KURÂN-ı KERÎM'in RESMÎ sıralamasına göre---
5. Hz. Salih : صَّالِحِ aleyhi's-selâm....
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم
Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedîn abdike (Muhammedîyyeti) ve nebîyyike (Mahmudîyyeti) ve Resûlike (Ahmedîyyeti) ve Nebîyyûl-ümmîyyi (Habibîyyeti) ve alâ âlihi ves-sahbihi ve Ehl-i Beytihi...
ALLAHu Zü'l-Celâl'imizin İZni ve İNAYETi ile RABB'ül Âleminimiz SÖZünü, RESÛLALLAH SALLallahu aleyhi ve sellem Efendimizin SESinden buyuruyor:
وَإِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ قَدْ جَاءتْكُم بَيِّنَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ هَذِهِ نَاقَةُ اللّهِ لَكُمْ آيَةً فَذَرُوهَا تَأْكُلْ فِي أَرْضِ اللّهِ وَلاَ تَمَسُّوهَا بِسُوَءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
1. ve ilâ semûde : ve Semud'a
2. ehâ-hum : onların kardeşi
3. sâlihan : Salih
4. kâle : dedi
5. yâ kavmi : ey kavmim
6. u'budû allâhe : Allah'a kul olun
7. mâ : yoktur
8. lekum : sizin için
9. min ilâhin : bir ilâhtan
10. gayru-hu : ondan başka
11. kad : olmuştur
12. câet-kum : size geldi
13. beyyinetun : bir beyyine, delil, ispat vasıtası
14. min rabbi-kum : Rabbinizden
15. hâzihî : bu
16. nâkatu allâhi : Allah'ın (dişi) devesi
17. lekum : sizin için
18. âyeten : bir âyet
19. fe zerû-ha : artık onu bırakın, salın
20. te'kul : yesin
21. fî ardı allâhi : Allah'ın arzında
22. ve lâ temessû-hâ : ve ona dokunmayın
23. bi-sûin : kötülükle
24. fe ye'huze-kum : o zaman sizi alır
25. azâbun elîmun : acı bir azap
---'' Ve ilâ semûde ehâhum sâlihan kâle yâ kavmi’budûllâhe mâ lekum min ilâhin gayruhu, kad câetkum beyyinetun min rabbikum hâzihî nâkatullâhi lekum âyeten fe zerûha te’kul fî ardıllâhi ve lâ temessûhâ bi sûin fe ye’huzekum azâbun elîm(elîmun).: Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i (gönderdik): «Ey kavmim dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. İşte şu, Allah'ın devesi, size bir mucizedir; bırakın onu Allah'ın yeryüzünde yesin (içsin), sakın ona bir kötülük etmeyin, yoksa sizi acı bir azap yakalar.»
A'RAF:73 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
قَالَ الْمَلأُ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُواْ مِن قَوْمِهِ لِلَّذِينَ اسْتُضْعِفُواْ لِمَنْ آمَنَ مِنْهُمْ أَتَعْلَمُونَ أَنَّ صَالِحًا مُّرْسَلٌ مِّن رَّبِّهِ قَالُواْ إِنَّا بِمَا أُرْسِلَ بِهِ مُؤْمِنُونَ
1. kâle : dedi
2. el meleu ellezîne : kavmin önde gelen kimseleri
3. istekberû : büyüklendiler, kibirlendiler
4. min kavmi-hî : onun kavminden
5. li ellezîne ıstud'ıfû : hakir görülen, güçsüz sayılan kimselere
6. li men : kimseye, kişiye, kimselere
7. âmene : îmân etti, inandı
8. min-hum : onlardan
9. e ta'lemûne : biliyor musunuz
10. enne : muhakkak ki
11. sâlihan : Salih
12. murselun : gönderilen, gönderilmiş olan
13. min rabbi-hi : Rabbinden, Rabbi tarafından
14. kâlû : dediler
15. innâ : muhakkak ki biz
16. bimâ ursile : gönderilen şeye
17. bihi : onunla
18. mu'minûne : inanan kimseler
---''Kâlel meleullezînestekberû min kavmihî lillezînestud'ıfû li men âmene minhum e ta'lemûne enne sâlihan murselun min rabbihi kâlû innâ bimâ ursile bihî mu'minûn(mu'minûne).:Kavminin büyüklük taslayan ileri gelenleri, küçük görülüp ezilen inanmışlara, “Siz, Salih’in, Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu (sahiden) biliyor musunuz?” dediler. Onlar da, “Biz şüphesiz onunla gönderilene inananlarız” dediler.''
A'RAF:75 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
فَعَقَرُواْ النَّاقَةَ وَعَتَوْاْ عَنْ أَمْرِ رَبِّهِمْ وَقَالُواْ يَا صَالِحُ ائْتِنَا بِمَا تَعِدُنَا إِن كُنتَ مِنَ الْمُرْسَلِينَ
1. fe : nihayet
2. akarû : kestiler
3. en nâkate : dişi deve
4. ve atev : ve haddi aştılar
5. an emri : emrinden
6. rabbi-him : Rab'lerinin
7. ve kâlû : ve dediler
8. yâ sâlihu a'ti-nâ : ey Salih bize getir
9. bimâ : şeyi
10. teidu-nâ : bize vaadettiğin (tehdit ettiğin, negatif vaadini)
11. in : eğer, ise
12. kunte min el murselîne : sen gönderilenlerden oldun
---''Fe akarûn nâkate ve atev an emri rabbihim ve kâlû yâ sâlihu'tinâ bimâ teidunâ in kunte minel murselîn(murselîne).:Nihayet deveyi kestiler, Rablerinin emrine karşı geldiler ve “Ey Salih! Sen eğer (dediğin gibi) peygamberlerden isen, haydi bizi tehdit ettiğin azabı getir” dediler.''
A'RAF:77 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
وَإِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ هُوَ أَنشَأَكُم مِّنَ الأَرْضِ وَاسْتَعْمَرَكُمْ فِيهَا فَاسْتَغْفِرُوهُ ثُمَّ تُوبُواْ إِلَيْهِ إِنَّ رَبِّي قَرِيبٌ مُّجِيبٌ
1. ve ilâ semûde : ve Semud kavmine
2. ehâ-hum : onların kardeşi
3. sâlihan : Salih
4. kâle : dedi
5. yâ kavmi : ey kavmim
6. ı'budû allâhe : Allah'a kul olun
7. mâ lekum : sizin için yoktur
8. min : ...dan
9. ilâhin : bir ilâh
10. gayru-hu : ondan başka
11. huve : o
12. enşee-kum : sizi yarattı
13. min el ardı : topraktan, arzdan
14. ve ista'mere-kum : ve size imar ettirdi, mamur hale getirtti (veya size ömür verdi)
15. fî-hâ : orada
16. fe istâgfirû-hu : artık ondan mağfiret isteyin (resûlün, mürşidin önünde tövbe edin)
17. summe : sonra
18. tûbû : tövbe edin
19. ileyhi : ona
20. inne : muhakkak, şüphesiz
21. rabbî : benim Rabbim
22. karîbun : yakındır
23. mucîbun : icabet edendir
---'' Ve ilâ semûde ehâhum sâlihâ(sâlihan), kâle yâ kavmi'budûllâhe mâ lekum min ilâhin gayruh(gayruhu), huve enşeekum minel ardı vesta'merekum fîhâ festâgfirûhu summe tûbû ileyh(ileyhi), inne rabbî karîbun mucîb(mucîbun).: Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki, «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir tanrınız daha yoktur. Sizi topraktan O meydana getirdi. Sizi orada ömür sürmeye O memur etti. Bu sebepten O'nun mağfiretini isteyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır, dualarınızı kabul eder.»’’
HÛD:61 (Resmi:11/İniş:52/Alfabetik:38)
قَالُوا يَا صَالِحُ قَدْ كُنْتَ فٖينَا مَرْجُوًّا قَبْلَ هٰـذَا اَتَنْهٰینَا اَنْ نَعْبُدَ مَا يَعْبُدُ اٰبَاؤُنَا وَاِنَّنَا لَفٖى شَكٍّ مِمَّا تَدْعُونَا اِلَيْهِ مُرٖيبٍ
1. kâlû : dediler
2. yâ sâlihu : ey Salih
3. kad : olmuştu, idi
4. kunte : sen oldun
5. fî-nâ : içimizde, aramızda
6. mercuvven : hakkında ümit beslenen kimse
7. kable : önce
8. hâzâ : bu
9. e tenhâ-nâ : bizi nehy (men) mi ediyorsun
10. en na'bude : tapmaktan (bizim tapmamız)
11. mâ ya'budu : taptığı şeyler
12. âbâu-nâ : babalarımız (atalarımız)
13. ve inne-nâ : ve muhakkak ki biz
14. le fî şekkin : kesinlikle (şüphe) tereddüt içinde
15. mimmâ (min mâ) ted'û-nâ : bizi davet ettiğin (çağırdığın) şeyden
16. ileyhi : ona
17. murîbin : şüphe veren, şüphe edilen
--''Kâlû yâ sâlihu kad kunte fînâ mercuvven kable hâzâ e tenhânâ en na'bude mâ ya'budu âbâunâ ve innenâ le fî şekkin mimmâ ted'ûnâ ileyhi murîb(murîbin)..: Onlar şöyle dediler: “Ey Salih! Bundan önce sen, aramızda ümit beslenen bir kimseydin. Şimdi babalarımızın taptıklarına tapmamızı bize yasaklıyor musun? Şüphesiz, biz senin bizi çağırdığın şeyden derin bir şüphe içindeyiz.” (HÛD suresi 62. ayet) (Resmi:11/İniş:52/Alfabetik:38)
فَلَمَّا جَاءَ اَمْرُنَا نَجَّيْنَا صَالِحًا وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّا وَمِنْ خِزْىِ يَوْمِئِذٍ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ الْقَوِىُّ الْعَزٖيزُ
1. fe lemmâ : bundan sonra böylece, olduğu zaman
2. câe : geldi
3. emru-nâ : emrimiz
4. necceynâ : kurtardık
5. sâlihan : Salih
6. ve : ve
7. ellezîne âmenû : âmenû olanlar, Allah'a ulaşmayı dileyenler
8. mea-hu : onunla beraber, onun yanında
9. bi rahmetin : bir rahmetle
10. min-nâ : tarafımızdan, bizden
11. ve min hizyi : ve alçaklıktan, aşağılatıcı azaptan, zilletten
12. yevmi izin : izin günü
13. inne rabbe-ke : muhakkak ki senin Rabbin
14. huve : o
15. el kaviyyu : güçlüdür, kuvvetlidir, kavidir
16. el azîzu : azîzdir, yücedir
--- ''Fe lemmâ câe emrunâ necceynâ sâlihan vellezîne âmenû meahu bi rahmetin minnâ ve min hizyi yevmi iz(izin), inne rabbeke huvel kaviyyul azîz(azîzu).:(Helâk) emrimiz geldiğinde Salih’i ve beraberindeki iman etmiş olanları tarafımızdan bir rahmetle helâktan ve o günün rezilliğinden kurtardık. Şüphesiz Rabbin mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.''
(HÛD suresi 66. ayet) (Resmi:11/İniş:52/Alfabetik:38)
وَيَا قَوْمِ لاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شِقَاقِي أَن يُصِيبَكُم مِّثْلُ مَا أَصَابَ قَوْمَ نُوحٍ أَوْ قَوْمَ هُودٍ أَوْ قَوْمَ صَالِحٍ وَمَا قَوْمُ لُوطٍ مِّنكُم بِبَعِيدٍ
---'' Ve yâ kavmi lâ yecrimennekum şikâkî en yusîbekum mislu mâ esâbe kavme nûhin ev kavme hûdin ev kavme sâlih(sâlihın), ve mâ kavmu lûtin minkum bi baîd(baîdin). :«Ey kavmim! Bana karşı gelmeniz sakın sizi, Nuh kavminin veya Hud kavminin veya Salih kavminin başlarına gelen musibetler gibi bir musibete uğratmasın. Lut kavmi de sizden uzak değildir.’’
HÛD:89 (Resmi:11/İniş:52/Alfabetik:38)
إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ صَالِحٌ أَلَا تَتَّقُونَ
1. iz : olduğu zaman, olmuştu
2. kâle : dedi
3. lehum : onlar için, onlara
4. ehû-hum : onların kardeşi
5. sâlihun : Salih
6. e : mı
7. lâ tettekûne : takva sahibi olmazsınız, olmayacaksınız
---’’ İz kâle lehum ehûhum sâlihun e lâ tettekûn(tettekûne).: Hani kardeşleri Salih onlara şöyle demişti: «Siz Allah'tan korkmaz mısınız?»
ŞUARA:142 (Resmi:26/İniş:47/Alfabetik:94)
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا إِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ فَإِذَا هُمْ فَرِيقَانِ يَخْتَصِمُونَ
1. ve lekad : ve andolsun
2. erselnâ : biz gönderdik
3. ilâ : ...e
4. semûde : Semud kavmi
5. ehâ-hum : onların kardeşi
6. sâlihan : Salih
7. eni'budûllâhe : Allah'a kul olun
8. fe : o zaman, fakat
9. izâ : olduğu zaman
10. hum : onlar
11. ferîkâni : iki fırka, iki grup
12. yahtesımûne : hasım oluyorlar, çekişiyorlar
--- ‘’ Ve lekad erselnâ ilâ semûde ehâhum sâlihan eni’budûllâhe fe izâhum ferîkâni yahtesımûn(yahtesımûne).: Andolsun ki, Allah'a ibadet edin diye Semud'a da kardeşleri Salih'i gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre oluverdiler.’’
NEML:45 (Resmi:27/İniş:48/Alfabetik:81)
5. Hz. Salih : صَّالِحِ aleyhi's-selâm....
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم
Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedîn abdike (Muhammedîyyeti) ve nebîyyike (Mahmudîyyeti) ve Resûlike (Ahmedîyyeti) ve Nebîyyûl-ümmîyyi (Habibîyyeti) ve alâ âlihi ves-sahbihi ve Ehl-i Beytihi...
ALLAHu Zü'l-Celâl'imizin İZni ve İNAYETi ile RABB'ül Âleminimiz SÖZünü, RESÛLALLAH SALLallahu aleyhi ve sellem Efendimizin SESinden buyuruyor:
وَإِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ قَدْ جَاءتْكُم بَيِّنَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ هَذِهِ نَاقَةُ اللّهِ لَكُمْ آيَةً فَذَرُوهَا تَأْكُلْ فِي أَرْضِ اللّهِ وَلاَ تَمَسُّوهَا بِسُوَءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
1. ve ilâ semûde : ve Semud'a
2. ehâ-hum : onların kardeşi
3. sâlihan : Salih
4. kâle : dedi
5. yâ kavmi : ey kavmim
6. u'budû allâhe : Allah'a kul olun
7. mâ : yoktur
8. lekum : sizin için
9. min ilâhin : bir ilâhtan
10. gayru-hu : ondan başka
11. kad : olmuştur
12. câet-kum : size geldi
13. beyyinetun : bir beyyine, delil, ispat vasıtası
14. min rabbi-kum : Rabbinizden
15. hâzihî : bu
16. nâkatu allâhi : Allah'ın (dişi) devesi
17. lekum : sizin için
18. âyeten : bir âyet
19. fe zerû-ha : artık onu bırakın, salın
20. te'kul : yesin
21. fî ardı allâhi : Allah'ın arzında
22. ve lâ temessû-hâ : ve ona dokunmayın
23. bi-sûin : kötülükle
24. fe ye'huze-kum : o zaman sizi alır
25. azâbun elîmun : acı bir azap
---'' Ve ilâ semûde ehâhum sâlihan kâle yâ kavmi’budûllâhe mâ lekum min ilâhin gayruhu, kad câetkum beyyinetun min rabbikum hâzihî nâkatullâhi lekum âyeten fe zerûha te’kul fî ardıllâhi ve lâ temessûhâ bi sûin fe ye’huzekum azâbun elîm(elîmun).: Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i (gönderdik): «Ey kavmim dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. İşte şu, Allah'ın devesi, size bir mucizedir; bırakın onu Allah'ın yeryüzünde yesin (içsin), sakın ona bir kötülük etmeyin, yoksa sizi acı bir azap yakalar.»
A'RAF:73 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
قَالَ الْمَلأُ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُواْ مِن قَوْمِهِ لِلَّذِينَ اسْتُضْعِفُواْ لِمَنْ آمَنَ مِنْهُمْ أَتَعْلَمُونَ أَنَّ صَالِحًا مُّرْسَلٌ مِّن رَّبِّهِ قَالُواْ إِنَّا بِمَا أُرْسِلَ بِهِ مُؤْمِنُونَ
1. kâle : dedi
2. el meleu ellezîne : kavmin önde gelen kimseleri
3. istekberû : büyüklendiler, kibirlendiler
4. min kavmi-hî : onun kavminden
5. li ellezîne ıstud'ıfû : hakir görülen, güçsüz sayılan kimselere
6. li men : kimseye, kişiye, kimselere
7. âmene : îmân etti, inandı
8. min-hum : onlardan
9. e ta'lemûne : biliyor musunuz
10. enne : muhakkak ki
11. sâlihan : Salih
12. murselun : gönderilen, gönderilmiş olan
13. min rabbi-hi : Rabbinden, Rabbi tarafından
14. kâlû : dediler
15. innâ : muhakkak ki biz
16. bimâ ursile : gönderilen şeye
17. bihi : onunla
18. mu'minûne : inanan kimseler
---''Kâlel meleullezînestekberû min kavmihî lillezînestud'ıfû li men âmene minhum e ta'lemûne enne sâlihan murselun min rabbihi kâlû innâ bimâ ursile bihî mu'minûn(mu'minûne).:Kavminin büyüklük taslayan ileri gelenleri, küçük görülüp ezilen inanmışlara, “Siz, Salih’in, Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu (sahiden) biliyor musunuz?” dediler. Onlar da, “Biz şüphesiz onunla gönderilene inananlarız” dediler.''
A'RAF:75 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
فَعَقَرُواْ النَّاقَةَ وَعَتَوْاْ عَنْ أَمْرِ رَبِّهِمْ وَقَالُواْ يَا صَالِحُ ائْتِنَا بِمَا تَعِدُنَا إِن كُنتَ مِنَ الْمُرْسَلِينَ
1. fe : nihayet
2. akarû : kestiler
3. en nâkate : dişi deve
4. ve atev : ve haddi aştılar
5. an emri : emrinden
6. rabbi-him : Rab'lerinin
7. ve kâlû : ve dediler
8. yâ sâlihu a'ti-nâ : ey Salih bize getir
9. bimâ : şeyi
10. teidu-nâ : bize vaadettiğin (tehdit ettiğin, negatif vaadini)
11. in : eğer, ise
12. kunte min el murselîne : sen gönderilenlerden oldun
---''Fe akarûn nâkate ve atev an emri rabbihim ve kâlû yâ sâlihu'tinâ bimâ teidunâ in kunte minel murselîn(murselîne).:Nihayet deveyi kestiler, Rablerinin emrine karşı geldiler ve “Ey Salih! Sen eğer (dediğin gibi) peygamberlerden isen, haydi bizi tehdit ettiğin azabı getir” dediler.''
A'RAF:77 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
وَإِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ هُوَ أَنشَأَكُم مِّنَ الأَرْضِ وَاسْتَعْمَرَكُمْ فِيهَا فَاسْتَغْفِرُوهُ ثُمَّ تُوبُواْ إِلَيْهِ إِنَّ رَبِّي قَرِيبٌ مُّجِيبٌ
1. ve ilâ semûde : ve Semud kavmine
2. ehâ-hum : onların kardeşi
3. sâlihan : Salih
4. kâle : dedi
5. yâ kavmi : ey kavmim
6. ı'budû allâhe : Allah'a kul olun
7. mâ lekum : sizin için yoktur
8. min : ...dan
9. ilâhin : bir ilâh
10. gayru-hu : ondan başka
11. huve : o
12. enşee-kum : sizi yarattı
13. min el ardı : topraktan, arzdan
14. ve ista'mere-kum : ve size imar ettirdi, mamur hale getirtti (veya size ömür verdi)
15. fî-hâ : orada
16. fe istâgfirû-hu : artık ondan mağfiret isteyin (resûlün, mürşidin önünde tövbe edin)
17. summe : sonra
18. tûbû : tövbe edin
19. ileyhi : ona
20. inne : muhakkak, şüphesiz
21. rabbî : benim Rabbim
22. karîbun : yakındır
23. mucîbun : icabet edendir
---'' Ve ilâ semûde ehâhum sâlihâ(sâlihan), kâle yâ kavmi'budûllâhe mâ lekum min ilâhin gayruh(gayruhu), huve enşeekum minel ardı vesta'merekum fîhâ festâgfirûhu summe tûbû ileyh(ileyhi), inne rabbî karîbun mucîb(mucîbun).: Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki, «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir tanrınız daha yoktur. Sizi topraktan O meydana getirdi. Sizi orada ömür sürmeye O memur etti. Bu sebepten O'nun mağfiretini isteyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır, dualarınızı kabul eder.»’’
HÛD:61 (Resmi:11/İniş:52/Alfabetik:38)
قَالُوا يَا صَالِحُ قَدْ كُنْتَ فٖينَا مَرْجُوًّا قَبْلَ هٰـذَا اَتَنْهٰینَا اَنْ نَعْبُدَ مَا يَعْبُدُ اٰبَاؤُنَا وَاِنَّنَا لَفٖى شَكٍّ مِمَّا تَدْعُونَا اِلَيْهِ مُرٖيبٍ
1. kâlû : dediler
2. yâ sâlihu : ey Salih
3. kad : olmuştu, idi
4. kunte : sen oldun
5. fî-nâ : içimizde, aramızda
6. mercuvven : hakkında ümit beslenen kimse
7. kable : önce
8. hâzâ : bu
9. e tenhâ-nâ : bizi nehy (men) mi ediyorsun
10. en na'bude : tapmaktan (bizim tapmamız)
11. mâ ya'budu : taptığı şeyler
12. âbâu-nâ : babalarımız (atalarımız)
13. ve inne-nâ : ve muhakkak ki biz
14. le fî şekkin : kesinlikle (şüphe) tereddüt içinde
15. mimmâ (min mâ) ted'û-nâ : bizi davet ettiğin (çağırdığın) şeyden
16. ileyhi : ona
17. murîbin : şüphe veren, şüphe edilen
--''Kâlû yâ sâlihu kad kunte fînâ mercuvven kable hâzâ e tenhânâ en na'bude mâ ya'budu âbâunâ ve innenâ le fî şekkin mimmâ ted'ûnâ ileyhi murîb(murîbin)..: Onlar şöyle dediler: “Ey Salih! Bundan önce sen, aramızda ümit beslenen bir kimseydin. Şimdi babalarımızın taptıklarına tapmamızı bize yasaklıyor musun? Şüphesiz, biz senin bizi çağırdığın şeyden derin bir şüphe içindeyiz.” (HÛD suresi 62. ayet) (Resmi:11/İniş:52/Alfabetik:38)
فَلَمَّا جَاءَ اَمْرُنَا نَجَّيْنَا صَالِحًا وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّا وَمِنْ خِزْىِ يَوْمِئِذٍ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ الْقَوِىُّ الْعَزٖيزُ
1. fe lemmâ : bundan sonra böylece, olduğu zaman
2. câe : geldi
3. emru-nâ : emrimiz
4. necceynâ : kurtardık
5. sâlihan : Salih
6. ve : ve
7. ellezîne âmenû : âmenû olanlar, Allah'a ulaşmayı dileyenler
8. mea-hu : onunla beraber, onun yanında
9. bi rahmetin : bir rahmetle
10. min-nâ : tarafımızdan, bizden
11. ve min hizyi : ve alçaklıktan, aşağılatıcı azaptan, zilletten
12. yevmi izin : izin günü
13. inne rabbe-ke : muhakkak ki senin Rabbin
14. huve : o
15. el kaviyyu : güçlüdür, kuvvetlidir, kavidir
16. el azîzu : azîzdir, yücedir
--- ''Fe lemmâ câe emrunâ necceynâ sâlihan vellezîne âmenû meahu bi rahmetin minnâ ve min hizyi yevmi iz(izin), inne rabbeke huvel kaviyyul azîz(azîzu).:(Helâk) emrimiz geldiğinde Salih’i ve beraberindeki iman etmiş olanları tarafımızdan bir rahmetle helâktan ve o günün rezilliğinden kurtardık. Şüphesiz Rabbin mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.''
(HÛD suresi 66. ayet) (Resmi:11/İniş:52/Alfabetik:38)
وَيَا قَوْمِ لاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شِقَاقِي أَن يُصِيبَكُم مِّثْلُ مَا أَصَابَ قَوْمَ نُوحٍ أَوْ قَوْمَ هُودٍ أَوْ قَوْمَ صَالِحٍ وَمَا قَوْمُ لُوطٍ مِّنكُم بِبَعِيدٍ
---'' Ve yâ kavmi lâ yecrimennekum şikâkî en yusîbekum mislu mâ esâbe kavme nûhin ev kavme hûdin ev kavme sâlih(sâlihın), ve mâ kavmu lûtin minkum bi baîd(baîdin). :«Ey kavmim! Bana karşı gelmeniz sakın sizi, Nuh kavminin veya Hud kavminin veya Salih kavminin başlarına gelen musibetler gibi bir musibete uğratmasın. Lut kavmi de sizden uzak değildir.’’
HÛD:89 (Resmi:11/İniş:52/Alfabetik:38)
إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ صَالِحٌ أَلَا تَتَّقُونَ
1. iz : olduğu zaman, olmuştu
2. kâle : dedi
3. lehum : onlar için, onlara
4. ehû-hum : onların kardeşi
5. sâlihun : Salih
6. e : mı
7. lâ tettekûne : takva sahibi olmazsınız, olmayacaksınız
---’’ İz kâle lehum ehûhum sâlihun e lâ tettekûn(tettekûne).: Hani kardeşleri Salih onlara şöyle demişti: «Siz Allah'tan korkmaz mısınız?»
ŞUARA:142 (Resmi:26/İniş:47/Alfabetik:94)
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا إِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ فَإِذَا هُمْ فَرِيقَانِ يَخْتَصِمُونَ
1. ve lekad : ve andolsun
2. erselnâ : biz gönderdik
3. ilâ : ...e
4. semûde : Semud kavmi
5. ehâ-hum : onların kardeşi
6. sâlihan : Salih
7. eni'budûllâhe : Allah'a kul olun
8. fe : o zaman, fakat
9. izâ : olduğu zaman
10. hum : onlar
11. ferîkâni : iki fırka, iki grup
12. yahtesımûne : hasım oluyorlar, çekişiyorlar
--- ‘’ Ve lekad erselnâ ilâ semûde ehâhum sâlihan eni’budûllâhe fe izâhum ferîkâni yahtesımûn(yahtesımûne).: Andolsun ki, Allah'a ibadet edin diye Semud'a da kardeşleri Salih'i gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre oluverdiler.’’
NEML:45 (Resmi:27/İniş:48/Alfabetik:81)
SALİH PEYGAMBERİN DEVESİ Salihin devesi görünüşte deveydi, o zalim kavim, bilgisizlik yüzünden deveyi kestiler. Su için deveye düşman olduklarından kendileri, mezara su ve ekmek oldular. ( helak olup mezarı doyurdular).
Tanrı devesi, ırmaktan buluttan su içmekteydi. Onlar, Hakkın suyunu Haktan esirgediler Salihin devesi, salih kişilerin cisimleri gibidir; onlar kötülerin helaki için tuzaktır. Neticede Tanrı devesinden ve içeceğinden çekinin hükmü, o ümmeti ne dertlere uğrattı, onları nasıl helak etti! Tanrı kahrının şahnesi, bir devenin kanına diyet olarak onlardan bütün bir şehri diledi.
Ruh, Salih gibidir,ten de deveye benzer. Ruh vuslattadır ten ihtiyaç içindedir. Temiz ruha zarar vermenin imkanı yoktur. Tanrı yaralanmaz. Böyle ruha sahip olanlara kimse galip gelemez. Zarar gelse bile sedefe gelir, inciye değil. Temiz ruha zarar vermenin imkanı yoktur. Tanrının nuru, kafirlere mağlup olmaz. Can, toprağa mensup cisme, kötü kişiler, incitsinler de Tanrı imtihanını görsünler diye ulaştı, bu yüzden cisimle bağdaştı, birleşti.
Canı inciten kişinin, bu incitmenin Tanrıyı incitme olduğundan haberi yoktur. Bilmiyor ki bu küpün suyu ırmak suyu ile birleşmiştir. Tanrı bütün aleme penah olsun diye bir cisme alaka bağlamıştır.
Onların gönüllerine kimse muzaffer olamaz. Sedefe zarar gelir, inciye gelmez. Tanrı velisinin cisim devesine kul ol ki Salih Peygamberle kapı yoldaşı olasın.
Salih peygamber, Madem ki haset ettiniz, bu işi yaptınız, üç gün sonra Tanrıdan azap erişecek. Ondan üç gün sonra da can alıcı Tanrıdan başka bir afet gelecek ki onun üç alameti vardır: Hepinizin yüzünüzün rengi değişir. Birbirinize bakınca yüzlerinizi türlü türlü renklerde görürsünüz. İlk günlerde yüzleriniz safran gibi sararır; ikinci günü erguvan gibi kızarır. Üçüncü günü yüzleriniz tamamı ile kararır, ondan sonra da Tanrının kahrı gelir, çatar. Eğer bu tehdide benden delil isterseniz devenin yavrusunu daha doğru kovalayın!
Eğer tutabilirseniz derdinize çare bulunur. Tutamazsanız ümit kuşu uzaktan kaçtı, gitti! dedi.
Bu sözü duyunca hepsi birden köpek gibi onun ardından seğirtmeğe başladılar. Kimse yavruya erişmedi; dağlar arasına dalıp kayboldu.
Temiz ruh gibi ten ayıbından, nimet ve ihsan sahibi Tanrıya kaçıp gitmekteydi.
Salih dedi ki: Gördünüz mü Tanrının bu kazası nasıl geldi? Artık ümidin boynunu vurdu. Devenin yavrusu nedir? Salih? Peygamberin gönlü. Onun hatırını ele alın, onun isteğini yerine getirin. Onun gönlünü alırsanız azaptan kurtuldunuz yoksa, pişman olduğunuzun, ümitsizliğe düştüğünüzün günüdür.
Salihten bu bulanık vadi duydukları gibi azaba göz dikip beklemeye başladılar. Birinci gün yüzlerinin sarardığını gördüler.Ümitsizlikle soğuk ,soğuk ah etmeye başladılar. İkinci günü hepsinin yüzü kızardı. Artık ümit ve tövbe nöbeti kayboldu. Üçüncü gün hepsinin yüzü kapkara kesildi. Salih Peygamberin hükmü: cenksiz, cidalsiz doğru çıktı. Hepsi de ümitsiz bir hale gelince kuşlar gibi ayaklarını altlarına alıp iki dizlerinin üstlerine çöktüler.
Cibril-i Emin, bu diz çökmeyi Peygambere Casimin ayetini getirerek Kuranda anlattı. Sana diz çökmeyi öğrettikleri ve seni bu çeşit diz çökmeden korkuttukları vakit, yani bela gelmeden diz çök!
Salihin kavmi, Tanrı kahrının zahmını beklediler: o kahır ve azap da gelip o şehri yok etti. Salih, halvetten çıkıp şehre doğru gitti; gördü ki şehir duman ve ateş içinde. Onların hak ile yeksan olmuş cüzülerinden bile feryat ve figanlarını duyuyordu; feryat duyulmaktaydı ama ortada feryat eden yok! Kemiklerinden iniltiler, sızıntılar duydu; canları çiğ taneleri gibi yaş döküyor, ağlıyordu. Salih bunu duyup ağlamaya başladı: feryat edenlere feryat etmeye koyuldu:Ey batıl yolda yaşayan kavim! Ben sizin çevrinizden Tanrıya şikayet etmiş ağlamıştım.
Tanrı, bana Onların eziyetlerine sabret; onlara nasihat ver. Zaten devirlerinden çok bir zaman kalmadı demişti. Ben cefaları eziyetleri yüzünden onlara nasihat edemiyorum. Nasihat sütü sevgiden, saflıktan coşup akar demiştim. Bana o kadar eziyetler ettiniz ki nasihat sütü damarlarımda dondu. Tanrı, bana Ben sana lütuf ve inayet eder, o yaralara merhem koyarım buyurdu. Hak, gönlümü gök gibi saf bir hale getirdi. Gönlümden, sizin cefalarınızı sildi, süpürdü.
Yine size nasihatler vermeye, şeker gibi temsiller getirmeye , sözler söylemeye başladım. Şekerden taze süt çıkarıp balla şekeri sözlerime katmaya, size tatlı, tatlı öğütler vermeye koyuldum. O sözler, size zehir gibi tesir etti. Çünkü siz baştan aşağı zehir membaı, zehir madeniydiniz, zehirden ibarettiniz. Nasıl gamlanayım ki gam baş aşağı yuvarlanıp gitti.
Ey inatçı kavim! Gam sizdiniz. Gamın ölümüne ağlayıp feryat eden olur mu? Baştaki yara iyileşince bu yüzden saçını sakalını yolan bulunur mu? Salih, yüzünü kendine çevirip dedi ki: Ey feryat eden, onlar feryat etmeye değmez!
Ey Kuranı doğru okuyan! Eğri okuma. Zalim kavmin ardından nasıl yas tutayım? Fakat yine gözünden, gönlünden yaşlar akmaya başladı. Onda sebepsiz bir merhamet hasıl oldu. Gözyaşı damarları (yağmur gibi) yağmaktaydı, kendisi de şaşırmıştı. Bu katralar, cömertlik ve kerem denizinin sebepsiz akan katralarıydı.
O ağlarken aklı diyordu ki: Bu ağlama neden? Seninle eğlenen o çeşit bir kavme ağlamak reva mı? Neye ağlıyorsun söyle. Yaptıkları işlere mi? O gidişleri kötü kin askerine mi? Onların paslı karanlık gönüllerine mi, yılan gibi zehirli dillerine mi? Onların Segsarlarınkine benzeyen nefes ve dişlerine mi? Akrep yatağı olan ağız ve gözlerine mi? İnatlarına mı, alaylarına mı, kınamalarına mı? Şükret; bak, Tanrı onları nasıl hapsetti, helak eyledi! Elleri eğri, ayakları eğri, gözleri eğri, bakışları eğri, savaşları eğri, öfkeleri eğri...
Onlar, geçmişleri taklit edip nakil ettikleri reylere uyduklarından bu akıl pirinin başına ayak bastılar. Birbirlerine görünmek ve duyulmak kaygısı ile hür ihtiyar olmadılar, kart eşek oldular. Tanrı cehennemlikleri göstermek üzere dünyaya cennetten kullar getirdi...
Cehennemlikler, cennetlikler bir dükkanda otururlar. Aralarında bir perde vardır, birbirlerine karışmazlar. Nar ehliyle nur ehli, görünüşte karışıktır ama aralarında kaf dağı çekilmiştir.
Bunlar, madende toprakla altının birbirine karışmasına benzerler. Toprakla altın karışıktır ama aralarında yüzlerce ova, yüzlerce konak var! Bu, bir dizide hakiki inci ile yalancı incinin bir gecelik konuk gibi misafir olmasına benzer. Denizin yarısı şeker gibi tatlı, lezzetli, rengi ay gibi parlak; Diğer yarısı, yılan zehri gibi acı,lezzetsiz, rengi de katran gibi kara.
Cennetlikle cehennemlik olanlar da deniz gibi alttan üstten, dalgalanıp dururlar. Dar ve küçük bir cisimden dalgaların birbiri ardınca zuhuru da canların barışta, savaşta birbirlerine karışmalarına benzer. Barış dalgaları kopar, gönüllerden kinleri giderir. Bunun aksine savaş dalgaları kopar, sevgileri altüst eder. Sevgi acıları tatlıya çeker, tatlılaştırır. Çünkü sevgilerin aslı, doğru yola götürmedir. Kahır ise, tatlıyı acılığa çekmektedir. Acı, tatlı ile bir arada bulunur, bağdaşır mı? Acı tatlı;bu gözle görünmez. Basiret ehli, onları, akıbet penceresinden görmeyi bilir. Akıbeti gören göz, doğuyu görebilir. Ahiri gören göz ise gururdan, körlükten ibarettir.
Nice tatlılar vardır ki şeker gibidir, fakat o şeker içinde zehir gizlidir. Aklı en üstün, anlayışı en keskin olan, kokudan anlar. Öbürüyse ancak dudağına, dişine değince fark eder. Şeytan Yiyin diye bağırır ama o adamın dudağı zehri, boğazına varmadan reddeder. Başka biri boğazına varınca anlar, bir başkası yer, bedenini berbat edince anlar. Zehir; diğer birisinde abdest bozarken yanış yapar; zaman, zaman ciğerini delen bir acı peyda eder.
Bir başkasında zehrin eseri; günler, aylar geçtikten sonra görünür. Diğer birisinde ise ölümden ve sur üfürüldükten sonra meydana çıkar. Eğer o kişiye mezarda mühlet verirlerse mutlaka mahşer günü azap ederler.
Her otun, her şekerin zamanede bir oluş müddeti vardır. Lalin, güneşin tesiriyle renk, parlaklık ve letafet elde etmesi için yılların geçmesi gerektir. Alelade otlar, iki ay içinde yetişir. Fakat kırmızı gül, ancak bir yılda yetişir gül verir. Yüce ve Ulu Tanrı, bunun için eceli, yani her şeyin müddetini Enam suresinde anlatmıştır. Bunu duydun ya; her kılın kulak kesilsin...
Bu duyduğun abıhayattır, afiyet olsun! Bu söze söz deme, abıhayat de. Bu sözü, eski harfler teninde yepyeni bir ruh olarak gör. Arkadaş; başka bir nükte daha duy. Bu nükte can gibi hem apaçık, meydandadır, hem gayet ince ve gizli. Bir yer olur ki bu yılan zehri, Tanrının tasarruflarıyla gayet tatlı ve lezzetli bir hale gelir. Bir yerde zehirdir, bir yerde ilaç... Bir yerde küfürdü, bir yerde tam layık ve yerinde. Orada cana zarar verir ama burada derman kesilir. Su koruk içinde ekşidir; fakat üzüme gelince tatlılaşır, güzelleşir. Sonra küpün içine girince acır, haram olur...Sirke olunca ne güzel katıktır!
Veli, zehir yese bal olur, fakat talip yese aklı kararır zarara uğrar. SüleymanRabbi hebli demiş, yani Benden başkasına bu saltanatı verme. Yahut benden başkasına bu lütufta, bu ihsanda bulunma diye niyaz etmiştir. Bu hasede benzer ama değildir.
La yenbağı nüktesini candan oku. Benden sonra bu saltanatı kimseye verme sırrını onun nekesliğinden bilme. Hatta o, saltanatta yüzlerce zarar ve tehlike gördü. Cihan saltanatı, kıldan kıla, baştanbaşa can kaygısından, baş korkusundan ibarettir. Baş korkusuyla can ve din korkusu... Bize bunun gibi bir imtihan daha olamaz.
Süleyman himmetli birisi gerektir ki bu yüz binlerce renkten, kokudan vazgeçsin. Kuvvet ve kudretiyle beraber o saltanatın dalgası Süleymanın bile nefesini tıkıyordu. Bu keder yüzünden üstüne toz, toprak konunca bütün cihan padişahlarına acıdı da. Şefaat edipBana verdiğin bu saltanatı, kemal sahibi olanlara da ver. Bu saltanatı, kerem edip kime verir, kime bağışlarsan Süleyman odur, o da benim.
O benden sonra kimseye verme hükmüne dahil değildir; benimledir. Hatta benimle ne demek? O kişi, davasız, nizasız benim dedi.
[i]Hz. SALİH (A.S)
"Andolsun ki, Semûd kavmine: 'Allah'a ibadet edin!' (demesi için) kardeşleri Salih 'i (onlara Peygamber olarak) gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre oluverdiler." (Neml: 27/45)
Hz. Salih (a.s)'ın Soyu:
Hz. Salih (a.s)'in [1] soyu; Salih b. Ubeyd b. Asif.....şeklinde olup Hz. Nûh (a.s)'un oğlu Şam'a dayanmaktadır.
Yüce Allah, Hz. Salih (a.s)'ı, "Baide Arap" kabilelerinden birine Peygamber olarak göndermiştir. O da, Semûd kabi-leşidir. Semûd kabilesi bu ismi, Hz. Nûh (a.s)'ın oğlu Şam'ın torunlarından olan Semûd b. Amir'e nispetle bu Adı almıştır.
Hz. İsmail'den önceki Araplara, "el-Arabu'1-Aribe" denilirdi. Bunlar pek çok kabileden oluşuyorlardı. Bazıları şunlardır: Ad, Semûd, Cürhüm, Medyen, Kahtan... v.b."el-Arabu'I-Musta'rebe" ise, Hz. tsmâîl (a.s)'m neslinden gelen Araplardır...
Hz. İsmâîl (a.s), fasih açık Arapça'yı konuşan ilk kişidir. Arapça konuşmayı, Mekke-i Mükerreme'de annesi Hacer'in yanında konaklayan Cürhümlülerden öğrenmiştir.
İşte burada kastedilen şey; Semûd kabilesinin, Hz. İsmâîl (a.s)'dan önce yaşamış olmasıdır. Çünkü Semûdlular, "el-Arabu'l-Aribe" dendir.[2]
Semûd Kavminin Yurtları:
Semûd kavminin yurtları, "Hicr" denilen yerdedir. İşte bundan dolayıdır ki, Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'de, onları, "Ashabu'l-Hicr" (Hicr Halkı) diye adlandırmıştır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki, 'Hicr halkı' da (kendilerine gönderilen) peygamberleri yalanlamıştı. Biz, Onlara mucizelerimizi vermiştik, fakat onlardan yüz çevirmişlerdi. [3]
Hicr; Hicaz ile Şam arasında, karayoluyla yolcuların geçtiği ve bugün "Feccü'n-Nâga" diye bilinen yerdir. Semûd kavminin şehirlerinin kalıntıları şimdi bile açıkça görülmektedir. Bu yerler, Medain-i Salih (Salih peygamberin şehirleri) diye adlandırılmaktadır.
Tarihçi Mes'udî der ki: "Semûd kavminin çürümüş kemikleri baki olup kalıntıları Şam'dan gelen yol üzerinde açıkça görülmektedir. Hicr-i Semûd, Medyen ülkesinin güney doğusunda yer almaktadır. Bu da, Akabe körfezine yakın mesafededir.[4]
Semûd Kabilesinin Soyu:
Tarihçiler, Semûd halkının soyu ve yaşadıkları zaman hakkında görüş ayrılığına varmışlardır.
Bazı tarihçiler der ki: Semûd kavmi, Âd kavminden geriye kalanlardır"
Bazıları da der ki: Semûd halkı, Fırat nehrinin Batısından "Hicr"denen bu yere göç etmiş Amalika kavminden geriye kalanlardır.
Oryantalist bazı tarihçilerin iddiasına göre ise; Semûd halkı, Filistin'e girmeyip "Hicr" denilen bu bölgeye yerleşen Yahudilerden bir topluluktur... Bu görüş, batıl bir görüştür. Çünkü Yahudi kelimesi, ancak Hz. Mûsâ (a.s)'ın İsrail oğullarıyla birlikte Mısır'dan çıkışından sonra ortaya çıkmıştır. Buna göre Semûd halkı, nasıl Yahudi olur?!! En doğru görüş; Semûd halkının, Ad kavminden geriye kalmış Araplar olduğudur. Yüce Allah'ın şu sözü de, bu görüşü doğrulamaktadır:
"Düşünün kî, (Allah,) 'Ad (kavmin)den sonra (onların yurduna) sizi' hükümdarlar kıldı. Ve yeryüzüne sizi yerleştirdi: Yeryüzünün düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın da, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. [5]
İbn Kesîr (rh.a) konu ile ilgili olarak şöyle der: "Bunlar, kendilerine 'Semûd' denen meşhur bir kabileydi. Dedeleri, Semûd'un adını almışlardı. Semûd, Cedis'in kardeşidir. Bu ikisi de, Asir b. İrem'in oğullandır. İrem ise, Hz. Nûh (a.s)'ın oğlu Şam'ın oğludur. Semûd kavmi, Arab-ı Aribe'dendir. Hicaz ile Tebük arasında Hicr denen yerde yaşarlardı... Resulullah (s.a.v.) Tebük Gazvesine giderken, beraberindeki Müslümanlarla Semûd kavminin yurdu Hicr'e uğramıştı. Semûd halkının (kalıntı halinde) evlerinin bulunduğu 'Hicr' denilen yere sahabelerle birlikte konakladı. Sahabeler, Semûd halkının su içtikleri kuyulardan su çekip hamurlarını yoğurdu-lar ve (kazan kurup bu hamurları) pişirdiler. Resulullah (s.a.v.), sahabenin yemek yapmak için kazanlar kurduklarını haber alınca, onlara kazanlarım dökmelerini ve yoğurmuş oldukları hamurlan develere yedirmelerini emretti. Daha sonra Resulullah (s.a.v.), sahabeleri alıp Hz. Salih (a.s)'ın devesinin su içmiş olduğu kuyunun yanına götürdü. Buhârî ile Müslim'de geçtiği üzere, Sahabelere: 'Şu azaba uğramışların yurduna ancak ağlayarak girin.Eğer ağlamayacaksanız, girmeyin. Yoksa onlara gelen musibet, size de gelir" buyurdu.[6]
Semûd kavminin ne zaman yaşadığı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Semûd kavminin; A'râf: 7/74 ayeti kerimesinin de işaret ettiği üzere; Ad kavminden sonra ve ayrıca kesin olarak milattan ve Hz. Mûsâ (a.s)'dan önce yaşadıklarında şüphe yoktur. Buna delil, kavmini Allah(c.c)'ın azabıyla korkutan Firavun ailesinden mümin kimsenin şu sözüdür:
"İman etmiş olan (adam): 'Doğrusu ben, sizin için Nûh kavminin, Ad, Semûd ve onlardan sonra gelenlerin durumu gibi, peygamberleri yalanlayan toplulukların uğradıkları bir günün benzerinden (gelmesinden) korkuyorum. Allah, kullarına bir zulüm dileyecek değildir.[7]
Oryantalistlerin, 'Semûd halkının, Yahudi olduğu' iddiasını kabul etmeyenlerden birisi de, Üstad Abdulvahhab en-Neccâr'dır. Bu konuda daha geniş bilgi için Abdullahvahhaben-Neccâr'ın "Kasasu'l-Enbiyâ" adlı kitabına başvurabilirsiniz [8]
Semûd Kavminin İbadeti:
Semûd kabilesi, mutlak kudret sahibi Allah(c.c)'ı inkar ederek putlara tapıyorlardı. Bunun üzerine Allah(c.c), onlara, Peygamber olarak Salih (a.s)'i göndermişti. Hz. Salih (a.s), onlara; Allah(c.c)'ın kendilerine verdiği nimetleri hatırlatıyor, kurtuluş ile saadet yolunu gösteriyor, takva olmalarını emrediyor ve putlara tapmayı yasaklıyordu,[9] Onlar ise; sapıklıklarına devam ettiler ve putlara tapmaktan vazgeçmediler.
Semûd kavmi, büyük bir bolluk ve nimet içindeydiler. Çünkü bol servetlere, parlak göz alıcı bahçelere ve akarsulara sahiptiler. Yüce Allah, verdiği bu nimetleri onlara şöyle hatırlatmaktadır:
"Siz burada bahçelerin, pınarların içinde, ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacak mısınız? Bir de, dağlardan neşe ve zevkle evler yontuyorsunuz.[10]
Hz. Salih (a.s)'a, Semûd kavminden az sayıda bir topluluk iman etti. Onların çoğu ise, Hz. Salih (a.s)'ı yalanladılar, onun risaletini inkar ettiler ve azgınlıklarını büyük bir şekilde sürdürdüler. Üstelik bir de, Hz. Salih (a.s)'dan, kendisinin doğruluğuna tanıklık edecek bir mucize getirmesini istediler. O da, onlara "deve mucizesini" getirdi. (Mucize olarak getirilen devede, Hz. Salih (a.s)'ın doğruluğunu gösteren bir çok büyük alametler vardı. Çünkü deve, sert bir kayanın içinden çıkmıştı. Kayanın nasıl varıldığını ve içinden hamile bir devenin çıktığını gözleriyle görmüşlerdi.[11]
Niçin Deve Bir Mucize Oldu ?:
Bu devede; Hz. Salih (a.s)'ın doğruluğuna ve Yüce Allah katından gelen açık bir mucize ile kesin bir harikulade olduğunu gösteren bazı ilginç şeyler bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1. Devenin sert bir kaya dan çıkmış olması... Böyle bir kayadan nasıl bir hayvan çıkabilir?!!
2. Devenin, kabilenin tamamının içtiği suyu içiyor olması... Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Su içme hakkı (bir gün) onundur, belli bir günün içme hakkı da sizin.[12]
Bir devenin büyük bir topluluğun içtiği suyu içmesi, garip bir durumdur.
3. Devenin, kabileye; içtiği su kadar süt veriyor olması... İşte bu da, garip bir durumdur.
İmam Fahreddîn er-Râzî (rh.a) der ki: "Bil ki Kur'an, Deve olayında bir mucizenin olduğunu göstermektedir. Fakat bunun, hangi bakımdan bir mucize olduğu, Kur'an'da belirtilmemiştir. Ama bunun, hiç şüphesiz, bir yönden bir mucize olduğunu anlıyoruz.[13] Çünkü Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"İşte size bir mucize olmak üzere Allah'ın şu dişi devesi! Onu (kendi haline)bırakın, Allah'ın arzında otlasın. Ona bir kötülükle yaklaşmayın. Sonra sizi acıklı bir azab yakalar. [14]
İşte bu mucize, Hz. Salih (a.s)'ın doğruluğuna açık ve kesin bir delildir. Çünkü Salih peygamberin kavmi bir gün eğer Salih Peygamber kayayı yararak kaya dan bîr dişi deve çıkarırsa kendisine tabi olacaklarına ve iman edeceklerine dair söz vermişlerdi.
İbn Kesîr bu konu ile ilgili olarak şöyle der: 'Tefsircilerin anlattıklarına göre; Semûd kavmi, bir gün toplantı yerlerinde bir araya gelmişlerdi. Hz Salih (as), yanlarına giderek onları Allah'a kulluk etmeye davet etmiş, İlahi azabı onlara hatırlatmış, sapıklıktan sakındırmış, öğüt vermiş ve batıla yaklaşmamalarını emretmişti. Ama Onlar, Salih (as)'a:
- 'Ey Salih! -Büyük bir kayayı göstererek- şu karşıdaki kaya dan şu ve şu niteliklere sahip boylu postlu, hamile bir deve çıkarırsan belki sana inanırız. İman ederiz' şeklinde bir şart koşmuşlardı. Hz. Salih (a.s), onlara:
- 'Bu isteğinizi tam olarak yerine getirirsem, benim getirmiş olduğum dine iman eder ve size tebliğ ettiğim ilahi mesajı doğrular mısınız.?' dedi. Onlarda:
- 'Evet' dediler. Bunun üzerine Hz. Salih (a.s) bu hususta onlardan söz ve teminat aldı. Sonra namazgahına gidip onur ve üstünlük sahibi Allah(c.c)'ın huzurunda namaz kılıp dua etti. Kavminin bu isteğinin gerçekleştirilmesini Rabbinden istedi. Allah(c.c)'ta, orada bulunan kayaya; yarılarak istenilen nitelikteki büyük cüsseli hamile bir deveyi çıkarmasını emretti. Kaya da, bu ilahi emri hemen yerine getirdi. Devenin ortaya çıktığını müşahede ettiklerinde, bunun; büyük bir iş, dehşetli bir olay, Hz. Sâlih(a.s)'ın doğruluğunu ortaya koyan kesin bir delil, açık bir kanıt ve göz alıcı bir kudret olduğunu gördüler. Bu olay üzerine bazıları iman etti. Çoğu ise küfür ve inatlarına devam ettiler. Yüce Allah onlar hakkında, "Semûd kavmine, açık bir delil olmak üzere bir dişi deve vermiştik. (Fakat onlar, bu deveyi boğazladılar) bu yüzden zalim oldular.. '(Isrâ: 17/59) [15]
Semûd Kavminin Helak Edilişi:
Hz Salih (as), kavminin, deveye dokunmamaları hususunda uyarmış ve eğer deveyi öldürmeye kastederlerse kendilerine Allah(c.c)'ın azabının geleceğinden de sakındırmıştı.Yüce Allah bu hususu şöyle anlatmaktadır:
'Deveye bir kötülükle ilişmeyin yoksa sizi muazzam bir günün azabı yakalayıverir.[16]
Bütün bunlara rağmen nasihat kabul etmeyen öğüt dinlemeyen, isyan ile taşkınlığın gözlerini kör ettiği, Allah'ın davetini kabul etmekten kaçıp kulaklarını sağır kıldığı zorbalar, deveyi öldürmekten başka bir şey düşünmüyorlar ve çabucak onu boğazlamak istiyorlardı. Yüce Allah bu hususu Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle anlatmaktadır.
"Derken o dişi deveyi, ayaklarını keserek Öldürdüler ve Rab'lerinin emrinden dışarı çıktılar da:'Ey Salih! Eğer sen gerçekten Peygamberlerden isen, bize, tehdit ettiğin azabı getir. 'Dediler.Bunun üzerine onları o, (şiddetli) sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çökerek donakaldılar. [17]
Yüce Allah, onların bu kıssasını, bize, Şems Sûresinde şöyle anlatmaktadır:
Semûd kavmi, azgınlığı yüzünden Allah'ın peygamberi (Salih'i) yalanladılar. Çünkü onların en azgını, deveyi kesmek için ayaklandı. Allah'ın peygamberi (Salih) ise, onlara: 'Allah 'ın (size gönderdiği) deveye ve suyuna bakın' dedi. Derhal onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri, (işlemiş oldukları bu) günah sebebiyle (içinde yaşadıkları) o beldeyi, başlarına geçirdi ve her tarafını dümdüz etti. [18]
Deveyi yakalayıp kesenlerin ilki, lanetli ve hain Kudâr b. Sâlif olup bu kişi, deveyi ayaklarından kesti. Bunun üzerine deve, yere yığıldı. Diğerleri kılıçlarıyla hemen koşup deveyi param parça ettiler. Yüce Allah'ın da bildirdiği üzere, bunlar, 9 kişi idiler:
"O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar ve iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı.[19]
Bu kişiler, deveyi öldürdükten sonra; Hz. Salih (a.s)'ın, onları özellikle de Allah(c.c)'ın azabından sakındırması ve deveyi kesmelerinden üç gün sonra bu azabı beklemelerini söylemesi üzerine Hz. Salih (a.s)'ı da öldürmeye karar verdiler. Yüce Allah'ın şu sözü bu hususu açıkça göstermektedir:
"(Fakat Semûd halkından bir topluluk), o deveyi, ayaklarını keserek öldürdüler. Salih, (onlara): 'Yurdunuzda üç gün daha yaşayın (sonra helak olacaksınız). O söz, yalanlanamayan bir tehdit idi. [20]
İşte Allah, Hz. Salih (a.s)'ı öldürmeyi düşünen grubun üzerine, gökten taşlar yağdırmak suretiyle kavimlerinden önce onları helak ve yok etti.
İbn Kesir (rh.a) bu konu ile ilgili olarak şöyle der: "Hz. Salih (a.s)'ın mühlet tanıdığı üç günlük müddetin birinci günü, Semûd halkının yüzleri sapsarı oldu. İkinci günü ise, kıpkırmızı oldu. Üçüncü günü ise, yüzleri simsiyah oldu. Çünkü Hz. Salih (a.s), onlara, ilahi azabın geleceğini bildirmişti. Hz. Salih (a.s)'ın mühlet tanıdığı üç gün sona erip dördüncü günün sabahında, güneşin doğmasıyla birlikte üstlerindeki gökten (çığlık şeklinde) şiddetli bir gök gürültüsü ve atlarından ise sarsıntı ve zelzele geldi. Ruhları dışa taştı. Canlan çıktı. Sarsıntılar ve gök gürlemeleri durdu. Sesler kesildi. (Onlara gelmesi bildirilen) hakikat yerini buldu. Yurtlarında cansız ve hareketsiz cesetler olarak diz üstü çökük vaziyette kalakaldılar.[21]
Yüce Allah bu gerçeği şöyle haber vermektedir:
"Bunun üzerine Rableri, (deveyi kesmek suretiyle işlemiş olukları) günahları sebebiyle o beldeyi başlarına geçirdi ve her tarafını dümdüz etti. Allah bu şekilde azab etmenin sonucundan korkmaz[22]
Semûd halkı çeşitli şekillerde azaba uğradılar:
1. Onları yok eden, yıldırım (es-Sâikatu).
2. Onları yakalayan, gök gürültüsü (çığlık = es-Sayhatu).
3. Üzerinde gezdikleri yerin sarsılmasıyla oluşan, zelzele = sarsıntı (er- Recfetu).
Onlar, sabahın erken vakitlerinde helak olmuşlardı. Kur'ân-ı Kerim, bu azab şekillerinin hepsini, şu şekilde haber vermektedir:
Birincisi: Yüce Allah bu azab şekli ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Semûd kavmine gelince, onlara doğru yolu gösterdik. Ama onlar, körlüğü, doğru yola tercih ettiler. Böylece yapmakta oldukları kötülükler yüzünden alçaltıcı azabın 'yıldırımı ' (es-Sâikatu) onları çarptı. [23]
İkincisi: Yine Yüce Allah bu azab şekli ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Biz, Semûd kavminin üzerine; korkunç 'bir gök gürültüsü' (es-Sayhatu) gönderdik. Hemen hayvan ağılına konan kuru ot gibi oldular.[24]
Üçüncüsü: Yüce Allah bu azab şekli hakkında ise şöyle buyurmaktadır:
"Derken o dişi deveyi ayağını keserek öldürdüler ve Rablerinin emrinden dışarı çıktılar da: 'Ey Salih! Eğer sen gerçekten
peygamberlerden isen, bize, tehdit ettiğin azabı getir'dediler. Bunun üzerine onları, o (şiddetli) 'sarsıntı' (er-Recfetu) yakaladı da yurtlarında diz üstü dona kaldılar, [25]
Hz. Salih (a.s) ile onunla birlikte iman edenler, işledikleri iğrenç kötülüklerden dolayı kendilerine verilen üç günlük mühletin dolmasından sonra kavimlerini kuşatan azabtan kurtuldular. Yüce Allah, bu konuyu ise şöyle haber vermektedir:
"Salih de o zaman onlardan yüz çevirdi ve: 'Ey kavmim! Andolsun ki, ben, size, Rabbamin elçiliğini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Fakat siz, bu öğütleri sevmiyorsunuz' dedi.[26]
Âlûsfnin kaydettiğine göre; Hz. Salih (a.s) ile birlikte azabtan kurtulan müminlerin sayısı, 120 kişi idi. Helak olanlar ise çok sayıda olup (yaklaşık) 5.000 ev halkıdır.[27]
En meşhur olan görüşe göre; Hz. Salih (a.s), kavminin helak edilmesinden sonra Filistin topraklarındaki Remle civarlarına gelip ölünceye kadar orada yaşamıştır.[28]
Tanrı devesi, ırmaktan buluttan su içmekteydi. Onlar, Hakkın suyunu Haktan esirgediler Salihin devesi, salih kişilerin cisimleri gibidir; onlar kötülerin helaki için tuzaktır. Neticede Tanrı devesinden ve içeceğinden çekinin hükmü, o ümmeti ne dertlere uğrattı, onları nasıl helak etti! Tanrı kahrının şahnesi, bir devenin kanına diyet olarak onlardan bütün bir şehri diledi.
Ruh, Salih gibidir,ten de deveye benzer. Ruh vuslattadır ten ihtiyaç içindedir. Temiz ruha zarar vermenin imkanı yoktur. Tanrı yaralanmaz. Böyle ruha sahip olanlara kimse galip gelemez. Zarar gelse bile sedefe gelir, inciye değil. Temiz ruha zarar vermenin imkanı yoktur. Tanrının nuru, kafirlere mağlup olmaz. Can, toprağa mensup cisme, kötü kişiler, incitsinler de Tanrı imtihanını görsünler diye ulaştı, bu yüzden cisimle bağdaştı, birleşti.
Canı inciten kişinin, bu incitmenin Tanrıyı incitme olduğundan haberi yoktur. Bilmiyor ki bu küpün suyu ırmak suyu ile birleşmiştir. Tanrı bütün aleme penah olsun diye bir cisme alaka bağlamıştır.
Onların gönüllerine kimse muzaffer olamaz. Sedefe zarar gelir, inciye gelmez. Tanrı velisinin cisim devesine kul ol ki Salih Peygamberle kapı yoldaşı olasın.
Salih peygamber, Madem ki haset ettiniz, bu işi yaptınız, üç gün sonra Tanrıdan azap erişecek. Ondan üç gün sonra da can alıcı Tanrıdan başka bir afet gelecek ki onun üç alameti vardır: Hepinizin yüzünüzün rengi değişir. Birbirinize bakınca yüzlerinizi türlü türlü renklerde görürsünüz. İlk günlerde yüzleriniz safran gibi sararır; ikinci günü erguvan gibi kızarır. Üçüncü günü yüzleriniz tamamı ile kararır, ondan sonra da Tanrının kahrı gelir, çatar. Eğer bu tehdide benden delil isterseniz devenin yavrusunu daha doğru kovalayın!
Eğer tutabilirseniz derdinize çare bulunur. Tutamazsanız ümit kuşu uzaktan kaçtı, gitti! dedi.
Bu sözü duyunca hepsi birden köpek gibi onun ardından seğirtmeğe başladılar. Kimse yavruya erişmedi; dağlar arasına dalıp kayboldu.
Temiz ruh gibi ten ayıbından, nimet ve ihsan sahibi Tanrıya kaçıp gitmekteydi.
Salih dedi ki: Gördünüz mü Tanrının bu kazası nasıl geldi? Artık ümidin boynunu vurdu. Devenin yavrusu nedir? Salih? Peygamberin gönlü. Onun hatırını ele alın, onun isteğini yerine getirin. Onun gönlünü alırsanız azaptan kurtuldunuz yoksa, pişman olduğunuzun, ümitsizliğe düştüğünüzün günüdür.
Salihten bu bulanık vadi duydukları gibi azaba göz dikip beklemeye başladılar. Birinci gün yüzlerinin sarardığını gördüler.Ümitsizlikle soğuk ,soğuk ah etmeye başladılar. İkinci günü hepsinin yüzü kızardı. Artık ümit ve tövbe nöbeti kayboldu. Üçüncü gün hepsinin yüzü kapkara kesildi. Salih Peygamberin hükmü: cenksiz, cidalsiz doğru çıktı. Hepsi de ümitsiz bir hale gelince kuşlar gibi ayaklarını altlarına alıp iki dizlerinin üstlerine çöktüler.
Cibril-i Emin, bu diz çökmeyi Peygambere Casimin ayetini getirerek Kuranda anlattı. Sana diz çökmeyi öğrettikleri ve seni bu çeşit diz çökmeden korkuttukları vakit, yani bela gelmeden diz çök!
Salihin kavmi, Tanrı kahrının zahmını beklediler: o kahır ve azap da gelip o şehri yok etti. Salih, halvetten çıkıp şehre doğru gitti; gördü ki şehir duman ve ateş içinde. Onların hak ile yeksan olmuş cüzülerinden bile feryat ve figanlarını duyuyordu; feryat duyulmaktaydı ama ortada feryat eden yok! Kemiklerinden iniltiler, sızıntılar duydu; canları çiğ taneleri gibi yaş döküyor, ağlıyordu. Salih bunu duyup ağlamaya başladı: feryat edenlere feryat etmeye koyuldu:Ey batıl yolda yaşayan kavim! Ben sizin çevrinizden Tanrıya şikayet etmiş ağlamıştım.
Tanrı, bana Onların eziyetlerine sabret; onlara nasihat ver. Zaten devirlerinden çok bir zaman kalmadı demişti. Ben cefaları eziyetleri yüzünden onlara nasihat edemiyorum. Nasihat sütü sevgiden, saflıktan coşup akar demiştim. Bana o kadar eziyetler ettiniz ki nasihat sütü damarlarımda dondu. Tanrı, bana Ben sana lütuf ve inayet eder, o yaralara merhem koyarım buyurdu. Hak, gönlümü gök gibi saf bir hale getirdi. Gönlümden, sizin cefalarınızı sildi, süpürdü.
Yine size nasihatler vermeye, şeker gibi temsiller getirmeye , sözler söylemeye başladım. Şekerden taze süt çıkarıp balla şekeri sözlerime katmaya, size tatlı, tatlı öğütler vermeye koyuldum. O sözler, size zehir gibi tesir etti. Çünkü siz baştan aşağı zehir membaı, zehir madeniydiniz, zehirden ibarettiniz. Nasıl gamlanayım ki gam baş aşağı yuvarlanıp gitti.
Ey inatçı kavim! Gam sizdiniz. Gamın ölümüne ağlayıp feryat eden olur mu? Baştaki yara iyileşince bu yüzden saçını sakalını yolan bulunur mu? Salih, yüzünü kendine çevirip dedi ki: Ey feryat eden, onlar feryat etmeye değmez!
Ey Kuranı doğru okuyan! Eğri okuma. Zalim kavmin ardından nasıl yas tutayım? Fakat yine gözünden, gönlünden yaşlar akmaya başladı. Onda sebepsiz bir merhamet hasıl oldu. Gözyaşı damarları (yağmur gibi) yağmaktaydı, kendisi de şaşırmıştı. Bu katralar, cömertlik ve kerem denizinin sebepsiz akan katralarıydı.
O ağlarken aklı diyordu ki: Bu ağlama neden? Seninle eğlenen o çeşit bir kavme ağlamak reva mı? Neye ağlıyorsun söyle. Yaptıkları işlere mi? O gidişleri kötü kin askerine mi? Onların paslı karanlık gönüllerine mi, yılan gibi zehirli dillerine mi? Onların Segsarlarınkine benzeyen nefes ve dişlerine mi? Akrep yatağı olan ağız ve gözlerine mi? İnatlarına mı, alaylarına mı, kınamalarına mı? Şükret; bak, Tanrı onları nasıl hapsetti, helak eyledi! Elleri eğri, ayakları eğri, gözleri eğri, bakışları eğri, savaşları eğri, öfkeleri eğri...
Onlar, geçmişleri taklit edip nakil ettikleri reylere uyduklarından bu akıl pirinin başına ayak bastılar. Birbirlerine görünmek ve duyulmak kaygısı ile hür ihtiyar olmadılar, kart eşek oldular. Tanrı cehennemlikleri göstermek üzere dünyaya cennetten kullar getirdi...
Cehennemlikler, cennetlikler bir dükkanda otururlar. Aralarında bir perde vardır, birbirlerine karışmazlar. Nar ehliyle nur ehli, görünüşte karışıktır ama aralarında kaf dağı çekilmiştir.
Bunlar, madende toprakla altının birbirine karışmasına benzerler. Toprakla altın karışıktır ama aralarında yüzlerce ova, yüzlerce konak var! Bu, bir dizide hakiki inci ile yalancı incinin bir gecelik konuk gibi misafir olmasına benzer. Denizin yarısı şeker gibi tatlı, lezzetli, rengi ay gibi parlak; Diğer yarısı, yılan zehri gibi acı,lezzetsiz, rengi de katran gibi kara.
Cennetlikle cehennemlik olanlar da deniz gibi alttan üstten, dalgalanıp dururlar. Dar ve küçük bir cisimden dalgaların birbiri ardınca zuhuru da canların barışta, savaşta birbirlerine karışmalarına benzer. Barış dalgaları kopar, gönüllerden kinleri giderir. Bunun aksine savaş dalgaları kopar, sevgileri altüst eder. Sevgi acıları tatlıya çeker, tatlılaştırır. Çünkü sevgilerin aslı, doğru yola götürmedir. Kahır ise, tatlıyı acılığa çekmektedir. Acı, tatlı ile bir arada bulunur, bağdaşır mı? Acı tatlı;bu gözle görünmez. Basiret ehli, onları, akıbet penceresinden görmeyi bilir. Akıbeti gören göz, doğuyu görebilir. Ahiri gören göz ise gururdan, körlükten ibarettir.
Nice tatlılar vardır ki şeker gibidir, fakat o şeker içinde zehir gizlidir. Aklı en üstün, anlayışı en keskin olan, kokudan anlar. Öbürüyse ancak dudağına, dişine değince fark eder. Şeytan Yiyin diye bağırır ama o adamın dudağı zehri, boğazına varmadan reddeder. Başka biri boğazına varınca anlar, bir başkası yer, bedenini berbat edince anlar. Zehir; diğer birisinde abdest bozarken yanış yapar; zaman, zaman ciğerini delen bir acı peyda eder.
Bir başkasında zehrin eseri; günler, aylar geçtikten sonra görünür. Diğer birisinde ise ölümden ve sur üfürüldükten sonra meydana çıkar. Eğer o kişiye mezarda mühlet verirlerse mutlaka mahşer günü azap ederler.
Her otun, her şekerin zamanede bir oluş müddeti vardır. Lalin, güneşin tesiriyle renk, parlaklık ve letafet elde etmesi için yılların geçmesi gerektir. Alelade otlar, iki ay içinde yetişir. Fakat kırmızı gül, ancak bir yılda yetişir gül verir. Yüce ve Ulu Tanrı, bunun için eceli, yani her şeyin müddetini Enam suresinde anlatmıştır. Bunu duydun ya; her kılın kulak kesilsin...
Bu duyduğun abıhayattır, afiyet olsun! Bu söze söz deme, abıhayat de. Bu sözü, eski harfler teninde yepyeni bir ruh olarak gör. Arkadaş; başka bir nükte daha duy. Bu nükte can gibi hem apaçık, meydandadır, hem gayet ince ve gizli. Bir yer olur ki bu yılan zehri, Tanrının tasarruflarıyla gayet tatlı ve lezzetli bir hale gelir. Bir yerde zehirdir, bir yerde ilaç... Bir yerde küfürdü, bir yerde tam layık ve yerinde. Orada cana zarar verir ama burada derman kesilir. Su koruk içinde ekşidir; fakat üzüme gelince tatlılaşır, güzelleşir. Sonra küpün içine girince acır, haram olur...Sirke olunca ne güzel katıktır!
Veli, zehir yese bal olur, fakat talip yese aklı kararır zarara uğrar. SüleymanRabbi hebli demiş, yani Benden başkasına bu saltanatı verme. Yahut benden başkasına bu lütufta, bu ihsanda bulunma diye niyaz etmiştir. Bu hasede benzer ama değildir.
La yenbağı nüktesini candan oku. Benden sonra bu saltanatı kimseye verme sırrını onun nekesliğinden bilme. Hatta o, saltanatta yüzlerce zarar ve tehlike gördü. Cihan saltanatı, kıldan kıla, baştanbaşa can kaygısından, baş korkusundan ibarettir. Baş korkusuyla can ve din korkusu... Bize bunun gibi bir imtihan daha olamaz.
Süleyman himmetli birisi gerektir ki bu yüz binlerce renkten, kokudan vazgeçsin. Kuvvet ve kudretiyle beraber o saltanatın dalgası Süleymanın bile nefesini tıkıyordu. Bu keder yüzünden üstüne toz, toprak konunca bütün cihan padişahlarına acıdı da. Şefaat edipBana verdiğin bu saltanatı, kemal sahibi olanlara da ver. Bu saltanatı, kerem edip kime verir, kime bağışlarsan Süleyman odur, o da benim.
O benden sonra kimseye verme hükmüne dahil değildir; benimledir. Hatta benimle ne demek? O kişi, davasız, nizasız benim dedi.
[i]Hz. SALİH (A.S)
"Andolsun ki, Semûd kavmine: 'Allah'a ibadet edin!' (demesi için) kardeşleri Salih 'i (onlara Peygamber olarak) gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre oluverdiler." (Neml: 27/45)
Hz. Salih (a.s)'ın Soyu:
Hz. Salih (a.s)'in [1] soyu; Salih b. Ubeyd b. Asif.....şeklinde olup Hz. Nûh (a.s)'un oğlu Şam'a dayanmaktadır.
Yüce Allah, Hz. Salih (a.s)'ı, "Baide Arap" kabilelerinden birine Peygamber olarak göndermiştir. O da, Semûd kabi-leşidir. Semûd kabilesi bu ismi, Hz. Nûh (a.s)'ın oğlu Şam'ın torunlarından olan Semûd b. Amir'e nispetle bu Adı almıştır.
Hz. İsmail'den önceki Araplara, "el-Arabu'1-Aribe" denilirdi. Bunlar pek çok kabileden oluşuyorlardı. Bazıları şunlardır: Ad, Semûd, Cürhüm, Medyen, Kahtan... v.b."el-Arabu'I-Musta'rebe" ise, Hz. tsmâîl (a.s)'m neslinden gelen Araplardır...
Hz. İsmâîl (a.s), fasih açık Arapça'yı konuşan ilk kişidir. Arapça konuşmayı, Mekke-i Mükerreme'de annesi Hacer'in yanında konaklayan Cürhümlülerden öğrenmiştir.
İşte burada kastedilen şey; Semûd kabilesinin, Hz. İsmâîl (a.s)'dan önce yaşamış olmasıdır. Çünkü Semûdlular, "el-Arabu'l-Aribe" dendir.[2]
Semûd Kavminin Yurtları:
Semûd kavminin yurtları, "Hicr" denilen yerdedir. İşte bundan dolayıdır ki, Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'de, onları, "Ashabu'l-Hicr" (Hicr Halkı) diye adlandırmıştır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki, 'Hicr halkı' da (kendilerine gönderilen) peygamberleri yalanlamıştı. Biz, Onlara mucizelerimizi vermiştik, fakat onlardan yüz çevirmişlerdi. [3]
Hicr; Hicaz ile Şam arasında, karayoluyla yolcuların geçtiği ve bugün "Feccü'n-Nâga" diye bilinen yerdir. Semûd kavminin şehirlerinin kalıntıları şimdi bile açıkça görülmektedir. Bu yerler, Medain-i Salih (Salih peygamberin şehirleri) diye adlandırılmaktadır.
Tarihçi Mes'udî der ki: "Semûd kavminin çürümüş kemikleri baki olup kalıntıları Şam'dan gelen yol üzerinde açıkça görülmektedir. Hicr-i Semûd, Medyen ülkesinin güney doğusunda yer almaktadır. Bu da, Akabe körfezine yakın mesafededir.[4]
Semûd Kabilesinin Soyu:
Tarihçiler, Semûd halkının soyu ve yaşadıkları zaman hakkında görüş ayrılığına varmışlardır.
Bazı tarihçiler der ki: Semûd kavmi, Âd kavminden geriye kalanlardır"
Bazıları da der ki: Semûd halkı, Fırat nehrinin Batısından "Hicr"denen bu yere göç etmiş Amalika kavminden geriye kalanlardır.
Oryantalist bazı tarihçilerin iddiasına göre ise; Semûd halkı, Filistin'e girmeyip "Hicr" denilen bu bölgeye yerleşen Yahudilerden bir topluluktur... Bu görüş, batıl bir görüştür. Çünkü Yahudi kelimesi, ancak Hz. Mûsâ (a.s)'ın İsrail oğullarıyla birlikte Mısır'dan çıkışından sonra ortaya çıkmıştır. Buna göre Semûd halkı, nasıl Yahudi olur?!! En doğru görüş; Semûd halkının, Ad kavminden geriye kalmış Araplar olduğudur. Yüce Allah'ın şu sözü de, bu görüşü doğrulamaktadır:
"Düşünün kî, (Allah,) 'Ad (kavmin)den sonra (onların yurduna) sizi' hükümdarlar kıldı. Ve yeryüzüne sizi yerleştirdi: Yeryüzünün düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın da, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. [5]
İbn Kesîr (rh.a) konu ile ilgili olarak şöyle der: "Bunlar, kendilerine 'Semûd' denen meşhur bir kabileydi. Dedeleri, Semûd'un adını almışlardı. Semûd, Cedis'in kardeşidir. Bu ikisi de, Asir b. İrem'in oğullandır. İrem ise, Hz. Nûh (a.s)'ın oğlu Şam'ın oğludur. Semûd kavmi, Arab-ı Aribe'dendir. Hicaz ile Tebük arasında Hicr denen yerde yaşarlardı... Resulullah (s.a.v.) Tebük Gazvesine giderken, beraberindeki Müslümanlarla Semûd kavminin yurdu Hicr'e uğramıştı. Semûd halkının (kalıntı halinde) evlerinin bulunduğu 'Hicr' denilen yere sahabelerle birlikte konakladı. Sahabeler, Semûd halkının su içtikleri kuyulardan su çekip hamurlarını yoğurdu-lar ve (kazan kurup bu hamurları) pişirdiler. Resulullah (s.a.v.), sahabenin yemek yapmak için kazanlar kurduklarını haber alınca, onlara kazanlarım dökmelerini ve yoğurmuş oldukları hamurlan develere yedirmelerini emretti. Daha sonra Resulullah (s.a.v.), sahabeleri alıp Hz. Salih (a.s)'ın devesinin su içmiş olduğu kuyunun yanına götürdü. Buhârî ile Müslim'de geçtiği üzere, Sahabelere: 'Şu azaba uğramışların yurduna ancak ağlayarak girin.Eğer ağlamayacaksanız, girmeyin. Yoksa onlara gelen musibet, size de gelir" buyurdu.[6]
Semûd kavminin ne zaman yaşadığı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Semûd kavminin; A'râf: 7/74 ayeti kerimesinin de işaret ettiği üzere; Ad kavminden sonra ve ayrıca kesin olarak milattan ve Hz. Mûsâ (a.s)'dan önce yaşadıklarında şüphe yoktur. Buna delil, kavmini Allah(c.c)'ın azabıyla korkutan Firavun ailesinden mümin kimsenin şu sözüdür:
"İman etmiş olan (adam): 'Doğrusu ben, sizin için Nûh kavminin, Ad, Semûd ve onlardan sonra gelenlerin durumu gibi, peygamberleri yalanlayan toplulukların uğradıkları bir günün benzerinden (gelmesinden) korkuyorum. Allah, kullarına bir zulüm dileyecek değildir.[7]
Oryantalistlerin, 'Semûd halkının, Yahudi olduğu' iddiasını kabul etmeyenlerden birisi de, Üstad Abdulvahhab en-Neccâr'dır. Bu konuda daha geniş bilgi için Abdullahvahhaben-Neccâr'ın "Kasasu'l-Enbiyâ" adlı kitabına başvurabilirsiniz [8]
Semûd Kavminin İbadeti:
Semûd kabilesi, mutlak kudret sahibi Allah(c.c)'ı inkar ederek putlara tapıyorlardı. Bunun üzerine Allah(c.c), onlara, Peygamber olarak Salih (a.s)'i göndermişti. Hz. Salih (a.s), onlara; Allah(c.c)'ın kendilerine verdiği nimetleri hatırlatıyor, kurtuluş ile saadet yolunu gösteriyor, takva olmalarını emrediyor ve putlara tapmayı yasaklıyordu,[9] Onlar ise; sapıklıklarına devam ettiler ve putlara tapmaktan vazgeçmediler.
Semûd kavmi, büyük bir bolluk ve nimet içindeydiler. Çünkü bol servetlere, parlak göz alıcı bahçelere ve akarsulara sahiptiler. Yüce Allah, verdiği bu nimetleri onlara şöyle hatırlatmaktadır:
"Siz burada bahçelerin, pınarların içinde, ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacak mısınız? Bir de, dağlardan neşe ve zevkle evler yontuyorsunuz.[10]
Hz. Salih (a.s)'a, Semûd kavminden az sayıda bir topluluk iman etti. Onların çoğu ise, Hz. Salih (a.s)'ı yalanladılar, onun risaletini inkar ettiler ve azgınlıklarını büyük bir şekilde sürdürdüler. Üstelik bir de, Hz. Salih (a.s)'dan, kendisinin doğruluğuna tanıklık edecek bir mucize getirmesini istediler. O da, onlara "deve mucizesini" getirdi. (Mucize olarak getirilen devede, Hz. Salih (a.s)'ın doğruluğunu gösteren bir çok büyük alametler vardı. Çünkü deve, sert bir kayanın içinden çıkmıştı. Kayanın nasıl varıldığını ve içinden hamile bir devenin çıktığını gözleriyle görmüşlerdi.[11]
Niçin Deve Bir Mucize Oldu ?:
Bu devede; Hz. Salih (a.s)'ın doğruluğuna ve Yüce Allah katından gelen açık bir mucize ile kesin bir harikulade olduğunu gösteren bazı ilginç şeyler bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1. Devenin sert bir kaya dan çıkmış olması... Böyle bir kayadan nasıl bir hayvan çıkabilir?!!
2. Devenin, kabilenin tamamının içtiği suyu içiyor olması... Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Su içme hakkı (bir gün) onundur, belli bir günün içme hakkı da sizin.[12]
Bir devenin büyük bir topluluğun içtiği suyu içmesi, garip bir durumdur.
3. Devenin, kabileye; içtiği su kadar süt veriyor olması... İşte bu da, garip bir durumdur.
İmam Fahreddîn er-Râzî (rh.a) der ki: "Bil ki Kur'an, Deve olayında bir mucizenin olduğunu göstermektedir. Fakat bunun, hangi bakımdan bir mucize olduğu, Kur'an'da belirtilmemiştir. Ama bunun, hiç şüphesiz, bir yönden bir mucize olduğunu anlıyoruz.[13] Çünkü Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"İşte size bir mucize olmak üzere Allah'ın şu dişi devesi! Onu (kendi haline)bırakın, Allah'ın arzında otlasın. Ona bir kötülükle yaklaşmayın. Sonra sizi acıklı bir azab yakalar. [14]
İşte bu mucize, Hz. Salih (a.s)'ın doğruluğuna açık ve kesin bir delildir. Çünkü Salih peygamberin kavmi bir gün eğer Salih Peygamber kayayı yararak kaya dan bîr dişi deve çıkarırsa kendisine tabi olacaklarına ve iman edeceklerine dair söz vermişlerdi.
İbn Kesîr bu konu ile ilgili olarak şöyle der: 'Tefsircilerin anlattıklarına göre; Semûd kavmi, bir gün toplantı yerlerinde bir araya gelmişlerdi. Hz Salih (as), yanlarına giderek onları Allah'a kulluk etmeye davet etmiş, İlahi azabı onlara hatırlatmış, sapıklıktan sakındırmış, öğüt vermiş ve batıla yaklaşmamalarını emretmişti. Ama Onlar, Salih (as)'a:
- 'Ey Salih! -Büyük bir kayayı göstererek- şu karşıdaki kaya dan şu ve şu niteliklere sahip boylu postlu, hamile bir deve çıkarırsan belki sana inanırız. İman ederiz' şeklinde bir şart koşmuşlardı. Hz. Salih (a.s), onlara:
- 'Bu isteğinizi tam olarak yerine getirirsem, benim getirmiş olduğum dine iman eder ve size tebliğ ettiğim ilahi mesajı doğrular mısınız.?' dedi. Onlarda:
- 'Evet' dediler. Bunun üzerine Hz. Salih (a.s) bu hususta onlardan söz ve teminat aldı. Sonra namazgahına gidip onur ve üstünlük sahibi Allah(c.c)'ın huzurunda namaz kılıp dua etti. Kavminin bu isteğinin gerçekleştirilmesini Rabbinden istedi. Allah(c.c)'ta, orada bulunan kayaya; yarılarak istenilen nitelikteki büyük cüsseli hamile bir deveyi çıkarmasını emretti. Kaya da, bu ilahi emri hemen yerine getirdi. Devenin ortaya çıktığını müşahede ettiklerinde, bunun; büyük bir iş, dehşetli bir olay, Hz. Sâlih(a.s)'ın doğruluğunu ortaya koyan kesin bir delil, açık bir kanıt ve göz alıcı bir kudret olduğunu gördüler. Bu olay üzerine bazıları iman etti. Çoğu ise küfür ve inatlarına devam ettiler. Yüce Allah onlar hakkında, "Semûd kavmine, açık bir delil olmak üzere bir dişi deve vermiştik. (Fakat onlar, bu deveyi boğazladılar) bu yüzden zalim oldular.. '(Isrâ: 17/59) [15]
Semûd Kavminin Helak Edilişi:
Hz Salih (as), kavminin, deveye dokunmamaları hususunda uyarmış ve eğer deveyi öldürmeye kastederlerse kendilerine Allah(c.c)'ın azabının geleceğinden de sakındırmıştı.Yüce Allah bu hususu şöyle anlatmaktadır:
'Deveye bir kötülükle ilişmeyin yoksa sizi muazzam bir günün azabı yakalayıverir.[16]
Bütün bunlara rağmen nasihat kabul etmeyen öğüt dinlemeyen, isyan ile taşkınlığın gözlerini kör ettiği, Allah'ın davetini kabul etmekten kaçıp kulaklarını sağır kıldığı zorbalar, deveyi öldürmekten başka bir şey düşünmüyorlar ve çabucak onu boğazlamak istiyorlardı. Yüce Allah bu hususu Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle anlatmaktadır.
"Derken o dişi deveyi, ayaklarını keserek Öldürdüler ve Rab'lerinin emrinden dışarı çıktılar da:'Ey Salih! Eğer sen gerçekten Peygamberlerden isen, bize, tehdit ettiğin azabı getir. 'Dediler.Bunun üzerine onları o, (şiddetli) sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çökerek donakaldılar. [17]
Yüce Allah, onların bu kıssasını, bize, Şems Sûresinde şöyle anlatmaktadır:
Semûd kavmi, azgınlığı yüzünden Allah'ın peygamberi (Salih'i) yalanladılar. Çünkü onların en azgını, deveyi kesmek için ayaklandı. Allah'ın peygamberi (Salih) ise, onlara: 'Allah 'ın (size gönderdiği) deveye ve suyuna bakın' dedi. Derhal onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri, (işlemiş oldukları bu) günah sebebiyle (içinde yaşadıkları) o beldeyi, başlarına geçirdi ve her tarafını dümdüz etti. [18]
Deveyi yakalayıp kesenlerin ilki, lanetli ve hain Kudâr b. Sâlif olup bu kişi, deveyi ayaklarından kesti. Bunun üzerine deve, yere yığıldı. Diğerleri kılıçlarıyla hemen koşup deveyi param parça ettiler. Yüce Allah'ın da bildirdiği üzere, bunlar, 9 kişi idiler:
"O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar ve iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı.[19]
Bu kişiler, deveyi öldürdükten sonra; Hz. Salih (a.s)'ın, onları özellikle de Allah(c.c)'ın azabından sakındırması ve deveyi kesmelerinden üç gün sonra bu azabı beklemelerini söylemesi üzerine Hz. Salih (a.s)'ı da öldürmeye karar verdiler. Yüce Allah'ın şu sözü bu hususu açıkça göstermektedir:
"(Fakat Semûd halkından bir topluluk), o deveyi, ayaklarını keserek öldürdüler. Salih, (onlara): 'Yurdunuzda üç gün daha yaşayın (sonra helak olacaksınız). O söz, yalanlanamayan bir tehdit idi. [20]
İşte Allah, Hz. Salih (a.s)'ı öldürmeyi düşünen grubun üzerine, gökten taşlar yağdırmak suretiyle kavimlerinden önce onları helak ve yok etti.
İbn Kesir (rh.a) bu konu ile ilgili olarak şöyle der: "Hz. Salih (a.s)'ın mühlet tanıdığı üç günlük müddetin birinci günü, Semûd halkının yüzleri sapsarı oldu. İkinci günü ise, kıpkırmızı oldu. Üçüncü günü ise, yüzleri simsiyah oldu. Çünkü Hz. Salih (a.s), onlara, ilahi azabın geleceğini bildirmişti. Hz. Salih (a.s)'ın mühlet tanıdığı üç gün sona erip dördüncü günün sabahında, güneşin doğmasıyla birlikte üstlerindeki gökten (çığlık şeklinde) şiddetli bir gök gürültüsü ve atlarından ise sarsıntı ve zelzele geldi. Ruhları dışa taştı. Canlan çıktı. Sarsıntılar ve gök gürlemeleri durdu. Sesler kesildi. (Onlara gelmesi bildirilen) hakikat yerini buldu. Yurtlarında cansız ve hareketsiz cesetler olarak diz üstü çökük vaziyette kalakaldılar.[21]
Yüce Allah bu gerçeği şöyle haber vermektedir:
"Bunun üzerine Rableri, (deveyi kesmek suretiyle işlemiş olukları) günahları sebebiyle o beldeyi başlarına geçirdi ve her tarafını dümdüz etti. Allah bu şekilde azab etmenin sonucundan korkmaz[22]
Semûd halkı çeşitli şekillerde azaba uğradılar:
1. Onları yok eden, yıldırım (es-Sâikatu).
2. Onları yakalayan, gök gürültüsü (çığlık = es-Sayhatu).
3. Üzerinde gezdikleri yerin sarsılmasıyla oluşan, zelzele = sarsıntı (er- Recfetu).
Onlar, sabahın erken vakitlerinde helak olmuşlardı. Kur'ân-ı Kerim, bu azab şekillerinin hepsini, şu şekilde haber vermektedir:
Birincisi: Yüce Allah bu azab şekli ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Semûd kavmine gelince, onlara doğru yolu gösterdik. Ama onlar, körlüğü, doğru yola tercih ettiler. Böylece yapmakta oldukları kötülükler yüzünden alçaltıcı azabın 'yıldırımı ' (es-Sâikatu) onları çarptı. [23]
İkincisi: Yine Yüce Allah bu azab şekli ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Biz, Semûd kavminin üzerine; korkunç 'bir gök gürültüsü' (es-Sayhatu) gönderdik. Hemen hayvan ağılına konan kuru ot gibi oldular.[24]
Üçüncüsü: Yüce Allah bu azab şekli hakkında ise şöyle buyurmaktadır:
"Derken o dişi deveyi ayağını keserek öldürdüler ve Rablerinin emrinden dışarı çıktılar da: 'Ey Salih! Eğer sen gerçekten
peygamberlerden isen, bize, tehdit ettiğin azabı getir'dediler. Bunun üzerine onları, o (şiddetli) 'sarsıntı' (er-Recfetu) yakaladı da yurtlarında diz üstü dona kaldılar, [25]
Hz. Salih (a.s) ile onunla birlikte iman edenler, işledikleri iğrenç kötülüklerden dolayı kendilerine verilen üç günlük mühletin dolmasından sonra kavimlerini kuşatan azabtan kurtuldular. Yüce Allah, bu konuyu ise şöyle haber vermektedir:
"Salih de o zaman onlardan yüz çevirdi ve: 'Ey kavmim! Andolsun ki, ben, size, Rabbamin elçiliğini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Fakat siz, bu öğütleri sevmiyorsunuz' dedi.[26]
Âlûsfnin kaydettiğine göre; Hz. Salih (a.s) ile birlikte azabtan kurtulan müminlerin sayısı, 120 kişi idi. Helak olanlar ise çok sayıda olup (yaklaşık) 5.000 ev halkıdır.[27]
En meşhur olan görüşe göre; Hz. Salih (a.s), kavminin helak edilmesinden sonra Filistin topraklarındaki Remle civarlarına gelip ölünceye kadar orada yaşamıştır.[28]
[1] Hz. Salih (a.s)'m İsmi, Kur'ân-ı Kerîrn'in 9 yerinde geçmektedir, İsminin g sureler şunlardır: A'râf: 7/73, 75, 77; Hûd: 11/61, 62, 66, 89; Şuarâ: 26/142; Neml: 27/45 (c)
[2] Ibn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 1/120 (ç)
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 546-547.
[3] Hicr: 15/80-81
[4] Mesüdî, Murûcu'z-Zeheb, 1/200 <ç)
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 547.
[5] Arâf:7/74
[6] Buharı, Salat 53, Enbiyâ 17. Tefsirii Sure-i Hicr 2; Müslim, Zühd 38, 39;Müsned: 2/9, 58
[7] Gâfır (Mü'min): 40/30-31
[8] Neccar Kasasu'l-Enbiyâ, s. 59
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 547-549.
[9] B.k.z: A'Tâf: 7/73-74; HM: 11/61; Şııarâ: 26/152 (ç)
[10] A'râf:7/74
[11] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 549-550.
[12] Şuarâ: 26/155
[13] Fahreddîn er-Râzî, Tefsîri Kebîr, 10/487 Ank.
[14] A'râf:7/73
[15] İbn Kesîr; El-Bidâye ve;n-Nihâye, 1/134
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 550-552.
[16] Şuarâ: 26/126 (Benzeri ayetler için b.k.z: A'râf: 7/73; Hûd: 11/64) (ç)
[17] A'raf: 7/77-78
[18] Şems: 91/11-15
[19] Neml: 27/48
[20] Hûd.:11/65
[21] İbn Kesir, El-Bidâye ve'n-Nihâye, 1/136
[22] Şems: 91/14-15
[23] Fussilet: 41/17 !46
[24] Kamer: 54/31
[25] A'râf: 7/77-78
[26] A'râf: 7/79
[27] Alüsi Ruhu'l-Meani, 8/167-168[28] îbn Kesîr, El-Bidâye veNihâye, 1/135
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 552-556. Alıntıdır.
[2] Ibn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 1/120 (ç)
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 546-547.
[3] Hicr: 15/80-81
[4] Mesüdî, Murûcu'z-Zeheb, 1/200 <ç)
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 547.
[5] Arâf:7/74
[6] Buharı, Salat 53, Enbiyâ 17. Tefsirii Sure-i Hicr 2; Müslim, Zühd 38, 39;Müsned: 2/9, 58
[7] Gâfır (Mü'min): 40/30-31
[8] Neccar Kasasu'l-Enbiyâ, s. 59
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 547-549.
[9] B.k.z: A'Tâf: 7/73-74; HM: 11/61; Şııarâ: 26/152 (ç)
[10] A'râf:7/74
[11] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 549-550.
[12] Şuarâ: 26/155
[13] Fahreddîn er-Râzî, Tefsîri Kebîr, 10/487 Ank.
[14] A'râf:7/73
[15] İbn Kesîr; El-Bidâye ve;n-Nihâye, 1/134
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 550-552.
[16] Şuarâ: 26/126 (Benzeri ayetler için b.k.z: A'râf: 7/73; Hûd: 11/64) (ç)
[17] A'raf: 7/77-78
[18] Şems: 91/11-15
[19] Neml: 27/48
[20] Hûd.:11/65
[21] İbn Kesir, El-Bidâye ve'n-Nihâye, 1/136
[22] Şems: 91/14-15
[23] Fussilet: 41/17 !46
[24] Kamer: 54/31
[25] A'râf: 7/77-78
[26] A'râf: 7/79
[27] Alüsi Ruhu'l-Meani, 8/167-168[28] îbn Kesîr, El-Bidâye veNihâye, 1/135
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 552-556. Alıntıdır.
(Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî)