05 Şubat 2013

Teşekkürler sevgilim...

 

Teşekkürler Sevgilim.....

Beni deli bir sevdaya sürükledin. Uzun zamandır hasret kaldığım duygular denizinde yüzüyorum şimdi.Geçmişin karanlığından adı batasıca acılardan,hiçlik duygusundan ve yalnızlığın hüznünden kurtardın.Dünyayı yeniden yaşanır kıldın,hayatıma yeni heyecanlar,yeni umutlar ekledin,Hayal etmenin ne kadar güzel olduğunu öğrettin.
Teşekkürler sevgilim...
Dünyada herkesin bir eşi, bir ruh eşi var biliyorum. Kimisi hiç bulamadan göçüp gider hayattan. Kimisi şanslıdır,bulur ve mutlu yaşar.Ben de o şanslılardanım işte.Çünkü buldum seni.Çıkmasaydın karşıma,hayat boyu sürecek bir arayışın içinde olacaktım.Her karşıma çıkana “İşte bu o” diye sarılıp yanılacaktım. Mutsuzluk mutsuzluğu kovalayacak, umutsuzluk hayatımın her yanını saracak ve ben senin yokluğuna alışacaktım. Ama varsın, iyi ki varsın.
Teşekkürler sevgilim ...
Hayatıma ilk kez birine güvenmenin ne demek olduğunu anlıyorum. İlk kez hiçbir kaygı duymadan yaşıyorum aşkı. İhanetlerin, yalanların yer almadığı bir sevda bizimkisi. Oysa karşımdakilere her an bir şey yapacakmış gibi bakardım daha önce.Yaptılar da…Hoyratça harcadılar duygularımı. Güzele dair ne varsa yok ettiler.Çaresiz,güvenmeden.Yüreğimi korumak için öğrenmek zorundaydım. Her sevdanın derin bir yara açtığı yüreğimin bir başka darbeye daha dayanacak gücü kalmamıştı çünkü. Ve sen sildin bütün bu kötü anıları. Sevdan, insan sevgisini yeniden aşıladı içime.
Teşekkürler sevgilim...
Aşkımızı güzelleştirmek için çabalıyorsun, bu bana onur veriyor. Bir aşk için çaba göstermeli.Bunun en iyi kanıtısın sen.Beyninle,yüreğinle seviyorsun beni. Benliğini adadın aşkımıza. Bil ki ben de öyleyim. Biliyor musun, sensiz geçen anları da seviyorum. Çünkü sana kavuşma anım daha da yaklaşıyor.Sadece bu heyecan için bile binlerce kez teşekkür etmeliyim sana.
Teşekkürler sevgilim...
Zamanı birlikte ve en iyi şekilde tüketiyoruz. Bu kez zaman bizim lehimize işliyor .Her anımız unutulmayacak tatlar bırakıyor.Birlikteyken huzurun,sonsuz mutluluğun ne demek olduğunu anlıyoruz.Öyleyse şükredelim mi tanrıya sevgilim? Sarılalım mı birbirimize hiç ayrılmamak üzere? Ve dua edelim mi herkese ruh eşlerini bulsunlar diye?
Haydi öyleyse...

Çok uzaklardayım senden.

Uzaklardayım Senden...
Çok uzaklardayım senden.
Bir mavinin ızdıraplarımı kaldırabileceğini düşündüğüm bir şehirdeyim.
Oysa bir umuttu hep.
Oysa şehrin ilk simidini birlikte yemek isteme heyecanımız
ve ilk güneşin doğuşunu seyredeceğimiz hayali.
Çınarın altında şehrin en erken çayını içme
ve şehrin o muhteşem havasında caddelerini adımlayacağımızın hayali.
İste Zühre bu da bir hayal.
İşte kaldırımlarda ki yorgun ayak izlerim.
Hepsi hayal.
Bazen soruyorlar yalan diyorum.
İçime kılıçlar kadar keskin bir yara bırakıyor sana yalan demek.
Seni hayal etmenin fedakarlığına bile katlanamıyorum artık.
Sana ilk isyanım şuursuzca.
İlk isyan.
İlk kez kırılganım
ve ilk kez inadım.
Sorgulanmadan kabul edilen çağrışımlarının inadı.
Çökmüş,
yıpranmış,
terk edilmiş bir şehir.
Ben artık yokum.
Bir elmayı ikiye böldüğüm
ve kandillerine ışıksız iz bıraktığım.
Yoksun.
Merhametin bir ayağı aşınmış köprüler üstünden hüznümle ırmağın mikrakına tutunur
ve bir ayağı çığır açar merhamete hüsran ile.
Kaçıncı merhametsizliğin bilmem ki.
İşte yoksun.
Bazen varolduğunu düşünerek hissiyatına sığınıyorum
ve bazen yokluğuna bir zelzele telaşesi ile sarılıyorum.
Seninle ilgili o an kalbimin kaldırabileceği ne varsa serpiliyor önüme.
Bir an karanlıklar aşıyorsun ve kapkaranlık,
zifiri karanlıklarda zemherileşen soğuk bir yüzle karşılaşıyorsun bir anda.
Artık öyle yalansın ki,
bitiyorsun.
Bir yıldız sağanağı ve bir yanım veda.
Bir ateşin içinden gülümseyebiliyorum sana. Kaynakwh:
Çünkü sende öğrendiğim aşk bende bir sadakat.
Tanıdığım bir şey bu.
Bulutlar ulvi bir el tarafından ağlayabiliyorsa beni de ağlat demeliyim.
Her an birden bire bir sadakat ile gelecekmişsin gibi.
Yüzümde ki hazana bak.
Sonbaharın son gününde doğmuşum gibi.
Neden yoksun?
Neden parmaklarınla kavisler çizmiyorsun artık?
Saçların nerede?
Bilmiyor musun artık bütün eşyalar benimle alay eder oldu.
Bütün sevdiklerimi başucumda görme isteğim bile suç.
Yoksun ve perdeleri siyaha soyunan bir gün ile karşılıyorum yok oluşunu.
Şehrin ilk simidini ben yedim.
Bütün karlar suskunluğumun ve sensizliğimin üzerine beyaz yalnızlıklar örtüyor.
İlk çayını ben içtim bu şehrin.
Sen yoksun...
Yitik bir şehrin korkularını emziren bütün gecelerini
buğulu bir camdan seyrediyorum.
Sonun nerede olduğunu bilmeden
ve zahir bir hayata feryatlar bırakarak
aşikar cümlelerle sinsi ızdırapların ardına adını kazıyorum.
Bu yüzden anımsadığım zühre
ve bu yüzden adına zahir cümleler bırakmam.
Bir adın kaldı dayanabildiğim hüzünlerden.
Kimi zaman "gidenler unutmaz geride kalanları"
beni avutan.
Kimi zaman "evet son kez git ve bir daha dönme"
kalbimi yıkan.
Dokunduğun yürek aynı.
Mağrur bakışlarınla izliyorsun bu şehri.
Yüreğinde yas diye tasvir ettiğin
ayrılıkların bir gün nefesini senden alacağını hiç düşünmedin.
Adımlarını ne de çabuk sıklaştırdın gitmek için
ve neden acele ettin haykırışlarını çığlıklarına adamak için.
Gözlerim kan dolu izliyorum seni.
Bir yerlerde hala varsın biliyorum
Sen yoksan bu şehri ölümler kuşatır
ve bazen bekleyenler değişir adını haykırmak için.
Sonra adın mor mürekkeplerle kazınır vaktin darağacına.
Ama her şeyden önce yalnızızdır bilirsin.
Gitsen de yalnızız ve kalsan da yalnızız.
Bu şehir özlediğim bir çift göz için ayakta sanki.
Sanki müptelası olduğum puslu bir gökyüzünde melek saçların.
Sanki bir uçurum düşüyor avuçlarımdan. Kaç bahar oldu söyler misin?
Bir sığınma duygusu ile sana topladığım güller gideli kaç bahar oldu?
"Ebediyen ölmeyecek ruhumun bir şehri var sende

ÖMRÜMÜ ÖMRÜNE KATARIM

Aşık yanım Kalp ağrım 
Sancıyan yarım Gizli yaram 
Sana dair kimbilir kaçıncı sayıklayışım 
Kaçıncı iç çekişim Ve kaçıncı kaçıklığım 
Avuçlarıma hapsolmuş harflerimi kaçıncı sıkışım 
Gözyaşlarımın değdiği kaçıncı üç noktalı cümlelerimin acıyışı 
Sayfamın tenine değen kalemimin kaçıncı kırılışı 
Ellerimin arasında can bulan şakaklarımın kaçıncı atışı 
Ve kaçıncı ağrışı düşlerimin 
Akla ziyan hallerimin kaçıncı halsiz kalışı 
Bir bilsen sevgili Ah bir bilsen Sahi? 
Seni bu denli özlerken, dindirebilir misin acılarımı? 
Sarabilir misin kanayan yaramı?  
Aklıma SEN düşünce 
Dilimde ıslanan sana dair biriktirdiklerim susar olur 
Seni anlatamayan harflerim utanır karşında 
Katleder gözyaşım seni yazamayan mürekkebi 
Anlatamadığım, yaşayamadığım otuzuncu harfim Sahi? 
Damarlarımda dolaşan sen, akabilir misin mürekkebe karışıp 
Sen kokan sayfadan, silebilir misin suretini  
Yüreğime SEN değince Telaşlarım çocukluğuma karışır 
Bir serçe ürkekliğiyle ürperirim 
Titreyen dudaklarım parmaklarımda asılı kalır 
Üşür avuçlarım, yalnızlığımın elini tutar Sahi? 
Çırılçıplak sana gelsem, giyinebilir misin beni? 
Isıtabilir misin üşüyen hayallerimi? 
Düşüme SEN düşünce 
Gözlerinde tutuklu kalır yüreğim 
İçinde "sen" olmayan düşümü düşürürüm düşümden 
Prangaya vurulmuş ayaklarımı sürüklerim peşinden 
Ömrümü ömrüne katarım her bir adımda Sahi? 
Yüreğime vurduğun kelepçeyi çözebilir misin? 
Sensizliğin esaret olduğunu bile bile salıverir misin beni?  
Dert yanışım Dağılışım Savruluşum 
Ve biraz da aldanışım Adına "aşk" dedim Aşk'a geldim sevgili 
Yani sana Sana susamış beni, serdim ayaklarına Hadi, Sarılsana...! 
Bir bilsen Ne denli sevildiğini ve özlendiğini ah bir bilsen Sevgili Sahi? 
Sen de sevmiştin beni değil mi? 

GÖNÜL İNİLTİSİ


Alıp başını gittin

hüzün veren hazan yellerince bir hasret ateşi düştü ki yüreğime külden ateş, ateşten alev, alevden kor oldu tutuştu yandı gönül ağacım yaprağıma acılar üşüştü kırıldı dudağımdaki mor nenekşe ardından kuşları ürkütülmüş bir dal gibi kaldım acılarıma tipi, saçlarıma kar düştü yüreğime efkar, feryadıma zar düştü yapraklarıma sarı sonbahar düştü ırmak olup çağladım
rüzgar olup estim çığlık çığlığa duydu herkes feryadımı bir sen duymadın bir sen duymadın Leylim 
gidişin kalbime düşmüş güz yaprağıydı gidişin kar üstünde bir damla gözyaşı gidişin tuz bastırılmış ayrılık acısı gidişin dinmeyen gönül iniltisi gidişin Nijmegen sokaklarında hüzün sisi gittin, ardından suların sesi, rüzgarın nefesi
baharın neşesi, yaşama hevesi de gitti kimselere anlatamadım içimdeki uçurumu kimseler dinlemedi beni, kimse anlamadı gittin, baharı, yazı, kışı unuttum
yaşamayı unuttum bir sen kaldın unutmadığım bir sarı sabır bir de kanayan, kapanmayan bu yara yüreğimde yoksun işte; kahretsin
ellerin yok, gözlerin yok, gülüşün yok, üşüyorum.

Bil ki, aşkını dağlayıp yüreğime kazımışım adını aldığım nefesime yazmışım Ve şimdi ben Ve şimdi ben baharımda karakışta kalmışım son çaremdir diye sığınıp anılara avunsamda;
dinmiyor bu gönül iniltisi leylim;


NURI CAN

INAN BATMIŞ ŞEHİRLER GİBİ ONARILMZ ANILAR


INAN BATMIŞ ŞEHİRLER GİBİ ONARILMAZ ANILAR

Biri beyaz biri kara iki kedi..
birbirlerinin omzuna kollarını dolamışçasına birbirlerine şefkatle sarılarak,birbirlerine dayanarak yola çıkmışlar.

Gölgeler akşamüstünü söylüyor.Yorgun bir günün sonunda eve dönüyorlarmış gibi.Yüzlerini görmüyoruz ama eminim mırıl mırıl  konuşuyorlardır. 

Belli sınanmış, denenmiş bir dostluk bu,uzun yolları da göze alabilen bir dostlukYa biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk, arkadaşlık, sevgililik fırsatlarını ne yapıyoruz?

Akşam üstünün bir saatinde yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşabileceğimiz,omzumuza dolanan bir kolun, başımızı yaslayabileceğimiz bir omzun,belimizi kavrayan bir elin, uzun yollara dayanıklı ayakların sahibi karşımıza çıktığında tanıyabiliyor muyuz onu,değerini biliyor, biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz? ...

Yoksa hayatı sonsuz, fırsatları sayısız sanıp
kendimizi hep ilerde bir gün karşılaşacağımızı sandığımız bir başkasına,
bir yenisine ertelerken hayat yanımızdan geçip gidiyor mu? karşımıza erken çıkmış insanları yolumuzun dışına sürüklerken bir gün geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz?

Hayat her zaman cömert davranmaz bize, tersine çoğu kez zalimdir,her zaman aynı fırsatları sunmaz, toyluk zamanlarını ödetir. 

Hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların, eskitmeden yıprattığımız dostluklarınsavurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla yapayalnız kalırız bir gün...

Bir akşamüstü yanımızda kimse olmaz,ya da olanlar olması gerekenler değildir.

Yıldızların bizim için parladığını göremeyen gözlerimiz,
gün gelir kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir...

Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir
kendi hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak.

Bazılarının gelecekte sandıkları 'bir gün' geçmişte kalmıştır oysa;hani şu karşıdan karşıya geçerken, trafik ışıklarında rastladığınız,omzunun üzerinden şöyle bir baktığınız sonra da boşverip

'Nasıl olsa ilerde bir gün tekrar karşıma çıkar.' dediğinizdir.
Oysa tam da o gün bu zalim şehri terk etmiştir 
O,boş yere bu sokaklarda aranırsınız...

KUR'AN-I KERİM'DEN ÖĞÜTLER

KUR'AN-I KERİM'DEN ÖĞÜTLER
Merhametlilerin en merhametlisi olan Rabb'imiz Tebâreke ve Teâlâ Hazretleri Kur'an-ı kerim'in bir çok Âyet-i kerime'lerinde ahiret gününün çetin azabından kullarını korumak ve sakındırmak için öğütlerde ve uyarılarda bulunmaktadır.
Rabb'lerinin huzuruna çıkarılıp yaptıklarının hesabını verecekleri günün uzak olmadığı söylenerek insanlar uyarılmaktadır:
"İnsanların hesap görme zamanı yaklaştı, fakat onlar hâlâ gaflet içindedirler." (Enbiyâ: 1)
Gaflet; hatırlanması gereken şeyin insanın aklından çıkması, onu hatırlamaması demektir. Yapması gereken şeyi ihmal ederek yapmayan kimseye gafil denir.
Nefsin arzularına, şeytanın adımlarına uymuş, zevk ve safaya, oyun ve eğlenceye dalmış, gerçek hayatın bu dünya hayatı olduğunu zannetmiş, böylece ömrünü tüketiyor, gerçek hayatın ölümden sonra başlayacağını bilmiyor, ahiret tedarikinin çaresine bakmıyor.
Allah-u Teâlâ o gün için hazırlık yapılmasını emreder ve şöyle buyurur:
"Allah katından geri çevrilmesi mümkün olmayan bir gün gelmezden önce, Rabb'inizin davetine icabet edin. O gün hiçbiriniz sığınacak yer bulamaz, inkâr da edemezsiniz."(Şûrâ: 47)
O günde Allah-u Teâlâ'nın himayesinden başka sığınacak bir yer yoktur. Müstehak olanlardan hiç kimsenin azabı kaldırmaya gücü yetmeyecektir.
Allah-u Teâlâ kullarına öğüt vererek dünya hayatının gün gelip sona ereceğini, daha sonra ahiret hayatının başlayacağını, kendisine dönüleceğini, insanların hesaptan geçirileceklerini hatırlatmakta ve azabından sakındırmaktadır:
"Öyle bir günden korkun ki, o günde hepiniz Allah'a döndürülürsünüz. Sonra herkese kazandıkları noksansız verilir ve hiç kimse haksızlığa uğratılmaz." (Bakara: 281)
"Öyle bir günden korkun ki, o günde kimse kimseden yana bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez." (Bakara: 123)
Allah-u Teâlâ'nın azabını onlardan hiç kimse uzaklaştıramaz ve ilâhi azaba karşı kimse onları kurtaramaz. Ne zorla kurtarılabilir ne de kolaylıkla.
"O gün kimseye şefaat fayda vermez, onlar hiç kimseden yardım da göremezler." (Bakara: 123)
Aracılar yok olmuş, kişi yaptıkları ile başbaşa kalmış. Herkes kendisini kurtarmaya çalışıyor. O gün toplulukların birbirleriyle yardımlaşmaları, birbirlerini desteklemeleri de kaldırılmıştır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Kimsenin kimseye bir şey ödeyemeyeceği, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korkun!" (Bakara: 48)
"Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenemez." (Fatır: 18) (Bakınız, Necm: 41)
O gün iman ve amel-i salih sahibi olmayana hiçbir şefaat kâr etmez.
"O gün ki ne mallar fayda verir ne de oğullar.. Meğer ki Allah'a tamamen salim ve temiz bir kalp ile gelenler ola." (Şuarâ: 88-89)
Demek oluyor ki o gün insanın başına gelecek felaketlerden korunmak mümkündür, fakat geldikten sonra ahirette değil, gelmeden önce dünyadayken korunmak mümkündür.
Allah-u Teâlâ'nın müminlerle kâfirlerin arasında hükmünü vereceği o çok zor günde herkes kendi nefsini düşünür, kendi derdiyle uğraşır, meşgalesi başından aşar, kendisine bir zarar dokunmasın diye, tanıdığı bir kimseyi görmekten sıkıldığı kadar hiçbir şeyden sıkılmaz. Çünkü yaptığı bir haksızlık sebebiyle kendi evlât ve ıyalinin bile peşine düşeceklerinden kaçınır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Kişi o gün kardeşinden, anasından, babasından, karısından ve oğullarından kaçar.
O gün, herkesin kendine yeter derdi vardır." (Abese: 34-35-36-37)
"Kıyamet gününde yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda vermezler.
O gün Allah onlarla aranızı ayırır.
Allah yaptıklarınızı görmektedir." (Mümtehine: 3)
"Suçlu kişi o günün azabından kurtulmak için;
Oğullarını,
Karısını,
Kardeşini,
Kendisini barındırmış olan sülâlesini,
Yeryüzünde bulunan herkesi feda etmek ve böylece kendisini kurtarmak ister.
Fakat ne mümkün!" (Mearic: 11-12-13-14-15)
Zira her şey zamanında olacaktı. Zamanı geçtikten sonra kurtuluş çaresi aramanın hiç faydası yoktur.
İlâhi davete icabet edenlerle etmeyenlerin, inananlarla inanmayanların, aklını kullananlarla akıllı geçinenlerin âkıbetlerini beyan etmek üzere Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Rabb'lerinin davetine uyanlara en güzel karşılık vardır.
O'nun davetine uymayanlara gelince, eğer yeryüzünde bulunan her şey ve bir o kadarı daha onların olsa, azaptan kurtulmak için hepsini feda ederlerdi." (Ra'd: 18)
Allah'ım iyiler zümresine ilhak ettiğin kullarından eyle. Sonumuzu ve âkıbetimizi hayırlı eyle. Bizi bize bırakma, lütuf ve rızândan ayırma, kötülerden koru. İmanla çektiğin, lütfun ile aldığın kullarından eyle. Sevdiklerinle haşr-u cem eyle.

KIYAMETİN DİĞER SAFHALARI

KIYAMETİN DİĞER SAFHALARI
"Sonra bir daha üflenince, hemen ayağa kalkıp bakışır dururlar." 
(Zümer: 68)
Öğüt:
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Kim kıyamet gününü gözleriyle bakıp görmek istiyorsa; Tekvir, İnfitar ve İnşikak surelerini okusun." buyurmuşlardır. (Tirmizî. Tefsir: 18)
Çünkü bu ve benzeri Âyet-i kerime'ler kıyametin akılları baştan alacak hallerini ve orada meydana gelecek olan sıkıntıları veciz bir şekilde açıklamaktadır.
Birinci sur ile kıyametin kopmasından, Hayy ve Kayyum olan Allah-u Teâlâ'nın tek kalmasından sonra, vakti zamanı gelince; Allah-u Teâlâ İsrâfil Aleyhisselâm'ı tekrar diriltecek ve ikinci defa Sur'a üfürmesini emir buyuracaktır. "Nefha-i kıyam" da denilen bu üfürme ile evvelce ölenlerin tamamı bir anda yeniden dirilerek kabirlerinden kalkacaklar ve hesaplarını vermek üzere ilâhi huzura sevkolunacaklardır. Buna "Ba's-ü ba'del-mevt" yani "Öldükten sonra tekrar dirilme" denir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Sonra bir daha üflenince, hemen ayağa kalkıp bakışır dururlar." (Zümer: 68)
"Allah'ın onu yeniden döndürmeye elbette gücü yeter." (Târık: 8)
Ruhlar hazırlanmış bulunan bedenlerine yerleşirler, ölüler hayat bulur, kabirlerinden çıkarak mahşere sevkedilirler.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Şüphesiz ki hayat veren de, ölümü veren de biziz.
Dönüş de ancak bizedir." (Kaff: 43)
Herkesin hesabının görüleceği, cezalarının tertip olunacağı yer O'nun huzurudur. Mahkeme-i kübra O'nun huzurunda kurulacaktır.
Ku'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif'lerde haber verilen Birinci Sur'dan sonraki "Ahiret Hayatının Safhaları" şöyledir:

İkinci Sur ve Kabirlerden Kalkış:
Her şeyi sarsıp titreten ilk üfürmeyi ikinci üfürme takip eder.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O gün o sarsıntı sarsar, peşinden bir diğeri gelir." (Nâziat: 6-7)
Bu üfürme, diriliş ve kabirlerden kalkış üfürmesidir.
Allah-u Teâlâ'ya göre insanları ilk olarak yaratmakla ölümünden sonra tekrar diriltmek arasında hiç fark yoktur. Dileyince var eder, dileyince yok eder.
"Önce yaratan, ölümünden sonra dirilten O'dur. Bu O'nun için pek kolaydır. Göklerde ve yerde bulunan en yüce sıfatlar O'nundur. O Aziz'dir, hükmünde hikmet sahibidir."(Rûm: 27)
Bu üfürme ile yaratılışın başından sonuna kadar gelip geçen herkes hayata döndürülür. Kabirlerde bulunanların hepsi, haşrolunacakları yere doğru koşarlar. O gün toplanma ve sevk günüdür.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O gün yer yarılır, insanlar kabirlerinden süratle çıkarlar. Onları böylece toplamak bizim için pek kolaydır." (Kaff: 44)
İnanmayanların düşündükleri gibi, insanları ölümlerinden sonra diriltmek, kabirlerinden kaldırmak, mahşerde toplamak, herkesin hesabını sormak, ceza veya mükâfatlarını vermek O'nun kudreti karşısında zor bir şey değildir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Gökleri ve yeri hak ile yaratan O'dur. 'Ol!' dediği gün her şey oluverir. O'nun sözü haktır.
Sûr'a üflendiği gün de hükümranlık O'nundur.
O gizliyi de açığı da bilendir, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır." (En'âm: 73)
O gün perdeler kalkar. Dünyada kendilerini saltanat sahibi imiş gibi görenlerin hepsi de, gerçekte hiçbir otoritelerinin olmadığını ve hakimiyetin yalnızca O'na ait olduğunu apaçık görürler.
Fâil-i mutlak'ın yüce iradesine gönülden teslim olanlar ise o günü fiilen müşahede ederler. İnandıkları gerçeğin ayan-beyan tecelli etmesiyle mutmain olurlar.
"Sûr'a da üfürülmüş, böylece biz onların hepsini bütünüyle bir araya getirmişizdir." (Kehf: 99)
O günün şiddeti kâfirler ve münafıklar için olacaktır. Dünyadaki serkeşliklerinin ve azgınlıklarının cezasını fazlasıyla görecekler, çok büyük zorluklarla karşılaşacaklardır.
Yüzleri kararacak, gözleri göğerecek, herkesin gözü önünde rezil ve rüsvay olacaklar, kendi dertleriyle başbaşa kalacaklar, başkalarının hallerini sormaya mecalleri bulunmayacaktır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Sûr'a üfürüldüğü vakit, işte o gün çetin bir gündür. Hele kâfirler için hiç de kolay olmayan zorlu bir gündür." (Müddessir: 8-9-10)
Kur'an-ı kerim'de Kıyamet hadisesinden söz edilirken üfürülecek âlete on kadar yerde "Sûr" adı verilmekte, burada ise bu alete "Nâkur" denilmektedir. Çok korkunç bir ses çıkardığı için ona"Nâkur" adı verilmiştir.
O günün şiddetinden; mihnet ve meşakkatinden kalpleri korkuyla dolar. Geçmiş günleri, kaçırılan fırsatları, değerlendirilemeyen imkânları hatırladıkça içten içe kavrulurlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"O gün Sûr'a üflenir ve biz o gün suçluları gözleri dehşetten göğermiş olarak toplarız." (Tâhâ: 102)
Herkes kendi ameli ve niyetiyle başbaşa kalır, getirdiği yükün derdine düşer, birbirlerine karşı acıma ve şefkat duymazlar, akrabalık ve hısımlık bağları kopar, birbirlerinin durumlarını soramazlar.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Sûr'a üfürüldüğünde o günün dehşetinden aralarında ne nesep bağı kalır ne de birbirlerine bir şey sorabilirler." (Mü'minun: 101)
Ceza gününe iman etmeyenler, o gün zuhur ediverince, dünyada işitip de inanmadıkları şeylerin doğruluğunu gördükleri zaman haşyet ve hasretle haykırırlar ve şöyle derler:
"Eyvah bize! İşte bu hesap günüdür.!" (Saffât: 20)
Onlar böyle bir şaşkınlık içinde iken, hiç beklemedikleri bir ihtar ve azarlama ile karşılaşırlar:
"İşte bu, yalanlayıp durduğunuz hüküm günüdür." (Saffât: 21)
Kâfirler için bu kadar zor ve zahmetli olan o gün, şüphesiz ki müminler için o nispette kolay olacaktır.

Mahşer:
Haşr meydanı olan mahşer yeri beyaz, dümdüz, dağsız, tepesiz, girintisi ve çıkıntısı olmayan, saklanacak yeri bulunmayan nihayetsiz bir düzlüktür. Her tarafı aynıdır. İnsan ne yaparsa yapsın, nereye giderse gitsin asla kendisini saklayamaz.
Bu yer, bugünkü yeryüzü gibi olmayacaktır. Benzerlik sadece isimdedir. O yeryüzü alışılandan ve bilinenden başka bir şekildedir. Bu dünyanın yeri ve gökleri yerine ahiret yeri ve gökleri kurulacaktır.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O gün yer başka bir yerle, gökler de başka göklerle değiştirilir." (İbrahim: 48)
O yerin büyüklüğünü tasavvur etmek bile imkansızdır.

Amel Defterlerinin Dağıtılması:
Dünyada iken Kirâmen Kâtibin meleklerinin yazdıkları amel defterleri sualden önce herkese dağıtılır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Amel defterleri ortaya konulduğunda, suçluların onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün." (Kehf: 49)
Boşa geçirdikleri ömürlerine yanarlar, kaybettikleri fırsatlara hayıflanırlar.
Doğru yolu seçenlerin amel defterleri sağ ellerine verilir, yanlış yolu ve bâtılı tercih edenlerin ise sol ellerine verilir veya arkalarından verilir. Sağ taraf veya sağ el, ferahlık ve uğurun, feyiz ve bereketin; sol taraf veya sol el, sıkıntı ve uğursuzluğun sembolüdür.
Kıyamet gününde ise sağ tabiri, kurtuluş ve bahtiyarlığın; sol tabiri ise felâket ve bedbahtlığın delili sayılır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Amel defterleri sağından verilenler... Ne mutlu insanlardır amel defterleri sağından verilenler!" (Vâkıa: 8)
"Kimlerin amel defterleri sağından verilirse, işte onlar kitaplarını okurlar ve en küçük bir haksızlığa uğratılmazlar." (İsrâ: 71)

Sorgu-Sual:
Allah-u Teâlâ kulları bir bir hesaba çeker, bu hesap bir anda olup biter.
Âyet-i kerime'de:
"Allah hesabı çabuk görendir." buyuruluyor. (Mümin: 17)
O'nun bir işle meşgul olması, başka bir işle meşgul olmasını engellemez. Birinin hesaba çekilmesi, diğerinin hesabının görülmesine mâni olmaz. Herkesi aynı anda hesaba çekmek, yargılamak, O'nun için zor değildir, O seriül-hisab'dır.
Beş şey o gün herkese sorulur:
İbn-i Mes'ud -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"İnsanoğluna beş şeyden hesap sorulmadıkça ayakları Rabb'inin katından ayrılmayacaktır:
1- Ömrünü nerede ne yolda tükettiği,
2- Gençliğini nasıl geçirdiği,
3- Malını nereden kazandığı,
4- Kazancını nerede harcadığı,
5- İlmi ile amel edip etmediği." (Tirmizî: 2531)
Kıyamet gününde kulun amelinden ilk hesaba çekileceği şey namazıdır. Namaz hesabını güzel veren, diğer suallerden çabuk kurtulur.

Mizan:
İnsanlar amel defterlerinde belirtilen sevap ve günahları ölçtürmek için Mizan'a gelirler.
Mizan; amellerin tartılması, iyilerinin kötülerinin belirlenmesi için Allah-u Teâlâ'nın mahşer meydanında ortaya koyacağı terazidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Biz kıyamet günü adalet terazileri kuracağız." buyuruyor. (Enbiyâ: 47)
Diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür." (Zilzâl: 7-8)
Mahkeme-i kübrâ'da ilâhi adaletin hükmü tamamen icra edildikten sonra Hakk Celle ve Alâ Hazretleri:
"Ey günahkârlar! Bu gün şöyle ayrılın!" buyurur. (Yâsin: 59)
Kâfirler müminlerden ayrılırlar. Onların artık müminlerle bulunmaya salâhiyetleri yoktur. Her suçlu günahkar inkârcı ister istemez bu buyruğa uyar.
Diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"O gün Allah onlarla aranızı ayırır." (Mümtehine: 3)
"O gün bir fırka cennette, bir fırka da çılgın alevli cehennemdedir." (Şûrâ: 7)

Şefâat:
Bir kimsenin suçunu affettirmek, kendisinden cezayı gidermek için hakkında yapılan bir iltimas ve istirhamdan ibarettir.
Günahı sevabından çok olduğu için cehenneme girmeyi hak eden günahkar müminlere; Allah-u Teâlâ'nın izni ile peygamberler, sıddıklar, âlimler, şehitler şefaat edeceklerdir.
O kime şefaat yetkisi verirse, ancak o şefaat edebilir. Bu yetki O'na aittir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O gün Rahman'ın izin verdiği ve sözünden hoşnud olduğu kimseden başkasının şefaatı fayda vermez." (Tâhâ: 109)
"Bütün şefaat Allah'ındır." (Zümer: 44)
Allah-u Teâlâ Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i en büyük şefaat makamı olan Makam-ı Mahmud'a erdirerek onu diğer peygamberlere üstün kılmıştır.
Âyet-i kerime'sinde:
"Ümit edebilirsin ki, Rabb'in seni bir Makam-ı Mahmud'a gönderecektir." buyuruyor. (İsra: 79)
Şefaat sayesinde kıyametin sıkıntısı ve şiddeti ümmet-i Muhammed'e dokunmayacaktır.

Sırat:
Kıyametin korkunç merhalelerinden birisi de sırattan geçmektir. Mahşerin anlatılan bu bütün zorluklarından sonra insanlar sırata sevkedilirler.
Sırat; cehennem üzerine kurulmuş, herkesin geçmek mecburiyetinde olduğu bir köprü, cennete giden bir yoldur. Bir ucu hesap verme yerinde, bir ucu da cennetin kapısındadır.
Bütün insanlar sırat köprüsünden geçeceklerdir.
Âyet-i kerime'de:
"İçinizden cehenneme uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu Rabb'inin katında kesinleşmiş bir hükümdür." buyuruluyor. (Meryem: 71)
Bu uğrama yolun oradan geçmesi sebebiyledir. Cennete girecek olan oradan geçecek, cehenneme girecek olan ise oradan girecektir.
Sıratın genişliği ve uzunluğu, insanların oradan geçmeleri ve hızları, dünyada yapmış oldukları amellere göredir.

Cehennem:
İmanları ve iyi amelleri ile sevap kazanıp mükâfatı hak edenlere cennetin yolu açıldığı gibi, inkârları ve yaptıkları kötülüklerle günaha girip ceza görecek olanlara da cehennemin kapıları açılacaktır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın düşmanları o gün toplanır cehenneme sürülürler. Hepsi bir aradadırlar." (Fussilet: 19)
Sayıları tamamlanıp bir araya geldikleri zaman topluca cehenneme itileceklerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Suçluları suya götürür gibi cehenneme süreriz." buyuruyor. (Meryem: 86)
Ateşin önlerinde yanmakta olduğunu ve içine muhakkak düşeceklerini gördüklerinde, artık kaçıp kurtulacakları bir yer bulunmaz.
Cennet hizmetçileri cennetlikleri bekledikleri gibi, cehennem bekçileri de cehennemlikleri beklerler.
Cehennemlikler sevkolunup ateşe atılmak üzere hazırlandıklarında gayet hakir ve perişan bir halde, alabildiğine küçülmüş olarak, gizlice ateşe doğru bakarlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Aşağılıktan başları öne eğilmiş, göz ucuyla etrafa gizli gizli bakışırlarken sunulduklarını görürsün." (Şûrâ: 45)
Onların korktukları ve zihinlerinde tasarladıklarından çok daha büyüğü hiç şüphesiz ki başlarına gelecektir.

A'râf:
A'râf; Cennetle cehennem arasında, her iki tarafa da nâzır bir surun yüksek tepeleridir.
Burada sevapları ve günahları eşit olan, imanları ve işledikleri salih amelleri sayesinde cehenneme girmekten kurtuldukları halde, cennete de giremeyen bir topluluk bulunur.
Cennetliklere baktıklarında onlara selâm verirler, mutluluklarına imrenerek onlarla beraber olabilmeyi arzu ederler. Cehennemliklere bakarak Allah-u Teâlâ'ya sığınırlar, onlarla beraber etmemesini niyaz ederler.
Bir müddet orada kalırlar, sonra Allah-u Teâlâ onları rahmetiyle cennete koyar.
Şöyle buyurur:
"Girin cennete! Artık size hiçbir korku yoktur, sizler mahzun da olmayacaksınız." (A'râf: 49)
A'râf ismi geçtiği için A'râf sûre-i şerif'ine bu isim verilmiştir.

Cennet:
Sırat köprüsünden selâmetle geçildikten sonra müminler gruplar halinde cennete doğru sevkedilirler. İlk olarak Hazret-i Allah'ın biricik Habib-i Ekrem'i Muhammed Aleyhisselâm cennete girer.
Müminler etrafları meleklerle dolu olduğu halde, en izzetli bir halde, dolunay veya parlak yıldızlar gibi ışıklar saçarak cennete doğru yürürler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Rabb'lerine karşı gelmekten sakınanlar bölük bölük cennete götürülürler." (Zümer: 73)
Cennete yaklaştıkça oranın nefis kokusunu için için duyarlar, her nefes alıp vermede şevkleri ve ümitleri bir kat daha artar. Gözler görmedik, kulaklar işitmedik, beşer gönlünden geçmedik şeyler görürler.
"Oraya geldiklerinde cennet kapıları açılır.
Bekçiler onlara derler ki: Selâm olsun size! Hoş geldiniz! Ebedî olarak içinde kalmak üzere buraya girin!" (Zümer: 73)
"Müjde! Bugün altlarından ırmaklar akan ve içinde ebediyen kalacağınız cennetler sizindir. İşte büyük kurtuluş budur." (Hadîd: 12)
"Girin cennete! Siz ve eşleriniz ağırlanıp sevindirileceksiniz!" (Zuhruf: 70)
Henüz perdeler açılmadan gözünü açmış, Rahman olan Allah'a tam bir iman ile gönülden yönelmiş, rahmetinin zevki, azabının dehşeti ile saygısını duymuş olan müminler taraf-ı ilâhîden taltif olunurlar:
"İşte bu cennet; Allah'a yönelen, O'nun buyruklarına riâyet eden, görmediği halde Rahman'dan korkan, Allah'a yönelmiş bir kalp ile gelen sizlere, hepinize vaad olunan yerdir. Oraya esenlikle girin!" (Kaff: 32-33-34)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Birbirine tutunacaklar, bazısı bazısının elinden tutacak." (Müslim: 219)

BİRİNCİ SUR ve DÜNYANIN SONU

BİRİNCİ SUR ve DÜNYANIN SONU
"Şüphesiz ki Melek İsrafil, Sur'u bir lokma gibi ağzına yerleştirmiş,
yay gibi tutup onu üflemek için emir beklemektedir." (Müslim)

Sur ve Mahiyeti:
Sur; boynuza benzer üfleme âleti mânâsına gelmekte olup, yerle gökler genişliğinde nurdan bir borudur.
"Sur nedir?" diye soran bir Arâbî'ye Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"İçine üfürülen bir boynuzdur." buyurmuşlardır. (Tirmizî: 2547)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise, daha iyi anlaşılabilmesi için bazı benzetmelerde bulunarak şöyle buyurmuşlardır:
"Şüphesiz ki Melek İsrafil, Sur'u bir lokma gibi ağzına yerleştirmiş, yay gibi tutup onu üflemek için emir beklemektedir." (Müslim)
Şüphe yok ki, sonradan yaratılan her şeyin bir sonu bir ölümü vardır, her şey er veya geç zeval bulacaktır. Dünyanın da bir ölümü vardır. Allah-u Teâlâ dünyanın ömrünü sona erdirmeyi murad ettiğinde, İsrafil Aleyhisselâm'a Sur'a üfürmesini emreder.
Onun Sur'a üfürmesi ile kıyamet kopar.
Sur'a ikinci defa üfürünce de, ruhlar cesetlerine dönerek diriliş meydana gelir.
"Ruhlar bedenlerde birleştirildiği zaman." (Tekvir: 7)
Allah-u Teâlâ bu üfürmeyi ruhların tekrar cisimlerine dönüp yerleşmesine bir sebep yapacaktır.

Sur'a Üfürülüş:
Ruhlar âleminden yeryüzüne inecek insan ruhu kalmadığı zaman dünya hayatı sona erer ve Allah-u Teâlâ'nın emriyle İsrafil Aleyhisselâm ilk üfürmeyi yapar. Bu üfürme göklerde ve yerdeki canlıların öleceği, meleklerin de cinlerin de insanların da hayattan mahrum kalacağı üfürmedir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Sur'a üflenince, Allah'ın diledikleri bir yana, göklerde olanlar yerde olanlar hepsi düşüp ölmüş olacaktır." (Zümer: 68)
Allah-u Teâlâ'nın istisna ettiği dört büyük melekten başka herkes öldükten sonra; Allah-u Teâlâ Azrail Aleyhisselâm'a Mikâil Aleyhisselâm'ın, İsrafil Aleyhisselâm'ın ve Cebrail Aleyhisselâm'ın canlarını almalarını emreder. Daha sonra Azrail Aleyhisselâm'a da emir gelir, o da ölür.
Böylece Hayy ve Kayyum olan Allah tek kalır.
"Yeryüzünde bulunan her şey fena bulacak, ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabb'inin veçhi (zâtı) bâki kalacak." (Rahman: 26-27)
Kıyametin kopması için bir zamana ihtiyaç yoktur. Bir göz kırpması ile her şey olur biter. Onun gelişi ne belli bir uzaklıktan görülebilir, ne de ona karşı insan kendisini koruyabilir. Gelişine karşı hazırlık yapmak da mümkün değildir.
"Kıyamet saatinin kopuşu bir göz kırpması kadar yahut daha yakın bir zamanda olur. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir." (Nahl: 77)
Bu yakınlığın ölçüsü, bilinen beşeri ölçü değildir. Ansızın pek korkunç bir gürültü ortalığı kaplar. O anda göklerde ve yerde bulunanlardan, korkup ürpermeyen hiç kimse kalmaz.
"Sur'a üfürüldüğü gün, Allah'ın dilediklerinden başka göklerde ve yerde bulunanlar korku içinde kalırlar.
Hepsi boyun bükerek O'na gelirler." (Neml: 87)
İnsanlar o günde pek kıymetli gördükleri mallarını, servetlerini bile terkederek kendi başlarının telaşına kapılacaklardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Doğurması yaklaşmış develer başıboş bırakıldığı zaman." (Tekvir: 4)
Develer o devirde Arapların en kıymetli varlıklarıydı. Onun için develere çok iyi bakarlardı. Develerine ilgisiz kalmak zorunda olmaları demek o gün çok büyük bir âfetle karşı karşıya kalmaları demektir. Öyle ki en kıymetli varlıklarıyla bile ilgilenmeyecekler, kıyılmaz mallarını bile terkedeceklerdir. Başlarına gelen felaket, en çok sevdikleri şeyleri görmemezlikten gelmeye götürecek onları.
Gerek kıyametin kopuş anı, gerekse kabirlerden kaldırılıp mahşere sevk edilme günü en korkulu merhalelerdir. Kâfirlerin kalpleri o günün dehşeti ile boğazlarına gelip dayanacaktır. Korkularının şiddetinden ötürü konuşamaz, dillerini döndüremez hale gelirler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Resul'üm! Onları o yaklaşan güne karşı uyar.
Öyle bir gün ki, yürekleri ağızlarına gelir ve kederlerinden yutkunur dururlar.
Zâlimlerin ne bir dostu, ne de sözü dinlenecek bir şefaatçısı vardır." (Mümin: 18)
Dost; arkadaşını bir zorluk ve sıkıntı içinde gördüğü zaman, ona yardımcı olmaya koşan kimse demektir. Zalimlerin ne böyle bir dostu, ne de şefaat eden bir kimsesi olmayacaktır. Çünkü şefaat etme hakkını Allah-u Teâlâ sadece salih kullarına bahşedecektir.
Kıyametin yakın olduğu haber verilirken, Âyet-i kerime'de "Yakın olan şey" mânâsına gelen "Âzife" kelimesi geçmektedir. Kâinatın ömrüne nispetle kıyametin kopması çok yakın sayılır. Çünkü gelecek olan her şey yakındır. Meydana gelmesi kesin olan şey, meydana gelmiş demektir, geleceğinde şüphe yoktur.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Onların beklediği tek bir sestir. Birbirleriyle çekişip dururken ansızın onları yakalayıverir." (Yasin: 49)
O anda onlar işlerinde güçlerinde, pazarlarında, alış-verişlerinde, oyunlarında eğlencelerinde iken, her canlı bulunduğu yerde ölür. Ne malları ne canları hakkında bir vasiyette ve tavsiyede bulunmaya fırsat bulamazlar.
"İşte o anda onlar ne bir tavsiyede bulunabilirler, ne de âilelerinin yanına dönebilirler." (Yasin: 50)
Eğer evleri ve memleketleri haricinde bulunmuş iseler, âileleriyle dünyada bir daha görüşmeye muvaffak olamazlar. Kim nerede ise orada kalır.

Sur'un Zelzelesi:
Kıyametin kopması insanın hayal bile edemeyeceği kadar şiddetli olacaktır.
Allah-u Teâlâ bütün insanlara hitap etmekte ve Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey insanlar! Rabb'inizden korkun. Çünkü kıyamet saatinin zelzelesi, şüphesiz ki çok büyük bir şeydir." (Hacc: 1)
Kıyametin numunesi zelzelelerdir. İnsanoğlu zelzeleye karşı koyacak güce sahip değildir, insan böyle bir zamanda aczini idrak eder. Zelzele hiçbir zaman "Ben geliyorum!" demez, bir anda ortalığı harabeye çevirir. Gelmesi ile gitmesi bir olur.
Zelzeleler kıyametin açık bir delilidir, bize büyük kıyameti haber vermektedir.
İnsanlar bir gün ansızın böyle tasavvurların üstünde korkunç bir âfete uğrayacaklardır.
"Yer müthiş bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman!" (Zilzal: 1)
Âyet-i kerime'si ile haber verildiği üzere, yer korkunç gürültülerle ardarda ve devamlı bir şekilde sallanır. Bir kısmı değil, yeryüzü bütün olarak sallanacaktır.
"O gün o sarsıntı sarsar." (Nâziat: 6)
Her şeyi şiddetle sarsıp titreten ilk üfürme karşısında herkes fevkalade bir korku içinde kalır.
Böyle canlı bir hadiseye o gün için yaşamakta olan insanlar, birkaç saniye de olsa şahit olacaklar. Kalpleri yerinden oynayacak, akılları başlarından gidecek, emzikli her dişi varlık dehşet ve korku içerisinde emzirdiği yavrusunu unutacak, memesini yavrusunun ağzından çekip çıkaracak.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her hamile kadın çocuğunu düşürür." (Hacc: 2)
Hiç şüphesiz ki bu hal sıkıntıların en şiddetli anıdır. En iyisini Allah-u Teâlâ'nın bildiği üzüntü ve korku onları kaplar.
"İnsanları da sarhoş bir halde görürsün! Halbuki onlar sarhoş değillerdir. Fakat Allah'ın azabı pek şiddetlidir." (Hacc: 2)
Bakıyorlar amma ne yaptıklarını bilmiyorlar. Açık açık gördükleri korkunç manzaralar karşısında gözleri hor ve hakir olmuş.
"O gün kalpler korkudan titrer. Gözler zilletle alçalır." (Nâziat: 8-9)
Öyle korkulu bir gün ki, gençleri bir anda ihtiyarlatmaya yetip artmaktadır. Yeni doğmuş çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirir.
"Eğer inkar ederseniz çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek olan o günden nasıl korunacaksınız?" (Müzzemmil: 17)
Allah-u Teâlâ'nın vahdaniyetini, Peygamber'inin risaletini tasdik etmeyenler için gerçekten de zor bir gündür.
Kıyamet kopmadan önce onu yalanlayıp inkar edenler bulunursa da, gerçekleşmeye başlayınca artık onu tasdik etmeye mecbur kalırlar. İnanmadıkları o müthiş hadiseyi ayan-beyan görünce şaşkına dönerler, artık yalanlamanın hiçbir yararı olmayacağını anlarlar.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Kıyamet koptuğu zaman, onu yalanlayacak hiç kimse olmaz." (Vâkıa: 1-2)
Allah-u Teâlâ onun gerçekleşmesini murad ettiğinde, önleyecek hiçbir engel olmadığı gibi; onun meydana gelişini yalanlayan, bugünkü yalancılar gibi bir tek yalancı bulunmaz. Azabı açık açık görecekleri için inanırlar.
Nitekim diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Artık o çetin azabımızı gördüklerinde 'Bir olan Allah'a inandık, O'na ortak koştuğumuz şeyleri de inkâr ettik!' dediler." (Mümin: 84)
"Fakat çetin azabımızı gördükleri zaman iman etmiş olmaları kendilerine bir fayda vermeyecektir.
Kulları hakkında Allah'ın cârî ola gelen âdeti budur.
İşte kâfirler o zaman hüsrana uğramışlardır." (Mümin: 85)
Allah-u Teâlâ bu hususta kullarını ikaz etmektedir:
"Allah katından geri çevrilmesi mümkün olmayan bir gün gelmezden önce, Rabb'inizin dâvetine icabet edin. O gün hiçbiriniz sığınacak yer bulamaz, inkâr da edemezsiniz."(Şûrâ: 47)
Kıyamet mutlaka vukua geleceği için "Vâkıa" denmiştir, kıyametin bir ismidir. Yani gelecek, gerçekleşmesi muhakkak olması itibarıyla bu isim verilmiştir.
Vâkıa Sûre-i şerif'inin 3. Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyuruluyor:
"O alçaltıcı, yükselticidir." (Vâkıa: 3)
Dünyada iken iman etmeyi kibirlerine yediremeyen, ilâhî buyruklara iltifat etmeyen, ölümden sonra dirilmeyi red ve inkâr eden kimseleri aşağıların aşağısına, esfel-i sâfilin'e düşürür. İsterse onlar kendilerini şerefli ve seçkin kişiler sansınlar.
Şakîleri cehennemin derekelerine atar, sait olanları da cennetlerinin yüksek derecelerine kavuşturur.

Çarpacak Olan Felâket:
Kur'an-ı kerim'de kıyametin kopma hadisesi, sergileyeceği görüntülere ve taşıyacağı özelliğe göre "Kıyamet", "Saat", "Zilzal", "Hâkka", "Sâhha", "Tâmme", "Ğâşiye"... gibi isimlerle anlatılmıştır. "Çarpacak olan felâket" mânâsına gelen "Kâria" da bu cümledendir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Çarpacak olan felâket!
Nedir o çarpacak olan felâket?
O çarpacak olan felâketin ne olduğunu bilir misin?" (Kâria: 1-2-3)
Kıyametin korkunç ve tüyler ürpertici bir şiddetle ses çıkartıp, gök gürlemesinden daha kuvvetli bir gürültü ve yıldırım hızından da daha hızlı bir şekilde ansızın kopacağı tasvir edilirken "Kâria" kelimesi kullanılmıştır. Bu kelimenin üç defa açıkça tekrarlanması, o korkutmayı desteklemek, dehşetini pekiştirmek içindir.
İnsanların başına, tarifi mümkün olmayacak kadar korkunç bir felâket inmiş olacak. O felâketin korkunçluğu hayal bile edilemez, aynel-yakîn görülmedikçe şiddet ve dehşetinin büyüklüğünü hiçbir akıl kavrayamaz.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O gün insanlar ateşe çarpıp dökülen pervaneler gibi olur." (Kâria: 4)
Dehşet içinde bocalayan insanlar o günde ne tarafa gideceklerini bilemeyip birbirine karışırlar, pervane diye bilinen küçük kelebekler gibi her biri bir tarafa gider gelirler.
Kıyametin kopması anında kulakların zarını parçalayacak kadar müthiş bir ses ortalığı çınlatacak, herkes kendi derdine düşecek.
"Çarpınca kulakları sağır eden o gürültü geldiği zaman!" (Abese: 33)
Dünya hayatının sonu işte budur.

Korkunç Gürültü:
Kıyametin kopması anında kulakların zarını parçalatacak kadar müthiş bir ses ortalığı çınlatacak, herkes kendi derdine düşecek.
"Çarpınca kulakları sağır eden o gürültü geldiği zaman!" (Abese: 33)
Dünya hayatının sonu işte budur.
Allah-u Teâlâ'nın müminlerle kâfirlerin arasında hükmünü vereceği o çok zor günde herkes kendi nefsini düşünür, kendi derdiyle uğraşır, meşgalesi başından aşar, kendisine bir zarar dokunmasın diye, tanıdığı bir kimseyi görmekten sıkıldığı kadar hiçbir şeyden sıkılmaz. Çünkü yaptığı bir haksızlık sebebiyle kendi evlât ve iyâlinin bile peşine düşeceklerinden kaçınır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde isyânkârların o gündeki hallerinin ne kadar feci olacağını haber vermektedir:
"Kişi o gün kardeşinden, anasından, babasından, karısından ve oğullarından kaçar." (Abese: 34-35-36)
Çünkü karşılaştığı dehşet ve gürültü çok büyüktür. Allah için sevenlerin dışında, kişilerin yakınlarına olan derûnî ilgileri bütünüyle kopar. Korkunç dehşet, başta nesep bağı olmak üzere bütün bağlılıkları kesip atar. Başlarına gelecek azaptan kendilerini kurtarabilmek için bütün güçleriyle sevdiklerinden kaçmaya çalışırlar, birbirini görmek istemezler. Fakat ne fayda!
En sıcak dostlar, en şefkatli yakınlar bile birbirinden nefret ederler, aralarındaki bütün bağlar kopar. Yakınlarının ne kötü durumda olduklarını gördükleri hâlde birbirlerinin hallerini soracak durumda bulunamazlar. Herkes kendi derdine düşer, başının çaresiyle başbaşa kalır. Kendilerini her şeyden alıkoyan bir şeyle meşgul olurlar.
Günahkâr ve isyankârların bütün bu meşakkatleri henüz hesap görülmeden ve azaba uğramadan olacaktır.
"O gün, herkesin kendine yeter derdi vardır." (Abese: 37)
Kıyamet günü hiç kimse bir başkasının durumuyla ilgilenme fırsat ve imkânı bulamayacak, herkesin derdi başından aşkın olacaktır. Zihinler acı düşüncelerle ve tasalarla doludur.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bir defasında: "Yâ Resulellah! Ahirette çıplak mı haşredileceğiz?" diye sormuştu. Resulullah Aleyhisselâm: "Evet!" diye cevap verince: "Çıplak olmaktan dolayı vah başımıza gelenlere!" diye üzüntüsünü dile getirdi.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm bu Âyet-i kerime'yi okumuştur.

Kıyamet ve Yeryüzü:
Kıyamet koptuğunda yeryüzü peşpeşe sallanacak ve sarsılacak. Üzerindeki bütün yapılar yıkılıp yok olacak.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Hayır!.. Hayır!.. Yer bütünüyle sallanıp, paramparça edildiği zaman." (Fecr: 21)
Yerin paramparça edilmesi, silinip düzlenmesi demektir. Yer yerinden oynar, enine boyuna sarsıntıya tutulur, yüksek dağlar yıkılır gider.
"Yer şiddetle sarsıldığı zaman." (Vâkıa: 4)
Hayal etmenin bile ürperti vereceği sıkıntılı ve korkulu durumlarla karşı karşıya kalınır.
"Yer uzatılıp düzlendiği, içinde bulunanları dışarı atıp boşaldığı, Rabb'ini dinleyip O'na yaraşır şekilde boyun eğdiği zaman." (İnşikak: 3-4-5)
Allah-u Teâlâ bu noktada insanı bu hayattaki yorgunluk ve çabalarının, didinmelerinin karşılığını alacağını bildirmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey insan! Şüphe yok ki sen Rabb'ine doğru çaba göstermektesin ve sonunda O'na varacaksın." (İnşikak: 6)
Denizlerin, derelerin kaldırılmasıyla, dağların ve tepelerin giderilmesiyle yeryüzü dümdüz bir meydana dönüşür, yayılıp genişletilir.
Gökyüzü Rabb'ine boyun eğdiği gibi, yeryüzü de O'na boyun büker ve tam bir teslimiyet gösterir.
Uzun süredir bağrında taşıdığı cesetleri ve madenleri açığa çıkarır.
"Yer bütün ağırlıklarını dışarıya çıkardığı zaman." (Zilzal: 2)
Kıyameti, ahireti inkâr eden insan; imkânsız zannettiği hadiseyi görüverince hayretler içinde kalır.
"İnsanın 'Bana ne oluyor?' dediği zaman." (Zilzal: 3)
O gün o durum karşısında geçirdiği şaşkınlıktan dolayı böyle söylemek zorunda kalır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabb'in ona konuşmasını emretmiştir." (Zilzal: 4-5)
Allah-u Teâlâ'nın bunu ona emretmesi, onun da üzerinde meydana gelen bütün hadiseleri anlatması, izin verilmesi sebebiyledir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb'ına: "Yeryüzünün haberlerinin ne olduğunu bilir misiniz?" diye sordu."Allah ve Resul'ü daha iyi bilir." dediler.
Bunun üzerine buyurdu ki:
"Yeryüzünün haber vermesi, her erkek ve kadının neler işlediğini haber verip şahitlik etmesidir. 'Şu şu günlerde şunu şunu işlediniz!' demesidir." (Tirmizî, Kıyamet: 7)

Kıyamet ve Dağlar:
Allah-u Teâlâ kıyamet koptuğu zaman dağların köklerinden sökülüp yürütüleceğini, yüksekliklerinin düzlüğe dönüşeceğini, hepsinin de havada uçuşan zerrecikler haline geleceğini Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
"Resul'üm! Sana kıyamet günü dağların ne olacağını sorarlar.
De ki: Rabb'im onları kül gibi ufalayıp savuracak!" (Tâhâ: 105)
Pek korkunç öyle bir hadise yüz gösterir ki, yeryüzü bitkisiz, binasız, boş, düz, kuru bir arazi haline gelir.
"Yerlerini dümdüz, bomboş bırakacaktır." (Tâhâ: 106)
Ne iniş ne çıkış, ne girinti ne çıkıntı görülür, yüksek ve alçak hiçbir şey kalmaz.
"Öyle ki, orada ne bir çukur ne de bir tümsek görebileceksiniz!" (Tâhâ: 107)
Yerküre, üzerinde taşıdığı dağlarla birlikte sarsıldıkça sarsılacak ve dağlar yerlerinden sökülecek, birbirine çarpıp ufalanarak kum yığını haline gelecek.
"Dağlar atılmış renkli yün gibi olur." (Kâria: 5)
Dağlar böyle olunca, insanların ne hâle geleceği düşünülmelidir.
"Sur'a ilk nefha üflendiği, yer ve dağlar kaldırılıp birbirine şiddetle çarpılarak darmadağın edildiği zaman; işte o gün olacak olur, kıyamet kopar." (Hâkka: 13-14-15)
O sarp kayalar, o ulu dağlar sertliklerine rağmen, ufalanır ufalanır, yumuşak kum yığını haline gelirler. Ağırlıklarını kaybedip yerlerinden sökülerek yürütülürler.
"O gün yer ve dağlar sarsılır, dağlar dağılmış kum yığınına döner." (Müzzemmil: 14)
Rüzgârların estirdiği toz gibi olur, kendilerinden bir eser bile kalmaz, hiçbir iz kalmamacasına kaybolup gider.
"O gün dağları yürütürüz, yeryüzünün ise çırılçıplak olduğunu görürsün." (Kehf: 47)
Onları öyle bir atışla atar ki, hiçbir parçası kalmaz. Üzerinde onu örtecek ne bir tümsek, ne bir bitki, ne de bir bina vardır.
"Biz onun üzerindeki her şeyi elbette kupkuru bir toprak haline getireceğiz." (Kehf: 8)
Dağların ilk değişikliğe uğraması, akan kum haline gelmesi şeklinde olur, sonra renkli yün haline gelir, daha sonra da dağılmış toz haline döner.
"Dağlar ufalanıp savrulduğu zaman." (Mürselât: 10)
"Dağlar parçalanıp da toz duman haline geldiği zaman." (Vâkıa: 5-6)
Dünya nizamının alt-üst olacağı o büyük hadise vuku bulduğunda, dağlar o muhteşem cesametleri ve ağırlıkları ile beraber yerlerinden kopar, havaya kalkar, ufalandıkça ufalanır, toz haline gelir, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılır.
"Dağlar da atılmış pamuğa benzer." (Meâric: 9)
Yeryüzüne çakılmış gibi görünmelerine rağmen, rüzgâra tutulan yün teli gibi uçuşurlar. Bulutlar gibi oraya buraya hareket ederler. İlâhî rahmet yetişmeyecek olursa vay o insanların haline!
"Dağlar yürütüldüğü zaman!" (Tekvir: 3)
Bulundukları yerlerden başka yerlere intikal ederler, sonra da serap olurlar.
"Dağlar yürütülür, bir serap olur." (Nebe: 20)
Bakan onu bir şey zanneder, halbuki o bir şey değildir, bir serap gibidir. Su gibi görünen bir hayal olur. Daha sonra her şey tamamen silinir gider, ne göze görünür ne de izi kalır.
"Dağlar yürüdükçe yürür." (Tûr: 10)
O günü inkar edenler, kendilerini ne büyük bir felâketin beklediğinden hiç haberleri yoktur. Daima bâtıla meyledip bâtılla ülfet ettikleri için, Hakk'a yanaşmaz ve Hakk'ı kabul etmezler.
"Yalanlayanların vay haline o gün!" (Tûr: 11)

Kıyamet ve Denizler:
Dağlar parçalanıp yeryüzü dümdüz olunca, denizler her yeri kaplar, acısı tatlısı birbirine karışır, birleşip tek bir deniz olur.
"Denizler birbirine karıştığı zaman." (İnfitar: 3)
Çok geçmeden sular zelzelelerle kaynar, denizler ateş haline gelir.
"Denizler kaynatıldığı zaman." (Tekvir: 6)

Kıyamet ve Gökyüzü:
Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini içine alacak ölçüde olacaktır.
"Gök de yarılır ve artık o gün düzeni bozulur." (Hâkka: 16)
"Gök yarıldığı zaman." (Mürselât: 9) (Bakınız. İnşikak: 1)
Yıldız ve gezegenlerin kendi yörüngesinde hareket ettiği, kâinatın da her şeyi kendi sisteminde tuttuğu bu nizam bozulacaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"O gün göğü, kitap sayfalarını dürer gibi toplayıp düreriz.
Sonra onu yaratmaya ilk başladığımız zamanki gibi yine iade ederiz. Bu bizim vaadimizdir ve biz vaadimizi muhakkak yerine getiririz." (Enbiyâ: 104)
Bundan ne dönülür, ne de değiştirilir. Dünya aslında sayılı günden ibarettir. Onun içindir ki mukadder olan zamanı gelince dünya hayatı son bulacaktır.
Gökler nizam ve intizamını kaybetme emrine tam bir teslimiyet gösterir.
"Gök yarıldığı, Rabb'ini dinleyip O'na yaraşır şekilde boyun eğdiği zaman." (İnşikak: 1-2)
Böylece ilâhi emir ve hüküm gerçekleşmiş olur.
"Gök yarıldığı zaman." (İnfitar: 1)
"O gün gök sallanıp çalkalanır." (Tûr: 9)
Gücünü, kuvvetini, özelliğini kaybeder, çalkalana çalkalana yarılır.
"O günün şiddetinden gök yarılır, Allah'ın vaadi mutlaka yerine gelir." (Müzzemmil: 18)
Zira Allah-u Teâlâ verdiği sözden dönmez.
Gök yarılıp parça parça olduğunda, açılmış gül gibi kıpkırmızı olur ve eritilmiş zeytinyağı gibi mâyi bir hale gelir, bakıldığında ateşle tutuşmuş gibi görünür.
"Gök yarılıp da erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül gibi olduğu zaman" (Rahman: 37)
"O gün gök erimiş bakır gibi olur." (Meâric: 8)
Allah-u Teâlâ kıyamet ahvalinden haber vermekle kullarını intibaha davet etmektedir.
"Yer kıyamet günü O'nun avucundadır. Gökler ise sağ eliyle dürülmüştür.
O müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir." (Zümer: 67)
Hiçbir varlığa benzemez, hiçbir varlık da kendisine benzemez. Zât-ı akdes'i yarattığı varlıklara benzemediği gibi, yakınlığı da cisimlerin yakınlığına benzemez.
O günün dehşetinden gök her taraftan yarılır, o yarıklar göklerin kapıları mesabesinde olur.
"O gün gök açılır ve kapı kapı olur." (Nebe: 19)
Meleklerin inmesi için yol ve geçit haline gelir. Parçalanıp dağılan göklerin çevresinde sayısı belirsiz melekler bulunacak, Allah-u Teâlâ'nın emriyle görev yapacaklardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Melekler de (göğün) etrafındadır. O gün Rabb'inin arşını, onlardan başka sekiz melek yüklenir." (Hâkka: 17)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bugün için Arş'ı taşıyan meleklerin sayısının dört olduğunu, kıyamet günü olunca Allah-u Teâlâ'nın onların yanına dört melek daha verip onları destekleyeceğini, böylece sayılarını sekize yükselteceğini beyan buyurmuştur.
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyururlar:
"Arş'ı kaldıran meleklerden bir melekle ilgili size bilgi vermem için bana izin verildi: İki kulak yumuşağıyla boyun arasındaki mesafe yedi yüz yıldır." (Ebu Dâvud. Sünnet: 18)
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"O gün gök beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve melekler bölük bölük indirileceklerdir." (Furkân: 25)
İlâhî kudret bu şekilde de tecellî edecektir.

Kıyamet ve Güneş:
Sur'a üfürüldüğünde güneşin ziyası sönerek kendi merkezinden çıkar, kat kat parçalanıp dürülür.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Güneş katlanıp dürüldüğü zaman." (Tekvir: 1)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Güneş ile ay kıyamet gününde kararıp, sarık sarılırcasına dürülürler." (Buhârî. Bed'i-Halk: 4)

Kıyamet ve Yıldızlar:
Kâinatın mevcut düzeni alt-üst olunca; kendilerine mahsus sistemi, hareket tarzı, yörüngesi olan yıldızlar da birbirine çarpıp parçalanır, dağılıp dökülürler.
"Yıldızlar saçıldığı zaman." (İnfitar: 2)
Nurlarını kaybederler, aydınlıkları kaybolur, yerlerinden kopup yağmur taneleri gibi yeryüzüne serpilirler.
"Yıldızlar kararıp döküldüğü zaman." (Tekvir: 2)
O gün gökyüzü yıldız yağdıracaktır.
"Yıldızların ışığı söndürüldüğü zaman." (Mürselât: 8)
O kadar çok ve o kadar ışık saçtıkları halde mahvolur giderler.

Kıyamet ve Vahşi Hayvanlar:
Âyet-i kerime'de:
"Vahşi hayvanlar bir araya toplandığı zaman." buyuruluyor. (Tekvir: 5)
Yırtıcı, vahşi ve ürkek hayvanlar o günün şiddetinden dolayı korkuya kapılıp şaşkın bir halde yuvalarından çıkıp gruplar halinde bir araya toplanırlar. Şaşkın bir halde bakışıp dururlar.
Hayvanlar böyle olursa, ya insanlar nasıl olur?

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...