03 Mart 2013

YILDIZ GİBİ



 
YILDIZ GİBİ

 Gidersen kırılır kanatları bütün kuşların 
Gidersen her bahar açmaz aynı gül 
Aşkın ötüşüne şakıyan bülbül bir daha ötmez 
Yanar içimdeki bütün dehlizler 
Sevdiğin o mavi bir daha gelmez 
Gri'ye boyanır bütün denizler 
Bütün denizler
 
  
Sonum olur, bu kapıdan çıkıp gitsen sonum olur 
Son bir defa öyle mahsun bakıp gitsen sonum olur 
Sırtındaki veballeri, ödemeden bedelleri 
Kurduğumuz hayalleri yıkıp gitsen sonum olur
  
Ölürüm yıldız gibi akıpta gidersen 
Ölürüm gemileri yakıpta gidersen 
Aşkını şakağıma sıkıpta gidersen 
Sonum olur ölürüm
  
Uzatma ellerini tutamam bir daha diyorsun 
Gözlerine bakamam, 
Alamam yüreğini denizlerime, sığdıramam diyorsun 
Aşk gemileri doldu hayal kurma boşuna 
Gitmeliyim diyorsun
  
Şimdi ben seni hangi limanda beklesem 
Hangi saat kulesi çalar sensizliğin son gongunu 
Çaresizlik ne garip şey 
Bir nokta da öylece kala kalıyor gözlerim 
Bu kaybetmenin vurgunu 
İnan, inan her çılgınlığı yapabilirim bu gece
  
Benim kadar sevmedi hiç kimse, 
Hak etmedi seni benim kadar 
Kimse bu kadar çok kaybetmedi 
İsyanım sensizliğe, toprağa verme beni 
Gidersen susar içimdeki bütün şiirler 
Kan kırmızı bir renge boyanır dudakları 
Kirlenir genç kız yüzlü şehirler 
İstanbul'da ağlar şimdi Ankara'da 
Ne tuaf ayrılık kokusu var havada
  
Meleklerin kanatlarına takıp kalbimi 
Kayan yıldızlarımıza aldırmadan 
Bütün gecelerde seni beklerim 
Yıldızlar söndürünce ışıklarını 
Sakın el sallama pencereden 
Merhaba mı, hoş çakal mı bilmek istemiyorum
  
Ölürüm yıldız gibi akıpta gidersen 
Ölürüm gemileri yakıpta gidersen 
Yanlızlık hücresine tıkıpta gidersen 
sonum olur ölürüm
 
Şebnem KISAPARMAK




  

SÜHEYB-İ RÛMÎ (r.a.):








SÜHEYB-İ RÛMÎ (r.a.):
“Bir kimse Allah’a ve âhıret gününe inanıyorsa, bir ananın evladını sevmesi gibi Süheyb’i
sevsin” hadîs-i şerîfiyle medh olunan, büyük Sahâbî. İsmi, Süheyb-i Rûmî; künyesi, Ebû Yahyâ; Nesebi, Süheyb bin Sinan bin Mâlik bin Abd-i Amr bin Akîl bin Âmir bin Cendele bin Cüzeyme bin Ka’b bin
Saad bin Eslem bin Evs Menûd bin en-Nemrî bin Kaasit bin Henep bin Kusay bin Cedile bin Esed bin
Rebîa bin Nezâr Er-Rebî en-Nemrî’dir. Annesinin ismi, Selma binti Kuayd. Babasının veya dedesinin
vazifesi dolayısıyla bulunduğu Basra’da Übülle denilen yerde doğdu. Übülle, fevkalâde güzel, bağlıkbahçelik bir yerdi. Bizanslılar buraya bir baskın yapıp, her tarafı yağma yaptılar. Bu sırada, çocuk yaşta
bulunan Hz. Süheyb bin Sinan’da, Bizanslıların ellerine esir düşenler arasında idi. Ailesi kendisini çok
aradıysa da bulamadı. Uzun müddet Bizanslıların elinde kaldıktan sonra, Benî Kelb’in eline geçti. Köle
olarak satıldığından Mekke’de Abdullah bin Ceda’nın eline düştü. Bu zât daha sonra kendisini âzâd etti. - 375 -
Bu hâdiseler olurken, İslâmiyet henüz açıklanmamıştı. Kendisine “Rûmî” denilmesinin sebebi, uzun
müddet Bizanslıların elinde kalmasından dolayıdır. Bu sebeble, Rumca’yı Arabca’dan daha iyi bilirdi.
Kâ’be-i Muazzama’nın güneyinde, yüksekçe bir yerde, Hz. Erkam’ın evi bulunuyordu. Kâ’be’ye
güney tarafından gelmek isteyen bu evin önünden geçmek durumunda idi. Ev yüksekte olduğundan
Kâ’be rahat olarak görünürdü. Ayrıca Hz. Erkam, Mekke’nin ileri gelenlerinden, itibarı çok olan bir zât idi
ki, herkes kendisine hürmet ve ikrâm ederdi. Bu gibi sebeplerden dolayı, Peygamber efendimiz ve diğer
müslümanlar burada toplanırlar, emniyetli bir yer olduğu için ibadetlerini rahat yaparlardı. Yeni Müslü-
man olmak isteyenler de bu eve gelir, müslüman olmakla şereflenirdi. Bunun için, bu eve Dar’ül-İslâm ve
Dârûl-Erkâm gibi isimler verilmişti. Birgün Hz. Ammâr bin Yaser, Hz. Erkam’ın evinin önünde Hz.
Süheyb bin Sinan’a rastladı. O’na “Burada ne yapıyorsun” diye sorunca Hz. Süheyb de “Sen ne yapı-
yorsun” diye karşılık verdi. Hz. Ammâr, “Ben içeri gireceğim ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sözlerini dinleyip bildirdiği dine gireceğim. Müslüman olacağım” dedi. Hz. Süheyb, “Ben de aynı niyyetle buraya geldim.” deyince beraberce içeri girdiler. O sırada Peygamber efendimiz de orada bulunuyordu. Müslüman
oldular, akşama kadar orada kaldılar. Akşamdan sonra evlerine gittiler. Peygamber efendimiz,
İslâmiyyeti tebliğden önce de Hz. Süheyb bin Sinan ile konuşurlar ve birbirlerini severlerdi. Hz. Süheyb,
müslüman olduğunu açıkladıktan sonra Mekke’li müşriklerin, şiddetli hücum ve işkencelerine mâruz kaldı. Müşrikler daha çok, kimsesi olmayan zavallılara işkence ederlerdi. Hz. Süheyb de Mekke’de akrabası, dayanağı olmayan bir zât olduğu için müşrikler kendisine çok zulm ederler, konuşamıyacak hâle getirinceye kadar döverlerdi. Bir gün, Hz. Habbâb ve Hz. Ammâr birlikte giderlerken, Kureyş müşriklerinden
bazıları ile karşılaştılar. Müşrikler bunları görünce “İşte Muhammed’e tâbi olan kimseler” diye alay ettiler
ve bazı uygunsuz sözler söylediler. Hz. Süheyb onlara cevaben buyurdu ki: “Evet! Allahü teâlâ’nın peygamberine tâbi olan onunla beraber bulunmaktan zevk alan kimseler biziz. Hz. Muhammed’e (s.a.v.) biz
inandık, siz inanmadınız. Biz O’nun söylediklerinin, bildirdiklerinin hepsinin doğru olduğunu kabul ettik.
Siz yalanladınız. Bütün üstünlük ve fazîletler İslâmiyyette, bütün zillet ve felâketler de müşrikliktedir.
Müslümanlıkda aşağılık, müşriklikte üstünlük yoktur.” Hz. Süheyb böyle söyleyince inanmıyanlar üzerine
saldırdılar. Hz. Süheyb bin Sinan’ı dövdüler. Hz. Süheyb, Mekke’de kendi gayretleriyle büyük bir servet
elde edip hayli zengin oldu. Medine-i Münevvere’ye hicret edeceği müşrikler tarafından haber alınınca
yolu kesildi. “Sen Mekke’ye fakîr olarak geldin. Çok mal ve servete kavuştun. Şimdi hem kendin gideceksin, hem bunca malı götüreceksin buna izin vermeyiz” dediler. Hz. Süheyb, onlara buyurdu ki: “Ey
müşrikler. Beni iyi tanırsınız ki, çok iyi ok atarım. Eğer üzerime gelirseniz. Ok çantamdaki okların hepsini
size atarım ve sonra kılıcımı çekerim. Bunlardan biri elimde bulundukça bana birşey yapamazsınız kendiniz bilirsiniz” Fakat Hz. Süheyb’in, Peygamber efendimize olan muhabbeti, bağlılığı ve O’na kavuşmak
arzusu ve Medine-i Münevvere’ye gidip ibadetlerini rahatça eda edebilmek isteği o kadar çoktu ki, yanında bulunan bütün mallarının ve alacaklarının, Peygamber efendimizin sevgisi yanında hiç kıymeti
yoktu. Bu sebeble hiç vakit kaybetmemek, bunlarla oyalanmamak için onlara: “Yanımdaki ve Mekke’de
bulunan mallarımı size verirsem önümden çekilir misiniz, yolumu açar mısınız?” diye, sordu. Hak ve
hakikatlerden nasîbi olmayan müşriklerin de arzusu buydu. Hemen “Olur” dediler. Hz. Süheyb yanında
bulunan bütün varını verdi, Mekke’deki varlığının da yerini tarif edip müşriklerin elinden kurtuldu ve hiç
parasız olarak yoluna devam etti. Mekke ile Medine arasındaki yolda binbir zahmet, tahammülü mümkün olmayan güçlüklerle karşılaştılar. Fakat sevgili Peygamberimize kavuşmanın heyecanı ile bütün
sıkıntılardan zevk alarak yol aldılar. Peygamber efendimiz, beraberlerinde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer
olduğu halde Hz. Gülsüm binti Herm’in hanesine misafir olduklarında, Hz. Ömer “Yâ Resûlallah Süheyb’i
göremiyoruz. Acaba nerede kaldı” diye arz edince, Peygamber efendimiz durumu tahkik ettirdi. Yolda
karşılaştığı şiddetli açlık ve susuzluk ve diğer müşkülatdan dolayı, Kuba’ya zamanından çok sonra gelebildiği ve Hz. Sa’d bin Hayseme tarafından misafir edildiği anlaşıldı.
Hz. Süheyb Peygamber efendimizin (s.a.v.) huzûruna gelince: “Yâ Resûlallah, Mekke’den, Medine’ye hicret etmek için yola çıktığım zaman, müşrikler beni yakaladılar. Onlara bütün servetimi teklif ettim. Onlar da kabul ettiler. Bütün malımı vererek kendimi ve ailemi kurtararak huzurunuza geldim” deyince, Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Süheyb kazandı, Süheyb kazandı” buyurdular ve Hz. Süheyb hakkında nâzil olan, “İnsanlardan bir kısmı, Allahü teâlâ’nın rızasını isteyerek O’na ibadet yolunda canlarını
sarf ederler.” (Sûre-i Bekara 207) âyet-i kerîmesini okudular. Hz. Peygamberimiz, Hz. Süheyb ile Hz.
Hâris bin Samme arasında din kardeşliği ilân etti. Güzel huyları ve fazîletleri kendisinde toplamış olan,
hazır cevablılığı ve latifeleri ile tanınan kâmil bir zât idi. Bir defasında Peygamber efendimizin de bulunduğu bir mecliste, hazır bulunanlara taze hurma ikrâm edilmişti. Herkes taze hurmadan yemeye başladı.
Peygamber efendimiz Hz. Süheyb’e lâtife ile, “Gözlerinde rahatsızlık var yine de hurma yiyorsun” buyurdu. Hz. Süheyb de cevaben “Yâ Resûlallah! Gözümün birisinin yarısı sağlamdır. Onun hakkını yiyorum
deyince Peygamber efendimiz (s.a.v.) ve orada bulunanlar bu cevab hoşlarına gittiğinden tebessüm
ettiler. - 376 -
Hz. Süheyb-i Rûmî, nişan almakta ve ok atmakta çok mâhir idi. Başta, Bedir, Uhud ve Hendek olmak üzere bütün gazalarda bulundu. Çok büyük gayret ve kahramanlık gösterdi. Buyurdu ki: “Her zaman, Resûlulah’ın (s.a.v.) yanında bulundum. Bütün bîatlerde, bütün gazalarda ve seriyyelerde hep etraflarında idim. Hiç bir zaman Resûlullah ile benim aramda bir düşman bulunmamıştır. O’na bir zarar
gelmemesi için kendi vücudumu siper ettim. Bu durum, O ahirete irtihal edinceye kadar devam etti.”
Bir defasında, Hz. Ömer Hz. Süheyb’e sordu: “Ey Süheyb Sizde ayıblıyacağım bir şey yoktur. Sizi
ayıplamak için söylemiyorum. Ama sizde gördüğüm üç haslet var, bunları sormak istiyorum. 1) Arab
olduğunuzu söylüyorsunuz. Fakat konuşmanız, aslen Arab olanların konuşmalarına benzemiyor. 2) Oğ-
lunuzun ismi Hamza olduğu halde, bir Peygamberin ismi ile (Ebû Yahyâ) künyeleniyorsunuz. 3) Malınızı
çokça harcıyorsunuz.” Hz. Süheyb cevabında buyurdu ki: “Ben aslında Arab’ım, lâkin küçükken beni
Rumlar esir almışlar. Ben onların elinde yetiştiğim için onların dilini öğrendim. Ebû Yahyâ künyesini bana Resûlullah (s.a.v.) verdiler. Çok harcamama gelince çok harcıyorum ama, hep Allah yolunda sarf
ediyorum” Hz. Ömer bu cevabdan çok memnun oldu. Hz. Ömer, Hz. Süheyb’i çok severdi. Hz. Ömer,
Ebû Lü’lû kâfiri tarafından yaralanınca, yerine geçecek halife’yi seçmek için şûra ehlini tayin edip, yeni
halife seçilinceye kadar Hz. Süheyb’in kendisinin yerine vekil olması için ve cenâze namazını kıldırması
için vasiyyet etti. Hz. Süheyb, üç gün müddetle cemaate namazları kıldırdı. Bu mukaddes vazifeyi büyük
bir ihtimam ve hassasiyetle yerine getirdi. Hz. Ömer’in cenâze namazını da kıldırdı. Bu esnada gösterdiği dikkat ve itina ile herkesin takdir ve tasvibini kazandı.
Hz. Süheyb, herkese iyilik eder, çok yemek yedirirdi. Bir defasında Hz. Ömer kendisine “Yâ
Süheyb sen çok fazla yemek yediriyorsun. Bu israf olmuyor mu?” dedi. Süheyb (r.a.) buyurdu ki,
“Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyuruyorlardı ki “Sizin en iyiniz fakîrleri doyuran ve selâmı alıp cevap
verendir.” diye cevap verdi. İkrâm ve ihsanları çok idi. 70 yaşında, 38 (m. 658)’de Medine-i Münevvere’de vefât etti. Baki’ kabristanına defn olundu. Orta boylu, buğday tenli, kırmızı benizli, saçları sık ve
siyah yakışıklı bir zât idi. Çocukları Habîb, Hamza, Sa’d, Sâlih, Seyfi, Ubbâd, Osman ve Muhammed’dir.
Bu çocuklarının hepsi, torunu Ziyâd bin Vasfî, Eshâb-ı kirâmdan Hz. Câbir ve Tâbiînden bazı zâtlar, Hz.
Süheyb’den hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.
Hz. Süheyb-i Rûmî’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şöyledir:
Peygamberimiz (s.a.v.) “İman edip güzel amel işleyenlere Cennet ve bir de Allahü teâlâ’nın
cemâlini görmek var. Onların yüzlerine ne bir leke bulaşır ne de bir zillet... İşte bunlar Cennetliktirler, kendileri orada ebedî olarak kalıcıdırlar.” (Yunus sûresi 26.) âyetini okuduktan sonra buyurdular ki: “Cennet ehli Cennete girdikleri zaman, onlara şöyle nida edilecektir. “Ey Cennet ehli, size
Rabbinizin bir va’di, sözü vardır.” Cennet ehli de, “Bu nimet, bu va’d nedir? Halbuki Allahü teâlâ
bizim yüzümüzü ak ettirmedi mi? Mîzânda sevablarımızı ağır getirmedi mi? Bizi Cennete sokmadı
mı?” diyeceklerdir. Bu karşılıklı nida üç defa tekrarlanacak, sonra Allahü teâlâ onlara tecelli edecek ve Cennet ehli Rablerini mekânsız ve cihetsiz olarak göreceklerdir. Bu nimet onların kavuş-
tukları nimetlerin en büyüğüdür.”
“Muhacirler, müslümanların evveli, insanları hidâyete ulaştıran ve onlara, Rablerine kavuş-
turan yolu gösterenlerdir. Allahü teâlâ’ya yemin ederim ki, kıyâmet günü Muhacirler omuzlarında
silahları olduğu halde gelirler. Cennetin kapısını çalarlar. Cennetin bekçisi Hazene: “Siz kimsiniz”
der. Onlar da “Biz Muhacirleriz” derler. Hazene tekrar “Sizin hesabınız görüldü mü?” diye sorar.
Bunun üzerine Muhacirler dizleri üzerine çökerler ve ellerini kaldırarak yüksek sesle “Yâ Rabbî!
Senin yolunda vatanımızı, çocuklarımızı, mallarımızı, ailelerimizi terk ettikten sonra tekrar hesap
mı vereceğiz?” diye yüksek sesle ağlarlar. Bu esnada Allahü teâlâ, onlara mahsus olmak üzere,
üzerlerine zeberced ve yakuttan yapılmış kanatlar takar ve bu kanatları ile uçarak Cennete girerler.”
“Allahü teâlâ’nın mü’minler hakkındaki hükmüne hayret ettim. O’na genişlik takdir eder ve
kulu buna râzı olursa, kulun hakkında hayırlı olur. Şayet darlık ile hükmeder de yine kulu buna
râzı olursa bu da hakkında hayırlıdır.”
“Nikâh parasını vermemeği niyyet ederek ölen adam, zina etmiştir. Borç alırken vermemeği
niyyet eden ise hırsızdır.”
“Sizden önceki zamanlarda bir hükümdar ve bu hükümdarın bir sihirbazı vardı. Sihirbaz ihtiyarlayınca hükümdara şöyle dedi. Şüphesiz artık benim yaşım ilerledi ve ecelim yaklaştı. Bana
bir genç gönder de sihirbazlığı kendisine öğreteyim. Hükümdar sihirbazın dediğini yaptı ve bir
genci sihirbaza gönderdi. Sihirbaz da ona sihri öğretmeye başladı. Hükümdarın bulunduğu yer
ile sihirbazın bulunduğu yer arasında bir zâhid var idi ki, genç bu zahide uğradı ve zahidden
duyduğu sözleri beğendi. Genç zahidle oturup sözlerini dinleyince sihirbazın dersine geç kalıyor,
sihirbaz da “niçin geç kaldın” diye genci dövüyordu. Genç, sihirbazın dersinden dönerken zahide - 377 -
uğrayıp sözlerini dinlemeye başladı. Bu sefer ailesi, “niçin geç kaldın” diye genci dövdüler.
Genç, bu durumunu zahide anlatınca, zâhid olan zât, çocuğa şöyle dedi. “Sihirbaz, geç kaldığın
için seni dövecek olursa “Beni ailem geç bıraktı” de. Eğer ailen seni dövmek isterse “Beni sihirbaz geç bıraktı.” Genç bundan sonra zahidin dediği gibi yaptı ve zahidin sözlerini dinlemeye devam etti. Günlerden bir gün genç bakmış ki, ırmağın üzerinde büyük bir canavar durmuş, kimse
gelip geçemiyor. Genç dedi ki: “Zahidin işi mi Allahü teâlâ’ya daha sevimlidir yoksa sihirbazın işi
mi? Bugün bu anlaşılacak.” Eline bir taş aldı ve “Ey Allahım eğer zahid’den râzı isen ve zahidin
işi sana sihirbazın işinden daha sevimli ise, şu canavarı öldür de insanlar rahatça geçebilsinler”
diye yalvardı ve taşı canavara attı. Allahü teâlâda o taş ile canavarı öldürdü ve insanlar da nehri
kolayca geçip yollarına devam ettiler. Genç bu durumu zahide haber verince, zâhid: “Ey oğlum.
Sen benden daha fazîletlisin. Sen bazı imtihanlar geçireceksin. Bu imtihanlarla karşılaştığında
benden bahsetme” dedi. Bu genç şöhret buldu. Gözleri hastalıklı olanları tedavi ediyor, daha
başka hastalıkları bulunanlara Allahü teâlâ’nın izniyle faideli oluyordu. Hükümdarın yakınlarından
birinin gözleri âmâ oldu. Bu kimse, o gencin şöhretini işitmiş olduğundan genci getirtti. Çok hediyeler teklif etti ve şifa bulması için kendisine yardım etmesini istedi. Genç dedi ki; “Ben kimseye şifa veremem, şifayı veren Allahü teâlâ’dır. Sen Allahü teâlâ’ya îmân edersen, ben, sana şifâ
vermesi için O’na duâ ederim.” O kimse bu daveti kabul edip imân etti. Genç de onun için Allahü
teâlâ’ya duâ etti ve o kimse şifa buldu. Bu kişi hükümdarın meclisine varınca, hükümdar merakla
kendisine sordu: “Gözünü kim açtı” O kimse “Rabbim” diye cevap verdi. Hükümdar “Yani ben”
dedi. Hükümdarın yakını “Hayır! Senin de benim de Rabbim Allah’dır.” Hükümdar “Senin benden
başka Rabbin mi var?” dedi. O kimse dedi ki: “Evet, benim ve senin Rabbin Allah’tır.” Hükümdar
bu yakınına çok kızdı ve çeşitli işkenceler yaptı. Nihayet o kimse genci hükümdara bildirdi. Hü-
kümdar genci getirtti ve “Sen sihirbazlıkta çok ileri gitmişsin. A’mâların gözlerini açıyor, çeşitli
hastalıklara şifâ buluyormuşsun.” Genç “Hayır, şifâyı veren Rabbim’dir.” Hükümdar “Yani ben”
dedi. Genç “Hayır” dedi. Hükümdar, “Senin benden başka Rabbin mi var?” dedi. Genç “Evet benim ve senin Rabbin Allah’dır.” Hükümdar bu gence çok işkence etti. Genç tahammül edemez
hale gelince Zahid’in ismini verdi. Hükümdar Zahid’i buldurdu ve “Dininden dön” dedi. Zahid kabul etmeyince testereyle başını ikiye ayırttı. Ondan sonra yakını olan kimseyi çağırttı. Ona da
dininden dön dedi. Kabul etmeyince onun da başını ikiye ayırttı. Sonra genci çağırdı ve “Dininden dön!” dedi. Genç dininden dönmedi. Hükümdar, adamlarına dedi ki: “Bunu alınız. Dağın tepesine götürünüz. Dininden dönmesini söyleyiniz. Eğer kabul ederse geri getiriniz. Kabul
etmezse dağın tepesinden aşağı yuvarlayınız.” Genç, muhâfızlar tarafından dağın tepesine çıkartıldı. Orada genç “Ey Allahım. Bunların şerrinden muhafaza eyle, koru” diye duâ etti. Dağ sallandı. Muhâfızlar yuvarlandılar. Genç geri dönüp hükümdarın karşısına çıktı. Hükümdar hayretle
“Arkadaşların ne yaptı, neredeler?” diye sordu. Genç: “Allahü teâlâ beni onlardan korudu” dedi.
Bunun üzerine hükümdar genci bir sandığın içine koydu ve adamlarına emretti ki: “Bu sandığı
alıp gemiye binin. Denizin ortasında, gence dininden dönmesini teklif edin. Dininden dönerse
geri getirin dönmezse suya atın!” Muhâfızlar denizin ortasında yine aynı şekilde genci suya atacakları sırada, Genç, “Yâ Rabbi! Onlara karşı beni koru” diye duâ etti. Genci boğmakla vazifeli
olanlar boğuldular. Genç yalnız başına dönüp hükümdarın karşısına çıktı ve dedi ki: “Allahü teâlâ
beni onlardan korudu. Sen beni ancak bir yolla öldürebilirsin. İstersen sana o çareyi bildireyim.
Aksi halde beni öldürmeye gücün yetmez.” Hükümdar, “O çare nedir?” dedi. Genç dedi ki: “Bir
meydanda insanları topla! Onların önünde beni bir ağaca bağla benim ok torbamdan bir ok al.
Sonra “Bu gencin Rabbi olan Allah’ın ismiyle” diye oku bana at. Eğer böyle yaparsan beni öldü-
rebilirsin. Hükümdar gencin anlattığı gibi yaptı. Hükümdarın attığı ok, gencin yanağına saplandı.
Genç okun isabet ettiği yere elini koydu ve öldü. İnsanlar hep birden “Biz de bu gencin Rabbine
imân ettik” dediler. Hükümdarın adamlarından biri hükümdara: “Gördün mü? Korktuğun başına
geldi” dedi. Hükümdar çok sinirlendi. Bütün yolları kapatın, hendekler kazdırın. Ateşler yakın. Bu
gencin dinine girenler. Eğer dönerlerse bırakın, dönmiyenleri ateşe atın. Hükümdarın emri yapıldı. Fakat kimse imânından dönmedi. Ateşe atılırken tereddüt bile etmediler. Nihayet kucağında
süt emen küçük çocuğuyla bir kadıncağız geldi. Ateşe girip girmemek hususunda bir an tereddüt
edince, kucağındaki sabi çocuk: “Ey anneciğim korkma! Çünkü sen hak üzeresin” dedi.”
 1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1067
 2) Hilyet-ül-evliyâ cild-1, sh-152
 3) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-6, sh-16
 4) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh-226
 5) Ensâb-ul-eşrâf cild-1, sh-180
 6) İnsan-ül-uyûn cild-1, sh-282
 7) İbn-i Hişam cild-1, sh-282
 8) El-Îsâbe cild-2, sh-195
 9) El-İstiâb cild-2, sh-174 - 378 -
SÜMÂME BİN ÜSÂL (r.a.):
Eshâb-ı kirâm’ın ileri gelenlerinden. Künyesi, Ebû Ümâme’dir. Mekke ile Medine arasında,
Yemâme mıntıkasında ikâmet eden Benî Hanîfe kabilesinin reislerinden idi. Yemâme’de itibarı olan,
sayılan birisiydi. Bir ara, Peygamber efendimizin (s.a.v.) huzurlarına gelip, öldürme teşebbüsünde bulundu. Onun bu teşebbüsüne Resûlullah’ın (s.a.v.) amcası mâni oldu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (s.a.v.) Sümâme bin Üsâl’ın kanının akıtılmasını mubah kıldı. Hatta onun ele geçirilmesi için
Allahü teâlâ’ya yalvardı.
Hicretin altıncı yılı başlarında, Sümâme bin Üsâl Umre için yola çıkıp, Medine yakınlarına gelmişti.
Resûlullah’ın (s.a.v.) süvarileri onu burada yakalayıp, Peygamberimiz’e (s.a.v.) getirdiler. Yakalayanlar
onu tanımıyorlardı. Peygamber efendimiz (s.a.v.) onlara, onun Sümâme bin Üsâl olduğunu bildirdi.
Sümâme, Mescidin direklerinden birine bağlandı. Resûlullah (s.a.v.) kendi evine teşrif edip, evde olan
yiyeceklerden Sümâme’ye gönderilmesini tenbih ettiler. Sümâme’yi bağlı olduğu yerden bir tarafa ayırmadılar.
Peygamber efendimiz (s.a.v.) mescide çıktıklarında: “Yâ Sümâme yanında ne var, gönlünden
ne geçiriyorsun, benden ne bekliyorsun?” buyurdu. Sümâme: “İçimde hayır ümidi var. Çünkü sen af
edicisin. Eğer sen beni öldürecek olursan, bir caniyi öldürmüş olursun. Öldürmez de afv edip, beni ba-
ğışlarsan, iyilik bilen, nimete şükreden birisine ihsan etmiş olursun. Eğer benden kurtuluş fidyesi olarak
mal istiyorsan, işte malım. İstediğin kadar al.” Bu konuşmadan sonra Sümâme kendi haline bırakıldı.
Ertesi gün Resûlullah (s.a.v.) Sümâme’ye tekrar “Gönlünde ne var, ne düşünüyorsun?” buyurdu.
Sümâme “Dün arz ettiğim gibi beni afv ederseniz, nimete şükür eden bir kimseye ihsanda bulunmuş
olursunuz. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Sümâme’yi o gün de bağlı olarak bıraktı. Nihayet üçüncü gün
olup, Resûlullah (s.a.v.) “Ey Sûmâme! yanında ne var, gönlünden ne geçiliyorsun?” buyurunca,
Sûmâme bin Üsâl da, önceki arz ettiği gibi cevap verdi. Bunun üzerine, Resûlullah (s.a.v.) “Artık
Sümâme’yi salıveriniz” buyurdu. Sûmâme bırakılıp, serbest kalınca, hemen mescidin yakınında bulunan bir suya gitti. Gusledip, sonra mescide girdi. Resûlullah’ın (s.a.v.) huzurunda “Eşhedü en lâ ilâhe
illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” (Ben şehâdet ederim ki, Allah’dan başka ilâh yoktur. Muhammed, Allah’ın resûlüdür) dedi. Peşinden şunları söyledi: “Vallahi, akşamleyin, yanına geldi-
ğim zaman, bana senin yüzünden daha çok kızdığım bir yüz yoktu. Fakat sabah olunca, senin yüzün
bana, yüzlerin en sevimlisi oldu. Vallahi, yine akşamleyin, senin memleketinden nefret ettiğim kadar,
hiçbir yerden nefret etmemiştim. Fakat sabah olunca, senin şehrin bana, en sevimli şehir oldu. Vallahi
akşamleyin, senin dinin, bana en sevimsiz din idi. Sabahleyin en sevimli bir din olmuştur. Akşam olunca,
Sümâme’ye (r.a.) yiyecek getirdiler. Az bir şey yiyebildi. Getirilen deve sütünden biraz içti. Karnını şişirecek şekilde fazla birşey yemedi. Orada bulunan Eshâb-ı kirâm (r.anhüm) onun bu hâline taaccüp ettiler
(şaşırdılar). Peygamber efendimiz (s.a.v.), hayret edilmemesini, onun şimdi, müslüman olduğunu,
müslümanın yiyeceği ölçüde yediğini beyan buyurdular.
Hz. Sûmâme bundan sonra Peygamber efendimize “Yâ Resûlallah! Ben Umre yapmak için giderken süvarilerin beni yakalamıştı. Şimdi ne buyuruyorsunuz?” dedi. Resûlullah (s.a.v.) onu dünyâ ve
âhıret seâdetiyle müjdeleyip, umresini yapmasını emretti.
Hz. Sûmâme, Mekke’ye, telbiye ederek (Lebbeyk! Allahümme lebbeyk! Lebbeyk! Lâ şerike leke!
Lebbeyk! İnnelhamde venni’mete leke vel’mülk, la şerike leke!: Yâ Rabbi! Senin emrine hazırım. Senin
için ortak yoktur. Dâvetine gönülden icâbet ettim. Hamd, nimet ve mülk sana mahsustur. Yâ Rabbi” diyerek girmişti. Bunun üzerine müşrikler onu yakaladılar, neredeyse boynunu vuracaklardı. Fakat o sırada
birisi, Sümâme’nin (r.a.) Yemâme’li olduğunu, yiyecek hususunda Yemâme halkına muhtaç olduklarını
söyliyerek, müşriklere mâni oldu. Sonra müşriklerden birisi ona “Demek, dinden çıktın ha!” dedi. Hz.
Sûmâme “Ben dinden çıkmadım, Muhammedin (s.a.v.) getirdiği hak din olan İslâmiyeti kabul ettim. Muhammed’i (s.a.v.) ve onun getirdiklerini tasdîk ettim. Vallahi Allah’ın Resûlü Muhammed’den (s.a.v.) izinsiz buğday alamıyacaksınız. Siz Muhammed’e tâbi olmadıkça, Yemâme’den faydalanamıyacaksınız”
dedi.
Sûmâme (r.a.) Umre’sini yaptıktan sonra Yemâme’ye gitti. Yemâme halkının, Mekke’ye erzak
göndermelerine mâni oldu. Bu yüzden müşrikler çok sıkıntıya düştüler. Müşrikler bu sebeple
Resûlullah’a (s.a.v.) mektûb yazıp, çektikleri sıkıntıları ve erzak gönderilmesine müsâade edilmesini
bildirdiler. Hatta, Ebû Süfyân Medine’ye kadar gelerek, Peygamber efendimiz’e (s.a.v.) sen “Âlemlere
rahmet olarak gönderildiğini söylüyorsun” diyerek bu hususta müracaatta bulunup, hallerini uzun uzun
anlattı. Resûlullah (s.a.v.), müşriklerin bu talebleri üzerine Yemâme halkının, Mekkelilere, yiyecek göndermelerine mâni olmaması için Sümâme’ye (r.a.) yazı gönderdi.
Bu yazıda “Kavmimle, yiyecekleri arasından çekil, Yemâme’den Mekke’ye erzak gönderilmesine mâni olma.” buyuruluyordu. Hz. Sûmâme bu emre uyarak, engel olmaktan vazgeçti. - 379 -
Sûmâme bin Üsâl (r.a.) ve onunla beraber olanların dışında bütün Yemâme halkı İslâm’dan çıkıp,
mürted olmuşlardı. O sırada Sûmâme bin Üsâl (r.a.) Yemâme’de bulunuyordu. Halkı, Peygamberlik dâ-
vasına kalkışan Müseyleme’ye tabi olmaktan, onu tasdîk ve desteklemekten alıkoymaya çalıştı. Onlara
şöyle dedi: “Ey Hanîfeoğulları! Bu irtidad (İslâm’dan dönüş) nursuz, çok karanlık bir iştir. Bundan sakı-
nıp, uzak kalınız. Bu, onu destekleyenler için bir bedbahtlık, karşı olanlar için bir musîbettir. Son Peygamber Hz. Muhammed’dir (s.a.v.). Ondan sonra Peygamber gelmiyecek, ona ortak da olmıyacaktır.”
dedi. Kur’ân-ı kerîm’den şu âyet-i kerîmeleri okudu: “Ha, mim. Bu kitabın indirilişi, Azîz, Âlim olan
Allah’dandır. O, günah bağışlayan, tevbe kabul eden, azâbı şiddetli olan Allah’dandır ki, O’ndan
başka hiç bir ilâh yoktur; dönüş ancak O’nadır.” İşte bu Allahü teâlâ’nın kelâmıdır, dedi. Yemâme
halkı onun bu nasîhatlarını dinlemedi. Onlar Müseyleme’ye uymakta birlik halinde idiler. Bu sırada, Âlâ
bin el-Hadramî komutasında bir İslâm ordusu, Bahreyn’e doğru gidiyordu. Bu arada Yemâme tarafına
da uğradı. Sûmâme (r.a.) bunu duydu. Orada bulunan müslümanlara “Vallahi ben, bu irtidat fitnesi varken, burada kalmayı uygun görmüyorum. Muhakkak Allahü teâlâ bu mürtedlere lâyık oldukları belâyı
verecektir. İslâm ordusuna katılmamak hoş bir şey değildir. Ne için gittiklerini biliyoruz. Hem yakınımıza
da geldiler. Derhal onların yanına gidelim” dedi. Yanında bulunan müslümanlar ona tâbi oldular. Âlâ bin
el-Hadramî’nin ordusuna iştirak ettiler. Temim kabilesinden de bir hayli asker katılıp, Alâ’nın ordusu iyice
kuvvetlendi. Âlâ bin el-Hadramî, bu ordu ile, Bekir bin Vâil kabilesi içinde çıkan ve etrafına bir hayli adam toplamış olan Hatam isimli mürtedin üzerine yürüdü. Bahreyn hükümdarlığına seçilen Münzir bin
Nu’man da Hatam’ın tarafına geçmişti. Diğer müşrik ve mürtedler de onun tarafında yer aldılar. İki taraf,
şiddetli ve uzun süren muharebeler yaptı. Nihayet, bir gece müşrik ve mürtedlerin sarhoş oldukları bir
vakitte, İslâm ordusu gece baskını yaptı. Müşrik ve mürtedler perişan olup, bir kısmı, öldürüldü., Bir kısmı esir edildi. Diğerleri kaçtılar. Müslümanlar harbi kazandılar. Ganimetin beşte biri ayrıldıktan sonra,
geri kalan, mücâhidler arasında taksim edildi. İbn-i İshâk’ın şöyle bir rivâyeti vardır: Sümâme’ye (r.a.)
ganimet taksiminde, bir elbise düşmüştü. Bu elbise, Kays bin Sa’lebe kabilesinin ileri gelenlerinden birine aitti. Hz. Sûmâme, muharebenin zaferle sona ermesinden sonra, memleketine giderken bu kabilelerden bazıları Sümâme’nin (r.a.) kendisine, elbisesi düşeni öldürüp, soyarak aldığını zannettiler. Bu yüzden Sümâme’yi (r.a.) şehîd ettiler.
 1) El-İstiâb cild-1, sh-203
 2) El-Îsâbe cild-1, sh-24
 3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-5, sh-5u0
 4) El-A’lâm cild-2, sh-100
SÜMEYYE BİNTİ HABBAT (r.anha):
İslâmda ilk şehîd olan hâtûn. Meşhûr Sahâbî Ammâr bin Yâsir’in (r.a.) annesidir. Hz. Sümeyye,
Ebû Cehilin amcası Ebû Huzeyfe bin Mugîre’nin cariyesi idi. Ebû Huzeyfe, yanında çalışan Yâsîr bin
Âmir ile onu evlendirdi. Bu evlilikten Ammar (r.a.) doğdu. Bunun üzerine Ebû Huzeyfe Hz. Sümeyye’yi
âzâd etti.
Hz. Sümeyye ilk müslümanlardandır. Mekke’de müslüman oldu. İlk İslâma giren kadınların yedincisidir. Hz. Yâsir, zevcesi Sümeyye, imânlarından vazgeçmeleri için, başta Mahzûmoğulları olmak üzere, Kureyş müşriklerinin en ağır işkencelerine uğradılar. Fakat onlar, imânlarından ve dinlerinden asla
vazgeçmediler. Bütün bu sıkıntılara metanetle sabır ettiler.
Mekke’de Yâsir ailesinin kendilerine sahip olacak, onları koruyacak kimseleri yoktu. Bu yüzden onlara daha serbest eziyet yapıyorlardı. Hatta bir defasında, Yâsir ailesi ve diğer kimsesiz müslümanlara,
zırh giydirip, altta kızgın kum, üstte yakıcı güneş arasında bıraktılar. Bir gün yine Yâsir’e, zevcesi
Sümeyye’ye, oğulları Ammar ve Abdullah’a (r.anhüm) Bathâ denilen yerde işkence yapılıyordu. Onların
bu halini gören Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Sabredin Ey Yâsir ailesi! Size vadedilen yer, sizin
mükâfatınız Cennettir” buyurdu. Resûlullah (s.a.v.) Yâsir ailesi için “Allah’ım! Yâsir ailesine rahmet
ve mağfiretini ihsan et!” diye duâ buyurmuşlardır. Bir süre sonra Yâsir (r.a.) işkencelere tahammül
edemiyerek şehîdlik mertebesine kavuştu. İlk erkek şehîd oldu. Diğer taraftan, Ebû Cehil de Hz.
Sümeyye’ye ağır sözler söyledi. Mızrağı ile yaralıyarak, onu şehîd etti.
Hz. Ammar, annesinin böyle acıklı bir durumda şehîd olmasına çok üzüldü. Durumu Resûlullah’a
(s.a.v.) arz etti. Yapılan işkencelerin çok fazla olduğunu bildirdi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Ammar’a
(r.a.) sabır tavsiye ettikten sonra şöyle duâ buyurdular: “Allah’ım! Yâsir ailesinden hiç birisine ateş
ile azâb etme.”
Bedir gazasında Ebû Cehil öldürüldüğü zaman, Peygamber efendimiz (s.a.v.) Ammar’a (r.a.):
“Allahü teâlâ annenin kâtilini, öldürdü” buyurdu.
 1) El-A’lâm cild-3, sh-140
 2) El-Îsâbe cild-4, sh-334 - 380 -
 3) El-İstiâb cild-4, sh-330
 4) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-8, sh-264
 5) Eshâb-ı Kirâm sh-312
SÜRAKA BİN MÂLİK (r.a.):
Peygaberimiz (s.a.v.) Mekke’den Medine’ye hicret ederken, yolda vuku bulan meşhûr hâdisede
ismi geçen Sahâbî. Eshâb-ı kirâmdan yedi zât bu isimle anılır. Fakat bunlardan bir tanesi pek meşhûrdur. Sürâka bin Mâlik bin Ca’şem Kenâni (r.a.) bu en meşhûr olanıdır. Künyesi Ebû Süfyân’dır. Doğumu
kesin olarak bilinmiyor. 24 (m. 645) senesinde, Hz. Osman’ın zamanında vefât etti.
M. 622 senesinde Kureyş müşrikleri Peygamber efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak için kesin karar almışlardı. Bu hususta ısrarlı idiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Habîbine hicret etmesi için izin
verdi. Resûlullah (s.a.v.) Hz. Ebû Bekir’e, beraber hicret edeceklerini bildirince, gözlerinden sevinç yaş-
ları aktı. Çünkü kâinatın efendisiyle böyle bir yolculuk herkese nasip olmazdı. Hz. Âişe validemiz, “O
güne kadar, bir kimsenin sevincinden dolayı bu derece ağladığına şâhid olmamıştım” buyurmuştur.
Resûlullah (s.a.v.) ile Hz. Ebû Bekir hicret için yola çıktıktan sonra müşrikler arzularını yerine getirmek için Peygamberimizin (s.a.v.) hâne-i se’âdetlerine uğramışlardı. Fakat, onlar, Peygamberimizi
(s.a.v.) evde bulamayınca şaşkına döndüler. Derhal her tarafı aramaya başladılar. Ancak Mekke’de olmadığını anlayınca dışarıda aramaya karar verdiler. Bunun için herşeylerini ortaya koydular.
Peygamber efendimizle (s.a.v.), Hz. Ebû Bekir’i öldürene veya esir edene çok miktarda mal, para
vereceklerini va’d ettiler. Miktarını da 100 deve olarak bildirdiler. Bu haber, Sürâka bin Mâlik’in bağlı olduğu Müdlicoğulları arasında da yayıldı. Sürâka bin Mâlik iyi iz takibi yapan birisiydi. Bu yüzden bu haberle yakından ilgilendi.
Bir Salı günü Sürâka bin Mâlik’in oturduğu bölge olan Kudeyd’de, Müdlicoğulları toplantıda bulunuyorlardı. Bu toplantıya Sürâka bin Mâlik de katılmıştı. O sırada Kureyş’in adamlarından biri gelip
Sürâka’ya “Ey Sürâka! Vallahi ben az önce, sahile doğru giden üç kişilik bir yolcu kafilesi gördüm. Onlar
herhalde Muhammed (s.a.v.) ile Eshâbı’dır.” dedi. Sürâka, durumu anladı. Ancak, ortada çok fazla miktarda mükâfat vardı. Bunu kendisi elde etmek istiyordu. Onun için başkasının bundan haberdar olmasını
istemiyordu. Bu yüzden, ortada önemli bir şey yokmuş gibi konuştu. “Hayır, o senin gördüğün kimseler,
filân kişilerdir. Biraz önce geçmişlerdi. Onları biz de gördük.” dedi.
Sürâka bin Mâlik biraz daha orada kaldı. Dikkat çekmeden evine geldi. Hizmetçisine, atını ve silâ-
hını alıp vadinin arkasında kendisini beklemesini söyledi. Kendisi de kargısını almış, ucunu aşağıya çevirmek suretiyle, ucunun parlaklığının dikkati çekmesini de önlemişti. Müşriklerin bâtıl bir âdetleri vardı.
Bir işi yapmadan evvel, oklarla fala bakarlardı. Sürâka da yanına aldığı çantadan fal oklarını çıkardı.
Peygamber efendimiz ile Eshâbına zarar verip veremiyeceğini, fal oklarından anlıyacaktı. Sürâka oklarla
fala baktığında oklar, Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Eshâbına zarar verilemiyeceğini gösteriyordu.
Sürâka’nın buna çok canı sıkıldı. Fakat bütün düşüncesi vadedilen yüz deveyi almaktı. Onun için hiç
düşünmeden atına bindi. Falının ters göstermesi bile onu bu takibinden vazgeçiremedi. Atını koşturma-
ğa başladı. Fakat Sürâka’nın atı tökezleyerek yere düştü. Kendisi de yuvarlandı. Acaba yanlış mı fala
baktığını öğrenmek için tekrar bir kaç defa daha aynı işi yaptı. Netice hep aynı çıkıyordu. Muhammed
(s.a.v.) ve Eshâbına (r.a.) zarar veremiyecekti. Buna rağmen, yine yoluna devamda ısrar etti. Aldığı bir
haber üzerine Resûlullah’ın ve Eshâbının izlerini yine buldu. Nihayet yaklaşmıştı. Artık birbirlerini iyice
görebiliyor, hatta Sürâka o sırada Resûlullah’ın (s.a.v.) okuduğu Kur’ân-ı kerîmi dahi işitiyordu. Fakat
Resûl-i Ekrem efendimiz arkalarına hiç bakmıyorlardı. Hz. Ebû Bekir arkasına bakınca, Surâka’yı görüp,
telâşa kapılmıştı. Peygamber efendimiz (s.a.v.) ona mağaradaki gibi “Üzülme, Allahü teâlâ bizimle
beraberdir” buyurdu.
Buhârî hazretlerinin rivâyetine göre, bu sırada Hz. Ebû Bekir, bir atlının kendilerine yetiştiğini Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) arz edince, Peygamber efendimiz (s.a.v.): “Yâ Rabbi! Onu düşür” diye duâ buyurmuşlardı. Başka bir rivâyette, Sürâka yanlarına kadar gelince, Hz. Ebû Bekir, ağlamaya başlamış,
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) niçin ağladığını sorunca, “Vallahi kendim için ağlamıyorum. Sana bir zarar gelirse
diye ağlıyorum” demiştir.
Sürâka, Peygamber efendimize (s.a.v.) saldırabilecek kadar yaklaştı. “Yâ Muhammed! Seni, bugün benden kim koruyacak” dedi. Resûl-i Ekrem efendimiz de “Beni Cebbar ve Kahhâr olan Allahü
teâlâ korur.” cevabını verdi. O sırada Sürâka’nın atı, iki ön ayaklarıyla dizlerine kadar yere battı. Bundan kurtulup, tekrar saldırmaya teşebbüs edince, atının ayakları yine yere saplandı. Atını bu durumdan
bir türlü kurtaramadı. Başka yapacağı hiçbir şey yoktu. Bunun üzerine çaresiz kalan Sürâka âlemlere
rahmet olarak gönderilen şefkat ve merhamet sahibi Resûlullah’a (s.a.v.) yalvardı. Bütün olgunlukları ve
iyi ahlâkı kendisinde toplayan, üstün ahlâk ve yaratılış üzere olan Peygamber efendimiz (s.a.v.) onun bu
dileğini kabul etti. Sürâka, “Yâ Muhammed! Bunun senin işin olduğunu anladım. Duâ et de kurtulayım. - 381 -
Bundan sonra sana asla zarar vermem. Senin peşine düşenlere de senden hiç bahsetmeyeceğim”
diyordu. Kâinatın efendisi (s.a.v.): “Yâ Rabbi! Eğer o sözünde doğru ve samimi ise onun atını kurtar” diye duâ edince, Allahü teâlâ bu duâyı kabul buyurdu.
Sürâka bin Mâlik’in atı bir hayli çaba sarf ettikten sonra ayağını çukurdan çıkarabilmişti. Bu sırada
atın ayağının çıktığı yerden, ateş dumanı gibi bir şey göğe doğru yükseliyordu. Bu manzarayı gören
Sürâka hayretler içerisinde kaldı. “Amâân” diye bağırdı. Resûlullah (s.a.v.) ile arkadaşları durup beklediler. Sürâka, bütün bu olup bitenleri dikkatle takip ediyordu. Gördü ki, Hz. Muhammed (s.a.v.) bu hâdiselerde daima korunuyordu. Bütün bunları gördükten sonra Sürâka: “Yâ Muhammed, ben Sürâka bin Mâ-
lik’im, benden asla şüpheniz olmasın. Size söz veriyorum. Bundan sonra beğenmediğiniz hiçbir işi
yapmıyacağım. Kavmin, seni ve arkadaşlarını yakalıyana çok mükâfat vereceğini va’d etti” dedi ve
Kureyş müşriklerinin yapmak istediklerini tek tek haber verdi. Bu sırada Sürâka, onlara yol azığı ve binek deve vermek istediyse de, Peygamberimiz (s.a.v.) kabul etmedi. Ve Ona “Ey Sürâka! Sen İslâm
dinini kabul etmedikçe ben de senin deveni ve sığırını arzu etmem, istemem. Sen bizi gördüğünü
gizli tut, yeter” diye buyurdu, İbn-i Sa’d da şöyle nakleder: Sürâka, Peygamber efendimiz’e (s.a.v.) bana istediğini emret deyince, Resûlullah (s.a.v.) de “Yurdunda dur. Hiç kimsenin bize yetişmesine
meydan verme” buyurmuştur.
Allahü teâlâ dileyince herşey oluyordu. O’na hâlis bir şekilde güvenilip, rızası yolunda yürüyünce
akıllara durgunluk veren hâdiseler meydana geliyordu. Resûlullahı (s.a.v.) öldürüp, büyük mükâfatlara
kavuşma hırsıyla, kükreyen bir aslan endamıyle, yola çıkan Sürâka, şimdi mu’nis, uysal bir çocuk oluvermişti. Her şeye kadir olan Allahü teâlâ, Habîbine (s.a.v.) zarar vermemesi için Sürâka’nın kalbini iyili-
ğe doğru çevirmişti. Elbette Allahü teâlâ, Habîbini (s.a.v.) yalnız bırakmayacaktı. Çünkü O insanlara
merhamet için, onların dünyâda ve âhirette ebedî seâdet ve mutluluğa kavuşması için gönderdiği sevgili
Peygamberiydi.
Peygamber efendimiz ayrılmadan önce, Hz. Ebû Bekir’e, Sürâka’nın bir isteği olup olmadığını
sormasını emir buyurdular. Hz. Ebû Bekir sorunca, Sürâka, “Sizinle benim aramda emannâme olacak
bir yazı verin” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) emannâmenin verilmesini emretti. Hz. Ebû Bekir (r.a.) hicrette yanlarında bulunan Âmir bin Fuheyre’ye bu emannâme’yi yazdırıp, Sürâka’ya verdi. O da alıp çantasına koydu.
Sürâka bundan sonra izini takip ederek geri döndü. Karşılaştığı bu durumları yolda kimseye anlatmadı. Ebû Cehil onun eli boş döndüğünü görünce, müslüman olduğunu zannetti. Söylediği şiirlerle
onu kötüleyip herkesin gözünden düşürmeğe çalıştı. Sürâka şâir birisiydi. Onun için Ebû Cehile şiirle
cevap verdi. “Ey Ebû Cehil! Ben Muhammed’e iyice yaklaşmış, saldırmak üzereyken, atımın ayakları
birdenbire yere batıverdi. Sen eğer bu hali görmüş olsaydın şüphesiz, Muhammed’in apaçık Peygamber
olduğunu anlardın. Sen söyle, artık buna kim dayanabilir. Senin yapacağın, Kureyşlileri ona saldırmağa
teşvik değil, bilâkis buna mâni olmandır. Ben inanıyorum ki, onun davet ettiği İslâmiyet bir gün yerleşip,
her tarafa yayılacaktır. Öyle olacak ki, herkes ona karşı gelmeyi değil, O’nunla sulh içerisinde yaşamayı
istiyecektir” dedi. Sürâka bundan sonraki senelerde İslâmiyetin hızla ilerlediğini, karşısına çıkan küfür ve
şirk engellerini bir bir aştığına şahid oluyordu. Nihayet 8 (m. 630) senesinde Mekke feth edildi. Bu sırada, elinde seneler önce aldığı bir emannâme ile Sürâka, Resûl-i Ekrem’in huzur-i se’âdetlerine girip,
müslüman oldu. O zaman Peygamber efendimiz (s.a.v.) Sürâka’ya “Ey Sürâka! Kisrâ’nın bileziklerini
kollarında görür gibi oluyorum” buyurdular. Aradan uzun zaman geçmiş. Hz. Ömer devrinde, ülkesi
feth edilen Kisrâ’nın kürk ve bilezikleri Medine’ye getirilmişti. O sırada Hz. Sürâka bin Mâlik de Medine’de idi. Hz. Ömer bu bilezikleri Sürâka bin Mâlik’e (r.a.) verdi. Sürâka (r.a.) bu bilezikleri bileğine takmış, çok geniş olduğu için, bilezikler dirseklerine kadar uzamıştı. Sürâka (r.a.) bu sırada Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) seneler önce buyurduğu mübârek sözü hatırlayıp bu mucize karşısında ağladı. Sürâka’nın
(r.a.) bileğinde bu bilezikleri gören Hz. Ömer de (r.a.) “Şükür Allahü teâlâ’ya ki bize, Kisrâ’nın iki bileziğinin Mudlicoğullarından biri olan Sürâka bin Ca’şem’in bileklerine takıldığı günü gösterdi” buyurdu.
 1) El-A’lâm cild-3, sh-80
 2) El-Îsâbe cild-2, sh-19
 3) El-İstiâb cild-2, sh-119
 4) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-1, sh-232
 5) Buhârî (Bâb-ul-hicret)
 6) Müslim (Bâb-ul-hicret)
ŞEDDÂD BİN EVS (r.a.):
Medineli müslümanlardan (Ensârdan). Ebû Ya’lâ ve Ebû Abdurrahman künyeleri vardır. 58 (m.
697)’de, yetmişbeş yaşında Kudüs’te vefât etti. Hazrec kabilesinin Neccâr kolundandır. Muhammed ve
Ya’lâ adında iki oğlu vardır. Ana ve babası müslüman idi. Onun için müslüman bir aile ocağında yetişti. - 382 -
Yaşı küçük olduğu için, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) gazalarına katılamadığı söylenir. Asr-ı saâdet’den
sonra Şam’da, Filistin’de, Beytü’l-Mukaddes’te ve Humus’ta bulundu.
Şeddâd bin Evs (r.a.) Eshâb’ın fazîletlilerindendir. Geniş bir bilgiye sahipti. Devrinde, her ilimde
kendisine müracaat edilirdi. Yumuşak huylu, açık sözlü, hiddet zamanında gadâbına hâkimdi, sahipti.
İbâdet ve Allahü teâlânın beğendiği işlerde çok gayretliydi. Kalbi Allahü teâlânın korkusu ile doluydu.
Yattığı zaman tefekküre dalardı. Allahü teâlânın rahmeti ile birlikte, azabını da hatırlar, “Yâ Rabbî! Cehennem ateşini düşündükçe uykum kaçıyor” derdi. Allahü teâlâ’nın emir ve yasaklarına uymakta çok titiz
olup, bunları güler yüz, tatlı dille insanlara anlatırdı. Şeddâd hazretlerinin hususiyetlerinden biri de, ağ-
zından, lüzumsuz ve olur olmaz sözlerin çıkmamasıdır. O, riyâ ve gösterişten çok sakınırdı.
Ebû Eş’as es-Sağanî şöyle rivâyet eder: “Şam Câmi-i şerîfine gitmiştim. Orada Şeddâd bin Evs
hazretleri ile karşılaştım. Bir yere gidecekti. Nereye gideceğini, sordum. Hasta bir arkadaşını ziyâret edeceğini söyledi. Ben de kendileriyle gelebileceğimi söyledim ve beraber gittik. Oraya varınca, hastaya,
durumunun nasıl olduğunu sordular. Hasta “Nimet içerisinde olduğunu” söyledi. Bunun üzerine, Şeddâd
hazretleri şöyle buyurdu: “Günahlarının affedildiğini sana müjdelerim. Çünkü, Peygamber efendimiz
(s.a.v.) “Allahü teâlâ buyurur ki: “Mü’min olan kullarımdan birini imtihan ettiğim zaman, o bu imtihanı hamd ile karşılarsa, yatağından anasından doğduğu günkü gibi, günahlarından temizlenmiş olarak kalkar.” buyurdu.
Şeddâd bin Evs (r.a.) Peygamber efendimiz ve Eshâb’ın büyüklerinden hadîs-i şerîf rivâyet etmiş-
tir. Oğulları Ya’lâ ve Muhammed ile Mahmûd bin Rebî’, Mahmûd bin Lebîd, Abdurrahman bin Ganem,
Beşîr bin Ka’b ve başkaları da ondan hadîs-i şerîf bildirmişlerdir. Şeddâd bin Evs hazretlerinin bildirdiği
hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:
“Akıllı kimse, kendini hesaba çekip, ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Âciz olan da,
nefsine, arzu ve isteklerine tâbi olur ve Allahü teâlâ’dan olmıyacak şeyler bekler.”
“Allahım! Sen, benim Rabbimsin. Ben de senin kulunum. Beni sen yarattın. Ben sana gü-
cümün yettiği kadar verdiğim söz üzerindeyim. Yaptığım kötülüklerden sana sığınırım. Bana ihsan ettiğin nimetini sana itiraf ediyorum. Günâhımı da sana itiraf ediyorum. Günâhımı bağışla.
Çünkü günâhları ancak sen bağışlarsın. Yaptığım şeyin kötülüğünden sana sığınırım.”
“Allahım! Gözüme, kulağıma ve bedenime, sıhhat ve afiyet ihsan eyle. Senden başka ilâh
yoktur. Allahım! Kaza ve kaderine rızayı, öldükten sonra ebedî se’âdet ve mutluluğu, cemâlini
müşahede lezzetini, sana kavuşma arzusunu, zararlardan ve saptırıcı fitnelerden muhafaza buyurmanı, senden ister, zulm etmek ve zâlim olmaktan, başkasına tecâvüz etmek veya tecâvüze
uğramaktan veya affedilmiyecek bir günâh işlemekten sana sığınırım.”
“Allahü teâlâ herşeyi iyi yapmayı emretti. Hayvan kestiğiniz zaman iyi kesiniz. Sizden biriniz
hayvan keseceği vakit, bıçağını bilesin, hayvana eziyet vermesin.”
“Tevbe, günâhı temizler. İyilikler, kötülükleri yok eder. Kul, rahatlık zamanında Rabbini zikrederse, Allahü teâlâ, onu belâdan kurtarır.”
“Ey insanlar! Dünya, hâzır bir meta’dır. Ondan, iyiler de kötüler de yer. Âhiret, hak bir
va’ddır. Âhirette, her şeye kadir olan Allahü teâlâ hükmeder. Orada hak ne ise o olur. Bâtıl hü-
kümsüz kalır. Ey İnsanlar! Sizler âhiret adamlarından, âhireti düşünüp, ona hazırlananlardan olunuz. Dünya adamlarından, âhireti unutup dünyâya dalmışlardan olmayınız.”
“Siz, Allahü teâlâdan, korkarak, amel yapınız. Biliniz ki, amellerinize göre arz olunursunuz.
Allahü teâlâya mutlaka kavuşacaksınız. Kim, zerre miktarı hayır (iyilik) işlerse, onun karşılığını
görür. Kim de zerre kadar (kötülük) yaparsa onun karşılığını da görür.”
Yine, Ubâde bin Nesî (r.a.) naklediyor: “Şeddâd bin Evs ağlarken görüldü. Ona niçin ağlıyorsun?
diye soruldu. “Resûlullah’dan (s.a.v.) duyduğum bir hadîs-i şerîfi hatırladım da, onun için ağlıyorum.
Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bu hadîs-i şerîfinde, “Ümmetim için, şirk ve gizli şehvetten korkuyorum.” buyurdu. O zaman ben, “Yâ Resûlallah! Ümmetin senden sonra şirke düşecek mi?” diye sordum.
Resûlullah (s.a.v.) “Evet, gerçi onlar, güneşe, aya ve puta tapmıyacaklar. Fakat işlerinde riyakârlık
yapacaklar, (Allah için değil de Ondan başkalarının rızası için yapacaklar). Gizli şehvet ise şudur:
Onlardan biri, oruç tutar, oruçlu olur, sonra şehvete sebeb olan bir şeyi görür ve orucunu terk
edip bozar.” buyurdular.”
Biz Peygamberimiz (s.a.v.) ile beraber idik. “Yanımızda yabancı (Ehl-i kitap) birisi var mı?” buyurdu. “Yok, Yâ Resûlallah” dedik. Kapının kapatılmasını emrettiler. “Ellerinizi kaldırın, Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâ’dan başka ilâh yoktur) deyiniz” buyurdu: Ellerimizi kaldırdık. Bu hal bir müddet devam
etti. Sonra mübârek ellerini indirip, şöyle buyurdu: “Sana hamd olsun, yâ Rabbi! Beni bu kelime ile
gönderdin. Bana, onu emrettin. Bana, onunla Cenneti va’d ettin. Va’dinde duran yalnız sensin”- 383 -
Bundan sonra “Sizi müjdelerim. Allahü teâlâ sizi mağfiret buyurdu. (bağışladı)” buyurdular. Şeddâd
(r.a.): Resûlullah’dan (s.a.v.) duydum. “Kim riya ile namaz kılar, oruç tutar, sadaka verirse, o Allahü
teâlâya ortak koşmuş olur.” dedi.
 1) El-A’lâm cild-3, sh-158
 2) El-Îsâbe cild-2, sh-139
 3) Tehzîb-üt-tehzîb cild-4, sh-315
 4) Hilyet-ül-Evliyâ cild-1, sh-264
 5) El-İstiâb cild-2, sh-135
 6) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-4, sh-124, 152, cild-2, sh-388
 7) Üsüd-ül-Gâbe cild-2, sh-387
TUFEYL BİN AMR ED-DEVSÎ (r.a.):
Eshâb-ı kirâmın şâirlerinden ve Resûlullah efendimizin Mekke’de İslâmiyeti açıklamaya yeni baş-
ladığı sırada îmân edenlerden. Adı, Tufeyl bin Amr bin Tarif bin Âs bin Sa’lebe bin Selîm bin Fehm bin
Ganem bin Devs ed-Devsî el-Ezdî’dir. Yemen taraflarında mamur ve verimli bir beldede oturan Devs
kabilesine mensûbtur. Hz. Tufeyl bin Amr, bu kabilenin en seçkin, en itibarlı ve akıllı kişilerindendi. Kendisi şâirdi. Ekseriya ticâretle, alış-verişle meşgul olurdu. Bu vesîle ile Mekke’ye gidip gelirdi. Hac mevsiminde Mekke’ye geldiği bir sırada Müslüman oldu. Hayber’in fethi sırasında Medine’ye gelip harbe katıldı. Bundan sonra Resûlullah efendimiz (s.a.v.) ile bütün harplerde bulundu. Hz. Ebû Bekir zamanındaki
Yemâme harbinde mürtedlere, dinden ayrılanlara karşı kahramanca savaştı ve orada şehîd oldu. Oğlu
Amr bin Tufeyl de, Hz. Ömer zamanında Yermûk harbi esnasında şehîd oldu.
Peygamberimiz, Mekke’de İslâmiyeti açıkça yaymaya başladığı yıllarda, gece gündüz insanlara
nasîhat veriyor, onları İslâm dînine davet ediyordu. Mekke’li müşrikler ise, Resûlullah’ın (s.a.v.) bu gayretini boşa çıkarmak için hiç durmadan uğraşıyorlardı. O’nun anlattıklarını kabul edip îmân edenlere,
mü’minlere, her türlü yalan, iftira ve işkenceyi reva görüyorlardı. O’nunla görüşen, konuşan birisini gördüler mi, hemen yanına varıyorlar, Onu dinlememesi ve anlattıklarına inanmaması için her türlü hileye,
yalana başvuruyorlardı. Dışarıdan Mekke’ye gelenleri Peygamberimizle görüştürmemek için, ellerinden
geleni yapmaktan geri durmuyorlardı.
Müslümanların, çok sıkıntı içinde oldukları ve kâfirlerden çok eziyet çektikleri bir zamanda, Hz.
Tufeyl bin Amr, Mekke-i Mükerreme’ye gelmişti. Bunu gören müşriklerin önderleri, hemen onun yanına
gittiler ve dediler ki: “Ey Tufeyl! Sen, bizim memleketimize geldin. Aramızda ortaya çıkan
Abdulmuttalib’in yetiminin şaşılacak birçok halleri vardır. Kur’ân-ı kerîm diye söylediği sözleri sihir gibidir.
Oğlunu babasından, kardeşi kardeşten, kocayı karısından ayırıyor! Ortaya attığı fikirlerle, ortalığı karıştı-
rıyor. Onun sözünü işiten oğul babasına bakmıyor, O’na tâbi oluyor. Artık kimse birbirini dinlemeyip,
müslüman oluyorlar. Korkarız ki, bizim başımıza gelen bu ayrılık belâsı, seninle kavminin başına da gelir. Sana nasîhatimiz olsun. O’nunla sakın konuşma. Ne O’na bir söz söyle, ne de O’nun sözünü dinle.
Anlattıklarına kulak asma! Çok dikkatli ol. Burada fazla da kalma. Hemen çekip git!”
Bundan sonrasını Tufeyl bin Amr (r.a.) şöyle anlatıyor: Yemin ederek söylüyorum ki, beni öyle ettiler ve bu sözü o kadar çok söylediler ki, O’nunla konuşmamaya, O’nun sözünü asla dinlememeye karar
verdim. Hatta Kâ’be’ye girdiğim zaman, ne olur, ne olmaz belki sözlerini duyarım endişesiyle kulaklarıma
pamuk bile tıkamıştım. Ertesi gün, sabahleyin Kâ’be’ye gittim. Gördüm ki, Resûlullah (s.a.v.) Kâ’be’nin
yanında durmuş, namaz kılıyordu. Ona yakın bir yerde durdum. Cenâb-ı Hakları hikmeti olarak Kur’ân-ı
kerîmden okuduklarından bazısı kulağıma gitti. İşittiğim sözleri, o kadar güzel buldum ki, kendi kendime:
“Ben, iyiyi kötüyü ayırt edemiyecek bir adam değilim. Hem de şâirim. Bunun söylediklerini ne diye
dinlemiyeyim? Sözlerini güzel bulursam O’nu kabul ederim, güzel gelmezse terk ederim” dedim. Ve bir
tarafa gizlenip, Resûlullah (s.a.v.) namazını kılıp evine dönünceye kadar orada bekledim. Evine girinceye kadar peşinden gittim. Evine girince, ben de girdim ve “Yâ Muhammed! (s.a.v.) Ben bu diyara geldi-
ğimde, senin kavmin bana şöyle şöyle dediler. Senden uzak durmamı istediler. Beni, o kadar korkuttular
ki, ben de senin sözünü işitmemek için kulaklarıma pamuk tıkadım. Ama Allahü teâlâ’nın hikmeti olacak
ki, bana senin okuduklarından bir miktarını işittirdi. Onları pek güzel buldum. Şimdi, sen, bana ne söyleyeceksen bildir! Kabul etmeye hazırım” dedim. Resûlullah efendimiz bana İslâmiyeti anlattı ve Kur’ân-ı
kerîmden bir miktar okudu. Yemin ederim ki, ömrümde bundan daha güzel söz asla işitmemiştim. Hemen orada Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldum.
O anda dedim ki: “Yâ Resûlallah! Ben, kavmimde sözü dinlenen itibarlı bir kimseyim. Onlar benim
sözümden dışarı çıkmazlar. Gidip onları da, İslâm dînine davet edeyim. Duâ ediniz de, Allahü teâlâ benim için bir alâmet, bir kerâmet buyursun! Böylece o alâmet, kavmimi İslâmiyete davet ederken bana bir
kolaylık, yardım olsun!” Bu ricam üzerine Resûlullah efendimiz: “Ey Allah’ım! Onun için bir âyet, alâ-
met yarat!” diye duâ buyurdu. - 384 -
Bundan sonra Mekke’den çıkıp kendi beldeme döndüm. Karanlık bir gecede, kavmimin oturduğu
su başına bakan tepeye vardığım zaman, hemen alnımda kandil gibi bir nûr peyda oldu. Çıra gibi ışık
vermeye başladı. O zaman duâ edip: “Allahım! Bu nuru alnımdan başka bir yere naklet! Devs kabilesinin
cahilleri görüp de, dîninden döndüğü için Allah, onun alnında ilâhi bir ceza olarak bunu çıkardı, sanmasınlar!” dedim. O nur, hemen elimdeki kamçının ucuna gelip kandil gibi asıldı. Kabilemin yurduna yakla-
şıp da, yokuştan aşağıya inmeye başladığım sırada orada bulunanlar, elimdeki kamçının başında kandil
gibi parlayan nuru birbirine gösteriyorlardı. Bu vaziyette yokuştan aşağıya inip evime geldim. Yanıma ilk
önce, ihtiyar olan babam gelip, beni bu halde gördü. Bana olan sevgisinden dolayı boynuma sarıldı. Babam çok yaşlıydı. Ona dedim ki: “Ey babacığım! Eğer evvelki halin üstüne kalırsan, ne ben sendenim,
ne de sen bendensin!” Bu sözümü işitince babam şaşırdı ve “Sebebi ne, ey oğlum!” diye sordu. Ona
cevap olarak: “Ben, artık Muhammed aleyhisselâmın dînine girip müslüman oldum” dedim. Bunun üzerine babam da: “Oğlum, ben de senin girdiğin dîne girdim. Senin dînin, benim dînim olsun!” deyip, hemen Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Bundan sonra İslâm dîninden bildiğimi ona öğrettim.
Sonra yıkanıp temiz elbiseler giydi. Daha sonra yanıma hanımım geldi. Ona da aynı şeyleri söyledim. O
da kabul edip müslüman oldu.
Sabah olunca Devs kabilesinin içine çıktım. Bütün Devslilere İslâmiyeti anlattım. Onları da bu dîne
girmeye davet ettim. Fakat onlar, bu daveti kabullenmede ağır davrandılar. Hatta çok zaman muhalefet
ettiler. Günah ve kötülük olan işlerinden uzak durmadılar. Hatta göz, kaş hareketleri yaparak benimle
alay etmeye başladılar. Faiz ve kumara düşkünlüklerinden beni dinlemediler, İslâmiyete uymaktan ka-
çındılar. Allah’a ve Peygamberine âsî oldular.
Hz. Tufeyl bin Amr, diyor ki: Bir müddet sonra Mekke’ye gelip kavmimi Resûlullah’a şikâyet ederek: “Yâ Resûlallah! Devs kabilesi Allah’a âsî oldular. İslâma girmeleri için yaptığım davetimi kabul etmediler. Onların aleyhinde bedduâ et de, helâk olsunlar!” dedim. Herkese şefkat ve merhameti çok olan
Peygamberimiz, ellerini açıp kıbleye dönerek: “Yâ Rabbi! Devs halkına doğru yolu göster de, onları
İslâm dînine getir!” diye duâ buyurdu. Bana da: “Kavmine dön! Onları güleryüzle ve tatlı dille
İslâmiyete davet etmeye devam et! Kendilerine yumuşak davran!” buyurdu. Hemen dönüp memleketime geldim. Devs halkını İslâma davetten hiç boş kalmadım. Hz. Ebû Hureyre’den başka, bu davetimi
kabul edip, îmân eden olmadı. Buna rağmen, insanları İslâmiyete davetten geri durmadım.
Tufeyl bin Amr, Peygamberimizin (s.a.v.) Hayber’de bulunduğu sırada, Devs kabilesinden kendisine tâbi olup, müslümanlığı kabul edenlerle birlikte Medine’ye hicret edip geldiler. Sayıları 70 veya 80
civarındaydı. Hz. Tufeyl bin Amr ve yanındakiler, Medine’ye gelirken, bu kafilede bulunan Ebû Hüreyre
(r.a.) ile Abdullah bin Üzeyir (r.a.) de bulunuyordu. (Bkz. Ebû Hüreyre). Hz. Ebû Hüreyre, Medine’ye
gelirken çöllerde uzayıp giden gece yolculuğundan canı sıkılıyor, sabırsızlanıyor ve şu beyitleri okuyordu:
“Ey yolculuk gecesi! Ben, bıktım O’nun uzunluğundan ve sıkıntısından!
Fakat kurtaran da odur, beni, küfür ve inkâr yurdundan!”
Hz. Tufeyl ve Devsliler, Medine’ye geldiklerinde Bedir, Uhud ve Hendek harpleri yapılmıştı. Peygamberimiz Hayber seferinde bulunuyordu. Şehre girdiklerinde sabah namazı vaktiydi. Sabah namazını,
Resûlullah’ın vekili olan Sibâ bin Urfuta kıldırıyordu. Birinci rek’atte Meryem sûresini, ikinci rek’atte de
Mutaffifîn sûresini okudu. Bu ikinci sûre, alış-verişte hile yapanlara, ölçüde noksan tartanlara yapılacak
azâbı bildiriyordu. Hz. Ebû Hüreyre, bunu işitince, eskiyi hatırlayıp çok üzüldü.
Tufeyl bin Amr (r.a.) ile beraber olan Devsliler, hep beraber Hayber’e hareket ederek orada Peygamberimizle buluştular. Resûlullah efendimizden, ordunun sağ kanadında yer almalarını rica ettiler.
Kendilerine “Yâ Mebrûr” sözünü savaş parolası yapılmasını istediler. Peygamberimiz de bu isteklerini
kabul etti. Ordunun sağ kanadının kumandanlığını Tufeyl bin Amr (r.a.) yürüttü. Devsliler, Hayber’e geldikleri vakit, Peygamberimiz, yahûdilerin elinde bulunan Nafat kalesini fethetmiş, Ketibe kalesini de ku-
şatmış bulunuyordu. Hayber kalesinin fetih işi tamamlanınca, elde edilen ganimetlerden, harbe katılan
Devslilere de hisse ayrıldı.
Tufeyl bin Amr (r.a.) Mekke’nin fethinde de Resûlullahın (s.a.v.) maiyetinde bulundu. Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke’nin fethinden sonra Huneyn’de Hevâzinlileri bozguna uğratıp Tâif üzerine yürümek
istediği sırada, Tufeyl bin Amr’ı (r.a.) da, Huzâalılar ile Devslilerin beraber tapındıkları Zülkeffeyn adındaki putu yakmaya gönderdi. Bu put, Amr bin Humame’ye ait olup, ağaçtan yontulmuş ve içi boştu. Bunlar Kâ’be’yi hac edip döndükten sonra Zülkeffeyn’in yanına uğrayıp, hürmet ve tazim vazifelerini yerine
getirmedikçe, evlerine girmezlerdi. Tufeyl bin Amr (r.a.), Peygamberimize gelip: “Yâ Resûlallah! Beni,
Amr bin Humame’nin putu olan Zülkeffeyn’e gönder de, onu yakayım!” dedi. Bu putu yakıp, yok etmek
için Onu görevlendirdi ve buyurdu ki: “Zülkeffeyn’in işini bitirdikten sonra, kavminle beraber İslâm
ordusunu desteklemek üzere Taif’e gelip, bize yetişesin!”- 385 -
Tufeyl bin Amr (r.a.) derhal Devs kabilesinin putunu yakmak üzere hareket etti. Putun bulunduğu
yere gelip onu yıktı, kırdı ve içine ateş doldurup yaktı. Ateş tutuşup alevlendikten sonra, put yanmaya
başlayınca şu mısraları söyledi:
“Ey Zülkeffeyn! Ben senin kullarından değilim.
Bizim doğumumuz, senin doğumundan daha eskidir.
Ben senin içine ateş doldurdum.”
Bu şiirdeki “Bizim doğduğumuz zaman, senin doğduğun zamandan eskidir” mısrasının mânâsı:
“Senin yontulduğun ağaç, daha bitmeden ve sen o ağaçtan yontulmadan önce insan denen varlık vardı.
Sen, Âdem oğluna ilâh olmaya nasıl lâyık olursun?” demektir. Puta hitap etmekten maksad ise, Ona
ibâdet edenlere işittirmektir. Yoksa put bir ağaç parçasıdır, İşitmek ve anlamak ihtimâli yoktur. Netice
olarak oradakilere: “İşte, ibâdet ettiğiniz cansız ağacın halini görün!” demektir. Devs kabilesi, Zülkeffeyn
putu yakılıp ortada tapılacak bir şey kalmayınca, hepsi birden İslâmiyetin bütün emirlerine tam olarak
uymaya söz verip, müslüman oldular. Puta tapmaktan vazgeçtiler.
Ondan sonra Tufeyl (r.a.), kendi kabilesinden 400 kişi alarak acele yola çıktı. Gelişinden 4 gün
sonra Tâif te Peygamberimize (s.a.v.) yetişti. Yanında, ağır savaş aracı olarak Debbâbe ile mancınık da
götürdü. Peygamberimiz, onlara: “Ey Ezd (Devs) topluluğu! Bayrağınızı kim taşıyor?” diye sordu.
Tufeyl bin Amr da: “Bayrağı, cahiliye devrinde Numan bin Zerâfe veya Bâziyetü’l-Lehbî adındaki kişi
taşırdı” diye cevap verdi. Peygamberimiz de: “Ona taşıtmakta, isabet etmişsiniz!” buyurdu. 400 kişilik
bir muharip grupla Tâif muhasarasına katılan Devslilerden bir kaç kişiyi kâfirler yaralayarak şehîd ettiler.
Tâif gazâsından geri döndükten sonra Tufeyl (r.a.) Resûlullah efendimizin hizmetinden hiç ayrılmadı. Onun vefâtına kadar yanında kaldı.
Resûlullah’ın (s.a.v.) vefâtından sonra halife seçilen Hz. Ebû Bekir zamanında Mekke ve Medine’nin dışında birçok kabile dinden ayrılmaya başlamışlardı. Hz. Ebû Bekir, bunların üzerine yürüdü.
Hepsini mağlup etti. Yalancı peygamberlik iddia eden Tuleyha adındaki kimsenin üzerine, Hz. Tufeyl bin
Amr gönderildi. Bunun işini tamamlayıp, Necid bölgesinde fesâda, bozgunculuğa teşebbüs edenleri yola
getirdikten sonra, Yemâme harbine iştirak etti. Orada Müseylemet-ül-Kezzâb’a karşı harp ederken, hicretin onbirinci (m. 633) yılında şehîd oldu. Doğum târihi ve yaşı hakkında kesin bir bilgi yoktur.
 1) El-Îsâbe cild-2, sh-225
 2) El-İstiâb cild-2, sh-229
 3) Üsüd-ül-gâbe cild-3, sh-55
 4) Tabâkât-ı İbn-i Sa’d cild-4, sh-237
 5) El-A’lâm cild-3, sh-227
 6) Müsned-i İbn-i Hanbel cild-2, sh-243
 7) Sahîh-i Buhârî cild-5, sh-123
UBÂDE BİN SÂMİT (r.a.):
Eshâb-ı kirâmdan olup, Ensâr’ın büyüklerinden. Künyesi, Ubâde Ebû Velîd olup, Hazrec kabilesinin Avfoğullarına mensûbtur. Babası, Sâmit bin Kays bin Esrem bin Fihr, annesi, Kurret-ül-ayn binti
Ubâde binti Nadle binti Mâlik bin Aclân’dır. İsmi Ubâde bin Sâmit bin Kays bin Esrem bin Fihr bin
Sa’lebe bin Ganem bin Sâlim bin Avf bin Amr bin Avf bin Hazrec’dir. Medine’de (m. 583) senesinde do-
ğup, Filistin’de 34 (m. 654) senesinde vefât etti.
Ubâde bin Sâmit hazretleri, Bi’setin onbirinci senesi hac mevsiminde Mekke’ye gidip, müslüman
olmakla şereflendi. Birinci Akabe biâtında, Resûlullah (s.a.v.) ile Mekke Panayırı’nda görüştü. Bu bîatta
hazır bulunan oniki kişiden biri olup, târihe geçen rivâyeti şöyledir: “Ben Birinci Akabe’de hazır bulunanlar içindeydim. Biz oniki kişi idik. Resûlullah (s.a.v.) ile kadınların bîati gibi bîat ettik. Bu bize harb farz
kılınmasından önceydi. Şunun üzerine bîat ettik ki; Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmayalım, hırsızlık
etmiyelim, zina yapmayalım, çocuklarımızı öldürmeyelim, dillerimizle yalan söyleyerek iftira etmeyelim,
herhangi bir iyilik hususunda ona âsi olmayalım.” Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki; “Eğer ahdinizde
(sözünüzde) durursanız sizin için Cennet vardır. Eğer onlardan bir şeyi örtbas ederseniz sizin
işiniz Allahü teâlâya aittir, dilerse azab eder, dilerse af eder.” Bi’setin onikinci senesi hac mevsiminde Mekke’de yapılan ikinci Akabe bîatinde de bulunan, Hazrec kabilesinin oniki temsilcisinden biridir.
Biatte, “Yâ Resûlallah! Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınaması beni tutmamak, yolumdan alıkoymamak üzere, sana bîat ediyorum” buyurdu. Annesi de İslâmiyet ile şereflenip, çok kimsenin müslüman
olmasına vesîle oldu. Hicret-i Nebevîden sonra Mekke’den göç eden müslümanlardan Ebû Mersed ile
kardeş oldu. Hz. Muhammed’in süt teyzesi Ümmü Hıram (r.anha) ile evlendi. Kabri Kıbrıs’ta olup, Türkler’in “Hala Sultan” dedikleri Ümmü Hıram ile Ubâde bin Sâmit’in nikâhını Resûlullah (s.a.v.) kıydı.
Hicret-i Nebevî’den sonra kurulan İslâm Devleti’nde önemli vazifeler aldı. Peygamber efendimizin
katıldığı muharebelere katıldı. Eğitim, öğretim, ilmî, adlî, idari, siyâsî ve askerî sahalarda vazife aldı. - 386 -
Hicretin ikinci senesinde Peygamberimizin (s.a.v.) kumandasında İslâm ordusunda bulunarak Eshâb-ı
Bedir’den oldu. Yine üçüncü senede Uhud gazvesine, Benî Kureyza’nın Medine’den kovulmasına sebep
olan gazveye de katıldı. Beşinci yılda meydana gelen gazvelerden sonra Ubâde bin Sâmit (r.a.)
Hudeybiye barışında da bulundu. Hz. Ubâde İbni Sâmit, Huneyn Muharebesine de katılarak, büyük yararlıklar gösterdi. Ubâde bin Sâmit (r.!.) Tebük gazvesine de bedenen ve mâlen katıldı ve Resûl-i Ekrem’in Veda Haccı’nda bulunmak şerefine nâil oldu. Hicrî ondördüncü yıldan itibaren Hz. Ömer’in hilâfeti
sırasında Suriye’deki seferlerde bulunduktan sonra, Mısır’a geçerek Mısır’ın fethine de katıldı. Amr
İbnü’l-Âs (r.a.) Mısır harekâtında Hz. Ömer’den yardım istedi. O, Amr İbni’l-Âs’a her biri bin kişiye bedel
dört kişi gönderdi. Bunların içinde Ubâde bin Sâmit (r.a.) de bulunuyordu. Orada çok önemli vazifelerde
bulunarak, Mısır’ın fethinin tamamlanmasında büyük rolü geçti. Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında Filistin
ve Humus eyâletlerinin valiliklerinde bulundu. Üstün idarecilik vasıflarına sahip bulunduğundan ahaliye,
devlete çok güzel hizmeti geçti. Hz. Osman’ın hilâfeti zamanında Şam taraflarına gidip, Kudüs, Remle
ve Filistin’i ziyâret etti.
Ubâde bin Sâmit (r.a.), Eshâb-ı kirâmın en fazîletlilerinden biri idi. Peygamber efendimiz zamanında Kur’ân-ı kerîmi tamamen ezberlemiş, ayrıca bir de Kur’ân-ı kerîm yazmıştı.
Asr-ı Se’âdette, Eshâb-ı Suffa’ya hocalık yaparak birçoklarına okuma-yazma, Kur’ân-ı kerîm ve
dîni ilimler öğretmiştir. Bu hizmetlerinden dolayı, Eshâb-ı Suffa’dan bazıları hediyeler göndermişti. Resûl-i Ekrem bunu duyunca, Hz. Ubâde’ye onu kabul etmemesini buyurdu.
Ubâde (r.a.), hadîs ilminde de çok derin âlim idi. Hadîs ilminin kurucularından sayılan Hz. Ubâde,
duyduğu hadîsleri son derece dikkat ve itinâ ile naklederdi. Hadîs nakletmelerine, “Bizzat Resûl-i
ekremden dinledim”, “Resûl-i ekremden duyduğuma şehâdet ederim.” sözleriyle başlardı. Bulunduğu
ilim meclislerinde hadîs-i şerîf nakl ederdi ve bu meclislerde Hıristiyanlar da bulunurdu. Yüzseksenbir
hadîs-i şerîf rivâyet etti. Ubâde bin Sâmit (r.a.) aynı zamanda büyük bir fıkıh âlimi olup, Fukahâ-yı Sahâbe’dendir. Fıkıhda herkes mercî olarak onu tanıyordu. Hz. Ubâde bin Sâmit, herkesin örnek aldığı,
sağlam karakterli, doğru sözlü, ahlaken çok iyi niteliklere sahipti. Doğruyu söylemek hususunda hiç kimseden çekinmezdi. Emirlerin yüzüne karşı da doğru sözü söylerdi.
Ubâde bin Sâmit (r.a.) Peygamber efendimizden (s.a.v.) ilim ve irfan öğrenmiş, ondan çok istifade
eden Sahâbîlerdendir. Her hususta çok dirayetli birisiydi. Hz. Osman devrinde büyük fitne ve fesadın
çıkmasına, İslâm târihi yönünden büyük olayların meydana gelmesine sebep olan Abdullah İbn-i Sebe
yahûdisinin maksadını anlayan önemli bir zâtdır.
Ubâde’nin (r.a.), Resûl-i ekremden bizzat işittiği hadîs-i şerîflerden biri:
Birgün bir zât Peygamber efendimize gelerek sordu: “Yâ Resûlallah, amellerin en iyisi nedir?” Resûl-i ekrem (s.a.v.) cevâbında: “Allah’a îmân ile O’nu tasdîk, O’nun yolunda cihaddır.” buyurdu. Bunu dinleyen zât, Yâ Resûlallah, daha ehveni yok mu? dedi. Resûlullah (s.a.v.) “O halde sabır ve iyilikseverlik.” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Daha da kolayını istiyorum” deyince; Resûlullah (s.a.v.) “O halde,
Allahü teâlâ sana ne kısmet etmiş ise ona râzı ol.” buyurdu.
Hz. Ubâde İbni Sâmit, 34 (m. 655) yılında yetmişiki yaşlarında iken Remle’de hastalandı. Vefâtından kısa bir süre önce oğlu Velîd bin Ubâde, babasının huzuruna gelerek şöyle dedi: “Babacığım bana
vasiyette bulun.” Hz. Ubâde bin Sâmit şöyle buyurdu: “Oğlum! İmânın lezzetini tatmak, ilmin özü olan
hakikate ulaşmak için, kaderin hayır ve şerrine inanmak lâzımdır.” dedi. Velîd bin Ubâde: “Kaderin hayır
ve şerrini nasıl anlayabilirim?” diye babasına sordu. Cevabında “Sana gelmeyenin sana isabet etmeyeceğine, sana isabet edenin muhakkak sana geleceğine inanırsın” dedi.
Buyurdu ki: “Cehennemin yedi kapısı vardır; üçü zenginler, üçü kadınlar, birisi de fakîrler içindir.”
Talebelerinden Sanabic’in hastalığına üzülüp, ağladığını görünce:
“Ne ağlıyorsun, eğer mahşerde sana şehâdet etmeme ve şefâat etmeme müsâade edilirse,
şehâdet ve şefâat ederim.” Bu Resûl-i ekremden nakledilen bir hadîstir. Size şimdi de Resûl-i ekremin
(s.a.v.) diğer bir hadîs-i şerîfini rivâyet ediyorum: Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim ki Allahtan
başka tapacak bir ma’bûd bulunmadığına, Muhrımmed aleyhisselâmın, Resûlullah olduğuna
şehâdet ederse, onun cesedi Cehenneme harâm olur.” buyurdu.
“Bir kul Allah rızası için bir kerre secde edince Cenâb-ı Hak muhakkak o secde sebebiyle o
kimseye bir iyilik yazar. Yine secde sebebiyle bir günahını afv eder. Onu bir derece yükseltir. Ey
Eshâbım! Çok secde ediniz.”
Resûlullah (s.a.v.) Ubâde bin Sâmit’i (r.a.) zekât tahsiline gönderdiği vakit: “Ey Velîd’in babası,
Allahtan kork, kıyâmet günü boynunda bağıran deve ile veya böğüren inek veya meleyen koyun
ile mahşer yerine gelme” buyurduğu zaman Ubâde (r.a.): Böyle mi olacak yâ Resûlallah deyince:
“Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, evet öyle olacaktır. Ancak Allahü teâlânın - 387 -
merhamet buyurdukları müstesnadır” buyurdular. Bunun üzerine: “Seni Hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben de bundan böyle bu gibi işlere girmem” deyince: Resûlullah (s.a.v.)
de: “Ben sizin benden sonra şirke döneceğinizden korkmam. Sizin için korktuğum mala meyl ve
rağbet etmenizdir” buyurdular.
Birisi Ubâde bin Sâmit’e (r.a.) “Ben harb ederken Allahü teâlânın rızasını murad ettiğim gibi başkalarının beni övmesini de isterim” deyince “Sana bundan kâr yok” buyurdu. Adam üç kerre söyleyince, şu
hadîs-i şerîfi okudu: “Allahü teâlâ buyuruyor ki; Ben ortalıktan müstagni olanların en
müstagnisiyim. Kim ki benim için amel eder ve başkasını da bu amele katarsa, hissemi o ortağı-
ma devr ederim.”
“Yapacağın işin sonunu düşün, salâh ve iyilik ise onu yap. Azgınlık ise ondan vaz geç.”
“Allahü teâlâya mülakatı (kavuşmayı) seveni Allah da sever. Allahü teâlâya mülakatı sevmeyeni Allah da sevmez” buyurunca, Eshâb-ı kirâm “Hepimiz ölümü kerih görürüz” deyince Resûl-i
Ekrem (s.a.v.) “O, o demek değildir. Belki mü’mine Cennetteki yeri gösterildiği vakit ölümü sever.
Allahü teâlâ da onu sever.”
“Allahü teâlâ, kullarına beş vakit namazı farz etmiştir. Eksiksiz olarak erkân ve âdabına riâ-
yetle o namazları kılan kimseyi Allahü teâlânın Cennete koyacağına va’di vardır. İstenildiği gibi o
namazları kılmayan kimseye Allahü teâlânın va’di yoktur. Dilerse ona azab eder, dilerse de afv
eder.”
“Her hangi bir müslüman Allahü teâlâya secde ederse, Allahü teâlâ onun bir günâhını afv
eder ve kendisini bir derece yükseltir.”
“Kurbanların en hayırlısı boynuzlu koçtur.”
“Allahü teâlâ buyuruyor: Benim için birbirini ziyâret edenler benim sevgimi kazanmıştır.
Benim için sevişenler, benim sevgime mazhar olmuştur. Benim için verenler, benim sevgimi hak
etmiştir. Benim için birbirine yardımda bulunanlar, benim sevgimi kazanmıştır.”
“Allahü teâlânın, senin aleyhinde hüküm ettiği hiç bir şeyde, O’nu töhmete kalkışma.”
 1) Sîret-i İbn-i Hişam cild-2, sh-73, 76
 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-1, sh-219, 220
 3) Sahîh-i Buhârî cild-1, sh-10, cild-4, sh-250, 251, 263, 264
 4) Ensâb-ül-Eşrâf cild-1, sh-239
 5) İsfahânî-Delâil-ün Nübüvve sh-254, 255
 6) Ravd-ül-ünf cild-1, sh-266, 169
 7) El-Kâmil fi’t-târih cild-2, sh-45
 8) İbn-i Haldun Târîhi cild-2, sh-182, 183
 9) Târîh-ul-Hâmis cild-1, sh-357
10) İnsân-ül-uyûn cild-2, sh-7-8
UKAYL BİN EBÎ TÂLİB (Bkz. Akîl bin Ebî Tâlib):
URVE BİN ZÜBEYR (r.a.):
Tâbiînden ve Medine’deki Fukahâ-i Seb’a’dan. (Yedi büyük âlimden biri. Künyesi Ebû Abdillah. 22
(m. 642)’de doğdu. 94 (m. 712) târihinde Hz. Ömer (r.a.) hilâfetinin sonlarında Medine’de vefât etti. Babası Zübeyr bin Avvam (r.a.) Cennetle müjdelenen Eshâb-ı kirâmdan birisidir. Peygamber efendimizin
halası Safiyye’nin oğludur. Urve hazretlerinin annesi, Ebû Bekir Sıddîk’ın (r.a.) kızı, Esma’dır. Abdullah
bin Zübeyr (r.a.), Hz. Urve’nin ana-baba, bir kardeşidir. Busra ve Mısır’a gitti. Mısır’da evlendi ve orada
yerleşti. Yedi sene orada kaldı. Şam’da Velîd bin Abdülmelik’in yanında iken bir ayağında yara çıkıp,
kangren oldu. Tâbiblerin kararı ile Velîd bin Abdülmelik’in yanında ayağı kesileceği zaman, bayıltacak ve
uyuşturacak hiçbir ilâç almaya râzı olmamış, ameliyat esnasında hiç sesini çıkarmamıştı. Hatta o sırada,
odanın içinde biriyle konuşmakta olan Velîd, ancak ayağının kesilmesinden sonra, ameliyatın bittiğinden
haberi olan Urve hazretlerinin sabrına hayran olmuştu. O günlerde de oğlu Muhammed, Velîd’in ahırında bir atın tekme vurmasıyla hayatını kaybetmişti. Bu hâdiseden sonra Medine’ye döndü.
Babası Zübeyr bin Avvam’dan, Zeyd bin Sâbit, Üsâme bin Zeyd, Hz. Âişe, Ebû Hureyre (r.anhüm)
ve başkalarından hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ondan da oğulları, Hişam, Muhammed, Osman, Yahyâ,
Abdullah, torunu Amr bin Abdillah, Zuhrî ve başka âlimler hadîs-i şerîf bildirmişlerdir. Hadîs ilminde gü-
venilir bir zâttır.
Zührî (r.a.): “Bunu ilim konusunda bitmeyen bir deniz buldum” der. Urve hazretlerinin oğlu Hişam
da “Babam, Ramazan ve Kurban bayramlarının dışında daima oruç tutardı. Hatta oruçlu olarak vefât
etti” der. O, hergün, Kur’ân-ı kerîmin dörtte birini okurdu. Geceleri de ibâdetle geçirirdi. Abdülmelik bin - 388 -
Mervan: “Cennet ehlinden birisini görmek isteyen, Urve bin Zübeyr’e baksın.” demiştir. Urve hazretleri
salih ve cömert bir zât idi.
Urve bin Zübeyr’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler:
“Ümmetimin en kötüleri, Eshâbıma dil uzatanlardır.”
“Resûlullah (s.a.v.) helaya girdiklerinde başını örterdi.”
“Kim yeryüzünden zulümle bir karış alırsa, Allahü teâlâ o bir karışı, yedi kattaki miktariyle
kıyâmet gününde, onun boynuna asar.”
“Kim Allahü teâlâ’nın rızası için bir mescid yaparsa, Allahü teâlâ da ona Cennette bir ev ihsan eder.”
Bu büyük âlim buyurdular ki:
“Bir kimsede bir iyilik görürseniz, o iyiliği ona sevdiriniz. Biliniz ki, o kişinin yanında, o iyiliğin benzeri başka iyilikler de vardır. Aynı şekilde, bir kimsede bir kötülük görürseniz, onu sevdirmeyiniz. Çünkü,
o kişinin yanında daha başka kötülükler de vardır.”
Urve hazretleri oğullarına şöyle nasîhat ederdi: “İlim öğreniniz. Çünkü siz, şimdi içerisinde bulunduğunuz cemaatin küçüklerisiniz. Fakat ilerde başka bir cemaatin büyükleri olabilirsiniz. Cehalet ne çirkin bir şey. Özellikle yaşlı bir kimsenin cehâleti.”
 1) Vefeyât-ül-a’yân cild-1, sh-225
 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-5, sh-178
 3) Tezkiret-ül-Huffâz cild-1, sh-162
 4) Şezerat-üz-zeheb cild-1, sh-103
 5) Tabakât-ul-kübrâ cild-1, sh-30
 6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1079
 7) Hilyet-ül-evliyâ cild-2, sh-179
ÜBEYY BİN KA’B (r.a.):
Eshâb-ı kirâmdan, Hazrec kabilesinin Hudeyle kolundan. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 35 (m. 656) senesinde Medine’de vefât etti. Cenâze namazını Hz. Osman kıldırdı. Baki’ kabristanında medfundur. Annesi Neccâr hanedanından Süheyl’dir. Hz. Übeyy İslâmiyetin Medine taraflarında yayıldığı sıralarda, ikinci Akabe biâtından önce müslüman oldu; daha sonra yetmiş kişi ile Akabe’ye iştirak
ederek, müslümanlığını ve Resûlullaha olan bağlılığını kuvvetlendirdi. Hicretten sonra Resûlullah kendisini Aşere-i mübeşşereden (Cennet ile müjdelenen) Sa’îd bin Zeyd ile kardeş yaptı. Peygamberimizle
birlikte bütün gazalara iştirak etti. Yüce kitabımız Kur’ân-ı kerîmin en güzel şekilde okunmasında ve toplanmasında büyük hizmetleri olmuştur. Peygamber efendimiz “Kur’ân-ı kerîm’i en iyi okuyanınız
Übeyy bin Ka’b’dır.” buyurmuştur. “Kur’ân okuyanların efendisi” ve Ensârın efendisi, lakâbları da O’na
aittir. Zekât emri geldikten sonra Resûlullah kendisini Benî Huzeym, Benî Kudâme, Benî Saad ve Benî
Uzre kabilelerinde zekât toplamakla vazifelendirdi. Bu vazifeyi hakkıyla yerine getirdi. Hicretten sonra ilk
vahiy kâtibi olmak şerefine nâil oldu. Resûl-i Ekrem zamanında Kur’ân-ı kerîm’i tamamen ezberledi.
Katıldığı bütün gazvelerde büyük kahramanlıklar gösterdi. Uhud savaşında çarpışırken kendisine
bir ok isabet etmiş, ok çıkarılıp yeri dağlanarak tedavi edilmişti.
Resûlullah (s.a.v.) bir gün Hazret-i Übeyy’e: “Yâ Ebe’l-Münzir! Allah’ın kitabından ezberlediğin
âyetlerden hangisi büyüktür?” buyurdu. O da “Allahü lâ ilâhe illâ hüve’l-hayyül-kayyûm” (Âyet-elkürsî)’dir cevabını verince, mübârek elini Übeyy bin Ka’b’ın göğsüne vurarak: “İlim sana mübârek olsun” buyurmuştur.
Übeyy bin Ka’b (r.a.) Kur’ân-ı kerîmi en güzel okuyanlardan biriydi. Bir gün Resûlullah kendisine:
“Yâ Übeyy, Allahü teâlâ bana, senin üzerine Beyyine sûresini okumamı emretti.” buyurunca, “Yâ
Resûlallah, Rabbim zât-ı âlinize bizzat, benim ismimi verdi mi?” diye sormuş, evet cevabını alınca, sevincinden gözleri yaşarmıştır. Peygamber efendimiz, kendisine Ebû Münzir künyesini vermiş, adına ilâ-
veten de “Seyyid-ül-Ensâr” lâkabını koymuştur.
Resûlullahın vefâtından sonra Hz. Ebû Bekir, Kur’ân-ı kerîmi toplama vazifesini üzerine almıştı.
Bütün Eshâb-ı kirâm aynı vazifeye katılmış olup, Übeyy bin Ka’b (r.a.) da Kur’ân-ı kerîmi toplama ve
yazma işinde görevlendirilmiştir.
Hz. Ebû Bekir döneminde önemli görevlerde bulunan Übeyy bin Ka’b (r.a.), Hz. Ömer devrinde de,
Hazrec kabilesini, müşavere meclisinde temsil etmiştir. Ayrıca boş zamanlarında müslümanlara dersler
vermiş, ilim öğretmiştir. Ayrıca bu devirde fetva vazifesini de üzerine almış, başka görevler verilmek istenince de kabul etmemiş, yalnız Ramazan ayında Mescid-i Nebevîde kılınan teravih namazlarında i-- 389 -
mamlık görevini kabul etmiştir. Hz. Ömer de kendisine “Ebu’t-tufeyl ve seyyid-il-müslimîn künyesini”
vermişlerdir.
Hz. Osman devrinde Kur’ân-ı kerîmin çoğaltılma işlerinde Übeyy bin Ka’b (r.a.) heyetin başkanı
olmuş, başka önemli görevlerde de bulunmuştur.
Übeyy bin Ka’b (r.a.), hayatını İslâmî ilimlere adamış bir Sahâbî idi. Kur’ân’da, tefsîrde, hadîste,
büyük bir imam olup, ünlü fakîhlerdendir. Medine-i Münevvere’de Übeyy bin Ka’b (r.a.) Peygamber efendimizin (s.a.v.) meclisinden hiç ayrılmazlardı. Bu sebeple Resûlullahtan (s.a.v.) ilim öğrenme şerefine
sahip olmuştur. Birçok defalar Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek iltifatlarına mazhar olan Übeyy’in (r.a.),
Tevrat’a, İncil’e ve diğer semavi kitaplara ait bilgisi çok fazlaydı. İlmî yönden çok geniş bir kültüre sahip
olması sebebiyle Hz. Ömer kendisine çok hürmet gösterir, danışılması gereken konularda onun
salahıyetli (yetkili) olduğunu söylerdi.
Übeyy bin Ka’b (r.a.) Kur’ân-ı kerîm’i bizzat Peygamber efendimizden (s.a.v.) öğrenenler arasındadır. Her âyet-i kerîmenin manâsını iyi bilirdi.
Übeyy bin Ka’b (r.a.) talebelerine karşı çok edebli, nazik ve disiplinli bir Sahâbî idi. Derslerinin ciddi ve düzenli olmasını ister, boş söz ve soruları dinlemez, lüzumlu sorulara titizlikle cevap verirdi. Talebelerinden ayrı bir yere oturmaz, onlarla aynı seviyede bulunur, öylece ders verirdi.
Übeyy bin Ka’b’ın (r.a.) başka bir özelliği de, Kur’ân-ı kerîmi bizzat kendi el yazısıyla yazması idi.
Yazmış olduğu bu Mushafa da “Hz. Übeyy Mushafı” denilmektedir. Übeyy bin Ka’b (r.a.), tefsîr ilmine
hizmet eden müfessirlerin başında gelmektedir. Kur’ân-ı kerîmi bizzat Kur’ân-ı kerîm ile tefsîr eder,
Esbâb-ı nüzul (İnme sebepleri) hakkında geniş bilgiler verirdi.
Hadîs ilminde de büyük bir muhaddis idi. Hadîs nakil ve rivâyet konusunda da çok ihtiyatlı hareket
etmiş, toplam 164 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.
Übeyy bin Ka’b (r.a.) Eshâb-ı kirâmın müctehidlerindendi. Hz. Ebû Bekir devrinde fıkıh konusunda
bir otoriteydi. Bu durumunu Hz. Ömer zamanında da muhafaza ederek ortaya çıkan bir çok meseleyi
fetvalarıyla hal yoluna koymuştur.
Übeyy bin Ka’b (r.a.) mescide gelip gidenlerin temiz ve tertipli olmalarını çok isterdi. Aksi durum
vâki olduğunda çok üzülürlerdi. İkinci bir husus olarak da bid’atten çok kaçınırlar, doğruyu açıklamakdan
hiç çekinmezlerdi. Resûlullah (s.a.v.) den ne görmüşlerse aynısını harfi harfine yaparlar, onun gibi ya-
şamaya çok dikkat gösterirlerdi. Peygamber efendimize (s.a.v.) karşı sevgi ve hürmeti de sonsuzdu.
“Hanîn-ül-Ciz (Kuru hurma direğinin ağlaması) mu’cizesinin şahitlerinden ve râvilerinden birisi de
Hz. Übeyy (r.a)’dır. Mescid-i Nebevî’de minber yapılmadan önce Resûlullah orada bulunan kuru bir
hurma direğine yaslanarak, hutbelerini verirlerdi. Minber yapıldıktan sonra, Resûlulluhın (s.a.v.) o direği
terk etmesi üzerine direk, kalabalık bir cemaatin huzurunda inleyerek ağlamıştı, Resûlullah bunun üzerine, “O’nun ağlaması, yanında okunan zikir ve hutbedeki zikr-i ilâhinin ayrılığındandır” buyurmuş-
tur. Sonra Resûlullah direğin yanına gelerek onu kucakladı ve birşeyler konuştu. Hurma ağacı,
Resûlullaha (s.a.v.) “Cennete beni dik ki, benim meyvelerimden Cenâb-ı Hakkın sevgili kulları yesin.
Hem bir mekân ki orada beka bulup, çürümek yoktur.” dedi. Resûlullah (s.a.v.) “Peki öyle yaparım”
dedi ve ilâve etti: “Ebedi âlemi, geçici âleme tercih etti.” Daha sonra direk minberin altına konuldu.
Mescid genişletilmek için minber yıkılacağı sırada Übeyy bin Ka’b (r.a.) direği yanına aldı ve çürüyünceye kadar muhafaza etti.
Bütün hayatını Kur’ân-ı kerîmin hizmetinde geçiren Hz. Übeyy (r.a.) buyurdular ki: “Mü’min dört
vasfından belli olur. Belâ ve musîbete maruz kaldığında sabreder. Nimet ve ikrâma mazhar olduğunda
şükr eder, konuştuğu zaman doğru konuşur. Hükmettiği zaman adalete riâyet eder.”
“Mü’min beş nûr içinde dönüp dolaşır. Cenâb-ı Hakkın “Nur üzerine nur” buyurması buna işarettir.
Onun sözü nur, ilmi nur, girdiği yer nur, çıktığı yer nûr ve kıyâmet günü gideceği yer nurdur.”
Birgün Resûlullah (s.a.v.) mübârek ellerini, Übeyy’in (r.a.) göğsüne koydular ve buyurdular ki: “Yâ
Rabbi! Burayı şekden (şüphe) ve tekzibden (yalanlamaktan) koru.” Hz. Übeyy buyuruyor ki: “O anda
bana öyle bir hal oldu ki gümüş gibi beyaz bir yer gözüme göründü ve ben de oradan Rabbime sanki
nazar ediyorcasına korkudan ter içinde kaldım.”
Kays bin Übâde hazretleri buyuruyor ki: “Ben Resûl-i Ekrem’in Eshâbım görmek için Medine’ye
geldim. Gördüklerim içinde en çok Übeyy bin Ka’b’dan (r.a.) hoşlandım. Her zaman onun yanında olmak
isterdim. Hep ön safta namaz kılardı. Ben de ona yakın yerde bulunurdum. Birgün namazdan sonra bana buyurdu ki: “Sen tüccar mısın?” “Evet” dedim. Bana buyurdular ki: “Tüccarların çoğu helâk olurlar
(Sen onlardan olma). Lakin ben müslüman olan tüccarlara çok acırım.” - 390 -
Übeyy bin Ka’b (r.a.), Enes bin Ali’ye buyuruyor ki: “Sizler iki şeyi yapınız: Birisi hak yoldur ki, O İslâm dinidir. İkincisi de, Resûlullahın (s.a.v.) sünnet-i seniyyesidir. Kim ki bu iki şeye riâyet eder ve onunla
beraber Allahü teâlâyı zikr ederse, O’nun korkusundan gözlerinden yaş gelirse o kimsenin vücuduna
ateş temas etmez. Kim ki İslâm yolunun üzerinde olsa ve sünnet-i seniyyede yaşasa, Allahü teâlâyı çok
zikretse ve O’ndan çok korksa bütün günâhları dökülür. Sonbaharda ağaçların yaprakları sararıp soldu-
ğunda bir rüzgâr vurduğu zaman o gevşemiş bütün yapraklar nasıl dökülürse, O’nun aşkı ve korkusuyla
ağlayıp, bedeni titreyen kimsenin de o yapraklar gibi günâhları dökülür.
Ebû Ali buyuruyor ki, bir şahıs Übeyy bin Ka’b’ın (r.a.) yanına geldi ve dedi ki: “Bana nasîhat et.”
Hz. Übeyy de ona buyurdular ki: “Allahü teâlânın kitabını yani Kur’ân-ı kerîmi kendinize imam yapın;
yine Onu kendinize hâkem yapın. O size yeter. O’nun hükmüne râzı ol. Bu kitap öyle bir kitaptır ki, Resûl-i Ekrem bize bırakmıştır ve sizin üzerinize öyle bir şahittir ki, sizden ve sizden evvel gelenlerden zikretmiştir. Aranızda olan hükmü de açıklamıştır. Sizlere ve sizlerden sonrakilere de çok güzel hâkemdir.”
Ubeyy bin Emir dedi ki, bir sohbette Übeyy bin Ka’b (r.a.) bana buyurdular ki: “Kim ki Allahü
teâlânın rızası için elindekini verirse muhakkak Allahü teâlâ da ondan daha iyisini ona ihsan eder ve
hesapsız şekilde sevab yazar. Kim ki bunun aksini yapar, Allahü teâlâ elindekini de alır ve ona günâh
yazar.
Übeyy bin Ka’b (r.a.) buyurdu ki: “Bir gün Resûl-i ekremden işittim. “Kim dünyâda hayır amel iş-
lerse, ona çok müjdeler vardır. Allahü teâlâ ona âhirette çok ihsanlarda bulunacaktır. Lakin kim
ki, bu dünyâ için çalışırsa ona âhiretten hiçbir nasip yoktur.”
Yine Übeyy hazretleri, Peygamberimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: “Yâ
Rabbi! Bizim hatalarımızı affet. Amden (bilerek) ve sehven (bilmiyerek) yaptığımız bütün kusurlarımızı bağışla, yâ Rabbi, senin verdiğin bereketten bizi mahrum etme. Yâ Rabbi, senin harâm kıldığın şeylerle de beni helâk etme.”
 1) Üsüd-ül-gâbe, cild-1, sh-61
 2) El-Îsâbe cild-1, sh-31
 3) Tezkiret-ül-huffâz, cild-1, sh-16
 4) Tabakât-ul-huffâz sh-5, 6
 5) Hulâsatü tezhibi’l-kemâl sh-21
 2) Şezerât-üz-zeheb cild-1, sh-31
 7) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh-498
 8) Tabakât-ul-Kurrâ İbnil Cezerî cild-1, sh-31
 9) Tabakât-ul-Kurrâ liz-Zehebî cild-1, sh-32
10) El-İber cild-1, sh-23
11) Tabakât u Şiranî sh-44
12) Hilyet-ül-evliyâ cild-1, sh-250
13) Eshâb-ı Kirâm sh-176
ÜMMÜ HÂNÎ (r.anha):
Mekke’nin fethi günü müslüman olan kadın Sahâbîlerden. Ebû Tâlib’in kızı ve Hz. Ali’nin
kızkardeşidir. Annesi Hz. Fâtıma binti Esed, öz adı Fâhite’dir. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak bilinmemektedir. Hz. Ali’den sonra Hz. Muâviye zamanında vefât ettiği rivâyet edilmektedir.
Hz. Ümmü Hâni; mert, cesur ve güzel ahlâklı idi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) sekiz yaşından itibaren amcası Ebû Tâlib’in yanında büyüdüğünden O’nu çok iyi tanır ve öz kızkardeşi gibi severdi. Onun
istek ve arzusunu hiç geri çevirmezdi. Hz. Ümmü Hâni de, Peygamber efendimizi (s.a.v.) aynı şekilde
sever ve ona hürmette kusur etmezdi.
Peygamberimiz (s.a.v.) hicretten bir yıl önce Taif’e gidip, Taif halkına bir ay nasîhat edip, onları
îmân etmeye davet etmişti. Taif halkından hiç kimsenin îmân etmemesi ve işkence yapmaları üzerine
Mekke’ye dönmüştü. Çok üzgün idi ve her taraf düşman dolu idi. Peygamberimiz (s.a.v.) bir gece Mekke’de Ümmü Hânî’nin (r.anha) Ebû Tâlib Mahallesinde bulunan evine geldi. Ümmü Hâni (r.anha), o zaman îmân etmemişti. Kimdir? o dedi. “Amcan oğlu Muhammed’im, kabul edersen, misafir geldim” buyurdu. Ümmü Hânî (r.anha): Senin gibi doğru sözlü, emin, asil, şerefli misafire can fedâ olsun. Yalnız
teşrif edeceğinizi önceden bildirseydiniz birşeyler hazırlardım. Şimdi yedirecek bir şeyim yok dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) yiyecek içecek istemem, hiçbiri gözümde yok. Rabbime ibâdet etmek, yalvarmak için
bir yer bana yetişir, buyurdu.
Ümmü Hâni (r.anha) Resûlullahı içeri alıp, bir hasır, leğen, ibrik verdi. Gelen misafire ikrâm etmek,
onu düşmandan korumak, Araplar için en şerefli vazife sayılırdı. Bir evdeki misafire zarar gelmesi ev
sahibi için büyük yüzkarası olurdu. Ümmü Hânî (r.anha) düşündü; bunun Mekke’de düşmanları çok, - 391 -
hatta öldürmek isteyenler var, şerefim için, sabaha kadar onu gözeteyim dedi. Babasının kılıcını alıp,
evin etrafında dolaşmaya başladı.
Resûlullah (s.a.v.) o gün çok incinmişti. Abdest alıp yalvarmaya, af dilemeğe, kulların imâna gelmesi, se’âdete kavuşmaları için duâya başladı. Çok yorgun ve üzüntülü idi. Hasır üzerinde uzanıp uyuyuverdi. O anda Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâmı gönderip Habîbini davet etti. Resûlullahın (s.a.v.)
mi’râcı bu gece oldu. (Bkz. Muhammed aleyhisselâm).
Ümmü Hânî, kocam Hübeyre bin Ebî Vehbin müşrik olması sebebiyle hicret sırasında îmân etmemiş olarak Mekke’de kalmıştı. Durum Mekke’nin fethine kadar devam etti. Mekke’nin feth edildiği gün
kocası Hübeyre, müslümanların her tarafı kuşattığını görünce, korkusundan gizlice, şair arkadaşı Abdullah bin Zibara ile birlikte Mercan’a kaçtılar ve orada bir kaleye sığındılar. Bu durumu gören Ümmü Hânî
(r.anha), İslâm dinini kabul ederek Kureyş kadınlarından on kişilik bir grupla Peygamberimizin (s.a.v.)
yanına gelip müslüman oldu. Peygamberimiz (s.a.v.) daha sonra Hz. Ümmü Hâni’nin evinde abdest alıp
sekiz rek’at (kuşluk) namazı kıldı. Su ile ekmek ıslatıp, tuz ve sirke de koyarak yedi. Daha sonra Peygamberimiz (s.a.v.): Ey Ümmü Hânî, sirke ne iyi yemektir. Sirke bulunan ev fakîr olmaz!” diye iltifatta bulundu.
Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Ümmü Hânî (r.anha) îmân edip, müslüman olduktan sonra, ona çok iltifatta bulunurdu. Fırsatını buldukça Onun ziyâretine giderdi. Hz. Ümmü Hâni (r.anha) çok ibâdet eder,
nafile oruç tutmayı çok severdi. Ümmü Hânî (r.anha) yine nafile oruca niyetli olduğu bir gün, Peygamberimiz (s.a.v.) O’nu ziyârete gitti. Her zamanki olduğu gibi Ümmü Hânî (r.anha), Peygamberimize (s.a.v.)
kâse ile şerbet ikrâm etti. Peygamberimiz (s.a.v.) içtikten sonra duâ ederek, içinde az bir şerbet bulunan
kaseyi geri vererek içiniz buyurdular. Hz. Ümmü Hânî nafile oruca niyetli olduğu halde Peygamberimizi
(s.a.v.) sevdikleri ve ona çok hürmet ettikleri için dayanamayıp, kâsedeki şerbeti içtiler. Daha sonra
Peygamberimiz (s.a.v.) durumu öğrenip, kendilerine orucu neden bozduğunun sebebini sordular Hz.
Ümmü Hâni, “Yâ Resûlallah size karşı olan sevgimden, hürmetimden dolayı artığınızı içtim ve emrinizi
geri çeviremedim” dedi.
Hz. Ümmü Hânî’nin; Peygamberimiz’den (s.a.v.) çok az hadîs-i şerîf naklettiği rivâyet edilir. Kendisinden de oğlu Cünd, Yahyâ, Ebû Mürre, Ebû Sâlih, Buhârî ve Müslim hadîs naklinde bulunmuşlardır.
 1) El-Îsâbe cild-2, sh-978
 2) Üsüd-ül-gâbe cild-6, sh-624
 3) Müsned cild-6, sh-340, 423
 4) Tam İlmihâl Seadet-i Ebediyye sh-1079
ÜMMÜ HIRAM (r.anha):
Hala sultan ola rak tanınan kadın Sahâbîlerden. Ümmü Hıram künyesi olup, ismi bilinmemektedir.
Babası Milhân bin Hâlid, annesi Mülkiyye binti Mâlik’tir. Hazrec kabilesinin Benî Neccâr koluna
mensûbtur. Nesebi; Ümmü Hıram binti Milhân bin Hâlid bin Zeyd bin Hıram bin Cendeb bin Amr bin
Ganem bir Adiyy bin Neccâr’dır. Bi’setten önce Medine’de doğup, 28 (m. 647) senesinde Kıbrıs’da şehîd
oldu.
Ensâr-ı kirâmın büyüklerinden Enes bin Mâlik’in (r.a.) teyzesidir. Resûlullah’ın (s.a.v.) da teyzeleri
tarafından akrabası olup, süt teyzesidir. Cahiliye devrinde Amr bin Kays ile evlendi. İmân ile şereflenip,
müslüman oldu. Kocası îmân etmeyince, ayrıldılar. Ondan Kays ve Abdullah adında iki oğlu oldu.
Eshâb-ı kirâm ve Ensâr’ın büyüklerinden Ubâde bin Sâmit (r.a.) ile evlendi. Bundan da Muhammed adında bir oğlu oldu. Medine-i Münevvere’deki evini Resûlullah (s.a.v.) ziyâret ederdi. Resûlullah’a
(s.a.v.) çok ikrâmda bulunup, hizmet etmekle şereflenirdi. Yine Resûlullah (s.a.v.) ziyâreti esnasında
evinde uyumuştu. Gülerek uyandı. “Yâ Resûlallah! Niçin güldünüz?” diye sordu. Hz. Resûlullah da “Yâ
Ümmü, Hıram! Ümmetimden bir kısmını gemilere binip, kâfirlerle gazaya giderler gördüm” buyurdu. Ümmü Hıram, “Yâ Resûlallah! Duâ et, ben de onlardan olayım!” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) de
arzusunu geri çevirmeyip, kabul etti: “Yâ Rabbi! Bunu da onlardan eyle” diye duâ buyurdu. Resûlullah
(s.a.v.) tekrar uyuyup, yine gülümsiyerek uyandı. Tekrar gülme sebebini sorunca; “Bu defa da ümmetimden bir kısmının padişahların tahtlarına kuruldukları gibi debdebeli bir kalabalık halinde gazaya gittiklerini gördüm.” Ümmü Hıram (r.anha) bu sefer de; “Yâ Resûlallah! Duâ et, ben de bir gâzi olarak onların arasında bulunayım” deyince Peygamberimiz (s.a.v.) “Hayır, sen öncekilerdensin” buyurdu. Böylece O’nun deniz seferinde bulunacağını önceden haber vermiş oldu. Resûlullah’ın (s.a.v.) vefâ-
tından sonra kocası Ubâde bin Sâmit (r.a.) Şam’a gönderilen ilmî heyet içinde olduğundan Humus’a
yerleştiler.
Halife Hz. Osman’ın izniyle, Hz. Mu’âviye, Kıbrıs Adası’ndaki insanların da se’âdete kavuşmaları,
Cehennem’den kurtulmaları için 28 (m. 647) senesinde bir deniz seferi düzenledi. Bu sefer
müslümanların ilk deniz savaşıydı. Bu sefere gönüllü seçilen kimseler arasında Eshâb-ı kirâmın ileri - 392 -
gelenleri de katıldı. Bunlar Hz. Ebû Zer, Hz. Ebû’d Derdâ, Hz. Ubâde bin Sâmit (r.anhüm) ve hanımı
Ümmü Hıram (r.anha) idi. Hz. Mu’âviye, bu orduya Hz. Abdullah İbn-i Kays’ı kumandan tayin etti. Deniz
yoluyla yolculuk başladı. Hz. Ümmü Hıram, seksenaltı yaşında olmasına rağmen bu zahmetli yolculuğa
katlanıyor, oradaki insanlara İslâmiyeti bildireceklerini, onların da kurtuluşa, se’âdete kavuşacaklarını
düşenerek, teselli buluyordu. Bu uğurda şehîd olmak en büyük arzusuydu. Çünkü şehîdler hakkında
Peygamber efendimiz:
“Şehîdleri yıkamayınız. Çünkü kıyâmet gününde her yere misk ü anber gibi koku saçacaklardır.” “Şehîdin kul borcundan başka bütün günahlarını Allahü teâlâ afv eder..”
“Kanının ilk damlasıyla şehîdin bütün günahları bağışlanır.”
“Şehîd Cennette makamını görür.”
“Kabir azabından kurtulması için kendisine imdad ve yardım olunur.”
“Şehîdin başına, dünyâdan ve dünyâdakilerden daha hayırlı ve değerli olan Yakuttan Vakar
Tacı konur.”
“Şehîd, yakınlarından yetmiş kişiye şefâat eder.”
“Şehîdler Cennetteki nimetleri görünce: Keşke, Allahın bize neler ikrâm ettiğini, kardeşlerimiz de bilselerdi de cihaddan çekinmeseler, çarpışmaktan korkup düşmandan yüz çevirmeselerdi, derler.” buyurmuşlardı.
Bu müjdelerin yanında bir kaç günlük zahmetin hiç kıymeti olmadığını, en iyi Peygamberimizin
(s.a.v.) arkadaşları biliyordu. Çektikleri eziyet ve sıkıntılar bunu çok güzel anlatıyordu. Ümmü Hıramda
(r.anha) bu arzu ve istekle yaşının çok ileri olmasına rağmen ordunun içindeydi.
Mısır’dan gelen İslâm askerleri de kendileriyle birleşince Kıbrıs Rumlarına: Müslüman olmalarını,
yoksa cizye vermelerini, bunu da kabul etmezlerse savaş yapacaklarını bildirdiler. Kıbrıslılar teslim olmayacaklarını bildirince şiddetli çarpışma oldu. Kıbrıs Rum donanması İstanbul’a kaçtı.
Hz. Ümmü Hıram, çok yaşlı olmasına rağmen, yerinde duramıyor, bir an önce neticeye varmak
istiyordu. Genç askerler, Hz. Ümmü Hırâm’ın bu haline şaşıyorlar, ona bakarak gayrete geliyorlardı.
Rumların donanması kaçınca savaş sahilde devam etmeye başladı. İslâm askeri bir çıkarma hareketiyle
iç kısımlara daldılar. Askerlerle çıkarmaya katılan Hz. Ümmü Hıram, Larnaka yakınlarında atının ayağı-
nın sürçmesiyle düşerek çok özlediği şehîdliğe kavuştu. İslâm askerlerinin karşısında tutunamayan
Rumlar emân dilediler. Barış teklif edip, cizye vermeyi kabul ettiler. Hz. Ümmü Hırâm’ın kabri Kıbrıs’da
Larnaka şehrinin Tuz Gölü kıyısındadır. Osmanlılar Kıbrıs Adası’ın 978 (m. 1570) senesinde feth edince
kabrini imâr ettiler. Hala Sultan deyip, kabri üzerine türbe, yanına tekke ve câmi yapardılar.
Ümmü Hıram (r.anha), âlemlere rahmet olarak yaratılan, iki cihan Sultanı Hz. Muhammed’in akrabası, Eshâb-ı kirâm ve Ensâr’dan mücâhide ve şehîd oıması gibi pekçok üstünlükler sahibidir. Fazîlet ve
kemâli çoktur. Resûlullah’a (s.a.v.) hizmet edip, hürmet gördü. Müslümanlar O’na daima hürmet edip,
duâsını alırlardı. Kabrinden dahi yüzyıllardır feyz ve berekât saçmaktadır. Kabri devamlı ziyâret edilir.
Kurak zamanlarda müslümanlar O’nu araya koyarak Allahü teâlâdan yağmur isteğinde bulunurlar. Türkler O’na Hala Sultan deyip çok hürmet eder. Osmanlılar zamanında ve sonrasında gemiler Hala Sultan
Türbesi istikâmetinde geçerken, toplarını çevirirler ve mübârek makamı ziyâret maksadı ile selâmlarlardı. Ümmü Hıram (r.anha) cihad hakkında hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden Enes bin Mâlik, Ubâde
bin Sâmit, Amr bin Esved, Ata Yesâr, Ya’lâ bin Şeddâd bin Evs (r.anhüm) hadîs-i şerîf rivâyet ettiler.
 1) El-Îsâbe, cild-4, sh-441
 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-8, sh-434
 3) Üsüd-ül-gâbe cild-5, sh-575
 4) Umdet-ül-Kâri cild-6, sh-616
 5) Eshâb-ı Kirâm sh-402
 6) El-İstiâb cild-4, sh-443
ÜMMÜ RÛMÂN (r.anha):
Kadın Sahâbîlerden olup, Resûlullah’ın (s.a.v.) kayınvalidesi. İsmi Zeyneb, künyesi Ümmü Rûmân
olup, bununla meşhûrdur. Nesebi; Ümmü Rûmân Zeyneb binti Âmir Kinâniyye-i Firâsiyye’dir. Kinâne
kabilesinin Benî Firâs koluna mensûbtur. Yemen’lidir. Bi’setten önce doğup, hicretin onaltıncı yılında
Hudeybiye musâlahasından sonra Medine-i Münevvere’de vefât etti.
Hz. Ebû Bekir’den önce Yemen’de Abdullah bin el-Haris-i Ezdî ile nikâhlandı. Bisetten önce Yemen’in Serat şehrinde Mekke’ye göç ettiler. Kocası müşrik olarak vefât etti. Bundan Tufeyl adında bir
oğlu oldu. Bundan sonra Hz. Ebû Bekir ile evlendi. Bu evlilikten Hz. Âişe-i Sıddîka ve Abdurrahman adında iki çocuğu oldu. İslâm dîni tebliğ edilmeye başlayınca, kocası Hz. Ebû Bekir ile beraber müslüman - 393 -
oldu. Kızı Âişe (r.anha), Resûlullah (s.a.v.) ile nişanlandı. Hicret-i Nebevî’den sonra Medine-i Münevvere’ye hicret ettiler. Kızı Âişe (r.anha) burada Resûlullah (s.a.v.) ile evlendi. Peygamber efendimizin
(s.a.v.) kayınvalidesi olmakla şereflendi. Hicretin dokuzuncu (m. 630) senesinde Medine-i Münevvere’de
vefât etti. Resûlullah (s.a.v.) cenâze namazını kıldırıp, defninde bulundu. Kabre bizzat Resûlullah
(s.a.v.) indirdi. Ümmü Rûmân’ın fazîletleri çoktur Peygamber efendimiz (s.a.v.) O’nu Cennetle müjdelemiş ve buyurmuştur ki: “Her kimi, Cennet hurilerinden birine bakmak sevindirirse, Ümmü Rûmân’a
baksın” buyurdu. Yine hakkında mağfiret diledikten sonra; “İlâhi! Ümmü Rûmân’ın Sen’in yolunda ve
Resûlünün uğrunda çektiği sıkıntılar San’a hafi (gizli) değildir.” buyurdu.
Ümmü Rûmân (r.anha), Resûlullah’ı (s.a.v.) çok severdi. Kızı Âişe’nin, Resûlullah’a (s.a.v.) gelin
olmasına pek taraftar olup, gerçekleşmesine de çok memnun oldu. İslâmiyyet’in ilk günlerindeki müşriklerin zulüm ve işkencesinde Ebû Bekr-i Sıddîk’in (r.a.) büyük destekçilerindendi. Çok iyilik ve ikrâm severdi. Hadîs-i şerîf ile övüldü.
 1) El-Îsâbe cild-4, sh-451
 2) El-İstiâb cild-4, sh-448
 3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-8, sh-276
 4) Metâli-un-nücûm cild-2, sh-329
 5) Eshâb-ı Kirâm sh-310
ÜMMÜ SÜLEYM (Rumeysâ) (r.anha):
Hanım Sahâbîlerin meşhûrlarından. Peygamber efendimize on yıl devamlı hizmet etmekle şereflenen Enes bin Mâlik’in (r.a.) annesi ve Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından Hz. Ebû Talha’nın hanımıdır.
Esas adının Sehle, Rümeysâ, Gumeyrâ, Rumeyle, Uneyfe veya Rumeyse isimlerinden birinin olduğu
bildirilmektedir. Ümmü Süleym künyesi ile meşhûr olmuştur. Medine’deki Hazrec kabilesinin
Necranoğullarından Milhan bin Hâlid’in kızıdır. Annesinin adı, Melike binti Mâlik’tir. Peygamberimizin
uğrunda şehîd olan meşhûr Sahâbî Haram bin Milhan (r.a.) Onun erkek kardeşi ve Kıbrıs Adası’nın fethi
sırasında şehîd olan Ümmü Hıram da kızkardeşiydi. Hz. Ümmü Süleym’in Medine’de kaç târihinde doğ-
duğu ve kaç yaşında vefât ettiği kesin olarak bilinememektedir.
Müslüman olmadan önce, kendi kabilesinden Mâlik bin Nadr ile evlenmiş ve O’ndan Enes isminde
bir oğlu olmuştur. Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından Enes bin Mâlik (r.a.) bu zâttır. Ümmü Süleym
(r.anha), Medine’de İslâmiyet yayılmaya başladığı zaman ilk olarak imâna gelenlerdendir. Fakat kocası
Mâlik müslüman olmamıştı.
Ümmü Süleym, müslümanlığı kabul edip, Peygamberimize (s.a.v.) bîat ettiği sırada kocası Mâlik
yanında yoktu. Eve gelip, hanımının müslüman olduğunu öğrenince ona: “Sen dininden çıktın mı? Sapıttın mı?” dedi. Ümmü Süleym: “Hayır, ben dinden çıkmadım ve sapıtmadım. Fakat şu şehrimize gelen
zâta (Muhammed aleyhisselâma) îmân ettim” diye cevap verdi ve oğlu Enes’e de İslâm dinini telkin etmeye başladı. Yaşı küçük olan oğluna Kelime-i şehâdeti öğretiyor, Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığı-
na ve Muhammed aleyhisselâmın da O’nun Peygamberi olduğuna inanmasını telkin ediyordu. Kocası
Mâlik, bunu görünce kızarak: “Benim çocuğumu dinsiz yapıyor, onu bozuyorsun. Vazgeç bundan!” dedi.
O da: “Ben Onu bozmuyorum” dedi. Mâlik, Ümmü Süleym’in (r.anha) dîninden vazgeçmediğini anlayınca, kendisine darılıp Şam tarafına doğru çekip gitti. Yolda bir düşmanı ile karşılaşıp öldürüldü. Böylece
Ümmü Süleym (r.anha) dul kalmış oldu. Kocası Mâlik’ten çok iyilik görmüştü. Oğlu Enes’i büyütüp, bulûğ
çağına girip, meclislerde söz sahibi oluncaya kadar kimseyle evlenmeyeceğine dair kendi kendine söz
verdi. Bir süre dul kaldı.
Hz. Ümmü Süleym’in kocası ölünce, Medine’de kabilesinin reisi olup, okçuluğu ile meşhûr olan
Ebû Talha, kendisi ile evlenmek için teklifte bulundu. Ebû Talha zengin ve hatırı sayılır bir kimse olmakla
beraber henüz müslüman değildi. O da, kabilesi gibi putlara tapıyordu. Bu yüzden, Hz. Ümmü Süleym,
Ona cevap olarak: “Ben, seni istememezlik etmem. Senin gibisi red olunmaz. Fakat sen müşriksin. Ben
ise müslümanım, elhamdülillah! Ey Ebû Talha! Sen, bilmez misin ki, bu putların sana bir faydası ve zararı yoktur. Sana zararı ve faydası olmayan bir taşa tapmayı nasıl uygun görürsün? Senin, ilah diye taptığın bu ağaçlar, yerden biter, sonra onu bir marangoz yontar. Bu halde sen, bir tahta parçasına tapmaktan utanmıyor musun?” dedi. Hz. Ümmü Süleym’in bu sözü, Ebû Talha’nın kalbine te’sîr etti. Hz. Ümmü
Süleym: “Eğer müslüman olup, Allahtan başka ilâh olmadığına ve Muhammed aleyhisselâmın da Onun
kulu ve Peygamberi olduğuna şehâdet etsen de seninle evlensem olmaz mı? Bunun için bir mehir (kar-
şılık, bedel) de istemiyorum” deyince, Ebû Talha, ondan mühlet istedi, düşünüp karar vermek için yanından ayrıldı. İslâmiyetin gerçek bir din olduğunu ve putlara tapınmanın manasızlığını kavrıyarak
müslüman olmaya karar verdi. Kısa bir zaman sonra geldi ve “Bana yaptığın teklifi kabul ettim. Allahtan
başka ilâh bulunmadığına ve Hz. Muhammed’in de (s.a.v.) Onun Peygamberi olduğuna şehâdet ederim”
dedi. Hz. Ümmü Süleym kendisinin telkini ile müslüman olan Ebû Talha (r.a.) ile evlenmeyi kabul ede-- 394 -
rek, yanında bulunan ve bulûğ çağına giren oğluna: “Kalk, ey Enes! Ebû Talha’yı benimle evlendirmek
için gereğini yap!” dedi. Böylece Hz. Ümmü Süleym ile Hz. Ebû Talha nikâhlandılar.
Hz. Ebû Talha ile olan bu evliliklerinden Ebû Umeyr adında bir erkek çocukları oldu. Babası buna
çok sevinmişti. Bu çocuğun, kafeste bir serçe kuşu vardı. Serçenin ölmesi üzerine Peygamber efendimiz
(s.a.v.) çocuğa: “Ey Ebû Umeyr serçe ne oldu?” diye lâtife etmiştir. Hz. Ümmü Süleym’in, oğlu ağır
hastalanıp babası Ebû Talha’nın evde bulunmadığı bir sırada ölmüştü. Ümmü Süleym, Onu yıkayıp kefenledi ve evin bir köşesine koydu. Buhurlayıp üzerini örttü. Ev halkına da: “Ebû Talha’ya oğlunun öldü-
ğünü, ben söylemedikçe, hiç biriniz söylemeyiniz!” diye tenbih etti. Akşam olunca, Ebû Talha (r.a.) eve
geldi. “Çocuk nasıldır?” diye sordu. Ümmü Süleym (r.anha) da: “Çocuğun ızdırabı dindi. Rahatlaştığını
sanıyorum!” dedi. Hz. Ebû Talha, Onun sözünden, çocuğun gerçekten iyileştiğini sandı. Ümmü Süleym
(r.anha) akşam yemeğini hazırladı. Kocası oruçluydu. Ona yemeğini yedirdi, içirdi. O güne kadar hiç
yapmadığı şekilde özenerek süslendi. Ona karşı neşeli görünmeye çalıştı. Sonra yattılar. Gecenin sonuna doğru Ebû Talha (r.a.) mescide çıkmak isteyince, Hz. Ümmü Süleym! “Ey Ebû Talha! Şu komşumuzun yaptığına baksana” dedi. O da: “Ne oldu?” diye sorunca: “Benden emanet bir şey aldılar. Onu
geri aldım diye ağlamaya başladılar” dedi. Hz. Ebû Talha: “Hiç öyle şey olur mu?” deyince, hanımı: “İşte,
Allahü teâlâ bize verdiği emanetini geri aldı” diyerek çocuğun öldüğünü kendisine bildirdi. O da bunun
üzerine “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” dedi. Sonra sabah namazını kılmak için mescide gitti. Namazdan sonra çocuğunun öldüğünü ve hanımı ile arasında geçen durumu Resûlullah (s.a.v.) efendimize
haber verince her ikisi için de: “Cenâb-ı Hak, bu gecenizi hakkınızda mübârek eylesin!” diye duâ etti.
O gece, Ümmü Süleym (r.anha) oğlu Abdullah’a hamile kalmıştı. Bu çocuk, Ümmü Süleym’in,
Resûlullah (s.a.v.) ile beraber katıldığı bir harpte dünyâya gelmiş, Peygamberimiz (s.a.v.) ona Abdullah
ismini koyup, hakkında hayır duâ etmişti. Bu duânın bereketiyle Abdullah bin Talha’nın yedi veya dokuz
oğlu olmuştu ki, hepsi de Kur’ân-ı kerîmi ezberleyip, hafız olmuşlardı. Eshâb-ı kirâmın hanımlarından
Ümmü Atiyye (r.anha) diyor ki: “Resûlullah (s.a.v.) biz kadınlardan müslüman olduğumuzda, ölüye ağlayıp feryat figan etmeyeceğimize de söz almıştı. Beş kadından başka kimse bu sözünde duramadı.
Resûlullah’a (s.a.v.) verdiği sözü aynen yerine getirenlerden biri de Ümmü Süleym’dir.”
Ümmü Süleym (r.anhâ) dinine son derece bağlı ve sabırlı bir kadındı. Resûlullahı (s.a.v.) çok severdi. Evinde pişirdiği yemekten, mutlaka ona ayırırdı. Daha Resûlullah efendimiz, Medine’ye yeni hicret
etmişlerdi. O sırada Hz. Ebâ Eyyûb el-Ensârî’nin evinde, kalıyordu. Bir hizmetçisi de yoktu. Müslümanlardan her biri, gücü yettiği miktarda, Resûlullah’a (s.a.v.) hediyeler takdim etmişlerdi. Ümmü Süleym de
(r.anhâ); o sırada elinde hediye edecek bir şey bulunmadığı için henüz 12 yaşlarında olan oğlu Enes’i
(r.a.) Ebû Talha ile beraber elinden tutarak, Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna getirdi ve: “Yâ Resûlallah!
Enes, terbiyeli bir çocuktur, zekîdir. Müsaade ederseniz, size hizmet etsin! Haddim olmayarak size hediye ettim. Benim oğlum ve Sizin de hizmetkârınızdır” dedi. Hz. Enes bin Mâlik buyurdu ki: “Peygamberimiz Medine’ye gelişlerinden vefâtlarına kadar, hazarda ve seferde kendilerine hizmet ettim. Yaptığım
herhangi bir işten dolayı bana: (Bunu neden böyle yapmadın? veya yapmadığım bir iş için de, bunu
böyle yapmasaydın!) demedi.” Hatta bir gün Enes bin Mâlik’i (r.a.), Resûlullah efendimiz bir yere
gönderdiğinde eve geç gelmişti. Annesi Ümmü Süleym (r.anha) “Eve niçin geç geldin?” dedi. Hz. Enes
de: “Peygamberimiz (s.a.v.) beni bir işe gönderdi” dedi. Annesi, “Nedir o iş?” deyince: “O, aramızda gizli
sırdır” diye cevap verdi. Bunun üzerine annesi: “Resûlullahın (s.a.v.) sırrını iyi muhafaza et!” dedi.
Hz. Ümmü Süleym, Eshâb-ı kirâmın diğer hanımları gibi harplerin çoğuna iştirak edip, icabında
bizzat dövfişmüştür. Bu harplerin her birinde önemli hizmetler görmüştür. Uhud harbine katılıp, müşrik
ordusuyla harb eden askerlere hizmet etti. Kocası Hz. Ebû Talha, iyi bir okçu ve cesur bir asker oldu-
ğundan hep Resûlullah’ı (s.a.v.) korumakla meşguldü. Oğlu Enes (r.a.), yaşı küçük olduğu halde, bu
harbe o da gelmişti. Su tulumlarını doldurup annesi Ümmü Süleym’e (r.anha) ve Hz. Âişe’ye veriyordu.
Bu harbin en şiddetli bir zamanıydı. Bir ara askerler arasında panik baş göstermiş, Resûlullahın (s.a.v.)
yanından ayrılmışlardı. Resûlullah efendimiz, yanındaki 12 kişi ile hiç yerinden ayrılmamış, sebat
göstermişti. Bu çok tehlikeli harp gününde, Hz. Âişe ile Hz. Ümmü Süleym, asker arasında, durmadan
arkalarında kırbalarla su taşıyorlar ve yaralıların ağzına su veriyorlardı. Bu kapları (kırbaları) boşalınca
son derece bir çeviklikle geri dönüp gelerek kırbaları dolduruyorlar, sonra yine acele edip yaralılara su
veriyorlar, onların yaralarını sarıyorlardı.
Hendek harbinde ise, bütün çocuklarla birlikte kale gibi bir evde mahfuz kalmışlardı. Harbe katılamamıştı. Hicretin yedinci (m. 629) senesinde Hayber savaşında, Resûlullahın (s.a.v.) maiyetinde
bulunuyordu. Fetihten sonra esirler arasındaki Hz. Safîyye, Peygamberimizin (s.a.v.) hanımı olmak
şerefine kavuşmuştu. O zaman, gelin oluncaya kadar Hz. Safiyye’yi, Ümmü Süleym’e (r.anha) evine ve
emrine tevdi buyurdular. Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte Mekke’nin fethinde de bulunmuştur. Bunun
arkasından Hz. Ümmü Süleym (r.anha), Huneyn savaşına da bizzat iştirak etmiştir. Bu sırada oğlu
Abdullah’a hamileydi. Buna rağmen eline bir hançer geçirmiş hazır vaziyette bekliyordu. Bu harp
esnasında kocası Hz. Ebû Talha, tebessüm ederek, Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına geldi ve “Yâ
Resûlallah! Ümmü Süleym’in (r.anha) hançerini gördün mü?” diye sordu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Ümmü - 395 -
(r.anha) hançerini gördün mü?” diye sordu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Ümmü Süleym’e (r.anha) dönerek:
“Ey Ümmü Süleym! Bu hançer ile ne yapacaksın?” buyurunca, o da dedi ki: “Ben bunu, bu günler için
hazırlamıştım. Hele müşriklerden birisi bir kerre yanıma yaklaşsın!.. Bununla karnını deşerim.” Harp
meydanında en cesaretli kahraman mücâhidlerden bile öne geçerdi. Huneyn harbinde, bir ara
müslüman saflarında bir dağılma baş gösterdiği sırada, Ümmü Süleym (r.anha) hançerini çekip, sebat
göstermiş, arslanlar gibi düşmana saldırmıştı.
Eli hançerli Ümmü Süleym (r.anha.), Resûlullaha (s.a.v.) gelerek, “Eğer, izin verirseniz, paniğe
uğrayıp, senin yanından ayrılanları da öldüreyim!” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.), ona cevabında: “Ey
Ümmü Süleym! Allahü teâlâ bize yetişti ve zafer ihsan etti” buyurdu.
Hz. Ümmü Süleym’in fazîletleri çoktur. Peygamberimize ve Onun hanımlarına çok hizmet etmiştir.
Peygamberimiz, Onun hakkında buyurdu ki: “Rüyamda Cennete girdim. Bir de baktım ki, Ebû Talha’nın
hanımı Rumeysâ (Ümmü Süleym) de oradaydı.” O, Resûlullahı çok sevdiği gibi, Resûlullah (s.a.v.) da
Onu ve bütün ailesini severdi. Hanımlarından başka kimsenin evine gidip istirahat etmediği halde, Hz.
Ümmü Süleym’in evine giderdi. Orada âdetleri üzere kaylûle yaparlar, öğleden evvel biraz uyurlardı.
Namaz vakti gelince, hasırdan seccadeleri serip, Onun çocukları ile beraber namaz kılardı.
Hz. Ümmü Süleym’in oğlu Enes bin Mâlik (r.a.) şöyle anlatıyor: Resûlullah (s.a.v.) Medine’ye
geldiği zaman ben küçüktüm. Annem Hz. Ebû Talha ile evlenmişti. Ebû Talha çok fakîr kalmıştı. Çünkü
malının tamamını Resûlullaha (s.a.v.) hediye etmiş, O da fakîrlere sadaka olarak dağıtmasını istemişti.
Bir iki gün hiç yemek yemeden geçirdiğimiz zamanlar olurdu. Bir gün annemin eline biraz arpa geçmişti.
Onu un yaptı ve iki ekmek pişirdi. Komşudan azıcık süt istedi. Ebû Talha’yı da çağır, beraber yiyelim
dedi. Ben de sevinerek çıktım. Resûlullah (s.a.v.) Eshâb-ı kirâm ile oturuyorlardı. Yâ Resûlallah annem
sizi çağırıyor dedim. Kalktılar, Eshâb-ı kirâma da kalkınız buyurdular. Eve yaklaştık. Ebû Talha’ya (r.a.):
“Hiç bir şey hazırladın mı ki, bizi davet ediyorsun?” buyurdular. “Yâ Resûlallah, dünden beri bir şey
yememişim, evde bir şey olacağını zannetmiyorum”, dedi. “Peki, Ümmü Süleym bizi niçin davet etti, eve
bir bak!” buyurdular. Ebû Talha içeri girdi. Ümmü Süleym (r.anha.), iki arpa ekmeği pişirdim, komşudan
da biraz süt istedim. Enes’i seni çağırması için gönderdim, dedi. Ebû Talha dışarı çıkıp Ümmü Süleym’in
(r.anha) dediklerini söyledi. Peygamberimiz (s.a.v.) “Zararı yok, içeri girelim” buyurdular. Kendileri, Ebû
Talha ve ben içeri girdik. “Ekmekleri getirin” buyurdular. Mübârek ellerini ekmeklerin üzerine koydular,
parmaklarını açtılar ve on kişi çağırın buyurdular. Çağırdım, “Oturunuz, bismillah deyip, parmaklarımın
arasından yiyiniz!” buyurdular. Bu on kişi, bu şekilde yeyip doydular. “On kişi daha çağırın” buyurdular.
Çağırdım. Onlar da aynı şekilde doydular. Böylece Eshâb-ı kirâm’dan yetmişüç kişi yeyip doydular. Sonra üçümüz yedik, doyduk. Sonra ekmekleri annem Ümmü Süleym’e (r.anha) verdiler. “Al, ye ve kime
istersen yedir” buyurdular.
Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, çok kerre Hz. Ümmü Süleym’in (r.anha) evine teşrif eder ve orada istirahat ederlerdi. Bir gün, istirahat için uyudukları bir sırada, mübârek alınları terlemişti. Ümmü Süleym
(r.anha) mübârek alınlarının terini silmeye başladıkları zaman uyandılar ve Ona sordular: “Yâ Ümmü
Süleym! Ne yapıyorsun?” Cevabında: “Yâ Resûlallah, bereket için alnınızın terini mendille alıyorum,
bunu saklıyacağım” Hz. Ümmü Süleym (r.anha), Resûlullahın mübârek terini, böyle mendil ile toplar ve
bunu bir şişe içinde saklardı.
Yine bir ara Resûl-i Ekrem efendimiz, Hz. Ümmü Süleym’in (r.anha) evinde bir su tulumunun ağ-
zından su içmişlerdi. Ümmü Süleym (r.anha) bu tuluma, Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek ağızları dokundu diye bereketlenmek için sakladı ve bir daha kullanmadı.
Hz. Ümmü Süleym’in Resûlullah’a (s.a.v.) sevgisi, saygısı ve hizmeti çoktu. Resûlullah efendimiz
(s.a.v.) de Ümmü Süleym’e (r.anha) iltifat gösterirlerdi. Ona çok duâ etmişlerdi. Kendisine, ailesine ve
çocuklarına hayır ve bereket istemişlerdi. Nitekim Ümmü Süleym (r.anha.), Resûlullah’a (s.a.v.) hizmet
etmesi için oğlu Enes bin Mâlik’i götürüp teslim ettiklerinde, Ona duâ etmelerini istedi. Peygamberimiz
de (s.a.v.) Hz. Enes hakkında, ömrünün uzun ve hayırlı olması, mal ve evladının çok olması ve sahip
olduğu her şeyin feyizli ve bereketli olması için duâ etmişti. Resûlullahın (s.a.v.) duâsı bereketiyle Enes
bin Mâlik (r.a.), 103 yaşına kadar yaşayarak, 80 evlâdı, bunlardan; 78’i erkek, yalnızca ikisi kız olmuştur.
Malı da sayılamıyacak kadar çoktu. Hz. Ömer’in halifeliğinde halka fıkıh ilmi öğretmek için Basra’ya gidip
91 (m. 710) târihinde orada vefât etti.
Hz. Ümmü Süleym’in erkek kardeşi Haram bin Milhan ve kız kardeşi Ümmü Hiram da,
Resûlullahın (s.a.v.) iltifatına mazhar olmuştur. Hz. Ümmü Süleym’in evine sık sık gitmesi Resûlullaha
sorulduğunda, buyurdu ki: “Ben, Ümmü Süleym’e acıyorum. Çünkü O’nun erkek kardeşi (Haram bin
Milhan) bana yardım ederken şehîd olmuştur.” Ümmü Süleym’in (r.anha) kızkardeşi Ümmü Hirâm’ın
(r.anha) evi de Resûlullahın (s.a.v.) ziyâret ederek şereflendirdiği yerlerdendi. Bazen kaylûle için oraya
gider, uyurlardı. Bir gün uykudan kalktıklarında tebessüm ederek Ümmü Hirâm’a buyurdular ki: “Ümmetimden bir kısmını gemilere binip, kâfirlerle gazaya giderler gördüm.” Ümmü Hirâm (r.anha) bu - 396 -
müjdeyi duyunca, “Yâ Resûlallah! Duâ et, ben de onlardan olayım” dedi. “Yâ Rabbi! Bunu da, onlardan eyle!” buyurdu. Hz. Mu’âviye (r.a.) zamanında Ümmü Hirâm (r.anha) kocası ile gemilere binip Kıbrıs’a cihad etmeye gitti. Orada attan düşüp şehîd oldu (Bkz. Ümmü Hirâm (r.anha).
Bir ara Resûlullah (s.a.v.) hac için Mekke’ye gidiyorlardı. Ümmü Süleym’e buyurdular ki: “Ey
Ümmü Süleym! Bu sene bizimle hacca gelir misiniz?” O da: “Yâ Resûlallah! Kocamın iki bineceği
vardı. Bunlardan birini kendisi, birini de oğlu için alıp, hacca gidiyor. Bana bir binecek kalmadı” dedi.
Bunun üzerine Resûlullah efendimiz (s.a.v.), Ümmü Süleym’i (r.anha) mübârek hanımlarının develerine
bindirip hacca götürdüler. Yolda kadınların develeri, arkadan geliyordu. Bunların hizmetinde de,
Resûlullahın (s.a.v.) kölesi Enceşe (r.a.) vardı. Hz. Enceşe develeri yürütmek için nağmeli sözler söylü-
yordu. Resûlullah (s.a.v.) bunu işitince: “Enceşe, Enceşe!. Yavaş söyle, yavaş söyle! Kadınlar
rahatsız olmasınlar” buyurdu.
Hz. Ümmü Süleym, çocuk terbiyesi bakımından üstün bir bilgi sahibiydi. Çocukları çok güzel terbiye eder ve yetiştirirdi. Oğlu Hz. Enes, bu hususta şöyle bildiriyor: “Allahü teâlâ anneme iyi karşılıklar
versin! Bana çok iyi bakıp, çok iyi yetiştirdi.”
Hz. Ümmü Süleym, hadîs ilminde çok bilgi sahibiyi. O da, birçok dîni mes’eleleri halleder, Eshâb-ı
kirâmın çözemediği birçok mahrem meselelere cevap verirdi. Kendisinden Hz. Ebû Hureyre, oğlu Enes
bin Mâlik, Hz. Zeyd bin Sâbit, Hz. Ebû Seleme ve Hz. Amr bin Âs gibi bazı Eshâb-ı kirâm, hadîs-i şerîf
rivâyet etmiştir. Bir ara Eshâb-ı kirâmdan Hz. Zeyd bin Sâbit ve Hz. Abdullah İbn-i Abbâs, bir mes’ele
hakkında ihtilâfa düşmüşlerdi. Gelip kendisine sordular. O da meseleyi halletti ve ikisinin de ikna olacağı
cevaplar verdi. Ümmü Süleym (r.anha) mahrem meseleleri Resûlullah’a (s.a.v.) sormaktan çekinmezdi.
Çünkü Peygamberimizin süt teyzesi idi.
Resûl-i Ekrem efendimiz (s.a.v.) da’vetlere icâbet eder ve verilen ziyafetin sadaka olup olmadığını
sormazdı. Çünkü âdet olarak ziyafetler sadaka olarak değil, hediye olarak verilirdi. Bunun gibi Hz.
Enes’in annesi Ümmü Süleym ve yine Enes’in rivâyet ettiği üzere, bir terzi Resûl-i Ekrem’i da’vet etmiş
ve Resûl-i Ekrem’e kabak yemeği ikrâm etmiştir. Ayrıca İranlı bir zât Resûl-i Ekrem’i da’vet etti. Resûl-i
Ekrem: “Âişe de beraber mi?” diye sordu. O ise: “Hayır” deyince, Resûl-i Ekrem: “Ben de gelemem!”
buyurduktan sonra, adamın tekrar daveti üzerine Hz. Âişe (r.anhâ) ile davete icâbet ettiler. Da’vet eden
kendilerine, yemek olarak erimiş kuyruk yedirdi. Resûl-i Ekrem, hepsinin yemeğini yedi ve kendilerine bir
şey sormadı.
 1) El-İstiâb cild-4, sh-455
 2) El-Îsâbe cild-4, sh-461
 3) Hilyet-ül-evliyâ cild-2, sh-57
 4) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-8, sh-424
 5) Müsned-i İbn-i Hanbel cild-3 sh-105
 6) Sahîh-i Buhârî (Kitab-ül-Cenaiz) Bâb. 42
 7) Sahîh-i Müslim (Kitâb-ül-Libâs) H. No: 23
 8) Şevâhid-ün-Nübüvve Cüz-5, sh-12
ÜMMÜ ÜMARE (Nesîbe binti Ka’b) (r.anha):
Gazalarda gösterdiği kahramanlıklarıyle meşhûr olan, kadın sahâbîlerden. Hazrec kabilesinden
olup, Medine’nin ileri gelen ailelerinden Mazin bin Neccâr’ın evlâdındandır. Annesi, Rebâb binti Abdullah’tır. Tahminen Milâdî 573 yılında doğdu. İkinci Akabe bîatında bulunarak zevciyle birlikte Müslüman
olmakla şereflendi. İlk önce müslüman olan Medineli iki kadından biridir. Zevci Ensâr’dan Zeyd bin Âsım
(r.a.)’dır.
Zeyd (r.a.)’dan, Abdullah ve Habîb isminde iki oğlu vardı. Her iki oğlu da Bedir Savaşına katıldı.
Diğer gazâların hepsine birlikte iştirak ettiler. Hz. Zeyd’in vefâtından sonra Ümmü Ümâre (r.anhâ)
Guzeyye İbni Amr’la evlendi. Bu zattan da oğlu Temim ve kızı Havle dünyâya geldi. Müseylemetü’lKezzâb’la yapılan savaşa da katılan Ümmü Ümâre’nin (r.anha) ne zaman vefât ettiği bilinmemektedir.
Ancak Medine’de vefât etmiş, Baki’ kabristanına defn edilmiştir.
Uhud gazasına zevci Zeyd bin Âsım, oğulları Habîb ve Abdullah (r.anhüm) ile birlikte katılarak, şecaat ve kahramanlıklar gösterdi. Gâzilere su dağıtmak ve yaralarını sarmak vazifesiyle katıldığı savaşın
en şiddetli bir anında, Resûlullah’a (s.a.v.) saldıran bir müşriki (puta tapan) atından aşağı düşürüp öldürdü. Ok, kılıç ve kalkan kullanarak düşmana saldırırken kendisi de bir kaç yerinden yaralandı. Yaralı
haliyle zevci ve oğullarını savaşa teşvik etti. Düşman, Resûlullah’a (s.a.v.) hangi istikâmetten saldırırsa,
hemen zevci ve oğullarıyla oradan müdâfâ ederdi.
Nesibe (Ümmü Ümâre) (r.anha) der ki: Gündüzün başlangıcında Uhud’a vardım. Halk ne yapıyor
bir bakayım dedim. Yanımda bir kırba ve içinde su vardı. Resûlullah’ın yanına kadar gittim. Kendisi, o
sırada Eshâbı arasında bulunuyordu. Bu zamanda müslümanlar savaş üstünlüğünü devam ettiriyorlardı. - 397 -
Müslümanlar dağılmaya başlayınca, Resûlullah’ın yanına vardım. Çarpışmağa koyuldum. Kılıçla,
okla müşrikleri Resûlullah’tan uzaklaştırmağa çalıştım, yaralandım. Resûlullah’ın yanında on kişi kalmamıştı. Ben oğullarım ve kocam, Resûlullah’ın önünde çarpışıyor, müşrikleri ondan uzaklaştırıyorduk.
Resûlullah, benim yanımda kalkan bulunmadığını gördü. Yânında kalkan bulunanlardan birisine: “Ey
kalkan sahibi kalkanını, çarpışana bırak” dedi. Bırakınca, onu Resûlullah aldı. Ben de Resûlullah’dan
alıp onunla korundum.
Bize ne yaptılarsa süvariler yaptılar. Atlı bir adam gelip, bana vurdu. Kalkanımla korundum. Ben
de onun atının ayaklarına kılıç çaldım. At arka üstü yıkılınca Peygamberimiz aleyhisselâm: “Ey Ümmü
Ümâre’nin oğlu! Annene, annene yardım et!” diyerek oğlum Abdullah’a seslendi. Ümmü Ümâre’nin
(r.anhâ) oğlu Abdullah İbni Zeyd (r.a.) anlatır: “Uhud günü sol kolumdan yaralanmıştım. Beni hurma a-
ğacı gibi upuzun bir adam vurmuştu. Resûlullah: “Yaranı sar” buyurdu. Anam yanıma geldi. Yanında
yaraları sarmak için bulunan hazır bezlerle yaramı sardı. Resûlullah durmuş bana bakıyordu. Annem,
yaramı sardıktan sonra, bana “Kalk yavrucuğum! Müşriklerle çarpış” dedi. Resûlullah efendimiz de: “Ey
Ümmü Ümâre! Senin katlandığın, dayanabildiğin şeye, herkes katlanabilir, dayanabilir mi?” buyurdular.
Beni yaralayan müşrik o sırada oradan geçiyordu. Resûlullah, “İşte oğluna vuran şu adam!” dedi. Annem, hemen onun önüne geçip bacağına vurup çökertti. Resûlullah’ın mübârek dişleri görünecek
kadar gülümsediğini gördüm. “Hamd olsun Allah’a ki, seni düşmanına muzaffer kılıp, gözünü aydın
etti. Öcünü almayı sana gözünle gösterdi” buyurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.) Ümmü Ümâre’nin oğlu Abdullah’a “Ey Ümmü Ümâre’nin oğlu” diye seslendi. Hz. Abdullah “Buyur yâ Resûlallah” deyince ona “At” dedi. Abdullah (r.a.) önünde gitmekte olan
atlı müşrike bir taş attı. Taş, atın gözüne değince at ürktü ve at da, atlı da yere yıkıldı. Abdullah (r.a.)
taşa tutup o müşriki yaraladı.
Ümmü Ümâre (r.anhâ) Uhud’dan başka, Hudeybiye, Hayber Umret-ül-kaza, Huneyn ve Yemâme
gazâlarına da katıldı. Biatü’r-rıdvân’da hazır bulunmakla şereflendiler. Oğulları Habîb ve Abdullah’da
Peygamber efendimizin bütün gazâlarına iştirak ettiler. Uhud Savaşı sırasında İbni Kamia isminde bir
müşrik Peygamberimize (s.a.v.) saldırdı. Peygamberimizi (s.a.v.) mübârek başından yaraladı. Ümmü
Ümâre (r.anhâ) İbni Kâmia’ya saldırdı, İbni Kâmia, Ümmü Ümâre’nin darbesiyle ağır yaralandı. Nesibe
hâtûn bu savaşta oniki onüç yerinden yaralanmıştı. Bunlardan en ağırı, İbn-i Kâmia’nın boynunda açtığı
yaraydı. Resûlullah efendimiz oğlu Abdullah’a bu yarayı sarmasını emrettiler. “Ev halkınızı Allah mü-
bârek kılsın; senin annenin makamı filan ve filanların makamından hayırlıdır. Allah sizin ev halkı-
nıza rahmet etsin!” buyurdu. Bu yara bir sene tedavi gördükten sonra iyileşti.
Nesibe hâtûn, Peygamberimize (s.a.v.): “Yâ Resûlallah Allahü teâlâya duâ et de Cennette sana
komşu olalım!” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) “Allahım! Bunları, Cennette bana komşu ve arkadaş et”
diye duâ etti. Bunun üzerine Ümmü Ümâre: Bu bana kâfidir. Artık dünyâda ne musîbet gelirse gelsin!
(hiç ehemmiyeti yok) dedi.
Müseylemet-ül-Kezzâb, yalancı peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkınca, Ümmü Ümâre’nin (r.anhâ)
oğlu Habîb İbni Zeyd (r.a.) elçi olarak gönderildi. (Veya Amman’dan Medine’ye gelirken esir düştü.)
Müseyleme, kendisinin peygamberliğini kabul etmesini istedi. Habîb (r.a.), onu tasdîk etmeyince, tek tek
uzuvları kesilerek şehîd edildi. Ümmü Ümâre Müseyleme’nin ölümünü göstermesi için Allah’a duâ etti.
Yaşı altmışın üzerinde olmasına rağmen oğlu Abdullah’la beraber Yemâme Savaşına iştirak etti. Sava-
şın şiddetli bir anında Müslümanların dağılmaya başlamaları üzerine, kılıcını çekerek düşmana hücum
etti. Oniki yerinden yara aldı. Müseyleme’yi de yaraladı. Ümmü Ümâre’nin oğlu Abdullah’ın da bulundu-
ğu bir grup müslümanın önünden atla kaçmaya çalışan Müseylemet-ül-Kezzâb, Hz. Vahşi tarafından
mızrakla vurularak öldürüldü. Ümmü Ümâre (r.anha) bu savaşta kolunun birini kaybetti, İslâm ordusunun
kumandanı Hâlid bin Velîd (r.a.) kendisiyle yakından alâkadar oldu. Yaralarını sardırdı.
Bir gün Resûlullah (s.a.v.) Ümmü Ümâre (r.anha)’nın evine teşrif ettiler. Hz. Ümmü Ümâre de yemek ikrâm etti. Resûlullah efendimiz “sen de ye” buyurdular. O da oruçlu olduğunu arz etti. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, “Oruçlu kimsenin evinde ne yenirse, hep melekler kendisine selâm gönderirler” buyurdular.
Hz. Ebû Bekir de hilâfeti zamanında kendisini evinde ziyâret eder, hâlini hatırını sorardı. Hz. Ömer
zamanında, bir savaşta elde edilen ganimetler içinde kıymetli kumaşlar da vardı. Bunların en kıymetlisi
olan altın sırmalı bir gömlek-şalvar Hz. Ömer’e isabet etti. Herkes gelinine veya hanımı Hz. Ali’nin kızı
Ümmü Gülsüm’e verecek diye beklerken Ömer (r.a.), “Bu elbiseye Ümmü Ümâre herkesten daha layıktır” buyurdu ve arkasından, “Resûlullah efedimizden duydum, buyurdular ki: “Savaşta ne tarafa baktımsa hep Ümmü Ümâre, hep Ümmü Ümûre’yi gördüm” dedi. Elbiseyi Ümmü Ümâre (r.anha) ya
gönderdi. - 398 -
Ümmü Ümâre’den (r.anha) Abbad İbni Temim, Hâris İbni Abdullah İbni Ka’b, İkrime ve Leylâ hadîs
rivâyet etmişlerdir.
 1) İbn-i Hişâm, cild-3, sh-82
 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-8, sh-412
 3) El-Îsâbe, cild-4, sh-479
 4) El-İstiâb, cild-4, sh-475
 5) Vâkidî, cild-1, sh-209
 6) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, cild-6, sh-439
ÜSÂME BİN ZEYD (r.a.):
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. “Resûlullahın sevgilisi” diye meşhûrdur. Babası, Peygamber efendimizin âzâdlılarından Zeyd bin Hârise, anası, Ümm-i Eymen (r.anha)’dır. Künyesi, Ebû Muhammed’dir.
Nesebi, Üsame bin Zeyd bin Hârise bin Şerahbil’dir.
Mekke’ye giderken Resûlullahın devesinde, arkasında oturmuştu. Birlikte Kâ’be’ye girmişti.
Huneyn gazasında çocuk olduğu halde kahramanca çarpıştı. Çok cesur idi. Onsekiz yaşında iken, ordu
kumandanı yapıldı. 54 (m. 673) veya 59 (m. 678) senesinde Medine’de vefât etti.
Peygamber efendimiz, azadlı kölesi, Hz. Zeyd bin Hârise’yi çok severdi. Onu kendisine evlât edindi. Dolayısıyle Hz. Üsâme bin Zeyd, aynı zamanda Peygamber efendimizin terbiyesi ile yetişti. Böylece
Peygamber efendimizin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in sevgisine Hz. Üsâme de ortak oldu. Sevgili Peygamberimiz, Üsâme’ye (r.a.) bu sevgisinin, babası Zeyd bin Hârise’ye olan sevgiden dolayı oldu-
ğunu ifade ettiler ve: “Üsâme bana herkesten daha yakındır” buyurdular. Hz. Üsâme’nin, Ehl-i beyt’in
bir ferdi kabul edilmesinden sonra, gece gündüz demeden, her zaman, Peygamber efendimizin hâne-i
se’âdetlerine girip çıkmasına izin verildi.
Çocuk yaşta iken hicret sevabı kazandı. Medine döneminde, çocuk olduğu için, hicretin 7.8. yılına
kadar olan muharebelere katılamadı. Bundan sonra katıldığı muharebelerde çok kahramanlıklar gösterdi.
8 (m. 629) senesi Mekke’nin fethinde Peygamberimiz (s.a.v.), Kusva isimli devesine binip, terkisine de, Hz. Üsâme bin Zeyd’i aldılar. Peygamberimiz, Mekke’nin fethinin ihsan edilmesinden duyduğu
derin minnet ve şükrandan dolayı cenâb-ı Hakka hamd etti. Kâ’be-i Muazzama’nın putlardan temizlenmesini emir buyurdular. Peygamberimiz (s.a.v.) de devesinin üzerinde Hz. Üsâme ile birlikte Kâ’be’ye
geldiler. Mescid-i Haram’ın yanına gelince, develerinden inerek Hz. Üsâme, Hz. Bilâl, Hz. Osman bin
Talha ile Kâ’be’ye girdiler. Hz. Ömer daha önce gelip içerde bulunan çizilmiş insan suretlerini siliyordu.
Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Üsâme’ye bir kova su getirtip kalan suretleri de sildirdiler. Kapının üzerlerine
kapatılmasını emir buyurdular. İçerde Peygamberimiz, kapıyı ve üç direği arkalarına, iki direği sağına,
bir direği soluna alıp, duvara bir buçuk metre kadar kala durup, iki rekât namaz kıldılar. Bu sırada dışarıda Hz. Hâlid bin Velîd, kapının önüne halkın yığılmasını önlemeye çalışıyordu. Peygamber efendimiz,
namazlarını kıldıktan sonra Kâ’be’nin her köşesinde tekbir getirdiler ve duâ buyurdular. Sonra kapıyı
açtırıp, kapının eşiğinde durup mübârek iki ellerini kapının kasalarına dokunarak üç defa tekbir getirdiler
ve bir hutbe irâd ettiler. Mekkelileri af ettiler.
Hz. Üsâme Mekke’nin fethinden sonra yapılan Huneyn gazasında Peygamber efendimizin yanından hiç ayrılmadı. Müşriklere karşı kahramanca çarpıştı.
8 (m. 629) senesi Peygamber efendimizin (s.a.v.) Hz. Mâriye’den doğan, oğlu Hz. İbrâhîm,
birbuçuk yaşında iken süt annesi Ümmü Bürde’nin evinde bulunuyordu. Peygamber efendimiz, oğlunun
hastalandığını işitince, Hz. İbrâhîm’in yanına gittiler. Onu kucağına aldıklarında can vermek üzereydi.
Peygamberimizin mübârek gözlerinden yaşlar akmaya başladı. “Sen de mi ağlıyorsun, Yâ Resûlallah”
diyen Hz. Abdurrahman bin Avf’a “Ey İbn-i Avf, Benim bu ağlamam bir acımadan ibarettir. Ben, ancak kendisinde bulunmayan hasletleri sayarak, ölü üzerine yüksek sesle, bağırarak ağlamağı
yasak ettim. Ben sizi, günah ve ahmaklık olan iki bağırıştan men ettim. Biri nimete kavuşulduğu
sıradaki eğlence, oyun, şeytan çalgılarından, ikincisi de, bir musîbete ve felakete uğrayınca, ba-
ğırıp, yüz göz tırmalamak, üst bas yırtmaktan ve şeytan şamatasından men ettim.” Sonra;
“Acımayana acınmaz” buyurdu. Hz. Üsâme bin Zeyd, feryada başlayınca, Peygamber efendimiz,
ona ağlamamasını emir buyurdu. Hz. Üsâme “Yâ Resûlallah, sizin ağlamanız üzerine feryat ettim. Affı-
nızı dilerim” dedi. O zaman Peygamber efendimiz, “Ağlamak, acımaktan ileri gelir. Feryat ve figan
ise şeytandandır.” buyurdular. Vefât edince: “Yâ İbrâhîm! Ölümüne çok üzüldük. Gözlerimiz ağlı-
yor, kalbimiz sızlıyor. Fakat Rabbimizi gücendirecek bir şey söylemeyiz.” buyurdular. Vefât
ettiğinde güneş tutulmuştu. “Yâ Resûlallah İbrâhîm vefât ettiği için güneş tutuldu” diyenlere karşı da:
“Ay ve güneş Allahü teâlânın varağını ve birliğini gösteren iki mahlûktur. Kimsenin ölmesi, kalması ile tutulmazlar. Onları görünce Allahü teâlâyı hatırlayınız.” buyurdular. - 399 -
Hz. İbrâhîm’in cenâzesi yıkanıp kefenlendikten sonra, Peygamber efendimiz, cenâze namazını
kıldırdılar. Bakî kabristanında mezarı kazıldı. Hz. Üsâme ile Hz. Fadl bin Abbas kabrin içine indiler. Peygamberimiz (s.a.v.) kabrin kıyısında oturdular. Kabrin üzerini örterlerken yan tarafta bir açıklık gördüler,
oraya mübârek elleriyle bir kerpiç koyarak kapattılar ve: “Siz, bir işi içe sinecek bir şekilde yapınız.
Çünkü, böyle yapmak, musîbete uğrayanlara ferahlık verir. Böyle yapmak ölüye fayda ve zarar
vermez, fakat bu dirinin gözünü aydınlatır” buyurdular. Kabrin üzerine su döktürdüler. Bir taşı kabrin
başına diktiler. Kabrin üzerine su dökmek ilk defa Hz. İbrâhîm’in kabrinde oldu.
11 (m. 632) senesi, Peygamber efendimiz (s.a.v.), hastalandılar. Hasta oldukları hâlde, Rumlarla
savaşmak üzere bir ordu hazırlanmasını emir buyurdular. Eshâb-ı kirâm (r.anhüm) hazırlık yapmak için
dağıldı. Resûlullah (s.a.v.) Hz. Üsâme’yi çağırdılar:? “Ey Üsâme! Şam’a, Belka sınırına, Filistin’deki
Daruma, babanın şehîd edildiği yere kadar, Allahü teâlânın ismiyle ve bereketiyle git. Onları atlara çiğnet. Seni bu orduya başkumandan tayin ettim. Übnâlıların üzerine ansızın varıp üzerlerine
şimşek gibi saldır. Varacağın yere haber ulaşmayacak şekilde hızlı git. Yanına kılavuzları alıp,
casus ve gözcüleri önünden ilerlet, Allahü teâlâ zafer ihsan ederse, onların arasında az kal” buyurdular. Çüruf’te karargâh kurmalarını, emr buyurup, mübârek elleriyle sancağı bağlayıp, Hz. Üsâme’ye
verdiler. Mescidde minbere çıktılar. “Ey Eshâbım! Üsâme’nin babası Zeyd, kumandanlığa nasıl lâyık
ve benim katımda nasıl en sevgiliyse, ondan sonra oğlu Üsâme de kumandanlığa öyle lâyıktır.
Üsâme, benim katımda insanların en sevgililerindendir” buyurdu. Hz. Üsâme ve savaşa gidecek
olan Eshâb-ı kirâm, Peygamberimizle (s.a.v.) vedalaştılar. Hz. Üsâme’nin kumandası altında savaşa
gideceklerin arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas
gibi Eshâbın ileri gelenleri de vardı.
Resûlullah (s.a.v.) efendimizin hastalığı ağırlaştı. Bu arada ordu hazırlıklarını tamamlamış karargâha toplanmışlardı. Pazar gecesi orada yattılar. Sabahleyin Hz. Üsâme, Peygamber efendimizin yanı-
na geldi. Yaranda Hz. Abbas da vardı. Peygamberimizin mübârek ağzına ilâç veriliyordu. Hz. Üsâme’yi
görünce ona duâ ettiler ve “Allahü teâlânın bereketiyle, kuşluk vakti yola çıkınız” buyurdular. Ordu
hareket etmek üzereyken Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) efendimizin vefât haberi geldi.
Rebiülevvelin onikinci Pazartesi günü idi. Ordu Peygamberimizin Hane-i Se’âdetinin önüne geldi. Sancağı kapının önüne dikti. Hz. Ebû Bekir, Hz. Üsâme’ye: “Sancağı açmamak üzere evine götür” buyurdu.
Peygamber efendimizin mübârek cenâzelerini yıkamak üzere harekete geçtiler.
Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk, Peygamber efendimizin vefâtından önce, mübârek cenâzelerinin yıkanmasıyla ilgili “Resûlullah’dan (s.a.v.) işittim ki, “Beni, Ehl-i beytim yıkasın” buyurmuştu” deyip, “Abbas ve
Ali (r.a.) yıkasınlar” dedi. Hz. Abbas, oğlu Fadl ile beraber geldi. Hz. Ali dahi geldi. Halife Hz. Ebû Bekir
“Yâ Ali, Resûlullah’ı sen yıka” dedi. Resûlullah’ın (s.a.v.) hizmetçisi Hz. Üsâme’ye, “Onlara hizmet et”
dedi. Kendisi, Eshâb-ı kirâm ile kapıda bekledi. Ensârdan Evs bin Havli’yi (r.a.) de yardım için içeriye
soktu. Hz. Üsâme, Peygamber efendimizin mübârek cenâzeyi şerîflerini yıkamak, kefenlemek ve kabr-i
şerîfine indirmekle şereflendi.
Definden üç gün sonra, Hz. Ebû Bekir Eshâb-ı kirâma (r.a.) “Resûlullah (s.a.v.) sizi Üsâme’nin emrinde gazaya göndermişti. Vefât edince, o iş yapılamadı. Herşeyden önce, bu emri yerine getirmeliyiz!
Bu işte, gevşek davranmayın! Gazaya hazır olun” diye emir buyurdu. Eshâbı harbe hazırladı. Bu sırada
Arabistan çöllerinde isyan çıktığı işitildi. Eshâb: “Üsâme’nin enirinde gitmiyelim, âsîler Medine’ye gelip
halifeyi öldürür” dediler ve çok uğraştılar ise de Hz. Ebû Bekir “Resûlullahın (s.a.v.) emrini, her ne pahasına olursa olsun yapacağız ve Resûlullahın beğendiği kumandanı ben değiştiremem” dedi. Hz. Üsâme
at üzerinde, Halife ve Eshâb yürüyerek Medine’den dışarı çıktılar. Hz. Üsâme, Hz. Ebû Bekir’e, ya ata
binmesini veya kendisinin de attan ineceğini söyleyince, Hz. Ebû Bekir, “Ben ata binmiyeceğim, sen de
attan inmiyeceksin. Allahü teâlânın rızası için benimde ayaklarım bu yolda tozlansın. Bilmiyor musun ki,
her gazi için, her adımına mukabil, pek çok sevab verilir ve o kadar da günahları dökülür” diye cevap
verdi. Hz. Ebû Bekir, Eshâb-ı kirâma veda ederken “Size birinci nasîhatim, Üsâme’ye itâat etmenizdir.
Şam’daki rahibeleri, çocukları, kadınları öldürmeyin” deyip, Hz. Üsâme’ye dönerek: “Resûlullahın emrettiği yere selâmetle git” dedi. Hz. Ebû Bekir veda ve nasîhatdan sonra, Hz. Üsâme’ye Hz. Ömer’i bana
muâvin bırakır mısın?” buyurdular. Hz. Üsâme de buna muvafakat edip, Hz. Ömer’e izin verdikten sonra
halife ile Hz. Ömer Medine-i Münevvere’ye döndüler. Hz. Üsâme dahi Şam’a hareket etti. Huzâ’a kabilesine gidip, mürtedleri öldürdü. Zafer ile, kırk gün sonra Medine’ye döndü.
Hz. Ömer, halifeliği sırasında Hz. Üsâme’ye çok tazim ve ihsanlarda bulundu. Peygamber efendimizin, Üsâme’yi (r.a.) çok sevdiğini biliyordu. Hatta, Hz. Ömer, kendi oğlu Hz. Abdullah’a senelik 2000
dirhem tahsis ettiği halde, Hz. Üsâme’ye 5000 dirhem tahsis etti. Hz. Abdullah bin Ömer, bu farklılığın
sebebini babasına sorunca, Hz. Ömer buyurdu ki: “Onun babası Resûlullah’a (s.a.v.), senin babandan
daha sevgili idi” Hz. Üsâme bin Zeyd, Hz. Osman’ın halifeliği sırasında devlet idaresi ile ilgili işlere karışmadı. Yine Hz. Ali ve Hz. Muâviye arasında meydana gelen hadîselere de karışmak istemedi ve - 400 -
“Müslümanlar arasında kardeş kanı dökülmesinden çekinirim” buyurdu. Hadiseler ilerleyince, ictihâdı Hz.
Ali’nin ictihâdına uygun oldu. Hatta son nefesinde bile bunu bildirdi.
Hz. Üsâme’nin yirmi seneye yakın ömürleri Peygamber efendimizin mübârek dizleri dibinde geçti.
Peygamberimizin sünnet-i şerîflerini iyi öğrendiği için, Eshâb-ı kirâm, bazı meselelerini Hz. Üsâme’den
sorarlardı. Her işte, her hususta Resûlullahın (s.a.v.) emirleri üzere hareket eder, Peygamberimizin bir-
çok hizmetlerinde bulunmakla şereflenirdi.”
Hz. Üsâme, Peygamber efendimizin en itimat ettiği kimselerden olup, sırlarının mahremi idi. Peygamberimiz, ince meselelerde Hz. Üsâme ile istişare ederlerdi. Hz. Ömer de bu sebepden Hz.
Üsâme’ye danışır, fikrini alırdı. Eshâb-ı kirâm’ın hepsi gibi, Hz. Üsâme bin Zeyd de fazîlet ve güzel ahlâ-
kı kendinde toplamıştı.
Hz. Üsâme, babasının ve annesinin arzularını yerine getirmek için çok çalışırdı. Anne ve babası
vefât edince onlar için kurban keserdi. Ağaçlarından elde ettiği mahsulleri fakîrlere dağıtır, sevabını anne ve babasına da gönderirdi.
Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerin toplamının 128 olduğu bildirildi. Bunlardan bazıları şunlardır:
Üsâme bin Zeyd (r.a.) diyor ki: Peygamber efendimizi (s.a.v.) gördüm. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin
mübârek kucağında oturuyorlardı. Buyurdu ki: “Bu ikisi, benim oğullarımdır ve kerîmemin oğulları-
dır. Yâ Rabbi! Ben bunları seviyorum. Sen de sev ve bunları sevenleri de sev!”
Hz. Âişe şöyle rivâyet etti: “Üsâme çocuk idi. Birgün yüzü kanamıştı. Resûlullah (s.a.v.) bana
“Üsâme’nin yüzünü yıka” buyurdu ve yıkarken bana yardım etti ve yüzünü öptü, sevdi.
Yoksul bir kimse vefât etti. Yıkamak üzere Hz. Üsâme ve Hz. Ali’ye vazife verdiler. Cenâze yıkandı, kefenlendi ve defn edildi. Sonra Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bu kimse, kıyâmet günü, yüzü,
ayın ondördü gibi parlak olarak mahşer yerine gelecektir. Bunun bir hasleti vardır. Eğer o hasleti
de olmasa, kuşluk güneşi gibi yüzü parlak olduğu halde mahşer yerine gelirdi.” buyurdu. “Bu haslet nedir?” diye soruldu. Buyurdular ki: “Bu kimse devamlı olarak gece namaz kılar, gündüz oruç
tutar ve Allahü teâlâyı çok zikrederdi. Ancak kış geldiği vakit yaz elbisesini, yaz geldiği vakit de
kış elbisesini saklardı. Size enaz verilen, yakın ve sabır azimetidir” buyurdular.
“Allah’ın kulları, tedavi olunuz. Allahü teâlâ derdi yarattığı gibi dermanı da yaratmıştır.”
Hz. Ebû Sa’îd el Hudrî rivâyet etti: “Üsâme bin Zeyd (r.a.) bir ay va’de ile yüz dinara bir câriye satın aldı. Bunu Peygamber efendimiz işitince buyurdular ki: “Bir ay va’de ile satın alan Üsâme’ye
şaşmıyor musunuz? Üsâme, uzun emel sahibidir. Allahü teâlâya yemin ederim ki, gözüm açıldığı
zaman kapaklarını kapamadan, lokmayı yuttuğum vakit onu hazmedemeden öleceğimi düşünü-
rüm. Ey Âdemoğulları, aklınız varsa, kendinizi ölülerden sayınız. Yemin ederim ki, size va’dedilen
ölüm gelecek, ona engel olamıyacaksınız.”
“Kıyâmet günü, insanların Allah’a en yakın olanları, dünyâda uzun müddet aç susuz ve
mahzun kalanlardır. Hakiki âlim ve müttekiler, halk arasına girdikleri zaman varlıkları, kayboldukları zaman, yoklukları bilinmez. Çünkü aranmazlar. Yerin genişliği, onları bilir ve göklerin melekleri, onları kuşatır. İnsanlar hep dünyâ nimetinden zevk alırken, onlar Allah’a itâatten zevk alırlar.
İnsanlar, Peygamberin sünnet ve ahlâkını kaybettikleri zaman, onlar onu muhafaza ederler. Onlardan biri öldüğü zaman, yeryüzü onlar için ağlar. Bunlardan bulunmayan bir belde halkına,
Allahü teâlâ gazâb eder. Köpeklerin leşe hücumu gibi, onlar dünyâya hücum etmezler. Yemeğin
azını yer, insanların rağbet ettiği şeylere kıymet vermezler. Bazıları bunların delirip, akıllarını
kaybettiklerini sanırlar, halbuki akılları başlarındadır. Onlar gözleri ile Allah’ın emirlerine bakıp,
dünyâ sevgisini içlerinden attılar. Dünya adamları nazarında onlar, akılsız olarak dünyâda dolaş-
makta iseler de, hakikât şu ki; insanlar akıllarını kaybedip, hayretlere düşecekleri zaman, onların
akılları başlarında olacaktır. Âhiret şerefi onlar içindir. Yâ Üsâme, onları hangi memlekette görürsen bil ki, onlar o belde halkının emânıdır. Onların bulundukları memlekete Allahü teâlâ azâb
etmez. Yeryüzü onlarla ferahlanır. Cebbar olan Allahü teâlâ onlardan râzı olur. Onlarla kardeşlik
edin ki, onların sayesinde kurtulmuş olasın. Şayet gücün yeterse, aç ve susuz ölmeğe gayret et.
Açlık ve susuzluk sayesinde şerefli mevkilere ulaşır, Peygamberlerle birleşirsin. Bedeninden ayrılan ruhun ile melekler sevinir ve Cebbar olan Allahü teâlâ sana rahmet eder.”
“Dikkat edin, Cennet için hazırlanan yok mudur? Allahü teâlâya yemin ederim ki, Cennette
tehlike diye bir şey yoktur. Cennet, parlayan bir nur, etrafa yayılan bir kokudur. Binaları kuvvetlidir, ırmakları devamlı akar, bol ve olgunlaşmış meyve yeridir. Orada parlak ve güzel zevceler
vardır. Onlar daima neş’elidirler. Nimetleri devamlıdır. Orada, aklın ermiyeceği fevkalâde güzellikler vardır.” buyurdu. Eshâb-ı kirâm: “Biz ona hazırlandık” dediler. Bunun üzerine Resûl-i ekrem (s.a.v.):
“İnşâallah deyiniz” buyurdu ve sonra cihadı anlatarak onu teşvik ettiler. - 401 -
 1) El-A’lâm, cild-1, sh-291
 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-4, sh-61
 3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-1079
 4) El-Îsâbe, cild-1, sh-31
 5) El-İstiâb, cild-1, sh-57
 6) Metâli-un-nücum, cild-2, sh-174
 7) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, cild-6, sh-196, cild-5, sh-205, 210
 8) Tehzîb-ül-esmâ, cild-1, sh-113
 9) Kâmûs-ul-a’lâm, cild-2, sh-854
10) Tehzîb-ut-tehzîb, cild-1, sh-208
11) Buhârî, cild-2, sh-85
12) Delil-ül-fâhilîn, cild-1, sh-181
13) İhya-u Ulûmiddin, cild-4, sh-562, cild-2, sh-277
VELÎD BİN VELÎD (r.a.):
Eshab-ı kirâmdan. İsmi Velîd’dir. Babası Velîd bin Mugîre el-Mahzûmî olup, İslâmın büyük düş-
manlarındandı. Annesi Lübâbe ise Resûlullah’ın (s.a.v.) baldızıydı. Nesebi Velîd bin Velîd bin Mugîre bin
Abdullah bin Amr bin Mahzum el-Kureyşi’dir. Kureyş’in mahzûm koluna mensûbtur. Mekke’de bi’setten
önce doğup, Medine’de 8 (m. 629) senesinde vefât etti.
Bedir gazasında müşriklerin safında harbe katıldı. Müşrikler bu harpte yenilince, O’nu Abdullah bin
Cahş esir aldı. Medine-i Münevvere’ye getirdi. Kardeşlerinden henüz müşrik olan Hâlid bin Velîd ile
Hişam bin Velîd, O’nu esaretten kurtarmak üzere Medine’ye geldiler. Abdullah bin Cahş (r.a.) fidye-i
necat (kurtuluş akçesi) verilmedikçe bırakmak istemedi. Kardeşlerinden Hâlid râzı olduysa da, baba bir
annesi ayrı kardeşi Hişâm kabul etmedi. Resûlullah (s.a.v.) babalarının silâh ve techîzatının verilmesini
teklif etti. Buna da Hişam râzı olduysa da Hâlid kabul etmedi. Fakat sonunda babalarının yüz dinar kıymetindeki kılıcı, zırhı ve miğferi karşılığında anlaştılar. Velîd’i esaretten kurtarıp, Mekke’ye yola çıktılar.
Fakat Velîd, Mekke yolu üzerinde Medine’ye dört mil mesafedeki Zü’l-Huleyfe’de onlardan ayrılıp,
Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına geldi. İmân edip, Eshâb-ı kirâmdan oldu. Müslüman olduktan bir müddet
sonra Mekke’ye kardeşlerinin yanına gelmişti. O Zaman Hâlid bin Velîd, “Madem, müslüman olacaktın.
Kurtuluş fidyesi ödemeden olsaydın? Babamızdan kalan hâtırayı elimizden çıkardın. Niçin böyle yaptın?” diye sorunca, “Kureyşlilerin esarete dayanamadı da Muhammed’e tâbi oldu demelerinden korktum”
cevabını verdi. Kardeşleri O’nu Mahzumoğullarından bazı müslümarılarla, Ayyaş bin Ebî Rebîa ve Seleme bin Hişam’ın (r.a.) yanına haps ettiler. İmân ettiği için senelerce hapis yattı. İslâmiyetin azılı düş-
manlarından amcası Hişâm ile müşrik akrabalarından çok zulüm ve işkence gördü. Resûlullah (s.a.v.)
müşriklerin zulmüne uğrayan Ayyaş bin Ebî Rebîa ile Ebû Seleme bin Hişâm ve kendisi için şöyle duâ
ettiler. “İlâhî! Velîd bin el-Velîd’i, Seleme bin Hişâm, Ayyaş bin Rebîa’yı (küffâr elinde bunalıp) zaif
(ve aciz) görülen diğer mü’minleri kurtar. İlâhî! Mudar’ı (Kureyş) daha beter (çok kötü) çiğne. Bu
yılları Yusuf’un yıllarına benzet.” Velîd (r.a.) Resûlullah’ın (s.a.v.) duâsı bereketiyle bir fırsatını bulup,
bağlı bulunduğu yerden kaçtı. Medine-i Münevvere’ye gelip, Resûlullah (s.a.) ile buluştu. Resûlullah
(s.a.v.), Ayyaş bin Rebîa ile Seleme bin Hişam’ın halini sorunca, onların birbirlerine ayakları ile bağlı,
şiddetli azâb ve işkenceler altında kıvrandıklarını haber verdi. Resûlullah (s.a.v.) onların hâline çok üzü-
lüp, kurtarılma çarelerini aradı. Kimin kurtarabileceğini sorunca, senelerce işkence altında kalmasına
rağmen, Velîd, büyük bir cesaret ve aşkla, “Yâ Resûlallah! Onları ben kurtarırım, sana getiririm” buyurdu. Tekrar Mekke’ye gelip, işkence gören müslümanların yerini onlara yiyecek götüren bir kadını takip
ederek öğrendi. Mazlumlar, tavansız bir binada hapisti. Geceleyin, ölümü de göze alarak büyük bir cesaretle duvardan sıyrılıp, mazlumların yanına vardı. îmân etmekten gayri bir suçları olmayan iki mazlum,
müşriklerce bir taşa bağlanıp; Arabistan’ın çöl havasındaki yakıcı sıcaklığında her türlü zulme uğratılı-
yordu. Mazlumları kurtarıp, devesine bindirdi. Kendisi de yayan, yalın ayak Medine-i Münevvere’ye çok
sevdiği Resûlullah’ın yanına bir an önce varmak için yola çıktı. O’nu çölün kavurucu sıcağı yakmıyor da,
Resûlullah’a (s.a.v.) kavuşmak aşkı yakıyordu.
Medine’ye aç, susuz, yalın ayak üç günde geldi. Parmakları tasların tahribatından parça parça olmuştu. Velîd bin Velîd (r.a.) kan revan içinde maşuku Resûlullah’ı (s.a.v.) görünce, aşkından kendinden
geçti. Ruhunu Hakka teslim etti. Resûlullah (s.a.v.) bu hali görünce Eshâb-ı kirâma karşı: “Şehîd işte
budur. Ben buna şahidim” buyurdu. Bu müjdenin ardından annesi Lübâbe’yi (r.a.) teselli ederken de
Resûlullah (s.a.v.) şu âyet-i kerîmeyi okudu; “Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir. Ey insan! İşte bu
senin öteden beri kaçtığın şeydir.” Müslüman olmasıyla müşriklerin dayanılmaz zulümlerine uğrayan
Velîd bin Velîd, senelerce sıkıntılara katlanarak Resûlullah’ı (s.a.v.) görmesiyle de ruhunu teslim ederek
kavuştuğu ni’met, müjde, çok büyüktür. Medine-i Münevvere’de Baki’ Kabristanlığına defn edildi.
 1) Tabakât-ı İbni Sa’d, cild-4, sh-131
 2) Üsüd-ül-gâbe, cild-2, sh-219 - 402 -
 3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-1009
VEYSEL KARANÎ:
Tâbiînin büyüklerinden. İsmi Üveys bin Âmir Karnî’dir. Yemen’in Karn köyünde değdu. Doğum tâ-
rihi bilinmemektedir. 37 (m. 657) senesinde şehîd edildi. Peygamber efendimizin (s.a.v.) sağlığında
müslüman oldu. Fakat görmediği için Sahâbî olamadı. Peygamberimizin (s.a.v.) zamanında Medine’ye
gelmedi. Tâbiînin büyüklerinden olduğu hadîs-i şerîfte bildirildi. Hz. Ömer’in halifeliği sırasında Medine’ye geldi. Çok alâka ve hürmet gördü. Önceleri kendi memleketi Yemen’de yaşadı. Sonra Basra’ya
gitti.
Veysel Karânî, Yemen’de iken deve güder, geçimini onunla temin ederdi. Geçimi, yaşaması pek
sade idi. Hasta, âmâ ve ihtiyar annesinden başka kimsesi yoktu. Güttüğü develer için belli bir ücret
istemez, ne verirlerse onu alırdı. Fakîr olanlardan hiç ücret almazdı. Aldığının yarısını sadaka olarak
fakîrlere dağıtır, kalanını da kendi ihtiyaçlarına ve annesine harcardı.
Müslüman olduktan sonra bütün ömrü boyunca sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) aşkı ile yanıp tutuşmuştur. Bir an bile Rabbini unutmamıştır. Kulluğunda o dereceye ulaşmıştır ki, her hâli, her hareketi
ve her sözü insanlara ibret ve nasîhat olmuştur. Kimseden incinmemiş ve kimseyi incitmemiştir. Onun
en önemli vasfı, Peygamberimize (s.a.v.) aşkı, ibadete canla başla devamı ve annesine saygısıdır. Annesine çok hizmet edip, hayır duâsını almıştır. Resûlullah efendimizi (s.a.v.) görmeği çok arzu ediyordu.
Defalarca Peygamber efendimizi (s.a.v.) görmek için annesinden izin istedi. Annesi, kendisine bakacak
kimsesi olmadığı için izin veremedi.
Peygamberimiz (s.a.v.) “Üveys-i Karnî ihsan ve iyilikte tâbiînin hayırlısıdır” buyurdu.
Resûlullah (s.a.v.) zaman zaman mübârek yüzünü Yemen tarafına döndürür ve “Yemen tarafından
rahmet rüzgârı estiğini duyuyorum” buyururdu. “Kıyâmette Allahü teâlâ Üveys suretinde
yetmişbin melek yaratır ve Üveys’i onların arasında Arasat’a götürürler. Cennete gider ve Allahü
teâlânın dilediği (bildirdiği) nden başka mahlûk hangisinin Üveys olduğunu bilmez.”
“Ümmetimden bir kimse vardır ki, Rebî’a ve Mudar kabilelerinin koyunları kıllarının adedince
kişiye kıyâmette şefâat edecektir.” buyurdu. Arabistan’da bu iki kabilenin koyunları kadar
kimsenin koyunu olmadığı söylenmiştir. Eshâb-ı kirâm: “Yâ Resûlallah, bu kimir?” dediler.
“Allahın kullarından biri” buyurdu. Biz hepimiz kullarız, ismi nedir dediler. “Üveys” buyurdu.
Nerelidir dediler. “Karn’lıdır” buyurdu. O sizi gördü mü dediler. “Baş gözü ile görmedi” buyurdu.
Hayret, size bu kadar âşık olsun da, hizmet ve huzurunuza koşup gelmesin dediler. “İki
sebepden: Biri hâllerine mağlubdur. İkincisi ise benim dînime bağlılığından dolayıdır. İhtiyar bir
annesi vardır. İmân etmiştir. Gözleri görmez, el ve ayakları hareket etmez. Üveys gündüzleri deve
çobanlığı yapar, aldığı ücreti kendisinin ve annesinin nafakasına harcar” buyurdu. Biz onu görür
müyüz dediler. Hz. Ebû Bekir’e “Sen onu kendi zamanında göremezsin”, ama Hz. Ömer ve Hz.
Ali’ye “Siz onu görürsünüz. Bedeni kıllıdır. Sol böğründe ve avucunun içinde bir gümüş miktarı
beyazlık vardır. Bu baras hastalığı beyazlığı değildir. Ona varınca, benim selâmımı söyleyin ve
ümmetime duâ efmeşini bildirin” buyurdu.
Veysel Karâni hazretleri gece gündüz ibadet ve tâatle vakit geçirirdi. Kendini halktan
gizlerdi. İlk zamanlar herkes ona divane gözü ile bakıyordu. Sonradan onun büyüklüğünü
anladılar, çok ikrâm ve hürmet göstermeye başladılar. Bunun üzerine, annesinin vefâtından
sonra Karn köyünden çıkıp Kûfe şehrine gitti.
Peygamberimizin (s.a.v.) vefâtı yaklaşınca, hırkanızı kime verelim? dediler. “Üveys-i Karnî-
ye verin” buyurdu. Resûlullahın vefâtından sonra Hz. Ömer ile Hz. Ali Kûfe’ye geldiklerinde,
Ömer (r.a.), hutbe esnasında: “Ey Necdliler, kalkınız!” buyurdu. Kalktılar. Aranızda Karn’dan
kimse var mıdır? buyurdu. Evet dediler ve birkaç kişiyi ona gönderdiler. Hz. Ömer, onlardan
Üveys’i sordu. Biliyoruz. O, sizin aramanızdan pek aşağı bir kimsedir. Divanedir, akılsızdır ve
insanlardan kaçar bir hâli vardır, dediler. “Onu arıyorum, nerededir?” buyurdu. Arne vadisinde
develerimize çobanlık yapmaktadır, biz de karşılığında ona akşam yiyeceği veririz, saçı-sakalı
karışıktır, şehirlere gelmez, kimse ile sohbet etmez, insanların yediğini yemez; üzüntü ve neş’e
bilmez, insanlar gülünce, o ağlar; insanlar ağlayınca o güler dediler. “Onu arıyorum” buyurdu.
Sonra Hz. Ömer’le Hz. Ali, onun olduğu yere gittiler. Onu namaz kılarken gördüler. Allahü teâlâ,
develerini gütmesi için bir melek vazifelendirmişti. Namazı bitirip selâm verince, Hz. Ömer, kalktı
ve selâm verdi. Selâmı aldı. Hz. Ömer “İsmin nedir?” diye sordu. “Abdullah, ya’nî Allah’ın kulu”
dedi. “Hepimiz Allah’ın kullarıyız; esas ismin nedir?” diye sordu. “Üveys” dedi. “Sağ elini göster”
buyurdu. Gösterdi. Hz. Ömer; Peygamber efendimiz size selâm etti. Mübârek hırkalarını size
gönderip, “Alıp giysin, ümmetime de duâ etsin” diye vasiyet etti, dedi. - 403 -
“Yâ Ömer! Ben zayıf, âciz ve günahkâr bir kulum. Dikkat buyur, bu vasiyet başkasına ait
olmasın?” deyince.
“Hayır. Yâ Üveys, aradığımız, kimse sensin. Peygamber efendimiz senin eşkâlini ve vasfını
belirtti.” cevabını verdi.
Bunun üzerine, Hırka-i şerîfi hürmetle aldı, öptü, kokladı, yüzüne gözüne sürdü. Sonra: “Siz
burada bekleyin” dedi. Yanlarından ayrıldı. Biraz ileride hırkayı yere bırakıp, yüzünü yere koydu.
Cenâb-ı Hakka şöyle duâda bulundu:
“Yâ Rabbi, Sevgili Peygamber efendimiz, ben fakîr, âciz kuluna Hz. Ömer ve Hz. Ali ile
Hırka-i şerîflerini göndermiş” dedi. Günahkâr olan bütün müslümanların affı için duâ etti. Bir çok
günahkâr müslümanın affolduğu bildirilince Hırka-i şerîfi hürmetle giydi.
Veysel Karânî’ye hediye edilen Hırka-i şerîfin bir parçası, Van civarında İrisân beylerine
kadar gelmiş ve 1618 senesinde, Osmanlı padişahlarından Sultan ikinci Osman Han’a getirilip
hediye edilmiştir. Sultan Abdülmecid Han, bu Hırka-i şerîf için Fatih civarında (Hırka-i şerîf)
câmi’ini yaptırmıştır. Her sene Ramazan ayında camekân içinde halka ziyâret ettirilmektedir.
Tasavvufta büyüklerini görmedikleri hâlde onların ruhaniyetinden istifade ederek feyz
alarak, yükselenlere “Üveysi” denilir. Bu tâbir, Veysel Karânî hazretlerinin Peygamber efendimizi
(s.a.v.) görmeden feyz alıp, O’na tâbi olmak suretiyle tasavvufta yüksek derecelere kavuşmasına
benzeterek söylenilmiştir. Üveysî demek mürşidi olmayan demek değildir. Görmediği halde
Peygamber efendimizin (s.a.v.) ve O’nun vârisleri olan evliyânın büyüklerinden birinin
ruhaniyetinden feyz alıp yükselmek demektir.
Veysel Karanî kendisine hırka verildikten sonra Yemen’den Kûfe’ye gitti. Kûfe’ye gittikten
sonra çok az kimse onu görebildi. Görenlerden biri Harem bin Hayyan’dır. Harem bin Hayyan
anlatır. Üveys’in şefâatinin ne derecede olduğunu bildiren hadîsi işitince, onu görmek istedim.
Kûfe’ye gidip, onu aradım. Nihayet Fırat nehri kenarında abdest alırken buldum. Daha önce
hakkında malûmatım olduğundan onu tanıdım. Selâm verdim. Selâmımı aldı. Bana baktı.
Müsâfeha etmek istedim, elini vermedi. “Allah sana merhamet eylesin, seni bağışlasın ey Üveys,
nasılsın?” dedim. Onu o kadar sevmiştim, ona o kadar acımıştım ki ağladım. Çünkü çok zayıf idi.
O da ağladı ve “Allah sana hayırlı ömür versin, ey Harem bin Hayyan? Nasılsın ey kardeşim?
Beni sana kim gösterdi?” dedi. İsmimi ve babamın ismini nasıl bildin ve hiç görmeden beni nasıl
tanıdın? dedim. “Herşeyi bilen ve herşeyden haberi olan bana bildirdi. Ruhum senin ruhunu
tanıdı. Çünkü mü’minlerin ruhları birbirlerini tanırlar, birbirlerini görmeseler de.” dedi.
Resûlullahdan bana bir haber ver dedim. “Ben onu görmedim, Onun haberini başkalarından işitmi-
şim. Hadîs yolunu kendime açmağı istemem. Muhaddis, müftü veya müzekkir olmağı istemem. Benim
meşguliyetim vardır. Bunlarla uğraşamam” dedi. Bana bir âyet okuyun. Sizden duyayım dedim. Elimi
tuttu. Eüzü besmele okudu ve çok ağladı. Sonra Allahü teâlâ bir âyette: “Cinleri ve insanları beni tanımaları, ibadet etmeleri için yarattım” bir başka âyette “Gökü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun
olsun diye yaratmadım” buyuruyor. “İnnehû hüvel azîzür-rahîm’e” kadar okudu. Sonra bir sayha
vurdu (feryad etti). Aklının gittiğini sandım. Sonra: “Ey Hayyân’ın oğlu, sen buraya niçin geldin?” dedi.
Seni tanımak, seninle sohbet etmek arzusu ile dedim. “Bir kimsenin Allahü teâlâyı tanıdıktan sonra, herhangi bir kimse ile ahbablık etmek istemesine hiçbir zaman bir ma’nâ veremem” dedi. Bana vasiyet,
nasîhat et dedim. “Yattığın zaman ölümü yastığının altında bil. Kalkınca da karşında bulundur. Günahın
küçüklüğüne değil, onunla âsi olmaklığının büyüklüğüne bak! Günâhı küçük tutarsan, onu yasak eden
Rabbini küçük tutmuş olursun. Onu büyük tutarsan, Rabbini büyük tutmuş olursun” dedi. Nereye yerleşmemi tavsiye edersin? dedim. “Şam’a” dedi. Orada geçim nasıldır? dedim. “Şüphenin ağır bastığı şu
kalbe yazıklar olsun, nasîhat kabul etmez” dedi. Bana bir tavsiyede daha bulun? dedim. “Ey Hayyân’ın
oğlu! Baban öldü, Âdem aleyhisselâm, Dâvûd aleyhisselâm, Muhammed Resûlullah öldüler. Halifesi Hz.
Ebû Bekir öldü. Kardeşim Ömer öldü. Ah Ömer!... Ah Ömer!” dedi. Allah sana rahmet eylesin, Hz. Ömer
ölmemiştir dedim. “Allahü teâlâ, onun öldüğünü bana bildirdi” dedi ve devam etti. “Ben ve sen, ölülerdeniz. Salevât okuyup, kısa bir duâ yaptı ve: Vasıyyetim şudur ki, Allah’ın kitabını ve onda bildirilen sırat-ı
müstakimi (doğru yolu) elden bırakma ve ölümü bir an unutma. Kavmine ve akrabana varınca onlara
nasîhat et ve Allah’ın kullarına öğüt vermekten geri durma. Ehl-i sünnete uymaktan bir adım ayrılma ki,
dinini kayıp edersin de haberin olmaz ve Cehenneme düşersin” dedi. Birkaç duâ daha etti ve sonra: “Git
Harem bin Hayyan, bir daha ne sen beni gör, ne de ben seni. Beni duâ ile hatırla, ben de seni duâ ile
anarım. Sen bu taraftan git, ben de şu taraftan gideyim” dedi. Bir zaman onunla gitmek istedim. Bırakmadı. Gitti, ağlıyordu. Ben de ağladım. Ardından baktım durdum. Gözden kayboluncaya, şehre girinceye kadar baktım. Hâlâ ondan bir haber alamadım.
“Benimle en çok konuşan Hz. Ömer ve Hz. Ali’dir (radıyallahü anhümâ)” demiştir. - 404 -
Veysel Karanı Mekke’de hac yapıp, Medine’ye gidince işte Resûlullahın türbesi burasıdır diye
kendisine gösterildi. Kendinden geçerek düşüp bayıldı. Ayılınca beni buradan götürün. Resûlullahın
(s.a.v.) medfun bulunduğu bir beldede benim için yaşamanın tadı olmaz, demiştir.
Rebî’ bin Haysem anlatır: Üveysi görmeğe gittim. Sabah namazında idi. Bitirdi, tesbihlerin sonuna
kadar bekleyeyim dedim. Kuşluğa kadar kalkmadı. Kalktı kuşluk namazı kıldı. Öğle oldu, öğleyi kıldı.
Velhasıl üç gün namazdan kalkıp, dışarı çıkmadı. Yemedi, uyumadı. Dördüncü gece O’na kulak verdim.
Gözüne uyku gelmişti. Derhal münâcaâta başladı ve: “Yâ Rabbi, çok uyuyan gözden, çok yiyen karından sana sığınırım” dedi. Bana bu yeter dedim ve hâlini bozmadan kalkıp gittim.
Geceleri hiç uyumadığı bildirilir. Bir gece, “Bu gece kıyâm gecesidir” der, diğer gece, “Bu gece rü-
kû’ gecesidir” öbür gece; “Bu gece secde gecesidir” der, bir geceyi kıyâm, bir geceyi rükû’, bir başka
geceyi secde ile geçirdi. “Ey Üveys, bu kadar uzun geceyi bir hâlde geçirmeğe nasıl katlanıyorsun?”
dediklerinde: “Secdede, sabah oluyor da, ben hâlâ bir kere Sübhâne Rabbiyel a’lâ diyemem. Halbuki üç
tesbih sünnettir. Bunu yapmamın sebebi, meleklerin ibadetini yapmak istememdir” dedi.
Kendisine, namazda huşu’ nedir? dediklerinde: “Böğrüne iğne batırılsa, namazda duymamaktır”
dedi. Kendisine nasılsın? dediler “Sabahleyin kalkıp, akşama sağ çıkacağını bilmeyenin hâli nasıl olur?”
dedi. İş nasıldır? dediler. “Ah, yolun uzaklığından azıksızlıktan, ah!” dedi.
Veysel Karânî’ye, şuracıkta bir adam var. Otuz senedir, bir mezar kazdı, kefenini giydi, o kabrin
başında oturmuş ağlar, gecesi gündüzü yok dediler. Beni oraya götürün buyurdu. Veysel Karânî’yi onun
yanına götürdüler. Sararmış, zayıflamış, kurumuş, gözleri ağlamaktan çukurlaşmış halde idi. “Ey kişi, bu
kabir ve kefen, seni otuz senedir, Allah’dan alıkoydu. Sen Allah’ı düşünecek, zikr edecek yerde, hep
kefeni ve kabri düşündün” buyurdu. O kişi, onun nuruyla o tehlikeyi kendinde gördü. Feryad ederek o
kabre düşüp can verdi.
Bir zât, Veysel Karânî’yi ziyârete gitti. Ona hitaben: Ey Allahü teâlânın sevgili kulu. Bana bir
nasîhatta bulun? dedi. Veysel Karanı hazretleri: “Allahü teâlâyı bilir misin?” Evet bilirim, “Öyle ise, Allahü
teâlâdan gayri şeyleri bilme. Bu yetişir.”
Yâ Üveys, bir nasîhat daha söyle! “Allahü teâlâ seni bilir mi?” Evet bilir, “Öyle ise, Allah’tan gayrisi
seni bilmesin. Allahü teâlânın bilmesi senin için kâfidir.”
Veysel Karânî’yi çocuklar bazen taşa tutardı. O ise çocuklara yavrucaklar mutlaka beni taşa tutmanız gerekiyorsa, hiç olmazsa küçük taş atın da ayaklarımı kanatıp da namaz kılmakta bana zorluk
olmasın derdi.
Veysel Karanî bir defasında üç gün üç gece yemek yememişti. Dördüncü gün sabahı dışarı çıktı.
Yolda bir altın para gördü. Bir kimseden düşmüştür deyip, almadı. Açlığını gidermeye çalışırken baktı ki,
bir koyun kendisine doğru gelir ve ağzında o bir altınla önünde durur. Bir kimsenin olabilir deyip, yüzünü
çevirdi. Koyun dile gelip: “Ben de, senin kulu olduğun zâtın kuluyum. Allah’ın rızkını Allah’ın kulundan al”
dedi. Altını almak için elini uzatanca onu eline bıraktı ve koyun kayboldu.
Buyurdu ki:
“Allahü teâlâyı tanıyana hiçbir şey gizli kalmaz.”
“Ey insan bu fâni hayatta Allah korkusunu kalbinden çıkarma! Kurtuluş çaresi O’na itâattedir.”
“Yüksekliği aradım, tevâzu’da buldum. Başkanlık aradım, halka nasîhatta buldum. Neseb aradım,
takvada buldum. Şeref aradım, kanaat’te buldum. Rahatlık aradım, zühdde buldum. Zenginlik aradım,
tevekkülde buldum.”
 1) Hilyet-ül-evliyâ, cild-2, sh-87
 2) Tabakât-ül-Kübra, cild-1, sh-27
 3) Câmi’u Kerâmât-il Evliyâ, cild-1, sh-364
 4) Tezkiret-ül-Evliyâ, sh-12
 5) El-A’lâm, cild-2, sh-32
 6) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-6, sh-161
 7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-1081
 8) Eshâb-ı Kirâm, sh-405
 9) Mektûbât-ı Rabbânî, cild-1, mek. 222, 270
ZAİDE BİN KUDÂME:
Kûfe’de yetişen Ehl-i sünnet âlimlerinden. Adı, Zâide bin Kudâme bin Mes’ûd es-Sakafî’dir. Künyesi Ebu’s-Salt el-Kûfî’dir. İmâm-ı Nesâî, O’nun 60 veya 61 (m. 683) senesinde, Rumlarla harb ederken
vefât ettiğini bildirmektedir. 76 (m. 695) senesinde Haccac zamanında Haricîlerden Şübeyb tarafından
şehîd edildiği de rivâyet edilmiştir. Tâbiînin büyüklerindendir. - 405 -
İslâmiyete bozuk itikadların sokulmaya çalışıldığı bir devirde yetişen Zâide bin Kudâme büyük bir
hadîs âlimi idi. Rivâyetleri sika (güvenilir, sağlam) olup Ehl-i sünnet ehlinin önde gelenlerindendi. Ancak
sika olan râvilerden hadîs-i şerîf rivâyet ettiğini birçok hadîs âlimi haber vermektedir. O, Ebû İshâk,
Abdülmelik bin Umeyr, Süleymân-ı Teymî, İsmâîl bin Ebî Hâlid, Ziyâd bin Alâka, Semmâk bin Harb ve
daha pekçok âlimden ilim alıp hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden de, Süfyân bin Uyeyne,
Abdurrahman bin Mehdî, Muâviye bin Amr, Abdullah bin Mübârek, Ebû Naîm, Ebû Üsâme ve daha
pekçok âlim hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.
O’nun hadîs-i şerîf rivâyetindeki sikalığı, sağlamlığı, büyük bir hadîs âlimi olan Şu’be bin Haccac
derecesinde idi. (Bkz. Şu’be bin Haccac) İbn-i Sa’d, Onun hakkında: “O, sika ve emin bir râvi olup,
bid’atlerden uzak ve sünnete sımsıkı bağlı idi” diyor. İmâm-ı Iclî ve İmâm-ı Nesâî de, sika râvilerden olduğunu zikretmektedirler. Ahmed bin Yunus diyor ki: “Birgün Züheyr bin Muâviyenin Zâide’ye geldiğini
ve onunla kendisinden hadîs-i şerîf rivâyet ettiği bir kişi hakkında konuştuğunu gördüm. Onun Ehl-i Sünnetten olduğunu söyledi ve onun bir bid’âtini bilmiyorum dedi.” İbn-i Hıbbân da, “Kitabüs-sikât’ında “O,
kuvvetli hadîs hafızlarındandı. Hadîs-i şerîf rivâyetinde râvi’nin üç kere dinlemiş olmasını şart koşardı.”
Ebû Naîm de: “O, imtihan etmedikçe kimseyle konuşmazdı. Bir keresinde kendisine Vekî geldiği
halde onunla konuşup, hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmadı” diyor. İmâm-ı Darekutnî de: “O, rivâyetleri
sağlam olanlardan olup büyük hadîs imâmlarındandı” dedi.
Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden biri şöyledir:
Esved bin Hilâl’den, O da Muaz bin Cebel’den işitti. Muâz bin Cebel (r.a.) şöyle buyurdu: “Beni
Resûlullah (s.a.v.) efendimiz çağırdı. Hemen kendilerinin yanına gittim. “Allahü teâlâ’nın insanlar üzerindeki hakkı nedir bilir misin?” buyurdular. Ben de “Allah ve Resûlü bilir” dedim. Buyurdular ki: “Allah’a ibâdet etmeleri ve O’na hiçbir şey ortak koşmamalarıdır.” Tekrar “Yâ Muaz! Bunu yaptıkları
takdirde kulların Allahü teâlâ üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?” Ben tekrar “Allah ve Resûlü bilir”
dedim. Bunun üzerine “Onlara azâb etmemektir” buyurdular.
 1) Tehzîb-üt-tehzîb cild-3, sh-306
 2) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh-215
 3) El-A’lâm cild-3, sh-40
ZEYD BİN HÂRİSE (r.a.):
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve Peygamber efendimizin azadlı kölesi. Tahminen milâdî 575 yı-
lında doğmuş olup, annesi Su’da binti Salebe’dir. Künyesi oğluna nisbetle “Ebû Üsâme’dir.” Yemenli’dir.
Yemen’in o zamanki en muhterem kabilesi olan Kudâa kabilesine mensûbtur. Annesi ise Tay kabilesinin
bir kolu olan Maanoğullarındandır.
Zeyd bin Hârise (r.a.) çocuk yaşlarında iken annesi Su’da ile birlikte akrabalarını ziyârete gitmişti.
Bu sırada başka bir kabilenin baskınına uğradılar. Zeyd’i esir aldılar. Mekke’ye Sûk-ı Ukâz denilen panayıra getirip satılığa çıkardılar. Hz. Hatice’nin yeğeni Hâkim bin Hizam, Zeyd’i 400 dirheme satın aldı.
Hâkim bin Hizam da, Zeyd bin Hârise’yi halası Hz. Hatice’ye hediye etti. O da Peygamber efendimize
hediyye etti. Peygamber efendimiz (s.a.v.), Hz. Hatice ile evli bulunuyorlardı. Peygamber efendimiz onu
derhal âzâd ederek yanında alıkoydu. Zira âzâd olan Zeyd bin Hârise’nin gidecek yeri olmadığı gibi,
Resûlullah’dan daha iyi ona bakacak kimsesi de yoktu. O da seve seve Resûlullah’ın yanında kalarak
Mûte harbinde şehîd düşene kadar ona hizmet etti.
Zeyd bin Hârise (r.a.), İslâmiyetten önce de, adalet, insaf, merhamet, insan sevgisi, güler yüzlülük,
kerem, cömertlik, ahde vefâ (sözünde durma.), emânete riâyet, yardım severlik, fedâkârlık, güvenilirlik,
mazlumu, düşkünü, fakîri koruma, çocuklara sevgi ve muhabbet gösterme, dürüstlük, doğru sözlülük,
nezâket, tevazu, i’tidâl, insanları güzel surette idare etme, cesaret ve şecaat gibi görünür-görünmez,
bilinir bilinmez her türlü güzel ahlâkı tamamlamak için yaratılmış, her bakımdan, gelmiş-gelecek bütün
yaratılmışlardan üstün olan herkesin i’timâdını kazanarak “(el-emîn) (güvenilir)’ unvanını alan Peygamber efendimizden (s.a.v.) gördüğü güzel mu’âmeleden dolayı Resûlullahı (s.a.v.), babasından ve anasından daha çok seviyor, yanından hiç ayrılmak istemiyordu.
Anne ve babası oğullarının nereye götürüldüğünü, ne yapıldığını bilmiyorlardı.
Zeyd’in babası Hârise, evlad ateşiyle yanıp tutuşuyor, diyar diyar dolaşarak oğlunu arıyordu. Yemen’den çeşitli ülkelere giden akrabalarına ve tanıdıklarına sıkı sıkı tenbih ederek, oğlu Zeyd’den bir
haber getirmelerini istiyor, şiirler söyleyerek, gözyaşı döküyordu. Oğluna olan hasretini dile getiren şiiri
aşağıdadır:
Ağladım Zeyd’ime bilmem ne yaptı?
Sağ mı yoksa ona ecel mi çarptı? - 406 -
Sorma ey gönül beyhude onu!
Bilemezsin mezarı ya ova, ya sarptı.
Zeydim, yavrum! gidenin geri döneceğini bilsem âh!
Senden başkasının dönmesini istemem vallah!
Anarım esince rüzgâr, nerede bir çocuk görsem; onu,
Ve doğarken güneş hatırlatıyor seni her sabah.
Feryad, ciğer parem için binlerce feryâd!
Binerek hayvanıma ararım, hâlim olsa da berbâd.
Ben ve bineğim bilmeyiz ne usanmak ne bıkmak.
İhtimalken oğlum bulunup karşıma çıkmak.
Ne kadar ümid insanı aldatsa da o fânidir nihayet,
Oğullarım! Kays, Amr, Yezîd, Cebel; Zeydim size emânet.
Neticede, İslâmiyetin gelmesinden bir süre sonra Benî Kelb kabilesinden Kâ’be’yi ziyârete gelenlerden bazıları Hz. Zeyd’i görerek tanımışlar, Hz. Zeyd onlara: “Ailemin benim için feryâd figan edeceğini
bilirim, şu beyitleri onlara ulaştırın” diyerek aşağıdaki şiiri yazıp vermiştir:
Yanıyor yüreğim uzağım ben yuvamdan
Komşuyum Kâ’be’ye uzaksam da anam-babamdan
Üzüntünüz sakın kalbinizi yakmasın.
Benim için feryadınız arşa değin çıkmasın.
Hamd olsun Mevlâya öyle bir yuvadayım,
Ki gördüğüm şeref ve hayırdan hep duâdayım.
Harise bu haber üzerine çok sevindi. Hemen kardeşi Ka’b ile birlikte yanına fazla miktarda para
alarak Mekke’ye geldi. Mekke’ye varınca Peygamberimizin (s.a.v.) evini öğrenip huzurlarına çıktı ve şöyle dedi:
“Ey Kureyş kavminin efendisi, ey Abdülmuttalib’in torunu, ey Benî Hâşim soyunun oğlu, siz Harem-i şerîfin komşususunuz. Misafirlere ikrâm, esirlere ihsan eder, onları esaretten kurtarırsınız. Köleniz
bulunan oğlumuzun kurtulması için ne kadar para istersen onu verelim, serbest bırak, ne olur bu dileğimizi geri çevirme!” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.):
“Zeyd’i çağırıp kendisine durumu bildirelim. O’nu serbest bırakalım. Şayet size gelmeyi tercih ederse sizden herhangi bir para almadan onu alıp götürebilirsiniz. Şayet beni tercih eder, yanımda kalmayı isterse Allah’a yemin ederim ki, beni tercih edeni kimseye terk etmem, yanımda
kalır.”
Harise ve kardeşi, Peygamber efendimizin bu cevâbına çok memnun oldular. “Sen bize çok adaletli ve insaflı davrandın” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) Zeyd’i huzuruna çağırarak kendisine: “Bunları tanıyor musun?” “Evet biri babam, diğeri amcamdır.” “Ey Zeyd sen benim kim oldu-
ğumu öğrendin, sana olan şefkat ve merhametimi, davranışımı gördün. Bunlar seni almaya gelmişler. O halde ya beni tercih et, yanımda kal veya onları tercih et, git.”
Babası ve amcası artık bizi tercih eder, Zeyd’i alıp götürürüz diye bekliyorlardı. Zeyd:
“Ben hiç kimseyi size tercih etmem. Siz benim hem amcam, hem de babam makamındasınız. Sizin yanınızda kalmak istiyorum” dedi.
Babası ve amcam hayretler içinde şaşırıp kaldılar. Babası, kızarak Zeyd’e; “Yazıklar olsun sana,
demek ki, sen köleliği hürriyete, annene, babana ve amcana tercih ediyorsun?” dedi. Zeyd de babasına:
“Babacığım ben bu zattan öyle bir şefkat ve muamele gördüm ki, O’na kimseyi tercih edemem” cevâbını
verdi.
Peygamber efendimiz Zeyd’i çok severdi. Kendisine olan bu bağlılığını ve sevgisini görünce onu
Kâ’be-i Muazzama’nın duvarında bulunan Hacer-i Esved taşının yanına götürüp oradakilere hitap ederek; “Şahid olunuz Zeyd benim oğlumdur. O bana vâris, ben ona vârisim” buyurdu. Babası ve amcası bu durumu görünce kızgınlıkları geçti. Sevinç içinde memleketlerine döndüler. Eshâb-ı kirâm bundan sonra Zeyd’e, Zeyd bin Muhammed (Muhammed’in oğlu Zeyd) demeye başladılar. Bu hadîseler
olduğunda henüz İslâmiyet gelmemişti. Daha sonra Allahü teâlânın. Ahzâb sûresinin 5. ve 40. âyetlerindeki: “Evladlarınızı babalarının ismiyle çağırın, böylesi Allah katında daha doğrudur.” “Muhammed aleyhisselâm sizden hiç bir erkeğin (Zeyd gibi) babası değildir” emirleri ile evlad edinmek de
kaldırılınca, Hz. Zeyd babasının ismiyle, yani “Hârise’nin oğlu Zeyd” (Zeyd bin Hârise) diye çağrılmaya
başlandı.
Zeyd bin Hârise (r.a.) ilk îmân edenlerdendir. Hz. Hatice, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali’den sonra dördüncü, âzâd olmuş köleler içinde ise ilk müslüman olmakla şereflendi. - 407 -
Peygamber efendimiz Zeyd’i Mekke’de Ümmü Eymen’le (r.anha) evlendirdi. Bundan, Eshâbın bü-
yüklerinden Hz. Üsâme doğdu. Peygamber efendimiz daha sonra kendi halasının kızı Zeyneb binti
Cahş’la evlendirdi. Bu evlilikleri kısa sürdü ve ayrıldılar.
Mekke’de iken pek çok eza ve cefâlara ma’rûz kaldı. Peygamberimiz (s.a.v.) Tâif halkını
İslâmiyete da’vet için Taif’e gitmişti. Tâif’te hiç kimse îmân etmedi. Peygamber efendimiz, Zeyd bin Hârise (r.a.) ile dönerlerken yolda Tâifliler taşa tuttular. Her tarafı an kan revân içinde kaldı. Hz. Zeyd, Peygamberimizi atılan taşlardan korumak için, O’nun önüne, arkasına, sağına soluna geçerek siper oluyordu. Kendisi de bu suretle bir çok yerinden yaralandı. Hicret izni çıkınca Medine’ye hicret etti. Medine’de,
Ensârdan Gülsüm bin Hedm’in evinde misafir kaldı. Üseyd bin Hâfız’la din kardeşi oldu.
Zeyd bin Hârise (r.a.) Bedr harbinden Mûte harbine kadar Peygamber efendimizin bulunduğu bü-
tün gazvelere katılmıştır. Yalnız Müreysi gazasında Peygamber efendimiz (s.a.v.), Zeyd bin Hârise’yi
Medine’de yerine vekil bıraktığından bulunamadı. Bunun dışında pek çok seriyyelerde de (Peygamber
efendimizin katılmadığı savaşlarda) bulunmuş, bir çoğunda kumandanlık ederek, şecaati, kahramanlığı
ile örnek olmuştur.
Zeyd (r.a.) Peygamberimizi (s.a.v.) o kadar çok seviyordu ki, canını O’nun yolunda fedâ etmekten
çekinmiyordu. Hatta öz babasına Peygamberimizi (s.a.v.) tercih etti. Peygamber efendimiz de, Zeyd’i ve
oğlu Üsâme’yi çok severdi. Bir hadîs-i şerîfte: “Bana insanlar arasında en sevimli gelen kişi, Benim
ve Allah’ın ihsanına mazhar olan kişidir. Bu zât Zeyd’dir.” buyurmuştur. Allah’ın ihsanı; müslüman
olmasını nasîb etmesi, Peygamberimizin ihsanı ise O’nu hürriyetine kavuşturmasıdır.
Kur’ân-ı kerîmde Eshâb-ı kirâm içinde Zeyd’den (r.a.) başka hiçbir kimsenin ismi açıkça zikredilmedi. Sadece Zeyd’in ismi geçmektedir. Bu, O’nun için büyük şeref olmuştur.
Hz. Zeyd, hicretin sekizinci yılında (m. 629) Şam bölgesinde “Mûte”de şehîd olmuştur. Esasen
kendisi bu savaş için hazırlanan ordunun kumandanı idi. Bu muharebede üçbin İslâm askeri, yüzbinden
çok Rum ordusu ile savaşmıştı.
Peygamberimiz Mûte savaş-ı için orduyu hazırladıklarında: “Ordunun kumandanı Zeyd’dir. O
şehîd olursa yerine Ca’fer, o da şehîd olursa Abdullah bin Revâhâ kumandan olsun” buyurdular.
Gerçekten bunların üçü de peş peşe bu savaşta şehâdet şerbetini içerek şehîdlik mertebesine yükselmişlerdir.
Sahih-i Buhârîde ifade edilen rivâyette, bu olay şöyle anlatılıyor:
Resûlullah (s.a.v.) efendimiz Mûte’ye orduyu gönderdikten epey sonra bir gün minberde konuşma
yapıyorlardı. Birden bire efendimizin gözlerinden yaşlar boşanmaya başlamış ve konuşmalarını keserek:
“İşte Zeyd şehîd oldu! Bayrağı Ca’fer aldı. O da şehîd oldu. Bayrağı Abdullah aldı. O da şehîd
oldu. Şimdi bayrağı Hâlid bin Velîd aldı. Cenâb-ı Hak zaferi Hâlid’e müyesser kıldı.” buyurdular.
Hz. Zeyd’in kumandan olduğu bu savaşta, ondan sonra kumandan olarak şehîd edilen Ca’fer-i
Tayyar (r.a.) Hz. Ali’nin kardeşidir. Savaş sırasında iki kolu birden kesilmişti. Onun hakkında Peygamber
efendimiz: “Cenab-ı Hak Ca’fer’e kesilen kollarının yerine iki kanad ihsan buyurdu. Cennette meleklerle birlikte uçtuğunu Rabbim bana gösterdi.” buyurdular. Bu sebeple vefâtından sonra kendisi
“Uçan Ca’fer” mânâsına gelmek üzere “Ca’fer-i Tayyar” lakâbıyle anılmıştır.
Hz. Zeyd’in Mûte savaşında öldürülmesinin intikamını oğlu Üsâme almıştır. Bir süre sonra bu defa
mübârek şehîdin oğlu Üsâme kumandasında bir ordu daha hazırlandı, fakat Resûlullah efendimizin hayatının son günlerine rastlaması yüzünden onları uğurlayamadı. Daha sonra bu ordu Hz. Ebû Bekir tarafından Şam üzerine gönderilmiştir.
Zeyd, beyaz, güzel idi. Üsâme ise esmer idi. Çünkü Ümmî Eymen Resûlullaha (s.a.v.) annesinden
kalan habeşli bir câriye idi. O’nun fazîleti hakkında Peygamber efendimiz buyurdu ki:
“Zeyd bana kavmimin en sevgilisidir.”
“Cennete baktım. Bir de gördüm ki, Cennet narlarının her biri deve derisinden yapılmış, şi-
şirilen tulum gibi, kuşları, büyük develer gibi iri. Bunların arasındaki bir gence gözüm ilişti. “Sen
kimsin?” diye sordum. O da, Zeyd bin Hârise olduğunu söyledi. Sonra baktım ki, Cennette gözlerin görmediği kulakların duymadığı, hatır ve hayâle gelmeyen şeyler vardır.”
 1) Tabakât-ı İbni Sa’d, cild-3, sh-40
 2) El-Îsâbe, cild-1, sh-563
 3) El-A’lâm, cild-4, sh-57
 4) Mevâhib-i Ledünniyye, cild-1, sh-134
 5) Tam İlmihâl Se’âdet-ı Ebediyye, sh-1087
 6) Eshâb-ı Kirâm, sh-403 - 408 -
ZEYD BİN SÂBİT (r.a.):
Eshâb-ı kirâmın, büyüklerinden. Yaklaşık 612 senesinde Medine’de doğdu. Hicrî 45 veya 55 senesinde Medine’de vefât etti. Hz. Zeyd bin Sâbit’in nesebi: Zeyd bin Sâbit bin Dahhak bin Zeyd bin
Lûzân bin Amr bin Abdiavf bin Ganm bin Mâlik biri Neccâr, el-Ensârîyyi’l-Hazrecî, Benî Neccâr’dır. Annesi Nevvâr binti Mâlik bin Mûâviye bin Adî’dir. Künyesi Ebû Saîd veya Ebû Sâbit’tir. Ayrıca Ebû Hârice
veya Ebû Abdurrahman da denilmektedir. Lâkabı ise el-Kârî’ veya el-Mukrî’ veya el-Farzî veyahut da
Kâtibü’l-Vahy Hibrü’l-Ümme’dir. Babası Sâbit hicretten önce Evs ile Hazrec kabileleri arasında (Yevmü’l
Buâs) adıyla bilinen bir muharebede ölmüştü. Babası öldüğünde Zeyd (r.a.) henüz altı yaşlarında bir
çocuk idi. Annesi tarafından büyütüldü, yetiştirildi.
Peygamberimiz (s.a.v.) İslâmiyeti yaymak üzere Eshâb-ı kirâmdan Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) Medine’ye göndermişti. Bu sırada henüz onbir yaşlarında olan Zeyd bin Sâbit de, Mus’ab bin Umeyr vâsıtası
ile müslüman oldu. Müslüman olunca hemen Kur’ân-ı kerîmin vahy olunan âyetlerini ezberlemeye baş-
ladı. Bir taraftan ezberliyor, bir taraftan da Benî Neccâr kabilesinin çocuklarına öğretiyordu. Kur’ân-ı kerîme o kadar muhabbeti, sevgisi vardı ki, Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke’den Medine’ye hicret etmeden
önce, onyedi sûreyi ezberlemişti. Hicretten sonra Peygamberimiz (s.a.v.), O’nun bu halini büyük bir
memnuniyetle karşılamıştır.
Bedir Savaşı yapıldığında Zeyd bin Sâbit onüç yaşında idi. İslâm ordusu hareket etmek üzere iken
o da katılmak istedi. Fakat yaşı küçük’olduğu için Resûlullah efendimiz O’na izin vermedi. Emre itâat
edip Medine’de kaldı. Uhud Savaşına da, bu sebeple katılamadığı rivâyet edilmiştir. Hendek harbine
katılmıştır. Harbe hazırlık için önce hendek kazma işinde çalışmış sonra savaşa katılıp, büyük fedâkârlıklar göstermişti, Peygamberimiz: “Bu ne güzel bir genç” diyerek onu taltif buyurmuşlardır. Bu harp,
müslümanların topyekün bir savunmasıydı.
Tebük gazvesinde Mâlik bin Neccâr’ın sancağını Ümâre bin Hazm taşıyorken Resûl-i Ekrem, sancağı alıp, Zeyd bin Sâbit’e vermiş Ümâre’nin “Yâ Resûlallah yoksa aleyhimde birşey mi duydun?” demesi üzerine de, “Hayır! Kur’ân-ı kerîm öncedir. Zeyd ise Kur’ân-ı kerîmi senden daha çok bilir” diye
buyurmuştur. Hudeybiye antlaşmasında, Mekke’nin fethinde Huneyn gazvesinde ve Tâif muhasarasında
ve Veda’ Haccı’nda bulunmuştur. Resûl-i Ekrem’in vefâtından sonra Hz. Ebû Bekir devrinde meydana
gelen Yemâme harbine de katılmıştı. Bu harpte yalancı peygamberlik iddia edip ortaya çıkan
Müseylemet-ül-Kezzaba karşı savaşırken kendisine bir ok isabet edip yaralanmıştı.
Resûl-i Ekrem’in hayatı müddetince, vahiy kâtipliğinden başka yazışmalarını da o yazardı. Hz.
Peygamber, bazı hükümdarlar tarafından gönderilen mektûbların hatasız tercüme edilmesi için Zeyd’e
Süryânî ve İbranî lisanlarını öğrenmesini emir buyurmuşlardı. Çok zekî olan bu zât, 15 gün gibi kısa bir
zamanda, her iki dili de öğrenmeye muvaffak olmuştu. Bundan sonra bu lisanlarla Medine’ye gönderilen
hükümdarların mektûblarını tercüme ediyordu. Hz. Ömer’in ve Hz. Osman’ın hilâfetleri zamanında da
onların yazı işlerini ifâ ediyordu.
Halife Hz. Osman, onu Beytülmâl Emini tayin etmişti. Bir hadîs-i şerîfte buyurulduğu gibi, Eshâb-ı
kirâm arasında ferâiz ilmini (miras hukukunu) en iyi bilen o zât idi. Hz. Ömer, her zaman Hz. Ali ile beraber Zeyd bin Sâbit’i danışma meclisine davet ederdi.
Abdullah bin Abbas hazretleri geniş bilgisiyle beraber Zeyd bin Sâbit hazretlerinin evine kadar gidip ondan istifade ederdi. Bir defa Zeyd bin Sâbit (r.a.) hayvana bineceği zamanda üzengisini tutmuş,
Zeyd bin Sâbit, kendisini men edince, İbn-i Abbâs (r.a.): “Biz âlimlerimize böyle hürmet ederiz” demiş,
Zeyd hazretleri de İbn-i Abbas’ın elini tutarak öpmüş: “Biz de Peygamber efendimizin Ehl-i beytine böyle
hürmet etmekle emrolunduk” demiştir.
Zeyd bin Sâbit hazretleri Sahâbe devrinde bile Medine’nin Baş Kadısı idi. Ferâiz, Kırâat ve Tefsîr
ilmînde de baş İmam idi. İmâm-ı Şâfiî, ferâiz hususunda Zeyd’in (r.a.) kavlini tercih ederdi. Zeyd bin Sâ-
bit (r.a.) kırâat ilminde Eshâb-ı kirâmın en yükseklerindendi. Kur’ân-ı kerîmin tamamını güzelce ezberlemiş, kendisinden İbn-i Abbas, Ebû Abdi’r-Rahmân es-Sülemî gibi Sahâbe-i kirâm Kur’ân-ı kerîm okumuşlardır.
İslâm ilimleri içinde en yüksek olan Kırâat ilmiydi. Bu ilim sayesinde, Kur’ân-ı kerîm bozulmaktan
ve değişmekten korunmuştur. Bu ilmin mütehassıs âlimleri, kelâm-ı ilahinin kırâat şekillerini ve tevatür
halindeki ihtilafları zabt ve kaydetmişlerdir. Böylece Kur’ân-ı kerîm’in okunması hususundaki tereddütleri
bertaraf etmişlerdir. Hz. Zeyd bin Sâbit’in bu ilimdeki üstünlüğü, Eshâb-ı kirâm’ın ve Tâbiînin ileri gelenlerinin itirafı ve takdiri ile sabittir. Eshâb-ı kirâm arasında kırâat ilminde imamlık derecesine yükselenler,
Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk, Hz. Ömer bin Hattâb, Hz. Osman bin Âffân, Hz. Ali bin Ebî Tâlib, Übeyy bin Ka’b
(r.a.), Zeyd bin Sâbit (r.a.), Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), Ebûdderdâ (r.a.), EbûMûsel-eş’ari’dir. Bunlar
Resûlullah’tan (s.a.v.) bizzat kırâat eden sikadırlar, ya’nî sağlam vesikalardır. Zeyd bin Sâbit (r.a.),
Resûlullah’ın (s.a.v.) kâtibi ve vahy emini idi. Kendisi, Resûlullahın (s.a.v.) zamanında Kur’ân-ı kerîmi - 409 -
toplayan Medineli müslümanlardandı ve bununla iftihar ediyordu. Küçük yaşından itibaren Kur’ân-ı kerîm
ile meşgul olmuş, henüz onbir yaşında iken Kur’ân-ı kerîm’in 17 ve 18 sûresini ezberlemiş bulunuyordu.
Daha sonra bütün Kur’ân-ı kerîmi ezberlemek şerefine nâil olanlardan oldu. Hz. Ebû Bekir Kur’ân-ı kerîmin toplanması vazifesini, işte bu hususiyetlerinden dolayı Hz. Zeyd’e vermişti. Hz. Ömer, Hz. Zeyd’in
kırâati ile Ubeyy bin Ka’bın kırâatini karşılaştırır ve Hz. Zeyd’in kırâatini tercih ederdi. Çünkü O, Kureyş
kırâatine tam uygundu. Bu itibarla Onun kırâatini diğer kırâatlere tercih etmek icab ederdi. Hz. Ubeyy bin
Ka’b, hayatta bulunduğu müddetçe insanların kırâatda danışma mercii olmuşsa da, vefâtından sonra
bütün müslümanlar Medine-i Münevvere’de Hz. Zeyd’in etrafında toplanmışlar ve kendisi bütün ilim ehlinin kıblesi olmuştur. Şimdi onun zamanından bu zamana kadar ondört asırdan beri, hâlen ondan rivâyet
edildiği şekilde Kur’ân-ı kerîm okunmaktadır.
Süleymân bin Yesâr diyor ki: “Hz. Ömer ile Osman, fetva, ferâiz ve kırâat hususunda, hiçbir kimseyi Zeyd üzerine takdim etmezlerdi.”
Zeyd bin Sâbit (r.a.), Tefsîr ilminde de çok ilerde idi. Vahy kâtibi olmak şerefine sahip, fevkalâde
zekî, Hulefa-i Râşidîn’e yakın olmasından dolayı, bir çok âyet-i kerîme’nin nüzul sebebini bilir, hakikat ve
hikmetlerine vâkıf bulunurdu. Kendisinden tefsîre dair bir kısım ma’lûmât rivâyet edilmiştir. Buna misâl
olanlardan biri şudur: Nisâ sûresi 88.nci “Size ne oluyor ki, o münafıklar hakkında iki fırkaya, ayrılmış bulunuyorsunuz.” âyet-i kerîme’sinin nüzul sebebini şöyle açıklamıştı: “Eshâb-ı kirâm arasında
bulunan bir takım kimseler, Uhud harbine giderken yolda geri dönmüşlerdi. Bunlar Abdullah bin Ubey
bin Selûl’e tâbi üç yüz kadar münafıktı. İnsanlar, bunların hakkıda iki fırkaya ayrılmış, “bir kısmı bunların
öldürülmesini bir kısmı da öldürülmemesini Resûlullah’dan (s.a.v.) istiyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i
kerîme nâzil oldu.
Hadîs ilminde, fıkıh ilminde, ferâiz, kaza (hüküm verme) ve fetva ilimlerinde de son derece bilgili
idi. Resûl-i Ekrem’in senelerce huzur-ı se’âdetinde bulunmuş, o ilâhi menba’dan kalbine pek çok şeyler
akmıştı. Resûl-i Ekrem efendimiz’den 92 hadîs rivâyet etmiş. Kendisinden de Ebû Hüreyre, İbni Ömer,
Ebû Sa’îd, Enes bin Mâlik, Sehl bin Sa’d, oğlu Harice, Ebû Amr gibi Eshâb-ı kirâm, Sa’îd bin Müseyyib,
Kâsım İbn-i Muhammed, Süleymân bin Yesâr gibi Tâbiîn hadîs rivâyet etmişlerdir. Kendisi hadîs ilminin
kurucularından sayılır. Hz. Zeyd, rivâyet ettiği hadîs-i şerîfleri doğrudan doğruya Peygamberimizden
işitmiş, O’nun vefâtından sonra Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’dan da hadîs-i şerîf öğrenmiştir.
Hz. Zeyd bin Sâbit, kendi bulunduğu bir mecliste bir sahih hadîs söylendiği zaman onu derhal tasdîk ve
teyid ederdi. Nitekim bir gün Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.) şu hadîs-i şerîfi rivâyet etmişti: Resûl-i Ekrem
(s.a.v.) (Nasr) sûresi nâzil olduğu zaman onu okumuş ve şöyle buyurmuştu: “İnsanlar bir tarafta, ben
ve Eshâbım bir taraftayız.” Sonra Resûlullah efendimiz, “Fetihten sonra hicret olmaz, ancak cihâd
ve niyet vardır.” buyurdu. Orada hazır bulunan Mervan bin Hakem, Ebû Saîd-i Hudrî’ye: “Yalan
söylüyorsun” deyince, Zeyd bin Sâbit ve Râfi’ bin Hadic (r.a.) “Ebû Sa’îd doğru söyledi” diyerek onun
hakkında hüsn-i şehâdette bulunmuşlardı. Hz. Zeyd, Resûlullahın yaşayışına en çok vakıf olanlardandı.
Ondan az hadîs-i şerîf nakletmekle beraber, onların hepsi, en kuvvetli ve mevsuk olup
müttefekunaleyhtir. Bütün hadîs râvileri için en kat’î hüccet, burhandır. Bildirdiği şu hadîs-i şerîf bu cümledendir.
“Namazın efdali, farz namazlar müstesna olmak üzere, insanın hanesinde kıldığı namazdır.”
Hz. Zeyd bin Sâbit’in, fıkıh ilminde ve onun bir şubesi olan Ferâiz (miras hukuku) ilminde de derin
bir vukufiyeti vardı. Medine’de fetva mercii, o idi. Tâbiînden Sa’îd bin Müseyyib’in bütün fetva ve hükümleri, O’nun nakil ve rivâyetine dayanıyordu. Sa’îd bin Müseyyib, yeni bir mesele ortaya çıktığında, bütün
Eshâbın re’y ve ictihâdını araştırdıktan, Hz. Zeyd’in ne dediğini tahkik edip, onun hükmünü anladıktan
sonra fetva verirdi. Yine o devirde Medine’de büyük bir imam olan Mâlik bin Enes (r.a.), fıkıh ve hadîsde
yüzbinlerce insanın mutlak imamıydı. İmâm-ı Mâlik, Hz. Ömer’den sonra, Hz. Zeyd bin Sâbit’i imam tanırdı. İmâm-ı Şâfiî ferâiz ilmine ait bütün meselelerde, Zeyd bin Sâbit’e (r.a.) tâbi olmuştur.
Vefât eden kimsenin bırakdığı malın kimlere verileceğini ve nasıl dağıtılacağını öğreten ilme (İlm-i
ferâiz) denir. Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde en açık ve en geniş bildirdiği şey, ölüden kalan mirasın
nasıl dağıtılacağıdır. Burada yapılacak işlerin çoğu farz olarak emir olunduğu için, hepsine (ferâiz ilmi)
denilmiştir. Bir hadîs-i şerîfte: “Ferâiz ilmini öğrenmeğe çalışınız! Bu ilmi gençlere öğretiniz! Ferâiz
ilmi, din bilgisinin yarısı demektir. Ümmetimin en önce unutacağı, bırakacağı şey, bu ilim olacaktır.” buyuruldu. Bu ilim, Resûl-i Ekrem efendimizin sözleri, fiilleri ve Eshâb-ı kirâmın ictihâd ederek ortaya koydukları fetvalar ile gelişerek, müstakil ve geniş bir ilim dalı olmuştur. Miras ve vasiyet hukukunun
en ince meselelerini tedvin etmek şerefi Zeyd bin Sâbit hazretlerine nasip olmuştur. Hz. Ömer, birçok
miras davalarında Zeyd bin Sâbit’e (r.a.) müracaat ederdi. Hz. Ebû Bekir, Yemâme mürtedlerinin katli
için ictihâdında Hz. Zeyd’in fetvası ile mutabık kalmıştı. Amuse vebası esnasında Abdullah bin Abbas,
vebaya karşı alınacak tedbirleri Hz. Zeyd’den sormuş ve aldığı cevaplar onu tatmin etmişti. Hz. İkrime
de onun talebelerindendi. Kendisinden her taraftaki müslümanlar, bizzat gelerek veya mektûbla fetva - 410 -
sorarlardı, re’yine müracaat ederlerdi. Hz. Muâviye’nin yazdığı mektuba verdiği cevapta, mirasta dede
ile kardeşlere verilecek hisseleri açıklamıştı.
Hz. Zeyd, daha Hz. Ömer devrinde iken ferâiz ile ilgili meseleleri tertip ederek, bu ilmin esaslarını
bizzat yazmış, tedvin etmiştir. Zaten bu ilimdeki üstünlüğünü, Resûlullah Efendimiz, “Ümmetimin içinde ferâizi en iyi bilen Zeyd bin Sâbit’tir” buyurarak tasdîk ve taltif buyurmuştur.
Fıkıh ilminin her meselesinde, Eshâb-ı kirâmın en yüksek müctehidlerindendi. Daha Resûl-i Ekrem
(s.a.v.) zamanında fetva vermek şerefine kavuşmuştu. Daha sonra kendisi Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz.
Osman, Hz. Ali ve Hz. Muâviye devirlerinde Medine’nin en büyük müftüsüydü. Eshâb-ı kirâmın
fakîhlerinin ilk tabakasındandı. Fetvaları toplandığı zaman büyük cildler ortaya çıkar. O’nun fıkıha dair
ictihâd ve kavilleri, Sa’îd bin Müseyyib vasıtasıyle, doğudaki ve batıdaki bütün müslüman memleketlerinde yayılmış ve herkes bunlarla amel etmiştir. Zaten Eshâb-ı kirâm arasında dört kişi fıkıh ilminde şöhret bulmuştur. Fıkıh ilminin kaynağı, bu dört büyük sahâbî ve onların ictihâdlarını alıp rivâyet eden talebeleri kabul edilmiştir. İslâmın ilk devirlerinde Medine-i Münevvere ilim merkezi olduğundan. Hz. Zeyd’in
buradaki ilim neşri bütün İslâm memleketlerine yayılmıştı. Eshâb-ı kirâm devrinde, fıkıh ilmindeki
mütalalar, iki sahabenin meclisinde yapılıyordu. Biri Hz. Ömer’in, diğeri de Hz. Ali’nin meclisleri idi. Zeyd
bin Sâbit (r.a.), Hz. Ömer’in ilim meclisine devam edenlerdendi. Burada en zor ve halli güç fıkıh meselelerinin mütalaâsı yapılıp halledilirdi. Zeyd bin Sâbit (r.a.) Mescid-i Nebevî’ye geldiği zaman her müşkülü
olan ona gelir, meselesini sorar, cevabını alırdı. Onun namaz, hayvan kesimi ve av hayvanları, hibe
(bağış), ziraat ortaklığı meselesine ait fetvâları, fıkıh meselelerinin yazıldığı kitaplarda yer almaktadır.
Ayrıca ferâiz problemlerinin çözülmesi bir hesap bilgisi istemekteydi. Bu ilimde yüksek bir bilgiye sahipti.
En çetin problemleri en kısa zamanda çözme melekesine haizdi. Râsih ilimli, yani ilmini nübüvvet kaynağından almış ve Kur’ân-ı kerîmde “İlimde râsih olanlar” buyurularak medh edilen âlimlerden olmuş-
tur.
Peygamberimiz (s.a.v.) vefât ettiği arada Eshâb-ı kirâmdan Kur’ân-ı kerîmi tamamen ezberlemiş
olan çok hâfız vardı. Fakat bunların çoğu Hz. Ebû Bekir zamanında, dinden dönme olayları sebebiyle
çıkan savaşlarda şehîd olmuştu. (Yemâme Savaşında yetmiş hâfız şehîd edilmişti.) Böylece hafızların
sayıları bir hayli azalmaya başlamıştı. Bu durum karşısında Hz. Ömer, Halife Hz. Ebû Bekir’e müracaat
edip, o zaman dağınık sahifelerde yazılı olan Kur’ân-ı kerîm âyetlerinin bir kitap halinde toplanmasını
rica etti. Hz. Ebû Bekir, bu iş için Zeyd bin Sâbit’i (r.a.) çağırıp: Ey Zeyd, sen genç ve akıllı birisin, senin
ayıplanacak ve seni töhmet altında bırakacak hiçbir hâlin yoktur. Resûl-i ekremin hayâtında O’nun vahiy
kâtibi idin. Sen Kur’ân-ı kerîm âyetlerini bir araya topla.” Buyurdu. Bunun üzerine Hz. Zeyd bin Sâbit bir
heyet kurarak büyük bir titizlik ve gayretle Kur’ân-ı kerîm âyetlerini bir araya toplayıp mushaf hâline getirdi Bu mushafı Hz. Ebû Bekir’e teslim etti.
Zeyd bin Sâbit, Hz. Osman’ın halifeliği sırasında da, O’nun en başta gelen yardımcılarından olmuştur. Hz. Ebû Bekir devrinde bir kitap hâlinde bir araya getirilen Kur’ân-ı kerîmin tek nüshası, Hz.
Osman’ın emri ile yine Zeyd bin Sâbit başkanlığında bir heyet tarafından çoğaltılıp altı tane daha
mushaf-ı şerîf yazılarak, belli merkezlere gönderilmiştir. Böylece bu şerefli vazifeyi de yapmak ona nasîb
olmuştur.
Hz. Zeyd, 45 (m. 665) senesinde Hz. Muâviyenın halifeliği sırasında Medine’de vefât etti. Bu sırada yaşları ellinin üzerindeydi. Cenâzesinde Abdullah İbni Abbâs, Sa’îd bin Müseyyeb ve Ebû Hüreyre
(r.a.) de bulundular. Namazını Mervân bin Hakem kıldırdı.
İmam-ı Buhârî’nin Târihi’nde naklettiğine göre, Abdullah İbni Abbas hazretleri: “Bugün ilim hazinesi
defn olundu” diye teessürlerini ifade etmiş ve meşhûr şair Hassan bin Sâbit de acıklı bir mersiye okumuş, herkes üzüntülerini belirtmişlerdi.
Hz. Zeyd bin Sâbit, büyük işler başaran ve büyük hizmetler bırakan bir sahâbîdir. Ümmetin ıslâhı
hususundaki gayretleri yerinde ve zamanında müdahaleleri ile işleri yoluna koyma çalışmaları ile ilmin
yayılması hususundaki çalışmaları gibi nice hizmetler yapmıştır. O’nun hizmetleri anlatılamayacak kadar
çok ve büyüktür. Kur’ân-ı kerîmi tamamen ezberlemesi, emîn bir kimse olması, güzel yazı yazması gibi
birçok meziyetlere sahiptir. Zaten Resûlullah efendimizin zamanında vahiy kâtibi olmak şerefine kavuş-
muştu. Bütün Ehl-ı Beyt ve Eshâb-ı kirâm arasında, o derece üstün bir itibara erişmişti ki, Cum’a günleri
sokağa çıktıkları vakit, ilim ve irfanına hayran kalan Medine ahâlisi kendisini, tam bir iştiyakla karşılarlardı. Halkın bu teveccühünden utanan Zeyd bin Sâbit (r.a.) hemen evine giderdi. Bu hâlini suâl edenlere
“İnsanlardan haya etmeyen, Allahtan utanmaz.” buyururlardı. Birisi bir mesele sorarsa, soran kimse gü-
zel ahlâka mâlik değilse cevap vermezdi.
Zeyd İbni Sâbit (r.a.) vefât edince, Ebû Hüreyre (r.a.) “Bu ümmetin âlimi vefât etti. Umulur ki,
Allahü teâlâ, Abdullah İbni Abbas’ı (r.a.) ona halef buyurur” demişti. Zeyd bin Sâbit’in oğlu Hârice-tebniZeyd, Fukahâ-i Seb’a denilen yedi büyük âlimden birisidir. - 411 -
İbn-i Ebî Davûd: “Zeyd bin Sâbit, Eshâb-ı kirâm içinde, insanların en âlimi idi. Dînî ilimlerde tam bir
meleke sahibi idi.” buyururlardı.
Enes bin Mâlik hazretlerinden rivâyet olunur ki: Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Ümmetimin en
merhametlisi Ebû Bekir, Allahın dînî hususunda en şiddetlisi, yani sabit kadem olanı Ömer, en
ziyâde hayâya mâlik olan Osman, ve ferâizi (ahkâm-ı dîniyyeyi) en iyi bileni Zeyd ibni Sâbittir.”
Buyurmuşlardır. Eshâb-ı kirâm arasında fıkıh ilminde dört sahâbe meşhûrdur. Bunlar, Zeyd bin Sâbit,
Abdullah bin Mes’ûd, Abdullah bin Ömer ve Abdullah bin Abbâs’dır. Bütün dünyâya yayılan fıkıh ilminin
kaynağı bu dört büyük Sahâbîdir.
Zeyd bin Sâbit’in Peygamberimizden (s.a.v.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:
“Kim İslâm dininden başka bir milletin (dînin) yemini üzerine yalan yere, bile bile yemin ederse, o dediği gibi olur. Kim kendini bir şeyle öldürürse, kıyâmet günü onunla azâb olunur. Bir
kişi üzerine, mâlik olmadığı şeyde nezretmek yoktur. Bir mü’mine la’net etmek, onu öldürmek
gibidir.”
“Kim dünyâlık peşinde olarak sabahlarsa, Allahü teâlâ O’nun işini zorlaştırır, malzemesini
dağıtır. Kendisini aç gözlü kılar, yoksulluğu gözünün önünde canlandırır. Dünyadan da nasîbinden fazla bir şey kendisine verilmez. Ama âhiret düşüncesiyle sabahlayan kimsenin işini Allahü
teâlâ kolaylaştırır, varlığını (servetini) korur, kalbini zenginleştirir, kendisi yüz çevirdiği halde
dünyâ kendisine teveccüh eder (yönelir).”
 1) Üsüd-ül-gâbe cild-2, sh-278
 2) El-Îsâbe, cild-1, sh-543
 3) Tezkîret-ül-huffâz, cild-1, sh-30
 4) Hulûsat ü Tezhîbi’l-Kemâl, sh-108
 5) Şezerât-üz-Zeheb, cild-1, sh-54
 6) Tabakât-üş-Şirâzî, sh-46
 7) Tabakât-ul-Kurrâ cild-1, sh-296
 8) Tabakâtul-Kurrâ Liz-Zehebî, cild-1, sh-35
 9) El-İber, cild-1, sh-53
10) En-Nûmû’z-Zâhire, cild-1, sh-130
11) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1088
12) Eshâb-ı Kirâm sh-414
ZEYNEL ÂBİDÎN (r.a.):
Tâbiînin büyüklerinden ve oniki imam’ın dördüncüsü, ismi, Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Talib’dir.
Künyesi, Ebû Muhammed ve Eb’ûl-Hasen’dir. Lakabı, Şeccâd ve Zeynel Âbidîn’dir. Hz. Hüseyin’in oğludur. Annesi Acem padişahının kızı Şehr-i Bânû Gazale’dir. 46 (m. 666) senesinde Medine-i Münevvere’de doğdu. 94 (m. 713) senesi Muharrem ayının onsekizinde yine doğum yerinde şehîd edildi. Bakî
kabristanında amcası Hz. Hasan’ın yanına defn edildi.
İmâmlığı, yani tasavvufta insanlara feyz vermesi, doğru yola kavuşturması otuzdört sene sürmüş-
tür. Hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilminde âlimdir. Eshâb-ı kirâmdan çoğunu görmüştür. Hz. Abdullah İbn-i
Abbas, Hz. Ebû Hüreyre, Hz. Âişe, babası Hz. Hüseyin, amcası Hz. Hasan, Hz. Ümmî Seleme ve diğerlerinden hadîs-i şerîfler işitip rivâyet etmiştir. Rivâyet ettiği bazı hadîs-i şerîfler, Kütüb-i Sitte adı verilen
altı hadîs kitabında yazılıdır.
Zeynel Âbidîn’den (r.a.) kendi oğulları, Muhammed Bâkır, Zeyd bin Ali, Abdullah bin Ali, Ömer bin
Ali’den başka Zeyd bin Eslem, Âsım bin Amr, Ebû Seleme bin Abdurrahman, Tavus bin Keysan Yahyâ
bin Sa’îd, Eb’ûz-Zinad ve diğerleri hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. İmâm-ı Zührî “Ondan daha üstün fıkıh
âlimi görmedim” demiştir. Tasavvuf ilmindeki yüksek derecesi ve hâlleri de medh edilmiştir. Hergün ve
gecede bin rekât namaz kıldığı ve buna ölünceye kadar devam ettiği nakledilmiştir.
Hz. Ömer’in hilafeti zamanında Eshâb-ı kirâmın ordusu İran’a gidip, Yezdicürd’ün memleketini feth
ettiler. Oradan çok ganimet ile köle getirdiler. Kölelerin arasında padişahın üç kızı da vardı. Medine-i
Münevvere’ye geldiklerinde hepsini halife Ömer’e (r.a.) teslim ettiler. Hz. Ali bu kızları satın aldı. Bunlardan Şehr-i Bânû Gazele’yi oğlu Hz. Hüseyin’e nikâh etti (Zeynel Âbidîn bundan oldu). Birisini Hz. Abdullah bin Ömer’e, diğerini de Hz. Muhammed bin Ebû Bekir’e nikâh ederek verdi.
Hz. Zeynel Âbidîn, her abdest aldığında yüzü sararır, vücudu titrerdi. Sebebini sorduklarında “Kimin huzuruna çıkacağımı biliyor musunuz?” buyururdu. Bir gece teheccüd namazı kılıyordu. Şeytan ejderha şekline girip, kendisini meşgul etmek istedi. Fakat o hiç aldırış etmeyince, ayak parmağını ısırdı.
Namazdan sonra ejderhanın şeytan olduğunu anlayınca ona vurup “Defol ey mel’ûn” dedi. İbadetlerini
tamamlamak için kalktığında gaybdan bir ses üç kere; “Sen Zeynel Âbidîn’sin (yani ibadet edenlerin sü-
süsün)” dedi. - 412 -
Birisi aleyhinde konuşmuştu. Bu kendisine söylenince onun yanına gitti. Onunla biraz sohbet ettikten sonra buyurdu ki:
“Hakkımda bazı şeyler söylediğini duydum. Dediklerin doğruysa, Allahü teâlâdan mağfiret dilerim,
beni affetsin. Dediklerin iftira ise, Allah seni affetsin, selâmı, rahmeti, bereketi de üzerine olsun.”
İmâm-ı Zeynel Âbidîn’in bir devesi vardı. Yolda kamçı vurmadan gider ve üzerindekini hiç incitmezdi. Zeynel Âbidîn vefât edince devesi kabri üzerine gelip göğsünü yere koyup inledi. Hiç kimse bu
deveyi mezar başından kaldıramadı. Oğlu Hz. Muhammed Bâkır orada bekleşen halka buyurdu ki:
“Kalkması için fazla uğraşmayın. Bu deve burada ölecek!” Üç gün sonra deve orada öldü.
Birgün Ali Zeynel Âbidîn hazretlerinin elleri kelepçeli, ayaklarında kayış bağlı olduğu halde Medine’den Bağdâd’a götürüyorlardı. Hz. Zührî, onu bu halde görünce çok ağladı. Ve dedi ki; “Keşke şimdi
sizin yerinizde benim ellerim kelepçeli olsaydı.” Zeynel Âbidîn (r.a.) de ona dedi ki: “Yâ Zührî bu bize hiç
zor gelmez, istediğim zaman el ve ayaklarımı açabilirim.” Ve çok hafif bir silkinme ile elindeki kelepçeyi
ve ayağındaki kayışı açtı. Kısa bir zaman sonra eline kelepçeyi ayağına kayışı tekrar geçirerek buyurdu
ki; “Bunlar kulların cezasıdır ve kolaydır, istediğimiz zaman açabiliriz. Esas zor olan Allahü teâlânın azabıdır.” Minhal bin Amr anlatır: “Hacca gitmiştim. Zeynel Âbidîn’e rastladım. Halka zulmüyle meşhûr
Huzeyme bin Kahil’i sordu. “Ben Kûfe’de iken hayatta idi” dedim. Ellerini kaldırıp: “Yâ Rabbi Huzeyme’ye
demirin ve ateşin hararetini göster” diye duâ etti. Kûfe’ye geri dönerken yolda eski bir dostum olan Muhtar bin Ebî Ubeyd’i gördüm. Huzeyme’yi sordum. Ellerinin kesildiğini ve cesedinin yakıldığını söyledi.
Bunu duyunca “Sübhanallah!” dedim. Muhtar sebebini sual etti. Ben de Zeynel Âbidîn’in duâsını anlattım. Hemen iki rekât namaz kıldım. Huzeyme’nin zulmünden halkın kurtulduğu için şükür ettim.
Birgün oğulları, hizmetçileri ve birkaç kişi ile sahraya çıkmışlardı. Sabah kahvaltısı hazırlandı. Bir
ceylan gelip yakınlarında durdu. Zeynel Âbidin ona: “Ben Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebû Tâlib, annem de,
Resûlullah’ın kızı Fâtıma’dır. Gel bizimle biraz yemek ye!” buyurdu. Ceylan gelip beraber yediler. Sonra
ceylan bir tarafa gitti. Hizmetçilerinden biri, yine çağırın, gelsin dedi. “Dokunmayacağınıza söz verirseniz,
çağırayım” buyurdu. Hepsi, dokunmayacaklarına söz verdiler. “Ben Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebû
Tâlib’im, annem de, Resûlullah’ın (s.a.v.) kızı Fâtıma’dır. Soframıza gel, biraz daha yiyelim” buyurdu.
Ceylan tekrar geldi. Yemeğe başladı. Sofradakilerden biri, elini ceylanın sırtına koydu. Ceylan ürküp gitti.
Zeynel Âbidîn yine bir gün arkadaşları ile sahrada oturuyordu. Bir ceylan yanına geldi. Ayaklarını yere
vurarak bir takım sesler çıkarttı. Etrafındakiler ceylanın ne dediğini sordular. Zeynel Âbidîn buyurdu ki: “Dün
bir Kureyşli, bu ceylanın yavrusunu tutmuş, “Yavruma dünden beri süt vermedim” diyor.” Bunun üzerine
ceylanın yavrusunu tutan Kureyşli’yi çağırdılar. Zeynel Âbidîn Kureyşli’ye buyurdu ki’ “Bu ceylanın yavrusunu tutmuşsun. Dünden beri süt vermemiş, o yavruyu getir sütünü versin!” Kureyşli adam ceylanın yavrusunu getirdi. Ceylan, yavrusuna süt verdi. Zeynel Âbidîn Kureyşli’ye, yavruyu annesine bağışlamasını söyledi.
O da râzı oldu. Ceylan, yavrusu ile beraber sesler çıkararak gitti. Oradakiler ceylanın ne söylediğini sordular. Zeynel Âbidîn de buyurdu ki: “Allahü teâlâ size hayır ve iyilikler versin” diye duâ ediyor.
Abdülmelik bin Mervan, Haccâc’a: “Abdülmuttalib’in oğullarını öldürmekten çok sakın, onlara iyi
muamele et” diye bir mektûb yazarak gizlice gönderdi. Bu, Zeynel Âbidîn’e (r.a.) ma’lûm oldu. O da
Abdülmelik bin Mervan’a “Falan gün ve saatte Haccâc’a şöyle bir mektûb yazdın. Resûlullah bana, bu
yaptığının Allahü teâlânın katında makbul olduğunu, bunun karşılığı olarak da mülkün sende sabit kalıp,
padişahlık zamanının biraz daha arttırıldığını haber verdi” diye bir mektûb yazdı. Ve bunu kendi devesiyle birine verip gönderdi. Abdülmelik mektûbtaki târih ile yazdığı târihin aynı olduğunu görünce hayret etti.
Deveye götürebileceği kadar hediyeler yükletip Zeynel Âbidîn’e gönderdi.
Rivâyet edilir ki, bir zaman Zeynel Âbidîn hastalanmıştı. Bir gurup insan ziyâretine gelmişlerdi. Onlara buyurdu ki: “Buraya ne için geldiniz?” Onlar da “Seni sevdiğimiz için buraya geldik.” dediler. “Bizi
neden seversiniz?” deyince, oradakiler de, “Siz Resûlullah (s.a.v.) efendimizin torunu olduğunuzdan,
Allah ve Resûlü için seviyoruz” dediler. Buyurdu ki: “Kim Allah ve Resûlü için bizi severse Allahü teâlâ
da kıyâmet günü onu arşın gölgesi altında gölgelendirecektir. O gün o gölgeden başka gölge yoktur. Bu
sevgilerinin mükâfatını Allahü teâlâ Cennette onlara verecektir. Lâkin kim bizi dünyâlık için severse
Allahü teâlâ onlara da hesabsız rızık verecektir.”
Birgün Zeynel Âbidîn’in misafirleri vardı. Kölesi sofrayı getirirken, sofra kölenin elinden kaydı merdivenin altında oynayan küçük çocuğun üzerine düştü. Bu küçük oğlu vefât etti. Köle bu durum karşısında çok korkup titremeye başladı. Zeynel Âbidîn onun bu hali karşısında buyurdu ki: “Sen hiç korkma.
Seni afv ettim. Ve Allah rızası için âzâd ettim.” Bundan sonra da çocuğunun techîz ve tekvin işlerini
kendi elleri ile yaparak cenâzeyi kaldırdı.
Zeynel Âbidîn (r.a.) buyurdu ki; “Kibir sahipleri benim çok garibime gidiyor. Kendilerinin bir damladan meydana geldikleri, sonra da cife olacaklarını bildikleri halde (Cife çürümüş ve kokmuş leş
demekdir) ve yine de kibirlenirler, bunlar neyine güvenirler.” - 413 -
“Allahü teâlânın bütün yaratıklarını gözleri ile müşahede ettikleri halde, öyle kimseler vardır ki
Allahü teâlânın varlığı ile birliği hakkında şüpheye düşerler. Yoktan nasıl var edildiklerini gözleri ile gören
pekçok insan var ki, ölümden sonraki dirilmeyi inkâr ediyor. Bunlar gelip geçici olan dünyâya emek verip, ebedî olan ahireti unuturlar. Ben bunların bu hallerine çok şaşarım.”
Oğlu Muhammed Bâkır’a buyurdu ki: “Ey oğlum! Şu dört çeşit kimselerle arkadaşlık etme ve onlara güvenme. Fâsık olan kimselerle arkadaşlık etme, zira fâsık kimse seni bir lokma ekmek için terk eder.
Cimri ile arkadaşlık etme, cimri senin çok muhtaç olduğun şeylerini elinden almak ister. Yalancı ile arkadaşlık etme. Yalancı da fâsık bir kadına benzer, senin yakınlarını senden uzaklaştırmak ister ve senden
uzak kimseleri sana yaklaştırmak ister. Bir de sıla-i rahmi terk edenlerle arkadaşlık yapma. Zira onlar
Kur’ân-ı kerîmin üç âyeti ile lanetlenmiştir.”
Buyurdu ki: “ Allahü teâlâ, günâhlarına pişman olup, tövbe edenleri sever.”
“Hakiki cömert, Allahü teâlâya itâat eden, kulların haklarını gözeten, yaptığı iyiliği Allah için yapıp,
karşılığında insanlardan teşekkür beklemeyendir.”
“İnsanlar zaruret diyerek, yiyecek kazanma peşinde koşarlar. Halbuki esas zaruret günâhlardan
kaçınmaktır. Fakat çokları bundan kaçınmayın, yiyecek peşinde koşarlar.”
Zeynel Âbidîn (r.a.) ibâdet edenleri şöyle sınıflandırırdı. “Allahü teâlâdan korktukları için O’na ibâ-
det ederler. Ba’zı insanlar da Allahü teâlânın rahmetini ve Cennetini istedikleri için O’na ibâdet ederler.
Bu ibâdet tüccar ibâdetidir. İnsanların diğer bir kısmı ise Allahü teâlânın gazabından korkarak sadece
Cenab-ı Hak ibâdete lâyık olduğu için, şükrünü ifâ etmek için ibâdet ederler, işte tam mânâda müttekî
olanların ibâdetidir” diye buyurmuştur.
Sâbit bin Ebî Hamza es-Simâlî, İmâm-ı Zeynel Âbidîn’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Kıyâmet
günü, ehli fazîlet kalksın diye çağrılır, insanlar arasında bir grup kalkar. Onlara hadi Cennete giriniz denilir. Onlar Cennete giderken meleklerle karşılaşırlar. Melekler nereye gidiyorsunuz derler. Cennete derler. Hesaptan önce mi Cennete giriyorsunuz? derler. Evet cevabını verirler. Sizler kimlersiniz? dediklerinde, biz fazîlet ehliyiz derler. Sizin fazîletiniz nedir? diye sorarlar. Onlar da, dünyâda bize hakaret edildiğinde tahammül ederdik. Bize zulmedildiğinde sabrederdik ve bize kötülük yapıldığında affederdik derler. Bunun üzerine melekler, hadi Cennete giriniz. Sâlih amel işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir, derler.
Sonra sabır ehli kalksın diye nida olunur. Bir grup insan kalkar. Onlara da, hadi Cennete giriniz, denilir.
Onlar da meleklerle karşılaşırlar. Melekler onlara da aynı şeyi sorarlar. Biz sabır ehliyiz dediklerinde
sizin sabrınız ne idi? derler. Biz Allahü teâlâya ibâdet etme hususunda zorluklara katlandık. Nefsimize
uymayıp, günâhlardan sakındık ve bu hususlarda sabrettik, derler. Melekler onlara da, hadi Cennete
girin, salih amel işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir, derler. Sonra bir nida daha gelir. Allahü teâlânın kom-
şuları kalksın, denir. Bir grup insan kalkar, fakat bunların sayıları azdır. Onlara da, hadi Cennete giriniz,
denilir. Melekler karşılayıp aynı şeyleri onlara da sorarak sizin ameliniz nedir? dediklerinde, “Biz Allah
rızası için birbirimizi ziyâret ederdik. Allah rızası için oturup sohbet ederdik ve Allah rızası için birbirimize
mallarımızı bol bol verirdik,” derler. Bunun üzerine melekler sâlih ve iyi amel işleyenlerin mükâfatları ne
güzeldir. Hadi girin Cennete, derler.”
Zeynel Âbidîn’e (r.a.) bir gün birisi gelip, “Sizi filan şahıs evine davet ediyor. Mümkünse beraber
gidelim” dedi. Sonra beraberce çıkıp o kimsenin evine gittiler. Daha o şahıs bir şey söylemeden buyurdu
ki: “Biz hiç kimseden dünyâlık yardım beklemedik, verileni de almadık. Allahü teâlâ bizim rızkımızı göndermektedir. Siz yardımınızı ihtiyaç sahibi fakîrlere veriniz. Allahü teâlâ bizi de sizi de affetsin.”
Vefât edecekleri gece oğlu Muhammed Bâkır’dan abdest almak için su istedi. Suyu getirdiklerinde
buyurdu ki: “Bu su içinde hayvan ölmüş, bununla abdest alınmaz.” Yakınları mum ışığında kabın içine
dikkatlice baktıklarında kabın içinde bir fare ölüsü gördüler. Oğlu tekrar su getirdi. Abdest aldı ve “Artık
ölümüm yakındır” buyurup, vasiyetini bildirdi. O gece Osman bin Hayyam tarafından zehirletildiğinden
şehîd oldu 94 (m. 713)
 1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-1089
 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-5, sh-211
 3) Hilyet-ül-Evliyâ, cild-3, sh-133
 4) Şeceret-üz-Zeheb cild-1, sh-104
 5) Tezkiret-ül-Huffâz cild-1, sh-74
 6) El-A’lâm, cild-4, sh-277
 7) Tehzîb-üt-Tehzîb, cild-7, sh-304
 8) Muhtasar-ı Tuhfe-i İsnâ Aşeriyye, sh-35
 9) Eshâb-ı Kirâm, sh-405 - 414 -
İSLÂM ÂLİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ.............................................................................................................................................. 1
HİCRİ BİRİNCİ ASIR..................................................................................................................................................................... 1
ÖNSÖZ ........................................................................................................................................................................... 1
MUHAMMED “ALEYHİSSELÂM”......................................................................................................................................... 1
SOYU.............................................................................................................................................................................. 2
DOĞUMU........................................................................................................................................................................ 4
İSİMLERİ VE KÜNYELERİ.............................................................................................................................................. 6
ÇOCUKLUĞU................................................................................................................................................................. 7
GENÇLİĞİ..................................................................................................................................................................... 10
EVLENMESİ ................................................................................................................................................................. 12
Bİ’SETİ (PEYGAMBERLİĞİ)......................................................................................................................................... 14
MEKKE DEVRİ.................................................................................................................................................................. 15
HABEŞİSTAN’A HİCRET.............................................................................................................................................. 19
MÎ’RÂC ......................................................................................................................................................................... 20
HİCRET......................................................................................................................................................................... 23
MEDİNE DEVRİ............................................................................................................................................................ 25
UHUD SAVAŞI.............................................................................................................................................................. 26
HENDEK SAVAŞI ......................................................................................................................................................... 27
MEKKENÎN FETHİ........................................................................................................................................................ 28
VEDA HACCI................................................................................................................................................................ 29
VEFÂTI ......................................................................................................................................................................... 31
HİLYE-İ SEÂDET .......................................................................................................................................................... 33
MUHAMMED ALEYHÎSSELÂMIN YÜKSEK AHLÂKI ................................................................................................... 35
RESÛL-İ EKREMİN GÜZEL AHLÂKINDAN VE ÂDETLERİNDEN BAZILARI............................................................... 37
MUHAMMED ALEYHİSSELÂMIN FAZÎLETLERİ ......................................................................................................... 39
MU’CİZELERİ ............................................................................................................................................................... 43
MUHAMMED ALEYHİSSELÂMA TABİ’ OLMAK........................................................................................................... 47
PEYGAMBERİMİZİN (s.a.v.) HADİS-İ ŞERÎFLERİNDEN BAZILARI............................................................................ 49
NAPOLEON.................................................................................................................................................................. 52
PROF. CARLYLE.......................................................................................................................................................... 52
MAHATMA GANDHÎ ..................................................................................................................................................... 52
LAMARTİNE ................................................................................................................................................................. 52
HİLYE-İ SE’ÂDET ......................................................................................................................................................... 53
HZ. EBÛ BEKR-İ SlDDÎK................................................................................................................................................... 59
HZ. ÖMER-ÜL-FÂRÛK: ..................................................................................................................................................... 71
HZ. OSMAN-I ZİNNÛREYN:.............................................................................................................................................. 81
HZ. ALİYYÜL MÜRTEZA:.................................................................................................................................................. 87
HZ. ABDURRAHMAN BİN AVF (r.a.): ............................................................................................................................... 97
HZ. EBÛ UBEYDE BİN CERRÂH:................................................................................................................................... 100
HZ. SA’D BİN EBÎ VAKKAS:............................................................................................................................................ 103
HZ. SAÎD BİN ZEYD: ....................................................................................................................................................... 108
HZ. TALHA BİN UBEYDULLAH:...................................................................................................................................... 109
HZ. ZÜBEYR BİN AVVÂM:.............................................................................................................................................. 114
HZ. HADÎCE-TÜL KÜBRÂ: .............................................................................................................................................. 118
HZ. FATlMA-TÜZ ZEHRA:............................................................................................................................................... 119
FÂTIMA-TÜZ ZEHRA’NIN VEFÂTI ............................................................................................................................. 126
HZ. HASAN BİN ALÎ: ....................................................................................................................................................... 126
HZ. HÜSEYİN BİN ALİ:.................................................................................................................................................... 128
HZ. AİŞE-İ SIDDÎKA: ....................................................................................................................................................... 130
HZ. SEVDE BİNTİ ZEM’A:............................................................................................................................................... 139
HZ. HAFSA BİNTİ ÖMER: ............................................................................................................................................... 140
HZ. ZEYNEB BİNTİ HUZEYME:...................................................................................................................................... 141
HZ. ÜMMÜ SELEME: ...................................................................................................................................................... 141
HZ. ZEYNEB BİNTİ CAHŞ:.............................................................................................................................................. 143
HZ. CÜVEYRİYYE BİNTÜ’L-HÂRİS: ............................................................................................................................... 145
HZ. ÜMMÜ HABÎBE:........................................................................................................................................................ 146
HZ. SAFİYYE BİNTİ HÜYEY: .......................................................................................................................................... 147
HZ. MEYMÛNE BİNTİ HÂRİS:......................................................................................................................................... 148
HZ. MÂRİYE: ................................................................................................................................................................... 149
HZ. REYHÂNE:................................................................................................................................................................ 151
ABBÂS BİN ABDULMUTTALİB (r.a):............................................................................................................................... 151
ABBÂS BİN UBÂDE (r.a.):............................................................................................................................................... 155
ABDULLAH BİN ABBÂS (r.a.): ........................................................................................................................................ 156
ABDULLAH BİN AMR BİN AS (r.a.):................................................................................................................................ 159
ABDULLAH BİN ATÎK (r.a): ............................................................................................................................................. 163
ABDULLAH BİN CAHŞ (r.a) ............................................................................................................................................ 164
ABDULLAH BİN EBÛ BEKR-İ SIDDÎK............................................................................................................................. 165
ABDULLAH BİN HANZALA (r.a.):.................................................................................................................................... 166
ABDULLAH BİN MES’ÛD (r.a.):....................................................................................................................................... 167
ABDULLAH BİN MUHAYRIZ: .......................................................................................................................................... 172
ABDULLAH BİN ÖMER (r.a.):.......................................................................................................................................... 173
ABDULLAH BİN REVÂHA (r.a.):...................................................................................................................................... 176 - 415 -
ABDULLAH BİN SELÂM (r.a.): ........................................................................................................................................ 181
ABDULLAH BİN SÜHEYL (r.a.):...................................................................................................................................... 185
ABDULLAH BİN ÜMM-İ MEKTÛM (r.a.): ......................................................................................................................... 186
ABDULLAH BİN ZEYD (r.a.):........................................................................................................................................... 187
ABDULLAH BİN ZÜBEYR (r.a.):...................................................................................................................................... 188
ABÎDE BİN AMR (r.a.): .................................................................................................................................................... 190
ADÎ BİN HÂTEM-İ TÂÎ (r.a.):............................................................................................................................................ 190
AHNEF (Dahhak) BİN KAYS (r.a.):.................................................................................................................................. 192
AKÎL BİN EBÎ TÂLİB (Ukayl) (r.a.): .................................................................................................................................. 193
ALKAMA BİN KAYS (r.a.): ............................................................................................................................................... 194
ÂMİR BİN FÜHEYRE (r.a.): ............................................................................................................................................. 195
AMMÂR BİN YÂSER (r.a.):.............................................................................................................................................. 196
AMR BİN ÂS (r.a.): .......................................................................................................................................................... 198
ÂSIM BİN SÂBİT (r.a.): .................................................................................................................................................... 200
BEŞÎR BİN SA’D EL-ENSÂRÎ (r.a.): ................................................................................................................................ 202
BERÂ BİN ÂZİB (r.a.): ..................................................................................................................................................... 203
BİLÂL-İ HABEŞÎ (r.a.): ..................................................................................................................................................... 206
BÜREYDE BİN HASİB (r.a.): ........................................................................................................................................... 210
CÂBİR BİN ABDULLAH (r.a.): ......................................................................................................................................... 211
CABİR BİN ZEYD (r.a.):................................................................................................................................................... 213
CA’FER-İ TAYYAR (r.a.):................................................................................................................................................. 214
CÜBEYR BİN NÜFEYR (r.a.):.......................................................................................................................................... 218
DAHHAK BİN KAYS (Bkz. Ahmed bin Kays.)(r.a.): ......................................................................................................... 219
DIHYE-İ KELBÎ (r.a.):....................................................................................................................................................... 219
EBÜDDERDÂ (r.a.):......................................................................................................................................................... 223
HZ. EBÛ DÜCÂNE (r.a.):................................................................................................................................................. 226
HZ. EBÛ EYYÛB-İ ENSÂRÎ:............................................................................................................................................ 230
EBÛ HUREYRE (r.a.): ..................................................................................................................................................... 234
EBÛ İDRİS HAVLÂNÎ (r.a.):............................................................................................................................................. 238
EBÛ KATÂDE (r.a.): ........................................................................................................................................................ 239
EBU’L-ESVED ED-DÜELÎ (r.a.):...................................................................................................................................... 241
EBÛ LÜBÂBE (r.a.):......................................................................................................................................................... 242
EBÛ MÛSEL-EŞ’ARÎ (r.a.):.............................................................................................................................................. 244
EBÛ MÜSLİM HAVLÂNÎ (r.a.):......................................................................................................................................... 246
EBÛ RÂFÎ (r.a.):............................................................................................................................................................... 247
EBÛ TALHA El-ENSÂRÎ (Zeyd bin Sehl) (r.a.): ............................................................................................................... 249
EBÛ ZER GIFÂRÎ (r.a.):................................................................................................................................................... 252
EBÛ SAÎD-İ HUDRÎ (r.a.):................................................................................................................................................ 257
EBÛ SELEME BİN ABDÜLESED (r.a.):........................................................................................................................... 261
EBÛ SÜFYAN BİN HARB (r.a.): ...................................................................................................................................... 263
ENES BİN MÂLİK (r.a.):................................................................................................................................................... 266
ERKAM BİN EBÎ’L-ERKAM (r.a.):.................................................................................................................................... 270
ES’AD BİN ZÜRÂRE (r.a.):.............................................................................................................................................. 271
ESVED BİN YEZÎD NEHAÎ (r.a.):..................................................................................................................................... 274
FÂTIMA BİNTİ ESED (r.anhâ):........................................................................................................................................ 275
FEYRÛZ BİN DEYLEMÎ (r.a.): ......................................................................................................................................... 276
HABBÂB BİN ERET (r.a.): ............................................................................................................................................... 277
HACCAC BİN ILÂT (r.a.): ................................................................................................................................................ 279
HÂLİD BİN SAÎD BİN ÂS (r.a.):........................................................................................................................................ 280
HÂLİD BİN VELÎD (r.a.): .................................................................................................................................................. 282
HAMZA BİN ABDÜLMUTTALİB (r.a.): ............................................................................................................................. 287
HANZALA BİN EBÎ ÂMİR (r.a.):....................................................................................................................................... 290
HÂRİCE BİN ZEYD (r.a.): ................................................................................................................................................ 291
HASSAN BİN SÂBİT (r.a.): .............................................................................................................................................. 292
HATÎB BİN EBÎ BELTEA (r.a.): ........................................................................................................................................ 294
HÎFÂ HATUN (r.anhâ):..................................................................................................................................................... 298
HİND BİNTİ UTBE (r.anhâ):............................................................................................................................................. 298
HUBEYB (HABÎB) BİN ADÎY (r.a.):.................................................................................................................................. 300
HUZEYFET’ÜBNÜ YEMÂN (r.a.):.................................................................................................................................... 302
İBRÂHİM NEHÂ’Î (r.a.): ................................................................................................................................................... 306
İBRÂHİM TEYMÎ (Bkz. Yezîd bin Şüreyk) (r.a.)............................................................................................................... 308
KRİME BİN EBÎ CEHİL (r.a.)............................................................................................................................................ 308
İMRAN BİN HÜSAYN (r.a.):............................................................................................................................................. 310
KA’B BİN ZÜHEYR (r.a): ................................................................................................................................................. 311
KA’B-ÜL-AHBÂR (r.a.):.................................................................................................................................................... 313
KÂDI SÜREYH (r.a.):....................................................................................................................................................... 315
KATÂDE BİN NU’MAN (r.a.):........................................................................................................................................... 316
MESRÛK BİN EL-ECDÂ (r.a.): ........................................................................................................................................ 317
MİKDÂD BİN ESVED (veya AMR) (r.a.): ......................................................................................................................... 318
MUÂVİYE BİN EBÎ SÜFYÂN (r.a.):.................................................................................................................................. 321
MUAZ BİN CEBEL (r.a.): ................................................................................................................................................. 323
MUGÎRE-TEBNİ ŞU’BE (r.a.):.......................................................................................................................................... 328
MUHAMMED BİN HANEFİYYE (r.a.): ............................................................................................................................. 330
MUHAMMED BİN KA’B EL-KURAZÎ (r.a.): ...................................................................................................................... 331 - 416 -
MUHAMMED BİN MESLEME (r.a.): ................................................................................................................................ 333
MUS’AB BİN UMEYR (r.a.):............................................................................................................................................. 335
MUTARRİF BİN ABDULLAH (r.a.):.................................................................................................................................. 337
NEVFEL BİN HÂRİS (r.a.): .............................................................................................................................................. 339
NUMAN BİN MUKARRİN (r.a.):....................................................................................................................................... 340
OSMAN BİN MAZ’ÛN (r.a.):............................................................................................................................................. 342
OSMAN BİN TALHA (r.a.): .............................................................................................................................................. 344
REBÎ BİN HEYSEM (r.a.):................................................................................................................................................ 345
REFÎ’ BİN MİHRAN (r.a.): ................................................................................................................................................ 347
RUMEYSA HATUN, (Bkz. Ümmü Süleym) (r.anha): ....................................................................................................... 348
SÂBİT BİN KAYS (r.a.): ................................................................................................................................................... 348
SA’D BİN MUAZ (r.a.):..................................................................................................................................................... 349
SA’D BİN REBÎ’ (r.a.):...................................................................................................................................................... 353
SA’D BİN UBADE (r.a.):................................................................................................................................................... 354
SAFİYYE BİNTİ ABDÜLMUTTALİB (r.anha): .................................................................................................................. 356
SA’ÎD BİN ÂMİR (r.a.): ..................................................................................................................................................... 357
SAÎD BİN CÜBEYR (r.a.):................................................................................................................................................ 358
SAÎD BİN MÜSEYYlB (r.a.):............................................................................................................................................. 360
SÂLİM MEVLA EBÛ HUZEYFE (r.a.): ............................................................................................................................. 362
SEHL BİN HANÎF (HUNEYF) (r.a.):................................................................................................................................. 363
SEHL BİN SA’D (r.a.):...................................................................................................................................................... 365
SELMÂN-İ FÂRİSÎ (r.a.):.................................................................................................................................................. 367
SEVBAN (r.a.):................................................................................................................................................................. 373
SÜHEYB-İ RÛMÎ (r.a.): .................................................................................................................................................... 374
SÜMÂME BİN ÜSÂL (r.a.): .............................................................................................................................................. 378
SÜMEYYE BİNTİ HABBAT (r.anha): ............................................................................................................................... 379
SÜRAKA BİN MÂLİK (r.a.):.............................................................................................................................................. 380
ŞEDDÂD BİN EVS (r.a.): ................................................................................................................................................. 381
TUFEYL BİN AMR ED-DEVSÎ (r.a.):................................................................................................................................ 383
UBÂDE BİN SÂMİT (r.a.):................................................................................................................................................ 385
UKAYL BİN EBÎ TÂLİB (Bkz. Akîl bin Ebî Tâlib): ............................................................................................................. 387
URVE BİN ZÜBEYR (r.a.):............................................................................................................................................... 387
ÜBEYY BİN KA’B (r.a.): ................................................................................................................................................... 388
ÜMMÜ HÂNÎ (r.anha): ..................................................................................................................................................... 390
ÜMMÜ HIRAM (r.anha): .................................................................................................................................................. 391
ÜMMÜ RÛMÂN (r.anha):................................................................................................................................................. 392
ÜMMÜ SÜLEYM (Rumeysâ) (r.anha):............................................................................................................................. 393
ÜMMÜ ÜMARE (Nesîbe binti Ka’b) (r.anha):................................................................................................................... 396
ÜSÂME BİN ZEYD (r.a.):................................................................................................................................................. 398
VELÎD BİN VELÎD (r.a.): .................................................................................................................................................. 401
VEYSEL KARANÎ: ........................................................................................................................................................... 402
ZAİDE BİN KUDÂME:...................................................................................................................................................... 404
ZEYD BİN HÂRİSE (r.a.): ................................................................................................................................................ 405
ZEYD BİN SÂBİT (r.a.): ................................................................................................................................................... 408
ZEYNEL ÂBİDÎN (r.a.): .................................................................................................................................................... 411


Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...