30 Ekim 2012
AY ADLARI VE TARİHSEL KÖKENLERİ (TAKVİM)
Ay Adları ve Tarihsel Kökenleri Üzerine Kısa Bir Deneme
Toplum hayatının düzenlenmesi, tarihin nesnel bir bilimsel veri olarak derlenmesi istenildiğinde ele alınması gereken temel mihenk taşlarından bir tanesi takvimlerdir. Takvimlerin kullanımını, düzenlenmesi ve anlaşılması toplumun ve toplumu ilgilendiren beşeri bilimlerin daha iyi kavranmasına aracılık eder. Takvimlerin önemli ölçüde etkilediği tarih biliminin ise takvimden ve onun ölçtüğü zamandan ayrı düşünülmesi imkansızdır. Toplumumuz da bütün kadim topluluklar gibi kendisini ve geçmişini anlamak ve gelecek kuşaklara anlatabilmek amacıyla takvim kullanmıştır.
Takvim kullanımı her ne kadar devletin ortaya çıkışından ve toplumsal meselelerin kurumsal olarak büyük organizmaların ortaya çıkmasından sonra sistematikleştirildiği iddia edilmiş olsa da toplumlar kendi takvimlerini birbirleriyle etkileşim içinde ele almışlardır. Bu anlamıyla takvimin ilk ortaya çıkışı üzerine ilk insanın ortaya çıkışına kadar götürülebilir. İnsan, varlığının farkına vardığından itibaren doğa ile etkileşime geçmiş, öncelikle günü ve geceyi birbirinden ayırt etmiş ve birbirini takip eden doğa olaylarının düşünsel sistemlere eklemlemiştir. Karın doyurmak gibi bir temel çıkış noktası olan tarımsal faaliyetin doğa odaklı olgusal dinamiğini doğanın tekrarlanabilir sistemli yapısıyla anlamlandıran insan, tekrarlanan doğa olaylarını bilmenin kudretine erişmiştir.
Takvimlerin kadim toplulukların belleklerinde inşa edilmesiyle birlikte birbirleriyle ilişkili toplumların takvimleri de kaynaşmaya ve birbirleriyle ad değiş tokuşu yapmaya başlamıştır. Tek tanrılı dinlerin baskıcı yönetimleri her ne kadar bütün eski geleneklerin kökünü kazımak istemiş olsalar da bir kere insan belleğine giren tarihi değerlerin oradan sökülmesi aya insan çıkarmak kadar büyük bir hadisedir. Ve bu hadise tarihte çok nadir karşılaşılabilecek bir şeydir. Gerçekten böyle de olmuştur. Ne Hristiyan takvimleri Pagan kadim takvimlerinin izlerini silememiş ne de İslam takvimleri cahiliye dönemi takvimlerini silememiştir. Bu izler bugüne kadar süregelmiştir.
Birbirleriyle etkileşim içinde ilerleyen takvim bilimi bugün Roma-Gregoryen takvim temelinde evrensel ama çok kültürlü olarak noktalanmıştır. Bir kaç küçük istisna dışında bu evrensel miras bütün toplumlar tarafından paylaşılmaktadır. Yine bütün toplumlar kendi öz-benliklerinde bu takvime ekleme çıkarmalar yapmıştır. Toplumumuz da hem kendi etkileşimi hem de devletin düzenleyici ve baskıcı uygulamaları yordamıyla takvimlerini değiştirmiş, dönüştürmüş ve geliştirmiştir. Takvimlerin şekillenmesinde, isimlendirilmesinde ve evrimleştirilmesinde toplum hafızasında yer etmiş olayların ve kişilerin onurlandırılması, anılması veya geleceğe taşınmak istemesi hep öncelikli güdülerden bir tanesidir. Bu anlamıyla bugün hepimizin kullandığı takvimi ele almak ve ay adlarının kökenleri ve tarihi değerlerini ortaya koymaya çalışacağım.
Sistematik olarak ele alınacak olursa takvimin başlangıcının ne zaman olması gerektiği hep dikkat çeken bir konu olagelmiştir. Ama dikkat çeken bir ortak nokta olarak bir birinden bağımsız olarak neredeyse bütün toplumlar doğanın derin bir uykudan çıkıp yeniden canlandığı bahar aylarında yeni yılın karşılanmasını düşünmüştür. Tabi bu geleneğin en eski temsilcisi arandığından bir çok dinsel ve kültürel söylenceye işaret edilebilir. İşte Nevruz, Hıdırellez bunlara örnek gösterilebilir. Bunların da temelinde sümer ve babil halk şiirleri ve eski pagan inanışlarına ulaşılır. Eski söylencelerde baharın gelişi doğal olarak gece ve gündüzün eşitlendiği ve retorik olarak kavuşamayan sevgililerin birleşmesine işaret etmektedir. İnanna ile Dumuziden tutup, Hıdır ile İlyasın bir araya gelmesine kadar kavuşma teması hep dikkat çekmektedir. Bahar ile birlikte canlanan duyguların aşkın, umudun ve sevginin yeniden hatırlanmasına kış nedeniyle üzerine ölü toprağı serpilmiş ve bir köşede terk edilmiş eski heyecan ve hazların canlanmasına bireyler kadar kadim toplum bellekleri de dikkat çekmiştir. Bu yüzden de genel olarak toplum belleğinin düzenlendiği bir zaman cetveli olarak takvimlerin de başlangıcı bahar aylarına işaretlenmiştir.
Modern zamanlarımızın takvimlerinde başlangıç olarak genel olarak yılın ilk ayı olarak "Ocak" bilinmesine rağmen bu durum eski takvimlerde böyle değildir. Batı dillerinde Romalıların başlangıç ve bitiş tanrısına atfen iki yüzlü resmedilen Janus'un adıyla anılan ilk ay doğu toplumlarında genel olarak kış ayı olarak hep kardeşi "Aralık" ile birlikte anılmıştır. Aralık ve Ocak'ın ikisinin birlikte anılmasının Romalı tanrı Janus'un iki yüzü ile retorik oluşturduğu da düşünülebilir. Ayrıca Tanrı Janus'un hem başlangıç hem de bitişin tanrısı olarak eski ile yeni yılın kesiştiği ayda anılması tam isabet olarak düşünülmelidir. Bu anlamıyla Arapların Kânun-u Evvel ve Kânun-u Sani olarak bir çift olarak Aralık ve Ocak'ı isimlendirmesi de ilginçtir.
İnce olarak okunan Kânun kelimesi kışı temsil etmekte birinci kışı ve ikinci kış ayı olarak Aralık-Ocak ikilisini isimlendirmektedir. Türklerin Müslümanlaşmasından sonra devlet geleneğinin egemenliği ile takvim sürekli devletin müdahalesi ile şekillendirilmeye çalışılmış, bir çok devlet adamı yeni yeni takvimler üreterek bunların kullanılmasını baskılamıştır. En son olarak Osmanlı'daki sayısız denemenin ardından Cumhuriyet rejiminin Öztürkçeci girişimleri ile Arapça terminolojiden kurtulması gayesi ile 10 Ocak 1946 tarihli bir yasa ile Aralık-Ocak ayları isim çiftine geçilmiştir. Ocak ayının adı zaten halk arasında var olan sıfat tamlamasının " kış ayı ocak ayı " resmileştirilmesiyse de Ocaktan ziyade yılın son ayına "Aralık" isminin verilmesi dikkat çekicidir. Roma Tanrısı Janus'un modern bir etkisiyle eski yılın sonu ile yeni yılın başlangıcı arasındaki aya aralık adının verilmesiyle bu ikileme vurgu yapıldığı söylenebilir. Aralık aslında batı dillerinde Ocak ayına yakıştırılan eski ile yeni arasındaki aralığa ithafen bu adı almıştır.
Modern takvimlerde ikinci ayın kimliği genel olarak eski bir roma pagan festivaline dayandırılmaktaysa da bu eski festivalin tanrısallaşmış hali olan Februus'a ada ithaf edildiği düşünülmektedir. Her nasıl dilimizde ise bu kez evrensel takvim geleneğinden sapılarak yerel bir ad olarak Şubat seçilmiş, ne eski ne de yeni iktidarlar bu adı Türkçe olmadığını iddia edememiştir. Şubat ayının genel olarak Süryanice'den dilimize geçtiği düşünülmektedir. Ancak Şubat ayını adı olarak Süryani geleneklerinden çok Yahudi tarihine bakılmalıdır. Süryanilerin Yahudi inancıyla yakın teması üzerindeki teorileri konunun daha da dağılmasını engellemek amacıyla denklem dışı bırakarak düşünürsek eğer, Şubat ayı Yahudi takviminin onbirinci ayı olan Şavat'tan kaynaklanmaktadır. Bir Yahudi olarak doğan İsa Mesih'in kutsal kitabı incilde ise Zekeriya 1:7'de bahsi geçen ayın yani şubatın yirmi dördüncü günü Zekeriya Peygambere tanrı sözü indiği söylenmektedir. Yahudilerin bu ay içerisinde "Ağaçların Yeni Yılı" isimli bayramı kutladıkları ve üç yaşından küçük ağaçların meyvelerini yemedikleri bilinmektedir. Süryani kaynaklarında ise bu ayın özellikleri ilgili bilgiye ulaşamadım.
Öte yandan Şubat ismi fonetik olarak Şabat'a çok yakındır ve bu kaynaklı olduğu düşünülebilir ancak şanat Yahudi takvimindeki yedinci gündür ve Yahudilerin haftalık dini günü olarak bilinmektedir. Şabatta Yahudiler tanrının bütün dünyayı altı günde yarattığını düşünerek yedinci günde dinlendiğine inandıklarından hiç bir iş ile uğraşmazlar, silah kullanmaz, alet edevattan uzak dururlar. Haftalık bir gün adı olan Şabat'ın yılın ikinci ayına neden ad olduğu ise bu noktada bağlantısız kalmaktadır. Doğrusu ise yukarıda da anlattığım üzere Şubat'ın Yahudi takvimindeki on birinci ay olana Şavat'tan gelmiş olmasıdır. Yine ikinci kanıt olarak Şavat'ta kutlanan "Bişevat" bayramının gregoryan takviminde şubata denk geliyor olmasıdır. Türkçedeki bu isimlendirme Yahudi kaynaklı olup toplumların etkileşimine örnek olarak gösterilebilir.
Öte yandan Şubat ismi fonetik olarak Şabat'a çok yakındır ve bu kaynaklı olduğu düşünülebilir ancak şanat Yahudi takvimindeki yedinci gündür ve Yahudilerin haftalık dini günü olarak bilinmektedir. Şabatta Yahudiler tanrının bütün dünyayı altı günde yarattığını düşünerek yedinci günde dinlendiğine inandıklarından hiç bir iş ile uğraşmazlar, silah kullanmaz, alet edevattan uzak dururlar. Haftalık bir gün adı olan Şabat'ın yılın ikinci ayına neden ad olduğu ise bu noktada bağlantısız kalmaktadır. Doğrusu ise yukarıda da anlattığım üzere Şubat'ın Yahudi takvimindeki on birinci ay olana Şavat'tan gelmiş olmasıdır. Yine ikinci kanıt olarak Şavat'ta kutlanan "Bişevat" bayramının gregoryan takviminde şubata denk geliyor olmasıdır. Türkçedeki bu isimlendirme Yahudi kaynaklı olup toplumların etkileşimine örnek olarak gösterilebilir.
Dilimize Mart olarak geçen yılın üçüncü ayı ise Romalı pagan inançlarından takvime uyarlanmıştır. Buna göre savaş tanrısı Mars'ın baharın canlanması ile ortaya çıktığına inanılmaktadır. Ayrıca Mars'ın doğum efsanesi de bahar ile ilintilidir. Buna göre Mars'ın annesi Romalı kadınların koruyucusu Juno; kendi beline baharın çiçek açan sihirli bir çiçeğin dokundurulmasıyla babasız olarak Mars'ı dünyaya getirmiştir. Bir diğer söylence ise savaş tanrısı Mars'ın koruyucusu olduğu Roma askerlerinin her bahar yeniden bir araya gelmesi ve savaşlara başlaması ile koruyucularına bu ayda çokça ibadet etmeleridir.
Bir sonraki ay olan Nisan ayının adında yine Roma takviminden sapılmış ve yerel geleneklerin etkisiyle April ismi terci edilmemiştir. Batı dillerindeki dördüncü aya April denilmesinin iki ana nedeni sayılmaktadır. Birincisi yine bahar ayı olması nedeniyle aşkın ayı olarak kabul edilmiş, Venus'e ve Afrodit'e ithaf edilmiş ve Afrodit'ten ilham ile april olarak anılmıştır. İkinci neden olarak ise Latince açılmak fiili olan aperire'nin isimleştirilmesidir çünkü bu ayda bütün doğa ve insanlık gibi bitkiler ve çiçekler de uyanmakta ve açmaktadır. Türkçedeki sapmaya gelince Nisan ayı yine bir çok kaynakta Süryani kaynakları gösterilmiş olsa da en eski kaynak olarak Tevrat'a bakıldığında arpaların harman ayı olarak Nisan'ın gösterilmiş olduğu gözlenebilir ayrıca yine Tevrat'ta Exodus (Çıkış) kitabında Rab, İsrailoğullarına mısır sonrası hayatlarının ilk ayı olarak Nisan'ı işaret eder. Bu da Yahudi Takviminde Nisan'ın birinci ay olarak yer almasının açıklanmasında kullanılmıştır. Tevrat'ta kimi zaman harman ayı olarak anılmış olan Nisan ayının kelime olarak ise Babil dilinden geçtiği düşünülmektedir. Nisan kelimesi daha sonra Yahudi dilinden dilimize geçmiş, bu geçiş sırasında ise Süryani cemaatinin aracılık yaptığı olduğu düşünülmektedir. Nisan ayının Yahudiler için en büyük özelliği ise Hamursuz Bayramının bu ay içinde kutlanmasıdır.
Takip eden beşinci ayın adlandırılmasında ise yine Roma geleneklerine dönülmüş ve Mayıs adı yerleşmiştir. Mayıs, Roma tanrısı Maya'ya ithafen bu adı almıştır. Atlas'ın kızı olan Maya Hermes'in de annesidir. Yunan kaynaklarından Roma'ye geçen tanrı onurun, saygınlığın, ululuğun ve azametin simgesi olagelmiştir. Bir çok dil bilimci ise mayısı [mayor] "başlıca, büyükçe" kelimesi ile de bağdaştırmışlardır. Romalı kadim isimlendirmelere burada ara verilmiş ve Haziran ayında yine yerel geleneklere geri dönülmüştür. Haziran ayının isminin nereden geldiğini araştırmaya başladığımızda yine karşımıza önce Süryanice ardından Tevrat ve oradan da Babil tanrılarına ulaşıyoruz. Babil'in de genel olarak Sümer gelenekleri üzerine geliştiğini göz önüne alırsak Sümerlere de ulaşılabilir. Ancak Tevrat'ta Haziran Sivan denildiğini ve buradaki sesteşliğin neredeyse yitirildiğini de söylemek gerekmektedir. Sivan Tevrat'ta ekinlerin sürüldüğü mevsime karşılık gelmektedir ve Yahudi takviminin üçünü ayıdır. İlginç olan ise Süryanice de Haziran'ın kelime olarak anlamının "ahlaksız" olarak geçmesidir. Sümer ve Babil halklarının Sin olarak adlandırdıkları ay tanrısı mevcuttur, bu da Akad dilinde de yer almaktadır. Sin'in ahlaksızlığı ise Tanrıların Kralı olması ile kızları ve oğullarıyla yaşadığı cinsel maceralardır. Aynı kelimenin Babil ve Akad dillerinden Tevrat ve Yeni Ahit'e günahın Latince temeli olarak geçtiği oradan da dünya dillerine yayıldığı da düşünülmektedir.
Temmuz ayının adı ise doğrudan Sümer kralı Dumuzi'den gelmektedir. Dumuzi aşk, doğurganlık ve savaş tanrısı İnanna'nın talihsiz eşidir. Göklerin leydisi, ihtirasın ve güzelliğin tanrıçası İnanna'dan illiyet bağlılığı ile gelenek olduğu üzere monarklığını meşrulaştıran Dumuzi, İnanna'nın tanrılar tarafından yer altına (cehenneme) hapsedilmesiyle ve oradan çıkışına yardımcı olan ve daha sonra karılığını da yapacak olan kız kardeşiyle, düşleri, eşleri, cinselliği ve evlilik törenleriyle tanrılaştırılır ve yüceltilir. Dumuzinin kardeşleri, eşleri ve evliliklerinin mitolojik metinleri Sümer efsanelerinde sıklıkla yer alır. Bu efsanelerin açıkça kurduğu cinsellik ile bereket arasındaki ilişki daha sonra bereket ile tarım ve hayvancılık faaliyetine Dumuzi'nin tanrısal bir güç olarak hamilik yapmasına ve "Çoban" olarak anılmasına kadar ilerleyecektir.
Sümer tanrısı Dumuzi'nin neden yılın yedinci ayına isim verdiğine gelince, aslında bu ay Yahudi takviminde dördüncü aya gelmektedir ve esas olarak yer altındaki Dumuzi ile yer üstündeki eşi İnanna'nın birleştiği ay olduğu için ikilinin birlikteliğinin kutlandığı ay seçilmiştir. Bu efsane daha sonraki ilahi metinlerde farklı biçimlerde tezahür etmiştir. Baharın gelişi, tarımsal verimliliğin arttığı ve hayvanların tekrar üremeye başladığı sıcak havaların gelmesiyle Çuban Dumuzi'ye adaklar adanır, kurbanlar kesilirdi. Eski Ahit'te de yer alan babil kaynaklı metinlerde de Dumuzi'nin eşi, çocukları ve yer altından yer üstüne çıkışının mucizevi detayları Dumuzi'nin bir kral iken tanrısallığa yükselişine işaret eder.
Gregoryen takvimin sekizin ayı olan Ağustos'un isimlendirilmesinde ise Roma geleneklerine sadık kalınmış ve ilk Roma Kralı Augustus'un adını korunmuştur. Julyus Sezar'ın tiranlığı suçlamasıyla senato içinde öldürülmesinin ardından bu kez Rumalı senatörlerinin beklentisinin aksine daha güçlü bir tek adam iktidara gelmiş ve bütün Roma'yı kendi arzusuna göre idare etmeye başlamıştır. Roma'nın ilk imparatoru olarak bilinen dünyanın neredeyse tamamına egemen olmuş, tiranlığını olabildiğince genişletmiş ve cumhuriyet idaresine son vermiştir.
Kendi zamanına kadar "sextilis" olarak anılan bir Roma yılın altıncı ayı olan bu ayı, kendisinin Mısır zaferi gibi bir çok önemli siyasi ve askeri başarısının hep bu ayda olması nedeniyle kendi adıyla onurlandırmıştır. Batı dillerinde Julyen takvimi nedeniyle July ismiyle anılan (temmuz) ayının, Julyus Sezar'a atfen bu adı anıldığı ve otuz bir günü kapsamakta olduğu bilinmektedir. Augustus da Sezar ile rekabetinden dolayı kendi adıyla anılacak ayın da otuz bir gün olmasını istediği, senatonun da bu istek doğrultusunda yeni bir çalışma yaparak artık yıl uygulamasını sonlandırıp ay sürelerini yeniden ayarlamıştır. Böylece daha önce 29-30 gün olan ay süreleri bu istek sonrasında 30-31 güne çıkartılmış, artık yıl uygulaması sona erdirilerek modern takvimin doğruluğuna yakın bir hesaplamaya ulaşılmıştır.
Kendi zamanına kadar "sextilis" olarak anılan bir Roma yılın altıncı ayı olan bu ayı, kendisinin Mısır zaferi gibi bir çok önemli siyasi ve askeri başarısının hep bu ayda olması nedeniyle kendi adıyla onurlandırmıştır. Batı dillerinde Julyen takvimi nedeniyle July ismiyle anılan (temmuz) ayının, Julyus Sezar'a atfen bu adı anıldığı ve otuz bir günü kapsamakta olduğu bilinmektedir. Augustus da Sezar ile rekabetinden dolayı kendi adıyla anılacak ayın da otuz bir gün olmasını istediği, senatonun da bu istek doğrultusunda yeni bir çalışma yaparak artık yıl uygulamasını sonlandırıp ay sürelerini yeniden ayarlamıştır. Böylece daha önce 29-30 gün olan ay süreleri bu istek sonrasında 30-31 güne çıkartılmış, artık yıl uygulaması sona erdirilerek modern takvimin doğruluğuna yakın bir hesaplamaya ulaşılmıştır.
Augustus'un iktidarı ve Roma'nın sınırları o kadar genişti ki bir çok topluluk takvimlerini, takvim isimlerini, dillerini, dinlerini, takvim içerisindeki gün ve ay adlarını değiştirmiş olsa da Augustus'un ismiyle özdeşleşmiş bu ayın adı neredeyse bütün toplumlarda korunmuştur. Böylesine güçlü bir egonun yaratmış olduğu etkinin bunca zamanın ardından dahi devam edebiliyor ise Roma'nın, Augustus'un ve kurmuş oldukları yüksek iktidarın nitelikleri ve nicelikleri gözler önüne gelecektir. Augustus'un Roma tarihindeki önemi bir yana toplumların hafızasındaki yeri ve önemi de takvimlerdeki bir aydan daha önemli olduğu açıktır. Roma hakimiyeti altındaki toplumların görmüş oldukları; savaş, acı ve gözyaşı ise donanmış toplumsal belleklerin simgesel hatırası Augustus'un adıyla her yıl tekrar tekrar hatırlanmakta ve gelecek kuşaklara aktarılmaktadır.
Sıcakların sona erip doğa ile eşgüdüm halinde yaşamında derin bir sessizliğe çekildiği adeta uykuya daldığı Eylül ayının ismi yine Yahudi takvimine ve oradan da Babil, Akad ve Sümer kaynaklarına dayanmaktadır. Akadca ve Babilce biçmek fiilinden gelen eylül kelimesi Yahudi takviminin altıncı ayı olan ve genel olarak tarımsal hasat mevsimine verilmiştir. Ayrıca bazı kaynaklarda da Süryanice'de Eylül'ün üzüm kelimesine karşılık geldiğini ve eylülde hasat edilen asmanın meyvesinin de bu ayını simgelediği işaret edilmiştir. Yine Babil ve Asuri kaynaklı aşk, doğurganlık, cinsellik ve savaş tanrısı İshtar'ın adının Babil takviminde eylüle karşılık gelmesi bu ayın Babil kaynaklarında da hasat verim retoriği üzerinde cinselliğe gönderme yaptığı düşünülmektedir. Eylül ayını bir diğer önemi de kutsal bayramları olan Rosh Hashanah (sivil yıl başı) gelmeden bu ay içinde boynuzdan yapılan kutsal işaret çalgısı şofarın her sabah çalınmasıdır.
Eylül kelimesinin etimolojik kökenlerine inilecek olursa eğer, Aramca'da bu kelimenin aramak fiilinin kökünden türediğini düşünülebilir, ayrıca yine Tevrat'da Süleyman'ın İlahileri babında 6:3'de geçen Ben sevdiğiminin, sevdiğim de benim kelime grubunun baş harflerinin akrostişi olduğu da düşünülmektedir. Yine Babil kaynaklı İşhtar adaklarının eylül ayındaki törenlere aktarımı sırasında Yahudilerin İştar'a izah edilen bereket ve cinsellik temalı özellikleri eylül ayındaki tarımsal adaklara aktardıkları da düşünülebilir. Yine unutulmaması gereken bir ayrıntı da Babil tanrıçası İştar'ın aslında Sümer tanrıçası İnanna'dan kaynaklandığıdır. İnanna'da olduğu gibi yeraltının tanrısı olan ve bu neden hem kötülüğün hem de tarımsal bereketin (beşeri cinsellikten yola çıkılması da insanlığın cinselliği tarımsal faaliyetler ile birlikte düşünme eğilimleri dikkat çekicidir) tanrısı olması nedeniyle tarımsal hasat dönemlerinde adaklar adanması, törenler düzenlenmesi nedeniyle o mevsimle anılması doğal karşılanabilir.
Ekim ve Kasım aylarının adı ise 10 Ocak 1945 tarihinde 4696 sayılı kanun ile değiştirilmeden önce Teşrin-i Evvel ve Teşrin-i Sani olarak geçmekteydi. Yani birinci ve ikinci teşrin. Teşrin kelimesi ise dilimize Arap ve Süryani kaynaklarından geçmiştir. Yine bakılacak olursa teşrin kelimesinin kökeni Tevrat'a uzanmaktadır. Tevrat'taki bir çok konu gibi teşrin kelimesi de Babil, Akad ve Sümer kaynaklıdır. Yahudi takviminde sivil yılbaşı teşrin ayının ilk günü olarak kabul edilmesine karşın dini yılbaşı nisan ayının ilk gün olarak hesaplanmaktadır.
Teşrinin Babil takvimindeki karşılığı olan Şam(a)s ise Sümer tanrısı Utu'nun karşılığı olan güneş tanrısını simgelere ve bugün dahi arapçada güneş kelimesi şems kelimesi karşılar. Hamurabi'nin ünlü kanunların güneş tanrısı Şams'ın elinden aldığı miti daha sonra Musa'nın on emri Rab'ın elinde aldığı mitiyle Tevrat'a da girmiştir.
Eylül kelimesinin etimolojik kökenlerine inilecek olursa eğer, Aramca'da bu kelimenin aramak fiilinin kökünden türediğini düşünülebilir, ayrıca yine Tevrat'da Süleyman'ın İlahileri babında 6:3'de geçen Ben sevdiğiminin, sevdiğim de benim kelime grubunun baş harflerinin akrostişi olduğu da düşünülmektedir. Yine Babil kaynaklı İşhtar adaklarının eylül ayındaki törenlere aktarımı sırasında Yahudilerin İştar'a izah edilen bereket ve cinsellik temalı özellikleri eylül ayındaki tarımsal adaklara aktardıkları da düşünülebilir. Yine unutulmaması gereken bir ayrıntı da Babil tanrıçası İştar'ın aslında Sümer tanrıçası İnanna'dan kaynaklandığıdır. İnanna'da olduğu gibi yeraltının tanrısı olan ve bu neden hem kötülüğün hem de tarımsal bereketin (beşeri cinsellikten yola çıkılması da insanlığın cinselliği tarımsal faaliyetler ile birlikte düşünme eğilimleri dikkat çekicidir) tanrısı olması nedeniyle tarımsal hasat dönemlerinde adaklar adanması, törenler düzenlenmesi nedeniyle o mevsimle anılması doğal karşılanabilir.
Ekim ve Kasım aylarının adı ise 10 Ocak 1945 tarihinde 4696 sayılı kanun ile değiştirilmeden önce Teşrin-i Evvel ve Teşrin-i Sani olarak geçmekteydi. Yani birinci ve ikinci teşrin. Teşrin kelimesi ise dilimize Arap ve Süryani kaynaklarından geçmiştir. Yine bakılacak olursa teşrin kelimesinin kökeni Tevrat'a uzanmaktadır. Tevrat'taki bir çok konu gibi teşrin kelimesi de Babil, Akad ve Sümer kaynaklıdır. Yahudi takviminde sivil yılbaşı teşrin ayının ilk günü olarak kabul edilmesine karşın dini yılbaşı nisan ayının ilk gün olarak hesaplanmaktadır.
Teşrinin Babil takvimindeki karşılığı olan Şam(a)s ise Sümer tanrısı Utu'nun karşılığı olan güneş tanrısını simgelere ve bugün dahi arapçada güneş kelimesi şems kelimesi karşılar. Hamurabi'nin ünlü kanunların güneş tanrısı Şams'ın elinden aldığı miti daha sonra Musa'nın on emri Rab'ın elinde aldığı mitiyle Tevrat'a da girmiştir.
Daha önce de bahsi geçen tanrılar Sin ve İştar ile birlikte Şams, temsil ettikleri ay, güneş ve yeryüzü imgeleriyle dünyadaki yaşaman ana üçlüsü olarak kabul edilmektedir. Türkçe'deki Ekim ve Kasım ayı yapılma amaçları ise bu aylardaki yine tarımsal faaliyetlerin resmileştirilmesi olarak düşünülmelidir. Ekimde tarımsal bitkilerin ekildiği bir mevsim olması ve kasım ayında da bitkilerin kısımlara ayrılması ve bakımlarının yapılması nedeniyle bu adlar verilmiştir.
Kısaca özetlemeye çalıştığım yılın aylarının isimleri ve kökenlerine bakılacak olursa on iki aydan dört tanesi 1945 yılında çıkarılan bir kanun ile getirilmiştir, beş tanesi ise Babil-Akad-Sümer temelli Süryani ve Yahudi kaynaklarından dilimize geçmiştir, üç tanesi ise Roma takviminden alınmıştır. Ülkemiz resmi olarak Gregoryen takvimi kabul ettiğini beyan etmiş olsa da ay adları bakımından bu takvimden bir çok sapmalar yapmıştır. Gregoryen takvimdeki esas isimlerin dokuz tanesini değiştirmişiz ki bu da büyük bir orana tekabül etmektedir. Julyen takvimden ise yine sadece iki isim bugüne kadar yaşayabilmiştir. (bu sayıya ağustos ayı daha sonra İmparator Augustus'un adından esinle milattan sonra 45 yılında üçünü sayı olarak eklenmiş ve bugüne kadar devam etmiştir)
Bu sayılar ve takvim üzerindeki bütün tarihi kökenler düşünüldüğünde modern anlamda ortaya çıkan devletlerin ve onların başındaki büyük tiranların ısrarlı ve baskıcı çabalarına rağmen takvimlerin oluşumu toplumların ortak belleğinden kolektif olarak kotarılmıştır demek daha doğrudur. Zira bir çok büyük devlet adamı, düşünür ve bilim insan tarihin kayıtlı zamanlarından bu yana zamanını cetvelini doğru hesaplamayı ve bu cetvel üzerinde kendi isimlerini bırakmayı hep istemişlerdir. Toplumların bellekleri ise bu çalışmaları kimi zaman kabul etmiş, kimi zaman etmemiştir. Bütün despotik çalışmalara rağmen bütün bir insanlık ortak bir gayretle zamanı dizginlemiş ve olabildiğince düzgün hesaplanmış bir takvimi oluşturup bellekleri ölçüsünde isimlendirebilmişlerdir.
Kadim Mısır Tarihinden Modern Mısır’ın Babası Nasır’a
Kadim Mısır Tarihinden Modern Mısır’ın Babası Nasır’a
Adına Arap Baharı denilen ve 2011 yılından başlayarak günümüze kadar süregelen Ortadoğu coğrafyasındaki siyasi karışıklıklar yine en tarihi sonuçlarını kadim Mısır topraklarında verdi. Batılı güçlerin zengin doğal kaynakları nedeniyle bir türlü yakalarından düşmediği Müslüman halklar, bir türlü silkinip kendilerine çeki düzen veremeyeceğini böylece bir kez daha göstermiş oldu. Zira Mısır’da 2012 seçimlerinde çıkan sonucun, batılı medyada yaratılmak istenen iklime karşın, ne bir demokrasi ne de bir özgürlük olduğu şimdiden anlaşılmıştır. Kadim Ortadoğu ülkeleri içinde yetişmiş insan gücü, zengin kültürel dokusu ve binlerce yıllık idari gelenekleri olan Mısır, bir kez daha günümüzün firavunlarını yaratmak tehlikesini duyuyor.
Günümüzden yaklaşık altı bin yıl kadar önce Nil çevresindeki iki krallığı birleştirerek, Mısır’ın ilk merkezi devletini kuran Mers, binlerce yıl sürecek bir imparatorluğun temellerini böylece atmıştı. Hanedanların birbirini takip ettiği binlerce yılsonunda Mısır, kayıtlı tarihten beş yüzyıl önce prensliklere bölünmüştü. Yunanlıların, Romalıların, Bizanslıların, Memlukların, Osmanlıların ve İngilizlerin işgalleriyle kadim Mısırlılar, uzun bir süreyi sömürge toplumu olarak geçirdiler. Merkezi devlet kuran ve binlerce yıl ile ifade edilebilecek bir idari geleneğe sahip Mısırlıların sosyal ve kültürel gelişimi hem coğrafi hem de etnik olarak Ortadoğu’dan ayrı bir yer tutmaktadır. Ancak Mısır’ın Araplaştırılması ile Mısır bu özgünlüğünü yer yer kaybetmiştir.
Ancak uzun bir süre uykuda olduğu izlenimi veren bu kadim halk ve üzerinde yaşadığı topraklar, Batılıların ticari kaygıları ile dünyayı ele geçirme girişmesiyle hemen keşfedilecek ve büyük bir ilgiye mazhar olacaktır. Zengin doğal kaynakları yanı sıra, batılı ticaret yollarının üzerindeki eşsiz konumu, su yollarına imkan veren coğrafi yapısına rağmen, düşman istilalarından korunakları yapısıyla Akdeniz’in ileri karakolu olmaya çok müsaittir. Bunu ilk fark eden Fransızlar olacaktı. Napolyon’un askeri bir hareketiyle ele geçirmesine rağmen, Mısır, Osmanlı’dan asker çizmesiyle değil siyaset, düşünce ve iradenin ustalıklı diliyle koparılmıştır.
Osmanlı Mısır’daki Memluk rejimi yerine yerel bir sistem inşa etmek yerine merkeze bağlılığı artırmış ve siyasi hareketliliği engelleyerek ülkeyi idare etmiştir. Napolyon’un işgali için merkezden askeri bir karşı saldırıda bulunamayınca, Kavalalı genç bir subay olan Mehmet Ali ülkeyi neredeyse tek başına savunmuştur. Osmanlı devletinin yıpranan gücünü böylelikle test eden Mehmet Ali, Mısır’da kendi hanedanlığını kurmuştur. Osmanlı’nın, görünürde “Paşa” unvanıyla Mısır valisi olan Mehmet Ali, 145 yıl boyunca ülkeyi idare etmiştir. Mehmet Ali, modern zamanların ilk firavunuydu. Güçlü idaresi altında Mısır, ekonomik olarak büyük bir atılım gösterdi. Gelişmiş Fransız mühendisleri ülkede bir çok baraj ve kanal sistemi kurdu. Mısır yine tarım eliyle kalkınıyor, kalkındıkça idaresi güçleniyor ve askeri bir güç olarak dünya siyasetinde etkinleşiyordu.
Mehmet Ali geliştikçe, siyasal ve askeri bir güç olarak bağımsız hareket ediyordu. Osmanlı’nın zayıflayan idari yapısı da bu durumun perçinlenmesine ön ayak oluyordu. Mehmet Ali, önce Arabistan’daki vahabi ayaklanmasını bastırmakla ardından da Yunanistan’da çıkan bir ayaklanmayı bastırmakla Osmanlı tarafından yardıma çağrılınca, idaresi altındaki toprakları genişletmek ister. Suriye’nin kendisine bağlanmasını isteyen Mehmet Ali, Osmanlıdan olumsuz cevap alınca İstanbul’a kadar yürür, bu durum, Mısır ve Mehmet Ali’nin batılılarca çözülmesi gereken bir uluslararası sorun(!) olmasına neden olur. Londra’da düzenlenen bir konferansla Mehmet Ali, batılılarca Mısır Hidiv’i olarak tanınır, buna karşılık da kapitülasyonlar dayatılır. Zaten Mehmet Ali’den sonra Hidivliği üstlenen oğulları da Mehmet Ali’nin bağımsızlık iddiasını taşımamış, kapitülasyonlarla gelen görece rahatlarını sürdürmüşlerdir.
1869’da açılan Süveyş Kanalı gibi büyük ekonomik yatırımlar, Mısırın kapitülasyonlar veren egemen bir ülke konumundan hızla koloni hükümeti konumuna sürüklemiştir. Hidivlerin ve etraflarında kurdukları yönetici rantının halkta huzursuzlar çıkarması kaçınılmazdı. Bir yandan da Fransa ile İngiltere’nin bir birlerinin arkasından ama görünürde ortak sömürü politikaları yüzünden Mısır Hidivleri batılı siyasi komplolarının da odağındaydı. Çok uluslu bütün imparatorluklar gibi Ulusçuluk akımı, Osmanlı’ya ve onun uzandığı kadim Mısır topraklarına da ulaşınca Mısır’daki siyasi hava iyice sarsıldı. Biryandan Hidivlerin ve oluşturdukları yönetici sınıfların Türk kökenli olması, bir yandan batılı eğim almış şanlı azınlık ile fakir fellah[1] ve arapların sıkıntıları diğer yandan yükselen Müslüman arap milliyetçiliği Mısır’ın yeni tartışmalara girmesine sebep oluyordu.
1882’de ilk kez “Mısırı Mısırlılara geri vermek” amacıyla Ahmet Arabi, askeri bir darbe ile Hidiv Tevfik’i devirmeye çalıştı. Ancak İngiliz çıkarmasıyla yenilgiye uğradı. Mısır, böylece İngiliz egemenliği altına girmiştir. İngiltere burada bir sömürge yönetimi dahi kurmamış, ülkeyi konsoloslar eliyle yönetmiştir. Ülke içinde siyasi unsurlarda işgal yıllarda parçalanmıştır. Siyasal-islam taraftarları İngiliz yönetimiyle bağlarını artırırken, milliyetçiler, demokratlar ve sosyalistler yeni bir ittifak arayışına girmişlerdir bile. Bu arada İngiltere Mısır’daki egemenliğini Sudan’dan Irak’a kadar genişletmeye başlamıştır. İngilizlerin bu geniş coğrafyada Osmanlı aleyhine olarak destek verdikleri düşünce ve örgütlenme özgürlüğü bir Arap ulusçuluğun doğmasına imkan verecek ve ileride bu hareket İngilizler aleyhine de başarılar elde edecektir.
İngiliz işgali altında batılı tarihçilerin “Birinci Dünya Savaşı” olarak adlandırdığı ilk paylaşım savaşına giren Mısır’da Osmanlı’nın cihad çağrısını pek yankı uyandırmaz, zaten savaş müreffeh mısırda pek de umursanmaz. Sonuçta Mısır bu savaşta büyük yaralar almaz ancak Arap ulusçuları savaş sonrası ABD Başkanı Wilson’ın self-determinasyon ilkesinden yararlanabileceklerini düşünürler ama İngilizler buna yanaşmaz. Milliyetçi Vafd Partisinin lideri Saad Zaglul’un İngiltere’den bağımsızlık istemesi üzerine Malta’ya sürülmesi, Mısır’da olayların çıkmasına neden olur. Olayları bastırmak isteyen İngiltere ülkede yarı bağımsız bir rejim kurulmasına izin verir. Parlamenter bir monarşi ilan edilir ancak İngiltere Süveyş kanalı ve İngilizlerin ticari çıkarları bahanesiyle ülkede asker bulundurmaya devam eder. 1920’li yıllar Mısır’ın iç siyasi çalkantılarıyla geçer.
Öte yandan, Mısırlı milliyetçilerin ısrarla Mısır’ın bir parçası olarak gördükleri Sudan’da da milliyetçi ayaklanmalar başlaması Sudan ile Mısır’ın tarihi bağlarının kopmasıyla sonuçlanır. İngiltere Mısır ile Sudan yönetimlerini böylece ayırmıştır. 1930’lara kadar bir çok siyasi cinayet, bombolama ve eylemlerle sarsıntılı geçiren Mısır bir de 13 yaşında iktidara gelen Kral Faruk ile yüzleşmek zorunda kalır. Kral ile birlikte parlamento aracılığıyla iktidarı paylaşan Vafd Partisi ise Mısır’ın bağımsızlığı için kurulmuş, çok parçalı bir ittifak görünümdeydi. Parti içinde siyasal olarak solcu, demokrat ve milliyetçi kesimler, sınıfsal olarak askeri, küçük burjuva ve proleter kesimler bir arada bulunuyordu. Ancak bu yapı partinin ekonomik çözümler sunamamasına neden olmaktaydı. Bu nedenle parti parlamentodaki yerini kaybeder, otuzların sonuna doğru ise bu kez Faşist İtalya korkusuyla İngiltere ile yakınlaşma politikası güder.
Ancak bu yakınlaşma sonunda imzalan 1936 Antlaşması, ülkede siyasal kutupların yeninden kurulmasına neden olur. Vafd karşısındaki en büyük güç olan ve bir zamanlar İngilizlerle ortak olmak durumunda bulunan siyasal-İslamcı gelenek, bu kez, muhalefete sürüklenir. Hassan el Banna önderliğinde kurulan “Müslüman Kardeşler” dini bir uyanış hareketi olarak kendini tanımlasa da siyasette de çok etkili olur. Vafd’ın İngilizlerle yaptığı antlaşmayı bir ihanet belgesi olarak takdim eder, aslında belge ile ilk kez Mısır kendi ordusunu ve kendi askeri haber alma teşkilatını kurmaktadır. Ülke idaresinde ilk kez Mısırlılar daha çok söz sahibi olmaya başlamıştır. Ancak antlaşma savaş durumunda İngiliz askeri yönetiminin geri gelmesini öngörüyordu ki, bu çok kısa zaman sonra patlak verecek “İkinci Dünya Savaşı” ile gerçekleşecekti.
1940’lı yıllar çok hızlı geçer, İtalya’nın savaşa girmesine kadar savaştan uzak durmaya çalışan Mısır iktidarı 42’de Alman askerinin ülkeye girmesiyle yüzleşir. Alman işgaliyle sarsılan ülke bir de kral ile İngiltere arasındaki anlaşmazlıklarla sarsılır. Alman güçleri savuşturulur ama ülkedeki krala ve iktidara bir gelen bir giden Vafd Partisine karşı yükselen muhalefet iyice güç kazanır. Şiddetlenen muhalefet bir yana savaş sonrası Hindistan’a dahi bağımsızlık yolu açan İngiltere’nin Ortadoğu politikası pek değişmemişti. Nil kıyısı neyse ama Süveyş Kanalı’nda İngiliz egemenliği bitecek gibi değildi. Sudan meselesinde ise Mısır ile İngiltere’nin farklı dünyalarda olduğu açıktı. Son elli yıldır ülkede bir şekilde iktidara sahip olan Kral ve emrindeki ordu artık halkın ve siyasal muhalefetin hedefindeydi. 40’lı yılların sonunda ise İsrail’in kurulmasıyla sonuçlanacak Filistin meselesi sırasında Mısır ordusu ve devletinin ne kadar zayıf olduğunun anlaşılması Mısır muhalefeti daha da cesaretlendirir. Ordu da karışmıştır. Cemal Abdülnasır öncülüğünde “Hür Subaylar Örgütü” ordunun Filistin sorunu karşısındaki zayıf konumu nedeniyle kurulur. İsrail’in kurulmasından sonra sıkıntılı günler yaşayan Mısır’da “Müslüman Kardeşler” eylemler, boykotlar ve grevler başlatır. Darbe yaklaşmaktadır.
23 Temmuz 1952’yi 24 Temmuz 1952’ye bağlayan gece saat birde başlayan bir operasyonla ordu içindeki kral yanlısı askerleri tutuklayan “Hür Subaylar Örgütü” Abdulnasır’ı genel kurmay başkanlığına getirmiştir. Abdulnasır’ın ilk demeci kralın ülkeyi bir an evvel termesi yönünde olur. Kral sabaha karşı el-Mahruse isimli bir gemi ile ülkeyi terk eder. Darbenin hemen ardından yaklaşık bir saat içinde başkent Kahire’deki yönetimi sağlayan “Hür Subaylar Örgütü”nün ve Abdulnasır’ın ilk icraatı toprak reformunu gerçekleştirmek olur. Zira yaklaşık iki binlik yıllık bir aradan sonra ilk kez Mısırlıların yönetimine giren ülkedeki en büyük sorun, toprak mülkiyeti ve feodalite sorunudur. Zaten Abdulnasır devrim sonrası yazılarında da sürekli harekâtının feodaliteye karşı yapıldığını söylemektedir. Reform ile toprak mülkiyetine sınırlama getirilir ve kişilerin elinde toplanmış olan fazla toprak devlet eliyle fellahlara dağıtılır.
Nasır, devrim sonrası, Mısır’ın tek yönetici konumundaydı. Müslüman Kardeşler ve Mısır Komünist Partisi dışındaki eski ve siyasal tabandan yoksun partiler kapatılır. Ancak çok geçmeden Müslüman Kardeşler’in iktidardan pay kapmaya çalışmaları ve silahlı mücadele anlayışından geri atmamaları sorun yaratmaya başlamıştı. Ekim 1954’de Müslüman Kardeşler örgütünün Nasır’a suikast yapmaya çalışması, bardağı taşıran son damla olur. Müslüman Kardeşler partisi de, böylece kapatılır. “Hür Subaylar Örgütü”nün devrimi gerçekleştirirken belirli bir siyasal görüşü olduğunu söylemek zordur. Mısır Devrimi, genel anlamıyla anti-emperyalist, anti-feodal, milliyetçi, demokratik bir burjuva devrimidir. Daha sonraları Arap Sosyalizmi olarak nitelenecek Nasır politikaları dönem içinde, pratikte oluşacaktır.
54’te Sudan’ın Mısır’ın kendisiyle birleşme beklentisini aksine, İngiltere’den bağımsızlığını alması ardından da Suveyş Kanalı için İngiltere ile pazarlıkların yürütülmesi ile Nasır, uluslararası düzlemde de kendisini duyurmaya başlamıştı. Türkiye, Irak, Pakistan, İran ve İngiltere’nin kurduğu Bağdat Paktı’nı Ortadoğu’da emperyalizmin savunuculuğu yapmak olduğunu ileri süren Mısır, Yugoslavya ve Uzak Asya ülkeleri ile birlikte yeni bir blok kurmanın peşine düşer. Üçüncü Dünya yada Bağlantısızlar olarak tanımlanacak bu yeni blok, batılılar tarafından komünizmin oyununa gelmek olarak yorumlanacaktı elbette. İsrail’e karşı silahlanmak isteyen Nasır ABD yerine Sovyetlerden silah bulabilmesi elbette Nasır’ın batılılarla olan ilişkisini kesintiye uğratmıştır.
Nasır’ın en büyük ekonomik projesi olan Nil nehrine kurulacak baraj inşası için gereken finansmanı yine batılılar yerine Sovyetlerden bulması bir kez daha Mısır’a dikkatleri toplamaktaydı. Aynı yıl Mısır, resmen, komünist Çin’i tanımaktaydı. Nasır, batılıları çileden çıkarmaya niyetli gibiydi, en sonunda Süveyş Kanalı’nın millileştirileceğini ilan etti. Bu açıklama Mısır ile Batı Dünyası arasındaki iplerin kopmasına neden olacaktı. Mısır halkı ise Nasır’ın sadece bu söyleminden dahi etkilenmişti. Arap dünyası gözünü dikmiş, Nasır’ın oynadığı liderlik yarışından galip gelemeyeceğini merak ediyordu. Zaten şimdiden bir fenomen haline gelen ve bütün Arapların saygı beslediği Nasır giderek egemenlik alanını yükseltmeye niyetleniyordu.
26 Temmuz 1956’da Nasır’ın Süveyş’i millileştirme açıklamasından sonra batılı güçler ABD, İngiltere ve Fransa öncülüğünde Süveyş’i en çok kullanan 22 ülke bir araya gelmiş ve savaş kararı almışlardır. 29 Ekim’de İsrail Sina çölüne 5 Kasım’da ise İngiltere ve Fransa Port Said’e asker çıkarır. Nasır, çıkarmaların başlamasıyla birlikte, Emperyalizme, uzantısı olan Bağdat Paktı ve İsrail’e karşı savaş ilan eder. Çatışmalardan birkaç gün sonra Sovyetler’in nükleer savaş tehdidi işe yarar, batılı güçler geri adım atmak zorunda kalır. Mısır Süveyş’i alır, ülkedeki son kapitülasyon kalıntılarını yok edilir. İngiltere diğer Arap ülkelerinde kendisine karşı yürütülen protestoların ekonomik çıkarlarına getireceği yükten endişe eder, savaş ile birlikte Sterlin değer kaybetmeye başlamıştı bile, patlayan petrol boru hatları da cabası.
Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi mücadelesinden başarıyla çıkan Nasır, artık iyice Sovyet çizgisinde bir siyaset gütmeye başlar. Söylemlerinde, sosyalizmden, kooperatifçilikten, demokratikleşmeden ve planlı ekonomik kalkınmadan bahsetmeye başlar. Sigorta şirketleri, bankalar ve basın sırayla millileştirilir. Eğitim ve sağlık hizmetleri yaygınlaştırılır. Günlük çalışma saati yedi saate indirilir. Şirket karlarının dörtte biri işçiler arasında paylaştırılması şartı yasalaştırılır. Devlet eliyle planlı ekonomiye geçilir. Ekonomideki kamu ağırlığı giderek artırılır. Nasır içeride güttüğü bu toplumcu politikalar yanında dışta da Arapları bir bayrak altında toplamaya çalışıyordu. Emperyalistlerin çizdiği yapay Ortadoğu haritasına inanmayan Nasır, Suriye il 1 Şubat 1958’de birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kurar ve ilk cumhurbaşkanı olur. Ancak Suriye’de gerçekleştirilen gerici bir darbe Suriye’nin birlikten ayrılmasıyla sonuçlanır.
Nasır, 28 Eylül 1970’te ölümüne kadar ülkesini ve Ortadoğu halklarını etkilemeyi sürdürdü. Batılı emperyalistlerin zora dayalı üstünlüklerine meydan okudu, halkına ve Araplara birçok yenilikçi ortamı yaşattı. İslam ile sosyalizmi pratikte de olsa bir araya getirmeye çalıştı. Ardında bıraktığı iki büyük miras Arapları bir bayrak altında toplama ve İslam ile Sosyalizm’i birleştirme çabaları sonuçsuz ve takipsiz kaldı. Batının emperyalist gölgesi, Ortadoğu’nun kadim toprakları üzerinde dolaşmaya devam ediyor. Nasır gibi karizmatik bir liderin eksikliği, bugün, Ortadoğu’da en çok da Mısır’da her zaman olduğundan daha fazla hissediliyor.
[1] Fellah: Çoğunlukla topraksız köylü, ırk bakımından Arap olmayan, yerli Mısırlı halk.
Bir Bilimsel Sahtekarlık Olarak Piltdown Adamı Örneği
Bir Bilimsel Sahtekarlık Olarak Piltdown Adamı Örneği
18 Aralık 1912 günü İngiliz gazeteleri büyük manşetlerle yeryüzünün en büyük keşfini müjdeliyordu: “Kayıp Halka Bulundu – Darwin’in Teorisi Kanıtlandı” Charles Dawson’a ait kazı alanında bir işçinin rastlantı sonucu bulduğu kafatası aynı gün“Geological Society of London”da bilim çevrelerine ve dünya kamuoyuna büyük bir gururla açıklanır. İnsan ile primatlar arasında var olduğu ve Darwin’in teorisini kanıtlayacağı düşünülen en önemli buluntu böylece dünyaya duyurulmuş oluyordu. O gün bilinmeyen ise yüzyıl tamamlanmadan bu keşif tarihin gördüğü en büyük “bilimsel kandırmaca” olarak tarihe geçeceğiydi.
İngiltere Doğu Sussex’e bağlı Piltdown kasabasında yapılan kazı çalışmaları sonucu elde edilen ve bilimsel adı “Eoanthropus dawsoni” olan buluntu, bu adını kazıyı yapan Charles Dawson’dan alıyordu. Dawson buluşunu British Museum’da çalışan arkadaşı Sir Arthur Smith Woodward ile paylaşmış olsa da bu büyük bilimsel başarısının bütün kredisini kendisi toplamak istiyor ve çalışma alanında çıkardığı diğer parçacıkları bütünleştirdikçe öylelikle ortaya koyuyordu. Amatör bir arkeolog olarak böylesi büyük bir keşif ile adını bilim tarihine geçirmek istiyordu. Ancak bu kayıp halka ortaya çıkar çıkmaz büyük bir şaşkınlık yarattığı kadar kuşku da doğurmuştu. Hem bilim çevrelerinden hem de Darwin karşıtı muhafazakarlardan Evrim’in kayıp halkasına karşı eleştiriler yükselmişti.
Tartışmaların ortasında kuşkulu bilim insanları buluntu üzerine çalışmalar yapmak istemişlerdir. Zaten bilimin muhafazakarların bağnaz inançlarına göre sahip olduğu üstünlük de buradan kaynaklanmaktadır. Bilim her zaman kuşkuyla birlikte yürür. Hiçbir doğru doğmalaşmaz. Bulunan ve ortaya konan her veri bilimsel bir süzgeçten geçirilir. Sadece o bilimsel verinin sahibi değil, diğer kıskanç ve kuşkucu bilim insanları da verileri tekrar tekrar test eder. Hiçbir bilimsel bilgi ilk ortaya konulduğu gibi kalmaz. Aynı doğa gibi insanların da doğayı anlamlandırma çabası olan bilim de sürekli bir değişimin öznesidir. Bu değişim kuşkusuz bilimsel verilerin de sürekli olarak gözden geçirilmesiyle mümkün olacaktır. Dawson’un “Piltdown Adamı”nın da başına gelen bu olmuştur.
Kuşkuların iyice artmasıyla, zaten bulunduğu günden bu yana tam olarak kabul göremeyen, Piltdown adamı 21 Kasım 1953’te bilim insanları tarafından bütün yönleriyle araştırılmaya başlanır. Amaç Darwin’in teorisindeki kayıp halka olarak ortaya konulan ve dünya tarihini yeniden yazan bu kafatası incelemeye alınır. Bilim insanlarının kuşkucu yaklaşımı sonuç vermiştir. Çağın gelişen teknolojileriyle de yaş belirleme teknikleri ilerlemiştir. Yapılan test sonuçları kafatasının en geç 500 yaşında olduğu tespit edilir. Kayıp halkanın bu kadar genç olması düşünülemezdi. İşte o an Piltdown adamının tarihin gördüğü en büyük bilimsel kandırmaca olduğu anlaşılmıştır.
Piltdown adamının ortaya çıktığı dönem, kuşkusuz, bilim insanlarının evrimin eksik halkasını bulmak için birbiriyle yarıştığı bir çağdı. Yüzyıl öncesine göre değişen iletişim standartları, Batılıların Afrikalı ve Asyalı halklarla kurdukları sömürgelerin giderek haklılaştırılması çabaları zaten öteden beri kibirli olan beyaz insanların bilimsel gelişmişlikle iyiden iyiye kendilerini üstün görmeleriyle noktalanmıştı. Sosyal Darwinizm’in ilk yanlış uygulamalarının ortaya çıkmasıyla evrim teorisinin kanıtlanması pratiğin teorik altyapısının oluşturulması için elzem önem taşıyordu. Ancak yanlış güdülerle ortaya konan bu bilimsel eforun sonuçlarının da yanlış olacağı zamanla anlaşılacaktır.
Almanya ve Fransa’da ilk Neanderthal fosilleri yine aynı yıllarda bulunmuştu. İngiliz bilim insanları da çaresizce kendi ülkelerinde böyle bir buluntu yapma gayreti içindeydi. Hem kendi ülkelerinin de en az kıta Avrupa’sı kadar tarihi bir geçmişe sahip olduğunu ispatlamak hem de kendi bilimsel yeterliliklerini kanıtlamak amacıyla değim yerindeyse İngiliz anavatanını didiklemişlerdir. 1859’de Darwin teorisini yayınladığında büyük bir olay yaratmış hemen bu teorinin bilimsel verilerle desteklenmesi için test edilmeye başlanmıştı. Ancak girişilen bu arkeolojik yarışta yanlış güdülerin kimi çalışmaları yanlış yönlere sevk ettiği sonradan anlaşılmıştır.
Dawson da Sussex’teki çalışmalarını sürekli olarak Arthur Smith Woodward ile paylaşıyordu. Ancak Woodward’ın Dawson’u fazlasıyla cesaretlendirdiği ve saiklerini akıl süzgecinden yoksunlukla yönlendirdiği anlaşılmaktadır. Dawson yapacağı büyük keşfin arzusuyla dolup taşmaktadır. Dawson’un Woodward’ın cesaretlendirmesi ve yönlendirmesiyle dünyaya duyurduğu Piltdown adamı buluntusunu ortaya çıkar çıkmaz sorgulanmaya başlanmış olsa da 1913’de ikilinin yeni buldukları diş fosilleriyle buluntularını destekledikleri düşünülmüştür. Bulunan dişin bir maymun dişinden büyük ama insan dişinden küçük olması Piltdown adamının insan ile maymun arasındaki kayıp halka olması düşüncesini destekliyor deniliyordu.
Piltdown adamının böylece bilim çevrelerinde hak etmediği bir itibar kazandığı söylenebilir. Hatta öyle ki 20’li ve 30’lu yıllarda dünyanın başka yerlerinde yapılan kazılarında elde edilen başka kafatasları ve kemikler sırf Piltdown adamıyla örtüşmediği nedeniyle dikkatten çıkarılmıştır. Bilimsel düşünce için ne büyük bir yanılgı! Neyse ki bu yanlışın dönülmesi için geçen sürede bilim insanların kuşkularını artıracak daha fazla veriyle karşılaşılmıştır. Piltdown adamı nedeniyle göz ardı edilen bazı bulguların ise itibarları yüzyılın sonuna doğru iade edilmeye başlanmıştır.
Yeni geliştirilen ve henüz emekleme aşamasında olan Karbon tarihleme testlerinin aracılığı ile Piltdown adamının yaklaşık tarihlemesi yapılmaya çalışılır. 1949’da Dr. Kenneth Oakley ilk çalışmalarında Piltdown adamının tahmin edildiği kadar yaşlı olamayacağını söylemiştir. Ardından da Piltdown adamı üzerindeki dişlerden birisinin orangutana ait olduğu savı Joe Weiner ve Willfrid Le Gros tarafından ortaya atılır. Tartışmalar hızlanmıştır. Yaklaşık kırk yıldır evrime kanıt olarak ortaya konan ve bilim çevrelerince hak etmediği bir itibar beslenen Piltdown adamı yeniden kuşkuyla bakılır hale gelmiştir.
21 Kasım 1953’de fırtına artık su üstüne çıkmıştır. Weiner ve Oakley hemen bu aldatmacanın arkasındaki kişi yada kurumları ortaya çıkarmak için İngiltere’nin saygın bilim kuruluşu “Natural History Museum” tarafından desteklenen bir soruşturma başlatır. Kafatasını ortaya çıkaran amatör arkeolog Charles Dawson 1916’da ölmüştü ne yazık ki. Ancak yine de şüphelerin üzerine toplanmasından kurtulamamıştı. Soruşturma ilerledikçe Dawson’ın kuşku uyandıran kişiliği ve sahip olduğu bilimsel hırsı bilimsel raporlara ve gazete makalelerine yansımıştır. Yine de Weiner daha sonra yayınladığı “Piltdown Aldatmacısı” kitabında Dawson’ı doğrudan suçlamamıştır.
Bir diğer garip bağlantı ise İngiliz edebiyatının güçlü ismi, “Sherlock Holmes” ile büyük bir başarı kaydetmiş, kriminal kurgunun babası Sir Arthur Conan Boyle’un Charles Dawson ile aynı yerel arkeolojik kulübün üyesi olduğudur. Kendisi de amatör bir arkeolog olan ve romanlarındaki bilimsel derinlikle dikkat çeken, doktora sahibi Doyle, Piltdown adamı buluntusunun dünyaya açıklandığı yıl yayınladığı kitabı “The Lost World”de Amazonlarda yaşayan maymunsu insan tasvirlerine yer vermiştir. Bu tasvirlerin Piltdown adamı sahtekarlığına ilham verip vermediği de kuşkuludur.
Kuşkuların odaklandığı bir diğer isim ise Arthur Smith Woodward’tır. Woodward’ın fazla çalışmalarını ödüllendirdiği Martin Hamilton isimli teknisyenin gönüllü olarak Piltdown adamının kazı çalışmasına katıldığı tespit edilmiştir. Ayrıca Woodward’ın Dawson’la olan mektupları, Hinton’un müzeye kamyonlar dolusu kemik kalıntıları ile arkeolojik buluntu taşıması müzenin çalışma standartlarının da mercek altına alınmasına neden olmuştur. Bilimin çekici üstünlüğü de aslında buradan kaynaklanmaktadır. Kuşku altında kalan en ufak bir verinin dahi derinliklerine inilmesi ve sorunun kaynağının sonuna kadar araştırılması akıllarda daha fazla soru işareti kalmamasını sağlamaktadır.
Bugün Dawson’ın ortaya attığı Piltdown adamı sahtekârlığı bilim dünyasından tamamıyla temizlenmiştir. Bu, yalnızca hatalı bir vakanın bilgi yığınından arındırılması değildir. Bu kötü örneğin ortaya dökülmesiyle hem kurumsal bilim çevreleri kendi bilimsel süreçlerini yeniden gözden geçirmişler ve standartlarını yenilemişlerdir hem de bilim insanları insani güdülerini dizginlemeyi ve verilerini defalarca test etme alışkanlığı edimişlerdir. Aklın ve bilimin bize öğrettiği budur. Evrim teorisi bir kanıtını, bilimsel veriler ışığında, büyük bir cesaretle çöpe atmıştır. Evrimsel düşünce sistematiği bu temizlik ile güç yitirmemiş aksine daha güçlü ve daha bilimsel bir yapıya sahip olabilmiştir.
İnsanlık Tarihinin En Çok Doğru Bilinen Yanlışları "Evrim Teorisi Mitleri"
İnsanlık Tarihinin En Çok Doğru Bilinen Yanlışları "Evrim Teorisi Mitleri"
İnsanlık bilimsel verilerin kendisine sağladığı özgürlüğün ilk günlerinden bu yanan kendisini, içinde yaşadığı çevreyi ve geçmişini araştırmaya devam ediyor. Yaşamın kendisinin varlık sorunu bugüne kadar evrimsel biyologlardan, filozoflara, tarihçilerden çeşitli branşlardaki sosyal bilimcilere kadar herkesi ilgisini çekmiştir. İnsanlık yaratılış fikrinin rehavetinden kaçıp bilimin ve aklın iç karartıcı gerçeklerine yaklaştıkça daha büyük bir mücadele alanına çekilmiştir. Binlerce yıldır kendi yarattığı tanrıların buyunduruluğundan kurtulmasının kaynağında varlığının gizemini çözmek yatmaktadır.
Bilim insanlarının yüzlerce yıldır aklın ve bilimin ışığında birikimsel olarak inşa ettikleri Evrim Teorisi, insan gelişimini hiçe sayan kör bir bağnazlıkla batıl inanışlarına sarılan bir takım uhrevinin saldırısı altındadır. Metafiziğin insan merakını çeken gizemli yapısı bir yana bilinmeyenin yine bir başka bilinmeyenle açıklamak garabetine düşmeyen insanlığın ileri kuvveti bilim insanları bu mücadelelerinde ellerindeki tek "silah" olan akıllarını kullanmaya devam ediyorlar. Evrim Teorisi Darwin tarafından ortaya atıldıktan bu yana bir çok saldırıya uğradı, yalanlanmaya ve yanlışlanmaya çalışıldı. Ancak bilimin akılcı sorgulamaları ile yüzlerce yıldır test edilen ve geliştirilen Evrim Teorisi insanlık ailesi tarafından en çok "yanlış anlaşılan doğru" olarak haksız bir üne sahiptir. İşte evrim ile ilgili ortaya atılan 10 mit ve bilim insanlarınca bu mitlere verilen cevaplar.
1) Eğer İnsan Maymundan Geldiyse, Neden Günümüzdeki Maymunlar İnsana Evrim Geçirmiyor?
İnsanlar, Şempanzeler ve Maymunlar sadece uzak evrimsel kuzenlerdir. Biz insanlar, maymundan gelmiyoruz. Ancak maymunlarla insanların ne maymun ne de insan olan milyonlarca yıl önce yaşamış ortak bir atası vardır. Aslında, yedi milyon yıl içerisinde bir çık insansı canlı türü evrimleşmiştir. Bunlara örnek olarak Homo-Habilis, Homo-Erektus ve Homo-Neandertal verilebilir. Bu sayılanların tümünün nesli tükenmiş ve yeryüzünü biz ve diğer primatların paylaşması için terk etmişlerdir.
2) Fosil Kayıtlarında Evrimi Boşa Çıkaran Birçok Boşluk Vardır.
Tam aksine, birçok geçiş türüne ait fosil bulunmuştur. Mesela, bulunan erkek dönem fosil kuşlarından biri olan Archaeopterix’in sürüngen iskeletine ve tüye sahip bir geçiş türü olduğu tespit edilmiştir. Bugün bazı dinozor türünün kıl ve tüy taşıdıklarını anlaşılmıştır. Therapsidler denilen tür sürüngenler ile memeliler arasındaki bir evrimsel geçiş türüdür. Tiktaalik akciğer solunumu yapan balık türü ile amfibi canlılar arasında geçişi sağlamış nesli tükenmiş bir canlıdır. Bugün balinaların evrimsel gelişimi sırasında gözlenen en az altı geçi basamağı tespit edilmiştir. Yine insanların altı milyon yıl önce maymun ile aynı atadan ayrılıp evrimleşmesinden sonra nesli tükenen en az bir düzine kadar fosilleşmiş geçiş basamağı tespit edilmiştir.
Bir bitki yada hayvan türünün fosilleşmesi için gerekecek çok nadir şartların varlığı göz önüne alındığında oldukça yeterli fosil kanıtına sahibiz aslında. Bir fosil için en büyük sorun leşçilerin saldırısından kurtulmaktır. Bir canlı bedeninin ölümden sonra fosilleşmesi için öyle özel şartlarda gömülmesi gerekir ki günümüze kadar çürümeden saklanabilsin. Ve milyonlarca yıl sonra evrim-bilimcilerin keşfedilebilmesi için özel olarak saklandığı yerden bir takım coğrafi güçler tarafından yer yüzeyine yakın bir yere taşınsın. En sonunda da devasa bir gezegenin yüzeyinde küçücük fırça ve kürekleriyle evrime yeni kanıtlar arayan paleontologlar tarafından keşfedilip değerlendirilebilsin. Bir fosilin bulunması ve evrimsel olarak değerlendirilebilmesi için gereken bu çok nadir şartların bir araya gelmesi dahi göz önüne alındığında evrim için bulunan kanıtların değeri çok daha net anlaşılabilecektir.
3) Eğer Evrim Milyonlarca Yıl İçinde Gerçekleşmiş İse Fosiller Neden Çok Yavaş İlerleyen Değişimleri Göstermez?
Fosillerdeki ani değişimler evrimin çok yavaş ilerleyen bir süreç oluşunun aksini ispatlayan deliller değil, noktalamanın mevcut kanıtıdır. Canlılar zamanın büyük bir bölümünde evrim açısında durağandır ve bu nedenle bu durağan konumlara ait birçok fosili yeryüzüne bırakmışlardır. Bir canlıdan diğer bir canlıya değişim jeolojik zaman skalası elen alındığında göreceli olarak çok ani olarak yaşanmıştır ki bu işleme noktalama dengesi denilmektedir.
Bir canlı diğer bir canlıya ancak bir grup “kurucu” canlı türü atalarından ayrılıp kendilerini izole ederlerse dönüşebilmektedir. Bu yeni kurucu grubu, küçük ve bir arada kaldıkça göreceli olarak hızlı bir değişim geçirebilirler çünkü büyük gruplar genetik olarak daha durağandır. Canlılar arası geçişler öyle hızlı yaşanır ki ancak nadiren fosiller kayıt altında kalabilmiştir. Ancak bir kez yeni bir türe evrimleşildiğinde dahi, bireyler çokça bulunan fosillerde gözlemlenebilecek fenotiplerine uzun süreler korumaya devam ederler. Milyonlarca yıl sonra bu süreç fosillerin çok stabil olarak kayıtlanmasıyla sonuçlanabilmektedir. Noktalama ise bu dengeli durumların arasında bir yerde olmalıdır.
4) Kimse Evrimi Gerçekleşirken Görmemektedir.
Evrim, birçok bağımsız kanıtın götürdüğü yegâne kanıtın varlığını araştıran tarih biliminin ve/veya bilimsel tarihin bir parçasıdır. İnsanlığın uzun süredir aradığı bir soruya ulaştığı toptan bir yanıt bulma gayreti güden, birçok bilimsel alandan beslenen çok yönlü ve çok karmaşık bir bilim dalıdır. Jeoloji, Paleonteloji, Botanik, Zooloji, Bio-Coğrafya, Karşılaştırmalı Anatomi ve Fizik, Genetik, Moleküler Biyoloji, Gelişimsel Biyoloji, Nüfus Genetiği, Genom Dizilimi gibi birçok bilimin bulduğu kanıtlar yaşamın evrimleştiği yönündedir.
Yaratılışçılar ise ısrarla “Evrimi Kanıtlayan Tek Bir Fosil” talep etmektedir. Ancak Evrim yalnızca bir tek evrimle kanıtlanamaz. Fosil kayıtlarındaki değişimler ile canlılar üzerindeki değişimlerin ve canlılar arasındaki genetik, anatomik ve fiziksel yapılardaki değişimlerin, benzerliklerin ve farklıların karşılaştırılması ile bulunabilir. Aslına bakılacak olursa evrimi gözle görülebilir bir süreçtir; özellikle çok kısa süre üreme döngüleri olan bakteri ve virüsler gibi küçük canlılara uygulanan aşırı çevre baskıları sonucunda bu canlıların evrimleştiği gözlenmiştir.
5) Bilim Evrimin Rastgele Meydana Geldiğini İddia Etmektedir.
Doğal Seleksiyon hataları eleyerek ve doğrulayarak evrime hizmet etmektedir. Bunu daha iyi anlayabilmek için daktilo kullanabilen bir maymunu hayal edebiliriz. Bu maymun için Hamlet’in bir sonatının anlamlı 13 harfini bir araya getirebilmesi için 2613 vuruş denemesi yapması gerekmektedir. Bu rakam güneş sisteminin meydana gelişinden bu yana geçen saniyelerin 16 katına tekabül etmektedir. Deneyde eğer her doğru harf tutulup yanlış harf elenecek şekilde “olmak yada olmamak” sözcük grubunun İngilizcesi olan “to be or not to be” yazılması istenilseydi bunun rastlantısallığı 335 denemede gerçekleşebilecekti.
Ünlü Evrim Biyoloğu ve ateşli Ateist Richard Dawkins Evrimi şöyle tanımlamaktadır: “raslantısal mutasyonlar ve rastlantısal olmayan kümülatif seçilim”. Gerçekten de evrimin temelinde kümülatif seçilim yatmaktadır. Göz; tek bir ışığa duyarlı noktanın hücreye oradan da bir organa evrilmiştir. Göz’ün var olmasına giden yoldan bir çok yoldan bugün kompleks bir gözün ulaşmasıyla sonuçlanan yol rastlantısal olarak değilim bilinçli bir şekilde seçilmiştir. Doğada diğer yolları seçip daha basit gözümsü yapılarla sonuçlanan birçok organizmaya rastlanabilmektedir.
6) Sadece Akıllı Bir Tasarımcı Göz Gibi Karmaşık Bir Yapıyı Yaratabilir.
İnsan gözünün yapısı incelendiğinde görülecektir ki akıllı bir yaratıcının izine rastlanamaz. Gözün içindeki fotonlar, ışığın içinde yol aldığı kornea, lensler, saydam tabaka, iris, retina, kirpiksi cisim vb. tam tamına baş aşağı ve ters olarak evrimleşmiştir. Gözün beyindeki görmeyi sağlayan hücrelere sinir hücreleri tarafından anlamlandırılacak bilgiyi göndermeden önceden ters olarak algılamasının hiçbir mantıklı amacı yoktur. Akıllı bir zeka tarafından yaratılan gözün görmeyi sağlayacak hücrelere görüntüyü baş aşağı ve ters göndermemesi daha akıllıca olmaz mıydı? Bu “tasarım” ancak doğal seleksiyon ihtimaller ve eldeki veriler ile yapabileceği en muazzam yapıyı meydana getirmiş ise bir anlam ifade edebilir. Gözün meydana gelmesi akıllı bir tasarımcıdan çok evrimsel tarihin kat ettiği yolu göstermektedir.
7) Evrim Sadece Bir Teoridir!
Bilimin bütün branşları teoriler üzerine kuruludur ki bunlar denenebilir hipotezler ile onlara verilen destekleyici yada hipotezi çürütücü bilimsel gerçekler ile açıklanabilir. Bir teori ancak veriler ışığında tekrarlanan gözlemlerle desteklendikçe sağlıklı olarak nitelenebilir. Aksi takdirde başa dönülüp hipotez değiştirilir yada veriler o hipotezin kurulmasına neden olan veriler denetlenir. Doğmalar ve sorgulanamaz ilahi mesajlar bilimin konusunu oluşturmaz. Bu nedenle evrim teorisi eldeki veriler ışığında en akılcı cevap olarak yerini korumaktadır.
Evrim teorisi çürütüldüğü takdirde boşalttığı yeri yaratılışçı ilahi açıklamalar değil bir başka bilimsel teori alacaktır. Yaratılışçıların 1981 yılında ABD’deki Arkansas eyaletinde Evrim Teorisi yanından Yaratılışçılığın da derslerde okutulması için açtıkları bir davada Evrim Teorisinin bilimsel değeri bir mahkeme kararıyla tespit edilmiştir. Her ne kadar bir yargıcın onayı ile bir teorinin bilimsel olup olmadığına karar verilemeyeceği açık olsa da Yaratılışçıların büyük bir mücadele yürüttüğü ABD gibi bir ülkede alınmış böyle bir kararın değeri açıktır. Yargıç William Overton bir bilimsel teorinin bilimsel olup olmadığı konusunda şu kriterleri aramış ve Yaratılışçılığın bilimsel olmadığı için okullarda okutulmasına gerek olmadığını açıklamıştır:
- Doğa kanunlarına göre çalışmalıdır.
- Doğa kanunlarına dayanılarak açıklanabilir olmalıdır.
- Ampirik koşullara karşı denenebilir olmalıdır.
- Sonuçları test edilebilir olmalıdır.
- Denenebilir ve yanlışlanabilir olmalıdır.
Eğer bu şartları sağlayan evrimsel fosillerdeki verileri yanlışlayabilecek ve sizi Evrim Teorisinin genel kabullerinin aksine sonuçlara götürülebilecek fosillerle karşılaşırsanız Evrim Teorisini yanlışlayabilirsiniz. Ancak bugüne kadar kimse Evrim Teorisinin aksi sonuçlar doğuracak bilimsel kanıtlar bulmayı başaramadı.
İtibarını kaybetmiş bir takım eski hevesli evrimci yaratılışçıların hominid fosil buluşlarını görmezden geldiğini ve bazı seçme kötü aldatmaca ve hataları bilimin zayıflığı olarak göstermeye çalıştığını söylemektedir. Bu bilimsel ilerlemenin doğasını anlamamanın çok bariz örneğidir. Bilimsel bilginin birikimli ilerleyişini anlamak biraz da yetenek işidir. Bilimsel methodun kendi yanlışlarını ortaya çıkarma bilimin elindeki en güçlü dayanak noktasıdır. Bilim insanları hataya düşerler ve hatalarını test edip ortaya çıkarırlar ve bu hatalarını düzeltirler.
Bilimle uğraşanların aksine Yaratılışçılar ise ellerindeki verileri test etme gibi şansa sahip değillerdir. Doğru yada yanlış da olsa inandıkları şeyi inanmaya ve başka insanları da bu inanca çağırmağa devam ederler. Evrimin ve bilimin kendi içindeki hataları her zaman gözünde ve test edilmeye açıktır. Geçmişte yaşanan Piltdown Adamı, Nebraska Adamı Calaveras Adamı veya Hespero-pitbecus gibi bazı düzmece evrim kanıtları sonrada düzeltilmiştir. Ancak bilimin düştüğü bunlar gibi veya başka hatalar yine bilim insanları tarafından tespit edilmiş, test edilmiş ve ifşa edilmiştir. Yaratılışçılar sadece bilimin kendi hatalarını tespit ettiği noktalardan yine bilime saldırmayı sürdürmektedir. Hiçbir yaratılışçı cevap yoktur ki bilim açıklamakta güçlük çeksin.
9) Termodinamiğin İkinci Yasası Evrimin İmkansızlığı Göstermektedir.
Termodinamiğin ikinci kanunu ancak kapalı ve izole sistemlerde geçerlidir. Dünya gibi ortaya çıkışından bu yana güneşten gelen artan yada azalan ışınımlara maruz kalması içinde bulunduğumuz bio-coğrafik sistemin entorpiye maruz kalmasına neden olmaktadır. Ve bu açık ve entropisi evrensel etkilerle dönemsel salınımlar yapan sistemin içinde evrilen yaşam doğa yasalarının ihlal edildiği şartlarda ortaya çıkmaz. Güneş ışıldamaya devam ettikçe dünya üzerindeki yaşam sürmeye ve evrimleşmeye devam edecektir. Termodinamiğin ikinci kanuna aykırı durumlar aslında günlük yaşamımızın her yerindedir. Mesela paslanmayı geciktiren araba boyaları yada ocak gibi bir ısıtıcı üzerinde yemek yapmak gibi. Bütün bunlar Termodinamiğin ikinci yasasında belirtilen entropinin devam ettiğinin göstergesidir. Ancak elbette ki Güneş bir gün ısı ve ışık kaynağı olmayı bırakıp söndüğünde, dünya üzerindeki yaşam bitecek ve Termodinamiğin ikinci yasasıyla tezat oluşturan yaşam entropisi de son bulacaktır.
10) Evrimi Ahlak, Etik, Doğru, Yanlış Gibi Sosyal Kavramların Doğasını açıklayamaz!
Bilinenin aksine insanlığın ahlak normları “Din” ile birlikte ortaya çıkmamıştır. Tek tanrılı bir din ile tanışmamış hatta sistematik bir inanç bütünü dahi ortaya koyamamış en ilkel insan topluluklarında dâhi insanlar doğru ve yanlış arasında seçim yapmış ve birbirlerini öldürmemeyi terci etmişlerdir. En temel etik norm olarak insanın kendi türüne karşı vahşet uygulaması olan hanibalizmin olduğu ilkel kabilelerde dahi bu davranış ancak kabile dışı diğer insan topluluklarına karşı yönelmiştir ki bu yönelişin sebebi kendi kabilesi dışındaki insan topluluklarının dar klan algısı sebebiyle insan olarak tanımlamamasıdır. Yani bir yaratıcı ortaya çıkıp insanlara nasıl davranacaklarını söylemeden çok önce insanlar kendi aralarında yaşamanın bir yolunu bulmuşlar, doğru davranışları ödüllendirip yanlış davranışları cezalandırmayı öğrenmişlerdi.
Sadece insanlar değil, bilim insanların yaptığı gözlemlerle ortaya çıkmıştır ki primatlarda dahi ahlaki normlar gelişmiştir. Topluluk halinde yaşayan ve insanların memeliler arasındaki en yakın kuzenleri olan goril, şempanze ve maymunlar doğru ve yanlış davranışları tanımlanmış, ödül ve ceza mekanizması yordamıyla birlikte yaşamı mümkün kılmışlardır. Evrim göstermiştir ki Yalan, Zina ve Hırsızlığın yanlış olmasının nedeni bir yaratıcının yanan bir çalıyla dikta ettiği on emirde yer alması değil bu tür davranışların güvenilirlik, sadakat ve özel mülke saygı gibi değerler üzerine kurulu insan ilişlerini yıkmasıdır. İnsan ve bütün diğer sosyal primatlardan hiç birisinin ahlaki değerler olmadan hayatta kalması mümkün değildir. Sadece primatlar değil grup halinde yaşayan bütün canlılar arasında sosyalleşmelerinin sınırlarını belirleyen kuralların var olması yaşam ile ilgili sorularımızı yeniden şekillendirmemize neden olmalıdır.
Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...
-
Online Yıldızname Burcu Hesaplama 1. Yol: Arapça Harflerle Ebced Yöntemi Öncelikle "cinsiyet"inizi seçin ve aşağıdaki ...
-
Harflerin Enerjileri A-Z Alfabedeki bütün harflerin enerjileri ve anlamları. İsminizde bulunan, isminizin başladığı harflere göre ka...
-
1 / 24 1 AMAL'İ MÜCERREB-1 2 Bilinmeyen Yönleriyle Satanizm - Bulent Kısa 307 say...