23 Eylül 2018

MEFATİHUL KUNUZ Fİ İLMİ RUH...

MÜSTETABUL MENSUH

Gizli Kitaplardaki Gizli İlimler

Gizli Kitaplardaki Gizli İlimler 
 * Havas İlmi * Havas kitabı * Cifr * Ebced * Buni risalesi * Uzun Firdevsi Davetname * Cinler - İfritler - Melekler - Kutup denen idareciler Dünyanın muhtelif memleketlerinde bazı kütüphanelerde bazı el yazması gizli kitaplar halkın okumasına açık olmayıp Gizli kasalarda saklanmakta ve sadece araştırma yapmak isteyen veya( initié ) bilgisi yeterli olanlara özel izinle Okumaya verilmektedir. 
Yukarıda yazdığımız bu gizli kitaplardaki mevzularla ilgili olarak sırası ile sizlere bilgi vermeğe çalışacağız. 

Havvas İlmi : Havvas'ın Özü: Havas ilmi genel kanıdaki düşüncelere rağmen sadece harflerin ve sayıların, esmaların veya ayetlerin sırlarından, hikmetlerinden faydalanılarak çeşitli etkiler elde etmek için esmanın veya ayetin kendisi ya da vefki ve bunlara bağlı harf ve sayılar ile tılsımlar kullanılarak ve bu sistem üzerine kurulmuş basit bir ilim veya ilmin metodu değildir. 

Bu ilimlerin kendisine has özellikleri ve konuları vardır, bu ilmin kendisi ve lisanı evrenseldir. Bu ilimler ruh ve madde ile canlı ve cansız ile harfler ve rakamlar ile yıldız ve burçlar ile nebulalar ve galaksiler ile ses ve renk dalgaları ile kısaca kainatta daha genişi evrende her şeyle bağlantılıdır. Bu ilim asırlardır gelmiş geçmiş alimlerin ve ulemanın bir sır gibi gizlediği ve açıkça öğretmediği ve öğretmekten de çekindiği vebal altında kalmaktan korktuğu ilimlerdendir. 
Bu ilimler de başarılı olmanın ve zarar görmeden ilerlemenin bazı şart ve usulleri vardır. Havas ilmini bilmek ve öğrenmek için önceden bilinmesi gereken kurallar ve önemli noktaları sırası gelince özet olarak anlatmağa çalışacağız, ama bundan önce bilinmesi gereken bu ilim yıldızlar ilminden bilinen veya bilinmeyen sırlarla alemi semalardan gelmiştir. 
Bu ilim insanlardan önce yani arz oluşmazdan evvel ruhani alemlerde mele küt ve cinler aleminde bilinen ve kullanılan birçok gizlilikleri, esrarı ve acayipliği içinde gizlemiştir. 
Yaşamış olduğumuz bu maddi alemin yasaları ve fiziksel oluşumları manevi alemlerin etki ve yasalarıyla meydana gelmektedir. Bu ilmin kullanılışı melekler ve cinlerden sonra çok eski kavimler ve uygarlıklar tarafından kullanılmıştır bu manevi yasaları öğrenip etkilerine göre gerektiği şekilde uygulamışlardır. İnsanlar bu bilgileri çok çeşitli yollardan elde etmişlerdir. Hatta kimilerine göre mana aleminden gelen varlık veya varlıklar bazı insanlara bu ilmi ve kullanma metodunu öğretmişlerdir. 
Bu anlattığıma örnek; Bakara süresi 102. ayetinde olan Harut ve Marut isimli iki meleği örnek olarak verebiliriz. Gerek ruhani varlıklar veya cinlerin bildiği kelamlar, bizzat insanlar için indirilmiş kutsal kelamları veya esmaları gizlemek ya da rumuzlamak amacıyla çeşitli şekiller, çizgiler veya tılsımlardan oluşan birtakım sayılarla sembolleşen vefkler ve tılsımlar oluşturulmuştur. 
Bazen de sırf sayılar kullanılarak bu ilim de çok çeşitliliklerle beraber çelişkiler de görülmektedir. Zıtlık veya yanlışlıklar ise bu ilimler kaynağından öğrenilmeyip kolaycılık (Kopyacılık) yolu seçilmiştir. Günümüzdeki kitaplar da görülen veya kullanılan tılsımlar yanlış zaman veya yanlış mekanlar da şart ve kaidelerine riayet edilmeden yazılıp hazırlandığından yapılan bir işin çoğu zaman neticeye ulaşmadığını görürüz. 
Bir de işi karıştıran esas mesele bu tılsım, sembol veya yazıların ilahi isimler ve semboller olmayıp cinler, periler veya ruhani varlık isimlerinden olduğu ibarettir. 
Veya çok daha iyisi melek üt aleminden bir melek ismi olduğudur. 
Dikkat edilmesi gereken hususlardan biri de şudur: Tılsım yazarken eskilerin kullandıkları diller ve yazılar çok eski kavimlerin dillerine göre yazıldığı için günümüze gelene kadar bir çoğu unutulmuş bir çokları da tahribatlara uğratılmıştır. 

Bu uygarlıklara ve dillere örnek olarak Mu uygarlığı Atlantis kavimleri ve eski kipti ırkı ile eski İbranice,eski Süryanice ve eski Arapça nın bazı lehçeleri ve eski Mısır yazıları, lehçeleri ve alfabeleri ki; bugün bunların bir çoğu unutulmuştur. Ve daha sonra esma ve ayetlerin manevi etkisini kullanma halidir ki; bu da bazı şartlara bağlıdır... 

Bunlar da özet olarak esma ve ayetlerin anlam ve etkilerinin kudretini bilmektir. Bu halde kendi içinde guruplamaktır. Bunları da şöyle özetleyelim; esma veya ayetin bilinen anlamının yanında bir de batını (gizli) anlamları vardır. 
Bunlar etki olarak farklı sonuçlar verirler ve sen bilmelisin ki; Kur’an –ı Kerim’in anlamının anahtarını yüce Allah (c.c.) peygamberleri ve onun evliya kullarına ve rahmani olan meleklere lütfetmiştir.

 Şimdi bunu sana biraz daha açayım şöyle ki; sözleri ruhsuz bedenler olarak düşün yani cansız cesetlerin hali olarak işte bu cesetlere ruh vermek sözlerin insan dilinden kelam olarak çıkmasıdır. 

Ama bu çıkışın mertebeleri ve kudretleri farklı farklıdır. 

Buna da kelam ilmi derler. Eğer sen hakkıyla dilden çıkan sözlere ruh yüklersen bu durum mecazi anlamdadır. 
Bu yükleyişle onu kudretlendirebilirsen o kelamla amaçladığın etkiyi hemen elde edersin. 
Çünkü kudretlenmiş ruhlar yani yüklenmiş sözler etki sahibidirler ve etkileyici olmasının yanında etkileyicileri de harekete geçirendirler. 

Bu sırları sana biraz daha açayım bilmiş ol ki; bunların şekli ise iç içe girmiş daireler gibidirler. Yani dairelerden maksat sırların sırlarla örtülü olduğunu anlatmak istedim. Bir sır kapısını geçmekle mana alemine geçtiğini zannetme araladığın her sır kapısının ardından yeni bir sır kapısı karşına çıkacaktır. Bu sırlar aleminden geçiş süresince karşına çıkacak olan bir sürü engeller olacaktır. 
Bunları aşmanın yolu başta ihlas olmakla beraber kuvvetli bir iman yapısı irade ve teslimiyet gerektirmektedir. 

Bu geçeceğin sır kapılarını her araladığın da başka bir zaman ve boyuta geçeceksin. Tabi ki; sırları çözmekle bitiremezsin. Bu böylece devam eder gider. Bilmen gereken bilgi sorumluluk yükler ve gizli sırlar insana her zaman mutluluk vermez. 

Bu hal vefk ilminde görülür. Şöyle ki; nasıl harf üzere tertip olan vefkler nesneye ve cesede, sayı ile tertip olan vefkler ise ruha ve ervaha, karma olanlar ise her ikisine de etki ederse bu daireler de iç içe her hali kapsar ve halden hale geçirtir. 


Hal diliyle sana sırları tabir eyler her ilimden birer nebze tattırır. 

Bilmiş ol ki; rakamların, vefklerin ve çizgilerin ya da tılsımların ki; bunlar da harf ve rakamdır. 
Bunların da kendilerine özgü incelikleri ve hassaları vardır. 
Bunların da cümlesinin sırları sırlarla gizlidir. Yani özün özünden gelir. Bunların ve cümlesinin şifa, sevgi, nefret, hikmet ve kahriye v.s. ile ilgisi bu türden etkilerledir. 

İşte sana anlatılan bu havas ilminin özü dediğimiz halin de hali dediğimiz sırlarla örtülü sırlar dediğimiz hikmet ve ilim ve marifet ile ervahın ve büyük zatların öğrenilen ve öğretilen esma ve ayetlerle harflerin, sayıların, burçların, yıldızların, maddelerin, bitkilerin, hayvanların, canlı ve cansız nesneler üzerinde etkileriyle insanlar üzerinde dahi nebat ve hayvanata karşı şifa ve sevgi, nefret ile hassalarını inceler ve ayrıca öz olan ilim de; mevsimlerin belli mekanların, kara parçalarının, denizlerin ve ruhani alemlerdeki varlıkların, cinlerin, perilerin ve meleklerin etkili güçlerini ve ilahi bazı güç ve kudretlerin rica yada minnet edilerek şifa, sevgi ve nefret etkisi ile ve bunun dışında kalan halleri elde etmek için öğrenilen hallerdir. 

Bu ilimler de bir de ebced ile başlayıp cifir ile devam eden ve ismi harf ilmi olarak bilinen ledün ilmi ve hal ilmi ile birleşen ve bunların tamamının özünü kapsayan özün özü dediğimiz sözün sırrı gelir. Ehli isen dinle marifetten hikmet eyle velakkin bu anlatacaklarım öyle kişiler içindir ki; onlar anlatacaklarımızı anlar ve de hakkıyla uygular. Bu yazdıklarımızı kavramaya çalış basit bir ilimmiş gibi yırtıp atma anlatacağım şeyleri anlatmam tabi ki olanaksız. 

Çünkü boynumuzda vebal olur,anlayan olur anlamayan olur, nasihate uyan olur uymayan olur, ehli olana kapalı kapı yoktur, kalbi saim olana rumuza gerek yoktur. Bu anlatacağımız olayların gerçekleşmesi ile değil olayların olacağı zamanların yaklaşmasıyla anlayacaksınız. Biz bu imajları ve manaları sisle kaplı bir vadiye dağıttık ama bu gerçekleri ruhsal saflığa ve hikmete ve marifete ulaşmış mütevazi insanlardan saklamadık hatta açıkça anlattık. Hele nur yüzlü insanlardan hiç saklamadık. 

Yüzünde nur olanın kalbinde hikmet pınarları vardır.Kalbe akan ilhamlar beyinde inkişaf eder, ruhunda ilim deryasına dönüşür. Sen o derya da bir gemi aklın ve vicdanın da kaptanın olur ve bunlar ruhun da ve ruhun da Ruh’u Sultan’da son bulur. Kendine kaptan yaparsan nefsini yolculuğun ve seyrin Şeytan ile birlikte yok olur. 

Cifr : Gayb. Ebced Hesabı - Cifr Hesabı Şifreler Gelecekten Haberler Dinlerde Kutsal Kitaplarda Şifre kullanmak Yahudilik ve Hıristiyanlık Dinlerinde uygulanan bir usuldür.. 
İslam' da Kur' an da şifre veya gizli herhangi bir Kehanet diyebileceğimiz saklanmış bilgi yoktur. Kur'an-ı Kerim insanları bilgiye sevk etmek için gönderilmiş bir kitaptır. Onda şifre, rumûz gibi gizli şeyler aramak gelecekten haberler çıkarmak Kur'an-ın ana gayesine ters düşmektedir. Son zamanlarda bir moda haline gelen Kur'an-ın şifresini çözmek ve ileriden (gayb) uydurma haberler vermek sadece Para ve Şöhret sahibi olabilmek için bazı yazar geçinenlerin uydurmalarıdır. 

Yahudilik ve Hıristiyanlık' ta kullanılan ve Kabalistik hareketin öncülüğünde Tevrat' ın batıl bir yorumu olan Zohar' da Harflerin sırlarına dayanan bir ilimden söz edilmekte ve bu Kabalistlerin en önemli kitaplarından biri olan Sepher Yetzirad' da izah edilmiştir (Bir sonraki bölümde anlatacağız). 

Musa' nın yakınlarına öğrettiği "ilmi esrar" ve Hıristiyan Din Kültüründe Augustinius gibi dini önderlerin yazılarında "Cifr" ilmi ne dair bir çok örnek gösterilmiştir. 
İslam da bu tür iddialar ilk defa Şii çevrelerde ortaya atılmış ve Hz. Ali' nin Kur'an-ın batınî manalarını Hz. Muhammet' den öğrenmiş ve insanların ihtiyacı olan bütün bilgileri kuzu veya oğlak derisine yazarak El - Cefr ve El - Câmia adlı iki eser ortaya çıkarmıştır. 

Ve yine iddialara göre bu kitaplarda yazılı bilgilerle Bütün eski peygamberlere verilen gizli bilgiler ile kıyamete kadar olan sürede meydana gelecek hadiseler burada belirtilmekte ve bunlara karşı alınacak çözümlerde yazılmıştır. Ancak bu bilgileri Ehli - beyt dediğimiz alim ve ileri gelen imamlar çözebilecek Rumûz ve şifrelerle doludur. 

Oysa Hz Ali "Kim bizim okuduğumuz Kitab' ın ve şu sahifenin dışında bir şey olduğunu iddia ederse Yalan söylemiştir." 
Mevzubahis sahifede de zekat ve diyet hükümleri nin yazılı olduğu söylenir. Diğer bazı Şii kaynaklara göre yukarıda belirtilen kitapları yazarak 
Cifr ilmini kuran Cafer-i Sadık' dır. 
Cafer'in talebesi olan sonradan İslam adet ve kurallarının dışına çıkıp kendini Tanrılaştıran ve Şianın İsmailiyye kolunu kuran Ebu'l-Hattâb El - Esedi bu kitabı temel olarak kabul etmiştir. 
Cifr İlmi ve Ebced İlmi Cifr ilmi ile Ebced ilmi arasındaki en büyük fark Ebced gerçekleşmiş olanın Cifr ise gerçekleşmesi muhtemel olanın ilmidir. Cifr ilmine göre varlıklarla harfler arasında gizli bir ilişki vardır. 

Arap alfabesini meydana getiren 28 harf şemsi ve kameri olmak üzere ikiye; Ebced' eki sıraya göre ilk yedisi ateş, ikinci Yedisi hava. Üçüncü yedisi su ve dördüncü yedisi ise toprak olmak üzere dörde ayrılır. 
Harflerin kullanışı onlara verilen bu manalara göre değerlendirilir. 
Yine ebced sıralamasına göre bu harflere sayısal değerler verilir. 
Ve bu sayılara verilen rumûzlar la olan ilişkilerini manalandırırlar. 

Daha sonra Muhyiddin ibn Arabi harflerle varlıklar arasında sıkı bir ilişki olduğunu söylemiş ve harflerin sırlarına Vakıf olan kimsenin istikbalde vuku bulacak bütün olayları keşfedebileceğini belirterek El Futuhatu' l Mekkiye adlı eserinde harflerin değerlerine geniş yer ayırmıştır. 

Önce şunu belirtelim ki sayılara ve harflere belli birtakım manalar yükleyerek bunlarla olaylar arasında irtibat kurmayı amaçlayan Cifr ilmiyle ülkemizde ileri sürülen "kuranın şifresi" nin hiçbir alakası yoktur. 

Cifr ilminde beli prensiplere riayet edilip beli kurallara uyularak hareket edilirken Kuranın Şifresi komedisi bir Şarlatanlık tan başka bir şey değildir. Zira ne bir kural nede bir prensip vardır. Ve amaca erişmek için her türlü sahtecilik yapılmaktadır. Neticede Kur'an insanları bilgiye vakıf etmek için gönderilmiş Bir kitaptır onun içine gizli manada bazı sırlar saklamanın manası ne olabilir ki; ayrıca Peygamberimiz hakkında Kur'anda "O gayba ait haberlerde cimrillik etmez" (intifar 24) denmiştir. 

Yani Peygemberimiz (gayb) gelecek veya gizli olan kayıp olan manasında ne biliyorsa cimrilik (saklamak) etmeden onu halkına haber vermiş olması gerekirdi. Zira onun vazifesi Kur'anı ümmete açıklayıp izah etmektir" Tür: Harfin Türkçe telafuzu ve yazılışı Arap: Harfin arapça yazılışı ve okunuşu Değer: Harfin Ebced' e göre değeri Bu Hesap yöntemi çok eski tarihlere kadar uzanan ve daha henüz Kuran indirilmeden önce kullanımı çok yaygın olan bir yazım şeklidir. Arap tarihinde geçen bütün hadiseler harflere rakam değeri verilerek yazılırdı ve böylece olayın geçtiği tarih te kayda alınırdı.Bu tarihler her kullanılan harfin özel rakam değerlerinin toplanmasıyla elde ediliyordu. Ebced Hesabı diye adlandırılan bu ilme göre "ebced, hevvez, hutti, kelemen" kelimelerinde ilk harfin değeri bir, ikinci harfin değeri iki şeklinde onuncuya kadar harflerin değeri birer birer artırılır. 

Onuncu harften itibaren sırasıyla harfler onar onar artırılır, Yüz değerini taşıyan harften itibaren de her harfin değeri Yüzer yüzer artırılır, Böylece son harf bin değerindedir. Zamanla ayrı ayrı harfler rumûz gibi kullanılırak bunlardan mana çıkarma alışkanlığı doğdu ve bu suretle "İlmu'Cefr" tabiri "İlmu'l - Huruf" manasında kullanılmağa başlandı. 

Allah, hiçbir kimseye gaybden haber verme hususunda ilmi bir yetenek vermemiştir. Peygamberimizin dediği gibi "Gaybın anahtarı beştir. Onları ancak Allah bilir" (lokman 34), 

"Kıyametin ilmi Allah katındadır. Yağmuru o indirir. Rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse nerede öleceğini bilmez." Bu 5 husus mutlak Gayb'dır. Ve bunu Allah haricinde kimse bilemez. Allah tarafından gayb'ı bilme kudreti Peygamberlere ve bazı din Alimlerine verilmiş bir özeliktir. 

Hz. İsa "Ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Çamurdan kuş şeklinde bir şey yaparım, ona üflerim, Allah' ın izniyle hemen kuş oluverir" Kur'an-dan Hz. Yusuf dedi ki: "Size rızk olarak verilen yemek size gelmeden önce onu size haber veririm. Bu Rabbin bana öğrettiği şeylerdendir". 

Hz Musa ve Hızır da gaybi bilgiye muttali olanlardandı (Kur'an Kehf 65-82) Cifr'i ve Gaybı bilmeye dair hiçbir emin dayanak yoktur. Eğer böyle bir şey olsaydı bu elbette gelişir ve herkes bunu öğrenirdi. Allah hiç kimseye gaybdan haber verme husussunda bir ilim ve yetenek vermemiştir. Yalnız bazı Peygamberlere bazı özelikler tanımıştır. Araştırmacı ve din alimleri "Cümmel esabî" diye adlandırılan Cifr hesabına karşı çıkmışlardır. 

Ebced Hesabı : "Ebced" kelimesi, Arap alfabesindeki harflerin kolay ezberlenebilmesi için, harflerin birleştirilmesiyle meydana gelen 8 anlamsız kelimenin ilkidir. Ebced, ilk kelimenin adı olduğu gibi, aynı zamanda diğer kelimelerin tümünün de adıdır. 

Yani ebced, eski alfabeye verilen addır. "Abcad, ebicad, ebiced ve abucad" da denmesine rağmen tutunmuş şekli ebcedir. 8 anlamsız kelime soldan sağa doğru şöyle sıralanır: Ebced, Hevvez, Hutti, Kelemen, Sa'fas, Karaşet, Sehaz ve Zazağ. Son kelime "Zazığlen" veya "Zazağlen" şeklinde de okunmuştur. Ebcedin menşei hakkında çok şeyler söylenmiştir. Bunların pek çoğu rivayetlerden oluşmaktadır. 

Alfabeyi oluşturan 8 kelimenin ilk 6'sının Medyen ülkesinin krallarının adları olduğu; 6 şeytanın adı olduğu; haftanın günlerinin her birinin adı olduğu; ilâhî isimlerin baş harfleri olduğu; Hz. Adem 'in cennetten kovuluşunun evreleri olduğu; İlâhî emirleri ve yasakları verdiği; Pers hükümdarı Sâbûr'un çocuklarının adları olduğu vs. gibi birbirinden farklı rivayet ve yorumlara konuyla ilgili kaynaklarda sıkça rastlanmaktadır. Bunun yanı sıra ebcedi dinî motiflerle açıklayan kaynaklar da vardır. 

Ebcedin en büyük özelliği "Ebced hesabı" adı verilen bir işlemde kullanılmasıdır. Buna göre, ebced ifadesindeki her harfin bir sayı değeri vardır ve bu değerlerden istifadeyle bir çok konuda pek çok işlemler yapılmıştır. İşte bunların her birine bu hesabın adı verilir. Ebced alfabe düzeninin harfleri 1'den 9'a, 10'dan 90'a, 100'den 1000'e doğru numaralandırılır. 

Ayrıca bu alfabede gözükmeyen "pe" harfi "be " gibi, "çe" harfi de "cim" gibi kabul edilerek onların sayı değerlerini alır.Eskilerin "hisâb el-cümel" dedikleri, ebced hesabının 4 çeşidi vardır: "Büyük", "en büyük", "küçük" ve "en küçük" ebced hesabı. Yukarıdaki tablo, eskiden büyük ebced (cümel-i kebîr) olarak ele alınmış, ama bugün küçük ebced (cümelsağir) olarak değerlendirilmektedir.

Kullanıldığı Yerler Ebced alfabe düzeninde her bir harfin bir rakama tekâbül etmesi keyfiyeti, Türk-İslâm kültüründe, hemen hemen her sahaya yayılan bir kullanımı ortaya koymuştur. Rakamla ifâde edilecek şeyler yazıyla, yazıyla ifâde edilecek şeyler de rakamla sembolize edilir olmuştur. Kullanıldığı yerler kısaca şöyle sıralanabilir: Günlük ihtiyaçlarda : Özel notlar ve ticarî ilişkilerde kullanılmıştır. Meselâ: 100 akçe alacağı olan birisi alacaklı olduğu kişiye bir kağıt üzerinde bir kaf harfi yazıp gönderince hem alacağını istemiş, hem de konuyu aracıdan saklamış oluyordu. İsim sembolü olarak : İki veya daha fazla kelimenin sayı değerlerinin aynı olmasından istifadeyle birini söylemekle diğeri kastedilmiş kabul edilerek halk arasında kullanıla gelmiştir. 

Meselâ: "Muhammed" kelimesi 92'dir. "Aman' kelimesi de 92'dir. "Mevlevî" kelimesi de 92' ettiğinden bu kavramlar arasında bir alaka kurulmuştur. En meşhurlarından biri şudur : Aman lafzı senin ism-i şerîfinle müsavidir Anınçin aşıkın zikri amandır ya Resulullah .Keza bu konuda ilim = amel = say kelimelerinin sayı değeri 140'dır. 

Hem sayı değeri itibariyle hem de anlamca aralarında bir irtibat vardır. Hilâl, lâle ve Allah lafzı da sayı değeri bakımından 66 etmektedir. Bu husustan dolayı kültürümüzde hilâl ve lâleye daha özel bir yer verilmiştir. Çocuğa isim verilirken : Doğum tarihinin bir kelime veya bir, iki isimle belirlenmesidir. Hangi isimler çocuğun doğduğu seneyi ebced hesabıyla verirse, o isimlerden biri çocuğa verilmiştir. Meselâ: H. 1311'de doğan çocuğa "Mahmud Bahtiyar", "Süleyman Hurşid", "Yusuf Mazhari', "Ömer Rıza" ve "Recep Servet" gibi isimlerden biri verilebilir. 

Çünkü bunların her biri 1311 etmektedir. Kitap ve Makalelerde : Eskiden kitapların önsöz, giriş, takdim sayfaları ile numara almayan sayfalar hep ebced alfabesine göre numaralandırılmıştır. Kitapların ay ve sene kayıtları, yazı bölümleri ve madde başlıkları hep ebced düzenine göre tanzim edilmiştir. Resmi devlet kayıtlarında : Devlet arşivlerinde yer alan birçok resmî belgeler, tutanaklar, fezleke ve mazbatalar, tarihler başta olmak üzere vak'anüvis kayıtları, vakıf kayıtları ile sayım ve envanter hesapları hep bu hesaba göre tanzim edilmiştir. İlimlerde : Fizik, matematik, geometri ve astronomide sıkça kullanılmıştır. 

"Sa'fas" kelimesinin harfleri kullanılmıştır. Astronomide büyük rakamlar "ğayn" harfinin birkaç tekrarı ile de sağlanabilmiştir. Ebced hesabı, musikide de kullanılmıştır. Buna göre sesler ve perdeleri ebced alfabe düzeninden istifade edilerek oluşturulan bir "ebced notası" ile belirlenmiştir. Bu hesabın en çok kullanıldığı yerlerden biri hiç şüphesiz mimarlık tır. Özellikle Mimar Sinan, eserlerinde, boyutların modüler düzeninde çok sık kullanılmıştır. Temeli İslâmi kavramlardan oluşan bu hususa birkaç misal verelim: Süleymaniye’de zeminden kubbe üzengi seviyesi 45, kubbe alemi 66 arşın yüksekliktedir. 

Ebced'e göre "Âdem' 45, "Allah" lafzı da 66 etmektedir. Yine Selimiye'de de kubbeyi taşıyan 8 ayağın merkezlerinden geçen dairenin çapı 45 arşındır. Kubbe kenarı zeminden 45, minare alemi buradan itibaren 66 arşındır. Süleymaniye ve Selimiye'nin görünen silüetleri 92 arşındır ki, bu da "Muhammed" kelimesinin karşılığıdır. 

Cifr ve Vefk ilimlerinde : Ebced hesabı ayrıca cifr, vefk gibi ilimlerde, astrolojide, define aramada da kullanılmıştır. Tasavvuf ve Din ilimlerinde : Ebced hesabının tasavvuf ve din ilimlerinde kullanıldığına şahit olmaktayız. Özellikle "Kelime-i Tevhid" veya "Esmâ-i Hüsn"a"dan bir ismin kaç aded zikr edileceği ebced tablosuna göre tayin edilir. Kur'an tefsirlerinde ve hatta Kadir gecesinin tayininde de ebcedin kullanıldığını bilmekteyiz. Tarih düşürmede : Ebced hesabının en fazla en fazla kullanıldığı yer hiç şüphesiz tarih düşürmedir. Bunun için o olayın tarihini verecek ustalıklı bir kelime veya mısra söylenir ki, hesaplandığında o olayın tarihi ortaya çıkar. İşte "tarih düşürme sanatı" adı verilen bu sanat divan edebiyatı boyunca kullanılmış ve bütün kültür varlıklarımızın kitabelerinde yer almıştır. Eski ve gelecek olayların tarihlerini bulmada : Özellikle Kuran-ı Kerim ve hadislerden yapılan çalışmalarla geçmiş ve gelecek olaylara ait tahminler yapılmıştır. 

İstanbulun Fethinin "beldetun tayyibetun..." cümlesinden çıkartılması gibi. Bediüzzaman said-i Nursi'nin Sikke-i Tasdik-i Ğaybi adlı eserinde bununla ilgili çok sayıda örnek bulunmaktadır. HZ. HIZIR’dan HZ. MEHDİ’ye Ledün İlmi Sahibi Elçiler Allah, kimi zaman elçilerini, inkar edenlerin ve müşriklerin tuzaklarından korumak, kimi zaman da insanların imanına vesile olması için bazı peygamberlerine mucizeler lütfetmiştir. Kuran-ı Kerim'de, Allah'ın mucizelerle desteklediği peygamberlerin hayatları ve tebliğleri detaylı olarak haber verilmiştir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. İbrahim ve Hz. İsa, Rabbimiz'in mucizeler bahşettiği mübarek elçilerinden bazılarıdır. Hz. İsa'nın beşikteyken konuşması, Hz. Musa'nın asasıyla denizi ikiye ayırması bu mucizelerden bazılarıdır. Allah'ın peygamberlere lütfettiği mucizelerin yanı sıra elçilerine ve bazı mümin kimselere vermiş olduğu farklı ilimler de söz konusudur. 

Örneğin Peygamberimiz (sav)'in sahip olduğu gayb bilgileri (Rum Suresi, 1-4), Hz. Lut'un (Enbiya Suresi, 74), Hz. Zülkarneyn'in (Kehf Suresi, 91), Hz. Süleyman ve Hz. Davud'un (Neml Suresi, 16-17), Hz. İsa'nın (Al-i İmran Suresi, 49), Hz. Yusuf'un (Yusuf Suresi, 21), Hz. Yakup'un (Yusuf Suresi, 68), Hz. Musa'nın (Kasas Suresi, 14) ve Hz. Hızır'ın (Kehf Suresi, 65)

 (Kuran'da bu isim geçmemekte, ancak hadislerde bu mübarek kişinin Hz. Hızır olduğu bildirilmektedir) sahip oldukları ilimlerle ilgili olarak Kuran'da çeşitli bilgiler verilmektedir. Bunlar, diğer insanlardan farklı olarak, Allah'ın seçtiği kullarına lütfettiği ilimlerdir. Burada öncelikle vurgulanması gereken, tüm ilimlerin sahibinin Yüce Allah olduğu ve bu ilimlerden dilediği kadarını dilediği kullarına öğrettiğidir. Bir kimsenin herhangi bir ilme sahip olması kendisinden değildir; Allah'ın o kişiye kaderinde bir ilim lütfetmesinin sonucudur. 

Meleklerin, ayette haber verilen "Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Bakara Suresi, 32) şeklindeki sözleri, bu gerçeği açık şekilde ifade etmektedir. Yüce Allah, Kuran'ın birçok ayetinde peygamberlerine ve bazı elçilerine özel ilimler lütfettiğini bildirmektedir. Gayb bilgisi, ilm-i ledün, hikmet ve anlatım çarpıcılığı gibi üstün ilimleri dilediği kullarına veren Rabbimiz, bu rahmetiyle tüm hayatları boyunca olduğu gibi, tebliğleri süresince de elçilerini desteklemiştir. İlim Sahibi Elçiler: Hz. Süleyman'a verilen ilimler Allah'ın ilim verdiği peygamberlerden biri Hz. Süleyman'dır. Hz. Süleyman'a verilen ilimler arasında rüzgarların emrine verilmesi, cinleri ve şeytanları kontrol edebilmesi, karıncaların konuşmalarını anlaması, kuş dilini bilmesi gibi pek çoğu daha önce kimseye nasip olmayan üstün ilimler bulunmaktadır. 

Allah, rüzgarı, Hz. Süleyman'ın emrine vermiş ve çeşitli işlerinde bir araç olarak kullanmasına imkan sağlamıştır: "Süleyman için de, fırtına biçiminde esen rüzgara (boyun eğdirdik) ki, kendi emriyle, içinde bereketler kıldığımız yere akıp giderdi. Biz herşeyi bilenleriz." (Enbiya Suresi, 81) Kuşların Hz. Süleyman'ın hizmetine verilmiş olması ve kendisine kuşların konuşma dilinin öğretildiği ise ayetlerde şöyle haber verilmiştir: "Süleyman, Davud'a mirasçı oldu ve dedi ki: "Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize her şeyden (bol bir nimet) verildi. 

Gerçekten bu, apaçık bir üstünlüktür." Süleyman'a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı ve bunlar bölükler halinde dağıtıldı." (Neml Suresi, 16-17) Kuşların, diğer insanların duyamadığı özel bir dalga boyunda, kendilerine has bir konuşmaları vardır. Hz. Süleyman'a, bu özel frekanstaki konuşmayı anlayabilecek bir ilim verilmiştir. Bu, sebepler dahilinde teknolojik bir imkanla da olmuş olabilir. Hz. Süleyman, kuşların bu farklı frekanslardaki sesli iletişimini anlaması sayesinde onlara çeşitli emirler vermiş, kuşlar da onun bu emirlerini yerine getirmiş olabilirler. (En doğrusunu Allah bilir.) Hz. Süleyman kuşları kimi zaman haber taşımada, kimi zaman da istihbarat toplamada kullanmış ve bu şekilde çok önemli sonuçlar elde etmiştir. 

Bu ilim, onun diğer ülkelerle iletişimini kolaylaştırmış, çok zor ulaşılabilecek bölgelere rahatlıkla ulaşmasına imkan vermiştir. (En doğrusunu Allah bilir.) Allah'ın Hz. Süleyman'a lütfettiği bir diğer nimet de birtakım şeytan ve cinleri onun hizmetine vermesidir. Hz. Süleyman, emrine verilen cin ve şeytanları ordusunda, sanatsal çalışmalarında ve inşa faaliyetlerinde türlü görevler vererek kullanmıştır: "... Onun eli altında Rabbinin izniyle iş gören bir kısım cinler vardı..." (Sebe Suresi, 12) "... Onun için denizde dalgıçlık yapan ve bundan başka iş(ler) de gören şeytanlardan kimseleri de (emrine verdik)..." (Enbiya Suresi, 82) Hz. Süleyman bu dalgıç şeytanları çok farklı görevlerde hizmetinde kullanmış olabilir. 

Şeytanlar istihbarat ya da askeri amaçlı görevler almış olabilecekleri gibi, bilimsel görevler de yapmış olabilirler. Örneğin Hz. Süleyman onları deniz altındaki zenginliklerin işlenerek, insanların hizmetine sokulması için gerekli araştırmaların yapılması gibi görevlerde kullanmış olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Hz. Süleyman'ın emrine şeytanların verilmesi, ona Allah'tan çok büyük bir lütuftur. Çünkü Allah, şeytanı imtihan ortamının bir parçası olarak yaratmış ve ona bu amaç doğrultusunda –geçici bir süre için- çeşitli imkanlar ve özellikler vermiştir. Bu şekilde çeşitli bilgilere sahip olan bir varlığı emrinde bulundurmak, Hz. Süleyman'a hem diğer ülkelerle olan ilişkilerinde, hem de kendi ülkesini yönlendirmesinde çok büyük kolaylıklar sağlamış olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Allah, Hz. Süleyman'a büyük bir saltanat, benzeri görülmemiş bir zenginlik vermiş; üstün ilimler ile onu desteklemiştir. 

Hz. Süleyman da kendisine verilen zenginlik ve bu ilimler vesilesi ile büyük bir ordu ve güçlü bir devlet kurmuştur. Peygamberimiz (sav)'in hadislerinden, Hz. Süleyman'ın devletinin o dönemde yeryüzündeki en güçlü devlet olduğu anlaşılmaktadır. HZ. SÜLEYMAN’'ın Yanındaki Kitaptan İlmi Olan Kişi Kuran'da Hz. Süleyman kıssasında, Sebe Melikesi'nin tahtının bir anda göz açıp kapayıncaya kadar Hz. Süleyman'ın huzuruna getirildiği bildirilir. 

Ayetlerde, tahtı getirenin 'Hz. Süleyman'ın yanında kitaptan ilmi olan biri' olduğu haber verilir: "(Elçinin gitmesinden sonra Süleyman "Ey önde gelenler, onlar bana teslim olmuş (müslüman)lar olarak gelmeden önce, sizden kim onun tahtını bana getirebilir?" dedi. Cinlerden ifrit: "Sen daha makamından kalkmadan, ben onu sana getirebilirim, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim." dedi. Kendi yanında kitaptan ilmi olan biri dedi ki: "Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu sana getirebilirim." Derken (Süleyman) onu kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: "Bu Rabbimin fazlındandır, O'na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay gerçekleşti). 

Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiçbir şeye ve kimseye ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır." (Neml Suresi, 38-40) Dikkat edilirse, ayetlerde haber verilen bu kişinin 'madde nakli yapabilecek kadar' farklı bir ilme sahip olduğu görülmektedir. Taht, anında Hz. Süleyman'ın huzuruna getirilmektedir. Ayrıca Hz. Süleyman'ın bu olaydan sonraki sözleri, bunun Allah Katından verilen üstün bir ilimle gerçekleştirilmiş olağanüstü bir olay olduğunu göstermektedir. Bu kişi, kendisine ilim verilen bir mümin olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Hz. Davud'a Verilen Hikmet ve Anlatım Çarpıcılığı 

Yüce Allah, Hz. Süleyman gibi, Hz. Davud'a da birçok üstün ilim vermiştir. Hz. Süleyman'ın babası olan Hz. Davud, Allah'ın kendisine lütfettiği tüm gücü ve ilmi, Allah'ın emri olan İslam ahlakını en güzel şekilde tebliğ etmek ve bu yolla din ahlakını yaymak için kullanmıştır. Hz. Süleyman'a lütfedilmiş olan kuşların konuşma dili Hz. Davud'a da öğretilmiştir. (Neml Suresi, 16) Bu ilmin yanı sıra Hz. Davud kendisine verilen anlatım çarpıcılığı vesilesiyle, tebliği süresince Allah'ın izniyle en hikmetli konuşma üslubunu kullanmıştır. Hz. Davud'a verilen bu ilim Kuran'da şöyle bildirilmiştir: "Andolsun, Biz Davud'a Tarafımız'dan bir fazl (üstünlük) verdik. 

"Ey dağlar, onunla birlikte (Beni tesbih edip) yankıyla ses verin" (dedik) ve kuşlara da (aynısını emrettik). Ve ona demiri yumuşattık. "Geniş zırhlar yap, (onları) düzenli bir biçime sok ve hepiniz salih ameller yapın. Gerçekten Ben, sizin yaptıklarınızı görenim" (diye vahyettik)." (Sebe Suresi, 10-11) "Onun mülkünü güçlendirmiştik. Ona hikmet ve anlatım çarpıcılığını vermiştik." (Sad Suresi, 20) Hz. Hızır'a Lütfedilen İlim Allah'ın Kuran'da "ilim sahibi" olarak bildirdiği Hz. Hızır (Kuran'da bu isim geçmemekte ancak hadislerde bu kişinin Hz. Hızır olduğu bildirilmektedir), "İlm-i ledün" adı verilen ilmin sahibi mübarek bir şahıstır. Allah'ın seçtiği kişilere vermiş olduğu özel bir ilim olan "İlm-i ledün" (bir başka ifadeyle "ilm-i batın") sahibi kişiler, Allah'ın verdiği ilham ile gaybın bilgisine sahip olan özel kişilerdir. 

Rabbimiz'in takdir ettiği kadarıyla, olayların gidişatını ve gelecekteki sonuçlarını önceden bilir, buna göre hareket ederler. Konuyla ilgili bir ayet şu şekildedir: "Derken, Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve Tarafımız'dan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular." (Kehf Suresi, 65) Allah, Hz. Hızır'a Kendi Katından üstün bir ilim vermiştir. Kuran-ı Kerim'de Hz. Musa'nın Hz. Hızır ile buluştuğu, kendisiyle beraber bir yolculuğa çıktığı ve Rabbimiz'in Hz. Hızır'a vahyettiği ilimden faydalanmak istediği de detaylı olarak bildirilmiştir. (Kehf Suresi, 66) Hz. Hızır, Hz. Musa ile yolculuğa çıkmayı kabul ettikten sonra Hz. Musa'nın eğitimine vesile olacak birkaç olay yaşanmıştır. Hz. Musa, Hz. Hızır'ın sahip olduğu ilmi bilmemesi sebebiyle, Hz. Hızır'ın ilk anda hatalı ve garip gibi görünen bazı davranışlarını yadırgayarak ona bunların sebeplerini sormuş ve bazı yorumlarda bulunmuştur. 

Fakat ayrılacakları vakit Hz. Hızır'dan yaptıklarının asıl sebeplerini öğrenince, Hz. Hızır'ın bunları belirli hikmetlere yönelik olarak yaptığını anlamıştır. (Kehf Suresi, 78-82) Kuran'da Hz. Hızır'ın bu yolculuk sırasındaki davranışlarından biri şöyle bildirilir: "Böylece ikisi yola koyuldu. Nitekim bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Musa) Dedi ki: "İçindekilerini batırmak için mi onu deldin? Andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın."" (Kehf Suresi, 71) Bu olayda Hz. Hızır bir gemiyi delmiştir. 

Ancak bu gemiyi delmesinin çok önemli birkaç nedeni vardır. Kuran'da Hz. Hızır'ın bu davranışının sebebi de açıklanmaktadır: "Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı." (Kehf Suresi, 79) Hz. Hızır'ın bu davranışının hikmetlerini açıklamadan önce, onun merhametli karakteri üzerinde durmak gerekir. Hz. Hızır hemen yoksulların yardımına koşmuş, onların sıkıntı içine düşmelerini, zorba kimselerden zulüm görmelerini engellemek istemiştir. Bu hareketi onun, yoksul ve ihtiyaç içinde olanlara karşı şefkatli ve merhametli karakterini ortaya koymaktadır. Allah'ın Rahman ve Rahim sıfatları Hz. Hızır üzerinde yoğun bir şekilde tecelli etmektedir. 

Bu, müminleri inkarcılardan ayıran üstün bir özelliktir. Hz. Hızır'ın gemiyi delişinde de çok büyük bir akıl, feraset, basiret ve ileri görüşlülük hemen dikkati çekmektedir. Çünkü gemiyi makul ölçülerde ve tekrar tamir edildiğinde kolayca kullanılabilecek şekilde tahrip etmiştir. Böylece gemiyi gören kişi kusurlu zannedecek ve el koymaktan vazgeçecektir. Ancak zorba kişilerin mallarını gasp etme tehlikesi ortadan kalktıktan sonra gemi sahipleri gemiyi kolaylıkla yeniden tamir edip, kullanabilecek hale getireceklerdir. Yolculukları sırasında bunun gibi hikmetli birkaç olay daha yaşayan Hz. Musa, Hz. Hızır ile buluşmasında Allah'ın izniyle çok önemli ve hikmetli bir eğitim almış, Hz. Hızır'ın, üstün ve güçlü olan Yüce Rabbimiz'in dilemesiyle bazı gayb bilgilerine sahip özel bir insan olduğuna şahitlik etmiştir. 

Tüm bunların yanı sıra hadislerde, İslam alimlerinin çeşitli açıklamalarında ve İslam tarihi kaynaklarında, Hz. Hızır'ın dönem dönem peygamberlere ve Allah'ın salih kullarına yardımcı ve destekçi olduğuna yönelik bazı bilgiler de yer almaktadır. (En doğrusunu Allah bilir.) Hadislerde, İslam alimlerinin çeşitli açıklamalarında ve İslam tarihi kaynaklarında, Hz. Hızır'ın dönem dönem peygamberlere ve Allah'ın salih kullarına yardımcı ve destekçi olduğuna yönelik bazı bilgiler yer almaktadır. (En doğrusunu Allah bilir.) Hz. Yusuf ve Sözlerin Yorumu Kuran'da Hz. Yusuf ile ilgili birçok ayet bulunmakta, onun ihlas sahibi, güçlü, basiretli, seçkin, hayırlı bir kişi olduğu ve kendisine sözlerin yorumu öğretilerek ilim sahibi kılındığı bildirilmektedir. 

Hz. Yusuf'a lütfedilen ilim Kuran'da şöyle haber verilir: "…Ona sözlerin yorumundan (olan bir bilgiyi) öğrettik. Allah, emrinde galib olandır, ancak insanların çoğu bilmezler." (Yusuf Suresi, 21) Ayrıca sözlerin yorumunu öğretmenin yanı sıra Yüce Allah, erginlik çağına eriştiğinde Hz. Yusuf'a hüküm ve ilim de vermiştir: "Erginlik çağına erişince, kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte Biz, iyilik yapanları böyle ödüllendiririz." (Yusuf Suresi, 22) 

Ayette geçen "hüküm"den kasıt, hakim olma, Allah'ın kitabına uygun ve adaletli karar verebilme özelliğidir. İlim ise, kitabın bilgisi ya da öz bilgi diyebileceğimiz herşeyin iç yüzünün farkında olma bilgisi olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Kuran'da Hz. Yusuf'un kendisine öğretilen sözlerin yorumunu, bir iftira sonucu zindana atıldığında zindan arkadaşlarının rüyalarını yorumlarken kullandığı şu şekilde bildirilir: "Onunla birlikte iki genç de zindana girmişti. 

Biri: "Ben (rüyamda) kendimi şarap sıkıyorken gördüm." dedi. Öbürü: "Ben de kendimi başımın üstünde ekmek taşıyorken gördüm; kuş da ondan yemekteydi" dedi. "Bunun yorumundan bize haber ver. Doğrusu biz seni, iyilik yapanlardan görmekteyiz." (Yusuf Suresi 36) "Ey zindan arkadaşlarım, ikinizden biri efendisine şarap içirecek, diğeri ise asılacak, kuş onun başından yiyecek. İşte hakkında fetva istemekte olduğunuz iş (artık) olup bitmiştir." İkisinden kurtulacağını sandığı kişiye dedi ki: "Efendinin katında beni hatırla." Fakat şeytan, efendisine hatırlatmayı ona unutturdu, böylece daha nice yıllar (Yusuf) zindanda kaldı." (Yusuf Suresi, 41-42) Zindandaki bu iki kişiden kurtulan kişi, uzun yıllar sonra hükümdarın, gördüğü bir rüyanın yorumunu istemesi üzerine Hz. Yusuf'u hatırlamış ve bu rüyayı yorumlaması için ona gitmiştir. 

Bu olay üzerine Hz. Yusuf hükümdarın rüyasını yorumlamış ve Allah'ın lütfettiği bu ilim ve üstün ahlakı vesilesiyle zindandan kurtularak Mısır'ın hazinelerinin başına geçirilmiştir. Yüce Allah, erginlik çağına eriştiğinde Hz. Yusuf'a hüküm ve ilim vermiştir. "Hüküm"den kasıt, hakim olma, Allah'ın kitabına uygun ve adaletli karar verebilme özelliğidir. İlim ise, kitabın bilgisi ya da öz bilgi diyebileceğimiz herşeyin iç yüzünün farkında olma bilgisi olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Hz. Yakup'un Sahip Olduğu İlim Hz. Yakup, tevekkülü ve her an Allah'ı hatırlatan tavrı ile örnek olmuş kamil iman sahibi mübarek bir mümindir. Rabbimiz, "…

Gerçekten o (Hz. Yakup), kendisine öğrettiğimiz için bir ilim sahibiydi. Ancak insanların çoğu bilmezler." (Yusuf Suresi, 68) ayetiyle birçok elçisine olduğu gibi Hz. Yakup'a da Katından bir ilim verdiğini bildirmiştir. Kuran'da Hz. Yakup'un sahip olduğu ilimlerle ilgili olarak bildirilen örneklerden biri, yakın çevresi tarafından uzun yıllar önce öldüğü düşünüldüğü halde, Allah'ın kendisine verdiği ilim üzere oğlu Hz. Yusuf'un, yaşadığını bilmesidir. 

Bu durum ayetlerde şöyle bildirilir: "Oğullarım, gidin de Yusuf ile kardeşinden (duyarlı bir araştırmayla) bir haber getirin ve Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez." (Yusuf Suresi, 87) Hz. Yakup'un Hz. Yusuf'un yaşadığından bu derece emin olmasının bir nedeni Allah'ın kendisine vermiş olduğu özel bir ilim olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Nitekim Hz. Yusuf'un yanına, onun Hz. Yusuf olduğunu bilmeden giden ve daha sonra bunu öğrenen kardeşleri Hz. Yakup'a, Hz. Yusuf'un gönderdiği gömleği götürürler. 

Bu olay karşısında Hz. Yakup'un tavrı ayetlerde şöyle bildirilmiştir: "Bu gömleğimle gidin de, babamın yüzüne sürün. Gözü (yine) görür hale gelir. Bütün ailenizi de bana getirin." Kafile (Mısır'dan) ayrılmaya başladığı zaman, babaları dedi ki: "Eğer beni bunamış saymıyorsanız, inanın Yusuf'un kokusunu (burnumda tüter) buluyorum." "Allah adına, hayret" dediler. "Sen hala geçmişteki yanlışlığındasın." Müjdeci gelip de onu (gömleği) onun yüzüne sürdüğü zaman, gözü görür olarak (sağlığına) dönüverdi. (Yakup) Dedi ki: "Ben, size bilmediğinizi Allah'tan gerçekten biliyorum demedim mi?" (Yusuf Suresi, 93-96) Yukarıdaki ayetlerde bildirildiği gibi ailesi, Hz. Yakup'un oğluna olan hasretinden dolayı yanlış bir tavır içinde olduğunu zannetmiştir. Onların bu düşüncesinin hatırlattığı hikmetli bir ders vardır: Olayları sadece zahirine yani dış görünüşüne ve sebeplere göre değerlendirmek her zaman doğru olmayabilir. Çünkü Allah, Kuran'da kimi zaman özel olarak verilen ilimle yapılan hareketlerden söz etmiştir. Allah, Hz. Yakup'un ilim sahibi bir kul olduğunu bildirmiştir. Sahip olduğu bu ilim dolayısıyla gösterdiği tavrı ailesi anlayamamış, yüzeysel bir bakış açısıyla yaklaşarak onun yanlışlık içinde olduğunu sanmışlardır. 

Burada dikkati çeken başka bir nokta da Hz. Yusuf'un da önceden söylediklerinin gerçekleşmiş olmasıdır. Onun gömleğini babasının yüzüne sürdüklerinde babasının rahatsızlığı ortadan kalkmış, gözleri tekrar görmeye başlamıştır. Böylece Hz. Yakup sağlığına kavuşmuştur. Bu da, her ikisinin de ilim sahibi kullar olduklarını göstermektedir. Dünya imtihan yeridir ve Allah yaratılış gayesine uygun olarak insanları hidayete sevk etmek için salih kullarına değişik yetenek ve ilimler vermektedir. Geçmişte peygamberlerde olduğu gibi ahir zamanda ikinci kez yeryüzüne gelecek olan Hz. İsa'nın ve yine bu dönemde geleceği bildirilen Hz. Mehdi'nin de benzer ilimlere sahip olması kuvvetle muhtemeldir.

Ahir Zamanın Kutlu Şahsı Hz. Mehdi'ye Verilen Üstün İlimler Daha önce değindiğimiz gibi Yüce Allah, Hz. Süleyman'a çeşitli ilimler lütfetmiştir. Hadislerde ve İslam alimlerinin izahlarında, Hz. Mehdi'nin de Hz. Süleyman gibi çok özel ilimlere sahip olacağı bildirilmektedir. Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde Hz. Mehdi'nin, Hz. Süleyman gibi kuşların ve diğer canlıların dilini bileceği ve insanların yanı sıra cinler üzerinde de hakimiyeti olacağı şu şekilde haber verilmektedir: Hz. Mehdi'nin sahip olacağı bu ilmin "Ledün ilmi" olması muhtemeldir. 

Daha önce de incelediğimiz gibi, Kehf Suresi'nde Hz. Musa ile Hz. Hızır arasında geçen kıssada da benzer bir ilim bildirilmektedir. Ledün ilmine vakıf olan kişi, sırları Allah'ın izin verdiği ölçüde keşfedeceği gibi, bu kişinin çeşitli İlahi sırlardan da haberi olur.
3 Bu ilme sahip olan Hz. Hızır'ın kıssasının Kehf Suresi'nde anlatılması dikkat çekicidir. Çünkü bu surede anlatılan diğer iki kıssa olan Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn kıssalarının, Hz. Mehdi ile olan yakın ilgisine Peygamberimiz (sav) çeşitli hadisleriyle dikkat çekmiştir. Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssasının da özellikle yine bu surede yer alması, aralarında geçen olayların yukarıdaki hadislerde olduğu gibi Hz. Mehdi ile yakından ilgisi olabileceğine, ayrıca Hz. Hızır'ın ilminin Hz. Mehdi'de de bulunabileceğine bir işaret olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Büyük İslam alimlerinden Muhyiddin Arabi açıklamalarında Hz. Mehdi'nin 9 özelliğini saymaktadır. Dikkat edilirse bunlar arasında hikmet, anlayış, ledün gibi, vehbi ilme ait özellikler yer almaktadır. 

Muhyiddin Arabi'nin bu açıklamaları şu şekildedir: 
"1. Basiret sahibi olması 
2. İlahi Kitabı anlaması 
3. İlahi Kelam'ın manasını bilmesi 
4. Tayin edeceği kimselerin hal ve hareketlerini bilmesi 
5. Öfkelendiğinde bile merhamet ve adaletten ayrılmaması 
6. Varlıkların sınıflarını bilmesi 
7. İşlerin girift taraflarını bilmesi 
8. İnsanların ihtiyacını iyi anlaması 
9. Bilhassa kendi zamanında ihtiyaç hissedilen gaibi ilimlere vukufu bulunması (vakıf olması). Çünkü ancak o sayede yeni yeni zuhur edilecek meseleleri halledebilir." 

4 Cifr (Ebced) İlmini Bilmesi Hz. Mehdi'nin vehbi ilme ait bir başka özelliği de, Allah'ın izniyle ebced hesabını ve ona ait sırları bilmesidir. Taşköprülüzade Ahmet Efendi Mevzuatu'l-Ulum isimli eserinde (11/246), Hz. Mehdi'nin cifr ilmine vakıf olacağını şöyle bildirmiştir: "Bazıları dediler ki, bu kitabı kemal-i vukuf (olgunluğa ulaşmış) ahir zamanda hurucu muntazar Hz. Mehdi'nin (çıkışı beklenen Hz. Mehdi'nin) hurucuna mevkuftur ki (çıkışına atfedilmiştir ki), onlar cifr ilmine vakıf ve sırlarına arif olurlar (bilirler). 

Kitab-ı enbiyayı salifeden dahi bu ilim varid olmuştur. (Bu ilim, geçmiş peygamberlere verilen kitaplardan ulaşmış bir ilimdir.)" 
5 "O (Mehdi), doğrulanmış, kuş ve bütün hayvanların dillerini bilen biridir. Onun için adaleti, bütün insanlar ve cinlerce kabul edilecektir." 
1 "O, kimsenin bilemediği gizli bir gücün sahibi olduğu için kendisine Mehdi denilmiştir."

2 huseyin24 huseyin24 Reputation: 6.986 İleti:168 18 Temmuz, 2009 gönderildi Sonuç Yazı boyunca bir kısmına yer verdiğimiz Kuran'da bildirilen ilim sahibi kişilerin ortak noktası, kendilerine lütfedilen ilimleri her zaman Allah yolunda kullanmalarıdır. Tarih boyunca tüm elçiler 
"Sizin İlahınız yalnızca Allah'tır ki, O'nun dışında İlah yoktur. 

O, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır." (Taha Suresi, 98) ayetiyle bildirildiği üzere, üstün ilim sahibi olanın yalnızca Allah olduğunu bilerek tebliğ görevlerini yerine getirmişlerdir. Allah'ın izniyle içinde bulunduğumuz ahir zamanda zuhur edecek kutlu şahıslar olan Hz. İsa ve Hz. Mehdi de, sahip oldukları tüm ilimleri en hikmetli şekilde kullanacak ve İslam ahlakının dünya hakimiyetine ve böylece adaletin, barışın, refahın ve dostluğun hakim olduğu Altınçağ'a vesile olacaklardır. Kuran ahlakının tüm yeryüzüne hakim olmasına vesile olacak, Müslümanlar arasında büyük bir birlik sağlayacak böylesine kutlu elçilere zemin hazırlamak ve onlara yardımcı olmak Müslümanların önemli bir görevidir. 

Hz. İsa ve Hz. Mehdi gibi mübarek şahısların yakınlarından olabilmek, onlara destek olabilmek, tüm insanlara yönelik hayırlı faaliyetlerinde onlara yardımcı olabilmek bütün inananlar için büyük bir nimet ve şereftir. Eskiler, ‘öteki dünya’ ile temasa yaradığına ve ‘bilim’ olduğuna inandıkları faaliyetlere ‘havas ilmi’ adını vermişlerdir. Kütüphanelerimizde çok sayıda elyazması ‘havas kitabı’ vardır ama bu kitapların birçoğu okuyucuya asla çıkartılmaz ve kasalarda yahut dolaplarda kilit altında tutulurlar. 

İşte bu ‘yasak’ kitaplardan ikisi: ‘Buni Risálesi’ ve ‘Dávetname’. İlk kitap ‘vefk’ adı verilen tılsımlarla cinlere hükmetmenin yollarını, diğeri ise yine cinler vasıtasıyla arzu edilen her işin yaptırılma usullerini anlatıyor. Ama, bütün bunları yazarken náçiz bir tavsiyede bulunmadan edemiyorum: Söz konusu eserlere ulaşmaya çalışmayın, bu kitapları geçmişten gelen birer ‘folklorik hatıra’ olarak düşünün ve bu sayfada verdiğim ‘cin çağırma’ metodlarını da uygulamaya kalkmayın. 

Sadece vakit kaybedersiniz, zira metinleri bugünün Türkçesi’ne aktarırken eski yazarların ‘işin en önemli tarafı’ dedikleri bazı şifreleri affınıza sığınarak sansürledim! TÜRKİYE kütüphaneleri asırlar önce kaleme alınmış elyazmalarının hem sayıları, hem konuları, hem de kaliteleri bakımından dünyanın önde gelen kültür merkezleridir.

 İstanbul’daki Süleymaniye, Köprülü, Nuruosmaniye, Ali Emiri, Topkapı Sarayı yahut Konya’daki Mevláná ile Yusuf Ağa gibi daha birçok elyazması merkezlerimiz dünya çapında yazma eser hazinesi olmalarının yanı sıra Avrupa’daki benzerleriyle, meselá Fransızlar’ın Bibliotheque National’i yahut İngilizler’in British Library’si ile rahatça boy ölçüşebilecek, hatta birçoğunu geride bırakabilecek zenginliktedirler. 

800 YILLIK CİN KİTABI 
Ama, bu kitaplıklarda muhafaza edilen bazı kitaplar vardır ki, okuyucuya asla çıkartılmazlar; hatta çıkartılmamaları bir yana kütüphane müdürlerinin odalarındaki kasalarda yahut dolaplarda kilit altındadırlar. Onları görebilmek için ciddi bir araştırmacı olduğunuzu ispat etmiş olmanız, belirli izinleri almanız gerekir. 

Bütün bu gizliliğin ve kontrolün tek bir sebebi vardır: Söz konusu kitaplarda ‘havas ilmi’ denilen yani ‘başka álemlerle’ teması sağlamaya yaradığı söylenen bilgiler yer alır ve bu bilgiler cin çağırmaktan güçlü bir büyünün kurallarına, hattá geleceği belirlemeye kadar uzanan geniş bir yelpazeye dağılırlar. İşin daha da önemli tarafı, bu eserlerin sıradan falcılar yahut büyücüler tarafından değil, işin üst seviyedeki erbábı tarafından kaleme alınmış olmalarıdır. 

İşte, kasalarda muhafaza edilen bu ‘havas’ kitaplarının en önemlilerinden biri ve en fazla korunanı: Buni Risálesi...
İstanbul’daki bir elyazması kitaplığında saklanan eser, 1225 yılında ölen Cezayirli büyü álimi Ebu’l-Abbas Ahmed bin Ali bin Yusuf el-Kureşi el-Buni’ye ait. Sihir, büyü, muska, cin, yani ‘havas’ bahislerinde İslam dünyasının gelmiş geçmiş en önemli uzmanlarından olan Buni, 1208 sayfalık eserinde bu konularla ilgili bütün temel bilgileri veriyor. 

Harflerin sayı karşılıklarıyla ve esrarıyla yani ‘Ebced’ ile başlayan eserde daha sonra duaların gizli güçleri ve bu güçleri açığa çıkarma usulleri anlatılıyor, harflerle sayılar arasındaki bu ilişkinin maddi álemde nasıl kullanılacağı, bedensiz yaratıklara ne şekilde hükmedileceği öğretiliyor, derken düşünce ve dua yoluyla yahut cinler vasıtasıyla insanları etkileyip olması arzu edilen her işin yapılma yolları sıralanıyor. 

HİÇ VAKİT HARCAMAYIN Bu sayfada, ‘Buni Risálesi’nin giriş kısmıyla ‘vefk’ denilen tılsımların yazılı olduğu bir diğer sayfasını görüyorsunuz. 
Buni, girişte Allah’a ve Hazreti Muhammed’e duadan sonra eserini ‘áyetlerin ışığında, daha önce yaşamış olanların verdikleri bilgilerin doğrultusunda ve kendisine gelen ilhámın yardımıyla yazdığını’ anlatıyor. Eserin diğer sayfasında gördüğünüz şekiller ise, bazı varlıkları Allah’ın ismini anarak çağırma işinde kullanılan ‘vefk’ler, yani tılsımlar. Dün, bu dizinin tanıtımı için yazdığım yazıda söylediğim bir hatırlatmayı şimdi tekrar yapayım: Lütfen, elyazması kütüphanelerine gidip bu kitapları aramayın, bulamazsınız. 

Zira kataloglarda başka isimlerle kayıtlıdırlar, bulsanız bile zaten göstermez ve alınması aylar süren bir izin macerasına girmenizi isterler. Kaldı ki, kasalarda saklanan bu kitapların hemen hepsinin girişinde, bu işlerle uğraşmaya heves edenlerin ‘riyázat’ adı verilen ve aylar süren dua, nefis terbiyesi ve teknik hazırlık bilgilerine dayalı bir eğitimden geçmeleri şartı yazılıdır ve vaktiyle yazılanlar şayet doğru ise, bugünün ortamında böyle bir işe kalkışmak zaten imkánsızdır. 

Dolayısıyla málum kitaplara ulaşıp rakibinizden kurtulmak, gönül verdiğiniz kişiyi kendinize áşık etmek yahut geleceğinizi öğrenmek hevesine kapılmayın, bu eserleri eski zamanlardan kalma birer folklorik kaynak olarak değerlendirin ve boşa harcayacağınız zamana acıyın! 

Bu cinler varken hiç bir aşk karşılıksız kalmaz ‘HAVAS’ ilmi ile ilgili eski elyazmalarında, iyi kalpli olan ve insanların hizmetine girebilen cinlerden bazen ‘melek’ diye bahsedilir ve bu cinlerin davet edilip verilen emirleri yerine getirmeleri için yapılacak işler bütün detaylarıyla anlatılır. Eski cincilere göre her cinin ve meleğin bir tılsımı vardır ve bu tılsım, cinle temasa geçmeyi sağlayan gizli bir şifredir. 

Cin yahut melek gibi bedensiz bir varlığı davet etmek isteyen kişi bu tılsıma, yani şifreye sahip olmak zorundadır, zira şifreyi bilmeden cinlerle temas hiçbir şekilde mümkün değildir. 

Cin çağırma konusunda kaleme alınmış eserlerin başında, 15. yüzyılda yaşamış ‘Uzun Firdevsi’ adındaki bir ‘cin álimine’ ait olan ‘Dávetnáme’ isimli kitap gelir. Eserin elyazması tek nüshası, bugün İstanbul’daki bir kütüphanede muhafaza altında. 

BÜYÜYLE KARIŞTIRMAYIN 
Uzun Firdevsi, eserinde gök cisimlerinin hareketi ve bu hareketlerin insanları etkilemesi konusunda ayrıntılı bilgiler verdikten sonra ‘melek’ dediği cinlerden bahseder, hangi cinin hangi işe yaradığını yazar ve bu arada ‘Urumhamatahayil’ adını taşıyan bir cinden de söz eder ve bu cinin ‘áşık etmeye yaradığını’ söyler. 

Burada iki konuyu, ‘büyü’ ile ‘cin’ bahislerini birbirinden ayırmak gerekiyor: Uzun Firdevsi’nin sözünü ettiği faaliyetler büyü değil, yapılması istenen işin cinlere ve meleklere yaptırılmasıdır, yani ortada eskilerin ‘hüddamcılık’ dedikleri, ‘cinlerin hizmetkár olarak kullanılması’ meselesi vardır ve bu iş eski ‘havas’ ilminin en ileri seviyesidir. 

Uzun Firdevsi’ye göre ‘havas’ ile uğraşanların işin ehli olmaları ve cinleri menfaat için kullanmamaları da şarttır, aksi takdirde büyük ve çok ağır diyetler ödemeye hazır bulunmaları gerekir. 

MAALESEF, SANSÜRLEDİM 
Aşağıda, Uzun Firdevsi’nin ‘Davetname’ isimli eserinden, istenen kişiyi áşık etmek için ‘Urumhamatahayil’ isimli cine nasıl emir verileceğini anlatan bahsi günümüz Türkçesi’ne naklederek veriyorum. Ama, okuyanların boş yere vakit harcamalarının ve işi saplantı haline getirmelerinin önüne geçmek için, cinin davet edilmesi sırasında okunması ve yazılması gerektiği söylenen tılsımı ve duaları metinden çıkartmak zorunda kaldım. 

Uzun Firdevsi, ‘Urumhamatahayil’ isimli cinin özelliklerini ve áşık etme işinde nasıl kullanılacağını şöyle anlatıyor: ‘...
Ay, gökyüzünde ‘Sarfe’ adı verilen yere ulaştığı zaman, Allahu Teálá’nın emriyle Urumhamatahayil adındaki melek gelir ve ayın vekilliğini üstlenir. Urumhamatahayil’in iki başı vardır. 
Bu başlardan biri sığır, diğeri de deve başı gibidir. 
Dört ellidir, ellerinden birinde desti, ötekinde bardak tutar, diğer iki eli boştur. 
Urumhamatahayil kadını erkeğe, erkeği de kadına áşık etmeye yarar. 

Bu işin usulü şudur: Karşısındakini kendisine áşık etmek isteyen kişi, Urumhamatahayil’e mahsus tılsımı gümüş bir levhanın üzerine yaza, sonra bu levhayı beyaz bir atın kıllarıyla sarıp karanlık bir kuyuya bıraka. Yedi defa ‘Ahdnáme’ denilen duayı okuya; öd, şeker, ládin ve mastaki ile karıştırıp bir káğıda yaza. Sonra, üzerinde uğurlu duaların yazılı olduğu bir mendile kendisine áşık olmasını istediği kişinin adını kaydede ve mendilin üzerine otura. Oturduğu anda, áşık olmasını istediği kişi Urumhamatahayil’den yardım isteyen kişiyi düşünmeye başlar. 
Sırada şimdi, o kişiyi kendisine iyice áşık etmek vardır. 
Urumhamatahayil ile temas eden kişi mendilin üzerinden kalka, işbu meleğin hizmetindeki ‘Vefaslil’ adındaki kirpiyi andıran diğer cinin şeklini bir káğıda çize, yanına da kendisine áşık olmasını istediği kişinin adını yaza ve káğıdı zeytinyağına bulayıp bir meş’alede yaka. Káğıt tamamen yandığı anda, áşık olmasını istediği kişinin aklı başından gider, koşarak Urumhamatahayil’den yardım dileyenin yanına gelir ve aşkından áşifteye döner. 
Ama, Urumhamatahayil’den yardım dileyen kişi meleğin ve cinin adını yazarken sakın ola ki ekşi ve acı nesneler yemeye, ağzına daima tatlılar koya, yoksa bu iş olmaz!’ Rakiplerinizden artık korkmayın, Ebyaz gelip hepsini helák edecek UZUN Firdevsi’ye göre cinlerin, meleklerin ve gökyüzünde dolaşan yaratıkların hepsi bir işe yararlar ve çağırılıp hizmette kullanılmaları mümkündür. 
Bu yaratıkların en güçlülerinden olan ‘Ebyaz’ isimli melek, düşmanları ortadan kaldırmaya yarar ve Uzun Firdevsi, ‘Dávetnáme’sinde Ebyaz’ın aslında gayet tatsız bir şekildeki dávet usulünü bugünün Türkçesiyle bakın, nasıl anlatıyor: ‘...İşbu melek şekil olarak insana benzer ama baş ve el sayısı fazladır, üç başıyla altı eli vardır. Her bir elinde kılıç, yay, rebap denilen çalgı, ibrik, hıyar ve küláh tutar. Ebyaz, düşmanları yok etmeye yaraya ve güneş akrep burcundayken çağırıla. Ebyaz’ı davet etmek isteyen fáni belirli duaları okuya, sonra Ebyaz’a ait olan tılsımı karakedi kanıyla Çin káğıdına yaza. 
Bu iş bitince boz renkli bir it yavrusunun ağzını sıkıca bağlaya ama öylesine sıka ki, it ses çıkaramaz hále gele. Sonra o hayvancağızı ala, bir çömlek içine koya, çömleği sirkeyle doldurup ağzını balçıkla sıvaya, götürüp bir gávur mezarına göme. Derken eski bir kefen parçası bula, helák etmek istediği düşmanın adını bu kefene yaza. İsmin altına bu işe mahsus birkaç dua daha yaza. Gidip mezarın birinden bir tabut parçası çıkarta, onun üzerine Melek Ebyaz’ın hizmetinde olan cinin işaretini çize, hemen yanına da kefene yazdığı gibi düşmanının adını kaydede. 

Bu iş de bitince, cinin resmini tuzlu suyla karıştırılmış avrat kanıyla bir başka yere çize. 
Ebyaz’ı dávet eden fáni, bu usulü ve duaları iyice saklaya; zira kötü ádemlerin eline düşerse fenanın da fenası neticeler verir ve o kötü ádemler Ebyaz’ı günahsız kişileri ortadan kaldırmada da kullanabilirler.’ Davetname'de Büyü ve Muska İslamiyetin olumsuz yaklaşımına karşın 15. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan Balıkesirli Firdevsi-i Tavil'in (Uzun Firdevsi) "Da'avatnama" (Davetname) adlı kitabında verdiği bilgiler büyü ve muskanın halkın içinde yaygın biçimde kullanıldığını gösteriyor. Kitabın padişah II. Beyazıt'ın isteği üzerine yazıldığı dikkate alınırsa büyünün padişah katmda da ilgi gördüğü söylenebilir. Can Göknil'in muskalar konusunda çalışırken geniş ölçüde yararlandığını belirttiği Davetname, Anadolu büyüleri ve muskalar konusunda en önemli kaynaklardan birisini oluşturuyor. 

Fuat Köprülü İslam Ansiklopedisi'ne (10) kitapla ilgili olarak "ulüm-i garibe eshabı arasında ehemmiyetle telakki edilen davetiyelerin envaından bahıs olup, 8 babdan mürekkeptir" bilgisini veriyor. Yani, Davetname'de, "olağanüstü olaylarla ilgili ilimlere sahip olanlar arasında önem verilen davetiyelerin bir çok çeşidinden" söz ediliyor. Bu açıklama kitabın zengin içeriğine işaret ettiği gibi, "ulüm-i garibe" ya da bugünün Türkçesiyle "olağanüstü olayların bilimi" nitelemesiyle büyünün 15. yüzyılda bir bilim olarak kabul edildiğini gösteriyor. Malik Aksel, "Anadolu Halk Resimleri" (11) kitabında "davet"i "ruhların çağrılması" anlamında yorumluyor ve Davetname'de "eşya ve ruhlara tasarruf ile sihir ve tılsım yolu"nun açıklandığını belirtiyor. Firdevsi, yazdığı önsözde, kitabı Farsça yazılmış "denenmiş ve düzeltilmiş başka nadir Davetnamelerden çevirdiğini" açıklıyor. 

Ancak o günün koşullarında çevirilerin yoruma, yeniden yazıma açık bir anlayışla yapılması, Firdevsi'nin bu açıdan kitaba gerekli katkılarda bulunabilecek bilgili, vehmli ve yaratıcı bir yazar olması kitabın çeviri ya da bir derleme olması kadar telif olarak da ele alınmasını olanaklı kılıyor. Buna göre, Davetname'nin sadece İran bölgesine ait "ulüm-i garabe"yi değil, Anadolu'daki inanışları da kapsadığı kabul edilebilir. Kitabın diğer bir özelliği de bu konularda halkın içindeki inanışlara yer vermesi ve konuların yer yer, büyük olasılıkla Firdevsi'nin yaptığı, Malik Aksel'in değerlendirmesiyle "eski halk resminin özelliklerini taşıyan" resimlerle açıklanmasıdır. Malik Aksel'in Davetname'den aktardığına göre kitabın giriş bölümünde Firdevsi, "hepsi de ulüm-i garibe, ilm-i davet üstadıdır" dediği değişik kaynaklara dayanarak doğaüstü alemi şöyle açıklıyor: "İdris Aleyhisselam bu cümle ülümun üstadıdır. Hak Taala bu alemi vücuda getirdi. İçinde ervahları (ruhları), cinleri ve dahi nari (peri) nurdan halk eyledi." Firdevsi daha sonra bu yaratıkların çeşitleri olduğunu söylüyor. Buna göre bazı ervah Müslüman, i bazılan Cühud (Yahudi), bazıları ateşperest, bazıları yezdanperesttir l (Zerdüşt). Ayrıca ervahın içinde melekler de vardır. Meleklerin ise vezirleri | (bakanları), kadıları (yargıçları), müderrisleri (öğretmenleri), muhtesipleri (aşayiş ve kamu görevlileri), hatipleri, tercümanları vardır. Firdevsi'ye göre bu | ervahın bazıları havada, bazıları yer altında, bazıları yüce dağlarda, bazıları | harabelerde, hamamlarda, bulutlarda, ocaklarda, mescit, "Kabe-i şerif", "Kudüs-ü şerif", "Medine-i Münevvere" gibi kutsal yerlerde bulunurlar. 

Firdevsi'nin bu açıklamasında, Islami kaynaklardan farklı olarak, doğaüstü dünya, doğrudan Tanrı'ya bağlanarak, doğaüstü yaratıkların bir bölümünün Müslüman, Hıristiyan, Musevi gibi "hak" kabul edilen inançlara sahip oldukları açıklanarak meşrulaştırılıyor ve içselleştiriliyor. Öte yandan bu açıklama doğaüstü dünya ile gerçek dünya arasındaki benzerlik, doğaüstü dünyanın esin kaynağının insanların gerçek dünyası olduğunu daha açık biçimde ortaya koyuyor. Firdevsi'nin basit gibi görünen bu açıklamaları, büyünün tarih içindeki yolculuğunda önemli bir dönüm noktasını, insanların binlerce yıllık birikim ve yaratıcılıkla ulaşabildiği bütünsel bir kurgulamayı ifade ediyor. 

Düşsel ve gerçek dünya arasındaki "gerçeklik" ilişkisi her şeyden önce kurgulamanın eksiksiz yapılabilmesine olanak sağlıyor. Açıklamalarda boşluklar kalmıyor. Kurgulama, ana çerçevesini koruyarak gerçek dünyadaki değişimlere uyarlanabilecek bir esneklik kazanıyor. Farklı açıklamalar birbirine eklenebiliyor, birleşerek daha kapsamlı bir ortak açıklama haline gelebiliyor. Düşsel dünya ile gerçek dünya arasındaki benzerlik aynı zamanda kurgulamanın inandırıcılığı için gerekli nesnel dayanakları sağlıyor. İnsanlar, görmeseler de kendi dünyalarına benzer bir dünyanın varlığına daha kolay inanabiliyor. Davetname büyü ile din arasındaki dizgeleri yeniden kurarken aynı zamanda eski büyü dünyasının çeşitli doğaüstü yaratıklarını, diğer göstergelerini de koruyor. 

Örneğin, Firdevsi'nin İbni Sina'dan aktararak anlattığı, Tanrı'nın Adem'den önce yarattığı, "başı adam başı gibi, iki eli, iki ayağı adam gibi ama başından ayağına kadar adam yüzü gibi elinde ayağında, karnında, başında dört bin gözü" ve "her yüzünde adam gibi gözü, kaşı, burnu ağzı" olan Sahrennar gibi. Davetname'nin en ilginç yanı çeşitli amaçlara yönelik olarak hazırlanan tılsımlann cinlerle ve hepsi bir yaratıkla simgelenen burçlarla ilişki içinde olduğunu göstermesidir. Her tılsım cinler dünyasındaki bir yaratığın yardımını | gerektirir. Örneğin, "Suret-i şuca" yılana benzer. Buna bağlanan harfler ve | çizgilerle belirtilen bir tılsımın amacı ve kullanımı şöyle anlatılır: "Bu hatemi (mühür) misk ve safran ile kızların cildine yaza ve dahi mum içine koyup külahında götüre cümle alem gözüne mahbup (sevgili) görünüp muhterem ola (saygı göre) ve dahi şems (güneş) sümbüle burcunun yedinci derecesine geldikte bir pare ak ipek üzerine bu tılsımları misk ve safran ve yağmur suyu II. Beyazıp külahında saklayan kişiye ilm-i kimya, ilm-i simya tahsili kolay gelir". 

Görüldüğü gibi bu örnekte doğaüstü bir yaratığa bağlanan, kullanıma göre şirin görünme, saygı görme ve kolay öğrenme gibi çok işlevli bir muska söz konusudur. Ancak yaratıkla bu işlevler arasındaki ilişki açıklanmıyor. Yaratığın tılsımın işlevlerini yerine getirebilmesi için bu yetilere sahip olması ya da belli dönemlerde bu yetileri kazanması gerektiği düşünülebilir. Eğer böyleyse yaratığın bu yetilere nasıl sahip olduğunun da öyküsü olmalıdır. Ancak kitapta bu öykünün anlatıldığına ilişkin bir açıklama yoktur. Öykü unutulmuş ya da önemsizleşmiştir. Bu durumda yaratığın artık tılsımın nedeni olan somut bir varlık olmaktan çıktığı, tılsımın bir parçası olan soyut bir imge haline geldiği söylenebilir. Benzer bir başka örnekte ise, biri saçları omuzuna dökülen adam başı diğeri geyik başına benzeyen iki başlı bir yaratık tanımlanıyor. Bir selvi ağacının arkasında duran yaratığın bir elinde ney, bir elinde def vardır. 

Bu şekille birlikte bazı harf ve çızgilerle yapılan muskanın kullanımı şöyle açıklanıyor: "Bu tılsımı tilki derisine şems sümbülenin yedinci derecesinde iken yazıp götüre cümle alemin gözüne şirin görüne, cemi amali (bütün işleri) rast gele." Bu örnekte de iki başlı yaratık ve ney, def, selvi ağacı ile tılsım arasındaki ilişkiler bilinmiyor. İlk örnekte şirinlik ve bilgelik simgesi gibi görünen yılan başka bir örnekte ikişer başlı ikişer elli birbirine sarılmış iki yılan biçiminde ve bu kez "iki kişiyi birbirine düşman etme ve ayırma" tılsımının bir imi olarak ortaya çıkıyor. Kıskaçlarının arasında bir insan başı tutan yengeç "bir kişiyi yoldan döndürme"; önünde bir karga olan, iki başlı, iki kanatlı ejderhaya benzer yaratık "bir kişiye eziyet etme veya helak etme (ortadan kaldırma)" tılsımlarında kullanılıyor. "Muhabbet tılsımı"nın şekli ellerinde çiçekler ve tılsımlar tutan kuş başlı dört elli, kat kat uzun bir elbise giyen, çıplak ayaklı bir insan görünümünde. 

Muskayla ilgili şu bilgiler veriliyor: "Her kim dilerse avretler (kadınlar) ona muhabbet ede bu sureti bir kağıda yaza ve bu isimleri suretin yukarısına yaza andan sonra ol suretin sinesi (göğsü) üzerine koyup ura ve bu duayı okuya, andan buhur vere ve bu duayı okuya, keza bu daveti okuya, renkli donlar giye, cevahir ile ziynetlene..." Bu muskada her ne kadar cinlerden medet umulsa da tılsımı yapacak olan kişiye güzel ve süslü görünmesi için öğütler veriliyor. Bunlardan başka deniz korkusuna ve deniz tutmasına, yele ve sele karşı muskalar da anlatılıyor. Davetname'deki tılsımların kamusal alanı Tanrı'ya ve dine bırakarak daha çok birey ve bireyler arasındaki ilişkilerle sınırlanmış bir alanda yoğunlaştığı ve insanlann bu dünyaya yönelik sorunlarının çözülmesi, beklentilerinin gerçekleşmesi amacına yönelik olarak kullanıldığı görülüyor. 

Bu durum İslamiyet altında dinle büyünün aynı kaynakta birleşmelerine karşın uygulamada birbirinden giderek ayrıldığını ortaya koyuyor. Tılsımların kendilerini var eden öykülerinden kopması, bir "mühür" veya "levha" haline gelmesi sürecinin tılsımı ancak çok özel yetileri olan kişilerin (büyücü) yapabileceği bir iş olmaktan çıkardığı bu bilgilere sahip olan herkesin tılsım yapmasına olanak sağladığını düşündürüyor. Ancak yine de büyü uygulayıcıları dinsel çevrelerden çıkıyor. Cin: Büyük bir enerji yoğunluğuna sahiptirler. Yer, zaman, mekan gibi kavramları olmayan, istediği kişi ve şekle girebilen sadece Hz.Muhammet (s.a.s) hariç) ışık hızında hareket edebilen, yeme ve barınma ihtiyaçları olan, tek tek, kabileler, guruplar halinde yaşayan, doğan ölen, yeme ve içme ihtiyaçları olan, aklı ve fikri insanlara göre çok az olup mantıkları olmayan, müslümanı, ataisti gibi inanç farklılıkları görülen ve çeşitlere ayrılan bedensiz varlılara diyebiliriz. Yaşam da var olan her şeyin esas kaynağı olan enerji, bizim yapımız ile cinlerin yapısı arasındaki oluşum farkından dolayı onları bizden hariç meziyetler vermekte olup ama alemlerin en mükemmel varlığı olan insanı Cenabı Hak en üstün kul olarak yaratmıştır. Onların yaşamları ile bizlerin yaşamları aynıdır hemen hemen.İnananı ve inanmayanı, sarhoşu, eğilim bozukluğu olanları, şiddet yanlıları, buna benzer bir çok özellikleri ortak noktaları diyebiliriz. Asıl fark onların bizlere oranla hızlı hareket etmelerinin yanında düşüncesel hareketlerdeki zorlanış belki de asıl farkımızı ortaya çıkarmaktadır. 

İnsanlar kadar akılcı ve mantıkla olaylara yaklaşamamaları ve duygularının yoğun olmayışı bizleri onlardan ayıran en büyük unsurlardan diyebiliriz. Kendi aralarında çeşitli sınıflara ayrılırlar cinler; periler, ifritler, hüddamlar, gibi . Bu onların derece ve rütbelerini ve güçlerini sınırlarlar. Genelde insan şeklinde görünürler, bazen kara bir kedi, köpek buna benzer hayvanların şeklinde insanlara görünürler. Müslüman olan ve olmayan gurupları vardır. Kısaca özetlemek gerekirse boşluk içinde hareket ederek bizlerle aynı mekanlarda yaşayarak bizlerin yaşantılarına karışmadan kendi yaşamlarını idame ettirirler. Fakat büyü yada benzeri etkilerde şey cinlerin devreye girerek insanların yaşamsal faktörlerini etkilemek için insan oğlunun verdiği emri yerine getirmek için olağan üstü bir çaba harcayarak görevlerini yaparlar. Eğer bu görevde başarılı olurlarsa alacakları mükafat onların en arzu ettiği ve istediği bir karşılıktır. Periler: Çok üstün enerjileri vardır Bir yerden bir eşyayı götürme ,bir kişiyi başka bir mekana iletme gibi üstün yetenekleri vardır.insanlarla tam temas içerisinde bulunmazlar .

Tek veya birkaç kişi halinde , su kenarlarında ,ıslak zeminlerde ,eski mezarlıklarda , deniz kıyılarında ,gelinlikli yada tüller içerisinde çok uzun boylu ,üç-dört katlı bina büyüklüğünde heybetli olarak bayan şeklinde insanlara görünürler.İnsanlara pek zarar vermezler. Eğer görüldüğünde korkmadan ondan bir hediye istemek ve almak mümkündür ama bunu başaramayan insanları da etkileri altına alırlar ve yaşamsal faaliyetlerinde akıl,zeka buna benzer durumlarda bozulmalar olması mümkündür.Yaşam süreleri insanlara oranla çok çok fazladır.Beslenme dengeleri insanlara oranla farklıdır. Müslüman olan ve olmayanı vardır İfritler: Çok üstün enerjileri vardır Bir yerden bir eşyayı götürme ,bir kişiyi başka bir mekana iletme gibi üstün yetenekleri vardır.Kişilerin ibadetleri sonucunda cenabı hakkın isteğiyle emrine hizmetçi olarak verilebilir.Ama onu denetim altına almak ve kontrol etmek için,büyük inanca ve ahlaka sahip olmak gerekmektedir.

İnsanlara görünümleri çok farklıdır,üç dört kat bina şeklinde,yırtıcı büyük hayvan şeklinde ,dev bir yılan gibi bir çok şekillerde görünebilirler. İnsanlara Yaşam süreleri insanlara oranla çok çok fazladır .Beslenme dengeleri insanlara oranla farklıdır.Müslüman olan ve olmayanı vardır. Hüddam : Ayetlerin okunmasıyla elde edilen güçle kişiye yardımına gelen hizmetçi konumundadırlar. Cinlerden daha üstün yetenekleri vardır.Buna sahip olan dinine ve genel ahlak kuralları içerisinde hareket etmesiyle cenabı hak tarafından ona verilen bir hediyedir .Her hangi bir yanlış hareket sonucunda kişinin gerekli öz veriyi göstermediğinden dolayı ,bütün yetkiler alınarak kişi yalnız bırakılır.Bir daha da bu gücü elde etme şansı azalır.

Müslüman ve inançlı olurlar. Temel olarak zaman ve mekan kavramları olmayan,istediği şekle girebilen, ışık hızında veya daha fazla güçle hareket edebilen,yerçekiminin etkisinde kalmadıklarından dolayı boşlukta hareket edebilen,beslenme alışkanlıkları bizden daha farklı olan ,bedensiz varlıklar diyebiliriz. 08-26-2006, 12:01 PM yazılanlara göre geçmişte bu yaratıkları kontrol altına alıp kullananlar oluyodu demekki.peki aysin arkadaşım bu bilgiler çok sıkı korunuyorsa sen nasıl biliyorsun bazı cinlerden faydalanma yöntemlerini? yoksa bu gizli kitapların kopyasımı var sende?bu yazılanlardan hiç denediğin oldumu? Ben kendim şahsi olarak ilgilenmiyorum. Fakat genel olan bu konularda biraz araştırma yapıyorum. Bu kitapların kopyası yok bende. Sadece geçmişte yapılan olaylar değil bunlar günümüzde de bazı medyumlar tarafından kullanılmaktadır. Bazı bilgiler ilmi olmayanın veya kötü amaçlı kimselerin kullanmaması için gizli tutulmaktadır. Bu bilgilerin bir kısmı ise medyumlar tarafından bile kullanılamayacak kadar gizlidir. Yine bazı bilgiler ise sır içinde sır saklar her perdeyi kaldırdığında altından yeni sırlar çıkar. herkes kabiliyeti nispetinde faydalanır. Bunlarda ''kutup'' ların bilgisi dahilindedir. Umuma açık bilgiler değildir. Bu bilgiler sır içinde sır sakladığı için umuma açıklandığı zaman yanlış anlamalar ve yorumlar yüzünden insanlık zor günler geçirmiştir. 

Örnek verecek olursak Hallacı Mansur ve İbn-i Arabi ve Seyyit Nesimiyi verebiliriz. Hz Ali vasıtası ile gelen bir çok gizli ilimler hala günümüzde gizemini korumaktadır. Ancak seçilmiş insanlar tarafından bilinmektedir. Sahibüzzamana intikal edecek olan bilgiler de belki sadece bir kişi tarafından bilinmektedir. Bu bilginin içeriğini bilmek bizim yetkimiz dahilinde değildir. Benim burada fonksiyonum sadece araştırmacı olmaktan öte değildir. Saygılarımla. Hızır Aleyhisselam Hızır Aleyhisselam, İslam alimlerinin büyük çoğunluğunun görüşlerine göre peygamber olması kuvvetle muhtemel olan, hikmet ve ilim sahibi mübarek bir şahıstır. “İlm-i ledün” ilmine sahiptir. “İlm-i ledün”, bir başka ifadeyle “ilm-i batın”, Allah’ın seçtiği kişilere vermiş olduğu özel bir ilimdir. Bu ilme sahip kişiler de, Allah’ın verdiği ilham ile gaybın bilgisine sahip olan özel kişilerdir. Rabbimiz’in takdir ettiği kadarıyla, olayların gidişatını ve gelecekteki sonuçlarını önceden bilir, buna göre hareket ederler. 

Kehf Suresi’nin 65. ayetinde “Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul…” şeklinde bildirilen kişinin Hz. Hızır olduğu konusunda tüm Ehl-i Sünnet alimleri hemfikirdir. Kuran-ı Kerim’de Hz. Musa’nın Hz. Hızır ile buluştuğu, kendisiyle beraber bir yolculuğa çıktığı, Rabbimiz’in Hz. Hızır’a vahyettiği ilimden faydalanmak istediği bildirilmiştir. Hz. Hızır’ın, Hz. Musa ile olan yolculuğu dışında hadis-i şeriflerde de Hz. Hızır hakkında aktarılmış pek çok sahih (sağlam, güvenilir) bilgi bulunmaktadır. İslam tarihi boyunca Hz. Hızır ile ilgili en çok tartışılan konulardan biri, Hz. Hızır’ın hayatta olup olmadığıdır. Hadislerde yer alan bilgilere ve büyük İslam alimlerinin yorumlarına göre Hz. Hızır hayattadır. Hz. Hızır’ın hayatta olduğunu ifade eden büyük müçtehid ve hadis alimleri arasında; • Ünlü hadis alimi, Şehylülislam Takıyuddin Ebu Ömer İbn-üs Salah, • Büyük hadis hafızı, İbn-i Hacer Askalani, • Büyük hadis alimi, Kamil El-Hafız Ebu Cafer Tahavi, • Ünlü hadis, tefsir ve fıkıh alimi ve hafızı, İmam Celalledin Suyuti, • İmam Rabbani, • Büyük tefsir alimi, İbn-i Kesir, • Ruhu’l Beyan Tefsiri yazarı, İsmail Hakkı Bursevi, • Ünlü İslam alimi, Bediüzzaman Said Nursi gibi büyük şahıslar bulunmaktadır. 

Örneğin İbn-i Kesir, Hz. Hızır’ın hayatta olduğunu şu şekilde ifade etmektedir: Hızır (a.s)’ın şimdi de hayatta olduğu hakkında cumhurun (alimlerin çoğunluğunun) ittifakı vardır. Bu davaya da vaki olmuş (gerçekleşmiş) birçok haber ve rivayet ve hadiseleri naklederek şahid göstermişlerdir. (El-Bidaye Ve-n Nihaye, 1/328) huseyin24 huseyin24 Reputation: 6.986 İleti:168 18 Temmuz, 2009 gönderildi 

Kuran’da Hz. Hızır Kıssası Kuran-ı Kerim’de, Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın yolculuğu detaylı olarak bildirilmiş, Hz. Hızır’ın Allah’tan bir nimet olarak sahip olduğu “İlm-i ledün” ve bu ilimle verdiği hikmetli kararlar açıklanmıştır. Konuyla ilgili bir ayet şu şekildedir: Derken, Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular. (Kehf Suresi, 65) Kehf Suresi’nin bundan önceki ayetlerinde, Hz. Musa’nın bir yardımcısıyla birlikte yaptığı yolculuk bildirilmektedir. Bu ayette Hz. Musa ve yardımcısının Hz. Hızır ile karşılaştıkları bildirilmektedir. Hz. Hızır Allah’ın kendisine rahmet verdiği bir kişidir. Yüce Allah’ın Rahman ve Rahim sıfatı Hz. Hızır üzerinde tecelli etmektedir. Allah, Hz. Hızır’a Kendi Katından üstün bir ilim vermiş ve onu üstün bir kul kılmıştır. Musa ona dedi ki: “Doğru yol (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?” (Kehf Suresi, 66) Ayetlerde yer alan bilgilerden, Hz. Musa’nın buluşacağı bu kutlu kişi hakkında daha önceden vahiy ile detaylı bilgi aldığı anlaşılmaktadır. (Allahu alem) Söz konusu durumu ortaya koyan pek çok delil vardır. Örneğin Hz. Musa, bulunduğu yere göre oldukça uzak olmasına rağmen buluşacağı yere gitmek için bir çaba sarf etmiştir. Çünkü orada buluşacağı kişinin kendisine çok fazla fayda vereceğine emindir. Bunun herhangi bir buluşma olmadığını, çok özel bir buluşma olduğunu bilmektedir. O nedenle her türlü zorluğu göze almakta, uzun bir yol katetmektedir. 

Ayrıca Hz. Musa, buluşur buluşmaz karşısındaki kişiyi hemen tanımış, onun üstün ahlakını ve ilmini fark etmiş ve kendisine tabi olmayı talep etmiştir. Bu da karşısındaki kişinin ilim öğretilen, kutlu bir kişi olduğunun kendisine önceden bildirilmiş olabileceğini göstermektedir. (En doğrusunu Allah bilir.) Buluşacağı bu kişinin doğru yolda olan ve doğru yola ileten bir kişi olduğu, bu kişiye tabi olması gerektiği ve ondan bilgi öğrenmesi gerektiği Hz. Musa’ya vahiy yoluyla bildirilmiş olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Üstelik ondan aldığı bu bilgi ve ilim ile Hz. Musa’nın doğru yola ulaşacağını da bildiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle de o şahsı gördüğünde, ona tabi olmak istediğini hemen söylemiştir. Dedi ki: “Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin.” (Kehf Suresi, 67) Ayetlerde bildirildiğine göre, Hz. Hızır da Hz. Musa hakkında detaylı bilgiye sahiptir. (Allahu Alem) Üstelik konuşmalarından, Hz. Hızır’ın geleceğe dair bilgilere de Allah’ın bildirmesiyle sahip olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Hızır, Hz. Musa’nın talebini dinledikten sonra, öncelikle ona kendisiyle birlikte olmaya sabır gösteremeyeceğini söylemiştir. Daha hiçbir olay olmadan, Hz. Musa’nın nasıl bir tavır göstereceğini bilmeden ve görmeden Hz. Hızır’ın böyle bir açıklamada bulunması çok dikkat çekicidir. 

Bunun nedeni ise Rabbimiz’in bir lütfu olarak Hz. Hızır’ın geleceği bilmesidir. (En doğrusunu Allah bilir.) Bu bilginin Hz. Hızır tarafından bilinmesi, herolayın Allah’ın dilemesiyle gerçekleştiğine de bir işaret niteliğindedir. Çünkü Allah, gelecek hakkındaki bilgiyi ancak dilediği kullarına, dilediği kadarıyla vermektedir. Hz. Hızır’ın gelecekten haber vermesi de ancak Allah’ın takdiriyle mümkündür. Kuran’ın çeşitli ayetlerinde bildirildiği gibi, Allah kullarından dilediğine gaybın haberlerini verebilir. Hz. Musa’nın, kıssanın sonraki bölümlerinde karşılaşacağı olaylar çoktan sonuçlanmıştır ve Allah Katında her anıyla bilinmektedir. Yaşayacağı olaylar, Hz. Musa’nın kaderinde yazılmıştır. Bu da insanın, Allah’ın kaderinde takdir ettiği dışında hiçbir şey yaşayamayacağına açık bir delildir. 

Müminlerin, bu ilmi kavramış, Allah’a ve kadere teslim olmuş, mütevekkil kişiler olması gerektiği ayetlerde şu şekilde bildirilir: De ki: “Allah’ın dilemesi dışında, kendim için zarardan ve yarardan (hiçbir şeye) malik değilim. Her ümmetin bir eceli vardır. Onların ecelleri gelince, artık ne bir saat ertelenebilirler, ne öne alınabilirler. (Yunus Suresi, 49) (Böyleyken) “Özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?” (Kehf Suresi, 68) İnsanın gün içinde başına pek çok olay gelir. Zorluklarla, sıkıntı verici durumlarla, neşe ve huzur veren olaylarla karşılaşır. Ancak insanların büyük bir bölümü Allah’ın varlığını ve her olayın Allah Katında bir kader üzere belirlendiğini düşünmedikleri için, başlarına gelen olayları şans ya da tesadüf gibi gerçek dışı kavramlarla açıklamaya çalışırlar. 

Bu da olup bitenlere hayır gözüyle bakmalarını, yaşadıklarından hikmetli sonuçlar çıkarabilmelerini engeller. Bu nedenle de sürekli sıkıntıya, üzüntüye düşer, mutsuz olurlar. Bu, iman edenlerle iman etmeyen kişiler arasındaki çok büyük bir farktır. Çünkü iman edenler her olayın Allah’ın dilemesiyle ve çok büyük bir hayırla yaratıldığının bilincindedirler. Unutmamak gerekir ki, Allah sonsuz, insan ise sınırlı bir akla sahiptir. İnsan ancak olayların görünen kısmı ile muhatap olabilmekte ve ancak kendi anlayışı ile bu olayları değerlendirebilmektedir. Bazı insanlar sınırlı bilgi ve anlayışı ile kimi zaman hayır ve güzellik olan bir olayı olumsuz, kötü bir olayı ise olumlu ve hayırlı olarak nitelendirebilmektedirler. 

Bu durumda doğruları görebilmek için iman eden bir insanın yapması gereken şey, Allah’ın sonsuz akıl ve bilgisine teslim olarak, her olaya hayır gözüyle bakmaktır. Çünkü olumsuz gibi görünen her olay da iman eden bir insan için gerçekte bir “kader dersi”dir. Nitekim Allah bir Kuran ayetinde şöyle bildirmiştir: …Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. (Bakara Suresi, 216) (Musa) “İnşaAllah, beni sabreden (biri olarak) bulacaksın. Hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim” dedi. (Kehf Suresi, 69) Ayette görüldüğü üzere, Hz. Musa, Hz. Hızır’ın söylediği sözler karşısında hemen Müslümanca bir tavır göstermekte ve “İnşaAllah” -yani “eğer Allah dilerse”- şeklinde cevap vermektedir. 

Bu kelime, müminlerin Allah’a olan teslimiyetlerinin, kaderin her an işlediğini bildiklerinin, Allah dilemedikçe hiçbir şeye güç yetiremeyeceklerinin farkında olduklarının bir ifadesidir. Kehf Suresi’nin 23 ve 24. ayetlerinde bildirildiği gibi, hiçbir şey için “bunu yarın mutlaka yapacağım” dememek, “Allah dilerse (inşaAllah)” demek Allah’ın bir emridir. Hz. Musa’nın bu cevabıyla Allah, Müslümanların bir işe başlamadan, bir karar vermeden, ertesi gün için bir plan yapmadan önce mutlaka “inşaAllah” demelerinin önemini bildirmektedir. Çünkü insana o işi gerçekleştirme gücünü ve becerisini veren de, sonuçta başarıya ulaştıracak olan da yalnızca Allah’tır. Müslümanların bu çok önemli gerçeği bir an bile akıllarından çıkarmamaları, kainattaki her olayın herşeyden haberdar olan Allah’ın kontrolünde ve bilgisinde olduğunu unutmamaları gerekmektedir. 

Dedi ki: “Eğer bana uyacak olursan, hiçbir şey hakkında bana soru sorma, ben sana öğütle-anlatıp söz edinceye kadar.” (Kehf Suresi, 70) Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssası ile peygambere ve elçilere uymanın önemine bir kez daha dikkat çekilmektedir. Bu tabiyet esnasında müminlerin titiz bir saygı göstermeye ehemmiyet vermeleri gerekmektedir. Ayetlerde elçilere itaatin önemi şu şekilde bildirilmektedir: Kim Resule itaat ederse, gerçekte Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik. (Nisa Suresi, 80) Allah’a ve elçisine itaat edin, ki merhamet olunasınız. (Al-i İmran Suresi, 132) Müminler, elçiye itaat ederken aslında Rabbimiz’e itaat ettiklerini bilmeli, elçilerin aldıkları her kararı, yaptıkları her işi hayır ve hikmet gözüyle değerlendirmeli ve onlara gönülden tabi olmalıdırlar. 

Nitekim Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssasındaki ayetlerde de tabi olunan kişinin gerekli gördüğü zaman yaptığı işlerin, aldığı kararların ve söylediği sözlerin hikmetini öğütle açıklayacağı bildirilmektedir. Örneğin Kehf Suresi’nin bu ayetinde, Hz. Hızır’ın “ben sana öğütle-anlatıp söz edinceye kadar” dediği belirtilerek, Hz. Musa’ya karşılaştığı olayların hikmetinin açıklanacağı bildirilmiştir. Böylece ikisi yola koyuldu. Nitekim bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Musa) Dedi ki: “İçindekilerini batırmak için mi onu deldin? Andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın.” (Kehf Suresi, 71) Kehf Suresi’nin bu ayetinden, Hz. Musa’nın Hz. Hızır ile olan yolculuğu sırasında yanına genç arkadaşını almadığı anlaşılmaktadır. 

Bu seçimin pek çok hikmeti olabilir. Ancak bunlardan biri, ikili eğitimin önemine işaret etmesidir. (Allahu Alem) Gerçekten de ikili eğitim, olabilecek en iyi eğitim şeklidir. Kalabalık bir topluluk içindeyken insanların konsantrasyonlarının dağıldığı, dikkatlerini toplamakta zorlandıkları bilinen bir gerçektir. Üç kişi olunduğunda dahi insanın dikkatinin dağıldığı, eğitimini aldığı konuya yoğunlaşmakta zorlandığı bilinmektedir. İşte bu nedenle Kuran’da teke tek eğitime işaret edilmektedir. Bu şekilde kişi çok daha kolay konsantre olur, dikkatini verir ve eğitimi veren kişiyle doğrudan iletişim halinde olduğu için konuları çok daha hızlı kavrayabilir. Nitekim tüm dünyada geçerli olan özel ders alma sisteminin önemi de bu olumlu yönlerinden kaynaklanmaktadır. 

Ayette bildirilen bir konu daha vardır: Hz. Musa, Hz. Hızır’ın çok değerli bir kişi olduğunu, hayırla görevlendirildiğini çok iyi bilmektedir. Ayette bildirilen olay, Hz. Hızır’ın ilk karşılaştıklarında ona söylediği sabır gösteremeyeceği olaylardan birinin kaderinde gerçekleştiği andır. Hz. Hızır’a geleceğe dair verilen bilginin bir kısmı böylece gerçekleşmiştir. Dedi ki: “Gerçekten benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?” (Musa) “Beni, unuttuğumdan dolayı sorgulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma” dedi. (Kehf Suresi, 72-73) Kehf Suresi’ndeki bu ayetlerde, Hz. Hızır’ın konuşmalarındaki kesinlik dikkati çekmektedir. Hz. Hızır, gerçekleşecek olan olayları bildirirken çok emin bir üslupla konuşmaktadır. Hz. Musa’nın hiçbir şekilde sabredemeyeceğini “kesinlikle” diyerek ifade etmektedir. 73. ayette ise herşeyin Allah’ın emriyle gerçekleştiğine tekrar işaret edilmektedir. İnsanın kendi iradesiyle ağzından tek bir kelime çıkması, ya da ağzından çıkacak bir kelimeyi engellemesi kesinlikle mümkün değildir. Çünkü insana nutku veren ve onu konuşturan Allah’tır. Allah canlı-cansız dilediği her varlığa dilediğini söyletmeye güç yetirendir. Nitekim Kuran ayetlerinde Allah’ın kıyamet gününde insanların işitme, görme duyularına ve derilerine nutuk verdiği bildirilmektedir. 

Bu durum ayetlerde şu şekilde buyrulmaktadır: Sonunda oraya geldikleri zaman, işitme, görme (duyuları) ve derileri kendi aleyhlerine şahitlik edecektir. Kendi derilerine dediler ki: “Niye aleyhimizde şahitlik ettiniz?” Dediler ki: “Herşeye nutku verip-konuşturan Allah, bizi konuşturdu. Sizi ilk defa O yarattı ve O’na döndürülüyorsunuz. Siz, işitme, görme (duyularınız) ve derileriniz aleyhinize şahitlik eder diye sakınmıyordunuz. Aksine, yaptıklarınızın birçoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.” (Fussilet Suresi, 20-22) Başka ayetlerde de Allah’ın izin vermesi dışında hiçbir varlığın konuşmaya güç yetiremeyeceğini Rabbimiz şöyle bildirmektedir: Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi Rahman olan (Allah); O’na hitap etmeye güç yetiremezler. 

Ruh ve meleklerin saflar halinde duracakları gün; Rahman’ın kendilerine izin verdikleri dışında olanlar konuşmazlar. (Konuşacak olan da,) Doğruyu söyleyecektir. (Nebe Suresi, 37-38) Unutmayı ve hatırlamayı Allah meydana getirir. Allah geçmişten bugüne kadar yaşamış olan tüm insanların zihinsel faaliyetlerinin tamamına hakim olandır. Unutması da, soruyu sorması da Hz. Musa’nın kaderinde an an yazılmıştır. Hiçbir insanın, beynine hakim olup bu unutmanın önüne geçmesi ya da söyleyeceği söze engel olması mümkün değildir. Allah dilediği an, dilediği kişiye, dilediği konuyu unutturur. Dilerse tüm hafızasını bir anda elinden alır, dilerse hiç bilmediği konuları onun hafızasında ilim olarak yaratır. Bunların hepsi Allah’ın dilemesiyle gerçekleşir. Hz. Musa’nın ayette geçen “bu işimde bana zorluk çıkarma” şeklindeki sözlerinden ise, Hz. Hızır’la olan eğitimin kesilmesini istemediği anlaşılmaktadır. 

Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürüverdi. (Musa) Dedi ki: “Bir cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun, sen kötü bir iş yaptın.” (Kehf Suresi, 74) Her insana canını veren ve verdiği canı alacak olan sadece Allah’tır. Allah dilemedikçe bir insanın bir diğerini öldürmesi mümkün değildir. Allah Enfal Suresi’nde bu durumu şu şekilde bildirir: Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü’minleri Kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı.) Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir. (Enfal Suresi, 17) 

Hz. Hızır da Allah’ın emri ve dilemesiyle hareket eden, salih bir kuldur. Yaptığı her hareket, söylediği her söz ancak Allah’ın emriyle gerçekleşmektedir. Üstelik bu ölümün bir cana karşılık olup olmadığını Allah dilemedikçe hiç kimsenin bilmesi mümkün değildir. Aynı şekilde öldürülen çocuğun “tertemiz bir can” olup olmadığını da Allah bildirmedikçe, hiç kimse bilemez. Dedi ki: “Gerçekte benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?”(Musa) “Bundan sonra sana birşey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana bir özre ulaşmış olursun” dedi. (Kehf Suresi, 75-76) Kullarına dilediği zaman sabır gösterme gücünü veren, dilediği zaman da bu gücü geri alan Allah’tır. 

Kuran’da müminlerin bu güzel özellikleri pek çok ayette vurgulanmakta, ancak sabrı verenin Allah olduğu belirtilmektedir. Örneğin Bakara Suresi’nde Talut’un ordusunun savaş sırasında sabrı Allah’tan diledikleri bildirilir: Onlar, Calut ve ordusuna karşı meydana (savaşa) çıktıklarında, dediler ki: “Rabbimiz, üzeri- mize sabır yağdır, adımlarımızı sabit kıl (kaydırma) ve kafirler topluluğuna karşı bize yardım et.” (Bakara Suresi, 250) Kehf Suresi’nin 76. ayetinde ise Hz. Musa’nın, meydana gelen bu durumdan Hz. Hızır’ın rahatsızlık duyduğunun farkında olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Hızır’ın yaptığı hatırlatmalara ve sabır gösteremeyeceği yönünde kesinlik arz eden konuşmalarına rağmen, Hz. Musa sabır göstereceğini ifade etmiş, ancak iki olaydan sonra bir çözüm yolu bulmaya karar vermiştir. Bunun için de Hz. Hızır’ın bu eğitimden vazgeçmemesine yönelik yeni bir ikna üslubu kullanmıştır. 

Hz. Musa’nın isteği, Hz. Hızır’a güvence ve garanti vererek bu dersten vazgeçmesini engellemektir. Hz. Musa eğitimin olabildiğince devam etmesini ve Hz. Hızır gibi özel ilim verilmiş kutlu bir kuldan mümkün olduğu kadar istifade edebilmeyi istemektedir. Bunun için de ikna edici bir şart koşmayı çözüm yolu olarak bulmuştur. (Yine) Böylece ikisi yola koyuldu. Nihayet bir kasabaya gelip yemek istediler, fakat (kasaba halkı) onları konuklamaktan kaçındı. Onda (kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, hemen onu inşa etti. (Musa) Dedi ki: “Eğer isteseydin gerçekten buna karşılık bir ücret alabilirdin.” (Kehf Suresi, 77) Yollarına devam eden Hz. Musa ve Hz. Hızır, girdikleri kasabada güzellikle karşılanmamışlardır. 

Bu karşılamadan, yaptıkları yolculuğun çok zorlu bir yolculuk olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü kasaba halkı onları konuklamaktan, hatta onlara yemek vermekten dahi kaçınmıştır. Bu ayette Allah, doğruyu ve faydalı ilmi bulmak için her türlü zorluğa talip olunmasının makbuliyetine işaret etmektedir. (Allahu Alem) Hz. Musa da, Hz. Hızır ile birlikte olabilmek, onun ilminden istifade edebilmek ve öğütlerinden faydalanabilmek için her türlü zorluğa razıdır. Bu tüm inananlar için de bir öğüt niteliğindedir. Müslümanlar da benzer bir durumla karşılaştıklarında aynı kararlılığı ve güzel ahlakı göstermelidirler. 

Ayette ayrıca Hz. Hızır’ın son derece yetenekli, maharetli ve süratli bir kimse olduğuna işaret edilmektedir. Bu, hem daha önce gemiyi içindekilere hiç sezdirmeden tahrip edebilmesinden, hem de duvarı inşa ederken yaptığı işin hızından ve dayanıklılığından anlaşılmaktadır. Allah Kuran’da “hemen onu inşa etti” diye bildirerek bu hıza ve tecrübeye işaret etmiştir. Ayrıca Hz. Hızır, gemiyi delerken de çok büyük bir hüner göstermiştir. Gemiyi tahrip etmemiş, sadece birkaç küçük hasarla, karşı tarafın beğenmeyeceği bir hale getirmiştir. Buradan Hz. Hızır’ın duvarın ve geminin yapıldığı malzemeye tam bir hakimiyeti olduğu anlaşılmaktadır. Ayetin devamında Hz. Musa üçüncü ve son kez Hz. Hızır’a bir soru sormaktadır. 


Oysa Hz. Hızır ücret alıp almaması gerektiğini zaten Allah’ın kendisine verdiği ilimle gayet iyi bilmektedir. Bir kişinin yaptığı iş karşılığında ücret alması zarureti yoktur. Bazı durumlarda ücret alınırken, bazılarında alınmayabilir. Bu, duruma ve koşullara göre değişebilir. Mümin tüm yaptıklarını sırf Allah rızası için yapar. Yaptığı herhangi bir iş ücretli olabildiği gibi ücretsiz de olabilir. Ücretli olduğunda da alınan para yine sadece Allah rızası için kullanılır. Dedi ki: “İşte bu, benimle senin aranda ayrılma (zamanı)mız. Sana, üzerinde sabır göstermeye güç yetiremeyeceğin bir yorumu haber vereceğim. (Kehf Suresi, 78) Hz. Musa’nın sorduğu bu son soru, aralarında ayrılma vaktinin geldiğinin de bir işareti niteliğindedir. 


Zaten ayrılma gerekçesini Allah Hz. Musa’ya söyletmiş, tek bir kez daha soru sorarsa ayrılacaklarına dair kendisi söz vermiştir. Gerekçeyi ise Hz. Hızır açıklamıştır. Bu ayette, Hz. Hızır’ın, Hz. Musa’ya “yorumu yapılmadığı için sabredemedin” diyerek öğütle açıklamada bulunacağı bildirilmektedir. Bu sözleriyle, tüm bunların, hikmetleri açıklanırsa sabredebilecek şeyler olduğunu ifade etmiştir. Hz. Hızır ve Hz. Musa’nın yol boyunca yaşadıkları, ikisinin de kaderinde belirlenmiş ve Allah Katında yazılmıştır. Bunların hiçbir şekilde farklı yaşanması ihtimali yoktur. İkisinin ayrılma anı da, tıpkı birleşme anı ve birleşme yeri gibi, Allah Katında bellidir. Allah ikisinin de kaderlerinde bu anları sonsuz evvelde belirlemiştir. “Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı. (Kehf Suresi, 79) Bu ayette görüldüğü gibi, ayrılma kararını belirledikten sonra Hz. Hızır olayların hayır ve hikmetlerini birer birer açıklamaya başlar. Birinci olayda Hz. Hızır bir gemiyi delmiştir. 


Ancak bu gemiyi delmesinin çok önemli birkaç nedeni vardır. Hz. Hızır’ın bu davranışının hikmetlerini açıklamadan önce, onun merhametli karakteri üzerinde durmak gerekir. Hz. Hızır hemen yoksulların yardımına koşmuş, onların sıkıntı içine düşmelerini, zorba kimselerden zulüm görmelerini engellemek istemiştir. Bu hareketi, onun yoksul ve ihtiyaç içinde olanlara karşı duyduğu muhabbeti, şefkatli ve merhametli karakterini ortaya koymaktadır. Allah’ın üstün ilme sahip kullarından biri olan Hz. Hızır da tüm elçiler gibi şefkatli ve merhametli, Allah’ın Katından rahmet verdiği bir insandır. O nedenle de yoksulluk ve ihtiyaç içinde olan bu insanlara yardım etmek için hemen gemilerinde bir delik açmış, böylece gemiyi eksik ve kusurlu göstererek zalimle

rin el koymasından kurtarmıştır. Hz. Hızır’ın gemiyi delişinde de çok büyük bir akıl, feraset, basiret ve ileri görüşlülük hemen dikkati çekmektedir. 
Çünkü gemiyi makul ölçülerde, tekrar tamir edildiğinde kolayca kullanılabilecek şekilde tahrip etmiştir. Böylece gemiyi gören kişi kusurlu zannedecek ve el koymaktan vazgeçecektir.

 Ancak gemi sahipleri zorba kişilerin mallarını gasp etme tehlikesi ortadan kalktıktan sonra gemiyi kolaylıkla yeniden tamir edip, kullanabilecek hale getireceklerdir. Ayette işaret edilen bir diğer önemli konu ise, yoksul halkın bulunduğu bölgede zorba bir rejim olmasıdır. Yapılan uygulamalardan anlaşıldığı kadarıyla, bu, bir dikta rejimi olabilir. Bu bölgedeki despot yönetim, iman edenlerin mallarını bir gerekçe göstermeden gasp ediyor olabilir. 


Bu nedenle de müminler zorluk içinde yaşıyor ve bu durumdan bir çıkış yolu bulmakta zorlanıyor olabilirler. (Allahu Alem) İnsanların mallarının bu şekilde gerekçe gösterilmeden gasp edilmesi, eski dönemlerdeki despot derebeylik veya monarşilerde veya çağımızdaki faşist ve komünist rejimlerde sıkça görülen bir uygulamadır. Söz konusu totaliter yönetimler, savunmasız halkların mallarına el koyarak, onları açlık ve yokluk içinde bırakmışlardır. 


Bu örnek zorba yönetim anlayışının tarihin en eski dönemlerinden beri gelen bir düşünce olduğunun da bir delilidir. “Çocuğa gelince, onun anne ve babası mü’min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkar zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk.” (Kehf Suresi, 80) Ayette çocuğun ailesinin mümin kimseler olduğu bildirilmektedir. Bu bilgi ile, o devirde de hak dinin olduğuna işaret edilmektedir. 

Hz. Hızır’ın çocuğun canını almasıyla ilgili ayetleri açıklarken, üzerinde durulması gereken bir diğer konu ise çocuğun ölümünün Allah’ın bir takdiri olduğudur. Allah, o çocuğun ölümünü kaderinde yer ve zaman olarak yazmıştır. Allah “Sizi çamurdan yaratan, sonra bir ecel belirleyen O’dur. Adı konulmuş ecel, O’nun Katındadır…” (Enam Suresi, 2) ayetiyle insanlara bu gerçeği hatırlatmaktadır. Kuran’da bildirildiği gibi her insanın canını melekler alır. Allah, Enfal Suresi’nde bu gerçeği şu şekilde bildirir: Melekleri, onların yüzlerine ve arkalarına vurarak: “Yakıcı azabı tadın” diye o inkar edenlerin canlarını alırken görmelisin. (Enfal Suresi, 50) Ancak meleklerin canı alması da bir sebeptir, gerçekte ise canı alan ancak Allah’tır. 


Allah bu çocuğun canının alınmasını Hz. Hızır’ın eliyle takdir etmiştir. Ancak Hz. Hızır olmayıp, başka biri de bu ölüme vesile olabilirdi. Bir kaza sonucu, kalbinin durması nedeniyle ya da düşüp başını yaralayarak bir anda hayatını yitirebilirdi. Allah’ın “… Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler” (Nahl Suresi, 61) ayetiyle bildirdiği gibi, bir kişinin eceli geldiği zaman, bu tarihi kimsenin engellemesi ya da öne alması mümkün değildir. Ayrıca bu olayda Allah, ölüm meleklerini görünmeyen sebep kılmış, görünen yüzünde ise, Hz. Hızır’ı çocuğun canını alıyor gibi göstermiştir. 


Gerçekte ise Hz. Hızır vahiyle hareket eden bir kuldur ve Allah’ın emrinin dışına kesinlikle çıkamaz. Allah dilemedikçe, kendi iradesiyle birşey yapması mümkün değildir. Allah bu çocuğun canını almak için onu vesile kılmıştır. Hz. Hızır ise ileride iman etmeyeceğine dair kesin bilgiye sahip olduğu bir çocuğu, Allah’ın emriyle öldürmektedir. O çocuğun hem ailesine ve çevresine zulmetmesini engellemek, hem de günahlara boğulmasına mani olmak istemektedir. Bunun için Allah’ın izniyle önceden tedbir almaktadır. 


Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhamet bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik.” (Kehf Suresi, 81) İnsanların büyük bir bölümü ölüm, yakınlarını kaybetme gibi olayların hayır ve hikmet yönünü görmekte zorlanırlar. Oysa dünya üzerinde gerçekleşen her olayda olduğu gibi, ölümde de çok büyük hikmetler ve hayırlar gizlidir. Bu hikmetlerden biri ayette “Allah’ın daha güzelini ve daha temizini vermek” istediği şeklinde bildirilmektedir. 

“Duvar ise, şehirde iki öksüz çocuğundu, altında onlara ait bir define vardı; babaları salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve kendi definelerini çıkarsınlar; (bu,) Rabbinden bir rahmettir. Bunları ben, kendi işim (özel görüşüm) olarak yapmadım. İşte, senin sabır göstermeye güç yetiremediğin şeylerin yorumu.” (Kehf Suresi, 82) Hz. Hızır’ın açıkladığı son hikmet ise öksüz çocuklara ait olan duvarı inşa etmesi ile ilgilidir. Bu ayette salih müminlere ait öksüz ve yetim çocukların korunmalarına dikkat çekilmektedir. Allah yetimler hakkında Bakara Suresi’nde şu şekilde buyurmaktadır: Ve sana yetimleri sorarlar. De ki: “Onları ıslah etmek (yararlı kılmak) hayırlıdır. 


Eğer onları aranıza katarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah bozgun (fesad) çıkaranı ıslah ediciden bilir (ayırt eder). Eğer Allah dileseydi size güçlük çıkarırdı. Şüphesiz Allah güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara Suresi, 220) Ayette de bildirildiği gibi iman edenler yetimlerin hakkını korumada, onların ahlakını güzelleştirmede azami titizlik gösterirler. Bu onların güzel ahlaklarının, Allah’ın emir ve tavsiyelerini uygulamadaki titizliklerinin bir sonucudur. 

Müslümanlar, “… Hayır olarak infak edeceğiniz şey, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak her ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir” (Bakara Suresi, 215) ayetinde bildirildiği gibi yetimlere infakta bulunurlar. “Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler” (İnsan Suresi, ayetinde ise kendileri ihtiyaç içinde bulunsalar bile, öncelikle onları koruyup kolladıkları bildirilmiştir. 

Hz. Hızır da İslam ahlakının bir gereği olarak yetim çocukların geleceğini düşünmekte ve onlar için çok önemli bir yatırım yapmaktadır. Eğer Hz. Hızır duvarı tamir etmeseydi, duvar yıkılıp yetim çocukların babalarına ait hazine ortaya çıkacak, çocukların malları da zalim kimseler tarafından yağmalanacaktı. İşte bu nedenle Hz. Hızır hazine için, çocuklar ergenliğe erişinceye kadar korunup, gizlenebilecek sağlam bir yer yapmış, onların gelecekleri için önemli bir tedbir almıştır. Hz. Hızır’ın yoksullara ve yetimlere gösterdiği bu şefkat ve merhamet daha önce de vurguladığımız gibi, Allah’ın Rahim (sonsuz merhamet sahibi) sıfatının bir tecellisidir. 


Hz. Hızır’ın bu duvarı sağlam inşa etmesi ile, çocukların mallarını korumak için güçlü bir tedbir almanın önemine işaret edilmektedir. Hz. Hızır Allah’a tevekkül etmiş ve bu nedenle de çocuklar için çok sağlam, Allah Katında belirlenmiş zamana kadar zarar görmeyecek, muhkem bir duvar inşa etmiştir. Ayrıca bir duvarın yıkılması başta oradan geçen insanlar olmak üzere çevresindeki bitkilere, yakınlarında olan hayvanlara çok büyük zarar verip, ölüm ya da yaralanmalara neden olabilir.

 Bu ayette de yıkık duvarların tekrar inşa edilirken sağlam yapılmaları gerektiğine işaret ediliyor olabilir. (Allahu Alem) Ayette ayrıca Hz. Hızır’ın “Bunları ben, kendi işim (özel görüşüm) olarak yapmadım” dediği de bildirilmektedir. Bu, daha önce de vurguladığımız gibi, Hz. Hızır’ın herşeyi yapanın Allah olduğunu, herşeyin kaderde olup bittiğini bildiğini gösteren bir konuşmadır. Hz. Hızır hiçbir kararı kendi dilemesiyle vermediğini en güzel şekilde ifade etmektedir. Görüldüğü gibi Hz. Musa, Hz. Hızır ile buluşmasında Allah’ın izniyle çok önemli ve hikmetli bir eğitim almış, Hz. Hızır’ın Rabbimiz’in dilemesiyle bazı gayb bilgilerine sahip özel bir insan olduğuna şahitlik etmiştir. Hadislerde yer alan bilgilere, İslam alimlerinin çeşitli açıklamalarına ve İslam tarihi kaynaklarına göre, Hz. Hızır dönem dönem peygamberlere ve Allah’ın salih kullarına yardımcı ve destekçi olmaktadır. 


Sonuç: Rabbimiz’in, “… Allah’ın size verdiği nimeti ve size öğüt olarak indirdiği Kitab’ı ve hikmeti anın…” (Bakara Suresi, 231) ayetiyle bildirdiği hükmü gereği bu yazıda Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssasının bazı hikmetleri üzerinde durulmuştur. Ayetlerde bildirilen bu hikmetleri anlamaya ve her an yaşamaya çalışmak, aynı zamanda insanlara da anlatmak, tüm Müslümanlar için bir sorumluluktur. Allah Kuran’da şu şekilde buyurmaktadır: Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır.


 (Bu Kur’an) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, herşeyin ‘çeşitli biçimlerde açıklaması’ ve iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve rahmettir. (Yusuf Suresi, 111) Bu makale, İlmi Araştırma Dergisi 05. sayı (Kasım 2004) 4. sayfada yayınlanmıştır. İlm-i ledün veya ledünnî ilim, Allah ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve mârifet ilmidir. Allah, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: "Orada, kendi indimizden bir rahmet (vahiy ve nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve ona ledünnî ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır'ı) buldular." (Kehf sûresi: 65) Hem Sa'lebî'nin hem de İmâm-ı Rabbânî'nin ifâde ettikleri gibi, Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatliydi. 

Allah'ın izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilirdi. Hak teâlânın bildirmesiyle ledünnî ilim verilmişti. Muhammed Pârisâ; "İlm-i ledünnî verilmesinde Hızır aleyhisselâmın rûhâniyeti vâsıta olmaktadır." buyurmuştur. 


Senâullah-ı Dehlevî bu ilim hakkında şöyle demektedir: "Ledünnî ilim, çalışmak ve gayretle ele geçmez. İhsân edilen kimselere mahsûstur. Umûma şâmil değildir. Peygamberlere verilen ilimler ve vahyedilen şeyler ise, umûma şâmildir ve herkesi ilgilendirir. Yâni peygamberler, bunları, gönderildikleri kavimlere tebliğ etmekle, bildirmekle vazîfelidirler. Bu bakımdan peygamberlerin ilmi, ledünnî ilminden üstündür." Seyyid Abdülhakîm Arvasi ise, şunları ifâde etmektedir: "Emîr Sultan hazretleri, ledünnî ilme sâhipti. Bu ilim yetmiş iki derecedir. İlk derecesinde olan, bir ağaca bakınca yapraklarının sayısını, bir denize bakmakla damlalarının adedini, bir çöle bakınca kumlarının sayısını bilir." Kıyamet yaklaştıkça, insanlar dinden uzaklaşmaya başlamaktadır. Eskiden kerameti görülen evliya çoktu. Fakat dinden uzaklaştıkça evliya azaldı, kerametler görülmez oldu.
 Ledün ilmi unutuldu. Sapıklar çoğaldı, keramet inkâr edilmeye başlandı. 
Kerametin hak olduğuna Kur’an-ı kerimden örnekler: 

1- Hz. Süleyman, “Sebe Melikesinin tahtını bana kim getirebilir?” dedi. Cinlerden bir ifrit: “Sen yerinden kalkmadan önce, onu getiririm, buna gücüm yeter” dedi. İlmi ledün [ilmi batın] sahibi olan vezir Asaf bin Berhiya ise, “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi ve bir anda getirdi. (Neml 38-40) [Vezir de, cin de peygamber değildi. Vezir bu işi kerametle yapmıştı. Cin müslüman ise kerametle, kâfir ise sihirle yapacaktı.] 

2- Hz. Meryem peygamber değildi. Kocasız çocuk doğurdu. Hz. Meryem mabette yaşar, yiyecekleri, kerametle hep yanında hazır olurdu. Kur’an-ı kerimde, (Hurma dalını kendine doğru silkele, taze hurma dökülsün.) buyuruldu. (Meryem 24) Hz. Zekeriya, Hz. Meryem’in yanında taze meyve ve yiyecekleri görünce hayret ederdi. İşte âyet-i kerime meali: (Rabbi Meryem’e hüsnü kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya, onun yanına, mâbede her girişinde orada bir rızık görür, “Ey Meryem, bunlar sana nereden geliyor?” der; o da: Bunlar, Allah tarafından” diye cevap verirdi.) [Ali imran 37]

 3- Eshâb-ı Kehf’in kerameti de meşhurdur. Eshab-ı kehf, yiyip içmeden, bir zarara uğramadan 309 yıl uykuda kaldıktan sonra uyanmışlardır. Kur’an-ı kerimde, (İşte bu, Allahın kudretini gösteren delillerden biridir. Uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın.) buyuruluyor. (Kehf 17, 18) 
4- Hz. Musa’nın yanındaki gencin çantasındaki balık canlanıp suya gitmiştir: (Her ikisi, iki denizin birleştiği yere varınca balık şaşılacak şekilde denize gitmişti.) [Kehf 61- 63] 

5- Kehf suresinin 63. âyetinden itibaren Hz. Musa ile ledün ilmi’ne sahip bir zatın kıssası anlatılır. Özetle şöyledir: (İkisi, [Hz. Musa ile bir genç] kendisine ilim verdiğimiz birini buldular. 

Musa ona, “Sana öğretileni [ledün ilmini] bana da öğretir misin?” dedi. O zat da: “Sen benim yaptıklarıma dayanamazsın” dedi. Sonra o zat, bindikleri gemiyi deldi. Hz. Musa, “Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin” dedi. Daha sonra, bir erkek çocuğunu öldürdü. Hz. Musa, “Masumu öldürdün, pek kötü bir şey yaptın” dedi.) Günahsız çocuğu öldürmek elbette çok büyük günahtır. Ama bunu yapan zat, kerametle biliyordu ki o çocuk, büyüyünce zâlim biri olacaktı. 


Onun yerine iyi bir çocuk verilmesi de istenmişti. Hz. Musa’ya “Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?” dedi. Demek ki o zat, Hz. Musa’nın dayanamayacağını da kerametle biliyordu. Hz. Musa’nın arkadaşı duvarları [kerametle] doğrultuverdi. O zat, Hz. Musa’ya bu işlerin hikmetini açıkladı. (Kehf 63-81) [Hz. Musa’nın arkadaşının [Hızır’ın] sahip olduğu ilme ilmi ledün deniyor. Bu ilmi ancak tasavvuf sahibi, keramet ehli evliya bilir, mezhepsizler bilmez.] Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İlmi ledün, sırrı ilahidir. Allah, onu salihlerden dilediğinin kalbine koyar.) [Deylemî] 

800 YILLIK CİN KİTABI 
Ama, bu kitaplıklarda muhafaza edilen bazı kitaplar vardır ki, okuyucuya asla çıkartılmazlar; hatta çıkartılmamaları bir yana kütüphane müdürlerinin odalarındaki kasalarda yahut dolaplarda kilit altındadırlar. Onları görebilmek için ciddi bir araştırmacı olduğunuzu ispat etmiş olmanız, belirli izinleri almanız gerekir. Bütün bu gizliliğin ve kontrolün tek bir sebebi vardır: Söz konusu kitaplarda ‘havas ilmi’ denilen yani ‘başka álemlerle’ teması sağlamaya yaradığı söylenen bilgiler yer alır ve bu bilgiler cin çağırmaktan güçlü bir büyünün kurallarına, hattá geleceği belirlemeye kadar uzanan geniş bir yelpazeye dağılırlar. İşin daha da önemli tarafı, bu eserlerin sıradan falcılar yahut büyücüler tarafından değil, işin üst seviyedeki erbábı tarafından kaleme alınmış olmalarıdır. İşte, kasalarda muhafaza edilen bu ‘havas’ kitaplarının en önemlilerinden biri ve en fazla korunanı: 

Buni Risálesi... İstanbul’daki bir elyazması kitaplığında saklanan eser, 1225 yılında ölen Cezayirli büyü álimi Ebu’l-Abbas Ahmed bin Ali bin Yusuf el-Kureşi el-Buni’ye ait. Sihir, büyü, muska, cin, yani ‘havas’ bahislerinde İslam dünyasının gelmiş geçmiş en önemli uzmanlarından olan Buni, 1208 sayfalık eserinde bu konularla ilgili bütün temel bilgileri veriyor. Harflerin sayı karşılıklarıyla ve esrarıyla yani ‘Ebced’ ile başlayan eserde daha sonra duaların gizli güçleri ve bu güçleri açığa çıkarma usulleri anlatılıyor, harflerle sayılar arasındaki bu ilişkinin maddi álemde nasıl kullanılacağı, bedensiz yaratıklara ne şekilde hükmedileceği öğretiliyor, derken düşünce ve dua yoluyla yahut cinler vasıtasıyla insanları etkileyip olması arzu edilen her işin yapılma yolları sıralanıyor. 


HİÇ VAKİT HARCAMAYIN 

Bu sayfada, ‘Buni Risálesi’nin giriş kısmıyla ‘vefk’ denilen tılsımların yazılı olduğu bir diğer sayfasını görüyorsunuz. Buni, girişte Allah’a ve Hazreti Muhammed’e duadan sonra eserini ‘áyetlerin ışığında, daha önce yaşamış olanların verdikleri bilgilerin doğrultusunda ve kendisine gelen ilhámın yardımıyla yazdığını’ anlatıyor. Eserin diğer sayfasında gördüğünüz şekiller ise, bazı varlıkları Allah’ın ismini anarak çağırma işinde kullanılan ‘vefk’ler, yani tılsımlar. 

Dün, bu dizinin tanıtımı için yazdığım yazıda söylediğim bir hatırlatmayı şimdi tekrar yapayım: Lütfen, elyazması kütüphanelerine gidip bu kitapları aramayın, bulamazsınız. Zira kataloglarda başka isimlerle kayıtlıdırlar, bulsanız bile zaten göstermez ve alınması aylar süren bir izin macerasına girmenizi isterler. Kaldı ki, kasalarda saklanan bu kitapların hemen hepsinin girişinde, bu işlerle uğraşmaya heves edenlerin ‘riyázat’ adı verilen ve aylar süren dua, nefis terbiyesi ve teknik hazırlık bilgilerine dayalı bir eğitimden geçmeleri şartı yazılıdır ve vaktiyle yazılanlar şayet doğru ise, bugünün ortamında böyle bir işe kalkışmak zaten imkánsızdır. 

Dolayısıyla málum kitaplara ulaşıp rakibinizden kurtulmak, gönül verdiğiniz kişiyi kendinize áşık etmek yahut geleceğinizi öğrenmek hevesine kapılmayın, bu eserleri eski zamanlardan kalma birer folklorik kaynak olarak değerlendirin ve boşa harcayacağınız zamana acıyın! Bu cinler varken hiç bir aşk karşılıksız kalmaz ‘HAVAS’ ilmi ile ilgili eski elyazmalarında, iyi kalpli olan ve insanların hizmetine girebilen cinlerden bazen ‘melek’ diye bahsedilir ve bu cinlerin davet edilip verilen emirleri yerine getirmeleri için yapılacak işler bütün detaylarıyla anlatılır. 

Eski cincilere göre her cinin ve meleğin bir tılsımı vardır ve bu tılsım, cinle temasa geçmeyi sağlayan gizli bir şifredir. Cin yahut melek gibi bedensiz bir varlığı davet etmek isteyen kişi bu tılsıma, yani şifreye sahip olmak zorundadır, zira şifreyi bilmeden cinlerle temas hiçbir şekilde mümkün değildir. Cin çağırma konusunda kaleme alınmış eserlerin başında, 15. yüzyılda yaşamış ‘Uzun Firdevsi’ adındaki bir ‘cin álimine’ ait olan ‘Dávetnáme’ isimli kitap gelir. Eserin elyazması tek nüshası, bugün İstanbul’daki bir kütüphanede muhafaza altında. 

İLM-İ LEDÜN 

Türkçe'de kat, huzur, nezd sözcükleriyle karşılamaya çalıştığımız, bir mânâda "ınde" lafzının da müteradifi sayılan "ledün" kelimesi, "ilm-i ledün" şeklinde izafetle kullanılınca; gayb ilmi, esrar ilmi, Allah tarafından insanın gönlüne atılan ilâhî bilgi ve içe doğan hakikatlar mânâsına gelir. Başta, umum Enbiyâ ve Mürselîn olmak üzere, bütün evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrebînin - bir başka zaman teker teker bu kelimelerin ne mânâya geldiklerini ifade etmeye çalışacağız - ilimleri, Cenab-ı Hak tarafından vahiy ve ilham ünvanıyla gönüllere ilkâ edilmiş bilgi ve marifet olması itibarıyla, hemen hepsi de bir çeşit ilm-i ledün sayılır. 

Hususiyle de, "ekrabu'l-mukarrebîn" olan İlm-i Ledün Sultanı'nın hem gayb-ı mutlak hem de gayb-ı mukayyetle alâkalı her türlü bilgi ve marifeti - bununla, gayb ilmi, esrar ilmi ve vicdan kültürünü kastediyoruz - ilm-i ledün nev'indendir ve O Ferîd-i Kevn ü Zaman, Süleyman Çelebi'nin: Bu gelen İlm-i Ledün Sultanı'dır, Bu gelen tevhid-i irfan kânıdır. mısralarıyla seslendirdiği gibi, bu gizli ilmin tam bir hazinedârı ve bu hususî irfan havzının da bir marifet kahramanıdır. Ne var ki, böyle özel bir mazhariyet, bütün evliyâ ve enbiyâ, bütün asfiyâ ve mürselîn için her zaman söz konusu olmayabilir. 

Zira, ilm-i ledün, ilâhî feyz yoluyla, hususî bir kısım kimselerin kalbine atılan özel bir bilgi ve marifettir..ve böyleleriyle aynı ufku paylaşmayanların ondan anlamaları da mümkün değildir. İlm-i ledün, her zaman zahirî şer'e muvafık olmayabilir. Bu gibi durumlarda meşhûdâtlarını "usûlü'd-dîn" prensipleriyle tashihe tabi tutmayanlar, bazen yanılabilecekleri gibi, kendilerine tâbi olanları da yanıltabilirler. Keşf ve ilhamlarını muhkemâta göre tesbit edenler ise her zaman, berzahî ufuklarıyla mülk ve melekûtu birden görür.. dünya ve ukbâyı bir vahidin iki yüzü gibi müşahede eder.. ve tilmizlerine gayb u şehadet âleminin vâridâtından ne kevserler ne kevserler sunarlar.! Kur'an-ı Kerim, Kehf Sûresi'nde bu mazhariyeti hâiz, Allah'ın has bir kulundan bahsederken - Sünnet-i Sahiha bunun Hızır olduğunu söyler - "Orada bizim seçkin kullarımızdan, has bir abdimizi buldular ki, Biz onu nezdimizden hususî bir merhametle şereflendirerek kendisine (ilâhî esrar) ilmi öğretmiştik." (Kehf/18:65) şeklinde bir açıklamada bulunur. 


Tasavvuf erbabına göre işte bu ilim, ilm-i ledündür.. ve Hazreti Musa gibi "ülü'l-azm" enbiyâdan birisi, temelde, ilâhî bilgilerde tam metbû olmasına rağmen, münhasıran ilm-i ledün çerçevesinin belli bir motifinde Hazreti Hızır'a tâbi olarak o ilmin ihata alanını görmeye çalışmıştır. Sahîh-i Buhari'de bu farkı ortaya koyan şöyle bir rivayet vardır: Hızır, Hazreti Musa'ya "Yâ Musa, ben, Allah'ın bana öğrettiği öyle hususî bir ilme mazharım ki, sen onu bilemezsin; sen de öyle bir ilimle serfirazsın ki, ben de onu bilemem" der. Evet, ilm-i ledün, umuma ait bir ilim olmaktan daha çok, hususî bazı kimselere Cenabı Hak'kın özel bir ihsanıdır ve onların dışındakiler her ne kadar değişik konularda daha fazla malûmat sahibi olsalar da, bu mevzuda ilm-i ledün erbabının gerisinde sayılırlar. 


Zira bu ilim - liyâkat, istidat, Allah'a yakınlık.. gibi hususların şart-ı adî planında vesilelikleri mahfuz - tamamen Allah'ın bir atâ tecellisidir ve kat'iyen kesbî de değildir. Bu itibarla da onun, ne okumayla, ne araştırmayla ne de daha değişik yollarla elde edilmesi söz konusudur. Evet o, Bu tamamen Allah'ın dilediğine tahsis buyuracağı bir lütuftur ve Allah, en büyük lütf ve ihsan sahibidir." (Cuma/62:4) fehvasınca hususî bir tecellinin unvanıdır. Ne var ki, böyle bir irfan, insanlar nazarında, ne kadar cazip, parlak, büyüleyici ve ilâhî esrara açık olsa da, yine de enbiyâ-i izâmın mazhar bulundukları ilimler ondan kat kat yüksektir, objektiftir, herkese açıktır ve insanların dünyevî-uhrevî saadetlerinin de teminatıdır. Bu iki ilim arasındaki farklılığı şu şekilde vaz' etmek de mümkündür: Hazret-i Musa'nın ilmi, insanların dünyevî hayatlarını tanzim ve uhrevî saadetlerini temine matuf bir "ilm-i şeriat", Hızır'ın ilmi, gayb ve esrarla alâkalı ledünnî bir mevhibe; Hazreti Musa'nın ilmi, insanlar arasında nizam ve asayişi teminle alâkalı ahkâm ve kazaya müteallik, Hızır'ın malûmatı ise sadece melekût eksenli bir kısım vâridattan ibarettir ki, buna "ilm-i ledünn-ü sırf" dendiği gibi "ilm-i hakikat" , "ilm-i bâtın" da denegelmiştir.. ve bu ilim, aynı zamanda ilâhî esrarın da en önemli kaynağıdır. Bir zat, bu mülâhazayı ifade sadedinde şöyle der: Bakma ey hâce ilm-i kîl ü kâle, Esrar-ı Hak'kı ilm-i ledünde ara..! 

Bu itibarla da, ilm-i ledünle cehd ve gayret arasında bazı münasebetler söz konusu olsa da, temelde onun, talim ve taallümle doğrudan bir alâkasının olmadığı açıktır. Zira bu ilim, Cenab-ı Hak tarafından mahz-ı mevhibe olarak, bazı temiz gönüllerde bir kuvve-i kudsiye şeklinde tecelli etmektedir ve aynı zamanda bu tecelli, terakki sistemi içinde değil de tedellî çerçevesinde vukû bulmaktadır: Evet bu ilim, eserden eser sahibine, vücuttan vicdana akseden bir marifettir.. ve her şekliyle de keşf ve ilham kaynaklıdır. Ne var ki, böyle bir ilham bazen, farklı derecelerde tecelli ettiği gibi, seyr-i rûhânîsini Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enam'ın vesayetinde sürdürmeyenler için, bir kısım şeytanî vesvese ve nefsanî hevâcisle iltibası da söz konusudur. İlham, ilm-i ledünnün en önemli kaynağıdır ve hususî mânâsıyla olmasa da, ilm-i ilâhînin tecellileriyle alâkalı en geniş bir alanı işgal eder. 


İlham, insanın ihtiyarı dışında, onun gönlüne bir mevhibe olarak tecelli edince ona "hâtır" denir. Ancak, bazen böyle bir hâtır veya ihtara, Hak'tan geldiği kendi karîneleriyle kat'î değilse, şeytanın belli şeyler bulaştırması da söz konusu olabilir. Kendi karineleriyle Hak'tan geldiği muhakkak olan bir ilhama rahatlıkla ilm-i ledün diyebiliriz. Böyle bir esintinin Hazreti "İlim"den geldiğinin en önemli emaresi, bu türlü vâridâtın Kitap ve Sünnet'e muvafakatıdır. Bu iki asılla test edilip de doğru çıkmayan hâtır veya sûfîlerin sıkça kullandıkları bir kelimeyle ifade edecek olursak, havâtırın, nefsin hevâcisinden ve şeytanın vesveselerinden olması ihtimalden uzak değildir. İşte, böyle bir ihtimalin bahis mevzu olmadığı bir hâtırın Hazret-i İlim'in tecellilerinden bir feyiz olduğunda şüphe yoktur. Aksine, şeytanî vesveselerin bulaşmış olması muhtemel bulunan havâtır, şeytanî; içinde nefsin hazlarının duyulup hissedileni de "heces" veya hevâcis-i nefsanîdir ki, böyle bir aldatılma alanına itilen sâlik, hemen Cenabı Hak'ka teveccüh edip, durumunu, şeriatın muhkemâtına göre yeniden ince bir ayara tabi tutması gerekir. 

Sûfiye, Hak tarafından gelip kalbde yankılanan hitaba "hâtır-ı Hak", melekten geldiği bilinene "hâtır-ı melek", nefis ve şeytan tarafından esip rûhu saran manevî şerarelere de "hevâcis" veya "şeytanî vesveseler" diyegelmişlerdir ki, bunların arasını tefrik edebilme biraz da "usûlü'd-din" ve "Sünnet-i Seniye" mizanlarını bilmeye vabestedir. Zira, bu türlü havâtırın bazıları şer'î prensiplerle test edilerek anlaşılsa da, bazıları, zahiren dinin temel kaidelerine muhalif olmamakla beraber, çok sinsi bir kısım şeytanî gaye, emel ve maksatlara bağlı cereyan edebilir ki, onu da bu işin erbabından başkasının ayırt edebilmesi oldukça zordur. 


Resulullah sellallahu aleyhi ve sellem'den iki çeşit ilim aldım, bunlardan biri size anlattığım ilimlerdir, ikincisini ise söylersem boğazımı keserler, ikinci ilim esrar ilmidir. Herkes bunu anlayamadığı gibi Allahu Taalâ da onu herkese vermez." insan aklının son idrak hududunda olan İlmi ilâhiyenin sır perdesi ilmi ledün Ebu Hüreyre Kur'anı Kerim'de kullara birçok ayetlerle bilgiler, Hak'ka yanaşmak usulleri bildirilmiştir. Bir de Kur'anı Kerimde bildirilmeyen birçok hudutsuz ayetlerde sünnetullah İle kâinatda cari her türlü hadisatın aslı gizlidir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...