22 Aralık 2012

ŞANSSIZ BİR ADAM




ŞANSSIZ BİR ADAM
Şanssızlık beni her yerde izliyor, eminim ki,
doğduğum gün gökyüzünde birkaç kötü yıldız,
gezegen ya da herhangi bir gök cismi vardı.

Bir süre önce çalışmak için Fransa'da bulunmuş ve dönmüş olan bir
teknisyenle tanıştığımı anımsıyorum; o da şanssız olduğunu söylerdi.

Bu teknisyen birkaç delikanlıyla el ele vemişti: Geceleri arabayla
dolaşıyorlar dükkanların kepenklerine zincir bağlayarak arabayı çalıştırıyorlar,
böylece kepenk fırlayarak sarılıyor, onlar da içeri girip eşyaları çalıyorlardı.

Her neyse, bu teknisyenin göğsünde bir giyotin dövmesi vardı. Üzerinde ise fransızca
sözcüklerle; İtalyanca'da "hiç şansım yok" anlamına gelen şu yazı yazılıydı:
"Pas de chance" göğsünün kaslarını hareket ettirdiği zaman giyotinin
bıçağı gibi görünüyor, teknisyen de sonunun böyle biteceğini söylüyordu.
Gerçekten de, giyotine gitmedi ama beş yıllık hapis cezasına çarptırılmayı başardı.

Şimdi aynı yazıyı benim de göğsüme yazdırtmam gerekiyor. Çünkü herkes
benim yaptığımı yapar ama onların işleri iyi giderken benimki ters gider.
Demek ki; şanssızım ve birisi kesinlikle kötülüğümü istiyor,
ya da dünyanın benimle alıp veremediği var.

Başkalarından daha dürüstçe olmasa da her zaman işlerimi dürüst olarak yürütmeye
çalıştım. Çünkü, bilindiği gibi hepimiz kusurluyuz yalnızca Tanrı kusursuzdur.

Evlendikten hemen sonra karımım parasıyla bir dükkan açarak ayakkabı
tamirciliğine başladım ve bir memur mahallesi seçmekle iyi yaptım. Memur olarak
çalıştıkları ve işyerinde iyi görünmek zorunda oldukları için, halktan kişiler olan
bizim gibi yırtık ayakkabıyla gezemezler. Dükkanım, mahallenin tam ortasında,
içinde en az binlerce memurun oturduğu köhne evlerin arasındaydı.

Aynı caddede, benim tam karşımda başka bir ayakkabı tamircisi vardı.
Yetmiş yaşlarında ve nereydeyse önünü göremeyen yarı kör bir ihtiyardı.
Dükkanı açtığım gün benimle kavga etmeye geldi. Baykuş öyle kötü bir
adamdı ki, karım bana nazardan korunmam için dikkatli olmamı söyledi.
Bense ona kulak asmamakla iyi etmedim.

Başlangıçta herşey iyi gitti. Başarılıydım, gençtim, cana yakındım,
çalışırken şarkı söylüyor, patronlarının ayakkabılarını getiren hizmetçilere
her zaman söyliyecek güzel sözler buluyor ve onlarla şakalaşıyordum. Dükkanım
artık mahallenin salonu haline gelmişti ve kısa zamanda o kötü ihtiyarın
tüm müşterilerini elinden almıştım. Öfkeleniyordu ama yapacak birşey yoktu
çünkü ben aramızdaki rekabeti kızıştırmak için daha düşük fiyata çalışıyordum.

Doğal olarak bir de planım vardı; tüm müşterilerimi avucumum içinde hisseder
hissetmez onu uyguladım. Bir ayakkabıya kösele taban, diğerine ise kösele taklidi
olan işlenmemiş bir taban koyarak sırayla yapmaya başladım. Yani birine koyuyor
diğerine koymuyordum. Daha sonra bu işin farkedilmediğini görerek cesaretlendim ve
tümüne koymaya başladım. Gerçekte bu tam anlamıyla karton değildi ama savaş
boyunca üretilmiş olan sentetik bir üründü ve yemin ederim ki, köseleden daha da iyiydi.

Böylece hep neşeli, hep nazik ve keyifli, hevesle çalışarak yeterince kazanmaya
başladım. Herkes beni seviyordu. Bilindiği gibi ihtiyar ayakkabı tamircisi dışında.

O sıralarda ilk oğlum dünyaya geldi. Aynı günlerde nasıl oldu bilmiyorum, belki de
yağmurdan, ne yazık ki pençe yaptığım ayakabılardan biri açıldı. Müşteri itiraz etmek için
dükkana geldi. Raslantı eseri tam o günlerde onardığım ayakkabılar açılmaya başladı.

Bu gibi şeylerin nasıl yayıldığı bilinir. Tüm mahallede herkes olayı biribirine anlattı ve
o günden sonra hiç kimse bana gelmedi. Müşterilerin tümü ihtiyara döndü. O, dükkanın
camları ardında kendi kendine gülüyor ve kınnapı batırıp çekmekten başka iş yapmıyordu.
Bense toptancının beni dolandırdığını, benim suçum olmadığını açıklayarak bas bas
bağrıyordum ama kimse bana inanmıyordu. Sonunda; devralacak birini buldum
ve birkaç kuruşla birlikte oradan çekip gittim.

Ayakkabıcılıkta ısrar etmenin boş olduğunu anlayınca meslek değiştirmeye karar
verdim. Delikanlılığımda bir sıhhi tesisatçının yanında çalışmıştım, onun için bir
lehimci dükkanı açmayı tasarladım.

Bu kez de herşeyi düşünerek yaptım, kentin merkezinde, su boruları çürük ve tüm
tesisatları yıpranmış olan, tümüyle eski evlerden oluşan bir mahalle seçtim.
Nemli, güneş görmeyen, tıpkı bir mağaraya benziyen bir sokakta, biri kömürcü diğeri
ütücü olan iki dükkan arasında yer buldum. Birkaç demir, birkaç kurşun boru, birkaç
lavabo ve musluk aldım ve üzerinde, şu yazıların bulunduğu bir levha yazdırdım:
"Sıhhi tesisat ve teknik işler bürosu, evlere sevis yapılır, isteğe göre önceden
fiyat bildirilir." İş, çabucak iyi gitmeye başladı.

O yıl şiddetli bir kış oldu ve kar bile yağdı. O, çürük ve eski
evlerin tümünde patlıyan borular, sayılamayacak kadar çoktu. Öte yandan iyi bir lehimci
her zaman kolay bulunmadığı için bir banyo ısıtıcısı ya da bir kahve değirmeni bozulunca
halk su tesisatçısına Tanrı'ya güvenir gibi güveniyordu. Suların akmadığı ya da banyolarının
su bastığı zaman zengilerin bile ne büyük umutsuzluğa kapıldığını bilemezsiniz. Telefon
ederler, yalvarırlar, sizi göklere çıkarırlar ve zamanı gelince de soluk almadan parayı öderler.

Su tesisatçısı çok gereklidir ve gerçekten de tümünün kibirinden geçilmez, onlarla iyi
geçinmeyenin vay haline! Söylediğim gibi işlerim hemen iyi gitmeye başladı. Dükkan
küçüktü, karanlıktı, vitrinine bir düzine musluktan başka bir şey koymuyordum
ama bir çok kişi beni çağırıyordu. Kısa zamanda bütün gün çalışmaya başladım.

Eğer, benimkinin tam karşısına bir başka tesisatçı dükkanı açmamış olsaydı,
bu kez işlerim kesinlikle pürüzsüz gidecekti. Bu sarışın, ufak tefek, sezsiz, büyük kafalı
bir gençti. Hemen hemen hiç boynu olmadığı için kafası göğsüne gömülmüştü.
İlk iş olarak müşterileri elimden almaya koyuldu. Bana zarar vermeye kararlı
göründüğü için; eğer, önlem almazsam başarılı olacağına inandım.

Bunu düşünürken, aklıma müşterileri elimde tutmama, hatta işimi arttırmama
yarıyacak iyi bir fikir geldi. Diyelim ki, bir banyo ısıtıcısını yerine yerleştiricektim.
İngiliz anahtarıyla civata somunlarını sıkıştırarak zaten eski ve yıpranmış olan
boruyu duvarın içinde kırılacak biçimde burkuyordum. Gece evi su basıyor, müşteri
beni çağrıyor, ben de duvarı yararak boruyu değiştiriyor ve iş yapmış oluyordum.

Böylece daha önce onarmış olduğum yerlerde yapmamaya dikkat ederek, bazı
bozukluklar yaratıyordum. Sonunda durumu düzelttim. O sıralarda ikinci
oğlum doğdu ve derin bir nefes aldım .

Bu kez gerçekten şanssızlığın etkisi dışındaydım. Fakat hiç bir zaman büyük
söylememek gerek çünkü, yaptığım bozukluklardan biri önüne
geçemeyeceğim kadar büyüdü. Bir banyo ısıtıcısı dışarı fırladı. Ateş, bir dolaba,
sonra da tüm daireye sıçradı. Şanssızlık eseri, teknik işlere meraklı olduğu anlaşılan
bir çocuk, beni izlemişti. Neler çektiğimi anlatamam.Ceza evine girmeme ramak
kaldı. Bu kez de dükkanı kapatarak mahalleden çekip, gitmek zorunda kaldım.

İnat bu ya, üçüncü kez dükkan açmak istedim. Artık paralar azalmıştı. İki çocuk
bir de yoldakiyle durumumuz pek ümit verici değildi. Kent dışında, mezbaha
taraflarında fakir halkın otuduğu mahalleye gittim ve ufak bir şilteci dükkanı açtım.

Bu kez fikir karımındı çünkü, kayınpederim de şilteciydi. Bir dikiş makinesi,
birkaç demir somya, birkaç portatif yatak, birkaç top şilte kumaşı ve yün ile at
kılı satın aldım. Zavallı karım, bebek beklemekle birlikte makinede dikiş dikiyor,
bense yünü tel tarakla taramak gibi daha ağır işler yapıyordum.

Mahalle çok fakirdi, çok seyrek olarak sipariş geliyordu. Yiyecek yemek bile
bulamıyorduk. Karıma söylediğim gibi bu kez şanssızlığımı başımızdan savmamız
çok güç olacaktı. Fakat ilkbahara doğru işler iyi gitmeye başladı.

Fakirler de temiz olmak isterler, fakir aileler de evi temiz tutmak için her türlü
özveride bulunurlar. İlkbaharda mahalledeki kadınların çoğu şiltelerini yeniletmek için
bana geldiler. Bu işlerin nasıl yürüdüğü bilinir. Bir ay önce kimse gelmiyordu, şimdi
ise elimi hangi işe atacağımı bilemiyordum.

İşimi yalnız başıma yürütemediğim için yanıma bir çırak aldım. Onyedi yaşında
haylaz bir çoçuktu. Aynı Etopya imparatoru Negus'u andıran esmer derisi ve
kıvırcık saçları olduğu için ona Negus diyorlardı. O, şilteleri götürmek ya da almak
için dolaşıyor, bense çalışmak için dükkanda kalıyordum.

Bu Negus, çamaşırcılık yapan annesinin baş belasıydı. Onu bir faturayı ödemesi
için gönderdiğim günlerden birinde geri dönmedi. Futbol maçına ve
sonra da başka yerlere giderek paraları yemişti. Ama sonunda; dükkana
gelerek, cüzdanını çaldırdığını söyleyecek kadar yüzsüzlük etti. Ona hırsız
olduğunu söyledim, o da bana kötü sözlerle karşılık verince bir tokat attım ve
dükkandan kovmak için zor kullanmak zorunda kaldım.

Bu olay yeni şanssızlığımım başlangıcı oldu. Bu serseri, bir süre önce beş şilteyi
onarırken, bunların birinde tahta kuruları bulduğumu ve onları yok etmek şöyle
dursun diğer dört şiltenin her birine bir çift tahta kurusu koyduğumu, bunu, gelecek
mevsim, şilteleri yeniden onarılmaya göndermelerini sağlamak için yaptığımı anlatarak
tüm mahalleyi gezdi. Doğruydu ama bir işi becermek için elden gelen yapılmalı.

Herkes öyle yapıyor ama benimkinin öğrenilmesi için şanssız olmam gerekiyormuş.
Kısacası, neredeyse bir ayaklanma oldu. Kadınlar dükkanda etrafımı çevirerek beni
dövmek istediler. Sonunda polis memuru bile geldi ve benden kuşkulandı. Bu kez son oldu.
Dikiş makinasını ve birkaç eşyayı sattım. Geceleyin hırsız gibi sessiz sedasız gittim.

Şimdi soruyorum: Benden daha şanssızı var mıdır? Dürüst ve huzurlu çalışmak
istiyordum. Dahası, birçok kişinin yaptığından çok değil ama işe biraz da ustalığımı
katıyordum. Kısacası iyi bir işçi olmak istiyordum oysa, işsizdim işte.
Hiç olmazsa biraz param olsaydı meyhane açardım. Madem ki,
şaraba su katıldığını herkes biliyor, belki bu işi kıvırırdım.

Artık param yok, çırak olmak zorunda kalacağım. Oysa, bilindiği gibi maaşlı
çalışan açlıktan ölür. Gerçekten çok şanssız, hatta nazara gelen biriyim.
Karım, cüzdanıma bir aziz resmi dikti, üzerimde ise sayısız nazarlık
taşıyorum. Sonra evin kapısına da tüm çivileriyle birlikte bir at nalı astım.
Ama yine de şanssızım, şanssız yaşadım, şanssız ölüceğim.

Kötülüğümü istiyen kişiyi öğrenmek için gittiğim falcı, elimi görür görmez ellerini
gökyüzüne kaldırdı ve bağırdı: "Oh! ne görüyorum, ne görüyorum". Beni bir korku
aldı ve ne gördüğünü sordum. Yanıtladı: "Oğlum siyah mı siyah bir yıdız...
Herkes senin kötülüğünü istiyor". "Eee öyleyse?" diye sordum.
"Öyleyse cesur ol ve Tanrı'ya inan" dedi. "Fakat
ben" diye itiraz ettim, "Ben her zaman görevimi yaptım".

O, "Oğlum çok kişi senin kötülüğünü istiyor...Böyle olunca görevini yapman
neye yarar? Yalnızca rahat bir vicdana sahip ol".
O zaman yanıtladım:
"Vicdanımın şimdiki gibi rahat olması bana yeter.
Gerisi beni ilgilendirmez".  

KALPTEN KALBE YOL GİDER




KALPTEN KALBE YOL GİDER

“Dikkat ediniz ki, insanın cesedinde bir et parçası vardır.
O et parçası sâlih oldukça bütün vücuddaki âzâlar sağlam olur.
Eğer o fâsid olursa bütün cesed bozulur.
O et parçası kalptir.”
(Hadîs-i Şerif)

Kalbine iyi bak sevgili sûfî… Mevlânâ’nın Uzak dediğin yer ancak bir karış diyerek adres verdiği kalbine… Aşk’ın Hüsn için nice basamaklardan geçip, nice engelleri aştığı kalp ülkesine… Sadef içinde inci gibi parlayan kalbine… Öyle iyi bak ve öyle iyi gör ki; himmetle inen ve hikmetle süslenen aşkın senden aşkın bir hâl alsın. Taşkınlarca sevgilinin diyârına ulaşsın. Korkma… Âşık ve mâşuk arasında öyle bir yol vardır ki, içinden geçen bütün cümleler hurûfî bir edayla tek tek ulaşır muhatabına. Kalpten kalbe yol vardır. Çünkü Fi’l kalbi mine’l kalbi ile’l kalbi sebîlâ…
Kalbine iyi bak sevgili sûfî… Kalp ki maddeden öte mânâ, dikenden öte gül-i rânâ… Sula sevgili sûfî, sula. Kan nehirleri arasında kalan kalp vadisini istek, aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret ve yoklukla sula. Sonrası bekâ… Sonrası sıla… Kalbin ki, bütün yolların kaynağı ve bütün yolların son durağı. Cânânı aramak için kalbinden çıktığın bu yolda varacağın yer yine kalbin aynası… Çünkü ey sevgili sûfî… Seven ve sevilen birbirinin aynısı. Mevlânâ boşuna söylemedi ya: Gönül, kemâlinden bir iz bulunca; can, canı içinde seni buldu. Mevlânâ mıydı bulan, yoksa Şems-i Tebrizî miydi arayan? Aranmakla bulunmuyorsa, ancak bulanlar arayanlarsa neydi bu ikiz ruhları karşılaştıran? İki bedeni tek ruha, iki kalbi tek aşka bağlayan zincirin adı neydi? Dil, muhabbet dese de bütün dillerden yüce, bütün dillerden öte bir şeydi. Lisân-ı hâl bile bu muhabbetin sırrını çözmeye yeterli değildi. Aynı anda fikretmek, aynı anda hissetmek ve aynı anda zikretmek… Kalpten kalbe giden yolu sözden öze dökülen bir sohbetle, gözden gönüle akan bir ateşle beslemek… Doyumsuz bir ateşle beslenmek… Ve Aşkî’nin kaleminden:
İftirâk-ı sohbet-i cânâna doymaz gönlümüz
İhtirâk-ı âteş-i hicrâna doymaz gönlümüz
Kalp kalbin diğer yarısı ve bundandır ki kalp kalbe karşı… Çünkü üç harfe ve beş noktaya gizlenen bir lugat var arada. Çünkü Fi’l kalbi mine’l kalbi ile’l kalbi sebîlâ…
Kalbine iyi bak sevgili sûfî… Çağlar öncesinden devraldığın ve çağlar ötesine sakladığın, her yanını aşkla donattığın kalbine… O kalp ki mücellâ, o kalp ki müstesnâ… Sen değil miydin, Bende Mecnûn’dan füzûn âşıklık istidâdı var, diyen? Âşık-ı sâdık isen, kalbine iyi bak sevgili sûfî… Hikmeti gör. Gör… Aşk odu evvel düşer ma’şûka andan âşıka diyor Fuzûlî. Bil ki, pervanenin kül olması için ilkin mumun alev alması gerekli. Yanan kim, Mevlânâ mı Şems mi? Aşk dâvâsında sen, ben ne fark eder ki? Âşık gelmiş, mâşuk gitmiş ne fark eder ki? Üzerine bastığın toprak aynı ise, geçtiğin yollar aynı ise yan yana durmak şart mıdır vuslat ânında? Kavuşmak, bedenen değil kalben bir olmaktır aslında. Çünkü Fi’l kalbi mine’l kalbi ile’l kalbi sebîlâ…
Kalbine iyi bak sevgili sûfî… Gülden bülbüle uzanan bir dal varsa, mâşuktan âşığa uzanan bir kol varsa kalpten de kalbe giden bir yol vardır. Bu yolda lisân-ı hâlle örülmüş bir muhabbet vardır. Kalbine iyi bak ey sevgili sûfî!.. Kalbini noktalara sakla. Bil ki, bu yolda hükümdar… Hükümdar bile (Muradî) ancak ve ancak bir nokta kadardır:
Elbette bu hâlimden o yârin haberi var
Fi’l kalbi mine’l kalbi ile’l kalbi sebîlâ
Senem Gezeroğlu

YAPRAKLARIM DÖKÜLÜYOR


YAPRAKLARIM DÖKÜLÜYOR 
önüme; siyah ve beyaz… 
Beyazı siyaha galip gelmek üzere olan ömür tellerim saçılıyor eteklerime… 
Tutamıyorum ve tutunamıyorum rüzgârların önünde savrulmaktan…
 Azalan ve ağaran saçlarım değil; ömrün imbikleri çözülüyor…
Aşinası olduğum hıyabanda yürürken yaprakların sarı şarkısı kulaklarımı dolduruyor. 
Hüzünden kırılıyor, kıvrılarak uçuşan sarı sundukçalar… 
Durakta dururken ayağıma takılan bir yaprak direniyor; ne ki uçmaktan kendini kurtaramıyor yine de…
Bakakalıyorum ardından, geleni beklerken… 
Hep bekliyorum zaten; yürürken de otururken de… 
Kıskanç bir sevgili gibi geçti geçen bahar, sonunu tutabildik sarı baharın… 
Yağmur gözlerden hüzün yağıyor akşamlarıma… Kışa kaç kaldı?
Kırk yaprak uçtu başımdan… Yarısına yakını ak, kalanı kara kaldı… 
Kar yağacak biraz sonra, eteklerinde biriktirdiğim güneş rengi yapraklar beyazlara bürünecek…
Kıştan kaçılır mı? Korkunun kışa faydası var mı? 
Kim kurtulmuş ki kıştan? Uyuma mı, ayılma mevsimi mi kış? 
Kışların kışkırttığı düşünceler nerelere uçurtuyor?
Dışım sarı, içim sarı sorularla uçuşuyor. 
Her bahar soru yapraklarını okutmak için geliyor. 
Cevap meyvelerini yiyen çam yeşili zeytin dalıyla karşılar kışları… 
Bal hakikatleri tadan üşümez kışta-kıyamette… 
Kavurucu rüzgârlar koparamaz çınar köklü kalpleri…
Ne gam dışarıda kış varmış, içimin çiçekleri bahar yağmurlarıyla besleniyorsa…
 Sarı sundukçalar sıra sıra önümden giderken gidiş adreslerini okuyabiliyorsam; ne keder…
Baharda dirilen, kış kederinde ölmez. 
Yaprakların yazdığını okuyan, kışta kardelenleri koklar… 
Gönlünü sarı yapraklarla saran, soğukta solmaz.
Yazı yiyerek yitiren, sarı baharın solgun yaprakları gibi kışa üşüyerek girer… 
Kaçamadığı kışa sürüklenerek gitmek ne acı… 
Aç yürekle kış kıtlığı katlanılır mı?
“An” yaprağını malaniyat kurtları kemiriyorsa ömür ağacı meyvesiz girecektir kışa… 
Kalın kütüklerin külleri savrulacak kışın ayazında… 
Ne bir nefes sevgi, ne bir dost yüz görebilecek karanlıkta…
Ah, sarı sandıkların sakladığı sırlar, sarartınız benzimi… 
Yaprak yaprak dökülen yıllarda yoruluyor yüreğim… 
Çam yeşili çınar kuytularda örtünmek istiyorum… 
Kaçamadığım kışa kaç kaldı bilmem ama kıymet bilemedim geçen yazların, baharların…
Soru sordum sarı yaprağa, dayanamadı uçtu gitti, beni izle der gibi… 
Titrek dizle yürüyorum ardından yalnız be yalnız…
 Hüzünle bakıyorum geriye, umutla bakmak istiyorum ileriye… 
Beyaz ümitler belirsin başımda, karamsarlıklar dökülsün kalmasın kışlara…
Bu yaprak dolduğu gibi, ömür yaprağı da dolacak, siyah veya beyaz…
 Beyazlar galipse yaprak hakikatler iyi okunmuş demektir, 
yoksa yırtık yıllar üşütecek bizi.
Gerçeğin gerçeği açıldığında yapraklarımız serilecek önümüze… 
Uçtuğunu sandığımız yılların bir yaprakta toplandığını görecek gözlerimiz…
Bir yaprak uçtu önümden; soluk soluğa sürükledi sarı sokağa doğru… 
Sarı sorular sordum, yeşil cevaplar verdi yeşil yolda yürümem için… 
Yürüyorum servilerin dökülmeyen yapraklı yollarında… 
Yalnız ve de yalnız bir yaprak misali…
Hüseyin EREN 
Hazırlayan Ali....


MÜMİNLER BİRARADA OLMALIDIR






BİSMİLLAHİRRAHMANIRRAHİM 

MÜMİNLER BİRARADA OLMALIDIR  

Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar. (Al-i İmran Suresi, 103) 
İnsanlar, dostlarını ve arkadaşlarını kendi karakterlerine benzer, hayat anlayışlarına uygun, ortak noktalarının çok olduğu ve anlaşabileceği insanlardan seçerler. Bunun doğal bir sonucu olarak, belli anlayışları paylaşan insanların birbirleriyle kaynaştıklarını görürüz. Namuslu, dürüst insanlar, yine kendileri gibi namuslu, dürüst insanlarla arkadaşlık eder; kötülerle dostluk kurmazlar. Ahlaksız, suça eğilimli kişiler de, namuslularla değil, kendileri gibilerle ilişki içindedirler. 

Müminler ise, Allah’ın isteği üzerine, yaratılışlarına da uygun olarak birbirleriyle hep beraber olmalıdır. 
Nitekim bu, Allah'ın Kuran'da emrettiği bir ibadettir. Allah müminlere, yine müminlerle birlikte olmalarını ve gaflet içindeki insanlara uymamalarını şöyle emretmektedir:   
Sen de sabah akşam O'nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının (aldatıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini Bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi 'istek ve tutkularına (hevasına)' uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme. (Kehf Suresi, 28) 
Müminler dünya üzerinde sadece Allah'ın rızasını gözeten tek insan grubudur. Allah'ın hoşnut olacağı güzel ahlakı yalnız onlar yaşarlar. Bu ahlak da tek başına yaşanamaz; bunun günlük hayata geçirilip uygulandığı bir ortam ve insanlar gerekir. Allah, hoşnut olacağı tavır olarak bizden adaletli olmayı, şefkatli ve merhametli davranmayı, fedakarlıkta bulunmayı, iyiliği tavsiye etmemizi ve bunlar gibi onlarca güzel ahlak özelliğini göstermemizi ister. Bunlar ise, beraber olup uygulanacak insanlar olmazsa, yaşanamaz. Bir başka deyişle, şefkatli ve fedakar bir insan olabilmek için, insanın etrafında bunu uygulayacağı birilerinin olması gerekir, hem de bu güzel tavırlardan anlayacak ve buna layık olan birileri. Bunlar ancak müminler olabilir.   
Hiçbir samimi mümin, kendisi gibi olmayan, yani Allah'ın ölçüleriyle hareket etmeyen, Kuran ahlakını benimsememiş, dolayısıyla etrafındakilerin de kendisi gibi gafil olmasını isteyen, hatta bunun için çaba harcayan kimselerle dost olmak istemez, hayatını onlarla birlikte geçirmez. Üstelik inançlarına saygı duymayan, müminleri sadece Allah'a inanmaları ve din ahlakını yaşamalarından dolayı kınayan, toplumdan koparmak isteyen ve düşmanca davrananlara karşı sevgi hisleri de beslemez:   
Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size geleni inkâr etmişler, Rabbiniz olan Allah'a inanmanızdan dolayı elçiyi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cehd etmek ve Benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hâlâ sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp-sapmışolur. Eğer sizi ele geçirecek olurlarsa, size düşman kesilirler, ellerini ve dillerini kötülükle size uzatırlar. Onlar sizin inkâr etmenizi içten arzu etmişlerdir. (Mümtehine Suresi, 1-2) 
Allah böyle insanlara sevgi beslenemeyeceğini, onlarla dost olunmaması gerektiğini ve doğru olanlarla, yani müminlerle birlikte olunmasını bildirmektedir:  
Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve doğru (sadık)larla birlikte olun. (Tevbe Suresi, 119) 
Elbette mümin, inkarcılar dahil herkese dostça ve ılımlı bir üslupla yaklaşacak, her insana adil bir biçimde davranacaktır. Ancak inkar eden insanlara sıcak ve adil davranmakla onları gerçek anlamda dost edinmek çok farklıdır. Mümin, ancak kendisi gibi mümin olanları gerçek anlamda dost edinir. Bu, Allah'ın bir hükmüdür:   
Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O'nun elçisi, rüku' ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü'minlerdir. (Maide Suresi, 55)kaynak.Harun Yahya 

AMAÇ; ALLAH'IN HOŞNUTLUĞU





BİSMİLLAHİRRAHMANIRRAHİM 

AMAÇ; ALLAH'IN HOŞNUTLUĞU  

De ki: "Ben, dini yalnızca O'na halis kılarak Allah'a ibadet etmekle emrolundum. (Zümer Suresi, 11) 
İnsanın, Yaratıcımız olan Allah'ın sonsuz kudretinin farkına vardıktan sonra O'nu unutarak bir yaşam sürmesi, kendisini kandırmasından başka birşey olmaz.
Allah'ın insandan istediği, O'nun rızasını hedeflemesi ve O'nun için yaşamasıdır. İnsanı yaratan, ona rızkını ve herşeyi veren, ona sonsuz olan ahireti verecek olan Allah'tır. Bu düşünüldüğünde, insanın başkalarının hoşnutluğunu kazanmak veya nefsini tatmin etmek amacıyla yaşaması büyük bir nankörlüktür. Bu nankörlüğün cezası ise ebedi cehennemdir.   
İşte insan bu gerçekle karşı karşıyadır. Ya hayatını Allah'ın rızası üzerine kuracak ve böylece O'nun rızasını ve cennetini kazanacak ya da cehenneme giden bir yolu seçecektir. Üçüncü bir seçim hakkı yoktur. Bir ayette bu gerçek çok açık şekilde şöyle ifade edilir:   
Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 109) 
Kuran'da emredilen güzel ahlak da tamamen Allah rızası üzerine kuruludur. Örneğin, Allah'ın beğendiği bir tavır olan fedakarlık, şayet karşılığında bir beklenti veya bir gösteriş gayesi yoksa, sadece Allah'ın rızası için yapılıyorsa kıymetlidir. Kuran'da müminlerin güzel ahlakının sadece Allah rızası için olduğu şöyle anlatılır:   
Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. "Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. (İnsan Suresi, 8-9) 
Bir insan için olabilecek en büyük mutluluk ve şeref, Allah'ın kendisinden razı olmasıdır. Allah verdiği tüm nimetlerle kullarını Kendisinden razı eder. Bir ayette Allah'ın rızasını kazanmış ve Allah'tan razı olmuş müminlerin mükafaatı şöyle anlatılır:   
Rableri Katında onların ödülleri, içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah, onlardan razı olmuştur, kendileri de O'ndan razı (hoşnut, memnun) kalmışlardır. İşte bu, Rabbinden 'içi titreyerek korku duyan kimse' içindir. (Beyyine Suresi, 8) 
Allah rızası, sadece belirli ibadetler veya belirli zamanlar için değil, hayatın tümü için geçerlidir. Aşağıdaki ayette, bir müminin tüm hayatının tek bir amaca yönelik olması gerektiği şöyle bildirilir:   
De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (Enam Suresi, 162)
kaynak.Harun Yahya 

DİN YARATILIŞA UYGUNDUR






BİSMİLLAHİRRAHMANIRRAHİM 

DİN YARATILIŞA UYGUNDUR  

Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. (Rum Suresi, 30) Allah, yarattığı insanın yapısını elbette ki en iyi bilendir. Dolayısıyla, insanların neye ihtiyaçları olduğunu ve bunları nasıl sağlayacağını en iyi O bilir. İnsanın fiziksel yapısını korumasından psikolojik olarak nasıl sağlıklı olacağına ve sosyal hayatın en mutlu ve huzurlu şekline kadar en güzel sistemi Allah belirler.

Örneğin insan yaratılışı gereği merhametten, sevgiden, şefkatten ve güzel ahlakın her şeklinden hoşlanır. Kendisine hep bu şekilde davranılmasını bekler. Zulümden, ahlaksızlıktan ve kötülüğün her türlüsünden nefret eder ve kaçınır.
Böyle hissetmesi, Allah'ın dilemesiyledir. Allah, insanın fıtratını, vicdanını bu şekilde yarattığı için insan, güzellikten hoşlanıp kötülükten kaçınır. 
Allah'ın Kuran'da emrettiği temel ahlak özellikleri; merhametli, şefkatli, adaletli, güvenilir, dürüst, mütevazi bir insan olmak ve zulümden, haksızlıktan, kötülükten sakınmaktır. Diğer bir deyişle, Allah'ın gönderdiği İslam dininin insandan istedikleriyle, insanların doğal olarak yaşamak istedikleri, anahtar ve onun açtığı kilit gibi, birbirine tam bir uyum halindedir. Allah bu gerçeği Kuran'da şöyle haber vermektedir:   
Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler. (Rum Suresi, 30) 
İnsanlar, Allah'ın indirdiği ayetleri uygulamadıkları sürece kendilerine zulmetmiş olurlar. Çünkü yaratılışlarına uygun olan davranışı, ahlakı göstermeyerek kendi yapılarına ters düşen bir tutum sergilerler; bu da hem vicdanen rahatsız olmaları, hem de başka insanları rahatsız etmeleriyle sonuçlanır ve ayette bildirildiği gibi kendi kendilerine zulmetmişolurlar:   
Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar. (Yunus Suresi, 44) 
Unutulmamalıdır ki, İslam ahlakı ancak samimi olarak içten gelen bir istekle, gönülden yaşanabilir ve Allah böyle bir imanı makbul göreceğini bildirir. Zorla yaşatılan din ahlakı Allah Katında geçerli olmadığı gibi, Kuran'da münafık olarak isimlendirilen ikiyüzlü insanların çoğalmasına neden olur. Bu da, topluma zararlı olacak bir yapının oluşması demektir. Allah, din adına insanların zorlanmamasını emretmiştir:   
Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulba yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir. (Bakara Suresi, 256)
Dolayısıyla İslam dini hiçbir alanda insanların üzerinde bir baskı oluşturmadığı gibi, insanlara gerçek fikir ve vicdan özgürlüğünü kazandırır. Kuran ahlakının gereği olan güzel ahlakı yaşayan insan, hiçbir şekilde kısıtlanmaz. Aklen ve kalben inançları doğrultusunda yaşadığı için her zaman huzurlu, rahat ve mutlu olur.   
Din ahlakını yaşamayan insanlar ise, müminlerin özgürlüğüne sahip olamazlar. Çünkü, topluma yerleşmiş birçok gereksiz kural ve gelenek vardır. Dinin değerleriyle yaşamayan toplumlar, kendi kendilerine çok sayıda değer ve ölçü koyar, tabular oluşturur ve Allah'ın verdiği özgürlükleri kendi elleriyle kısıtlarlar. İşte din ahlakından uzak olan insanlar, hem toplumun cahil kuralları, hem etraftaki insanların yaptırımları, hem de kendi kendilerine koydukları gereksiz prensipler nedeniyle manevi hürriyetten yoksun kalırlar.   
İnsanı etrafındaki toplumdan daha da büyük bir baskı altına alan güç ise, nefsindeki bencil tutkulardır. Bu bencil tutkular insana sürekli huzursuzluk verir. Daimi bir güvensizlik ve gelecek korkusu aşılar. İnsan, nefsindeki bu negatif güç nedeniyle sonu gelmeyen bir tutku ve hırs içinde boğuşur. Nefsi, ona sürekli daha fazla mal biriktirmesini, daha fazla para kazanmasını, kendini insanlara beğendirmek için daha fazla çabalamasını emreder. Oysa bu tutkuların tatmin edilmesi mümkün değildir. Zengin olmak büyük bir tutkudur, ancak bu tatmin edildiğinde yeni tutkular gelecektir. Kısacası dünyaya yönelik yaşanan tüm hırslar, kısır bir döngü içindedir.   
İşte insan bu cahiliye sisteminden ancak Allah'a iman edip hayatını O'na teslim etmekle kurtulur. Allah bu konuda Kuran'da şöyle buyurmaktadır:   
"... kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır". (Haşr Suresi, 9) 
İnsan bu tutkuların esiri olmaktan kurtulduğunda özgürleşir. Artık onun yaşamının amacı, söz konusu sonu gelmez tutkuları tatmin etmek değildir. Yaşamının amacı, yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktır ki, insan zaten bunun için yaratılmıştır.   
Gerçek özgürlük işte budur; Allah'a kul olmak ve böylece Allah'ın dışındaki herşeyden özgürleşmek. Bu nedenledir ki İmran'ın karısı, Kuran'da bildirilen şu duayı etmiştir:   
"... Rabbim, karnımda olanı, 'her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak' Sana adadım, benden kabul et. Şüphesiz işiten bilen Sensin Sen." (Al-i İmran Suresi, 35) 
Aynı nedenle, Hz. İbrahim babasına şöyle demiştir:   
"... Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun?" (Meryem Suresi, 42)
Allah'ın insanlara elçi olarak gönderdiği resuller, tarih boyunca insanları nefislerindeki tutkulara ya da başka insanlara kul olmaktan kurtulmaya ve yalnızca Allah'a kul olmaya davet etmişlerdir. İnsanlar, yaratılış amaçlarına aykırı olan bu sapkınlıklardan kurtulduklarında felah bulurlar. İşte bu nedenledir ki, Kuran'da Resul, müminlerin "ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirlerini indiren" kişi olarak tarif edilmektedir:   
Onlar ki, yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de (geleceği) yazılı bulacakları ümmi haber getirici (Nebi) olan elçiye (Resul) uyarlar; o, onlara marufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır. (Araf Suresi, 157) 
İslam'ın insan fıtratına uygun olmasının bir diğer sebebi, kolay olmasıdır. Allah, insanın yaratılışına uygun olarak indirdiği dini, aynı zamanda yaşanması kolay kılmıştır. Bu gerçek farklı ayetlerde şöyle vurgulanmaktadır:   
Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister: (Çünkü) insan zayıf olarak yaratılmıştır. (Nisa Suresi, 28) 
... Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez... (Bakara Suresi, 185) 
Kim iman eder ve salih amellerde bulunursa, onun için güzel bir karşılık vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanını söyleyeceğiz. (Kehf Suresi, 88) 
Bir damla sudan yarattı da onu 'bir ölçüyle biçime soktu. Sonra ona yolu kolaylaştırdı. (Abese Suresi, 19-20) 
Bu kolaylık, ibadetler için de geçerlidir. Allah, Ramazan Ayı'nda tutulması farz kılınan oruç ibadetiyle ilgili bir ayette şöyle buyurur:   
Ramazan ayı... İnsanlar için hidayet olan ve doğru yolu ve (hak ile batılı birbirinden) ayıran apaçık belgeleri (kapsayan) Kur'an onda indirilmiştir. Öyleyse sizden kim bu aya şahid olursa artık onu tutsun. Kim hasta ya da yolculukta olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde (tutsun). Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. (Bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi doğru yola (hidayete) ulaştırmasına karşılık Allah'ı büyük tanımanız içindir. Umulur ki şükredersiniz. (Bakara Suresi, 185) 
Sonuçta İslam, insanın yaratılışına tamamen uygun bir dindir. Çünkü İslam'ı seçip din kılan, insanı da yaratmış olan Allah'tır. Allah, yarattığı kullarına zorluk değil kolaylık dilemiş, onların ihtiyaç ve isteklerine en uygun ahlak ve yaşam modelini din kılmıştır. Rabbimiz, bir ayette şöyle buyurmaktadır:   
... Bugün inkâra sapanlar, sizin dininizden (dininizi yıkmaktan) umut kesmişlerdir. Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçip-beğendim... (Maide Suresi, 3)
kaynak.Harun Yahya 

SONSUZ YURT; AHİRET






BİSMİLLAHİRRAHMANIRRAHİM 

SONSUZ YURT; AHİRET 

Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve tutkulu bir oyalanmadır'. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi. (Ankebut Suresi, 64) 
İnsanın dünyadaki imtihanının sonunda ya mükafat ya da ceza vardır. İyi davranışlarda bulunanlar, Allah'a iman edenler, Allah'ın hoşnutluğunu kazanarak sonsuz cennetle ödüllendirilirler; kötü olanlar, Allah'ı inkar edenler ve Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyenler ise sonsuz azabı yaşayacakları cehenneme müstahak olurlar.   
İnsan için yok olmak diye birşey yoktur. Sonsuz hayat yaratıldığımız andan itibaren başlamış durumdadır. Şu anda sonsuz yaşamın içindeyiz. Denenme süremizin sonunda, ölüm dediğimiz geçiş anından sonra, yeni bir inşa ile sonsuzluğun içinde yaşamaya devam edeceğiz. İnsanın bu yaşamının azapla mı, nimetler içinde mi geçeceği ise, dünya hayatında, Allah'ın sözü olan Kuran'a bağlılığı ile, Allah'ın hoşnutluğunu gözetmesine bağlıdır. Bütün bu sistem, kainat, dünya, insan ve insana yönelik yaratılan herşeyin sebebi, sonsuz yaşam olan ahirete yöneliktir. Allah, insanı bir amaçla yarattığını, bu dünyadaki kısa yaşamından sonra da ahirette Kendisine hesap vereceğini şöyle bildirmektedir:   
Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız? (Müminun Suresi, 115) 
Allah'ın, ortalama altmış veya yetmiş sene gibi, sonsuzluğun yanında bir 'an'dan farksız olan kısacık dünya hayatına karşılık sonsuz yaşamı vaat etmesi, çok büyük bir nimettir.   
İman ve Allah'ın hoşnutluğunu aramak gibi, insanın yaratılışına en uygun, en çok huzur içinde yaşayabileceği yapıya sahip olmanın karşılığında, Allah'ın sonsuz iyi bir yaşam olan cenneti vermesi O'nun lütfundandır:   
İman edip salih amellerde bulunanlar; onları, içinde ebedi kalıcılar olarak, altından ırmaklar akan cennetin yüksek köşklerine muhakkak yerleştireceğiz. Salih amellerde bulunanların ecri ne güzeldir. (Ankebut Suresi, 58) 
Ahiret hayatı, Allah'ın sonsuz nimetlerinin sergilenmesi yanında, O'nun sonsuz adaletinin tecelli etmesi bakımından da önemlidir. İnsanların dünyada yaptıkları herşeyin karşılığının verildiği yer, adaletin eksiksiz olarak uygulandığı, merhametin de misliyle tecelli ettiği yer, ahiret olacaktır. Bir ayette, ahirette tecelli edecek olan bu mutlak adalet şöyle ifade edilir:   
... De ki: "Dünyanın metaı azdır, ahiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz 'bir hurma çekirdeğindeki ip-ince bir iplik kadar' bile haksızlığa uğratılmayacaksınız... (Nisa Suresi, 77) 
Gördüğümüz herşeyi yaratmaya kadir olduğuna şahit olduğumuz Allah, elbette ki ahireti yaratmaya kadirdir:   
Gökleri ve yeri yaratan, onların bir benzerini yaratmaya kadir değil mi? Elbette (öyledir); O, yaratandır, bilendir. (Yasin Suresi, 81) 
KIYAMETE İMAN   
Gerçek şu ki, kıyamet-saati yaklaşarak gelmektedir, onda şüphe yoktur. Gerçekten Allah kabirlerde olanları diriltecektir. (Hac Suresi, 7) 
Kıyamet günü, Allah'ın kainat için takdir ettiği ömrün bittiği gündür. O gün insanların imtihanı sona erecek ve imtihan yeri olan dünyayı, herşeyle birlikte, Allah darmadağın edip yok edecektir. Bu, Allah'ın Kuran'da vadettiği bir sondur. Kainatın fiziksel ömrünün biteceği, bilim adamlarının da gözlem ve tespitler sonucunda kanaatine vardıkları ve beklenti halinde oldukları bilimsel bir gerçek halini almıştır.   
Kuran'da kıyameti tasvir eden bazı ayetler şöyledir:   
Artık Sur'a tek bir üfürülüşle üfürüleceği.   
Yeryüzü ve dağlar yerlerinden oynatılıp kaldırılacağı, ardından tek bir çarpma ile birbirlerine çarpılıp parça parça olacağı zaman.  
İşte o gün, vakıa (bir gerçek olan kıyamet) artık vuku bulmuş(gerçekleşmiş)tur.
Gök yarılıp-çatlamıştır; artık o gün, 'sarkmış-za'fa uğramıştır. (Hakka Suresi, 13-16) 
Kıyamet günü, ölmüş olan tüm insanları Allah diriltecektir:  
Sonra siz gerçekten kıyamet günü diriltileceksiniz. (Müminun Suresi, 16) 
Allah, dirilttiği tüm insanları o gün biraraya toplayacaktır:   
Allah; O'ndan başka İlah yoktur. Kendisinde hiçbir şüphe olmayan kıyamet gününde sizleri muhakkak toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü kimdir? (Nisa Suresi, 87) 
Kıyamet günü, hepimizin teker teker Allah'ın huzuruna çıkacağı ve dünyada yaptığımız herşeyin ortaya konacağı zamandır:   
Siz o gün arz olunursunuz; sizden yana hiçbir gizli (şey), gizli kalmaz. (Hakka Suresi, 18)   
O gün, herkes yaptığının karşılığını tam olarak alacak, Allah'ın sonsuz adaleti tecelli edecektir:   
Biz ise, kıyamet gününe ait duyarlı teraziler koyarız da artık, hiçbir nefis hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak Biz yeteriz. (Enbiya Suresi, 47) 
Kıyamet günü, Allah'ın; kainatın, dünyanın ve herşeyin biyolojik sonunu getireceği zamandır. O an tüm fizik kanunlarını o kanunları koyan Allah işlemez hale getirecek ve afet tabir ettiğimiz olayların kat kat üstünde gelişen bir dizi felaketler zinciri başlayacaktır.   
Şu anda üzerinde yaşadığımız dünya, zaten çok hassas dengelerle varlığını devam ettirmektedir. Dünya'nın Güneş'e olan açısı ve uzaklığı tam olması gereken düzeyde ayarlanmış, yerçekimi sabitlenmiş, gökyüzünde dünyayı çarpıp yok etmesi çok muhtemel göktaşlarından korumak için, atmosfere adeta kalkan gibi koruyucu bir tavan yapılmış ve bunun gibi daha başka hassas kanunlar yaratılmıştır. Tüm bunları yaratan, henüz insan dünyada yok iken tüm bu dengeleri insanın yaşamına uygun olarak düzenleyen, alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Allah'ın kainatı her an kudreti altında tuttuğu şöyle haber verilmektedir:
Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, Kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim'dir, bağışlayandır. (Fatır Suresi, 41) 
Allah'ın, bu hassas dengelerin işleyişini bozduğu an, herşey yok olmaya gidecektir. İşte o an, Allah'ın vadettiği kıyamet günüdür.   
Kıyamet günü Allah'ın meydana getireceklerini görüp yaşayan insanlar, olayların dehşetinden şoka girecektir:   
Ey insanlar, Rabbinizden korkup-sakının, çünkü kıyamet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir.   
Onu gördüğünüz gün, her emzikli kendi emzirdiğini unutup geçecek ve her gebe kendi yükünü düşürecektir. İnsanları da sarhoş olmuş görürsün, oysa onlar sarhoş değillerdir. Ancak Allah'ın azabı pek şiddetlidir. (Hac Suresi, 1-2) 
Eğer inkâr edecek olursanız, çocukların saçlarını ağartan bir günde kendinizi nasıl koruyacaksınız? (Müzemmil Suresi, 17) 
Kıyamet günü başka nelerin olacağını Allah bize Kuran'da şöyle bildirmiştir:   
Güneş, köreltildiği zaman,
Yıldızlar, bulanıklaşıp-döküldüğü zaman,
Dağlar, yürütüldüğü zaman,
Gebe develer, kendi başına terk edildiği zaman,
Vahşi-hayvanlar, toplandığı zaman,
Denizler, tutuşturulduğu zaman,
Nefisler, birleştiği zaman,
Ve 'diri diri toprağa gömülen kızcağıza' sorulduğu zaman:
"Hangi suçtan dolayı öldürüldü?"
Sahifeler (amel defterleri) açıldığı zaman,
Gök, sıyrılıp-yüzüldüğü zaman,
Cehennem ateşi çılgınca kızıştırıldığı zaman,
Cennet de yakınlaştırıldığı zaman,
(Artık her) Nefis, neyi hazırladığını bilip-öğrenmiştir. (Tekvir Suresi, 1-14)  
DİRİLİŞ  
Kendi yaratılışını unutarak Bize bir örnek verdi; dedi ki: "Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş? De ki: "Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir. (Yasin Suresi, 78-79) 
Diriliş, ölümden sonra yeniden yaratılıştır. Ölüm yok olmak demek değildir. Allah, dünyayı insanı denemek için yaratmıştır ve bu imtihan ortamında insanın sonsuz hayatını nasıl geçireceği belirlenecektir. Her insan ölümüyle birlikte ahiret hayatına adım atacak, Allah onu yeni bir bedenle yaratıp dünyadaki işlerine göre cennete veya cehenneme koyacaktır. İnsanların diriltilmesi Allah için çok kolaydır. Bir ayette kıyamet günü insanların topluca diriltilecekleri şöyle anlatılır:
Gerçek şu ki, dirilten ve öldüren Biziz, Biz. Ve dönüş de Bizedir. O gün yer, onlardan çatlayıp-ayrılır da (onlar) hızla koşarlar. İşte bu, Bize göre oldukça-kolay olan bir haşirdir. (Kaf Suresi, 43-44) 
Bazı insanlar Allah'ın ölüleri nasıl dirilteceğini sorar ve bu gerçekten kuşku duyarlar. Oysa insanı ilk kez o henüz hiçbir şey değilken yaratmışolan Allah'tır ve şüphesiz Allah ilk başta yoktan yaratmış olduğu insanı yeniden diriltmeye güç yetirendir. Allah bu gerçeği Kuran'da şöyle haber verir:   
Ey insanlar, eğer dirilişten yana bir kuşku içindeyseniz, gerçek şu ki, Biz sizi topraktan yarattık, sonra bir damla sudan, sonra bir alak'tan (embriyo), sonra yaratılış  biçimi belli belirsiz bir çiğnem et parçasından; size (kudretimizi) açıkca göstermek için. Dilediğimizi, adı konulmuş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Sonra sizi bebek olarak çıkarıyoruz, sonra da erginlik çağına erişmeniz için (sizi büyütüyoruz). Sizden kiminizin hayatına son verilmekte, kiminiz de, bildikten sonra hiçbir şey bilmeme durumuna gelmesi için ömrün en aşağı ucuna (yaşlılığa) geri çevrilmektedir. Yeryüzünü kupkuru ölü gibi görürsün, fakat Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten (ürünler) bitirir.  
İşte böyle; şüphesiz Allah, hakkın Kendisi'dir ve şüphesiz ölüleri diriltir ve gerçekten herşeye güç yetirendir. (Hac Suresi, 5-6) 
Allah, insanları nasıl dirilteceğine bir örnek teşkil etmesi açısından, hepimizi şahit tuttuğu bir doğa olayını nasıl yarattığına dikkat çeker. Allah, kuruluktan ölmüş, verimsiz, artık ürün yetişemez olmuş bir toprağı, yağmur yağdırarak diriltip canlandırmakta ve ürün verdirtmektedir. İşte insanları ölümlerinden sonra diriltmek de Allah için bu şekilde kolaydır:   
Rahmetinin önünde rüzgarları bir müjde olarak gönderen O'dur. Bunlar ağırca bulutları kaldırıp yüklendiğinde, onları (kuraklıktan) ölmüş bir şehre sürükleyiveririz ve bununla oraya su indiririz de böylelikle bütün ürünlerden çıkarırız. İşte Biz, ölüleri de böyle diriltip-çıkarırız. Ki ibret alasınız. (Araf Suresi, 57) 
Allah için herşey kolaydır. Bütün insanların yaratılması ve diriltilmesinin, tek bir insanınki gibi olduğu Kuran'da şöyle haber verilmiştir:   
Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz yalnızca tek bir kişi(yi yaratıp sonra diriltmek) gibidir. Şüphesiz Allah, işitendir, görendir. (Lokman Suresi, 28) 
HESAP GÜNÜ   
Hesap ve ceza (din) günü ne zaman?" diye sorarlar. (Zariyat Suresi, 12)
Size va'dedilmekte olan, hiç tartışmasız doğrudur.  
Şüphesiz din (hesap ve ceza) da mutlaka gerçekleşecektir. (Zariyat Suresi, 5-6)
Allah, insanları yaptıklarından sorumlu tutmaktadır. İmtihan olan insan, hesap günü, dünyada işledikleriyle sorgulanacaktır. Hiçbir yaptığının gizli kalmadığını, hesap günü tüm işledikleri ortaya döküldüğünde görecektir:   
O gün, orta yere çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz. (Allah sorar:) "Bugün mülk kimindir? Bir olan, Kahhar olan Allah'ındır." Bugün her bir nefis, kendi kazandığıyla karşılık görür. Bugün zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı seri görendir. (Mümin Suresi, 16-17) 
Dünyada insanların her zaman hak ettiklerinin tam karşılığını almadığını görürüz. Allah, kimi insanlara dünyada süre vermekte ve onların yaptıkları kötülüklerin karşılığını ahirette eksiksiz olarak vereceğini bildirmektedir. Dünyada gayrimeşru işler işleyenlerin kimi zaman fark edilememeleri, kimi zaman da kanundan kaçabilmeleri nedeniyle, cezadan kurtulduklarını zannetmeleri büyük bir gaflettir. Bu kişiler, hesap günü insanın hayatı boyunca tüm yaptığı işleri Allah'tan gizleyemediğini göreceklerdir. Allah, Hafız (herşeyi hafızasına alan) sıfatıyla, insanların her davranışını bilmekte ve meleklerine kaydettirmektedir. Kuran'da bu gerçek şöyle bildirilmektedir:   
Onun sağında ve solunda oturan iki yazıcı kaydederlerken,
O, söz olarak söylemeyiversin, mutlaka yanında hazır bir gözetleyici vardır. (Kaf Suresi, 17-18) 
Herşeyi en ince ayrıntısına kadar bilen, insanın söz olarak söylediklerine de söylemeyip kalbinden geçirdiklerine de her an şahit olan Allah, hesap günü, sonsuz adalet sahibi olarak insanları en ufak haksızlığa uğratmadan yargılayacaktır:   
Biz ise, kıyamet gününe ait duyarlı teraziler koyarız da artık, hiçbir nefis hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak Biz yeteriz. (Enbiya Suresi, 47) 
Allah, sonsuz adalet sahibi olduğu gibi, sonsuz merhamet ve lütuf sahibidir. İyi davranışta bulunanlara kat kat güzellikle karşılık vaat etmekte, kötülük işleyenlere de hak etmiş olduklarıyla cezalandırılacaklarını bildirmektedir:   
Kim bir iyilikle gelirse, kendisine bunun on katı vardır, kim bir kötülükle gelirse, onun mislinden başkasıyla cezalandırılmaz ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. (Enam Suresi, 160) 
Hesap anında insanlar, dünyada işlediklerini gösteren kitaplarının kendilerine veriliş şekline göre, cennet veya cehenneme gireceklerdir:   
Artık kimin kitabı sağ yanından verilirse,
O, kolay bir hesap (sorgu) ile sorguya çekilecek,
Ve kendi yakınlarına sevinç içinde dönmüş olacaktır.
Kimin de kitabı ardından verilirse,
O da, helak (yok olmay)ı çağıracak,
Çılgın alevli ateşe girecek.
Çünkü o, (dünyada) kendi yakınları arasında sevinçliydi.
Doğrusu o, (Rabbine) bir daha dönmeyeceğini sanmıştı.
Hayır; gerçekten Rabbi, kendisini çok iyi görendi. (İnşikak Suresi, 7-15)  
CENNET VE CEHENNEM   
Ateş halkı ile cennet halkı bir olmaz. Cennet halkı 'umduklarına kavuşup mutluluk içinde olanlardır. (Haşr Suresi, 20) 
Allah, ilk insan olan Hz. Adem'i ve eşini yarattığında, onları cennete yerleştirmiştir. Ancak Kuran'da bildirildiği gibi Hz. Adem ve eşi, şeytanın da kandırmasıyla, Allah'ın kendilerine koyduğu yasağı çiğnemiştir.   
Bu olayda insan şunu düşünmelidir: İnsan, güzel olan bir şeyin güzelliğini ve kıymetini çirkini gördüğünde; iyi olanı da kötüyü bildiğinde anlayabilmektedir. Herşeyin değeri ancak zıttıyla kıyas edildiğinde tam olarak anlaşılabilmektedir. Allah Hz. Adem'i ve eşini doğrudan cennete yerleştirdiğinden, bu farkı anlayabilecek kıyas ortamında bulunmamışlardır. Bundan dolayı, cennetin nimetlerini ve mükemmelliğini anlayamamış olan insanlar, herşeyin zıttıyla yaratıldığı dünyada yaşatılmaya başlanarak, onlara kıyas imkanı verilmiştir.
Burada imtihan olarak, kötüyü ve çirkini görerek, iyinin ve güzelin kıymetini anlayacak olan insanlar, cennetin kıymetini tam olarak anlayacak olgunluğa gelmiş olacaklardır.  
Allah, hesap günü insanları dirilttiğinde, tüm insanları cehennemin çevresine toplayacak ve kendi sınırlarını korumada titizlik göstermiş iman edenleri kurtaracaktır. Cehennemi bizzat gören biri, elbette ki cennetin büyük bir kurtuluş ve büyük bir nimet olduğunu yaşayarak ve hissederek anlamış olacaktır. Bu konuyu haber veren ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:   
Andolsun Rabbine, Biz onları da, şeytanları da mutlaka haşredeceğiz, sonra onları cehennemin çevresinde diz üstü çökmüş olarak hazır bulunduracağız.
Sonra, her bir gruptan Rahmana karşı azgınlık göstermek bakımından en şiddetli olanını ayıracağız.   
Sonra Biz ona girmeye kimlerin en çok uygun olduğunu daha iyi biliriz.
Sizden ona girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin kesin olarak üzerine aldığı bir karardır.   
Sonra, takva sahiplerini kurtarırız ve zulmedenleri diz üstü çökmüş olarak bırakıveririz. (Meryem Suresi, 68-72) 
Dünyada, bu kıymeti anlayabilecek olan insanlara Allah, nimetlerle donatılmış sonsuz güzellikte bir hayat olan cenneti vaat etmiştir:   
İman edip salih amellerde bulunanlar, Biz onları altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokacağız. Bu, Allah'ın gerçek olan va'didir. Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır? (Nisa Suresi, 122) 
Bu dünyada kendisine doğru yol gösterilmiş ve uyarılmış iken, kötü yol olan inkar yolunu seçen insanlar da, sonsuz bir azabın yaşanacağı cehenneme konulacaklardır. Kuşkusuz böyle olması Allah'ın sonsuz adaletinin de bir tecellisidir:   
İnkâr edenler, cehenneme bölük bölük sevkedildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, kapıları açıldı ve onlara (cehennemin) bekçileri dedi ki: "Size Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bugünle karşılaşacağınızı (söyleyip) sizi uyaran elçiler gelmedi mi?" Onlar: "Evet" dediler. Ancak azap kelimesi kâfirlerin üzerine hak oldu. (Zümer Suresi, 71) 
İnsan, Allah'ın Kuran'da tarif ettiği ve beğendiği mümin modeline uygun bir yaratılışta var edilmiştir. İyi ve kötü kendisine açıkça tarif edilmiştir. Ayrıca kendisine, bunları fark edebileceği göz, kulak ve kalp; kavrayabileceği akıl ve muhakeme özellikleri de verilmiştir. Allah'ın varlığını, büyüklüğünü bu özellikleriyle rahatlıkla anlayabilecek ve iman edebilecekken, inkar etmiş olanların elbette ki iman edenlerle bir olamayacağı ve aynı yerde bulunmayı hak etmedikleri de kesindir. Allah bu iki grubun ahirette nasıl ayrılacağını şöyle haber verir:   
Allah barış yurduna çağırır ve kimi dilerse dosdoğru yola yöneltip-iletir. Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır. Onların yüzlerini ne bir karartı sarar, ne bir zillet, işte onlar cennetin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır. Kötülükler kazanmış olanlar ise; her bir kötülüğün karşılığı, kendi misliyledir. Bunları bir zillet sarıp kaplar. Onları Allah'tan (kurtaracak) hiçbir koruyucu yok. Onların yüzleri, sanki bir karanlık gecenin parçalarına bürünmüş gibidir. İşte bunlar ateşin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır. (Yunus Suresi, 25-27) 
Allah, iman eden ve Allah rızası için dünyada iyi işler yapanlara vaat ettiği cennet hayatını, Kuran'da detaylarına kadar tarif etmektedir. Bununla müminler müjdelenmektedir:   
İşte onlar, yakınlaştırılmış(mukarreb) olanlardır.
Nimetlerle-donatılmış cennetler içinde;
Birçoğu geçmiş(ümmet)lerden, Birazı da sonrakilerden. 'Özenle işlenmiş mücevher' tahtlar üzerindedirler. Karşılıklı yaslanmışlardır.
Çevrelerinde ölümsüzlüğe ulaşmış gençler dönüp dolaşır; Kaynağından (doldurulmuş) testiler, ibrikler ve kadehler,
Ki bundan ne başlarını bir ağrı tutar, ne de kendilerinden geçip akılları çelinir.
Arzulayıp-seçecekleri meyveler,
Canlarının çektiği kuşeti.
Ve iri gözlü huriler,
Sanki saklı inciler gibi;
Y
aptıklarına bir karşılık olmak üzere (onlara sunulur); Orada, ne 'saçma ve boşbir söz' işitirler, ne günaha sokma.
Yalnızca bir söz (işitirler:) "Selam, selam."
"Ashab-ı Yemin", ne (kutludur o) "Ashab-ı Yemin." Yüklü dalları bükülmüş kiraz (ağaçları),
Üstüste dizili meyveleri sarkmış muz ağaçları,
Yayılıp-uzanmış gölgeler,
Durmaksızın akan su(lar);
Ve (daha) birçok meyveler arasında,
Kesilip-eksilmeyen ve yasaklanmayan (meyveler).
Yükseklere-kurulmuş döşekler (sedirler).
Gerçek şu ki, Biz onları yeni bir inşa (yaratma) ile inşa edip-yarattık. Onları hep bakireler olarak kıldık, Eşlerine sevgiyle tutkun (ve) hep yaşıt,
"Ashab-ı Yemin" olanlar için.
(Bunların) Birçoğu geçmiş(ümmet)lerden,
Birçoğu da sonrakilerdendir. (Vakıa Suresi, 11-40) 
Allah, kurtuluş, mutluluk ve esenlik yeri olan cennetin bu sonsuz nimetleriyle müminleri müjdelerken, aynı zamanda inkar edenleri de cehennemle müjdelemektedir. Sonsuz azap yeri olan cehennemin de ne şekilde azaplarla dolu bir yer olduğu Kuran'da şöyle tarif edilmektedir:   
"Ashab-ı şimal", ne (mutsuzdur o) "Ashab-ı şimal." Hücrelere işleyen kavurucu bir sıcaklık ve kaynar su, Ve kapkara dumandan bir gölge içindedirler. Ki o, ne serindir, ne ferahlatıcı (kerim).   
Çünkü onlar, bundan önce varlık içinde şımartılmış olanlardı. Onlar, büyük günah üzerinde ısrarlı davrananlardı. Ve derlerdi ki: "Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuzda mı, gerçekten biz mi diriltilecekmişiz?" "Önceden gelip-geçmiş atalarımız da mı?" De ki: "Şüphesiz, öncekiler de ve sonrakiler de." "Bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır." Sonra gerçekten siz, ey sapık olan yalanlayıcılar, şüphesiz zakkum olan bir ağaçtan yiyeceksiniz. Böylece karınları(nızı) ondan dolduracaksınız. Onun üzerine de alabildiğine kaynar sudan içeceksiniz. Üstelik 'içtikçe susayan hasta develerin' içişi gibi içeceksiniz. İşte bu, onların din (hesap ve ceza) gününde şölenleridir. (Vakıa Suresi, 41-56)

kaynak.Harun Yahya 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...