Türk harflerinin kolay bir şekilde okunup yazılmasından bütün milleti yararlandırabilmek ve büyük halk kitlelerini hızla okur-yazar durumuna getirebilmek için kuruluyordu.

Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey, 2 Aralık 1928 günü valiliklere bir genelge göndererek, Millet Mektepleri'nde 1 Ocak 1929'dan itibaren
derslere başlanacağını, bunun için o zamana kadar, her öğretmene bir millet mektebi dersanesi kurulacağını, bir kurs döneminde başarılı olmayanların, öbür kursa katılacaklarını, tek öğretmenli köylerde hem A, hem de B dersanesi açılacağını ve diğer bilgileri verdikten sonra, 10 Ocak 1929'da bu işlerle ilgili sayısal bilgileri ve karşılaşılan zorlukları, Bakanlığa bildirmelerini istemişti.

24 Kasım 1928'de yürürlüğe giren "Millet Mektepleri Talimatnamesi" 15 bin adet basılarak ülkenin her yanına gönderilmiş ve yönetmelik
maddeleri; valiler, kaymakamlar, eğitim müdürleri tarafından okunup, hemen uygulamaya geçilmiştir. Yönetmeliğin 1. maddesinde yeralan;
"Türkiye halkını okuyup yazmaya muktedir bir hale getirmek, ana bilgileri kazandırmak" ifadesi ile Millet Mektepleri'nin amacı belirtilmiştir.
Yine Yönetmeliğe göre; Millet Mektepleri örgütü, A ve B dersaneleri ile halk okuma odaları ve köy yatı dersanelerinden oluşmaktadır. Millet
Mektepleri'nin Genel Başkanı, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa'dır. 16-45 arasındaki tüm vatandaşlar, bu okullara devam etmeye veya dışarıdan sınava girerek belge almaya zorunlu tutulmuşlardır. Öğretmeni veya okulu olmayan köylerde, gidip onlara yeni yazıyı öğretecek "Seyyar Talim Heyetleri" kurulmuştur.

Yeni Türk harfleriyle yapılacak öğretime uygun olarak hazırlanmış "Alfabe", bu okulların ilk ders kitabı olmuş, resimli olan bu kitapta,
Cumhurbaşkanı'nın Millet Mektepleri öğrencilerine hitabesi de yer almıştır. Okutulan diğer önemli kitaplar ve dersler; Kıraat Kitabı ve Yurt Bilgisi Kitabı ile, Okuma, Yazma, Sağlık Bilgisi, Yurt Bilgisi, Hesap ve Ölçüler dersleridir.

Başta Mustafa Kemal Atatürk ve Devletin bu okullar konusundaki ciddi tutumu ile takipçiliği, ayrıca vatandaşların şevk ve heyecanla öğretimi sürdürmeleri verimli sonuçlar alınmasını sağlamıştır. Her ailede bireylerin okuma-yazma öğrenmelerinden aile reisi sorumlu tutulmuştur.

Millet Mektepleri, başlangıçta inkılâbın coşkusuyla, halka yalnızca okuma-yazma öğretmeyi amaçlayan bir örgüt olarak ortaya çıkmış, daha
sonra zorunlu ve genel halk eğitimini amaçlamıştır. Eski harfleri bilenlere de yeni harfleri öğretmek ve halka temel bilgiler kazandırmak, bu mekteplerin başlıca amaçları olmuştur.

16-45 yaş arasındaki vatandaşların devam ettiği ve varlıklarını 1936 yılına kadar sürdüren bu kurumlarda 1928-1935 yılları arasında ülkede, yeni harflerle yaklaşık 2,5 milyon insana okuma-yazma öğretilmiştir. Aslında Harf İnkılâbı ile, daha önce okuma-yazma bilenler de, bilmeyen durumuna düştükleri için bu rakam 3,5 milyona yaklaşmaktadır. Yani nüfusun dörtte biri okur-yazar duruma getirilmiştir. O dönemin koşullarındaki zorluk düşünüldüğünde bunun, önemli bir ilerleme olduğu anlaşılmaktadır.

SONUÇ

Türkler V. yüzyıldan itibaren çeşitli dönemlerde ve bölgelerde bağlı bulundukları inançlara ve girdikleri kültür çevrelerine göre Kök-Türk ve
Uygur alfabelerinin yanısıra çeşitli alfabeler kullanmışlardır.

Türklerin İslâm dinini kabul etmeleriyle birlikte, XI. yüzyılın başlarından itibaren Arap alfabesi, Türkler arasında yayılmış ve Türkçe'ye
uygulanmıştır. Arap alfabesinin Türkçe'ye uygulanması, birçok aşamalar geçirmiş, sürekli yazım kuralları değişmiş ama Arap harfleri hiçbir dönemde Türkçe için kullanışlı bir yazı olmamıştır. Arap alfabesindeki harflerin, Türkçe ses yapısına uymaması, basın-yayın hayatında zorluklara neden olması, kolay okunup yazılamaması, bu alfabenin iyileştirilmesi veya değiştirilmesi fikrini gündeme getirmiştir.

İlk girişim, 1860'h yılların başında Münif Paşa tarafından başlatılmış ve 1928 yılına kadar bu konudaki öneriler, tartışmalar ve çalışmalar sürüp gitmiştir. Ancak bu süre içinde, bir sonuca ulaşılamamıştır. Bu öneriler ve tartışmalar Cumhuriyet'in ilk yıllarında daha da önem kazanmış, gerek basında, gerekse TBMM'de güncelliğini korumuştur.

Uzun yıllar süren tartışmaların sonunda Atatürk, alfabe sorununu, inkılâpları arasına alarak sistemli bir şekilde çalışmalara başlamıştır. Dil
Encümeni ve Alfabe Komisyonu'nu kurarak çeşitli alfabeleri inceletmiş, sonunda Latin kökenli harflerin Türkçe dil yapısına uygun şekle
getirilmesine karar verilmiştir.

9 Ağustos 1928'de Sarayburnu Parkt'nda yapılan bir toplantıda, yeni Türk alfabesini davetlilere tanıtarak Türk Harf İnkılâbı'm başlatmıştır. 1
Kasım 1928 günü Meclis yeni Türk Harfleri Kanunu'nu kabul etmiş, 3 Kasım 1928 günü, bu Kanun, Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe
girmiştir.

9 Ağustos 1928'den itibaren, basının da desteği ile ülkede yeni Alfabe'nin benimsenmesi, öğrenilmesi ve yaygınlaştırılması amacıyla ciddi
çabalar başlatılmıştır.

Yeni Türk harfleri okuma-yazmayı büyük ölçüde kolaylaştırdığı için, ülke çapında -devletin ve basının da desteği ile- okuma-yazma yaygınlaştırılmış ve halk eğitimi gerçekleştirilmiştir.

Atatürk, Türk milletinin, uygar milletler arasına girmesini kolaylaştırmak ve bunu sağlamak için yeni Türk alfabesinin kabulünü zorunlu görmüştür. Çağdaş uygarlığa giden yolu Türk milletine açmak, onun çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkmasını sağlamak amacının yanısıra alfabe değişikliğinin diğer büyük amacı da millileşmek, milli kültürümüzü oluşturmaktır.

Türk Harf İnkılâbı ile, Türk kültür hayatını yepyeni ufuklara, evrenselliğe götürecek adımların ilki ve en büyüğü atılmıştır
KAYNAKÇA

Albayrak, Mustafa, Millet Mektepleri 1928-1935, A.Ü.D.T.C.F., Mezuniyet Tezi, Ankara, 1978.

Albayrak, Mustafa, "Yeni Türk Harflerinin Kabulü Öncesinde Halk Eğitimi ve Yazı Değişimi Konusunda Türk Kamuoyunda Bazı Tartışmalar ve Millet
Mekteplerinin Açılması", Atatürk Yolu, Kasım 1989, Yıl 2.

Ankara Doğu Araştırma Merkezi, "Türk Yazı İnkılâbının Fikri Hazırlıkları", BTTD, İstanbul - 1985.

Atatürk, Mustafa Kemal, Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, C. I-IV, Ankara -
1961.

Atatürk, Mustafa Kemal, "Türk Yazı İnkılâbı", BTTD, İstanbul - 1985.

Atay, Falih Rıfkı, Çankaya, İstanbul - 1984.

Ayın Tarihi, Cilt 22,1930.

Başgöz, İlhan - Howard, E. Wilson, Türkiye Cumhuriyeti'nde Eğitim, Ankara -
1968.

Canbolat, Mustafa, "Türkiye'de Yazı Devrimi Girişimleri", Yazı Devrimi, Ankara -1979.

Cumhuriyet (Belgeler Eki), 1 Kasım 1978.

Dilaçar, A., "Türk Yazısının Geçirdiği Evreler", BTTD, İstanbul 1985.

Erdentuğ, Nermin, "Atatürk'te Kültür Dinamizmi Görüşü", Cumhuriyet'in 50.
Yıldönümü Anma Kitabı, Ankara - 1974.

Eren, Hasan, "Yazıda Birlik", Harf Devriminin 50. Yılı Sempozyumu, Ankara
1981.

Ergün, Mustafa, Atatürk Devri Türk Eğitimi, Ankara - 1982.

Hakimiyet-i Milliye, 5 Mart 1923.

Hür Fikir, 17 Kasım 1926.

Hürriyet-i Fikriye, Mart-Nisan 1914.

İçtihad, Haziran, Temmuz, Ağustos 1923.

İnönü, İsmet, Hatıralar, C. II, Ankara - 1987.

Karal, Enver Ziya, "Osmanlı Tarihinde Türk Dili Sorunu", Bilim-Kültür ve
Öğretim Dili Olarak Türkçe, Ankara - 1978.

Levend, Agah Sırrı, "Latin Harfleri Meselesi", BTTD, İstanbul-1985

Lewis, Bernard, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Çev. Metin Kıratlı, Ankara - 1984.

Maarif Vekâleti Mecmuası, Sayı: 17.

Mecmua-i Fünûn, 1868.

Özerdim, S. Nabi, Harf Devriminin Öyküsü, Ankara - 1962.

S. Nabi, Harf Devriminin Öyküsü, Ankara - 1962.

Şimşir, Bilal N., "Amerikan Belgelerinde Türk Yazı Devrimi", Belleten, C. XLIII,
Sayı: 169.

Tanin, 20-31 Ocak 1910.

Tansel, Fevziye Abdullah, "Arap Harflerinin Islahı ve Değiştirilmesi Hakkında İlk Teşebbüsler (1862-1884)", Belleten, C. XVII.

Tezcan, Semih, "Türkler'de Yazı Kültürünün Başlangıcı ve Gelişimi", Harf
Devriminin 50. Yılı Sempozyumu, Ankara - 1981.

Türk Yurdu, No: 6, 1926.

Ülkütaşır, M. Şakir, Atatürk ve Harf Devrimi, Ankara - 1981.

Yalçın, Hüseyin Cahit, "Latin Harfleri", Resimli Gazete, 22 Eylül 1923

ATATÜRKÇÜLÜĞÜN TANIMI VE ÖNEMİ

ATATÜRKÇÜLÜĞÜN TANIMI VE ÖNEMİ


Türk milletinin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa huzur ve refaha sahip olması, devletin millet egemenliği esasına dayandırılması, aklın ve ilmin rehberliğinde Tür kültürünün çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkarılması amacı ile temel esasları yine Atatürk tarafından belirtilen devlet hayatına,fikir hayatına ve ekonomik hayata toplumun temel müesseselerine ilişkin gerçekçi fikirlere ve ilkelere ATATÜRKÇÜLÜK denir.
Daha farklı bir deyişle Atatürkçülük; akıl ve bilimin önderliğine, yol göstericiliğine inanan bu inançla, padişah egemenliğini “ulus egemenliğine”, dogmatik-kapıkulu, bağnaz bir ümmet-cemaat toplumu “ulusa” padişahın emir kulunu “özgür birey ve yurttaşa”, teokratik-monarşik devleti” laik demokratik-çağdaş cumhuriyete” yöneltip dönüştürmek demektir. Atatürkçüğün kişi ve millet olarak benimsenmesi mevcut ve gelecekteki saptırıcı ve tutucu cereyanlara karşı koruması Türk Devletinin gelişmesinin, güçlenmesinin ve parlak geleceğinin güvencesidir.
Günümüz Atatürkçüsü halkına kendi doğrularını aktarmaya çalışırken onun düşüncelerine de değer veren, halkını aydınlığa taşımaya çabalarken bu aydınlığın kaynağının gene halktan olduğunu bilen insandır.

ATATÜRKÇÜLÜ’ĞÜN TEMEL ESASLARI

Tam Bağımsızlık Yanlısıdır

Atatürkçülük emperyalist güçlere karşı, ilk kez başarıya ulaşan istiklal savaşlarından sonra tam bağımsız ve Milli Cumhuriyet kurarak dünyadaki mazlum milletlere örnek olmuştur. Tam bağımsızlığı koruyabilmek için sosyo-ekonomik alt yapıda da halkın yararına değişiklikler yapmayı amaç sayar.

Hakçıdır. Demokratik’tir, Sosyal’dir, Barışçı’dır

Çağdaş uygarlık seviyesine erişmek için, sadece siyasal düzeyde ve üst yapıda kalmayarak, sosyal ve ekonomik alt yapıya önemle ve bu yapıda halkı, halk için, halkın gücü ile kalkındırmayı amaçlar ve bunları da sınıf kavgalarına yol açmadan sosyal barışı gerçekleştirmek için, devletin yapıcı, planlayıcı, düzenleyici ve emredici rolünü ön planda tutmayı ve böylece az gelişmiş bir sosyal yapıdan kurtulmayı amaç sayar. Atatürkçülük, Türk Milleti için doğaldır. Soysaldır. İnsanidir. Evrenseldir.

Müsbet İlime ve Hür Duyguya Dayanır

Sanat ve bilim dallarında, bu yurdun gerçeklerine ve ihtiyaçlarına göre yaratıcı gücü harekete getirir. Bunu, lâik, akılcı, hür bir düşünüşle müsbet ilime ve hür duyguya dayanarak gerçekleştirir. Yalnız bu kaynaklara başvurarak araştırma ve denemelerini sürdürür.

Dinamiktir

Atatürkçülük sadece fikir planında da kalmayarak, yenilik ve gelişme düşmanı tutucularla savaşmayı emreder. Bu bakımdan anti-emperyalist, laik, ilerletici ve yürüyüş halinde bulunan dinamik sürekli bir kalkınma hareket ve sistemidir.

Atatürkçü düşüncenin esasında kişiye verilen değer, toplumun oluşmasında en önemli etkendir. Kişilerin değeri toplumun değerini oluşturur. “bir toplumda kıymet ve kuvvet, onu oluşturan kişilerin kendilerini bir kıymet ve kuvvet kabul etmelerindendir. Ancak bu gibi kişilerden meydana gelmiş sosyal toplumlar, tam bir bütün olarak kıymet ve kudret görünümü arzedebilirler.”
Atatürkçülükte kişi ve toplum ilişkilerinin özünde kişi hak ve hürriyetleri büyük yer tutar. Toplum içinde kişi hürriyetinin sınır, bu hürriyetin topulumun huzuru ile ilişkisi üzerinde durulacak hususladır. Kişi , aile, toplum ve millet hayatı önemli bir bütün oluşturur.
Mustafa Kemal Türkiye’de batıda olduğu biçimde çıkarları ayrı, birbirleriyle çelişen sosyal sınıfların bulunmadığı kanısındadır. Ancak o dönemde Türkiye’de gerçek bir sınıf ayrımı olmasa bile çeşitli sosyal tabakaların, grupları, zümrelerin mesleklerin çıkarlarının birbirine uygun olduğu ve bunların hiç çatışmadığı yolundaki yargısı bir gerçek yargısı olmaktan çok, özlenen bir amacı, ülküyü göstermektedir. Çünkü yöneten ve yönetilen biçimindeki bir farklılık , her toplumda olduğu gibi Türkiye’de de daima var olmuştur Atatürk zamanında da vardı.
Mustafa Kemal’in bütün kaygısı, Türkiye’de büyük keskin sınıf farkları yaratmamak ve sınıf kavgasına engel olmaktı.
Mustafa Kemal sınıf sorunlarına değinirken Marksist terminolojiyi örneğin burjuva, kapitalist,proletarya vb. sözcükleri kullanmadığı gibi Marksizmin kapitalist prolater temel ayrımını ve tipolajisinide uygulamamaktadır. Tüccar sınıfı, esnaf sınıfı, sanatkâr sınıfı gibi sözcükler onun sınıf deyimini bilimsel.-sosyolojik ve marksist analizler doğrultusunda kullanmadığını göstermektedir.
Kadının toplumdaki yeri yüksektir. Şereflidir. Şuna inanmak lazımdır ki dünya yüzünde gördüğümüz her şey “kadının eseridir”. Atatürk ailenin ana unsurlarında sınırı teşkil eden kadının bizdeki anlamını ifade etmiştir. Atatürk aile kavramına büyük önem vermiştir. “ Sosyal hayatın kaynağı aile hayatıdır.” Sözü Atatürk’ündür. Bunun içindir ki toplumun sağlam ve sıhhatli oluşunu, bu kurumun sağlıklı oluşunda görmüş, Türk aile yapısının temelini Medeni kanunla gerçek ve mantıki kurallara bağlamıştır.
Türk Milletinin tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması, devletin millet egemenliği esasına dayandırılması, aklın ve ilmin rehberliğinde Türk Kültürünün çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkarılması amacı ile;
Temel esasları Atatürk tarafından belirlenen devlet hayatına, fikir hayatına, ekonomik hayata ve toplumun temel müesseselerine ilişkin fikirlere ve ilkelere Atatürkçülük denir.

Atatürkçülüğün kişi ve millet olarak benimsenmesi,tanıtılması, sevdirilmesi mevcut ve gelecekteki saptırıcı ve tutucu cereyanlara karşı korunması; Türk Devletinin Gelişmesinin, Güçlenmesinin ve Parlak geleceğinin güvencesidir.

Atatürkçülük bir bütündür. Atatürk ilke ve inkılâpları ayrı ayrı değerlendirilemez. Onları, bir bütünü oluşturan unsurlar olarak anlamak ve değerlendirmek gerekir. Atatürk ilkelerinin ve inkılâplarının, Atatürkçülükte birbirinden daha az önemli olması diye bir şey düşünülemez.

Atatürkçülük Türk halkının ve Türk yurdunun tabiatından, tarihinden ve ihtiyaçlarından doğmuştur. Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmayı amaçlar.

ATATÜRK İLKELERİNİ iki bölümde incelemek gerekir.

1. Türk Devletinin Dayandığı Esaslar (Atatürk İlkelerini Bütünleyen İlkeler):

[COLOR="Black"]Tam Bağımsızlık, Millî Egemenlik, Millî Birlik ve Beraberlik, Yurtta Barış Dünyada Barış, Çağdaş Uygarlık Seviyesinin Üstüne Çıkmak, Pozitif Bilimin Rehberliği ve Akılcılık.

2. Atatürkçülüğün Temel İlkeleri:

Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Lâiklik, İnkılâpçılık.

Tam Bağımsızlık:

Atatürk milliyetçiliğinin temelinde yatan bir kavram, “Tam Bağımsızlık” düşüncesidir.

Atatürk “Türk Devletinin dayandığı esaslar” “tam bağımsızlık” ve “kayıtsız şartsız Millî Egemenlik”ten ibarettir. demiştir.

Bu iki temel esas Erzurum ve Sivas kongrelerinde ve ilk Büyük millet meclisinde şekillenmiştir.

Atatürkçülükte Devletin bağımsızlığı, her yönden tam bağımsız olmayı öngörmektedir. Bu hususu Atatürk, “Tam bağımsızlık, bizim bu gün üzerimize aldığımız vazifenin asıl ruhudur. Biz yaşamak isteyen, onur ve şerefi ile yaşamak isteyen bir milletiz.... Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, malî, ekonomik, adlî, askerî, kültürel ve her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir.”

“Bu saydıklarımızın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, millet ve memleketin gerçek manası ile bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.” diyerek açıklamış ve tam bağımsızlığın hangi koşulların sağlanması ile gerçekleştirilebileceğini belirtmiştir.

Tam Bağımsızlığın koşulları:
Tam bağımsızlık, milletin, varlığı ve hukuku için bütün kuvveti ile bizzat kendisinin meşgul olmasını öngörür. “Bir millet varlığı ve hakları için bütün kuvveti ile bütün maddî ve fikrî kuvvetiyle ilgili olmazsa..... kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlamazsa şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz”
Tam bağımsızlık varlığın ve hayatın esasıdır. Millî ve ekonomik gelişme imkânı elde etmek ve daha çağdaş ve düzenli bir yönetim şeklinde işleri yürütmeyi başarabilmek için her devlet gibi, bizim de gelişme sebeplerimizin sağlanmasında tam bir hürriyet ve bağımsızlığa kavuşmamız, varlığımızın ve hayatımızın esasıdır.
Devlet, içişleri bakımından dışa karşı bağımsız olmalıdır. Bağımsızlık hiç bir dış tesirle zümrelere ayrıcalık tanımaz. Türk Devleti içinde yaşayanların,Türk vatandaşlarının hukuku birdir. Diğer devletlerin tesiri ile veya dinen hiç kimseye ayrıcalık tanınamaz.Atatürk bu konuda “...İçimizde yaşayan ve Müslüman olmayan vatandaşlarımıza bizim siyasi egemenliğimizi ve sosyal dengemizi bozacak fazla bir takım ayrıcalıklar veremeyiz” demiştir.
Adaletin dış müdahalelere karşı bağımsız olması esastır.
Atatürk, “Milletlerin yargı hakkı, bağımsızlığın birinci şartıdır. Adalet kuvveti bağımsız olmayan bir milletin devlet olarak varlığı kabul edilemez.” demek suretiyle Adaletin bağımsızlığını, Devletin bağımsızlığı için şart olarak öngörmüştür.
Tam bağımsızlık, hiçbir devletin himaye ve nüfuz sahasını kabul etmez. “yabancı devletlerin güdümü ve himayesi kabul edilemez”
Tam bağımsızlık, anlaşmalara ve devletlerle karşılıklı yardımlaşmaya karşı değildir.
Tam bağımsızlık, milletlerarası güvenlik antlaşmalarına ve kuruluşlarına karşı değildir.
Tam bağımsızlık ve millî egemenliğin gerçekleşmesi, ekonomik güce bağlıdır: Atatürk bu hususu;
“Tam bağımsızlık için şu genel kural vardır. Millî Egemenlik için bir kanun vardır diyoruz. Bu günde büyük zaferin etkenleri ve yapıcıları olduğumuzu ifade ediyoruz.Bu noktada, çok kesin olan bir gerçeği hep beraber tekrar etmek zorundayız.Bu kadar büyük, bu kadar kutsal ve ulu hedefler, yalnız kağıt üzerinde prensiplerle ve kanun maddeleri ile ve sadece hırslarla, arzularla elde edilemez.Tam olarak gerçekleştirebilmek için tek kuvvet, hakiki en kuvvetli temel ekonomidir.” şeklinde ifade etmiştir.
Millî Egemenlik (Millî İradeye Dayanma):

Millî Egemenlik, dışa karşı özgür ve bağımsız yaşamayı, içeride ise milletin kendi kendini yönetme esasına dayanır. Millet, kendisini oluşturan kişilerin toplamından farklı ve ayrı olarak onların bir sentezinden ortaya çıkmış bağımsız bir kişiliktir. Egemenlik ise milletin toplumun genel idaresidir. Bu idare iktidar ve güç olarak millete aittir. Egemenlik millî iradeye dayanmaktadır. Bu itibarla millî egemenlik, milletin bölünmez iradesidir.

Millî Egemenlik ilkesinin oluşmasını sağlayan ve Erzurum Kongresinin bir ürünü olan Millî kuvvetleri amil ve Millî iradeyi egemen kılmak esası, Sivas Kongresinde millet temsilcilerinin oy birliği ile kuvvetlendirilmiş 20 Ocak 1921 tarihli Anayasada “Egemenlik, Kayıtsız Şartsız Milletindir. İdare usulü halkın kendi kendini idare etmesi esasına dayanır” şekli ile Büyük Millet Meclisi tarafından benimsenmiştir.

Atatürk “Kayıtsız şartsız tabiriyle açıkça ifade edilen egemenliği, milletin sorumluluğunda tutmak demek, bu egemenliğin en küçük bir parçasını; sıfatı, ismi ne olursa olsun, hiçbir makama vermemek, verdirmemek demektir.” şeklinde ifade ederek, Devlet yönetiminde milletin egemenliğinin temel prensip olduğunu açıkça ifade etmiştir.

Millî Birlik ve Beraberlik:

Millî Birlik ve Beraberlik, Türk milletini oluşturan insanların birbirlerini seven, birbirlerine inanan ve güvenen vatandaşlar olarak; yurdun ve milletin yükselmesi amacı etrafında toplanması demektir.

Kurtuluş Savaşının başından itibaren Atatürk’ün üzerinde durduğu konulardan en önemlisi millî birlik ilkesidir.

Atatürk, “Biz esasen millî varlığın temelini millî şuurda ve millî birlikte görmekteyiz.” diyerek millî birlik ve beraberliğin önemini en açık şekilde belirtmiştir.

Türk milletini bir bütün halinde birleştirmek; amaçta, kaderde, tasada ve kıvançta ortak değer yargılarına sahip kılmak, millî birlik ve beraberliğimizin en temel öğesidir.

Bağımsızlığımızı devam ettirmemiz de millî birlik ve beraberliğimizin sağlanmasına bağlıdır.

Atatürkçülüğün en önemli unsurlarından biri de ilmin ve aklın rehberliği altında sürekli çağdaşlaşma ilkesidir. Çağın ilim ve teknolojisinin rehberliği ve getirdiği yeniliklerin ışığı altında toplumun çağdaşlaşmasını sürdürmesidir.

Çağdaşlaşma, Türk Milletini geri bırakmış olan kurumları, boş inançları yıkarak, yerlerine milleti ilerletecek çağa uygun kurumları koymak suretiyle gerçekleştirilebilecektir. Atatürkçülük bu dinamik davranışlara bağlılığı gerektirir.

ATATÜRKÇÜLÜKTE DEVLETİN DİNAMİK İDEALİ

Türk Devleti kişileri ile milleti ile kurumları ile dinamik hedeflere doğru yürüyen dinamik bir varlıktır. Türk Devleti; geleceğe doğru akıp giden ömründe bütün faaliyetlerini dinamik hedefleri gerçekleştirmeye yöneltmiştir.
Türk Devletinin dinamik ideali, Türk milletinin refahını, zenginliğini, mutluluğunu ve varlığını yükseltmeyi sağlayacak hedefleri kapsamaktadır. İç ve dış politikası aynı hedefe yöneliktir.
Dinamik ideal genel olarak Türk milletinin en medeni ve refah seviyesi yüksek bir millet olarak varlığını yükseltmesidir. Dinamik ideal devlet hayatının, fikir hayatının ve ekonomik hayatın uyumlu olarak çalışmasını sağlayacak dinamik amaçları kapsar. Bu amaçlar üç bölümde toplanır;
1)Millî Birlik ve Millî Duyguyu Güçlendiren Millî Amaçlar ile Temel Maddî Amaçlar,
2) Kişi İle İlgili Amaçlar,
3) Millî Kültüre İlişkin Amaçlar.

1) Millî birlik ve millî duyguyu güçlendiren millî amaçlar ile temel maddî amaçlar şunlardır.

a) “Milletimizin yüksek karakterini, yaratılıştan sahip olduğu zekasını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, en değerli varlığımız olan millî birlik, iyi geçinmek ve çalışkanlık duygu ve kabiliyetlerindeki olgunluğu, ulus varlığını ve yurt erginliğini korumak, azim ve kararını devamlı olarak ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek geliştirmek”
b) “Türkiye’yi hür, bağımsız, daima daha kuvvetli daima daha refahlı” olmasını sağlayacak ekonomik güce sahip kılmak.
c) Pozitif bilimin temeline dayanan, güzel sanatları seven, fikir eğitiminde olduğu kadar beden eğitiminde de kabiliyeti artmış ve yükselmiş olan erdemli, kudretli bir nesil yetiştirmek.
d) “Yurdumuzu dünyanın en bayındır ve en medeni memleketleri seviyesine çıkarmak.”
e) “Türkiye’nin emniyetini amaçlayan, hiçbir milletin aleyhinde olmayan bir barış istikametini prensip kabul etmek”
f) Yurtta barış cihanda barış için çalışmak.

2) Kişi ile ilgili amaçlar şunlardır.

a) İnsanca yaşamak,
b) Ellerinde örnekleriyle tarımın, ticaretin, sanatın, çalışma hayatının temsilcisi olmak,
c) Kültürlü insan olmak,

3) Millî kültürümüze ilişkin amaçlar: Millî ve kişisel amaçlara ulaşmak için “millî birlik ve millî duyguyu” millet olarak varlığımızı yükseltecek, koruyacak niteliklere sahip olacak biçimde millî kültürümüzü;

a)“Yüksek ve inkılâpçı bir seviyeye ulaştırmak.”
b) “Çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmaktır.”

Sonuç olarak; Atatürk’ün Türk milleti için söylediklerini, fikirlerini yapmak istediklerini, yaptıklarını ve başarmaya çalıştıklarını, özet olarak dinamik ideali merkez olarak almak esastır.

Milletimizi gerçek mutluluğa ulaştıracak bizlere ve gelecek nesillere Atatürkçülüğü öğretecek ve uygulatacak araç eğitimdir. Eğitimin başarısı ise irfan ordusunun başarısıdır. İrfan ordusunun özü ise öğretmenlerdir.

Atatürkçü eğitim sisteminde dikkate alınacak temel nitelik Atatürkçülüğü anlamak ve öğretmektir. Atatürkçülük, dinamik ideal yolunda gerçek ve ciddi hedeflerin tespit edilmesini ister. Atatürkçülük, Türk Milleti için doğaldır, sosyaldir, insancıldır.

Her eğitimcinin öncelikle bu hususları benimseyerek geleceğimizin teminatı çocuklarımıza anlatması ve benimsetmesi esas görevi olmalıdır.

TÜRK DEVLETİNİN ANA NİTELİKLERİ

(ATATÜRK İLKELERİ)

a) Atatürkçülükte Devletin Tanımı :
“Devlet dediğimiz zaman her şeyden önce bir insan topluluğu bir millet varlığı anlaşılır. Bundan sonra, bu insan topluluğunun coğrafi sınırlarla belirlenmiş bir arazide yerleşmiş olduğu görülür.

Bir milleti meydana getiren kişilerin, o millet içindeki her çeşit hürriyeti; yaşamak hürriyeti, çalışmak hürriyeti, fikir ve vicdan hürriyetinin, güven altında bulundurulması lazımdır. Keza bir milletin tümünün, her çeşit hürriyeti, yani kendi topraklarında dıştan hiçbir müdahale ve sınırlama olmaksızın, hür ve bağımsız yaşaması ve çalışması lazımdır.

İşte, devlet gerek kişilerin hürriyetini sağlamak için millet üzerinde bir nüfuza ve gerek millet ve memleketin bağımsızlığını koruyabilmek için de kendine özgü bir nüfuz ve kuvvete sahip olmalıdır. (Egemenlik yani meclis ve millî ordu)

O halde devlet, belirli bir toprak üzerinde yerleşmiş ve kendine özgü bir kuvvete sahip kişiler bütününden oluşan bir varlıktır.” şeklinde açıklanmıştır.

b) Türk Devletinin Yapısı ve Dayandığı Esaslar:

Türk Devleti, Türk Milleti ve ülkesinin birlik ve bütünlüğüne, millî egemenliğine ve tam bağımsızlığa dayanır.

Türk Devletinin güçlü olması, uygulanan kuvvetler birliği prensibine dayanır. Kuvvetler birliği prensibi Türkiye’nin koşullarına uyan bir esastır. Bu esas yasama, yürütme ve yargı organlarının kendi usullerinin, esaslarını, ilkelerini millî ve meslekî ahlâka uygun olarak bütünleşecek biçimde teşkilâtlanmalarını ve çalışmalarını gerektirir.

Atatürkçülükte Türk Devletinin iç ve dış güvenliğini Yurtta Barış –Dünyada Barış prensibine bağlı kalınarak sağlanacağına inanılmaktadır. Genel güvenlik ile iç güvenlik, güvenlik kuvvetleri ile yargı mensuplarının iş birliğinde sağlanır.

Atatürk, Yeni Türk devletinin yapısını yabancı bir devletin yapısını taklit ederek düzenlememiştir. Atatürkçü devlet anlayışında millî iradenin mutlak üstünlüğü, Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu esasına dayanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir suretle, hiçbir kimseye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse ve organ, kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.

c) Türk Devletinin Ana Nitelikleri (Atatürk İlkeleri)

Türk Devleti, “Türk Milletinin maddî ve manevi huzuruna her şeyden fazla önem vermektedir.” Millî varlığın temelini millî şuurda ve millî birlikte gören Türk devleti “Millî ideal sonuçlarını halkın güvenle çalışmasında, ilerleme hevesinde, millî birlik ve millî irade şeklinde” daha belirgin hale gelebileceğine inanmaktadır.

Türk Devletinin nitelikleri ve bu niteliklerin dayandığı ilkeler, Türkiye’yi dinamik idealine ulaştıracak esaslardır.

Atatürk, Türk bağımsızlığını sağladıktan sonra Türk’ün bir daha felaketlere ve tehlikelere düşmemesini sağlayacak bir devlet sistemi kurmuş ve devletin dayanıp uygulayacağı ilkeleri belirlemiştir.

Bu ilkeler milletin bütün ihtiyaçlarına uygun olarak seçilmiş ve Atatürkçülükte devlet sistemi, bu ilkeler üzerine kurulmuştur. Bu ilkeler çeşitli toplum sorunlarının çözülmesinde anahtar ve araç görevini de yapacaktır. Devlet sistemini oluşturan, devletin niteliklerini belirleyen Atatürk ilkeleri, Cumhuriyetçilik, Millîyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik ve İnkılapçılıktır.

Diğer bir deyişle Türk Devleti (Cumhuriyetçi, Millîyetçi, Halkçı, Devletçi, Lâik ve İnkılapçıdır.”

1- Cumhuriyetçilik: Cumhuriyet, millî egemenlik idealini, milletin irade ve egemenliğini, vatandaşın devlete, devletin vatandaşa karşı hak ve vazifelerini en iyi olarak düzenleyen yönetim şeklidir. Cumhuriyetçiliğin en başta gelen niteliği, Atatürk’ün “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” İlkesinde yansır. Çünkü; Çağdaş Türk devletinin dayandığı temel prensiplerden biri olan bu ilkenin en iyi korunduğu ve gözetildiği yönetim şekli Cumhuriyettir. Atatürk’ün sözleri ile “Cumhuriyet rejimi demek demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir.”

Cumhuriyet yönetiminde millete dayanan meclis, meclise dayanan....... hükümet vardır.

Cumhuriyet yönetiminde düşünce serbestliği önemli yer teşkil eder.

2- Millîyetçilik: Milletler topluluğu içerisinde, Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. Atatürkçülüğün birlik ve beraberlik meydana getirme hususundaki ilk temel ilkesi Millîyetçiliktir.

Türk milleti dil, kültür ideal birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu doğal, toplumsal, ekonomik ve siyasi bir bütündür. Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumak Türk milletinin görevidir.

Türk milleti birdir ve bütündür. Türkiye’de ben Türk’üm diyen herkes Türk’tür. “Her Türk hür doğar, hür yaşar” Türk milleti Türk devletinin egemenliğinin kaynağı ve kayıtsız şartsız sahibidir. Siyasi kuvvet, millî irade ve egemenlik milletin bir bütün halinde ortak kişiliğine aittir; birdir, bölünemez, ayrılamaz ve devredilemez.

Atatürk’ün tanımladığı Türk millîyetçiliği millî olmayan akımların ülkeye girmesini önlemekle birlikte, dünyada yaşayan bütün Türkleri sever. Onlarla olan doğal ilişkileri kabul eder. Kardeş sayar, onların uygar ve zengin olmasını onların gelişmelerini diler.

Atatürk, “Türkiye dışında kalmış Türkler önce kültür meseleleri ile ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle uygun bir ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine Türk dilinin kaynaklarına zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz,” diyerek millî sınırlar dışındaki Türklerle olan ilişkilerimizin esaslarını göstermiştir.

Atatürk milliyetçiliği millî birlik ve beraberliği öngörür, insancıldır, diğer milletlerin de iyiliğini göz önünde bulundurur.

Atatürk, Millîyetçiliği büyük sorunların çözülmesinde bir güç kaynağı olarak görür. Türk milletine mensup olmakla övünmeyi, millete inanmayı, güvenmeyi esas alarak bu hususu “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” vecibesi ile açıklamış ve bu fikri “Türk Öğün! Çalış, Güven” düsturu ile harekete dönüştürmüştür.

3- Halkçılık : Atatürkçülükte halkçılık, yurdu ayrıcalık iddialarından ve sınıf kavgalarından koruyan bir ilkedir. Halkçılığın birinci unsuru demokratlıktır. Atatürkçülükte Halkçılık demokrasi ile eş anlamlıdır. Halkçılıkta sosyal düzen halkın idaresine ve çalışmasına dayalıdır ve eşitliği öngörür. Kanunlar önünde herkes eşittir.

“Türk milleti en eski tarihlerinde, ünlü kurultayları ile bu kurultaylarda devlet başkanlarını seçmeleri ile demokrasi fikrine ne kadar bağlı olduklarını göstermişlerdir. Ancak, Türk devletlerinin bu yöntemden vazgeçerek hükümdarlar tarafından despotça yönetilmeleri onların çökmelerine sebep olmuştur.

Atatürkçülük, çağdaş uygarlık seviyesine erişmek için sadece siyasal düzeyde ve üst yapıda kalmayarak, sosyal ve ekonomik alt yapıya yönelme ve bu yapıda halkı, halk için, halkın gücü ile kalkındırmayı amaçlar. Halkçılık iç barışı öngörür sınıf mücadelelerini reddeder. Millî gelirin dağılımını çeşitli usullerle dengeler.

4- Devletçilik : Atatürk Devletçiliği, kişisel çalışma ve faaliyeti esas alır bununla birlikte mümkün olduğu kadar az zaman içinde dinamik ideale kavuşmak için milletin genel çıkarlarının gereğine göre, bütün işlerde özellikle ekonomik alanda devletin fiilen ilgilenmesini benimser. Devletin ilgilenmesi, yapma, yaptırma, yönlendirme, teşvik, yardım etme, yapılanları düzenleme ve kontrol anlamına gelir. Devlet kendini daha güçlü kılmak için vatandaşların eğitimi, güvenliği ve sağlığı ile ilgili işleri yapar veya yaptırır. Aynı zamanda memleket içinde güvenliği ve adaleti sağlamak, vatandaşların hürriyetini güven altında bulundurmak, dış siyaset ve diğer milletlerle olan ilişkileri iyi idare etmek, savunma kuvvetlerini daima hazır tutmak ve milletin bağımsızlığını sağlamak, devletin öncelikli görevleridir.
Devletçilik ilkesi, bireysel ekonomik teşebbüs veya faaliyete imkân verir, devletin rehberliğini öngörür.

Devlet ekonomik işlerde özel teşebbüsü teşvik eder, bu faaliyetleri düzenleme ve kontrol etme görevini üstlenir.

Toplum yararına hizmet eden kuruluşların artırılmasına önem verir.

5- Lâiklik : Lâiklik, terim olarak, din ile dünya, özellikle din ile devlet işlerinin ayrılması anlamını taşır. Fakat, Atatürk lâikliğinin daha geniş ve kendine özgü bir anlamı vardır. Türkiye Cumhuriyetinde lâiklik ilkesi, kişilerin vicdan ve ibadet hürriyetlerini sağlamak ve korumak, dinî faaliyetlerin iman ve ibadete inhisar ettirilmesini, dünyevi kurumları ve faaliyetleri bilimsel ve en ileri teknolojiyi yol gösterici olarak yürütmeyi sağlamak, dinin hakkını dine, devletin hakkını devlete vermek amaçları ile uygulanan, dini devletten ayıran bir ilkedir. Lâiklik ilkesi devletin diğer ilke ve esaslarını bütünleyerek güçlendirir. Dinin, dinî olmayan hususlardan ayrılmasını tespit edecek esasların uygulanmasını gerçekleştirerek, dinin özüne dönmesini bu suretle kişilerin bütün sadeliği ile dindar olmalarını sağlar.

Atatürk, devlet idaresinde, bütün kanunların nizamların ve usullerin din kurallarına değil bilimsel esaslara ve en ileri teknolojiye, yurt ile dünya ihtiyaçlarına göre düzenlenmesini ve uygulanmasını öngörür. Böylelikle bilimsel eserler ve modern teknoloji yaygın ve etkili bir şekilde uygulanarak bütün kurumların çağın gereklerine uygun bir biçimde değişip gelişmesini sağlar.

Atatürk’ün şu sözleri lâikliğin dayandığı temelleri açıklamaktadır. “Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletlerin tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir.”

Bu açıklamalardan ortaya çıkan gerçek şudur; Atatürkçülükte ifade edilen lâikliği dinsizlik manasına almak çok yanlıştır. Atatürkçülükte lâiklik, dinin hakkını dine, devletin hakkını devlete verir ve böylece din ile devleti kesin olarak birbirinden ayırır. Şu esaslı noktayı da belirtmek gerekir ki, çağımızda bilim ve teknolojide büyük ilerlemeler olmakla birlikte, dinin karşıladığı ihtiyaç, ortadan kalkmamaktadır. Vicdan ve din hürriyeti Atatürkçülüğün temelindeki hürriyetlerdir. Her kişi istediği dinin gereklerini yapmakta özgürdür.

Laiklik sayesinde vicdanlar özgür olmuştur. Atatürk “...........İbadetler güvenlik ve genel adaba aykırı olamaz; siyasî gösteri şeklinde de yapılamaz.” demek suretiyle dinî baskının yapılamayacağını da ifade etmiştir.

6- İnkılapçılık : Atatürkçülüğün inkılapçılık anlayışı, zamanına göre geri kalmış kurumların ortadan kaldırılması ve yerine ilerlemeyi, gelişmeyi kolaylaştıracak, geliştirecek kurumların konması esasını getirir. Bu inkılâpçılık anlayışı iyiye, doğruya, faydalıya yöneliktir.

Türkiye’yi dinamik idealine ulaştırmak için en güçlü araç olarak “yüksek ve inkılâpçı bir kültür seviyesine varmayı” amaçlayan Atatürkçü inkılâpçılık anlayışı, akıl, bilim ve ileri teknolojinin yol göstericiliğinde sürekli gelişmektir. Bu nedenle Atatürk “büyük davamız, en medeni ve refah seviyesi yüksek bir millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde de köklü bir inkılâp yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa bir zamanda başarmak için, fikir ve hareketi beraber yürütmek zorundayız. Bu teşebbüste başarı, ancak, türeli bir planla ve en akılcı bir şekilde çalışmakla olur.” demek suretiyle fikirlerin uygun hareketlerle ve tedbirlerle zaman kaybetmeden hemen uygulanmasını belirtmiştir.

EĞİTİMDE UYGULANACAK ESASLAR

Eğitim, bireye kendi yaşantısı yoluyla amaçlı olarak davranışlar kazandırma ve davranışlarında belirli değişiklikler oluşturma işidir. Eğitim bir kültürleme ve yeni bilgiler edinme işidir.

Türk Millî Eğitimi; Türk milletinin daha güçlü, daha refahlı olmasında ve kişilerin mutluluğunda Atatürkçülüğün bir bütün olarak anlaşılıp uygulanmasında, Türk Devletinin millî davalarının, ideolojisinin anlaşılıp anlatılmasında, kuşaktan kuşağa iletilmesinde, temel faaliyetleri kapsayan bir sistemdir. Bu bakımdan eğitimin siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik fonksiyonları vardır. Bütün faaliyetlerde ve temel kurumlarda olduğu gibi, millî kültür düzeyinin çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarılmasında, başlıca amaç, Millî Eğitim Sisteminin her yönüyle millî niteliklere sahip olmasıdır.. Millî eğitim sistemimiz “Türk milletine gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, buluşlarından, ilerlemesinden istifade” ile bunları benimseyip kullanmalı, ancak, kendine özgü bir eğitim sistemi oluşturmalıdır.

Atatürk’e göre eğitim bir ülkenin insanlarının kafalarını, gönüllerini ve bedenlerini biçimlendiren Devletin temel direğidir. Bu araç insanların kişiliklerini oluşturmakta ve kendinden bekleneni veremezse ulusun ve devletin geleceği tehlikede demektir. Zincire vurulmak ve esir olmak ihtimali vardır. Atatürk devletin istiklâlini, milletin uygarlık düzeyini ve memleketin refahını millî eğitime bağlı gördüğünden kurtuluş savaşının başından itibaren eğitim meselesine el koymuş ve Sakarya Muharebesinin öncesinde Ankara’da toplanan maarif kongresinde öğretmenlere “...... Ben bir millî eğitim programından bahsederken eski devrin boş inançlarından ve yaradılışımıza uygun olmayan yabancı fikirlerden ister doğudan ve ister batıdan gelen bütün etkilerden tamamen uzak millî karakterimizle ve tarihimizle mütenasip bir kültür kastediyorum.” diyerek millî eğitim ilkelerini ortaya koymuştur.

1922 yılında TBMM’de söylediği Nutuk’ta “eğitim işlerinde muvaffak olabilmek için öyle bir program takip etmeye mecburuz ki o program milletimizin bu günkü haliyle sosyal ve hayatî ihtiyacı ile çevrenin şartları ile ve asrın şartları ile tamamen uygun ve uyumlu olmalıdır.”

“Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.” kültür ordusu, kültürü Türk Milletine yaymalıdır.

Bu bakımdan Atatürkçülüğün Türk Milletini başarıya götürecek güçte ve nitelikte olmasını öngördüğü eğitim sistemi millî olmalıdır. Çünkü “Türkiye’nin eğitim ve öğretim politikalarının her derecesini, tam bir netlik ve hiçbir tereddüde yer vermeyen açıklık ile ifade etmek ve uygulamak lazımdır. Bu politika tam anlamıyla millî bir nitelikte görülebilir.”

Eğitim sisteminin millî nitelikte olması; Türk Devletinin dayandığı tam bağımsızlık ve millî egemenlik esaslarına, Türk millî benliğine ve Türk devletinin devlet hayatı, fikir hayatı ve ekonomik hayattaki bütün kurumları ile uyacağı ve uygulayacağı Cumhuriyetçilik, millîyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılâpçılık ilkelerini benimseyip uygulanması anlamına gelir.

Eğitimin millîyetçi niteliği, millî ahlakın, her yerde özellikle ailede, okullarda, kışlada, fabrikada bıkmadan devamlı olarak yaşatılmasını öngörmektedir. Çünkü “Bir milleti ya hür bağımsız, şanlı, yüce bir sosyal topluluk halinde yaşatan veya bir milleti esaret ve sefalete terk eden terbiyedir.” Bundan dolayı, yeni nesillere verilecek terbiyenin millî olması gerekir. Kültürlü insan yetiştirmeyi amaç edinen Türkiye Cumhuriyetinde eğitim sisteminin dili ile usulleri ile/ve vasıtaları ile millî olan millî terbiyeye de dayanması zorunludur.
Devletçilik ilkesi, bireysel ekonomik teşebbüs veya faaliyete imkân verir, devletin rehberliğini öngörür.

Devlet ekonomik işlerde özel teşebbüsü teşvik eder, bu faaliyetleri düzenleme ve kontrol etme görevini üstlenir.

Toplum yararına hizmet eden kuruluşların artırılmasına önem verir.

5- Lâiklik : Lâiklik, terim olarak, din ile dünya, özellikle din ile devlet işlerinin ayrılması anlamını taşır. Fakat, Atatürk lâikliğinin daha geniş ve kendine özgü bir anlamı vardır. Türkiye Cumhuriyetinde lâiklik ilkesi, kişilerin vicdan ve ibadet hürriyetlerini sağlamak ve korumak, dinî faaliyetlerin iman ve ibadete inhisar ettirilmesini, dünyevi kurumları ve faaliyetleri bilimsel ve en ileri teknolojiyi yol gösterici olarak yürütmeyi sağlamak, dinin hakkını dine, devletin hakkını devlete vermek amaçları ile uygulanan, dini devletten ayıran bir ilkedir. Lâiklik ilkesi devletin diğer ilke ve esaslarını bütünleyerek güçlendirir. Dinin, dinî olmayan hususlardan ayrılmasını tespit edecek esasların uygulanmasını gerçekleştirerek, dinin özüne dönmesini bu suretle kişilerin bütün sadeliği ile dindar olmalarını sağlar.

Atatürk, devlet idaresinde, bütün kanunların nizamların ve usullerin din kurallarına değil bilimsel esaslara ve en ileri teknolojiye, yurt ile dünya ihtiyaçlarına göre düzenlenmesini ve uygulanmasını öngörür. Böylelikle bilimsel eserler ve modern teknoloji yaygın ve etkili bir şekilde uygulanarak bütün kurumların çağın gereklerine uygun bir biçimde değişip gelişmesini sağlar.

Atatürk’ün şu sözleri lâikliğin dayandığı temelleri açıklamaktadır. “Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletlerin tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir.”

Bu açıklamalardan ortaya çıkan gerçek şudur; Atatürkçülükte ifade edilen lâikliği dinsizlik manasına almak çok yanlıştır. Atatürkçülükte lâiklik, dinin hakkını dine, devletin hakkını devlete verir ve böylece din ile devleti kesin olarak birbirinden ayırır. Şu esaslı noktayı da belirtmek gerekir ki, çağımızda bilim ve teknolojide büyük ilerlemeler olmakla birlikte, dinin karşıladığı ihtiyaç, ortadan kalkmamaktadır. Vicdan ve din hürriyeti Atatürkçülüğün temelindeki hürriyetlerdir. Her kişi istediği dinin gereklerini yapmakta özgürdür.

Laiklik sayesinde vicdanlar özgür olmuştur. Atatürk “...........İbadetler güvenlik ve genel adaba aykırı olamaz; siyasî gösteri şeklinde de yapılamaz.” demek suretiyle dinî baskının yapılamayacağını da ifade etmiştir.

6- İnkılapçılık : Atatürkçülüğün inkılapçılık anlayışı, zamanına göre geri kalmış kurumların ortadan kaldırılması ve yerine ilerlemeyi, gelişmeyi kolaylaştıracak, geliştirecek kurumların konması esasını getirir. Bu inkılâpçılık anlayışı iyiye, doğruya, faydalıya yöneliktir.

Türkiye’yi dinamik idealine ulaştırmak için en güçlü araç olarak “yüksek ve inkılâpçı bir kültür seviyesine varmayı” amaçlayan Atatürkçü inkılâpçılık anlayışı, akıl, bilim ve ileri teknolojinin yol göstericiliğinde sürekli gelişmektir. Bu nedenle Atatürk “büyük davamız, en medeni ve refah seviyesi yüksek bir millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde de köklü bir inkılâp yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa bir zamanda başarmak için, fikir ve hareketi beraber yürütmek zorundayız. Bu teşebbüste başarı, ancak, türeli bir planla ve en akılcı bir şekilde çalışmakla olur.” demek suretiyle fikirlerin uygun hareketlerle ve tedbirlerle zaman kaybetmeden hemen uygulanmasını belirtmiştir.

EĞİTİMDE UYGULANACAK ESASLAR

Eğitim, bireye kendi yaşantısı yoluyla amaçlı olarak davranışlar kazandırma ve davranışlarında belirli değişiklikler oluşturma işidir. Eğitim bir kültürleme ve yeni bilgiler edinme işidir.

Türk Millî Eğitimi; Türk milletinin daha güçlü, daha refahlı olmasında ve kişilerin mutluluğunda Atatürkçülüğün bir bütün olarak anlaşılıp uygulanmasında, Türk Devletinin millî davalarının, ideolojisinin anlaşılıp anlatılmasında, kuşaktan kuşağa iletilmesinde, temel faaliyetleri kapsayan bir sistemdir. Bu bakımdan eğitimin siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik fonksiyonları vardır. Bütün faaliyetlerde ve temel kurumlarda olduğu gibi, millî kültür düzeyinin çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarılmasında, başlıca amaç, Millî Eğitim Sisteminin her yönüyle millî niteliklere sahip olmasıdır.. Millî eğitim sistemimiz “Türk milletine gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, buluşlarından, ilerlemesinden istifade” ile bunları benimseyip kullanmalı, ancak, kendine özgü bir eğitim sistemi oluşturmalıdır.

Atatürk’e göre eğitim bir ülkenin insanlarının kafalarını, gönüllerini ve bedenlerini biçimlendiren Devletin temel direğidir. Bu araç insanların kişiliklerini oluşturmakta ve kendinden bekleneni veremezse ulusun ve devletin geleceği tehlikede demektir. Zincire vurulmak ve esir olmak ihtimali vardır. Atatürk devletin istiklâlini, milletin uygarlık düzeyini ve memleketin refahını millî eğitime bağlı gördüğünden kurtuluş savaşının başından itibaren eğitim meselesine el koymuş ve Sakarya Muharebesinin öncesinde Ankara’da toplanan maarif kongresinde öğretmenlere “...... Ben bir millî eğitim programından bahsederken eski devrin boş inançlarından ve yaradılışımıza uygun olmayan yabancı fikirlerden ister doğudan ve ister batıdan gelen bütün etkilerden tamamen uzak millî karakterimizle ve tarihimizle mütenasip bir kültür kastediyorum.” diyerek millî eğitim ilkelerini ortaya koymuştur.

1922 yılında TBMM’de söylediği Nutuk’ta “eğitim işlerinde muvaffak olabilmek için öyle bir program takip etmeye mecburuz ki o program milletimizin bu günkü haliyle sosyal ve hayatî ihtiyacı ile çevrenin şartları ile ve asrın şartları ile tamamen uygun ve uyumlu olmalıdır.”

“Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.” kültür ordusu, kültürü Türk Milletine yaymalıdır.

Bu bakımdan Atatürkçülüğün Türk Milletini başarıya götürecek güçte ve nitelikte olmasını öngördüğü eğitim sistemi millî olmalıdır. Çünkü “Türkiye’nin eğitim ve öğretim politikalarının her derecesini, tam bir netlik ve hiçbir tereddüde yer vermeyen açıklık ile ifade etmek ve uygulamak lazımdır. Bu politika tam anlamıyla millî bir nitelikte görülebilir.”

Eğitim sisteminin millî nitelikte olması; Türk Devletinin dayandığı tam bağımsızlık ve millî egemenlik esaslarına, Türk millî benliğine ve Türk devletinin devlet hayatı, fikir hayatı ve ekonomik hayattaki bütün kurumları ile uyacağı ve uygulayacağı Cumhuriyetçilik, millîyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılâpçılık ilkelerini benimseyip uygulanması anlamına gelir.

Eğitimin millîyetçi niteliği, millî ahlakın, her yerde özellikle ailede, okullarda, kışlada, fabrikada bıkmadan devamlı olarak yaşatılmasını öngörmektedir. Çünkü “Bir milleti ya hür bağımsız, şanlı, yüce bir sosyal topluluk halinde yaşatan veya bir milleti esaret ve sefalete terk eden terbiyedir.” Bundan dolayı, yeni nesillere verilecek terbiyenin millî olması gerekir. Kültürlü insan yetiştirmeyi amaç edinen Türkiye Cumhuriyetinde eğitim sisteminin dili ile usulleri ile/ve vasıtaları ile millî olan millî terbiyeye de dayanması zorunludur.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...