27 Kasım 2019

AGANDAN HIRİSTİYANLIK VE MÜSLÜMANLIĞABİRİNANÇ MERKEZİ ASHAB-I KEHF VE GÜNÜMÜZDE TARSUS ASHAB-I KEHF'TE HIDRELLEZ ŞENLİKLERİ

PAGANDAN HIRİSTİYANLIK VE MÜSLÜMANLIĞABİRİNANÇ MERKEZİ
ASHAB-I KEHF VE GÜNÜMÜZDE TARSUS ASHAB-I KEHF'TE HIDRELLEZ ŞENLİKLERİ

Yrd. Doç. Dr. Refiye ŞENESENÇukurova Üniversitesi Fen – Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve EdebiyatıBölümü
Bir kentin yaşamını etkileyen en önemli koşullardan biri, o kentin kurulduğuyer ve çevresidir. Anadolu’ da, geçmişi tarihin ilk çağlarının başlangıcına kadarulaşan bir çok kent vardır. Ancak bunlardan çok azı günümüzde hâlâ yaşamınısürdürmektedir. Tarsus, hem adıyla hem de kurulduğu ve geliştiği yerle,yaşamında hiçbir kesinti olmadan günümüze ulaşan kentlerin başında gelir.Onun bu zengin geçmişinin ve kültürel birikiminin asıl kaynağı da kurulduğuyer ve çevresidir ( Zoroğlu, 1995: 9 ).Tarsus, hem Paulus’ un yaşadığı yıllar ve sonrasındaki önemiyle hem dePaulus’ tan önceki 5 bin yılı aşan geçmişiyle doğu ile batının buluştuğu, her ikikültürün kaynaştığı ve etkileri günümüze kadar ulaşan ilginç bir sentezinyeşerdiği, Güney Anadolu’ nun Akdeniz kıyısındaki en büyük metropollerinden biriydi.Arkeolojik kazılar, kentin kuruluşunu neolitik çağa kadar götürmektedir.Geçmişi bu kadar eskiye giden bir kentin kuruluşu ile ilgili çok sayıdaefsanenin, mitin bulunması doğaldır. Bu efsane ve mitlerin içerikleriincelendiğinde, kentin kuruluşunun bir tanrıya ya da tanrısal bir kavrama borçluolduğu özellikle vurgulanmak istenir. Tarsus’un o kadar çok kuruluş efsanesivardır ki; bunların her biri onun zengin geçmişinin önemli belgelerini oluşturur.Bu kuruluş öyküleri her ne kadar Hellenistik ve Roma çağlarında toplanmış ve bunlarda Hellen mitoslarının motifleri var gibi görülüyorsa da; Tarsus’ unkuruluş öykülerinde yerli Anadolu ve diğer doğulu unsurların daha ağır bastığıgözden kaçmaz. Ayrıca bunların içerikleri yalın birer öykü gibi değil, aynızamanda tarihsel olguların anlatımları olarak da algılanmalıdır ( Zoroğlu, 1995 :13-14 ).
1.1 Ashâb-ı Kehf’ in Bir İnanç Merkezi Olması:
 Ashâb-ı Kehf Mağarası, Mersin’ in Tarsus ilçesinde yer alan bir inançmerkezidir. Bin yıllar boyunca çeşitli uygarlıklara beşiklik eden bölge,Hıristiyan dünyasının ve Avrupa ülkelerinin değişik ölçülerde etkilendikleriBizans ve Roma kültürüne ev sahipliği yapmıştır.Bu bildiride Ashâb-ı Kehf ‘in pagan kültürden ilk Hıristiyanların sığınak yeriolmasına, daha sonra da Kur’ân-ı Kerim’ de geçen bir kıssayla Müslümanlarcada kutsal kabul edilen bir yer olmasına değin geçen süre incelenecek, bir inançmerkezi olarak çevresinde oluşan kültür değerleri irdelenip, son olarakmevsimlik törenin bir inanç merkezi çevresinde nasıl şenliğe dönüştüğü konusu,

 2
inanç merkezinin kültür ve sanat mirasına katkıları bağlamındadeğerlendirilecektir.Eshâb-ı Kehf, Eshâbülkehf, Ashâb al Kahf, “mağara yaranı”, “ Ephesus’ unyedi uyuyanı” denilen gençler için Kuran’da kullanılan addır. Ashâb- ı Kehf’ innerede ne zaman yaşadığı, kaç kişi oldukları, isimleri, kaç yıl uyuduklarıkonusunda değişik yorumlar vardır. Üzerinde en çok tartışılan konu mağaraehlinin nerede yaşadığıdır.Anadolu’da, Afşin ve Tarsus’ta Eshâb-ı Kehf, Ephesus’ta ise Yedi Uyurlaradıyla anılan ve ziyaret edilen mağaralar vardır (Ana Britannica, 1988: 291).Bunun dışında Eskişehir’in Han ilçesi (midas26.sistemy.net.com), Diyarbakır’ınLice ilçesi (www.diyarbakir.com) ve Sivas’ın Divriği ilçesi de(www.divriği.net) Ashâb-ı Kehf’e sahip çıkmaktadır. İspanya, Cezayir, Mısır,Ürdün, Suriye, Afganistan ve Doğu Türkistan’da Eshab-ı Kehf’e ait olduğu ilerisürülen mağaralar vardır. Muhammed Teysir Zabyan, “Ehlül Kehf” adlıkitabında Ashâb-ı Kehf’in Ürdün’de Amman yakınlarındaki bir mağarada bulunduğunun burada yapılan kazılarda kesinlik kazandığını ve bir çok ilimadamının da aynı kanaatte olduğunu çeşitli belgelerde ispata çalışmaktadır(Ersöz, 1999: 467) .Batı kaynaklarında şehrin ismi hep Ephesus olarak geçer. 1926’ da AvusturyaArkeoloji Enstitüsü tarafından bölgede yapılan kazılardan sonra Panayırdağı’nın doğu yamacında bulunan kalıntıların V. yüzyılın ortalarında (II. Theodosiusdönemi) onlar adına yapılan bazilikaya ait olduğu ileri sürülmüştür. AncakHıristiyanlık’ta yedi uyurlara nisbet edilen başka yerler de vardır (Ersöz, 1999:465) .Doğu kaynaklarının bir kısmında ise şehrin ismi Efsus olarak geçer. Araplar bu isim altında iki yer bilirler. Biri Ephesus’tur diğeri de Kapadokya’daki eskiArabissus’tur. Buna Absus (bu günkü Yarpuz) da denir (Wensinck, 1988:372).Kurân’da mağaranın yeri bildirilmemekte ancak konumunun kuzey-güneyistikametinde olduğu belirtilmektedir(Ersöz, 1999: 466) .Kur’ân-ı Kerim’ de Ashâb-ı Kehf ile birlikte anılan “rakîm” hakkındakaynaklarda birbirinden farklı görüşler yer almaktadır. Bunun Ashâb-ı Kehf’iniçinde bulunduğu vadinin veya dağın yahut memleketin, hatta köpeklerinin adıolduğunu iddia edenlerin yanında, onların adlarının veya maceralarının yazıldığı bir kitabe, bakır veya kurşun bir levha olduğunu söyleyenler de vardır. Buharî derakîmin kitabe olduğunu söyler. Bazı tarihçilere ve el-Müsned’deki bir rivayetegöre Ashâbü’r-rakîm, Ashâb-ı Kehf’ten başka kimselerdir. Nakledildiğine göre bunlar yağmurlu bir günde bir mağaraya sığınmak zorunda kalan üç kişiydiler.Dağdan yuvarlanan bir kaya mağaranın ağzını kapayınca, hayatları boyuncayaptıkları en değerli birer iyiliği anarak bu sıkıntıdan kurtulmaları için Allah’adua ettiler. Allah da dualarını kabul ederek onları kurtardı. Arap coğrafyacılarınagöre ise rakîm bir yer adıdır (Ersöz, 1999: 467) . İbn Hurdazbeh cesetlerin bulunduğu mağaraya al-Rakîm der ve maceranın Ephesus’ta geçtiğini kaydeder.

 3
Buna karşılık al- Mukaddisi, mağarada bulunan 13 kişinin ashâb al-kehfolduğunu ve Ürdün’ün doğusunda, Amman civarında al-Rakim adında bir yer bulunduğunu söyler. Bu mahallin, kahramanı 3 kişi olan olağanüstü bir olayıngerçekleştiği yer olduğunu söylenir (Wensinck, 1988: 372) .Ashâb-ı Kehf’in yaşadığı şehir ve sığındığı mağara konusunda çeşitlikaynaklarda değişik bilgilere rastlamaktayız. Bunun en büyük sebebi halkın budenli cesur ve yiğit insanların kendi yaşadıkları ortamda olmalarını istemeleri ve bu bölgedeki mağaraların birbirine çok benzemesidir. Örneğin bu yerlerinhemen hepsinde mağaraların üzerine yapıldığı belirtilen birer mabet vardır.Bilindiği gibi Efes Hıristiyanlarca kutsal kabul edilir. Çünkü Efes’te şimdikiliseye dönüştürülmüş olan ve Hz. Meryem’e ait olduğu söylenen bir ev vardır.Ashâb-ı Kehf’in Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen bir yerde yaşamış olması deonlara göre büyük ihtimaldir. Hatta bazı Hıristiyan kaynakları yer konusundakesinlik bildirirler. Konuyla ilgili en eski kaynak Suriye’li rahip Saruclu James’eaittir (doğumu, MS 452) . Ünlü tarihçi Gibbon, “Roma İmparatorluğu’nunÇöküşü” adlı kitabında James’ten bir çok alıntı yapmıştır. Gibbon’a göre bu yer,Anadolu’nun batı sahilinde Roma’nın en büyük limanlarından ve en büyükşehirlerinden birisi olan Ephesos’tur. Bugün bu kalıtı ve mezarların üzerinde birçok dini yapı inşa edildiği biliniyor. 1926’ da Avusturya Arkeoloji Enstitüsütarafından bölgede yapılan kazılardan sonra, Panayır (Pion) Dağı’nın doğuyamacında bulunan kalıntıların, V. yüzyılın ortalarında (II. Theodosius dönemi )Ashâb-ı Kehf adına yapılmış olan yapıya ait olduğu bilinmektedir L. Massignon,C.3: 104-108).Ashâb-ı Kehf’in yaşadığı yer olarak gösterilen ikinci yer Tarsus’tur.Gerçekten de Tarsus’un kuzeybatısında Encilüs veya Bencilüs adıyla bilinendağda Kuran’daki tariflere uygun bir mağara vardır . Tarsus fikri bir çok İslamaliminin de ortak görüşüdür. Kur’ân tefsircilerinden en ünlülerinden biri olanTaberî , Tarih-ül Ümem isimli kitabında, Ashâb-ı Kehf’in mağarasının bulunduğu dağın adını Bencilüs olarak belirtmiş, bu dağın da Tarsus’taolduğunu söylemiştir. Bir diğer tanınmış Kur’an âlimi olan Fahreddin Razî deeserinde “Bu yere Efsus denilse de buradan kasıt Tarsus’tur, zira EfsusTarsus’un başka bir adıdır” diyor. Yine tanınmış tefsircilerden olan MuhammedEmin, dağın isminin “Pencilüs” olduğunu ve Tarsus’ta bulunduğunu belirtmiştir.Pencilüs olarak telaffuz edilen isim Bencilüs olarak da söylenmektedir.Bunlardan başka Kadı Bayzavî’nin ve Nesefî’nin tefsirlerinde, Celâleyn veTıbyân tefsirlerinde , Elmalılı’nın, Ö. Nasuhi Bilmen’in ve diğer bir çok âlimintefsirlerinde bu yerin ismi olarak “Tarsus” verilmiştir. Ayrıca tüm müfessirler17. ayetteki “ Güneş doğduğunda onların mağaralarına sağ yandan yönelir, battığında onları sol yandan keser geçerdi” cümlesini, bu dağdaki mağaranınağzının kuzeye bakıyor olmasıyla açıklar.Ashâb-ı Kehf’in yaşadığı yer, Osmanlı İmparatorluğu zamanında da merakedilmiş ve bununla ilgili bazı araştırmalar yapılmıştır. Başbakanlık Osmanlı

 4
arşivlerinde konuyla ilgili bir dizi yazışma ve bilgi mevcuttur. Örneğin Tarsusmahalli idaresinin Osmanlı Devleti Hazine Amirine gönderdiği bir mektupta,Tarsus’ta bulunan Bencilüs Dağındaki Ashâb-ı Kehf mağarasının koruma vetemizliğiyle ilgilenenlere maaş bağlanması konusundaki talebini bildiren birdilekçe ve mektup yer alır. Bu mektuba cevap olarak istenen maaşların devlethazinesine ödenebilmesi için, burasının gerçekten Ashâb-ı Kehf’in yaşadığı yerolup olmadığı konusunun araştırılması gerektiği bildirilmiştir. Bunun içinyapılan araştırmalar da Ashâb-ı Kehf’in mağarasının yerinin tespitinde yararlıolmuştur.Meclis tarafından yaptırılan bir araştırmada hazırlanan raporda şöyledenmiştir: “Adana eyaletine bağlı bulunan Tarsus’un kuzeyinde ve Tarsus’a ikisaat uzaklıktaki dağda bir mağara bulunmaktadır ve bu mağaranın ağzıKur’ân’da bildirildiği gibi kuzeye bakar (Akgündüz, 1993:37)Hem Hıristiyan hem de İslam kaynaklarında övülen Ashâb-ı Kehf’in genelkabule göre Roma İmparatoru Decius zamanında yaşadıkları düşünülmektedir.Decius (Decianus), Neron’la birlikte Hıristiyanlara en çok zulmeden Romaimparatoru olarak bilinir. İktidarda bulunduğu kısa dönemde, hakimiyeti altındayaşayan herkesin Roma tanrılarına kurban adamalarını zorunlu kılan bir kanunçıkarmıştır. Herkes bu putlara kurban adamakla, dahası bunu yaptıklarınıgösteren bir onay belgesi almak ve devlet görevlilerine göstermekle yükümlütutulmuştu. Karara uymayanlar için de idam cezası uygulanmıştı. Hıristiyankaynakları, bu dönemde Hıristiyanların önemli bir bölümünün “şehirden şehire”kaçarak ya da gizli sığınaklara giderek bu putperest ibadetinden kaçındıklarınıyazarlar. Ashâb-ı Kehf, büyük olasılıkla bu İsevilerin içinden bir gruptur.Kuzeybatı Anadolu’da bulunan Roma Valisi Piliniyus’ un (MS. 69-113)İmparator Trayanus’a yazdığı mektupta “İmparatorun heykeline tapınmadıklarıiçin cezalandırılan “Mesihçiler” den (Hıristiyanlardan) bahsedilir. Bu mektup, odönemde İsevilere yapılan baskıları anlatan önemli belgelerden birisidir.İmparator Decius’un adı antik eserlerimiz hakkındaki kitaplarda veseyahatnamelerde sık sık geçmektedir. Ünlü gezginimiz Evliya Çelebi eskiyapıların bir çoğunu “Takyanus eseridir” diye ona maletmektedir. OrtadaTakyanus diye bir Roma İmparatoru bulunmadığına göre bu ad Ebulfareç’intemas ettiği Decius’ten gelmektedir. Gerçi Araplar Roma İmparatoruDiokletianus’a (283-306) Takyanus ismini vermişlerdir. Fakat bu durum gerçeğene kadar uygundur kesin olarak belli değildir (Çıplak, 1968:80-81) .Ünlü tarihçi Gibbon da yedi Hıristiyan gence işkence yaparak mağarayasığınmaya zorlayan kişinin İmparator Decius olduğunu söyler. Gençlerin uzunuykularından uyandıkları dönemin imparatorunun adı ise Müslümanaraştırmacılara göre Tezusius, Gibbon’a göreyse II. Theodosius’tur. Buimparator, Roma İmparatorluğu Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra MS. 408-450yıllarında tahtta bulunuyordu.Kur’ân-ı Kerim’de olayın ne zaman olduğu hakkında bilgi verilmemektedir.

 5
Ashâb-ı Kehf’in Hz. İsa’dan önce mi yoksa sonra mı yaşadığı, dolayısıyla hangidine mensup olduğu konusunda bir açıklık yoktur. Kehf Suresinin iniş sebebiyleilgili rivayete göre, Medine yahudileri, Kureyş müşrikleri tarafından akıldanışmak üzere kendilerine gönderilen Nadr b. Haris ile Ukbe b. Muayt’a üçşeyi peygambere sormalarını tavsiye ederler. Eğer bilirse gerçek peygamberolduğunu, aksi halde peygamber olmadığını söylerler.Medine yahudilerinin peygambere sorulmasını istedikleri ilk soru Ashâb-ıKehf’le ilgilidir. Bu sebeple onların Hz. İsa’dan önce yaşadıkları ilerisürülmüştür. Nitekim Ebü’l- Hasan el-Maverdi bu gençlerin Hz. İsa’dan önceyaşadıklarını söylemektedir. Diğer taraftan rakîm kelimesinin etimolojisinin degösterdiği üzere genel olarak bu kelime “yazılı belgeler” anlamına geldiğinegöre Kur’ân’daki “Ashâbü’l-Kehf ve’ r-rakîm ”i , yazdıklarını mağaradamuhafaza eden Esseniler veya onların öncüleri olarak anlamak da mümkündür.Çünkü Kur’ân ‘da (el-Kehf 18/21), onların bulundukları yere bir mescityapıldığı ifade edilmekte, Esseniler de kendi mabedlerine “mescit”demektedirler. Kur’ân-ı Kerim ise Hıristiyan kiliselerini ve Yahudi sinagoglarınıifade etmek için mescit kelimesini kullanmamakta, onları “savami”, “biya” ve“salevat” olarak anmaktadır. Ayrıca Ashâb-ı Kehf kıssasında yiyeceklerle ilgiliolarak kullanılan “ezka” kelimesi (el-Kehf 18/19) müfessirlere göre “helal”anlamındadır. Essenilerin helal ve haram konusunda çok titiz oldukları,Tevrat’ın yiyeceklerle ilgili hükümlerine sıkı sıkıya bağlı bulunduklarıkaynaklarda belirtilmektedir. Halbuki Hıristiyanlığa göre , “Ağızdan giren değil,ağızdan çıkan pistir ”. St.Paul’e göre ise çarşıda satılan her şey yenebilir. Bütün bunlar, Kur’an-ı Kerim’de kıssaları anlatılan “Ashâb-ı Kehf ve’r-rakîm” inHıristiyanlık öncesi dönemde yaşadıklarını da düşündürmektedir (Ersöz,1999:466-467) .Ashâb-ı Kehf’in hikayesi değişik kaynaklarda değişik şekillerde anlatılır.Hıristiyanlıkta VI. yüzyılın başından itibaren yüceltilen ve Kuzey Afrikalı HacıTheodose tarafından 530’lara doğru kabirleri ziyaret edilen “Efes’in YediUyurları” ile ilgili kıssa şöyledir:İmparator Decius (Dakyanus) Efes’e gelerek putlara tapınmayı veHıristiyanların onlara kurban kesmelerini emreder. Gizlice Hıristiyan olmaklasuçlanan ve imparatorluk sarayında yaşayan yedi genç, imparatorun (başka birrivayette ise Efes valisinin) huzuruna getirilir. Baskıya rağmen putlara kurbankesmeyi reddeden gençlere düşünmeleri için mühlet verilir. İmparatorunşehirden ayrılması üzerine gençler kaçarak Anchilus dağı yakınlarındaki birmağarada gizlenirler. Bu arada gençlerden biri (Diomedes veye Lamblichus)hem olup biteni öğrenmek hem de yiyecek almak üzere tebdili kıyafet ederekşehre iner. Kısa bir süre sonra Efes’e dönen Decius, gençlerin huzurunagetirilmesini ister. Bunu duyan Diomedes, arkadaşlarına kralın emrini haberverir ve onlar ilahi lütuf sonucunda derin bir uykuya dalarlar. Gençleri bulamayan Decius babalarını çağırtır ve onların Anchilus dağındaki mağarayasaklandıklarını öğrenir. Bunun üzerine diri diri gömülmeleri için mağaranın

 6
girişinin büyük kayalarla kapatılmasını emreder. Theodore ve Rufinus adlı ikiHıristiyan, genç şehitlerin hikayesini madeni bir levhaya yazıp mağarayı kapatankayaların altına koyar (Başka bir rivayete göre mağara kapanmadan önce birHıristiyan, olayın mahiyetini yazdığı bakır bir levhayı içeriye atar) .307 yıl sonra (158, 197, 353 yıl rivayetleri de vardır.) İmparator II. Theodosiuszamanında (401-450), papaz Theodore öncülüğünde ölümden sonra dirilişi inkareden bir akım baş gösterir. Hıristiyanlığı kabul eden imparator bundan sonderece rahatsız olur. Bu sırada Tanrı, mağaranın bulunduğu bölgenin sahibiAdolius’un hatırına, sürüleri için bir ahır yapma fikrini getirir. Bu maksatlamağarayı kapatan taşlar kullanılır ve mağara yeniden açılır. Tanrı gençleriuyandırır. Onlar sadece bir gece uyuduklarını zannetmekte ve Decius tarafındanöldürüleceklerini düşünmektedirler. Önceden olduğu gibi Diomedes tekrar şehregider. Şehrin kapıları üzerinde haç görünce çok şaşırır ve yoldan geçen birine buyerin gerçekten Efes olup olmadığını sorar. Gördüklerini arkadaşlarına bildirmek için sabırsızlanır, fakat daha önce, yanında bulunan ve Deciusdönemine ait olan parayla yiyecek almak ister. Satıcı ve esnaf eski parayıgörünce gencin hazine bulduğunu zannederler ve bu hazineyi paylaşmayıdüşünürler. Bu haber yayılınca pek çok insan toplanır. Diomedes ise tanıdık varmı diye şaşkınlık içinde topluluğa bakar. Şehrin papazı ve vali onu sorguyaçekerler.O da başlarından geçeni anlatır ve arkadaşlarını görmeleri için onlarımağaraya davet eder. Efesliler tepeye tırmanırlar ve gençlerin hikayesini anlataniki kurşun levha bulurlar. Daha sonra mağaraya giren halk, gencin arkadaşlarınısağ ve sakin bir vaziyette görür. Theodosius’ a haber verilir. O da mağarayagelir. Gençlerden biri (Maximilian veya Achilides), yeniden dirilmenin gerçekolduğunu göstermek için Tanrı’nın kendilerini derin bir uykuya yatırdığını vekıyametten önce dirilttiğini söyler. Daha sonra gençlerin hepsi ölüm uykusunayatar ve oraya bir bazilika yapılır (Ersöz, 1999:465 ; Ana Britannica, 1988:290 ;Çıplak, 1968:80) .Ashâb-ı Kehf kıssasının anlatıldığı Kur’ân-ı Kerim’in 18. suresine bu kıssanınönemi dolayısıyla “Kehf” adı verilmiştir. Surenin 9-26. ayetlerinde bildirildiğinegöre putperest bir kavmin içinde Allah’ın varlığı ve birliğine inanan birkaç genç, bu inançlarını açıkça dile getirip putperestliğe karşı çıkmış, taşlanaraköldürülmekten veya zorla din değiştirmekten kurtulmak için mağarayasığınmışlardır. Yanlarındaki köpekleriyle birlikte orada derin bir uykuya dalangençler, muhtemelen 309 yıl sonra uyanmışlardır. Bu süre Kur’ân- Kerim’de“Onlar mağaralarında 300 yıl kaldılar, dokuz da ilave ettiler” şeklinde belirtilmektedir. 300 yıla 9 ilavesi, şemsi takvimle belirtilen sürenin kameritakvime göre ifadesi olmalıdır. Müfessirlerden bazıları, bu ayetteki ifadenin,meseleyi aralarında tartışan grupların sözü olduğu görüşünü benimsemekte,gerçek süreyi sadece Allah’ın bilebileceğini bildiren ayetin de bunu gösterdiğinisöylemektedir.Mağarada bir gün kadar uyuduklarını sanan gençler, içlerinden birini gümüş bir

 7
 para vererek yiyecek almak üzere şehre gönderirler. Böylece onların durumunugörenler Allah’ın vaadinin hak olduğunu ve kıyametin mutlaka geleceğinianlarlar, mağaranın bulunduğu yere bir mescit yapmaya karar verirler (Ersöz,1999:466 ; Wensinck, 1988:371) .Kur’ân’da kıssayla ilgili bundan başka ayrıntı yoktur. Hadis kaynaklarındayer almayan Ashâb- Kehf kıssası tarih ve tefsir kitaplarında çeşitli rivayetlerşeklinde geniş olarak nakledilmekte olup bu rivayetler ana hatlarıyla Hıristiyankaynaklarındaki tasvirlere uymaktadır. Ashâb-ı Kehf’in isimleri ise dokuz kişiolarak, fakat Hıristiyan kaynaklarında olduğu gibi farklı şekillerdenakledilmekte, köpeklerine de “Kıtmir” adı verilmektedir (Ersöz, 1999:466 ;Wensinck, 1988:371-372).Kur’ân-ı Kerim Ashâb-ı Kehf’in sayısı hakkında ihtilaf olduğunu bildirmekte, köpekleriyle beraber dört veya altı olduklarına dair tahminleri“karanlığa taş atma” diye nitelendirmektedir (el-Kehf 18/22). “Yedi kişiydiler,sekizincisi köpekleri idi” (Ersöz, 1999: 466) .Efes’in yedi uyurlarının sayısı Grek-Batı geleneğinde de yedi olarak kabuledilmektedir. Jacques Sarug’a dayandırılan ve Süryanice yazılan vaazda ise busayı sekiz olup, isimleri Hıristiyan kaynaklarında farklı olarak alınmıştır (Ersöz,1999:465)Kur’ân’da gençlerin adları hakkında bilgi verilmemektedir. Batıda yaygınolan anlatıda Ashâb-ı Kehf Maksimianos, Malkhos, Markianos, Ioannes, Denis,Serapion ve Konstantinos’tur. Doğudaki anlatılarda ise bu adlar Makselina,Yemeliha, Mernuş, Saznuş, Derbernuş, Meslina ve Kefeştatayuş olarak geçer.Ayrıca Kıtmir adında bir köpekleri olduğu anlatılır (Ana Britannica, 1988:291) .Yedi uyurlar kıssasının gerçek olup olmadığı Batı’da tartışılmıştır. Olayıntarihiliğine ilk karşı çıkan Baronius’tur. Tillernant ve Honigmann ise Efes’teyedi bozulmamış cesedin bulunmasını tarihi bir gerçek olarak kabuletmemektedir (Ersöz, 1999:466). Bu kıssa doğuda ilk defa olarak V. yüzyıldaSüryanice bir kitapta geçmiş ve Tel Mahra’lı Denys tarafından anlatılmıştır.Batıda ise Theodosius’un “Arz-ı Mukaddes’e Dair” eserinde ilk defa kıssayarastlanır. Bu nakillerde gençlerin adları Yunancadır. Denys’in kaydettiği naklinYunanca’dan bir tercüme mi olduğu yoksa doğrudan doğruya Süryani dilinde miyazıldığı sorunu üzerine görüş birliği bulunmamaktadır (Wensinck, 1988:372).Hıristiyan apolojetiği içinde yer alan kıssanın Yunanca ve Süryanice dışındaKopt ve Gürcü dillerinde yazılmış biçimleri de günümüze ulaşmıştır (AnaBritannica, 1988:291) .Ashâb-ı Kehf kıssasının özünü oluşturan ve ölümden sonra dirilişin birörneği olan uzun süre mağarada uyuyup yeniden uyanma olayı, İslam’ındışındaki diğer bazı dinlerde ve çeşitli efsanelerde de yer almaktadır.Hindistan’da bir tek kişinin uzun süre uykuda kalması olayına rastlandığı gibi(Bhagavat Gita, Ramayana...), Hint kutsal kitaplarından Mahabharata’da yedi

 8
kişinin, peşlerinde bir köpek olduğu halde rizayet için krallığa ve dünyaya yüzçevirdikleri nakledilmektedir. Yahudilikte ise Talmud’da Hani ha-Me’aggel adlışahsın yetmiş yıl, Abimelek’in de altmış yıl uykudan sonra uyandıkları hikayeedilmektedir (Ersöz, 1999:465) .Ashâb-ı Kehf halk ağzında dilden dile aktarılırken efsaneleşmiş (Önder,1995:288), bunun yanında edebiyat eserlerimize de konu olmuştur. Ünlü halkaşığı Karacaoğlan’ın efsaneleşen hayatında Ashâb-ı Kehf mağarasının bir yerivardır. Han Mahmut adlı halk hikayesinde ve diğer bazı anlatımlardaKaracaoğlan’ın Tarsus’ta Karacakız adındaki bir Yörük beyinin kızına aşıkolduğu, kızı vermedikleri için Karacakız’ın, arkasından da Karacaoğlan’ınKırklar Mağarasına, bazı kaynaklara göre de Ashâb-ı Kehf Mağarasına çekilerekorada öldüğü rivayet edilir.Karacaoğlan ile Elif Gelin adıyla tasnif edilen başka bir hikayede ise,Karacaoğlan’ın karısı Elif’i emanet ettiği beyin oğlunun Elif’e musallat olması,gördüğü manzarayı yanlış anlayan Karacaoğlan’ın üzüntüsünden Tarsus’takiAshâb-ı Kehf mağarasına girip sır olması, erenlere karışması anlatılır. (Günay,1993:196 ; Kaya, 1998:171-178)
1.2 Ashâb-ı Kehf’in Çevresinde Oluşan Kültür Değerleri veHıdrellez Şenlikleri
İçel’in Tarsus İlçesi’ndeki Ashâb-ı Kehf, günümüzde MüslümanlarınRamazan ve Kurban Bayramlarıyla diğer özel günlerde ziyaret ettikleri, dileklerdileyip, adaklar adayıp, kurbanlar kestikleri bir merkezdir. Bunların yanındagünümüzde Tarsus’taki Hıdrellez Şenliklerinin merkezi de Ashâb -ı Kehfolmuştur.Hızır ya da Hızır ve İlyas kavramları etrafında İslami bir içeriğe bürünmüşolan bu yaz bayramının kökü, İslamiyet ve Hıristiyanlık öncesi İlkçağ Anadolu,Mezopotamya ve Orta Asya kültürlerindeki tabiatın yeniden dirilmesini kutlamatörenlerine kadar götürülür. Hıdrellez törenleri, bolluk ve bereketi simgeleyen suve yeşillik kavramlarının ön plana çıktığı, ağacın bol bulunduğu, bazen içindetürbe de yer alan mesire yerlerinde kutlanan eğlencelerdir.Eskiden Rûz-ı Hızır (Hızır Günü) de denilen Hıdrellez, halk arasındakiyaygın inançlara göre Hızır ve İlyas’ın bir araya geldiği günün hatırasınakutlanmakta, Hızır-İlyas birleşik kelimelerinin halk telaffuzunda aldığı biçimiyansıtmaktadır. Hıdrellez günü, bu gün kullandığımız Gregoryen takvime göre 6Mayıs’a denk gelmektedir. Bu tarih, ülkemizde halk arasında yaz mevsiminin başlangıcı kabul edilmekteydi. İşte Hıdrellez gerçekte, Hızır ve İlyas’ın bir arayageldiği gün olduğu inancıyla birlikte, kışın sona erip yaz mevsiminin başlamasının günü olarak da kutlanmaktadır (Ocak, 1990:141) .Hızır ve İlyas hakkında bir hayli zengin ve renkli İslami literatür bulunduğuhalde, bu literatürde Hıdrellez günü törenlerine dair hiç bir şeyin olmaması,

 9
Hıdrellez’ in ve etrafında oluşan inanç, adet ve geleneklerin İslami olmayankaynaklardan geldiğini gösterir. Bu sebeple araştırmacılar Hıdrellez’in vetörenlerinin kökünü, İslam öncesi devir ve kültürlerde aramışlardır. Orta Doğuve Anadolu eski kültürleri ile uğraşan bazı araştırıcı, etnograf ve halk bilimciler ,Hızır ve Hıdrellez’ in kökenini eski Mezopotamya ile Anadolu kültür vedinlerine bağlarlar. Bu eğilime karşılık kısmen bu kaynakların etkisini kabuletmekle birlikte asıl İslam öncesi Orta Asya Türk kültür ve inançlarına ağırlıkverenler vardır. Ancak Hıdrellez’ in kökeni ve içeriği konusunda tek bir kökenveya kaynağın değil, zaman ve mekan içerisinde pek çok köken ve kaynakların,kültürlerin katkısını kabul etmek daha gerçekçi olacaktır (Ocak, 1990:142) .Hıdrellez kutlamalarının yapıldığı yerler genellikle günün anlamına uygunolarak sulak, yeşillik bölgelerdir. Geleneğe uygun olarak Anadolu’nun bir çok bölgesinde “Hıdırlık” denilen mesire yerleri vardır. Bu bölgelerde mezarlık,yatır vb. gibi çevre halkınca kutsal kabul edilen, adak adanan veya bez, çaput bağlamak gibi bazı geleneklerin sergilendiği yerler de görülmektedir (Çay,1997:24).Hıdrellez’ in bu gibi yerlerde kutlanması bahar ve yaz mevsimiyle ilgiliolduğu kadar, Hızır’ın su ve yeşillik unsuruyla bağlantısını da sergilemektedir.Bu yüzden Hıdrellez günü Hızır’ın bu gibi yerlerde dolaştığına inanılmaktadır.O gün herkesin içinde, buralarda Hızır’a rastlamak, onun İlyas’la buluştuğunugörmek inancı ve ümidi vardır. Diğer yandan Hıdrellez’ in kutlanması için buyerlerin seçilmesinde belirtilen sebeplerin olduğu kadar, Türkler arasındaeskiden var olan tabiat kültlerinin, özellikle ağaç ve su kültünün rolünü dehatırlamak gereklidir. İslam öncesi devirlerde çeşitli Türk zümreleri arasındaçok önemli bir yeri olan ağaç ve su kültünün eski kökenin unutulmasına rağmenhalen Anadolu’da güçlü bir şekilde yaşadığını, Hıdrellez gibi vesilelerleİslamileştirilmiş bir şekilde devam ettiğini gösteren deliller mevcuttur (Ocak,1990:152).Hıdrellez geleneğinin özünde ilkbaharın gelişini kutlama, doğayla barışıkolma dileği vardır. Her ritüel kökenli kutlamada olduğu gibi hıdrellezşenliklerinde de bir takvim vardır. Önceleri köylü kendi yaşantısının dahaverimli olması için zorunlu ve bilinçli olarak törenlere katılırdı (Karadağ, 1978 :9). Bu gün eğlence ön plana çıkmış gibi görülüyorsa da pek çok inanmanıngünümüzde de sürmesi ritüel özelliğin korunduğunu göstermektedir. Hıdrellezdeşenlik, büyü, bolluk-bereket motifleri iç içedir. Hıdrellez geleneğinin bolluk-kıtlık, yaz-kış çatışması, doğanın düzenli değişmesiyle yaratılan mitlerinkutlandığı bir tören, şenlik ve bayram olduğu söylenebilir (Artun, 1998:46-47).Tarsus hıdrellez şenliklerinin bir süredir Ashâb-ı Kehf’de kutlanıyor olması,dikkatleri her ikisinin de sahip olduğu ortak motife çekmektedir. Gerek Ashâb-ıKehf’de gerekse hıdrellezin kökeninde ölme-dirilme motifi yer almaktadır.Ashâb-ı Kehf, ölümden sonra yeniden dirilme (bâs ü bâde’l mevt) inancınailişkin bir kıssanın mekanıdır. Hıdrellez ise kışın ölen doğanın yenidencanlanışının kutlandığı bir gündür. Hıdrellez kavramı içindeki Hızır da suyu,

 10
canlanışı, tazeliği simgelemektedir. Bu açıdan bakıldığında hıdrellezşenliklerinin Ashâb-ı Kehf’e taşınması biraz daha anlam kazanmaktadır.
Yöredeki hıdrellez günüyle ilgili adet ve uygulamalar Türkiye’nin diğerbölgelerindeki uygulamalardan pek farklı görünmez. Bu adet ve inanmalarışöyle sıralayabiliriz:*Evlerde mantı, pirinç ve dövme pilavı gibi yemekler yapılır (K.1, K.5, K.6).*Evler temizlenir, abdest alınır (K.1, K.2, K.10, K.11).Genç kız ve erkekler akşam yatmadan önce tuzlu yiyecekler yer ve suiçmezler. İnanışa göre o gece rüyalarında görecekleri erkek ya da kızlaevlenirler (K.7, K.8).*Hıdrellez gecesi bir gül ağacının dibine gidilir. Niyete göre taşlardan ev,araba, çocuk resimleri çizilir. Ya da bir kağıda çizilen şekiller ağacın dibine gömülür. Yüzük konulduğu da olur. Sabah güneş doğmadan gül ağacınındibinden yüzük ya da kağıt alınır. Ne dilenirse kabul olunacağına inanılır. Bunun için özel olarak gül ekenler bile bulunmaktadır (K.1, K.4, K.5, K.6, K.9, K.10).*Hıdrellez sabahı tuzlu çörek yapılıp açıkta bir yere konulur. Çöreği alıp giden kuş takip edilir. Nereye giderse evin kızının oraya gelin gideceğineinanılır (K.11).*Bir kabın içerisine 41 çeşit ot atılır. Çevredeki genç kızların yüzükleri de bukaba atılarak hıdrellez gecesi gül ağacının dibine konulur. Sabah kap oradanalınır. Kızlar bir yerde toplanırlar. İçlerinden, evin en son çocuğu olan kızseçilir ve bir çarşafın altına oturtulur. Eline verilen aynaya bakarak yüzükleriçeker. Çevrede toplanan kızlar da mani söylerler. En son yüzük de çekildiktensonra kabın içindeki su, yağmurlar bol olsun diye kızın üzerine dökülür (K.2, K.3, K.4, K.5, K.9, K.11).*Hıdrellez gecesi iki tane ekmek mayalanır. Birine varlık hamuru birine yokluk hamuru denir. Sabah hamurdan hangisi kabarmışsa o yılın öyle geçeceğine inanılır (K.7, K.9 ).*Hıdrellez günü, yılın bereketli geçmesi için ve sağlıklı olmak için çimenlerinüzerinde yuvarlanılır (K.3, K.5).*Bahtı açmak için bir bez parçası üç kere bağlanır, çözülür (K.4, K.8, K.10).*Sadece hıdrellez günü değil her gün Hızır’la karşılaşılabileceğine inanılır. Hızır her an her yerde olabilir (K.7, K.8, K.11).*Hızır bazen rüyaya girer. Rüyada Ashâb-ı Kehf ve Hızır görüldüğünde Ashâb-ı Kehf’i ziyaret etmek gerekir (K.1, K.4, K.5, K.7).*Hıdrellez günü bir ağaca salıncak kurulur ve sallanılır. Bu şekilde günahlardan kurtulunacağına inanılır (K.2, K.3, K.8, K.10).*Hıdrellez günü oğlak, keçi gibi hayvanlar kesilir. Mangalda ya da kazanda pişirilen etler hep beraber yenir (K.1, K.7, K.8).*Hıdrellez günü fakirlere yemek yedirilir. Bunun evin bereketini, kazancınıartıracağına inanılır (K.7, K.9, K.10).

 11
Ashâb-ı Kehf’deki hıdrellez şenlikleri sırasında dikkati çeken en önemlişeylerden birisi de Ashâb-ı Kehf’in kutsallığının halk üzerinde yarattığı derinetkinin, hıdrellez adet ve uygulamalarını geri plânda bırakmasıydı. Ashâb-ı Kehfyöre insanında kutsallığıyla çok farklı bir yere sahiptir. Halk arasında Ramazanve Kurban Bayramları ile kandiller ve Kadir Gecesi gibi özel günlerde ayrıcaziyaret edilir. Böyle zamanlarda Ashâb-ı Kehf’e topluca yapılan ziyaretlerdemevlit ve Kur’an okutulur. Sabahlara kadar süren ibadetlerde namaz kılınır.Ashâb-ı Kehf ziyaretinden sonra Tarsus’taki Demirkapı, Daniel, Mencik Baba,Muğdat Baba, Lokman Hekim türbeleri ziyaret edilir. Buralarda Kur’ân okunur,adak yapılır. Halk arasında Ashâb-ı Kehf’e yedi kere gelinince hacı olunduğunainanılır. Yine Ashâb-ı Kehf’te 11 ihlas suresi ve 1 fatiha suresi okuyup oradayatanların ruhuna bağışlanırsa bütün dileklerin kabul olacağına inanılır.Ashâb-ı Kehf’in içinde, mağara duvarının bir yüzeyi dilek taşı olarakkullanılır. Buraya gelen ziyaretçiler yerdeki taşları mağaranın nemli olan buyüzeyine bastırarak tutarlar ve bu sırada dilek dilerler. Eğer taş mağara duvarınayapışırsa dileğin kabul olunduğuna, yere düşerse kabul olunmadığına inanılır.Ashâb-ı Kehf hacı adaylarının da uzun yıllar boyunca hac ziyaretlerisırasındaki uğrak yeri olmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hac mevsimindehacı adaylarına “sünnet” olarak önerdiği Ashâb-ı Kehf ziyaretleri, Tarsus veAfşinliler arasında “Ashâb-ı Kehf bizim ilçemizde” diye uzun yıllar önce başlayan tartışmalar nedeniyle bir süredir yapılamamaktadırlar. AncakTarsus’lular “Ashâb-ı Kehf Mührü adını verdikleri taşın bulunmasından sonra bu tartışmaların son bulması gerektiğini düşünüyorlar. Ashâb-ı Kehf’e çok yakınolan Dedeler Köyü’nde bulunan siyah renkli bir kaya parçası olan bu taşınüzerinde sarı kabartma şeklinde Arapça “Allah” yazısı ve V rakamı yeralmaktadır. Yöre halkı bu taşın Ashâb-ı Kehf’in doğal mühürü olduğuna ve Vrakamının yedi uyurları simgelediğine inanmaktadır.Halk arasında böylesine kutsallaştırılan, büyük bir saygı ve inançla ziyaretedilen bir merkez olan Ashâb-ı Kehf son sekiz yıldır Hıdrellez şenliklerinin de buraya taşınmasıyla yepyeni bir canlılık kazanmıştır. Daha önceden halkındeğişik mekanlarda karşıladığı bu özel gün, Tarsus Belediyesi tarafından 8 yıldır“Geleneksel Ashâb-ı Kehf Hıdrellez Şenlikleri” adıyla Ashâb-ı Kehf’etaşınmıştır. Belediye tarafından düzenlenen etkinlikler hafta içinden başlamaktadır. Şehir merkezinde yapılan yarışmalarda baklava, şalgam, humusve cezerye gibi yöreye özgü yiyecek ve içecek dallarında adaylar ürünlerinisergilemektedirler. Açık hava gösteri merkezindeki karakucak güreşleri ise hafta boyunca devam etmektedir.Tarsus dışından çevre illerden gelenlerle sayısı binleri bulan katılımcılarHıdrellez sabahı özel araçları ve belediye tarafından tahsis edilen otobüslerletören alanına toplanmaktadırlar. Sabah erken saatlerde şehir merkezinde yapılanhalk koşusu ve mehter takımının gösterileri sona erdikten sonra Ashâb-ı Kehf’egidilmekte, orada da mehter takımı gösterisini tekrarlamaktadır. Askeri ve mülkiyöneticilerin yaptıkları konuşmalardan sonra, hafta boyunca devam edilen

 12
atletizm, güreş, baklava, şalgam, humus, cezerye, yarışmalarında dereceyegirenlere ödülleri verilmektedir. Yörenin ünlü âşıklarının verdikleri konserinardından mevlit okunmakta ve Halil İbrahim Sofrasında kazanlarla pişirilen etli pilavın halka dağıtılmasıyla tören sona ermektedir.Alanda kurulan Yörük çadırlarında sıkma, börek, gözleme gibi yiyecekler pişirilmekte, bunun yanı sıra kavurma et, lahmacun, bici bici, dondurma, aşlama,şalgam satıcıları da seyyar tablalarda satış yapmaktadırlar. İsteğe göre evdengetirilen yiyeceklerle ya da orada pişirilen etlerle halk gün boyunca pikniğiniyapmakta ve akşam üzerine kadar vaktini bu geniş kır alanında geçirmektedir.
Sonuç:
 Tarih boyunca farklı kültür ve dinleri benimseyip taşıyıcılığını yapan , pekçok kavimlerin gelip geçtiği Anadolu toprakları üzerinde , İslamlaşma süreciöncesinde yaygınlaşmış ve kökleşmiş inançlar ve ritüeller tamamen yokolmamış , yeni hakim din olarak İslam içerisine nüfuz ederek ona kendirenklerini katmışlardır . Özellikle İslam öncesi Anadolu‘da yaygınlaşmış popüler Hıristiyan inanç motiflerinin İslam ile karşılaşmasının oldukça özgünsenkretizm örneklerini doğurduğu görülmektedir.Hala bir çekim merkezi olmayı sürdüren ziyaret yerleri , toplumsaldayanışma ve süreklilik işlevi çerçevesinde veya günlük yaşamda karşılaşılansorun ve sıkıntıları giderme amaçlı psikolojik işlevlerle yüklüdürler. Bu ziyaretyerleri , bayramlarda , tören niteliği taşıyan özel günlerde insanların toplu olarakziyaret edip birlikte dua ettikleri yerlerdir. Bu özellikleriyle de toplumsal birlik ,dayanışma ve güven duygusunun yeniden üretimini sağlayacak olan ritüellerinde odak noktasıdırlar.Ashâb-ı Kehf, pagandan Hıristiyanlığa, oradan da Müslümanlığa uzanan birsüreçte farklı kültürlerin etkileşimine bir araç olmuş ve çevresinde bir kültoluşturmuştur. Ashâb-ı Kehf bu gün Anadolu’da ve dünyanın değişikülkelerinde kendisine atfedilen makamlarıyla farklı dinlerden insanlarıninandığı, bir araya geldiği bir yer olmasıyla, önemli bir inanç merkezidir .Kutsallığın insana bağlı olduğunun en güzel göstergesi, kutsal insanlarınkendilerine atfedilen kutsallığı kabirlerine taşımış olmalarıdır. Ashâb-ı Kehf,Hızır (St. George), İlyas (Eliyahu) gibi hayat hikayeleri zaman ve mekanızorlamış olan kutsal kişiler, insanoğlunun kutsala olan ihtiyacıyla her zamansahiplenilmiş, birden fazla kabire sahip olmuşlardır. Kabrin içindekininkutsallığının insanlar arasında paylaşılamadığı durumlarda insanoğlunun kutsalaolan ihtiyacı devreye girmiş ve kabrin kabul edilegelmiş kutsallığı korunarakiçine farklı kutsal bedenler atfedilmeye çalışılmıştır. Bu şekilde “eskilerin veyaötekilerin” kutsadığı kabirler benimsenir ve doğal olarak kutsal kabir sayısı herzaman kutsal insan sayısını aşacağından, bir beden birden fazla kabire girmekzorunda bırakılır. İslam kültüründe “makam” diye bilinen kutsal kabirlerle budurum aşılmıştır. Havra-kilise-cami gibi kutsallığın fonksiyondan kaynaklandığı

 13
mekanlar da el değiştirdiklerinde kutsallık fonksiyonlarını korumaya devametmişlerdir.Ashâb-ı Kehf’in kimler olduğu, ne zaman yaşadıkları ve nerede yaşadıklarıgibi konular her zaman ilgili insanları araştırmaya yöneltmiş, bu konuyla ilgili bir çok yorum yapılmıştır. Ancak bu yorumlardan hiçbirisi kesinlikiçermemektedir. Dolayısıyla mağaraya sığınan bu inançlı gençlerin hangitarihlerde yaşadıkları, âyetlerde anılan mağaranın nerede olduğu sorularına kesinyanıtlar verilememektedir. Ancak Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta da var olan veKur’ân-ı Kerim’de özlü olarak tekrarlanan Ashâb-ı Kehf kıssasında, inananlaraverilmek istenen mesaj, mağaradakilerin kaç kişi oldukları, nerede ne zamanyaşadıkları ve kaç yıl uykuda kaldıkları gibi bilgilerden daha önemlidir. Kıssadaana hatlarıyla, inançlı-inançsız mücadelesinin öteden beri hep var olduğu,samimiyetle iman edip inançlarının gereğini yaşayanları Allah’ın mutlaka başarıya ulaştırdığı ve her şeyi yoktan var eden Allah’ın insanları yenidendiriltmeye muktedir olduğu motifleri işlenmektedir .Son yıllarda Tarsus Hıdrellez şenliklerinin de Ashâb-ı Kehf’e taşınmasıyla birlikte olayın yeni bir boyut kazandığını görüyoruz. Kökeni İslamiyet veHıristiyanlık öncesi ilkçağ Anadolu , Mezopotamya ve Orta Asyakültürlerindeki tabiatın yeniden dirilmesini kutlama törenlerine kadargötürülebilen Hıdrellez şenliklerinin günümüzdeki merkezi Ashâb-ı Kehfolmuştur. Tarsus’ta Hıdellez uygulamalarının eski önemini ve canlılığınıyitirdiğini görmekteyiz . İnanç boyutu geri plânda kalan Hıdrellezuygulamalarında şenlik ve eğlence boyutu daha ön plâna yerleşmiştir .Sonuç olarak Ashâb-ı Kehf , bir inanç merkezinin pagan kültürden ilkHıristiyanların sığınak yeri olmasına , Kur’ân-ı Kerim’de geçen bir sureyleMüslümanlarca da kutsal bir yer olarak kabul edilmesine değin geçirdiği süreçleve son olarak mevsimlik bir törenin bir inanç merkezi çevresinde nasıl şenliğedönüştüğü konusundaki görünümüyle kültür hayatımızda önemli bir yeresahiptir .
KAYNAKÇA:
AKGÜNDÜZ , Ahmet , Arşiv Belgeleri Işığında Tarsus Tarihi ve Ashâb-ı Kehf, İstanbul , 1993Ana Britannica , Eshâb-ı Kehf Maddesi, C. 8 , Ana Yayıncılık , İstanbul , 1988ARTUN , Erman , Tekirdağ Halk Kültürü Araştırmaları , Tekirdağ GençYöneticiler ve İş Adamları Derneği Yayınları , Tekirdağ , 1998ATAY , Tayfun , Gelenek ve Modernlik İlişkisi Ekseninde Türkiye’de HalkDini Ögeleri ve Senkretik Motifler , Uluslar arası Anadolu İnançları KongresiBildirileri , Ervak Yayınları , Ankara , 2001BAYRAK , Orhan , Türkiye Tarihi Yerler Kılavuzu , İnkılap Kitabevi ,İstanbul ,1994

 14
ÇAY , Abdulhalûk M. , Hıdrellez “ Kültür-Bahar Bayramı “ , KB Yayınları ,Ankara , 1997ÇIPLAK , M. Necati , İçel Tarihi , Ankara , 1968Evliya Çelebi Seyahatnamesi , 3. Kitap , Yapı Kredi Yayınları , ( Haz. ZekeriyaKurşun- Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı ) , İstanbul , 1999GÜNAY , Umay , “ 17. Yüzyıl Şairi Karacaoğlan “ , Türkiye’de Aşık Tarzı ŞiirGeleneği ve Rüya Motifi , Ankara , 1993KARADAĞ , Nurhan , Köy Seyirlik Oyunları , Ankara , 1978KAYA , Doğan , “ Karacaoğlan’ın Efsanevi Kişiliği “ , Türk Kültürü , Mart1998MASSİGNON , L. ,Opera Minora , C. 3OCAK , A. Yaşar , İslam- Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır- İlyas Kültü ,Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları , Ankara , 1990ÖNDER , Mehmet , Şehirden Şehire Anadolu , T. İş Bankası Yayınları , Ankara, 1995Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi , Ashâb-ı Kehf Maddesi, C . 3 ,Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları , İstanbul , 1999WENSINCK , A. J. , Eshâbülkehf Maddesi, İslam Ansiklopedisi , C. 4 , MEBBasımevi , İstanbul , 1988ZOROĞLU , Levent , Tarsus Tarihi ve Tarihsel Anıtları , Kemal Matbaası ,Adana , 1995
KAYNAK KİŞİLER
K.1 : Nuran Altuntaş , 63 , okur – yazar , ev hanımıK.2 : Emine Abay , 56 , ilkokul , ev hanımıK.3 : Süheyla Kirik , 58 , okur – yazar , ev hanımıK.4 : Cevahir Çevik , 51 , ilkokul , ev hanımıK.5 : Müjgan Akdöner , 48 , ilkokul , ev hanımıK.6 : Pakize Yuğucuer , 62 , okur – yazar değil , ev hanımıK.7 : Gülseren Güleçler , 61 , ilkokul , ev hanımıK.8 : Süheyla Toplar , 45 , lise , ev hanımıK.9 : Esin Arife Zöhre , 48 , yüksek okul , öğretmenK.10 : Tülay Seyhan , 64 , ilkokul , ev hanımıK.11 : Fatma Baş , 65 , ilkokul , ev hanım

SOMUNCU BABA



Arşiv Belgeleri Işığında Somuncu Baba ve Neseb-i Âlîsi ile ilgili görsel sonucu"

TÜRK HUKUK TARİHİ

KEHF SURESİ


KEHF SURESİ
KEHF SURESİ ile ilgili görsel sonucu"

BİLİMİN KISA BİR TARİHİ

 BİLİMİN KISA BİR TARİHİ ile ilgili görsel sonucu"BİLİMİN KISA BİR TARİHİ

İSLAMIN TEBLİĞ TARİHİ

İSLAMIN TEBLİĞ TARİHİ ile ilgili görsel sonucu"
İSLAMIN TEBLİĞ TARİHİ

DOĞU ANADOLU TÜRK DEVLETLERİ TARİHİ


DOĞU ANADOLU TÜRK DEVLETLERİ TARİHİ
doğu anadolu türk devletleri tarihi osman turan ile ilgili görsel sonucu"

Çan'dan Minare'ye Büyük İtiraf


 

TÜRK HUKUK TARİHİNDE VAKIF MÜESSESESİ

islam hukukunda ve osmanlı tatbikatında vakıf müessesesi pdf ile ilgili görsel sonucu"

TÜRK HUKUK TARİHİNDE VAKIF MÜESSESESİ

MECELLE (MECELLE-İ AHKAM ADLİYYE)


Karşılaştırmalı Mecelle-i Ahkam-ı Adliye: Mecelle Ta'dilleri ile ilgili görsel sonucu"

MECELLE (MECELLE-İ AHKAM ADLİYYE)

Mecelle, her şeyden önce bir insan eseridir; özellikleri, güzellikleri, mükemmellikleri olduğu kadar eksiklikleri de olan bir kanundur. Bu nedenle, sempati ya da antipati ile yaklaşmak yerine, gününün şartları ve ihtiyaçları; kanun yapma teknikleri ve aynı dönemde başka ülkelerde yapılan kanunlar dikkate alınarak bir değerlendirmeye tâbi tutmak gerekir.
Mecelle, nihayet Türk Hukukçusunun anlayacağı bir dille okuyucusu/ilgilisi ile buluşmuştur. Şu ana kadar, anlaşılmaz, ulaşılmaz, bilinmez gibi duran, ancak anlayanı, ulaşanı, bileni hayretler içinde bırakan Mecelle, Türkçe bilen herkesin anlayacağı bir dille yayınlanmış bulunmaktadır.
Prof. Dr. Yusuf Karakoç
Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Yeryüzünde iki insanın var olduğu günden iki insanın kalacağı güne kadar var ve devam edecek olan Hukuk olgusu, yere ve zamana göre değişen kural koymayı gerektirmektedir. Bu ihtiyaç, zaman zaman bir ülkede ve/ya da birçok ülkede kanunlaştırma girişimleri ile karşılanmaya çalışılmış ve çalışılmaktadır. Bu kapsamda, Osmanlı Devleti’nde de bazı kanunlaştırma girişimlerinde bulunulmuştur. Nitekim Mecelle, Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında yaşanan kanunlaştırma gayretlerinin zirvesini oluşturmaktadır. Mecelle, İçtihada-ilkeye dayalı hukuk anlayışının kurallarla sürdürülmesi çabalarının; özellikle Avrupa’da 19. yüzyılda başlayan kanunlaştırma hareketlerinin biraz gecikmeli olarak Osmanlı Devleti’ne yansımasının bir ürünüdür.
Özel hukuk ilişkilerinin düzenlenmesi ve Osmanlı vatandaşları ile yabancıların yeknesak bir uygulamaya tâbi tutulmasının temin edilmesi geniş kapsamlı bir kanunun hazırlanıp yürürlüğe konulmasını gerektirmiştir. Fransız kanunlarının iktibası yolunun izlenmesi yönündeki görüşlere karşı çıkılarak yerli-millî bir düzenleme yapılması gerektiği yönündeki anlayış çerçevesinde Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye Komisyonu kurulmuş ve bugün kısaca Mecelle olarak anılan bir Mukaddime ve on altı Kitaptan oluşan 1851 maddelik Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye hazırlanmıştır. Her bir Kitabın ayrı bir komisyonu vardır ve tamamlanan Kitap yürürlüğe konulmuştur.
Mecelle, bugün yürürlükte bulunan hiçbir kanunun birebir karşılığını oluşturmamaktadır. Mecelle’de Medenî Kanun, Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu ve Hukuk Muhakemeleri Kanunu kapsamında yer alan birçok konu ve kurum düzenlenmiştir. Bu anlamda Mecelle, Özel Hukuk Kanunu niteliği taşımaktadır. Mecelle’nin Genel İlkeleri’ni oluşturan ilk yüz maddesinde yer alan hükümlerin çoğunu, Hukukun Genel Prensiplerini ifade etmekte kullanılan hukuk vecizeleri olarak nitelendirmek mümkündür. 1
Mecelle, içtihada-ilkeye dayanan bir hukuk anlayışının kurallı hale getirilmesidir. Bu süreçte, kanunlaştırma yöntemlerinden mücerret (soyut) yöntem değil, müşahhas (hadiseci-kazuistiksomut) yöntem benimsenmiştir. Başka bir deyişle, tipleştirme yaparak düzenleme yapmak yerine, her bir ilişki/husus için ayrı kural koyma yolu tercih edilmiştir. Mecelle, bu yönüyle çoğu hukukçu tarafından eleştirilmektedir. Oysa, hazırlandığı dönemin şartları ve bugünkü kanunların kapsamları dikkate alındığında Mecelle’nin somut yönteme göre hazırlanmış olduğunu iddia etmek pek de mümkün değildir. O günün kanun yapma tekniği bakımından kanun metninde hükmün ne anlama geldiğinin açıklanması amacıyla örneklere yer verilmiş olması, bugünün kanun yapma tekniği ile önemli bir farklılık oluşturmaktadır. 1924 Anayasası döneminde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne tanınmış olan tefsir kararı (yasama yorumu) yetkisinin/ayrıcalığının Mecelle’de kanun metninde kullanılmış olduğunu söylemek mümkündür.
Mecelle, Türk hukukçuları tarafından çoğu zaman ifrat-tefrit oluşturacak şekilde nitelendirmelere/değerlendirmelere konu edilmiştir. Bir kısım hukukçu, Mecelle’yi değersiz, işe yaramaz, ortaçağ kalıntısı bir anlayışın ürünü, ihtiyaçlara cevap vermekten uzak bir kanun-metin; bir kısım hukukçu ise, bir şaheser, mükemmel bir kanun, kusursuz ve her derde deva bir metin olarak nitelendirebilmektedir. Oysa Mecelle, her şeyden önce bir insan eseridir; özellikleri, güzellikleri, mükemmellikleri olduğu kadar eksiklikleri de olan bir kanundur.
Bu nedenle, sempati ya da antipati ile yaklaşmak yerine, gününün şartları ve ihtiyaçları; kanun yapma teknikleri ve aynı dönemde başka ülkelerde yapılan kanunlar dikkate alınarak bir değerlendirmeye tâbi tutmak gerekir. Bu bağlamda Mecelle’nin iyi hazırlanmış bir kanun olduğu sonucuna varılması mümkündür. Mecelle’de, yer yer arı/duru bir Türkçe; yer yer ağdalı bir Türkçe kullanılmıştır. Komisyonlarda bulunan üyelerin; her Kitabın hazırlandığı dönemin etkisiyle metnin tamamında tam bir dil bütünlüğünden söz etmek mümkün değildir. Ayrıca, her bir Kitabın tamamlandıkça yürürlüğe konulmasının da bunda etkisi vardır. Kaldı ki, dil bütünlüğü olmaması hususu, sadece ve yalnızca Mecelle hakkında da geçerli değildir. Nitekim, günümüzde hazırlanan kanunlar için de aynı tespit ve eleştiri yapılabilmektedir.
Mecelle, hazırlanıp yürürlüğe konulduğu dönemin ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte bir kanundur. Şüphesiz, Hukuk-u Aile Kararnamesini Mecelle’nin bir tamamlayıcısı olarak kabul etmek gerekir.
Mecelle, hukuk anlayışı, kavrayışı, dili, kavram ve kurum hâkimiyeti bakımından olabildiğince kapsayıcı, kavrayıcı ve olabildiğince eksiksiz sayılabilir.
Mecelle, Cumhuriyet Dönemi kanunlaştırma çalışmalarının da temelini oluşturmaktadır. Ancak, Batı’ya yöneliş nedeniyle Türk Kanun-u Medenisi ile Borçlar Kanunu’nun İsviçre’den iktibas edilmesi, Avrupa Hukukunun, bu bağlamda İsviçre Medenî Kanunu’nun menşeinin de Roma Hukuku olmasından hareket- 61 güncel hukuk le Cumhuriyet Dönemi Türk Özel Hukuk sisteminin temelini Roma Hukukunun oluşturduğu düşüncesi egemen olmuştur. Bunun doğal sonucu olarak, Cumhuriyet Dönemi Türk Hukukunda, Mecelle, neredeyse sadece Türk Hukuk Tarihi malzemesi olarak nitelenir hale gelmiştir. Oysa, bu algı ve anlayışın tutarlı, mantıklı ve gerçek bir temeli/gerekçesi bulunmamaktadır.
Mecelle, Cumhuriyet Dönemi Türk Özel Hukukunun önemli kanunlarının temelini oluşturmaktadır. Bunu fark edebilmek, anlayabilmek için Mecelle’yi okuyup anlamak yeterlidir. Medenî Kanun’da, Borçlar Kanunu’nda, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda, Ticaret Kanunu’nda yer alan çok sayıda hükmün Mecelle hükümleri ile aynı ve/ya da benzer olduğu muhakkaktır. Ancak, Mecelle’nin tamamen yeni kanunlarda yer bulduğu söylenemez. Böyle bir tekrarın gereği de yoktur. Kaldı ki, Cumhuriyet Döneminde ve günümüzde aynı alanda yürürlüğe konulan kanunlar için de aynı durum söz konusudur. Örneğin, Türk Medenî Kanunu Türk Kanun-u Medenisi’nin; Türk Ticaret Kanunu Türk Ticaret Kanunu’nun; Türk Borçlar Kanunu Borçlar Kanunu’nun, Türk Ceza Kanunu Türk Ceza Kanunu’nun; Ceza Muhakemesi Kanunu Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun; Hukuk Muhakemeleri Kanunu Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun tekrarı değildir. Öyle olsaydı, yeni kanun yapmaya gerek olmazdı.
Cumhuriyet Dönemi Türk Özel Hukukunun temelleri arasında Roma Hukukunun önemli bir yere sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak, unutulmamalıdır ki, hukuk algısı, anlayışı, kavrayışı ve arayışı evrenseldir. Hukuk, insanlığın ortak malıdır; onu her insan-toplum kullanmalıdır. Bu bağlamda, önceki asırlarda oluşan hukuk kültüründen, birikiminden yararlanarak yeni yeni kurumlar oluşturulmakta, ilkeler benimsenmektedir. Roma Hukuku kadim Ortadoğu ve Doğu hukuklarından etkilenmiştir. Mecelle de İslâm Hukukunu esas almakla birlikte Roma Hukukundan ve çağdaşı diğer hukuk sistemlerinden etkilenmiştir. Nasıl ki, günümüzde yapılan kanunlaştırmalarda yabancı ülke kanunlarından ve uygulamalarından yararlanılarak daha uygun ve düzgün olan, ihtiyaçlara cevap veren kanunlar yapılmaya çalışılmakta ise, tarihin her döneminde bilinen ve ulaşılabilen bilgi birikimi ve tecrübeden yararlanılmıştır.
Mecelle ile günümüz hukukçusunun iletişim kurması gerekir. Çünkü, Cumhuriyet Dönemi’nde yapılan Harf Devrimi ile Mecelle’nin metnini okuyamayan ve anlayamayan bir nesil ortaya çıkmıştır. Mecelle ile, ya Mecelle’nin yazı ve anlam dilini öğrenmek ya da onu anladığımız/bildiğimiz dile çevirmek suretiyle iletişim kurulabilir.
Hukuk fakültelerinde Osmanlı Türkçesi öğretilmediği; Hukuk Tarihi anabilim dalında görev yapan sınırlı sayıda akademisyen dışında kalan hukukçuların da Osmanlı Türkçesini bilmedikleri dikkate alınarak Mecelle’nin günümüz Türkçesine kazandırılması gerekmektedir. Mecelle’nin yazı dilinin günümüz yazı diline çevrilmesi, yani bugün kullanmakta olduğumuz Lâtin harfleri ile Mecelle’nin sunumu yönünde bazı çalışmalar yapılmıştır.2 Anlam dilinde bir çeviri yapılmadığı için bu çeviriler Mecelle’nin anlaşılmasına katkıda bulunmakta yetersiz kalmıştır. Bu boşluğun doldurulması, Mecelle’nin bugün kullanılan dilde anlam olarak da ifade edilmesi için sayın Av. Cengiz İlhan bir gayretin içine girmiştir. Önce, Mecelle’nin Genel İlkelerini anlam bakımından günümüz Türkçesine çevirmiş; maddeleri şerh ederek mütevazı, fakat kalıcı bir eser oluşturmuş ve bunu yayınlamıştır.
Ve, Mecelle, günümüz Türkçesindeki anlamı ile bir kitap olarak basıldı.3
Mecelle, nihayet Türk Hukukçusunun anlayacağı bir dille okuyucusu/ ilgilisi ile buluşmuştur. Şu ana kadar, anlaşılmaz, ulaşılmaz, bilinmez gibi duran, ancak anlayanı, ulaşanı, bileni hayretler içinde bırakan Mecelle, Türkçe bilen herkesin anlayacağı bir dille yayınlanmış bulunmaktadır. Mecelle’nin Osmanlıca metni, Osmanlıca Şerhi, Osmanlıca metnin Latince harflere çevrilmiş metni, Osmanlıca Şerhlerinden bazılarının Latince harflerle yayınlanmış olanları; Mecellenin geneli ve/ya da belli bir kısmına ilişkin olarak yapılmış bulunan akademik çalışmalar veya yayınlar bulunmaktadır. Ancak, bugünkü Türkçeye bütün hukukçuların herhangi bir araca veya aracıya ihtiyaç duymadan anlayacağı dilde bir Mecelle metni bugüne kadar mevcut değildi (ya da benim bildiğim bir metin yoktu). Artık, Türkçe bilen hukukçuların Mecelle’ye ulaşmalarının önündeki dil engeli ortadan kalkmıştır.
Merhum Avukat Cengiz İlhan, yaşlı ve hasta olmasına rağmen, hiçbir akademisyenin cesaret edemediği bir gayretle Mecelleyi bütün halinde günümüz Türkçesine çevirmiştir. Özellikle Türk Özel Hukukunun kaynağını başka yerlerde aramanın ne derece doğru olduğunu artık tartışılmalıdır.
Türk Hukukunun ölümsüz bir Kanunu’nu günümüz hukukçusunun ilgisine, bilgisine, anlayış ve kavrayışına sunarak ölümsüz bir hizmet yapmış olan sayın Av. Cengiz İlhan’ı şahsım ve tüm hukuka gönül vermiş olanlar adına can ü gönülden tebrik ediyorum. Bu yayın vesilesi ile eksiklerini tamamlayan, metnin tashihini yapan, yayınına aracı olan ve yayına hazırlayan birisi olarak, Cengiz İlhan’a Allah’ın rahmet eylemesini; Türk hukukçusu/okuyucusunun Mecelle’ye ilgi göstermesini diliyorum. Metin çeviride eksik ve hataların tespit edilmesi halinde bunların tarafıma iletilmesini istirham ediyorum. Sonraki baskılarda bu tür eleştiri ve katkıların dikkate alınacağını belirtmek isterim.
Mecelle, her şeyden önce bir insan eseridir; özellikleri, güzellikleri, mükemmellikleri olduğu kadar eksiklikleri de olan bir kanundur. Bu nedenle, sempati ya da antipati ile yaklaşmak yerine, gününün şartları ve ihtiyaçları; kanun yapma teknikleri ve aynı dönemde başka ülkelerde yapılan kanunlar dikkate alınarak bir değerlendirmeye tâbi tutmak gerekir.
❋ Bu yazı, Cengiz llhan, Mecelle (Mecelle-i Ahkâmı Adliyye), (Yetkin Yayınları), Ankara 2011, s. 5-9’da yer alan şahsıma ait bulunan Sunuş yazısından uyarlanmıştır.
1- Mecelle’nin ilk yüz maddesinin anlamı için bkz. A. Refik Gür, Hukuk Tarihi ve Tefekkürü Bakımından Mecelle, Üçüncü Baskı, (Sebil Yayınları), İstanbul 1993; Cengiz İlhan, Mecelle Hukukun Doksan Dokuz İlkesi, 2. Baskı, (Tarih Vakfı Yayınları), İstanbul 2006.
2- Metni Kontrol Eden ve Lûgatçeyi Hazırlayan Ali Himmet Berki, Mecelle (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye), (Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü), Ankara 1959; Osman Öztürk, Osmanlı Hukuk Tarihinde MECELLE, (İslâmî İlimler Araştırma Vakfı Neşriyatı), İstanbul 1973.
3- Cengiz İlhan, Mecelle (Mecelle-Ahkâmı Adliyye), (Yetkin Yayınları), Ankara 2011.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...