23 Şubat 2012

İYİMSER & KÖTÜMSER



İyimser
Şu hayatta insanın kendisini iyi hissetmesinden daha önemli bir şey yok.
Kötümser
Pardon? Daha az önce sana her şeyin ne kadar iğrenç olduğunu söylemedim mi?

İyimser: Kendini iyi hissettiğinde içinde kıpırdanmalar olur. Bu kıpırdanmalar sayesinde o an ne istiyorsan onu elde edebilirsin; hem istediğin, hem de ...sevdiğin her ...şey senin olabilir. Ama ne zaman üzgün hissetsen kendi dünyanı kendin karartırsın. Her şeyi hiç olmadığı kadar kötü görmeye başlarsın. Halbuki kendini iyi hissetmeye çalışmak çok daha kolaydır. Kolay olduğu kadar sana getirisi de çoktur. Kendini iyi hissettiğin zaman sağlıklı olursun, önündeki seçenekler çoğalır, her şey sana çok daha parlak ve güzel görünür ve hepsinden önemlisi iyi hissetmek, kendi hayatınını çizmende sana çok ama çok yardımcı olur. Sürekli kötü hissettiğine inanarak kendi kuyunu kendin kazarsın.

Kötümser: Beni hiç anlamıyorsun, değil mi?

İyimser: Seni çok iyi anlıyorum. Kendini berbat hissediyorsun; çünkü sana göre hiçbir şey yolunda gitmiyor. Ödenecek yığınla faturan var, araban bozuldu, çocukların çok yaramazlık yapıyor, patronun ve iş arkadaşların senden nefret ediyor... Hiç bitmeyen bir listen var, biliyorum. Ama ne olursa olsun, hangi durumda olursan ol kendini iyi hissetme konusunda mutlaka eğitmelisin. Görmüyor musun, bu listenin her geçen dakika uzamasının neden sadece senin kendini kötü hissetmen.

Kötümser: Hmmm... Peki sen nasıl her şey kötüyken kendini iyi hissedebiliyorsun?

İyimser: Gerçekten, içten bir şekilde kendimi iyi hissedene kadar rol yapıyorum.

Kötümser: Anladım! Yani olumlu düşünerek, kendini her şeyin iyi olduğuna inandırıyorsun.

İyimser: Bu sadece olumlu düşünmeyle ilgili değil. Biliyorsun; beynimiz, hayatımızı ve vücudumuzu etkileyen düşünceler üreten bir elektromanyetik jeneratör gibi. Ve ürettiği her yeni düşünce, bir öncekine benziyor. Haliyle kötü bir olayla karşılaştığında otomatik olarak beynin de kötü düşünceler üretmeye meyilleniyor. Sana, her şey kötüyken iyi şeyler düşünmeye veya kendini iyi hissetmeye çalışmak çok yapay ve mantıksız geliyor olabilir; ama hayatı kendi istediğin yöne çekmenin tek yolu bu!
Kendini iyi hissetmeye başlayınca göreceksin ki mucizevi bir şekilde başına iyi şeyler gelecek. Bir şekilde insanların seni daha fazla sevdiğini göreceksin, daha hızlı bir şekilde sorunlarına çözümler bulacaksın, başına gelen talihsizliklere gülüp geçmeni sağlayacak olaylarla karşılaşacaksın. Etrafındakilerin sana daha fazla ilgi gösterdiklerine tanık olacaksın.

Kötümser: Bu kadar kolay mı yani? Ben bunca zaman boşu boşuna mı hayatımı mahvettim?

İyimser: Senin için daha karışık ve zor bir hale getirmek isterdim; ama yapamam. Evet, bu iş bu kadar kolay işte! Sadece kendini nasıl hissetmek istediğine karar vermen gerekiyor. Hepsi bu!

Unutmayın; "Sabrın sonu selamettir!"


Sabır neye yarar?
Sabırlı olmayı nasıl başaracağız?

İşte hayatınızı huzurlu bir şekilde yaşamak için sabretmeyi öğrenmenin yolları
Sabır öğrenilebilir bir şey mi? Evet Gerekli mi? Çok Peki nasıl başaracağız sabırlı olmayı?
Okuyun:
Yaşamımız boyunca belki de her gün ihtiyaç duyacağımız bir şey sabır. Hatta bırakın ihtiyaç duymayı, huzurlu bir şekilde yaşamanın da en büyük anahtarlarındandır! Dolayısıyla sabrı öğrenmemiz ve hayatımızda uygulamamız şarttır... Sabır neye yarar? Sabırlı olmayı nasıl öğrenebiliriz?
Sabır neye yarar?
Dayanıklı olma, bir durum karşısında sakinliğini kaybetmeden bekleyebilme ve sabırlı olma kapasitesi hayatımızın her anı için değerlidir. Sabır sadece huzur ve sükunet içinde bir hayat sürmenin değil; Başarının da anahtarıdır aslında Size iki özlü sözü hatırlatıyoruz: Öfkeyle kalkan zararla oturur ve Sabreden derviş muradına ermiş Sabrı yeterince özetliyor, değil mi?
Sabretmeyi nasıl öğreneceğiz?
Sabrı öğrenmenin temelinde durumları gözünüzde çok büyütmemek ve aceleye getirmemek yatıyor. Sakinlik beraberinde sabrı getireceğinden; telaş da haliyle sabrı bir o kadar uzaklaştırır. O yüzden bir şeyleri hızlandırmaktan bir an önce vazgeçin. Yine bir özlü söz hatırlatalım: Acele işe şeytan karışır
Sizin için üç farklı durum karşısında sabrı araştırdık: size bağlı olmayan, çevrenize bağlı olan ve yapabileceğiniz hiçbir şeyin olmadığı durumlar karşısında 'sabretmeyi de sabremeyi' bilerek...
Size bağlı olmadan gelişen durumlarda
Genelde gün içinde sizin elinizde olmayan sebeplerden kaynaklanan aksi durumlar karşısında yapmanız gereken temel şey; olayı büyütmemek ve dramatikleştirmemek. Sonuçta yapacak bir şey yok; durum sizin elinizde değil Hemen sakin olup olaya pozitif açıdan bakmaya çalışın.
Pozitif bakabildiğinizde göreceksiniz ki bazı şeyleri beklemenin aslında size katacağı şeyler vardır. Kendinizi oyalamayı bildiğinizde, vaktin boşa aktığını düşünmediğinizde ve her anın tadını çıkarmayı tercih ettiğinizde farkında bile olmadan sabretmenin ilk adımını atmış bile olacaksınız. Unutmayın; bir sokaktan yüz defa geçtiğinizde bile yeni bir şey fark etme ihtimaliniz yüksektir. Dolayısıyla hiçbir vakti küçümsemeyin; her boş vakit size minicik de olsa, yeni bir şey öğretecektir.
Çevrenize bağlı gelişen durumlarda
Çocuğunuzla ilgili gelişen durumlar veya projede birlikte çalıştığınız tembel iş arkadaşınız veya ağırkanlı eşiniz Bu tip sizi yavaşlatan durumlarda en büyük isteğiniz her şeyi hızlandırmak oluyor, değil mi?
Bu gibi olaylar karşısında öncelikle yine sakinliğinizi korumanız; ardından bu gecikme durumlarına ve sizin sinirlenmenize neden olan kişiyle konuşarak bu problemin üstesinden gelmeniz gerekiyor. Eğer öfkenizi kontrol edemiyorsanız Öfke nasıl kontrol edilir? ve Öfkenizi kontrol altına alın yazılarımızı okumanızı öneririz. Çevrenize bağlı sabır gerektiren durumlarda pozitif bakmak daha zordur; ama yine kendinizi oyalamanız mümkündür. Kendinize bir meşgale yaratarak zamanı kaybetme hissinden kurtulmuş olursunuz.
Sabretmek için de sabredin
Bu kez de bir İtalyan atasözünü örnek vererek başlayacağız: Roma bir günde kurulmadı. Kendinize zaman tanımayı, sabretmeyi en güzel özetleyen sözlerden biri Sabretmeyi de sabretmek lazım!
Çevreye bağlı sabır gerektiren durumlarda iş arkadaşınızı karşınıza alıp ondan biraz daha hızlı çalışmasını rica ettiğinizde veya gereken her şeyi yaptığınızda tüm gece ağlayan bebeğinizin hemen ağlamayı keseceğini sanmayın! Biraz gerçekçi olun Umutsuzluğa kapılmanızdan bahsetmiyoruz asla; ama hemen beklentiler yaratmayın kendinizde. Durumların değişmesi için biraz zaman tanımanız şart! Nedenleri fazla sorgulamayın, detaylar arasında boğulmayın; sadece kendinize şunu söyleyin: Biraz zaman ver.
Yapabileceğiniz hiçbir şeyin olmadığı durumlarda
Olabilir; bazı durumlar karşısında elden hiçbir şey gelmez. Bu gibi yapabileceğimiz hiçbir şeyin olmadığı durumlarda tuttuğunuzu bırakabilirsiniz! Biliyoruz, söylemesi çok zor, ama dünyanın sonu değil ya?
Madem elinizden bir şey gelmiyor; zihninizi, bedeninizi, sabrınızı, duygularınızı başka bir şeye yönlendirin. Tutmayı bıraktığınız durumu da vakit kaybı olarak görmeyin; ondan ders aldığınızı ve bu dersin sonraki durumlarda yolunuzu belirleyeceğini kendinize hatırlatın. Unutmayın; "Sabrın sonu selamettir!"



Allah`ım Her dem Sen'i anmayı,
Sen'i anlayıp anlatmayı,
Sen'i sevip sevdirmeyi nasip et bizlere.
YA İLAHİ !

SENDEN KIYAMETE KADAR
BÜTÜN ESMA-İ HÜSNAN İLE ,
DUA EDEN BİR DİLİMİN OLMASINI İSTİYORUM !!!

İçimize Attıklarımız Ve Içinden Cıkamadıklarımız


Bir insan neden içine atar? Neden duygularını bastırır? Bastırdığı ve içine attığı şeyler ne kazandırır? Ne kaybettirir? Bu yüzden mi her şey ters yüz olur, içinden çıkılmaz bir hal alır, keşmekeş olur, viran olur, harap olur, beter olur?

Duyguların bastırılmaması, içe atılmaması gerektiği hep söylenir, ancak bunu herkes başarabilir mi? Birçok insan; bağırıp çağırması, ağlaması gerektiği zaman gözyaşlarını içine akıtır. Yaşadığımız olumsuz olaylar, bastırılan duygular, konuşup anlatamadığımız veya haksızlığa uğradığımız anlar. Gün geliyor bunlar, fiziksel hastalık olarak açığa çıkıyor.

İçimize attığımız her şey katlanarak ve katmanlaşarak ilerde daha ağır hasarlara neden oluyor. Sonra zorluyor organları. En başta beynimizi, kalbimizi, midemizi sonra psikolojimizi, insanlığımızı ve daha birçok şeyi? Sanırım buna atalarımız duvarı nem insanı gam yıkar demişler. İyi de demişler.

İçine atmak nedir mi?*Kaşlarımızı çatmak gerekirken umarsızca gülebilmek,
*Duygularını tam olarak anlatamayan, içini olduğu gibi karşısına döküp açamayan kişilerin ellerinde olmadan yaptıkları şey,
* Defalarca konuşup da anlaşılamamış insanın usancıdır ya da pes etmektir. İfade etmekten bıktıranların yarattığı sonuçtur Ya da Seneca?nın dediği gibi “hafif acılar konuşabilir ama derin acılar dilsizdir. ”
* Söylediğimizde değişen bir şey olmayacaktır ya da tamamen kaybetmekten korkarız. Bu yüzden en çok söylemek istediğimiz şeyleri içimize atarız. “söylenecek o kadar çok şey vardı ki, tek kelime bile edemedim” derkenki anlatılan durumdur bazen de?
*Kendini anlatmaktan yorulanlar için tek kaçış yolu. Duyguları, düşünceleri rahatlıkla karşı tarafa söyleyemeyip, karsınızdaki kişiye kalbinizi tamamıyla açamayıp tüm hislerinizi, beyninizi kucaklayan tüm detayları kalbinizin bir köseciğinde biriktirmektir. O köşecik git gide buyur ve tüm kalbiniz söyleyemediklerinizle kaplanmaya başlar. Ağlayamazsınız bile, bir çeşit kendi kendine paylaşmaya alışma halidir. Beklemektir aslında. Karşı taraf bir an gelsin görsün suskunluğu istenir. Görülmedikçe yakar kavurur. Kırgınlıkların, öfkenin ve hüznün dışa vurulmayıp kişisel kutuya gizlenmesidir?

İnsanın içine atması için sanırım bu yüzyılda birçok neden var… Etrafımızda patlamaya hazır o kadar çok canlı bomba var ki. Ekonomik sıkıntılar, iletişim kuramama, anlaşılmama, anlatamama, maddenin manayı hapsetmesi, hızlı bir tüketim çılgınlığı, bireyselliğin ön plana çıkması, değerlerin pasifize edilmesi gibi birçok hadise, insanların açılamaması ve içine atmasına neden oluyor?

Evet, içinize atmayın demek kolay bir söylem tabiî ki zor olan bunu eyleme geçirebilmek. Ancak yaratıcı bizi son derece kuvvetli donanımlarla yaratmış. Aklın yanında bir kalp vermiş. Yani duygu ve akıl. Biri kalbi temsil ederken yekdiğeri beyni… İki büyük güç? İki büyük nimet? Bu iki nimeti dengeli kullanarak sorunlarımızla, sıkıntılarımızla, açmazlarımızla, çıkmazlarımızla baş edebiliriz.

Uygun kanal ve ortamlarda paylaşmayı, paylaşımı deneyebiliriz. Sorunları ve olumsuzlukların içini doldurmaktansa bunların içini boşaltmak için delikler açmaya çalışabiliriz.
İçimize atıp içimizde gümletmektense, yakmaktansa, ya da içinden çıkamamaktansa; dışımıza çıkartıp söndürmeye çalışabiliriz. Yutkunmaya çalışıp boğazımızı düğümlemektense, zehirlenmemek için kusup rahatlayabiliriz.

Kaçmak yerine kovalamak, sırt çevirmek yerine yüz çevirmek, almak yerine vermek, beklemek yerine gitmek, sevilmek yerine sevmek, şarj olmak yerine deşarj olmak, kırmak yerine tamir etmek, üzmek yerine sevindirmek, zorlaştırmak yerine kolaylaştırmak, karamsar olmak yerine iyimser olmak, el sıkmak yerine kucaklamak, anlaşılmayı beklemek yerine önce anlamak, susmak yerine konuşmak? Acaba yapabilir miyiz?

Nevzat ÖZER

Psikolojik danışman ve Rehber öğretmen

İÇİM ACIYOR SESLİ DİNLEYİN VE OKUYUN

İÇİM ACIYOR

Sırtımı geçmişe verdim.fakat hemen şuradayım,
Hemen şu anda ölümler, ayrılıklar geçirdim.
Çok ağladım, çok sustum, derin suskunluklardı...
Kaçtım izimi bırakmadım...ben"ben" olmaktan çıktım..  
Burdayım diyorum ya, duymamış ol inanma sen bana...
Gidebilirim yine...
Halimi anlatacak kelimeleri dizemiyorum..  
Yine oyun oynuyor kelimeler bana,
Sadece iki kelime, tek cümle
İÇİM YANIYOR...  
Tut elimi sımsıkı....
Titreme kıyamam...
Gözyaşın gözyaşım olur karışır isyana..
Sakın bükme boynunu.
Küsme hayata..
Ben varım bundan sonra.
Yeminliyim sana..
Biraz dikkatli baksaydın,
Gülen gözlerimdeki ağlayan beni görebilirdin..
 Yada gerçekten sevseydin beni..
Kalbimin çığlıklarını susturabilirdin..  
Ben senken sen ben olamadın..
Izdırabımın sebebi oldu sevgim, tükendim, tükettim,
Hıncımı almak için tekmeler attım,
Sevgiye, kendime, yüreğime  
Birçok kez hazırladım kalbimi seni unutmak için,
Ne yaptıysam olmadı..
Boyun eğdim varlığınla yaşamaya,
Artık özlemiyorum...  
Dilim söylüyor, ama hissetmiyorum..
Sevgiyi kandırarak ve gizlenerek yaşıyorum..
Daha fazlasını kaldıramıyacak kadar yorgunum..
Yada bahaneler buluyorum  
İÇİM YANIYOR..
 Gücüm yetene kadar dayanıyorum..
Daha dayanabilirmiyim bilemiyorum..
 Zamana sığındım kurtuluşum için
 Yaralanan kalbimi sarmak,
Biraz olsun hayata bağlanmak.
Kaybettiğim kendimi bulmak için.  
 Sen benden gittin,
Ardında bıraktığın beni düşünmeden gittin
Belki yıkıldım, sevgiye güvenimi kaybettim,
AMA yürekten sevdim..
Şunu bilki,
 Terkedenim sen yüreğimi hiç haketmedin...  
HAYAT "BANA"GÜZEL
İçim Acıyor Sözlerinden
Ben seni severken de senden habersiz sevmiştim.

Belki de kendimden bile habersiz...
Dünyaları etrafında döndürmek isteyen bir kalbi bilerek isteyemezdim.

Kendimden ve senden habersiz;bir tane; olmuştun sen...
Öyle ya; Sen bir taneydin;

Eşin benzerin yoktu yeryüzünde,
Yoktu Sen Kadar Güzel Güleni, Sen BALımdın!
Yaşanmamış ve yaşamamış olsam bile Sen Özeldin...

 Aşk Özeldi....
Ama aŞk bitti
Yağmurda Aşk Başkadır diyenlere gülüyordum

ama bende yağmurda üşüyen ellerini severek başladım seni sevmeye...
Aralıktı... Bizim mahalleye hiç o kadar güzel yağmur yağmazdı...
Önce aldırmadım seninle güzelleşen herşeye...
Sonra tüm parfümeri dükkanlarını aşındırıp kokunu ararken anladım seni deliler gibi özlediğimi...
Ne kadar gerçeksen o kadar yalandın..

 Ve ben her seferinde en baştan başladım...
Yeniden bir sondayım ama bu kez yeniden başlayacak gücüm yok...

Ben senden vazgeçmek istiyorum! ! ! !
Sen gittiğin günden beri senden vazgeçiyorum.....
Herkes gibi biri olmanı yada hiç kimse olmanı istiyorum...
Sesini duymak için telefonlara sarılmaktan vazgeçmek,

ismini duyduğumda içimin titreyip,
gözlerimin dolmasından kurtulmak istiyorum...
Senin benim için herhangi biri olman ne kadar zor bir bilsen...
Zaten kolay olan ne vardı ki benim için;
Sanki seni öldürmemle sevmem ararsında hiçbir fark yoktu...
Ve ben hep sevgim yüzünden cezalıydım...
İşte bu yüzden imkansızlığına hep inandım!
Ben yalnız kalıp seni düşünmeyi deli gibi sever olduğumda,

 sen benim her şeyim olduğunda ben senin için hiç yoktum...
Bu yüzden yalnızlıklarım, ağlamalarım, özlemlerim canını hiç acıtmadı.

Benim tarafımdan sevilmek belki de hayatında önemseyeceğin en son şeydi...
Sen beni hiç sevmedin!
Ben Seni Seviyorum dediğimde Seni Seviyordum!
Ben Seni Özlüyorum dediğimde Seni Özlüyordum.
Ben Senin İçin Ölürüm Dediğimde ben senin özleminden zaten ölüyordum...
Ve Ben Şimdi Senin Hayatından Gidiyorum!
Ne zaman Aralık�ta bir yağmur yağsa, ben İstiklal�de ıslanıyor olacağım,
Ne zaman bir parfümeriye girsem hala kokunu arıyor olacağım,
Ne zaman bir havuz görsem, kenarında oturup seni bekliyor olacağım demiştim...

Başaramadım... Ben Kaybettim...Sen Kazandın!
Artık sesimi duymayacaksın...
İçİmDe Can ÇeKişLeRiNi DuYuYoRuM....
Sana sımsıkı sarılmak istiyordum, kokunu içime yıllarca bana yetecek kadar çekerek,

sana sımsıkı sarılmak istiyordum....
Gelmedin! Gelsen yapabilir miydim bilmiyorum...
Ben artık gidiyorum Bal�ım...
Eğer hayatından çekildiğimi hissedersen, bana sana geri dönmemem

ve seni yeniden deliler gibi sevmemem için şans dile...
Ve Lütfen, Aralık�ta yağmur yağdığında bizim mahalleye gelme...
KALBİME GÖMERİM OZAMAN UNUTUPTA SİLERİM

O ZAMAN ALTTARAFI AŞK
BUDA İŞTE VAZGEÇİLMEZMİSİN AMAN
SANANEKİ AĞLIYORSAM DELİ GİBİ İSTİYORSAM
HALA SENİ SEVİYORSAM SANANE NE ANLAMIYORSAN...
İÇİM YANIYOR,İÇİM .....

BENİ YENİDEN BÜYÜT ANNE..SESLİ ŞİİR

 BENİ YENİDEN BÜYÜT ANNE..
  ANNEM. "Kocaman oldum bak...Acılarım büyüdü...
Büyüdü dertlerim..hedeflerim çıkmazlarım büyüdü...
Hiç de güzel değilmiş büyümek...
Kimler kırdı kalbimi, Kimler üzdü...
Başa dönebilsem keşke...
Sana emeklesem Sadece..
Yeniden büyüt beni ANNE...
Gözyaşlarım daha fazla süzülmesin yanaklarımdan...
Kalbim daha fazla kırılmasın...ANNEM..  
Hüzünlü giderken ben yanından...
Elvadayı ben mi düşürdüm dudaklarına ?
Ben giderken bir kez olsun DUR demedin..
Gittiği yerde mutlu olur belki diye..
Sessizliğe büründün ....
Hasretlerini içine gömüp söyleyeceklerini söyleyemedin...
Dudaklarımı kapadım sızlayan yüreğimin üzerine..
SUSTUM ANNEM.  
Sadece mutlu olayım diye..
Gözyaşların perçinledi ayrılığı
Acımasızca süzüldü tuz tadında damlalarım...
Yeter isyanlardayım. damlalar dolma artık gözlerime ..
Dolup da taşma..
Taşıp da akma artık...
 Sızlatma yüreğimi yeniden...
ANNEM

Allah seni kem gözlerden, nazardan esirgesin!



Allah seni kem gözlerden,nazardan esirgesin! 

Allah seni kem gözlerden, nazardan esirgesin!
Kapat gözlerini cânım! Kapat kimse görmesin!
&
Vakit gece yarısını geçti. Herkes yumdu gözlerini. Bedenler uyudu, ruhlar dolaşıyor. İşte tam da bu demler, yazmanın vaktidir. Madem öyle, pek eski bir taş plaktan yükselen tambur sesi eşliğinde, yanık bir kahve gelsin yoldaşlığa! Zaten uyku dediğin, ancak sevgili bir dostla beraberken kaçar. Madem uyku kaçmıştır, gözlere şöyle simsiyah bir sürme çekmeli ve bakmalıdır artık. Nereye? Ötelere... Ama gidebildiğince, alabildiğince, uzanabildiğince öteye...

O halde şimdi, sevdiğinsem, arkadaş ol bana. Çoğunun uyuyup kaldığı şu sırada, kapatma da gözlerini, seyret... Aşığın şifâsı, mâşukunun yüzüdür. Maşukun safâsı, aşığının bakışıdır, neylesin. Diğer yandan, kıskanırım, “kapat gözlerini, kimse görmesin!”.
&
Sandılar ki yüz, bir çift gözden, dudaktan, yanaktan ibaret. Halbuki onların hepsi, sadece kabuktan ibaret. Yüzü güzel kılan özdü. Bilen bildi, bilmeyen yoluna gitti. Sandılar ki sadece karşısındayken seyredilir yüz. Hayır değil! Yemenden seyreden Karâni gibi, kimileri uzaktan seyre dalar da dibindekinin göremediği güzelliklerin tadıyla sarhoş olup dolanır.

Şimdi, kıymetlinsem, kapatma gözlerini! Perdeleri inse de, açık kalsın penceren! Seyret... Zira aşığın devası maşukunun yolunu gözlemektir. Maşuka safâ olur, yeter ki aşığı “gözüm yollarda” desin. Diğer yandan, sakınırım, ”kapat gözlerini, kimse görmesin!”
&
“Candan ötem” oradan, tam karşıdan, bana doğru yürüyüp gelirken dedim ki: “Mâşaallah! Subhânallah! Bârekallah! Bu ne güzellik! Bu ne heybet! Bu ne letafet!” Sonra içimden geçti ki: “Acep o da bana bakar da içinden aynılarını geçirir mi?” Hani, “Rabbim!” diyene, “Kulum!” dediği gibi Hakk’ın; acep dedim, karşılık bulmakta mıdır yangınım? “Bu ne biçim soru!?” dedi sonra gönlüm.

Şüphesiz onun sevgisidir, senin diline vuran. O halde ey sen, her yanı nur olmuş bir halde, sağımda solumda, önümde ardımda, -bütün yönlerden ve mesafelerden azad- ille de kalbimde duran! İyi bil ki senin için duâdayım. Baktım ki meğer kendim için ettiğim dualar pek eksikmiş. Oymuş benim damarımda akan. Oymuş bana canlılık katan. Onun ağrısı, yorgunluğu ve –Allah korusun!- eksikliği, en yakıcı azapmış. “Eğer duanın tamamını bana salat ederek tamamlarsan, bu daha hayırlıdır” buyuran Habibullah, şüphesiz her zamanki gibi isabet etmiş ya, bu şekilde dua etmenin, âlemlere dua etmek olduğunu bu kafacık, daha yeni yeni fark etmiş. Bundan böyle, “önce kendim için” ve hatta “sonrasında da kendim için” istemekten hayâ ederim.

Şimdi, sana olan muhtaçlığımı bil de, kapatma gözlerini! Seyret... Zira aşığın ilacı, maşukunun gözü önünde olmaktır. Maşukun bağrına kuvvet veren, aşığını huzurunda bulmaktır, bilesin. Diğer yandan... Sen sadece beni yak! “Kapat gözlerini kimse görmesin!”
&
Belki de diyeceksin ki, neye açacağım gözlerimi? Onu bilmeyecek ne var a canım! Ağyâre değil, Yâr’e açacaksın elbet! Helâle, güzele, güne, güneşe açacaksın! Sakın deme ki “benim gözlerimin harcı değil bu bakış!” Sen yeter ki teslim ol, zaten, gücünü aşan, içini sızlatan yerde, “kuvvetine halel, teslimiyetine zaaf gelmesin” diye, gözlerine mendili bağlamasını da bilir sevenlerin. Dediğimi anlamadıysan, İbrahim aleyhisselâmın, oğlu İsmail’i kurban edeceği sırada yaptıklarını düşün. Kavi ol! Cesur ol! Rızaya ermek yolunda canın yanıp dursa da, canan bildiklerini kurban vermek, yolunun tam önünde, şart olarak dursa da, tereddütsüz muti ol!

Şimdi, gel bak şu Hak dostlarının çektiği zorluklara da, kapatma gözlerini! Seyret... Sevenler sıkıntı örtüsünü nasıl da bürünüyor gör! Sevdim diyen, nasıl da çeşit çeşit imtihanla sınanıyor, bak! Sen bakışı ilaca benzeyensin. Diğer yandan, kıyamam ki, “kapat gözlerini kimse görmesin!”
&
O benim “Candan ötem” yüzüme baktığında, şâd olurum. Nasıl bakılacağını gel, ondan öğren. Öyle bir bakış bak ki, tekrar tekrar dirilsin ölü yanlarım. Keskin, derin, devamlı bir bakışla, cihanımı doldur sen! Sen diyorum, zira bu saatten sonra, başkasının bakışını istemem! Bana bakarken siyahtır gözleri, başkasına ne renk bakar hiç bilmem. Siyah, bütün renkleri içinde toplayan bir renkmiş. Acep, rengârenklikten kurtulup da safiyyeye erememiş nefsimin, o güzeldeki yansıması mı bu siyahlık, bana meçhul… Açıklaması ne olursa olsun, sen yeter ki onun gibi bak! Yeter ki bakışını esirgeme benden! İyice gör beni. O kadar ki, bakışın içime işlesin. Nazarın, bir incecik nakış gibi ruhuma dolduğunda bile esirgeme ki, umudumu kaybetmeyeyim.

Gözünde perde olduğum vakit, ne yana baksan beni görürsün. İşte o vakit dilersen kapat, dilersen aç, fark etmez; fakat bakışmanın tadından da mahrum etme ki, maşukun şenliği, aşığıyla bakışmaktır. Bakışalım, boş ver aman! Eller ne derse desin! Diğer yandan, yüreğime dert olur, “kapat gözlerini, kimse görmesin!”
&
Gün batıyor, gün doğuyor. De ki kime bu güneşin cilvesi? Dünya, ay ve güneş arasındaki bu muhabbet neyin nesi? Sanki diyorum, biz dünyayız, “candan ötemiz” mehtap, Habibullah -aleyhissalatu vesselam- güneşlerin güneşi! O halde dönmek lazım! Hacılar Kâbe’yi tavaf ededursun, bize, o Hak dostunun etrafında dönmek lazım! O, ayın on dördü gibi nur saçan güzel, çok şükür ki bize pervane olmuştur. O halde bize de, onun aydınlığında yollar aşmak lazım!

Dünyanın fıtratıdır: Kendi etrafında dönüp durur. Ve Allah’ın lutfudur: O kadar döner de, yine de başı dönüp yıkılmaz. İçinde ateşler yanar, göğünde fırtınalar kopar, yerinde nice fitne cirit atar da, vazifesini bırakmaz dünya.

Öyleyse gel, sen de kapatma gözlerini! Zira görecek nice ibret var. Seyrine dalıp tebessüm edilecek nice nimet var. Diğer yandan, yorulmasın isterim, şimdi biraz dinlensin, “kapat gözlerini, kimse görmesin!”
&
Gerçi, bunca zaman sonra bulmuşum, işin ne yahu, biraz daha bak! Sevmişken biraz daha açık kalsın gözlerin. Yol göstereceğimiz çocuklarımız var. Onlara anlatılacak hikayelerimiz ve her birinin içine işleyecek nazarlarımız var. O nazarlar ki, rahmanın merhametinden birer cüz olarak, yavrularımıza cömertçe sunacağımız tebessüm yüklü bakışlardır. Onlar, bu bakışlarla huzur içinde büyüyecekler. Daha çok işimiz var kapatma gözlerini! Bak dolunay bize gülümsüyor. “Üzülmeyin, uzakta da olsanız, beraberce bana bakıyorsunuz ya, bu ne güzel” diyor. Sabretmemizi öğütlüyor.

Mavi karanlıklar bir gün, elbette sıcacık ve apaydınlık günlerle yer değiştirecek. Kapatma gözlerini! O gün geldiğinde, renk renk çiçeklerle bezeli bembeyaz bir evimiz olacak. Hayır! Ölmeden önce olacak bunlar. Burada tadacağız iç huzurunu. Zaten, burada tadamazsak, acep orada yakalayabilir miyiz ki? Aslında, “ahiret” denilen yer, dünyada ektiğimiz ürünü alma yeri değil mi? O sebeple değil mi, ölmeden önce ölenlerin yaşayıp durmaları? Ölemiyorsak da, ölmüş taklidi yapacağız beraber! Düşmanlarından, ölmüş gibi yaparak kurtulan kuşlar kadar bile olamazsak, kabre nasıl sığacağız?! Olmadan, kapatma gözlerini! Ölmeden kapatma gözlerini! Birçokları “kuş akıllı” deyip küçümsese de, sen bilirsin ki onlar tefekkür edilesi pek özel mahluklardır. Hani, sırat da burada ya. O, zaman zaman çok zorlayan imtihanlar sıratında nasıl gittiğimiz değil mi zaten asıl mevzu da?

O halde, daha dur! Kapatma gözlerini! Zira yaşadığım birçok hayal kırıklığı sebebiyle, bazen hayal etmekten bile korkar oldum. Bana cesaret, bana kuvvet, bana omuz ver! Bak ki her bir bakışına muhtacım! Diğer yandan, başkası korkarım zayi eder, etmesin, “kapat gözlerini, kimse görmesin!”
&
Aşk bitmez. Gezer, tozar, yön değiştirir, jön değiştirir, ama bitmez! Döner dolaşır, yine gönle gelir. Aşksa gelir! Dilerim aşkın Hakk’a, şefkatin de “maşukun hürmetine bana ve tüm mahlukata” olsun. Beni aşığı olduğun Allah için sev! Zira ancak o zaman, hakkıyla sevmeye güç yetirebilirsin. İstemem! Kör olma! Yanlışa düşersem, kapatma gözlerini! Gör ve ellerimden tutup beni doğruya götür. Gör ve yüreğimden tutup beni güvene taşı! Gör ve göre göre sev! Rabbimin beni sevdiği gibi sev… Yani? Yani kusur ve günahlarımı affetmeye, hayırlarımı kabule ve her halukarda yanımda olmaya azmede ede sev. Zayıflığımı kuvvetinle telafi ede ede sev!

Ve böyle sevmişken, sırası değil, lütfen, kapatma gözlerini! Bilirsin ya, ben kahvesiz duramam. Şimdi, ey benim “yanık kahvem”! Dualarında yakar ki, bu can sana daha fazla hasret çekmesin. Bilirim, şimdi sen dua ederken gözlerin dolar, temelli güzelleşirsin. Allah kem gözden korusun, nazardan esirgesin, “kapat gözlerini kapat! Kapat kimse görmesin!”
Neslihan Nur TÜRK

Bu sana son yazışım.


Ayrılmamız neyi değiştirecek ayrılık yüreğimden silip
atabilir mi seni derdin.
Kimbilir..Bu sana son yazışım.
Sözcüklere yüklemeye çalıştığım duygularım
beyaz kağıtların keskin kenarlarıyla nasıl da parçalanıyor böyle.
İlk kez yazmak böyle zor anlatmak bu kadar olanaksız.
İçimde çağıldayan herşeyin sana doğru aktığını duyupta bunu anlatamamak..
Ne acı.
Oysa seni her düşündüğümde sesim zamanın ve mekanın olmadığı görünmeyen
ince ipeksi bir yolda ilerleyip kulaklarına akmadı mı.
Her düşündüğümde seni yapmam gereken sadece izlemekti.
Ruhumun sana akışı o hızlı ama bir o kadar yavaş delice ama bir o kadar sakin
coşkuyla ama nasıl huzurlu bir çağlamaydı onların hepsi.
Hemen duyardın büyük kalabalıklarda iki kişilik yalnızlıklarda
yada gözlerin maviliklere kilitlenmiş..
Duyardın.Hala duyuyorsun.
 Şimdi şuan seninle konuşurken ruhunda geziniyorum yine.
Baktığın yerden uzaklaşan bakışlarını o kimselere hissettirmediğin
bir anlık dalgınlığı sadece anın yakaladığı o ince sızıyı.. Kapa gözlerini..
Sen hep duyacak mısın beni ben hep anlatacak mıyım.
Bilmiyorum.
Ama madem ayrılanlar hala sevgili ayrılanlar hala sevdalı bu ayrılıkta bitmeli..
Ayrılık.. Ne çok korkardık bu sözcüğe yüklenen anlamdan.
Oysa şimdi anlıyorum ki ayrılığın kendisi değil ayrılmakmış asıl zor olan.
Ayrılmayı başarana kadar yaşanılanlar o kanatan acıtan korkulu bekleyişler..
O kopuşu yaşamak artık başka biri değil sen olan o varlığı olduğu yerden çıkarmaya çalışmak
ağlayarak git artık içimden diyebilmek
ama daha derken pişman olup hayır kal ne olur diye yalvarmak..
Ne kadar zordu mabel..
Öyle içimdeydin ki seni ordan çıkarmak kendimi paramparça etmek demekti.
Ayrılık.. O kanlı zafer..
 Şimdi paylaştığımız işte bu.
İçimizde o boşluğun büyük acısı yüzümüzde birbirimizin kanı var hala..
Sevgilim
Sevgilim diyorum son kez sana.
Bir daha demiyeceğimdendir bu ve bir daha yazmayacağımdan

Islak gözlerimden izleme kayıp gidişini


Hayal Aşk
Yalan olan duygulardan arınarak başlıyorum mısralara
Ellerini ellerimde düşünerek bitiriyorum
Sana yetmeyen aşkımın sorularıyla kapıyorum gözlerimi güne
Akan yaşlarımın ıslattığı defteri kapatmadan…

Doğrularımı savundum yıllarca sana karşı aşkımı korudum
Gözlerimi gözlerinde yetiştirdim
Neden kaçtıklarını sorduğumda sana
Cevap alamadım geçiştirdim

Sana kurduğum her cümledeki gizli korkuyu yaşadım
Geçirdim günleri savurarak düşünmeyerek
Cevap yazmadığın mektupları sayarak
Yaşatamadığın aşkı hayal ederek

…şimdi hala istiyorsak ikimiz de
kendi kalabalığımızda kaybolabiliriz!

…şimdi hala istiyorsak ikimiz de
kendi kalabalığımızda kaybolabiliriz!

Yeniden yabancısıyım ezbere bildiğim senin
Beşinci mevsimde bitti diye bu düş
Takvimden kovulmuş bir tarihe gömüldük…

Kışa emanet yaz düşleri
Yağmur yağdı mı silinir yüzündeki çizgiler
Paslanır gider kış güneşi sabahlarında nemli kalan seviler…
Umarım biter bu yılgın sancı
Umarım biter…

Sus! Vakitsiz yağmur getirir gözlerime kelimelerin
Islak gözlerimden izleme kayıp gidişini
Yok oluşunu ikimizin…
Avuçlarımızdan sızan hiçlikle
Şimdi tutabiliriz kollarından yetim sahipsizliğimizin…

Dinle! Suskunluğumuzla paylaştık sandığımız sessizlik bu.
Şimdi çekiyor bizi en dibe…
Ne çok aldanmışız birbirimize
Aynı sessizliği hiç mi paylaşmadık yoksa seninle?

Mühürlü dudağımın sana ait yanı…
Ölüler diriliyorsa şayet
O vakit yüzleşiriz biz de…

Dert oldu içime yeni yeni filizlenen tüm umutlar.
Ne gündüzden bir beklentim
Nede geceden bir beklentim var
Beklettim yok artık sabahtan nede yarınlardan
Aklımda birtek sen ve dilimde birtek sen
İçimden geçenleri sana bir türlü diyemedim

Haykırmak istiyorum dağlara taşlara
İçime dert olan seni bir çırpıda
Duysun istiyorum dünya alem
Seni ne kadar sevdiğimi
Dilim varmıyor iki kelimeyi söylemeye seni seviyorum
Seni ne kadar sevdiğimi bir türlü diyemedim

Sana bu kadar yakınken uzakların en uzağını yaşamak
Bitmek tükenmek bilmeyen yolları aşılmaz dağları
Aramızda bir nefes varken yaşadım
Geçti diyorlar artık unutmak kolay değil
Sen gelmesen de hayallerin geliyor odama
Seni unutamadığımı bir türlü diyemedim.

Zincire vurulmuş gibi odamda tek başıma
İşkenceler çekiyorum bağlanmışım sana
Gözlerime mil çekiliyor kalbim dağlanıyor
Görenler soruyor ne oldu sana bir bilseler
Yeter artık! çöz ellerimi merhem ol yaralarıma
Soranlara seni sevdiğimi diyemedim

Oysa ne ümitler ne hayallerim vardı
Artık hepsi birden mazide kaldı ah hatıralar
Bir ömür geldi bir ömür geçiyor
Gözlerim karardı yavaş yavaş ellerim titredi
Kalbimi hissetmedim artık sesler kesildi
Son nefeste bile seni seviyorum diyemedim.

Mezar taşıma yazsınlar iki kelime
Gelen geçen fatiha okusun acısın halime
Ölünce bari bilsin herkes artık vakit geç
Yazsınlar ;
“içine dert oldu bir imkansız aşk
Dünyada bir gün yüzü görmedi
İnan bu dünyada senden başka kimseyi sevmedi”
Derdimi bilmesin hiç kimse sen üzülme
Vasiyetimde bile seni seviyorum diyemedim

AŞK VE AŞIK...

Sarmaşık Resimleri
Aşk sarmaşık manasına gelmektedir ki;
Aşığı çepeçevre sarar ve onu bir ağacı kurutur gibi içten içe yer bitirir.
Aşık içinde kopan bu fırtınalarla sekr haline düşer
 Ve baygın bakışlarla halkın gözüne deli divane misafir olur.
Halk aşığı bu haliyle görünce
"bir sevgili için gençliğini heba etme"
nasihatleriyle halden dem vurur.
Halbuki aşk bunun adı insanı deli eder
Sorarım deliye sual olunur mu?
Aşktır bu söze ne hacet aksa bir ırmak kadar
Coşkun kalpte önüne set koyulur mu?
Sevgili aşığa cevreder cefası ile aşığı berbat kılar.
Harab olur aşığın seven gönlü lakin gelin görün ki gönül;
Sevgilinin naz harabesinde yeniden vücut bulur.
Divan şairi Necati bu hali iyi süzmüş ki
Şu beytiyle kalemime yaran olur.

Dem kim yarda yok cevr u cefadan gayrı
Ne dilersen bulunur mihr u vefadan gayrı.

işte bu sözler sevgilinin binbir çesit silahlarının ortaya çıkardığı,
 cevr ve cefa mihnetini gözler önüne sermekte.
Sevgili yağmur tanesi olsa ve sağanak sekilde yağsa
 Bir vefa edipte aşığın kirpiklerine düşmekten,
 Aşığa merhamet etmekten kendini alıkoyar.
Mazlum aşık bu belalı bu dumanlı başı ile bi-tabdir.
Yalnız kalır yalnızlıkta gölgeye düşer
Oracıkta artık sessizce içe ağlayış halinde gönlü hebadır.
Hikayesini dinlediğimiz
Fuzuli çöllere düşmüş ve başında kuşlar karar kılmışlardı.
Fuzuli'deki gönül ateşi o kadar çoktuki;
Bir zaman daha bu kuşlar o başta kalsaydı pişeceklerdi.
Bu yüzdendir ki
Fuzuli aşkın bu yalnızlık cilvesine ağlamaklı gözlerle beyit düşürür.

Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bad-i sabadan gayrı.

Yarin (mim)'e benzeyen dudağı (ra) olan kaşı ve (elif) gibi boyu aşığın dilinden düşmez sevgilinin ben'ini gardiyan kılar.
Yüzünü ise hapsolduğu güzellik.
Bu ne müthiş bir vak'adır ki; göz kaş dudak ben sevgilinin kusanmış silahı olur.
Sonra bu silahlar değil masum aşığı padişahı dahi yaralar öldürür.
Bakın şu yedi cihanı titreten Yavuz'un haline ki;
Bir güzelin gözlerine mağlûb oldu.

sirler pençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek.

Yavuz'un kahrının pençesi içerisinde arslanlar tir tir titrerken felek onu gözleri ceylana benzeyen bir güzele köle etti.
Padişahları dahi dize getiren bu güzellik kendine köle yapacak bir çok aşık bulur.
Değil mi bu sahipler kölelerine yüzyıllar boyu ayakta kalabilen piramitler yaptıran?.
Bu sebeple sevgililer de kölelerine yüzyıllar boyu yıkılmayan aşk piramitleri yaptırmaktan yorulmazlar.

'ayın'asın'a kaf'a andolsun ki;aşkta kalbin mühim yeri vardır.
Bir insan düşünün ki sevgilinin dış güzelliğine önem vermektedir.
Onun bu dış güzelliğini kalp güzelliğinden öte görmektedir.
Böyle bir aşığın etik duruşmasında gönül hakiminden idam yemesinden başka hüküm düsünülür mü?
Kalp güzelliğinin yanında fani geçici güzelliğin ancak ve ancak
Bir cenaze namazı vakti kadar saltanatı vardır.
Kusursuz bir güzellik aramaktansa
Kalp güzelliği hazinesine sahip olmak büyük bir zenginliktir.

Mahlası da Aşkı olan aşktan anlayan
Şu divan şairinin beyti sözümü destekler niteliktedir.

Aşkıyâ vasl istersen hicrandan etme ihtiraz
Yârsız kalır meseldir ayıbsiz yâr isteyen.

Aşk kalpte demlenirse kalbin ahenkli atışına
 Munis olursa beden zindanında güller açtırr.
Bu güller tebessüm eden dudağa filizler verir
Ar eden yanağa rengini bu hal ile terleyen bedene kokusunu verir.
Gülden farkı kalmaz sevenin ya da sevgilinin.
Gülde diken aşkın cilvesidir cilvesiz bir aşk yaban durmaz mı?
Tıpkı meyvesi olmayan bir ağaç gibi.

Sevenler sevgililerine gül almakta;
Halbu ki sevenler ve sevgililer
Her daim gül koklamakta.
Marifet kalplerinde güller açtıran
Sevgililerin kalp bahçelerini temiz tutmalarındadır.
Bir bahçe düşünün ki;harab o haliyle altüst olmuş kurak.
Böyle bir bahçenin hangi gülü yüzde renk verecek
 Hangi arlı yüze cilve ile düşecek.

Aşk temiz bahçelerde konaklayacak ki;Hasat zamanı gül
Gül uzayan kokusunu samimiyet rüzgarıyla biçelim...

Cümlelerim elbet yâr gibi kusursuz değil;
Fakat son sözümü
Fuzuli'nin şu beytine yaslayarak söylüyorum.

Yâ Râb belâyı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâyı aşktan etme cüdâ beni
Nedendir bilmem böyle şiddetli esiyorsun
Tap taze yaprağım dalımda koparıyorsun
Yetmezmiş gibi birde meçhule savuruyorsun
Zavallı gönlüme bakıp ta gülüyorsun
Bir rüzgar esiyor karanlık gecemde
Vızıltısı hasret şarkısı sevgiliye
Kahroluyorum bir ahu figan içinde
Hey hasret rüzgarı beni kavuştur sevgiliye
Kıvrıla kıvrıla beni alıp kaçarsan
sevgiliden koparıp ta alıp atarsan
Kurulacaktır bir gün mahkemeyi mahşer
Elbette gönlüm verdiğin hasreti deşer

KURÂN-ı KERÎM'in RESMÎ sıralamasına göre 5. Hz. Salih : صَّالِحِ aleyhi's-selâm....

KURÂN-ı KERÎM'in RESMÎ sıralamasına göre---

5. Hz. Salih : صَّالِحِ aleyhi's-selâm....

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم
Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedîn abdike (Muhammedîyyeti) ve nebîyyike (Mahmudîyyeti) ve Resûlike (Ahmedîyyeti) ve Nebîyyû’l-ümmîyyi (Habibîyyeti) ve alâ âlihi ve’s-sahbihi ve Ehl-i Beytihi...

ALLAHu Zü'l-Celâl'imizin İZni ve İNAYETi ile RABB'ül Âleminimiz SÖZünü, RESÛLALLAH SALLallahu aleyhi ve sellem Efendimizin SESinden buyuruyor:

Resim

وَإِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ قَدْ جَاءتْكُم بَيِّنَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ هَذِهِ نَاقَةُ اللّهِ لَكُمْ آيَةً فَذَرُوهَا تَأْكُلْ فِي أَرْضِ اللّهِ وَلاَ تَمَسُّوهَا بِسُوَءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
1. ve ilâ semûde : ve Semud'a
2. ehâ-hum : onların kardeşi
3. sâlihan : Salih
4. kâle : dedi
5. yâ kavmi : ey kavmim
6. u'budû allâhe : Allah'a kul olun
7. mâ : yoktur
8. lekum : sizin için
9. min ilâhin : bir ilâhtan
10. gayru-hu : ondan başka
11. kad : olmuştur
12. câet-kum : size geldi
13. beyyinetun : bir beyyine, delil, ispat vasıtası
14. min rabbi-kum : Rabbinizden
15. hâzihî : bu
16. nâkatu allâhi : Allah'ın (dişi) devesi
17. lekum : sizin için
18. âyeten : bir âyet
19. fe zerû-ha : artık onu bırakın, salın
20. te'kul : yesin
21. fî ardı allâhi : Allah'ın arzında
22. ve lâ temessû-hâ : ve ona dokunmayın
23. bi-sûin : kötülükle
24. fe ye'huze-kum : o zaman sizi alır
25. azâbun elîmun : acı bir azap
Resim---'' Ve ilâ semûde ehâhum sâlihan kâle yâ kavmi’budûllâhe mâ lekum min ilâhin gayruhu, kad câetkum beyyinetun min rabbikum hâzihî nâkatullâhi lekum âyeten fe zerûha te’kul fî ardıllâhi ve lâ temessûhâ bi sûin fe ye’huzekum azâbun elîm(elîmun).: Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i (gönderdik): «Ey kavmim dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. İşte şu, Allah'ın devesi, size bir mucizedir; bırakın onu Allah'ın yeryüzünde yesin (içsin), sakın ona bir kötülük etmeyin, yoksa sizi acı bir azap yakalar.»
A'RAF:73 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)

قَالَ الْمَلأُ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُواْ مِن قَوْمِهِ لِلَّذِينَ اسْتُضْعِفُواْ لِمَنْ آمَنَ مِنْهُمْ أَتَعْلَمُونَ أَنَّ صَالِحًا مُّرْسَلٌ مِّن رَّبِّهِ قَالُواْ إِنَّا بِمَا أُرْسِلَ بِهِ مُؤْمِنُونَ
1. kâle : dedi
2. el meleu ellezîne : kavmin önde gelen kimseleri
3. istekberû : büyüklendiler, kibirlendiler
4. min kavmi-hî : onun kavminden
5. li ellezîne ıstud'ıfû : hakir görülen, güçsüz sayılan kimselere
6. li men : kimseye, kişiye, kimselere
7. âmene : îmân etti, inandı
8. min-hum : onlardan
9. e ta'lemûne : biliyor musunuz
10. enne : muhakkak ki
11. sâlihan : Salih
12. murselun : gönderilen, gönderilmiş olan
13. min rabbi-hi : Rabbinden, Rabbi tarafından
14. kâlû : dediler
15. innâ : muhakkak ki biz
16. bimâ ursile : gönderilen şeye
17. bihi : onunla
18. mu'minûne : inanan kimseler
Resim---''Kâlel meleullezînestekberû min kavmihî lillezînestud'ıfû li men âmene minhum e ta'lemûne enne sâlihan murselun min rabbihi kâlû innâ bimâ ursile bihî mu'minûn(mu'minûne).:Kavminin büyüklük taslayan ileri gelenleri, küçük görülüp ezilen inanmışlara, “Siz, Salih’in, Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu (sahiden) biliyor musunuz?” dediler. Onlar da, “Biz şüphesiz onunla gönderilene inananlarız” dediler.''
A'RAF:75 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)


فَعَقَرُواْ النَّاقَةَ وَعَتَوْاْ عَنْ أَمْرِ رَبِّهِمْ وَقَالُواْ يَا صَالِحُ ائْتِنَا بِمَا تَعِدُنَا إِن كُنتَ مِنَ الْمُرْسَلِينَ
1. fe : nihayet
2. akarû : kestiler
3. en nâkate : dişi deve
4. ve atev : ve haddi aştılar
5. an emri : emrinden
6. rabbi-him : Rab'lerinin
7. ve kâlû : ve dediler
8. yâ sâlihu a'ti-nâ : ey Salih bize getir
9. bimâ : şeyi
10. teidu-nâ : bize vaadettiğin (tehdit ettiğin, negatif vaadini)
11. in : eğer, ise
12. kunte min el murselîne : sen gönderilenlerden oldun
Resim---''Fe akarûn nâkate ve atev an emri rabbihim ve kâlû yâ sâlihu'tinâ bimâ teidunâ in kunte minel murselîn(murselîne).:Nihayet deveyi kestiler, Rablerinin emrine karşı geldiler ve “Ey Salih! Sen eğer (dediğin gibi) peygamberlerden isen, haydi bizi tehdit ettiğin azabı getir” dediler.''
A'RAF:77 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)

وَإِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ هُوَ أَنشَأَكُم مِّنَ الأَرْضِ وَاسْتَعْمَرَكُمْ فِيهَا فَاسْتَغْفِرُوهُ ثُمَّ تُوبُواْ إِلَيْهِ إِنَّ رَبِّي قَرِيبٌ مُّجِيبٌ
1. ve ilâ semûde : ve Semud kavmine
2. ehâ-hum : onların kardeşi
3. sâlihan : Salih
4. kâle : dedi
5. yâ kavmi : ey kavmim
6. ı'budû allâhe : Allah'a kul olun
7. mâ lekum : sizin için yoktur
8. min : ...dan
9. ilâhin : bir ilâh
10. gayru-hu : ondan başka
11. huve : o
12. enşee-kum : sizi yarattı
13. min el ardı : topraktan, arzdan
14. ve ista'mere-kum : ve size imar ettirdi, mamur hale getirtti (veya size ömür verdi)
15. fî-hâ : orada
16. fe istâgfirû-hu : artık ondan mağfiret isteyin (resûlün, mürşidin önünde tövbe edin)
17. summe : sonra
18. tûbû : tövbe edin
19. ileyhi : ona
20. inne : muhakkak, şüphesiz
21. rabbî : benim Rabbim
22. karîbun : yakındır
23. mucîbun : icabet edendir
Resim---'' Ve ilâ semûde ehâhum sâlihâ(sâlihan), kâle yâ kavmi'budûllâhe mâ lekum min ilâhin gayruh(gayruhu), huve enşeekum minel ardı vesta'merekum fîhâ festâgfirûhu summe tûbû ileyh(ileyhi), inne rabbî karîbun mucîb(mucîbun).: Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki, «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir tanrınız daha yoktur. Sizi topraktan O meydana getirdi. Sizi orada ömür sürmeye O memur etti. Bu sebepten O'nun mağfiretini isteyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır, dualarınızı kabul eder.»’’
HÛD:61 (Resmi:11/İniş:52/Alfabetik:38)

قَالُوا يَا صَالِحُ قَدْ كُنْتَ فٖينَا مَرْجُوًّا قَبْلَ هٰـذَا اَتَنْهٰینَا اَنْ نَعْبُدَ مَا يَعْبُدُ اٰبَاؤُنَا وَاِنَّنَا لَفٖى شَكٍّ مِمَّا تَدْعُونَا اِلَيْهِ مُرٖيبٍ
1. kâlû : dediler
2. yâ sâlihu : ey Salih
3. kad : olmuştu, idi
4. kunte : sen oldun
5. fî-nâ : içimizde, aramızda
6. mercuvven : hakkında ümit beslenen kimse
7. kable : önce
8. hâzâ : bu
9. e tenhâ-nâ : bizi nehy (men) mi ediyorsun
10. en na'bude : tapmaktan (bizim tapmamız)
11. mâ ya'budu : taptığı şeyler
12. âbâu-nâ : babalarımız (atalarımız)
13. ve inne-nâ : ve muhakkak ki biz
14. le fî şekkin : kesinlikle (şüphe) tereddüt içinde
15. mimmâ (min mâ) ted'û-nâ : bizi davet ettiğin (çağırdığın) şeyden
16. ileyhi : ona
17. murîbin : şüphe veren, şüphe edilen
Resim--''
Kâlû yâ sâlihu kad kunte fînâ mercuvven kable hâzâ e tenhânâ en na'bude mâ ya'budu âbâunâ ve innenâ le fî şekkin mimmâ ted'ûnâ ileyhi murîb(murîbin)..: Onlar şöyle dediler: “Ey Salih! Bundan önce sen, aramızda ümit beslenen bir kimseydin. Şimdi babalarımızın taptıklarına tapmamızı bize yasaklıyor musun? Şüphesiz, biz senin bizi çağırdığın şeyden derin bir şüphe içindeyiz.” (HÛD suresi 62. ayet) (Resmi:11/İniş:52/Alfabetik:38)

فَلَمَّا جَاءَ اَمْرُنَا نَجَّيْنَا صَالِحًا وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّا وَمِنْ خِزْىِ يَوْمِئِذٍ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ الْقَوِىُّ الْعَزٖيزُ
1. fe lemmâ : bundan sonra böylece, olduğu zaman
2. câe : geldi
3. emru-nâ : emrimiz
4. necceynâ : kurtardık
5. sâlihan : Salih
6. ve : ve
7. ellezîne âmenû : âmenû olanlar, Allah'a ulaşmayı dileyenler
8. mea-hu : onunla beraber, onun yanında
9. bi rahmetin : bir rahmetle
10. min-nâ : tarafımızdan, bizden
11. ve min hizyi : ve alçaklıktan, aşağılatıcı azaptan, zilletten
12. yevmi izin : izin günü
13. inne rabbe-ke : muhakkak ki senin Rabbin
14. huve : o
15. el kaviyyu : güçlüdür, kuvvetlidir, kavidir
16. el azîzu : azîzdir, yücedir
Resim--- ''Fe lemmâ câe emrunâ necceynâ sâlihan vellezîne âmenû meahu bi rahmetin minnâ ve min hizyi yevmi iz(izin), inne rabbeke huvel kaviyyul azîz(azîzu).:(Helâk) emrimiz geldiğinde Salih’i ve beraberindeki iman etmiş olanları tarafımızdan bir rahmetle helâktan ve o günün rezilliğinden kurtardık. Şüphesiz Rabbin mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.''
(HÛD suresi 66. ayet) (Resmi:11/İniş:52/Alfabetik:38)

وَيَا قَوْمِ لاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شِقَاقِي أَن يُصِيبَكُم مِّثْلُ مَا أَصَابَ قَوْمَ نُوحٍ أَوْ قَوْمَ هُودٍ أَوْ قَوْمَ صَالِحٍ وَمَا قَوْمُ لُوطٍ مِّنكُم بِبَعِيدٍ
Resim---'' Ve yâ kavmi lâ yecrimennekum şikâkî en yusîbekum mislu mâ esâbe kavme nûhin ev kavme hûdin ev kavme sâlih(sâlihın), ve mâ kavmu lûtin minkum bi baîd(baîdin). :«Ey kavmim! Bana karşı gelmeniz sakın sizi, Nuh kavminin veya Hud kavminin veya Salih kavminin başlarına gelen musibetler gibi bir musibete uğratmasın. Lut kavmi de sizden uzak değildir.’’
HÛD:89 (Resmi:11/İniş:52/Alfabetik:38)


إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ صَالِحٌ أَلَا تَتَّقُونَ
1. iz : olduğu zaman, olmuştu
2. kâle : dedi
3. lehum : onlar için, onlara
4. ehû-hum : onların kardeşi
5. sâlihun : Salih
6. e : mı
7. lâ tettekûne : takva sahibi olmazsınız, olmayacaksınız
Resim---’’ İz kâle lehum ehûhum sâlihun e lâ tettekûn(tettekûne).: Hani kardeşleri Salih onlara şöyle demişti: «Siz Allah'tan korkmaz mısınız?»
ŞUARA:142 (Resmi:26/İniş:47/Alfabetik:94)


وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا إِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ فَإِذَا هُمْ فَرِيقَانِ يَخْتَصِمُونَ
1. ve lekad : ve andolsun
2. erselnâ : biz gönderdik
3. ilâ : ...e
4. semûde : Semud kavmi
5. ehâ-hum : onların kardeşi
6. sâlihan : Salih
7. eni'budûllâhe : Allah'a kul olun
8. fe : o zaman, fakat
9. izâ : olduğu zaman
10. hum : onlar
11. ferîkâni : iki fırka, iki grup
12. yahtesımûne : hasım oluyorlar, çekişiyorlar
Resim--- ‘’ Ve lekad erselnâ ilâ semûde ehâhum sâlihan eni’budûllâhe fe izâhum ferîkâni yahtesımûn(yahtesımûne).: Andolsun ki, Allah'a ibadet edin diye Semud'a da kardeşleri Salih'i gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre oluverdiler.’’
NEML:45 (Resmi:27/İniş:48/Alfabetik:81)

SALİH PEYGAMBERİN DEVESİ Salih’in devesi görünüşte deveydi, o zalim kavim, bilgisizlik yüzünden deveyi kestiler. Su için deveye düşman olduklarından kendileri, mezara su ve ekmek oldular. ( helak olup mezarı doyurdular).

Tanrı devesi, ırmaktan buluttan su içmekteydi. Onlar, Hakk’ın suyunu Hak’tan esirgediler Salih’in devesi, salih kişilerin cisimleri gibidir; onlar kötülerin helaki için tuzaktır. Neticede” Tanrı devesinden ve içeceğinden çekinin” hükmü, o ümmeti ne dertlere uğrattı, onları nasıl helak etti! Tanrı kahrının şahnesi, bir devenin kanına diyet olarak onlardan bütün bir şehri diledi.

Ruh, Salih gibidir,ten de deveye benzer. Ruh vuslattadır ten ihtiyaç içindedir. Temiz ruha zarar vermenin imkanı yoktur. Tanrı yaralanmaz. Böyle ruha sahip olanlara kimse galip gelemez. Zarar gelse bile sedefe gelir, inciye değil. Temiz ruha zarar vermenin imkanı yoktur. Tanrı’nın nuru, kafirlere mağlup olmaz. Can, toprağa mensup cisme, kötü kişiler, incitsinler de Tanrı imtihanını görsünler diye ulaştı, bu yüzden cisimle bağdaştı, birleşti.

Canı inciten kişinin, bu incitmenin Tanrı’yı incitme olduğundan haberi yoktur. Bilmiyor ki bu küpün suyu ırmak suyu ile birleşmiştir. Tanrı bütün aleme penah olsun diye bir cisme alaka bağlamıştır.

Onların gönüllerine kimse muzaffer olamaz. Sedefe zarar gelir, inciye gelmez. Tanrı velisinin cisim devesine kul ol ki Salih Peygamberle kapı yoldaşı olasın.

Salih peygamber, “ Madem ki haset ettiniz, bu işi yaptınız, üç gün sonra Tanrıdan azap erişecek. Ondan üç gün sonra da can alıcı Tanrıdan başka bir afet gelecek ki onun üç alameti vardır: Hepinizin yüzünüzün rengi değişir. Birbirinize bakınca yüzlerinizi türlü türlü renklerde görürsünüz. İlk günlerde yüzleriniz safran gibi sararır; ikinci günü erguvan gibi kızarır. Üçüncü günü yüzleriniz tamamı ile kararır, ondan sonra da Tanrının kahrı gelir, çatar. Eğer bu tehdide benden delil isterseniz devenin yavrusunu daha doğru kovalayın!
Eğer tutabilirseniz derdinize çare bulunur. Tutamazsanız ümit kuşu uzaktan kaçtı, gitti!” dedi.

Bu sözü duyunca hepsi birden köpek gibi onun ardından seğirtmeğe başladılar. Kimse yavruya erişmedi; dağlar arasına dalıp kayboldu.

Temiz ruh gibi ten ayıbından, nimet ve ihsan sahibi Tanrı’ya kaçıp gitmekteydi.

Salih dedi ki: “Gördünüz mü Tanrının bu kazası nasıl geldi? Artık ümidin boynunu vurdu.” Devenin yavrusu nedir? Salih? Peygamberin gönlü. Onun hatırını ele alın, onun isteğini yerine getirin. Onun gönlünü alırsanız azaptan kurtuldunuz yoksa, pişman olduğunuzun, ümitsizliğe düştüğünüzün günüdür.

Salih’ten bu bulanık vadi duydukları gibi azaba göz dikip beklemeye başladılar. Birinci gün yüzlerinin sarardığını gördüler.Ümitsizlikle soğuk ,soğuk ah etmeye başladılar. İkinci günü hepsinin yüzü kızardı. Artık ümit ve tövbe nöbeti kayboldu. Üçüncü gün hepsinin yüzü kapkara kesildi. Salih Peygamberin hükmü: cenksiz, cidalsiz doğru çıktı. Hepsi de ümitsiz bir hale gelince kuşlar gibi ayaklarını altlarına alıp iki dizlerinin üstlerine çöktüler.

Cibril-i Emin, bu diz çökmeyi Peygambere “Casimin” ayetini getirerek Kuran’da anlattı. Sana diz çökmeyi öğrettikleri ve seni bu çeşit diz çökmeden korkuttukları vakit, yani bela gelmeden diz çök!

Salih’in kavmi, Tanrı kahrının zahmını beklediler: o kahır ve azap da gelip o şehri yok etti. Salih, halvetten çıkıp şehre doğru gitti; gördü ki şehir duman ve ateş içinde. Onların hak ile yeksan olmuş cüzülerinden bile feryat ve figanlarını duyuyordu; feryat duyulmaktaydı ama ortada feryat eden yok! Kemiklerinden iniltiler, sızıntılar duydu; canları çiğ taneleri gibi yaş döküyor, ağlıyordu. Salih bunu duyup ağlamaya başladı: feryat edenlere feryat etmeye koyuldu:”Ey batıl yolda yaşayan kavim! Ben sizin çevrinizden Tanrıya şikayet etmiş ağlamıştım.

Tanrı, bana “Onların eziyetlerine sabret; onlara nasihat ver. Zaten devirlerinden çok bir zaman kalmadı” demişti. Ben cefaları eziyetleri yüzünden onlara nasihat edemiyorum. Nasihat sütü sevgiden, saflıktan coşup akar” demiştim. Bana o kadar eziyetler ettiniz ki nasihat sütü damarlarımda dondu. Tanrı, bana “Ben sana lütuf ve inayet eder, o yaralara merhem koyarım” buyurdu. Hak, gönlümü gök gibi saf bir hale getirdi. Gönlümden, sizin cefalarınızı sildi, süpürdü.

Yine size nasihatler vermeye, şeker gibi temsiller getirmeye , sözler söylemeye başladım. Şekerden taze süt çıkarıp balla şekeri sözlerime katmaya, size tatlı, tatlı öğütler vermeye koyuldum. O sözler, size zehir gibi tesir etti. Çünkü siz baştan aşağı zehir membaı, zehir madeniydiniz, zehirden ibarettiniz. Nasıl gamlanayım ki gam baş aşağı yuvarlanıp gitti.

Ey inatçı kavim! Gam sizdiniz. Gamın ölümüne ağlayıp feryat eden olur mu? Baştaki yara iyileşince bu yüzden saçını sakalını yolan bulunur mu?” Salih, yüzünü kendine çevirip dedi ki: “Ey feryat eden, onlar feryat etmeye değmez!”

Ey Kuran’ı doğru okuyan! Eğri okuma. Zalim kavmin ardından nasıl yas tutayım? Fakat yine gözünden, gönlünden yaşlar akmaya başladı. Onda sebepsiz bir merhamet hasıl oldu. Gözyaşı damarları (yağmur gibi) yağmaktaydı, kendisi de şaşırmıştı. Bu katralar, cömertlik ve kerem denizinin sebepsiz akan katralarıydı.

O ağlarken aklı diyordu ki: “Bu ağlama neden? Seninle eğlenen o çeşit bir kavme ağlamak reva mı? Neye ağlıyorsun söyle. Yaptıkları işlere mi? O gidişleri kötü kin askerine mi? Onların paslı karanlık gönüllerine mi, yılan gibi zehirli dillerine mi? Onların Segsar’larınkine benzeyen nefes ve dişlerine mi? Akrep yatağı olan ağız ve gözlerine mi? İnatlarına mı, alaylarına mı, kınamalarına mı? Şükret; bak, Tanrı onları nasıl hapsetti, helak eyledi! Elleri eğri, ayakları eğri, gözleri eğri, bakışları eğri, savaşları eğri, öfkeleri eğri...

Onlar, geçmişleri taklit edip nakil ettikleri reylere uyduklarından bu akıl pirinin başına ayak bastılar. Birbirlerine görünmek ve duyulmak kaygısı ile hür ihtiyar olmadılar, kart eşek oldular. Tanrı cehennemlikleri göstermek üzere dünyaya cennetten kullar getirdi...”

Cehennemlikler, cennetlikler bir dükkanda otururlar. Aralarında bir perde vardır, birbirlerine karışmazlar. Nar ehliyle nur ehli, görünüşte karışıktır ama aralarında kaf dağı çekilmiştir.

Bunlar, madende toprakla altının birbirine karışmasına benzerler. Toprakla altın karışıktır ama aralarında yüzlerce ova, yüzlerce konak var! Bu, bir dizide hakiki inci ile yalancı incinin bir gecelik konuk gibi misafir olmasına benzer. Denizin yarısı şeker gibi tatlı, lezzetli, rengi ay gibi parlak; Diğer yarısı, yılan zehri gibi acı,lezzetsiz, rengi de katran gibi kara.

Cennetlikle cehennemlik olanlar da deniz gibi alttan üstten, dalgalanıp dururlar. Dar ve küçük bir cisimden dalgaların birbiri ardınca zuhuru da canların barışta, savaşta birbirlerine karışmalarına benzer. Barış dalgaları kopar, gönüllerden kinleri giderir. Bunun aksine savaş dalgaları kopar, sevgileri altüst eder. Sevgi acıları tatlıya çeker, tatlılaştırır. Çünkü sevgilerin aslı, doğru yola götürmedir. Kahır ise, tatlıyı acılığa çekmektedir. Acı, tatlı ile bir arada bulunur, bağdaşır mı? Acı tatlı;bu gözle görünmez. Basiret ehli, onları, akıbet penceresinden görmeyi bilir. Akıbeti gören göz, doğuyu görebilir. Ahiri gören göz ise gururdan, körlükten ibarettir.

Nice tatlılar vardır ki şeker gibidir, fakat o şeker içinde zehir gizlidir. Aklı en üstün, anlayışı en keskin olan, kokudan anlar. Öbürüyse ancak dudağına, dişine değince fark eder. Şeytan “Yiyin” diye bağırır ama o adamın dudağı zehri, boğazına varmadan reddeder. Başka biri boğazına varınca anlar, bir başkası yer, bedenini berbat edince anlar. Zehir; diğer birisinde abdest bozarken yanış yapar; zaman, zaman ciğerini delen bir acı peyda eder.

Bir başkasında zehrin eseri; günler, aylar geçtikten sonra görünür. Diğer birisinde ise ölümden ve sur üfürüldükten sonra meydana çıkar. Eğer o kişiye mezarda mühlet verirlerse mutlaka mahşer günü azap ederler.

Her otun, her şekerin zamanede bir oluş müddeti vardır. Lalin, güneşin tesiriyle renk, parlaklık ve letafet elde etmesi için yılların geçmesi gerektir. Alelade otlar, iki ay içinde yetişir. Fakat kırmızı gül, ancak bir yılda yetişir gül verir. Yüce ve Ulu Tanrı, bunun için eceli, yani her şeyin müddetini En’am suresinde anlatmıştır. Bunu duydun ya; her kılın kulak kesilsin...

Bu duyduğun abıhayattır, afiyet olsun! Bu söze söz deme, abıhayat de. Bu sözü, eski harfler teninde yepyeni bir ruh olarak gör. Arkadaş; başka bir nükte daha duy. Bu nükte can gibi hem apaçık, meydandadır, hem gayet ince ve gizli. Bir yer olur ki bu yılan zehri, Tanrının tasarruflarıyla gayet tatlı ve lezzetli bir hale gelir. Bir yerde zehirdir, bir yerde ilaç... Bir yerde küfürdü, bir yerde tam layık ve yerinde. Orada cana zarar verir ama burada derman kesilir. Su koruk içinde ekşidir; fakat üzüme gelince tatlılaşır, güzelleşir. Sonra küpün içine girince acır, haram olur...Sirke olunca ne güzel katıktır!

Veli, zehir yese bal olur, fakat talip yese aklı kararır zarara uğrar. Süleyman”Rabbi hebli” demiş, yani “”Benden başkasına bu saltanatı verme.” Yahut benden başkasına bu lütufta, bu ihsanda bulunma” diye niyaz etmiştir. Bu hasede benzer ama değildir.

La yenbağı nüktesini candan oku. Benden sonra bu saltanatı kimseye verme sırrını onun nekesliğinden bilme. Hatta o, saltanatta yüzlerce zarar ve tehlike gördü. Cihan saltanatı, kıldan kıla, baştanbaşa can kaygısından, baş korkusundan ibarettir. Baş korkusuyla can ve din korkusu... Bize bunun gibi bir imtihan daha olamaz.

Süleyman himmetli birisi gerektir ki bu yüz binlerce renkten, kokudan vazgeçsin. Kuvvet ve kudretiyle beraber o saltanatın dalgası Süleyman’ın bile nefesini tıkıyordu. Bu keder yüzünden üstüne toz, toprak konunca bütün cihan padişahlarına acıdı da. Şefaat edip”Bana verdiğin bu saltanatı, kemal sahibi olanlara da ver. Bu saltanatı, kerem edip kime verir, kime bağışlarsan Süleyman odur, o da benim.
O benden sonra kimseye verme hükmüne dahil değildir; benimledir. Hatta benimle ne demek? O kişi, davasız, nizasız benim” dedi.

[i]Hz. SALİH (A.S)

"Andolsun ki, Semûd kavmine: 'Allah'a ibadet edin!' (de­mesi için) kardeşleri Salih 'i (onlara Peygamber olarak) gön­derdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre oluverdiler." (Neml: 27/45)

Hz. Salih (a.s)'ın Soyu:

Hz. Salih (a.s)'in [1] soyu; Salih b. Ubeyd b. Asif.....şeklinde olup Hz. Nûh (a.s)'un oğlu Şam'a dayanmak­tadır.

Yüce Allah, Hz. Salih (a.s)'ı, "Baide Arap" kabilelerin­den birine Peygamber olarak göndermiştir. O da, Semûd kabi-leşidir. Semûd kabilesi bu ismi, Hz. Nûh (a.s)'ın oğlu Şam'ın torunlarından olan Semûd b. Amir'e nispetle bu Adı almıştır.

Hz. İsmail'den önceki Araplara, "el-Arabu'1-Aribe" de­nilirdi. Bunlar pek çok kabileden oluşuyorlardı. Bazıları şun­lardır: Ad, Semûd, Cürhüm, Medyen, Kahtan... v.b."el-Arabu'I-Musta'rebe" ise, Hz. tsmâîl (a.s)'m neslin­den gelen Araplardır...

Hz. İsmâîl (a.s), fasih açık Arapça'yı konuşan ilk kişidir. Arapça konuşmayı, Mekke-i Mükerreme'de annesi Hacer'in yanında konaklayan Cürhümlülerden öğrenmiştir.

İşte burada kastedilen şey; Semûd kabilesinin, Hz. İsmâîl (a.s)'dan önce yaşamış olmasıdır. Çünkü Semûdlular, "el-Arabu'l-Aribe" dendir.[2]

Semûd Kavminin Yurtları:

Semûd kavminin yurtları, "Hicr" denilen yerdedir. İşte bundan dolayıdır ki, Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'de, onları, "Ashabu'l-Hicr" (Hicr Halkı) diye adlandırmıştır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun ki, 'Hicr halkı' da (kendilerine gönderilen) peygamberleri yalanlamıştı. Biz, Onlara mucizelerimizi ver­miştik, fakat onlardan yüz çevirmişlerdi. [3]

Hicr; Hicaz ile Şam arasında, karayoluyla yolcuların geç­tiği ve bugün "Feccü'n-Nâga" diye bilinen yerdir. Semûd kavminin şehirlerinin kalıntıları şimdi bile açıkça görülmekte­dir. Bu yerler, Medain-i Salih (Salih peygamberin şehirleri) diye adlandırılmaktadır.

Tarihçi Mes'udî der ki: "Semûd kavminin çürümüş kemik­leri baki olup kalıntıları Şam'dan gelen yol üzerinde açıkça görülmektedir. Hicr-i Semûd, Medyen ülkesinin güney doğu­sunda yer almaktadır. Bu da, Akabe körfezine yakın mesafe­dedir.[4]

Semûd Kabilesinin Soyu:

Tarihçiler, Semûd halkının soyu ve yaşadıkları zaman hakkında görüş ayrılığına varmışlardır.

Bazı tarihçiler der ki: Semûd kavmi, Âd kavminden geriye kalanlardır"

Bazıları da der ki: Semûd halkı, Fırat nehrinin Batısından "Hicr"denen bu yere göç etmiş Amalika kavminden geriye kalanlardır.

Oryantalist bazı tarihçilerin iddiasına göre ise; Semûd hal­kı, Filistin'e girmeyip "Hicr" denilen bu bölgeye yerleşen Ya­hudilerden bir topluluktur... Bu görüş, batıl bir görüştür. Çün­kü Yahudi kelimesi, ancak Hz. Mûsâ (a.s)'ın İsrail oğullarıyla birlikte Mısır'dan çıkışından sonra ortaya çıkmıştır. Buna göre Semûd halkı, nasıl Yahudi olur?!! En doğru görüş; Semûd hal­kının, Ad kavminden geriye kalmış Araplar olduğudur. Yüce Allah'ın şu sözü de, bu görüşü doğrulamaktadır:

"Düşünün kî, (Allah,) 'Ad (kavmin)den sonra (onların yurduna) sizi' hükümdarlar kıldı. Ve yeryüzüne sizi yerleştirdi: Yeryüzünün düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın da, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. [5]

İbn Kesîr (rh.a) konu ile ilgili olarak şöyle der: "Bunlar, kendilerine 'Semûd' denen meşhur bir kabileydi. Dedeleri, Semûd'un adını almışlardı. Semûd, Cedis'in kardeşidir. Bu ikisi de, Asir b. İrem'in oğullandır. İrem ise, Hz. Nûh (a.s)'ın oğlu Şam'ın oğludur. Semûd kavmi, Arab-ı Aribe'dendir. Hi­caz ile Tebük arasında Hicr denen yerde yaşarlardı... Resulullah (s.a.v.) Tebük Gazvesine giderken, beraberindeki Müslümanlarla Semûd kavminin yurdu Hicr'e uğramıştı. Semûd halkının (kalıntı halinde) evlerinin bulunduğu 'Hicr' denilen yere sahabelerle birlikte konakladı. Sahabeler, Semûd halkının su içtikleri kuyulardan su çekip hamurlarını yoğurdu-lar ve (kazan kurup bu hamurları) pişirdiler. Resulullah (s.a.v.), sahabenin yemek yapmak için kazanlar kurduklarını haber alınca, onlara kazanlarım dökmelerini ve yoğurmuş ol­dukları hamurlan develere yedirmelerini emretti. Daha sonra Resulullah (s.a.v.), sahabeleri alıp Hz. Salih (a.s)'ın devesinin su içmiş olduğu kuyunun yanına götürdü. Buhârî ile Müs­lim'de geçtiği üzere, Sahabelere: 'Şu azaba uğramışların yur­duna ancak ağlayarak girin.Eğer ağlamayacaksanız, girmeyin. Yoksa onlara gelen musibet, size de gelir" buyurdu.[6]

Semûd kavminin ne zaman yaşadığı kesin olarak bilin­memektedir. Ancak Semûd kavminin; A'râf: 7/74 ayeti keri­mesinin de işaret ettiği üzere; Ad kavminden sonra ve ayrıca kesin olarak milattan ve Hz. Mûsâ (a.s)'dan önce yaşadıkların­da şüphe yoktur. Buna delil, kavmini Allah(c.c)'ın azabıyla korku­tan Firavun ailesinden mümin kimsenin şu sözüdür:

"İman etmiş olan (adam): 'Doğrusu ben, sizin için Nûh kavminin, Ad, Semûd ve onlardan sonra gelenlerin durumu gibi, peygamberleri yalanlayan toplulukların uğradıkları bir günün benzerinden (gelmesinden) korkuyorum. Allah, kulları­na bir zulüm dileyecek değildir.[7]

Oryantalistlerin, 'Semûd halkının, Yahudi olduğu' iddia­sını kabul etmeyenlerden birisi de, Üstad Abdulvahhab en-Neccâr'dır. Bu konuda daha geniş bilgi için Abdullahvahhaben-Neccâr'ın "Kasasu'l-Enbiyâ" adlı kitabına başvurabilirsi­niz [8]

Semûd Kavminin İbadeti:

Semûd kabilesi, mutlak kudret sahibi Allah(c.c)'ı inkar ederek putlara tapıyorlardı. Bunun üzerine Allah(c.c), onlara, Peygamber olarak Salih (a.s)'i göndermişti. Hz. Salih (a.s), onlara; Allah(c.c)'ın kendilerine verdiği nimetleri hatırlatıyor, kurtuluş ile saadet yolunu gösteriyor, takva olmalarını emrediyor ve putla­ra tapmayı yasaklıyordu,[9] Onlar ise; sapıklıklarına devam etti­ler ve putlara tapmaktan vazgeçmediler.

Semûd kavmi, büyük bir bolluk ve nimet içindeydiler. Çünkü bol servetlere, parlak göz alıcı bahçelere ve akarsulara sahiptiler. Yüce Allah, verdiği bu nimetleri onlara şöyle hatır­latmaktadır:
"Siz burada bahçelerin, pınarların içinde, ekinlerin, sal­kımları sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakıla­cak mısınız? Bir de, dağlardan neşe ve zevkle evler yontuyorsunuz.[10]

Hz. Salih (a.s)'a, Semûd kavminden az sayıda bir topluluk iman etti. Onların çoğu ise, Hz. Salih (a.s)'ı yalanladılar, onun risaletini inkar ettiler ve azgınlıklarını büyük bir şekilde sür­dürdüler. Üstelik bir de, Hz. Salih (a.s)'dan, kendisinin doğru­luğuna tanıklık edecek bir mucize getirmesini istediler. O da, onlara "deve mucizesini" getirdi. (Mucize olarak getirilen de­vede, Hz. Salih (a.s)'ın doğruluğunu gösteren bir çok büyük alametler vardı. Çünkü deve, sert bir kayanın içinden çıkmıştı. Kayanın nasıl varıldığını ve içinden hamile bir devenin çıktı­ğını gözleriyle görmüşlerdi.[11]

Niçin Deve Bir Mucize Oldu ?:

Bu devede; Hz. Salih (a.s)'ın doğruluğuna ve Yüce Allah katından gelen açık bir mucize ile kesin bir harikulade olduğu­nu gösteren bazı ilginç şeyler bulunmaktadır. Bunlardan bazı­ları şunlardır:

1. Devenin sert bir kaya dan çıkmış olması... Böyle bir kayadan nasıl bir hayvan çıkabilir?!!

2. Devenin, kabilenin tamamının içtiği suyu içiyor olma­sı... Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Su içme hakkı (bir gün) onundur, belli bir günün içme hakkı da sizin.[12]

Bir devenin büyük bir topluluğun içtiği suyu içmesi, garip bir durumdur.

3. Devenin, kabileye; içtiği su kadar süt veriyor olması... İşte bu da, garip bir durumdur.

İmam Fahreddîn er-Râzî (rh.a) der ki: "Bil ki Kur'an, Deve olayında bir mucizenin olduğunu göstermektedir. Fakat bunun, hangi bakımdan bir mucize olduğu, Kur'an'da belirtilmemiştir. Ama bunun, hiç şüphesiz, bir yönden bir mucize olduğunu anlıyoruz.[13] Çünkü Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmakta­dır:

"İşte size bir mucize olmak üzere Allah'ın şu dişi devesi! Onu (kendi haline)bırakın, Allah'ın arzında otlasın. Ona bir kötülükle yaklaşmayın. Sonra sizi acıklı bir azab yakalar. [14]

İşte bu mucize, Hz. Salih (a.s)'ın doğruluğuna açık ve ke­sin bir delildir. Çünkü Salih peygamberin kavmi bir gün eğer Salih Peygamber kayayı yararak kaya dan bîr dişi deve çıka­rırsa kendisine tabi olacaklarına ve iman edeceklerine dair söz vermişlerdi.

İbn Kesîr bu konu ile ilgili olarak şöyle der: 'Tefsircilerin anlattıklarına göre; Semûd kavmi, bir gün toplantı yerlerinde bir araya gelmişlerdi. Hz Salih (as), yanlarına giderek onları Allah'a kulluk etmeye davet etmiş, İlahi azabı onlara hatırlatmış, sapıklıktan sakındırmış, öğüt vermiş ve batıla yaklaşma­malarını emretmişti. Ama Onlar, Salih (as)'a:

- 'Ey Salih! -Büyük bir kayayı göstererek- şu karşıdaki kaya dan şu ve şu niteliklere sahip boylu postlu, hamile bir deve çıkarırsan belki sana inanırız. İman ederiz' şeklinde bir şart koşmuşlardı. Hz. Salih (a.s), onlara:

- 'Bu isteğinizi tam olarak yerine getirirsem, benim getir­miş olduğum dine iman eder ve size tebliğ ettiğim ilahi mesajı doğrular mısınız.?' dedi. Onlarda:

- 'Evet' dediler. Bunun üzerine Hz. Salih (a.s) bu hususta onlardan söz ve teminat aldı. Sonra namazgahına gidip onur ve üstünlük sahibi Allah(c.c)'ın huzurunda namaz kılıp dua etti. Kav­minin bu isteğinin gerçekleştirilmesini Rabbinden istedi. Al­lah(c.c)'ta, orada bulunan kayaya; yarılarak istenilen nitelikteki büyük cüsseli hamile bir deveyi çıkarmasını emretti. Kaya da, bu ilahi emri hemen yerine getirdi. Devenin ortaya çıktığını müşahede ettiklerinde, bunun; büyük bir iş, dehşetli bir olay, Hz. Sâlih(a.s)'ın doğruluğunu ortaya koyan kesin bir delil, açık bir kanıt ve göz alıcı bir kudret olduğunu gördüler. Bu olay üzerine bazıları iman etti. Çoğu ise küfür ve inatlarına devam ettiler. Yüce Allah onlar hakkında, "Semûd kavmine, açık bir delil olmak üzere bir dişi deve vermiştik. (Fakat onlar, bu de­veyi boğazladılar) bu yüzden zalim oldular.. '(Isrâ: 17/59) [15]

Semûd Kavminin Helak Edilişi:

Hz Salih (as), kavminin, deveye dokunmamaları hususun­da uyarmış ve eğer deveyi öldürmeye kastederlerse kendilerine Allah(c.c)'ın azabının geleceğinden de sakındırmıştı.Yüce Al­lah bu hususu şöyle anlatmaktadır:

'Deveye bir kötülükle ilişmeyin yoksa sizi muazzam bir günün azabı yakalayıverir.[16]

Bütün bunlara rağmen nasihat kabul etmeyen öğüt dinle­meyen, isyan ile taşkınlığın gözlerini kör ettiği, Allah'ın dave­tini kabul etmekten kaçıp kulaklarını sağır kıldığı zorbalar, deveyi öldürmekten başka bir şey düşünmüyorlar ve çabucak onu boğazlamak istiyorlardı. Yüce Allah bu hususu Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle anlatmaktadır.

"Derken o dişi deveyi, ayaklarını keserek Öldürdüler ve Rab'lerinin emrinden dışarı çıktılar da:'Ey Salih! Eğer sen gerçekten Peygamberlerden isen, bize, tehdit ettiğin azabı ge­tir. 'Dediler.Bunun üzerine onları o, (şiddetli) sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çökerek donakaldılar. [17]

Yüce Allah, onların bu kıssasını, bize, Şems Sûresinde şöyle anlatmaktadır:

Semûd kavmi, azgınlığı yüzünden Allah'ın peygamberi (Salih'i) yalanladılar. Çünkü onların en azgını, deveyi kesmek için ayaklandı. Allah'ın peygamberi (Salih) ise, onlara: 'Al­lah 'ın (size gönderdiği) deveye ve suyuna bakın' dedi. Derhal onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri, (işlemiş oldukları bu) günah sebebiyle (içinde yaşadıkları) o beldeyi, başlarına geçirdi ve her tarafını dümdüz etti. [18]

Deveyi yakalayıp kesenlerin ilki, lanetli ve hain Kudâr b. Sâlif olup bu kişi, deveyi ayaklarından kesti. Bunun üzerine deve, yere yığıldı. Diğerleri kılıçlarıyla hemen koşup deveyi param parça ettiler. Yüce Allah'ın da bildirdiği üzere, bunlar, 9 kişi idiler:

"O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgun­culuk yapıyorlar ve iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı.[19]

Bu kişiler, deveyi öldürdükten sonra; Hz. Salih (a.s)'ın, onları özellikle de Allah(c.c)'ın azabından sakındırması ve deveyi kesmelerinden üç gün sonra bu azabı beklemelerini söylemesi üzerine Hz. Salih (a.s)'ı da öldürmeye karar verdiler. Yüce Al­lah'ın şu sözü bu hususu açıkça göstermektedir:

"(Fakat Semûd halkından bir topluluk), o deveyi, ayakla­rını keserek öldürdüler. Salih, (onlara): 'Yurdunuzda üç gün daha yaşayın (sonra helak olacaksınız). O söz, yalanlanamayan bir tehdit idi. [20]

İşte Allah, Hz. Salih (a.s)'ı öldürmeyi düşünen grubun üzerine, gökten taşlar yağdırmak suretiyle kavimlerinden önce onları helak ve yok etti.

İbn Kesir (rh.a) bu konu ile ilgili olarak şöyle der: "Hz. Salih (a.s)'ın mühlet tanıdığı üç günlük müddetin birinci günü, Semûd halkının yüzleri sapsarı oldu. İkinci günü ise, kıpkırmı­zı oldu. Üçüncü günü ise, yüzleri simsiyah oldu. Çünkü Hz. Salih (a.s), onlara, ilahi azabın geleceğini bildirmişti. Hz. Salih (a.s)'ın mühlet tanıdığı üç gün sona erip dördüncü günün sa­bahında, güneşin doğmasıyla birlikte üstlerindeki gökten (çığ­lık şeklinde) şiddetli bir gök gürültüsü ve atlarından ise sarsıntı ve zelzele geldi. Ruhları dışa taştı. Canlan çıktı. Sarsıntılar ve gök gürlemeleri durdu. Sesler kesildi. (Onlara gelmesi bildiri­len) hakikat yerini buldu. Yurtlarında cansız ve hareketsiz ce­setler olarak diz üstü çökük vaziyette kalakaldılar.[21]

Yüce Allah bu gerçeği şöyle haber vermektedir:

"Bunun üzerine Rableri, (deveyi kesmek suretiyle işlemiş olukları) günahları sebebiyle o beldeyi başlarına geçirdi ve her tarafını dümdüz etti. Allah bu şekilde azab etmenin sonu­cundan korkmaz[22]

Semûd halkı çeşitli şekillerde azaba uğradılar:

1. Onları yok eden, yıldırım (es-Sâikatu).

2. Onları yakalayan, gök gürültüsü (çığlık = es-Sayhatu).

3. Üzerinde gezdikleri yerin sarsılmasıyla oluşan, zelzele = sarsıntı (er- Recfetu).

Onlar, sabahın erken vakitlerinde helak olmuşlardı. Kur'ân-ı Kerim, bu azab şekillerinin hepsini, şu şekilde haber vermektedir:

Birincisi: Yüce Allah bu azab şekli ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Semûd kavmine gelince, onlara doğru yolu gösterdik. Ama onlar, körlüğü, doğru yola tercih ettiler. Böylece yap­makta oldukları kötülükler yüzünden alçaltıcı azabın 'yıldırı­mı ' (es-Sâikatu) onları çarptı. [23]

İkincisi: Yine Yüce Allah bu azab şekli ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Biz, Semûd kavminin üzerine; korkunç 'bir gök gürültü­sü' (es-Sayhatu) gönderdik. Hemen hayvan ağılına konan kuru ot gibi oldular.[24]

Üçüncüsü: Yüce Allah bu azab şekli hakkında ise şöyle buyurmaktadır:

"Derken o dişi deveyi ayağını keserek öldürdüler ve Rablerinin emrinden dışarı çıktılar da: 'Ey Salih! Eğer sen ger­çekten
peygamberlerden isen, bize, tehdit ettiğin azabı getir'dediler. Bunun üzerine onları, o (şiddetli) 'sarsıntı' (er-Recfetu) yakaladı da yurtlarında diz üstü dona kaldılar, [25]

Hz. Salih (a.s) ile onunla birlikte iman edenler, işledikleri iğrenç kötülüklerden dolayı kendilerine verilen üç günlük mühletin dolmasından sonra kavimlerini kuşatan azabtan kur­tuldular. Yüce Allah, bu konuyu ise şöyle haber vermektedir:

"Salih de o zaman onlardan yüz çevirdi ve: 'Ey kavmim! Andolsun ki, ben, size, Rabbamin elçiliğini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Fakat siz, bu öğütleri sevmiyorsunuz' dedi.[26]

Âlûsfnin kaydettiğine göre; Hz. Salih (a.s) ile birlikte azabtan kurtulan müminlerin sayısı, 120 kişi idi. Helak olanlar ise çok sayıda olup (yaklaşık) 5.000 ev halkıdır.[27]

En meşhur olan görüşe göre; Hz. Salih (a.s), kavminin he­lak edilmesinden sonra Filistin topraklarındaki Remle civarla­rına gelip ölünceye kadar orada yaşamıştır.[28]

[1] Hz. Salih (a.s)'m İsmi, Kur'ân-ı Kerîrn'in 9 yerinde geçmektedir, İsminin g sureler şunlardır: A'râf: 7/73, 75, 77; Hûd: 11/61, 62, 66, 89; Şuarâ: 26/142; Neml: 27/45 (c)
[2] Ibn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 1/120 (ç)
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 546-547.
[3] Hicr: 15/80-81
[4] Mesüdî, Murûcu'z-Zeheb, 1/200 <ç)
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 547.
[5] Arâf:7/74
[6] Buharı, Salat 53, Enbiyâ 17. Tefsirii Sure-i Hicr 2; Müslim, Zühd 38, 39;Müsned: 2/9, 58
[7] Gâfır (Mü'min): 40/30-31
[8] Neccar Kasasu'l-Enbiyâ, s. 59
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 547-549.
[9] B.k.z: A'Tâf: 7/73-74; HM: 11/61; Şııarâ: 26/152 (ç)
[10] A'râf:7/74
[11] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 549-550.
[12] Şuarâ: 26/155
[13] Fahreddîn er-Râzî, Tefsîri Kebîr, 10/487 Ank.
[14] A'râf:7/73
[15] İbn Kesîr; El-Bidâye ve;n-Nihâye, 1/134
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 550-552.
[16] Şuarâ: 26/126 (Benzeri ayetler için b.k.z: A'râf: 7/73; Hûd: 11/64) (ç)
[17] A'raf: 7/77-78
[18] Şems: 91/11-15
[19] Neml: 27/48
[20] Hûd.:11/65
[21] İbn Kesir, El-Bidâye ve'n-Nihâye, 1/136
[22] Şems: 91/14-15
[23] Fussilet: 41/17 !46
[24] Kamer: 54/31
[25] A'râf: 7/77-78
[26] A'râf: 7/79
[27] Alüsi Ruhu'l-Meani, 8/167-168
[28] îbn Kesîr, El-Bidâye veNihâye, 1/135
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 552-556.
Alıntıdır.
 (Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...