28 Ağustos 2018

ÖĞRETİ OLARAK ALEVİLİK



ÖĞRETİ OLARAK ALEVİLİK

Nesnel Değişim-Dönüşüm 
 «Alevi öğretisi, dört öğe, dört nitelik üzerine yapılanan, “atomculuğun” yeni bir yorumu biçiminde algılanan ve kendini tasavvuf zemininde “ruh tasarımı” olarak dışa vuran bir öğretidir.» Alevilikte doğasal çevrim, varlığa geliş ve varlıktaki değişim-dönüşümle açıklanır. 
Tasarım gereği, nesneye yönelme felsefenin temel eğilimi durumundadır. Nesne, ister düşünce evreninde olsun, isterse duyulur evrende bulunsun, bilgiye kaynak oluşturan ve belli nitelikler taşıyan bir varlıktır. 
 Alevî felsefesinde “varlığa geliş” ve varlıktaki değişim-dönüşüm, “dört öğe öğretisi” ile açıklanır: Temel düzeyde ele alındığında varlık, dört öğeden, yani su, hava, ateş ve topraktan oluşur; bu dört öğe önsüz-sonsuzdur; bu dört öğenin çeşitli oranlarda bir araya gelmesinden ve buna koşut olarak dört öğe’nin yapımına giren niceliklerin karşılıklı yer değiştirmesi ile görünüştekivarlıklar belirir. 
 Algıyla kavradığımız nesnelerin, kendileri başka bir şeye indirgenemeyen, varedilemeyen ve yokedilemeyen dört temel öğenin çeşitli oranlarda bir araya gelmesiyle oluşması, varlığa gelennesnenin yoktan varedilemediğini kanıtlar; onun varlığa gelmesi, doğması bir bileşim iken; yok olması ise bir ayrışmadan başka bir şey olmayacaktır. 
 Alevilikteki bu tasarım felsefeden yola çıkar, giderek bir kuram durumuna dönüşür. Şöyle bir soru yöneltilebilir: Alevilik ciddi kuramsal bir öğreti midir? Yoksa akıl dışı, sorgulama dışı bir kurgu mudur? Bunu anlayabilmek için doğa bilimlerinin ve Aleviliğin bilgi üretimini nasıl yaptığına bakalım: Doğa bilimlerinde doğal olgular, bir atom içi süreçler kuramı çerçevesinde açıklanır. 
 Sözgelimi; elektronların atom çekirdekleriyle ilişkisi, Güneş çevresinde dönen gezegenler örneğindeki gibidir. Alevilikte ise doğal olgular, doğaya dirilik veren can çerçevesinde açıklanır. Bu can ruh olarak algılanır. Buradan şöylesi bir sonuca ulaşabiliriz: Alevilikteki ruh tasarımı ile doğa bilimlerindeki atom tasarımı arasında yapısal bir benzerlik bulunmalı ki bilgi üretimleribenzer olsun. Alevilikte ilk akıl (akl-ı evvel), kendisini evrensel ruh biçiminde dışa vurur. Bu bağlamda ilk akıl, varlığın oluşturucu özüdür; bütün hareketlerin, hareket başlığı altında toplanan bütün olayların; ayrışmanın, birleşmenin, türlenmenin ve düşünmenin başlıca kaynağı ilk akıldır. Bu nitelikleri nedeniyle ilk akıl, diriliği olan, etkili, üstün nitelikli, yaşatıcı-geliştirici bir erktir, ya da erkbiçiminde görünüşe çıkan harekettir. 
Demek ki ilk akıl soyut değil somuttur, yani maddeseldir. Ancak onun maddesi, bizim duyu organlarımızla algılama sınırlarımızın üstünde olduğu için sonuçları dışında kendisini algılayamayız. İlk aklın somutluğu, özellikle vahdet-i mevcutanlayışında açıkça gözlenir: Çünkü, vahdet-i mevcut’ta ilk akıl, kutsal gerekçesini, kendisine verilen bilgilerin ya da kendisinde varolan gizil güçlerin görünüşe çıkmasında, yani nesnelleşmesinde bulur. Tanrısal akıl gibi gözüken ilk akıl nesnelleşince insan aklına, daha doğrusu soyut insanın toplumsal aklına dönüşüverir. Anlaşılacağı gibi Aleviliğin ruh tasarımında maddeci bir yan vardır: Maddesel, yani somut olduğu için ruh ya da ruhsal varlıklar da tıpkı gördüğümüz ve duyu organlarıyla algıladığımız nesneler gibidir. 
Bizim görmüyor ya da duyu organlarıyla algılayamıyor olmamız, ruhun maddeselliğini ortadan kaldırmaz. Ürettiği sonuçlarla biz onu somut olarak algılarız. Demek ki ruh da herhangi bir nesne gibi atomlardan kuruludur: Atomlardan kurulu bir bütündür demek daha doğru. Dirilik denilen şey ruhu oluşturan atomların birleşmesinden oluşur; ölüm ise bu atomların dağılması-ayrışması anlamına gelir. Bu nedenle dirilik bir birleşme, ölüm ise birçözülmedir. 
 Anadolu Aleviliğinin ruh tasarımı, varlıktan esin alan ancak akıl yürütme yoluyla kurgulanandüşsel tasarımın mistik maya olarak kullanıldığı bir maddeci tasarımdır. Bu tasarımda birey, toplum ve doğa gibi somut kimlikler, doğasal ve toplumsal nesnel gelişim sürecinin bir parçası olarak açıklanır. 
Ben, Tanrı, Hak gibi soyut kimlikler, görünmeyen ancak görünen nesneleri kuran atomlardan kurulu “nesnelerin”, değişim sürecinde nesnelleşmesiyle, doğalaşmasıyla açıklanır. 
 Demek ki doğa bilimlerinin bilgi üretim süreci ile bir felsefî din, bir bilgelik öğretisi olan Aleviliğin bilgi üretimi arasında “mistik” kutsanmışlığına karşın, onu bilimsel bir kuram durumuna yükselten bir koşutluk bulunmaktadır. 

Bu koşutluk gereği Aleviler-Bektaşiler, metafiziğin tersine: 
 1.- Doğayı; nesne ve olayların rastlantısal bir yığını olarak değil, birbirine organik olarak bağlı ve bağımlı nesne ve olayların bir bütünü olarak görür. 
 2.- Doğanın; hareketsizlik ve değişmezlik içinde değil, her an değişip yenileşen ve gelişen bir süreç içinde olduğunu ileri sürer. 
 3.- Gelişme sürecinin; basit bir büyüme süreci olmadığını, niceliksel değişmelerden nitelikseldeğişmelere sıçramalarla geçen bir süreç olduğunu savunur. 
 4.- Gelişmenin; alttan üste doğru sarmal bir gelişim izleyerek gerçekleştiğini, nesne ve olayların içindeki çelişmelerden doğduğunu savlar. 
 Diğer yandan idealizmin tersine: 
 1.- Maddenin bilinçten önceliğini ve bağımsızlığını, hareket eden olayların hareket eden maddenin farklı biçimleri olduğunu, olayların ve nesnelerin bağlılıklarıyla bağımlılıklarının maddenin gelişme yasası gereği olduğunu, evrensel gelişmenin bu yasaya göre oluştuğunu ileri sürer. 
 2.-Evrenin ve yasalarının bilinebileceğini, bilgi sürecinin evrensel yaşamla birlikte pratikle doğrulanarak sonsuza değin gelişeceğini belirtir. 
 Alevi fesefesi ve öğretisindeki bu tasarım, felsefe kaynağını Anadolu İlkçağı‘ndan, büyük bilge Empedokles‘ten [i.ö. 492-432], sezgici-doğacı kaynağını ise Doğu‘dan, Asya‘dan alır. Anaksagoras‘ı izleyen Empedokles, Thales‘in suyuna; Anaksimenes‘in havasına ve Herakleitos‘unateşine toprağı ekleyerek, dört öge ögretisini kurdu. O’na göre evrende Bir değil, Çoklukegemendi; ancak, kurucu ögelerin sayısı değişmiyordu. Varlıkların oluşumasında iki temel ilke vardı: a] Birleştirici-bütünleyici ilke [sevgi] b] Ayrıştırıcı-çözücü ilke [tiksinme] Ruh gövdeden gövdeye göç ediyordu. Oluş, sevgi ve tiksinme gibi iki karşıt gücün, görünüşe çıkmasından başka bir şey değildi. 

Empedokles‘e göre, “Her gördüğümüz nesne, örneğin ressamların boyaları karıştırıp zengin çeşitlilikte renkler elde edişlerine benzer olarak, bu ögelerin değişik oranlarda bir araya gelip karışmalarından oluşuyor… 
Şimdi varolan her şey ve ayrıca gelmiş geçmiş ne var olmuşsa, bu ögelerin geçici karışımından olmuş. Bir nesnenin varlığa gelmesi, doğması, bir bileşimken, yok olması da ögelerin ayrışmasından başka bir şey değil.” “…ögeler [çâr anâsır], parlak gökyüzü altında yaşayan bir insan, bir vahşi hayvan, bir bitki ya da kuş biçimine girerek karıştıklarında, insanlar bunu varlığa geliş diye adlandırır. 
Onlar [ögeler] ayrıldıklarında ise insanlar talihsiz ölümden söz ederler…” Gelelim Asya Kaynağına: Asya’nın sezgici-doğacı dinleri, doğayı kimliklendirirken, doğadaki hemen her şeyin kurucu ögeleri olarak “su, od, yel ve toprak” başat kimlikler olarak öne çıkarılmıştır. 
Başlangıçta, bu dört ögeye dirilik veren öz olarak algılanan ruh bağımsızlaşmamıştı. Bu nedenler, dört ögeden bağımsız bir tanrı tasarımı yoktu. 
 Dört ögeyi kutsama törenleri bugün kimi ülkelerde canlı biçimde sürdürmektedir: ” Nevroz gününe kadar 4 çarşamba âyini icra edilir: 
 1] Su çerşenbesi 
 2] Od çerşenbesi 
 3] Yel çerşenbesi 
 4] Toprak çerşenbesi [ilahir çerşenbe] 
 Her çarşamba, tabiatın bir unsuru ile alakalandırılmıştır. 
Eski inançlara göre bu çarşambaların her birinde tabiatın dört unsurundan biri canlanır, dirilir… 
 ‘Su çerşenbesi’nde su tazelenir… o gün ‘teze su’dan geçenler, azarını-bezarını ona verenler, bu yıl boyu hastalıklardan uzak olurlar… ‘Od çerşenbesi’ …güneş-ateş inancı ile ilgilidir… halk güneşin harareti, ısıtması şerefine şenlikler düzenler… ‘Yel [rüzgâr] çerşenbesi’ …esen rüzgâr dünyayı gezer, uyanmış suyu ve ateşi [sıcaklığı] harekete geçirir… ‘Toprak çerşenbesi’ …toprak uyanır…” [bkz. Maarife Hacıveya-Şahin Köktürk; Azerbaycan Türklerinde Nevruz Geleneği; Anayurttan Atayurda Türk Dünyası; T.C. Kültür Bakanlığı; Yıl.:5; Sayı.: 12; Ankara-1997; ss. 47-48] Anadolu Aleviliği varlık-doğa tasarımını ve doğadaki nesnel-dönüşüm anlayışını; Sokrates öncesi doğa felsefesi olarak adlandırılan ve İ.Ö 5.yy ve 4.yy’ları kucaklayan ve İ.S 17.yy’a değin aşılamayan İlkçağ Felsefesinden alır. Nesnedeğişim-nitelik vb. konular üzerine yoğunlaşan İlkçağ’ın Doğacı Felsefesi, yani Atomculuk ve Aristotelesçilik, YeniPlatonculuk kutsamasıyla, inanç alanının bilimsel görüntüsü biçimine dönüşerek tasavvuf ayağıyla İran-Horasan üzerindenAnadolu’ya taşındığında, hemen hemen aynı değerleri kutsayan Asya‘nın Doğatanrıcılıktasarımıyla buluştu. 
Bu buluşma İnsantanrıcılık biçiminde evrildi. [Esat Korkmaz, 
Anadolu Aleviliği, Berfin Yayınları, 3.Baskı, ss.71-73-74-75-77] 0000000264990-1Anadolu Aleviliği Felsefî Bir Dindir Anadolu Aleviliğinin inanç ya da tasavvufi yanının doğurgan tarlasıidealist düşünceciliğin düşüncede görme tasarımı ilk esin kaynağını, düşünce tarihinde derin etkisi olan İlkçağ’ın ünlü filozofu, Elea Okulu’nun kurucusu Parmenides‘in (İ.Ö.540?) görüşlerinden alır: Parmenides, algıyla bildiğimiz dünyayı aldatıcı bulur. Buna karşılık; akılla anlaşılan, akılsallık sınırları içinde kalan her düşüncenin, algıladığımız dünyanın olgularına hiç uymasa da doğruya daha yakındır, yargısını ileri sürer. 
Gerçekliğin, algılanan dünyanın dışındaki bir varlık alanı olduğu savı, O’nun temel savıdır. İnsanların sıradan deneyimleri, algıları ile ulaştıkları inançları yalnızca sanı ve görünüştür. Oysa bu doğruluğu vermez; doğruluğa ancak akılla ulaşılabilir. 
Çünkü, der Parmenides, “Varolan ve düşünülen aynı şeydir… varolmayanı düşünmek, hiçbir şey düşünmemektir.” 
Görüldüğü gibi Parmenides’te, hakkında düşünce yürütebildiğimiz her şey varlıktır. Algıyla kavrananların varlıkları anlamında varlık taşımasalar bile, bundan daha gerçek bir anlamda vardır onlar. 
 Gelelim materyalist tasarıma: varlığa geliş ve varlıktaki değişim-dönüşüm kapsamında nesnel tasarım kaynağını İlkçağı’nın büyük bilgesi Empedokles’in (İ.Ö.492-432) dört öğe öğretisinden alır. 
Algıyla kavradığımız nesneler, kendileri başka bir şeye indirgenemeyen dört temel öğenin (hava, su ,toprak ve ateş) çeşitli oranlarda bir araya gelmesiyle oluşur. 
 Bu iki tasarımın idealist-düşünceci ayağı Parmenides düşünceciliğinin izini sürerek Platon’un idealar tasarımına; Aristoteles’in (İ.Ö.384-322) potansiyellik tasarımına; oradan Plotinos’un (205-270) ışık tasarımına uzanır. 
İslam dünyasına yayılarak vahdet-i vücutçu bir tasavvuf anlayışına evrilir; Ortodoks İslama dinsel felsefe açılımları getirir; süreç içinde Irak, İran ve Horasan’a kadar gider. Tasarımın maddeci düşüncecilik ayağı, Empedokles’in dört öğe öğretisinin izini sürerek Demokritos’un (İ.Ö.460-370) atomculuğuna; Platon’un kopya-gölge kuramına ve Aristoteles’in aktüelliğine uzanır. Daha sonra İslam dünyasına yayılarak vahdet-i mevcutçu tasavvuf anlayışıyla Ortodoks İslamın doğasına başkaldıran bir materyalist açılım getirir. 
Süreç içinde bu anlayış da Irak, İran ve Horasan topraklarına ulaşır. Bu topraklarda her iki tasarım Asya’dan gelen sezgici-doğacı değerlerle beslenir ve Anadolu’ya taşınır. Anadolu’da maddeci düşüncecilik temelinde vahdet-i mevcut anlayışında bir felsefe olarak yapılanırken, inanç yanını idealist düşüncecilik doldurur. Sonuçta temel tasarım vahdet-i mevcut yolunu izler; vahdet-i vücut anlayışını edilgenleştirir; giderek dinsel felsefenin sınırlarını aşar ve bir felsefî din, bir bilgelik öğretisi olarak yaşama geçer. 
 Görüldüğü gibi Alevilik, idealist düşüncecilik / maddeci düşüncecilik bileşimi bir felsefe-öğretidir. Bu felsefede, öğretide, maddeci düşüncecilik, yani materyalizm egemen, idealist düşüncecilik, yani idealizm tamamlayıcı ve kutsayıcıdır. [Esat Korkmaz, Anadolu Aleviliği, Berfin Yayınları, 3.Baskı, ss.26-27] esat-korkmaz Anâsırdan bir libasa büründüm Nar’ü, hâk’ü, bâd’ü, ab’dan göründüm Hayr-ul beşer ile dünyaya geldim Âdem ile bile bir yaş idim ben Anâsır: ögeler: (nar, hâk, bâd ve ab) 4 öge, unsur, element. 
 1 Nar: ateş 
 2 Hâk: toprak 
 3 Bâd: hava 
 4 Ab: su Libas: giysi Hayr-ul beşer: (Hayr: hayırlı – Beşer: insan, insanlık) İnsanların en hayırlısı. 
 *** Sevgili Esat Korkmaz’ın bu harika analizine nasibimizce bir küçük ek yapmak isteriz: “Hatırlanmalı ki 5 duyumuz beden denilen (madde!) yapı içinde hayatı en güçlü şekilde deneyimlemek ve en etkili dersleri tecrübe etmek için kullanılır. Bu amaçla kullanılmayan ve duyu imiş gibi algılanan ancak kesinlikle bir duyu olmayan bir gücümüz daha vardır ki o da 6ncı “hissimiz” dir ! 
Duygular yorum katılmış “his”ler iken, hisler hakkında yorum yapılamayan yapılardır; aynen, “İçimde sanki kötü bir şey olacakmış gibi” bir “his var” sözünde olduğu gibi; “SANKİ…” Yazının sahibi olan Sevgili canımızın “ruh somuttur” sözü dahil (çünkü bir şey Varlık Alanına Çıkmış ise o şey somuttur artık) hemen tüm söylediklerine katılırken yukarıda yazdığımız konuda ondan ayrışıyoruz; yani, “Evrensel ilk Akıl” tüm varoluşun nedenidir, doğru, ama “O” ne ruh olarak ne de somut bir yapı olarak tanımlanabilir !!! 
 Dolayısıyla, “İlk Akıl soyut değil, somuttur” tespiti doğanın yapısına aykırıdır. O kadar aykırıdır ki, doğayı deneyimlemek için duyularını kullanan İnsan, doğanın (yani maddenin) ötesini, yani “soyut olanı” anlayabilmek için 6ncı “his”sini kullanmak zorundadır! Kaldı ki, daha önce de bir çok kez anlatmaya çalıştığımız gibi, Akıl ve mantık madde yaşamın olmazsa olmaz değerleri iken Sevgili Esat Korkmaz’ın “İlk Akıl” olarak tanımladığı “O” boyutta ölümcül değerler haline gelirler. Zamanın, mekânın ve hatta Işığın bile olmadığı “O” boyut ne “ruh”tur, ne Tanrı’dır ne de somut bir yapıdır. 
 Bunun içindir ki, Anadolu Aleviliğinin “HU” diyerek tanımladığı “O” Boyut, “O”nu kim nasıl algılar ve tanımlarsa “O” “O”dur !!? Siz, “Karanlıktaki fili herkes tuttuğu yerine göre tanımlar” sözünün neden söylendiğini sanıyordunuz ki ???! Sonsuz Sevgiyle…” diyar Süleyman Diyaroğlu

Mum Söndü Nedir? Mum Söndü Nasıl Başlamıştır?

Mum Söndü Nedir? Mum Söndü Nasıl Başlamıştır? ile ilgili görsel sonucu

Mum Söndü Nedir? Mum Söndü Nasıl Başlamıştır?

Öncelikle yazımız iki kısımdan oluşacak. 
İlk kısımda Alevilik ya da diğer adıyla Kızılbaşlarda günümüzde bilinen anlamıyla Mum Söndü olayını ele alacağız sonrasında ise İskender PALA tarafından kaleme alınan ve Mum Söndü olayının nasıl başladığını anlatan yazıyı sizlerle paylaşacağız.
Aslında en fazla yanlış bilinen tabirlerden birisidir “Mum Söndü”tabiri. Birçok kişi Mum Söndü olayını Alevilikte bir ibadet olarak görürler.
Ortaya atılan söylentilere göre Mum Söndü olayı, İbadet halinde olan Alevilerin Erkek ve Kadınlardan oluşan bir odada iken ortamın tamamen karanlık bir hale getirilmesi ve o karanlık ortam içerisinde birbirlerini görmeden ve kim olduğunu bilmeden birbirleriyle ilişkiye girmesi olarak söylenir.

Diğer bir anlatım tarzında ise birbiriyle hiçbir şekilde bağı olmayan iki bakir genç kızı ve erkeğin aynı odada bırakılarak karanlık ortamda ilişkiye girmeleri olarak ele alınır.

Ancak bu söylemlerin ikisi de tamamen yanlış bir tanımlama olup, bir anlamda Alevilik ya da Kızılbaşlık merkezinde yaşayan insanlara yapılan bir hakarettir. Peki, nedir bu Mum Söndü olayının. Bunu size iki farklı şekilde sunmamız mümkün. İlk sunacağım örnek aslında bir düşünce ancak ikincisinde sunulacak olan bilgi (İskender Pala tarafından açıklanan bilgi) daha akla yatkın ve mantıklı.
Mum Söndü gerçekte nedir. 
Bu soruya birçok kişi Osmanlı Devleti döneminde Yeniçeri Ocaklarının Alevileri dinlerini yaşamalarını engellemeye çalıştıkları, bu sebeple Alevi olarak damgalanılan evlere geceleri baskın yaparak dini vecibelerini yerine getirmeye çalışıp çalışmadıkları kontrol edildiği söyleniyor. Bu sebeple Yeniçeriler evlerine yaklaştıklarında Aleviler evdeki mumları söndürmekte ve ibadetlerine o şekilde devam etmekteymişler. 
Bu sebeple Mum Söndü lafı ortaya atılmış.

Ancak bu noktada Osmanlı Devletinin halkına her zaman ibadetlerini açıkça ve hiçbir kısıtlamaya mahal vermeden yapma hakkı tanıması gibi bir durum yok sayılıyor ve buna bağlı olarak Osmanlı Devletinin sanki sadece kendi belirlediği dinleri halkının yaşamasına izin verdiği görüşü ortaya çıkıyor.
Konu hakkında eski kaynaklara bakmamda bu konuda bana somut bir delil vermediği için ilk seçeneği es geçiyorum. 
Ama aşağıdaki yazıyı okumanızı öneriyorum. 
Bana göre daha mantıklı olan açıklama budur.

İskender Pala ve “Kızılbaşlık ve Mum Söndü” Başlıklı Yazısı…
Anadolu Aleviliğinin tarihsel süreçteki adı Kızılbaşlık’tır. 
Bu kelimenin içini dolduran anlam yüzyıllar içinde değişmiş, bir zamanlar “Kızılbaşlık gibi unvanımız var” diye övünülen bir isim iken bugün saklanan bir kimlik haline dönüşmüştür. Alevilere neden Kızılbaş denildiğine dair pek çok rivayet vardır. 

İsmin kökenini Uhud harbinde Kâinatın Efendisi Muhammed Mustafa’yı savunurken on altı yerinden yaralanıp başlığı al kanlara bulanan Hz. Ali hakkında kullanılmış bir tabir gibi gösterenler yanında, Şamanların kızıl bir başlığa bürünerek ayinlerini yönetmelerinden dolayı işi İslam öncesi dönemlere götürenler vardır. 


Bu iki uç görüş arasında Kızılbaş adına yorum getiren daha pek çok rivayet mevcuttur. Bu rivayetler günümüz Aleviliğinin çeşitliliğini ve makasın uçları arasındaki geniş yelpazeyi de işaret etmektedir. 

Yani Kızılbaşlığı Sünni İslam dairesine yaklaştırarak namaz kılıp oruç tutan bir Alevilik ile “Ali’siz Alevilik”i savunarak İslam öncesi Şamanlıkla bağlantı kurmayı tercih eden bir Alevilik arasında gidip gelen kültürel bağ. 
Başına kırmızı serpuş dolayan bir Alevi dedesinin “Kızıl-baş”lığı her iki uca da hükmetme iddiasında; heyhat!..

Kızılbaş adı Şah İsmail döneminde yaygınlaşıp resmileşmiş ve tarihsel süreçte bir övünç vesilesi olmuştur. 

İsmail’in babası Şeyh Haydar, Erdebil tekkesi müritlerine on iki dilimli kızıl bir taç giydirip kızıl sarık sarmaya başladığında müritlerini manevi derecelerine göre tasnif edip aynı kızıl başlığı sarıklı veya sarıksız olarak giydirmiştir. 

İsmail bu uygulamayı devam ettirmiş, şeyhliğini şahlığa tahvil edince de askerlerine, halifelerine, dahi ve nökerlerine aynı kızıl başlığı giyindirmiştir. 


Güçlü bir devlet olup da II. Bayezid ile yaptığı andlaşma gereği askerlerini Anadolu’dan Suriye’ye geçirdiği vakit Anadolu’daki mürit ve muhipleri de kızıl başlık kullanmaya başlamışlar, 


Yavuz Sultan Selim döneminde de bunu bir kimlik göstergesi saymışlardı. Anadolu Aleviliğinin “Kızılbaş” adını kullanması ve diğerlerinin de onları bu adla anması o yıllarda başlamış, kızıl başlıklar ile beyaz başlıkların savaşı olan Çaldıran’dan sonra da yaygınlaşmıştır. 


Zaten Türkler arasında başa takılan başlıklara izafeten boy ve oymak isimleri eskiden beri kullanılmaktaydı. 

Siyah başlık (papak, kalpak) giydikleri için “Karakalpak” veya “Karapapak” diye anılan Türk boyu veya Anadolu’da “Karabörk”, “Karabörklü”, “Kızılbörklü”, “Akbaşlı” ve “Akbaşlar” diye adlandırılmış eski köyler bunun örneğiydi. Keza XVI. yüzyılda Özbek askerleri yeşil başlık kullandıkları için “Yeşilbaşlar”, Karakoyunlular kara başlık kullandıkları için “Karabaşlar”, Osmanlı askeri de beyaz başlık kullandığı için “Akbaşlar” olarak anılabiliyordu.

Şah İsmail’den Sonra Ne Oldu?
Kızılbaş adı bir hakaretin adına dönüştü. 
Birisine Kızılbaş denildiğinde onu aşağılama ve hamiyetsizlik iması öne çıkar oldu. 
Osmanlılar döneminde bu adı hakaret için kullananlar daha ziyade resmi ideolojinin temsilcileri idiler ve Kızılbaşlık düşüncesiyle mücadele için bunu yapıyorlardı. 
Onlara göre, durmadan isyanlara kalkışan, durmadan devletin başına çorap ören bu gruba karşı yaptırım ve cezaları haklı gösterecek bir zemin gerekiyordu. 
Gel gelelim, ötekileştirme çabası bilhassa Cumhuriyet’in ilanını takip eden yıllarda daha da arttı ve Kızılbaşlık gayr-i ahlakî bir tavır ile tanımlanır oldu. 
Bunun en belirgin göstergesi de “mum söndü” safsatasıyla örtüştürülerek halkın dimağlarına kazındı. 
Oysa “mum söndü” ifadesi, Kur’an’ın dışlandığı, imanın içinin boşaltıldığı, tekkelerin kapatıldığı, ibadetlerle birlikte dinî zikir ve tasavvuf adabının yasaklandığı, ibadet esnasında jandarma korkusuyla kapılara nöbetçilerin, sokak başlarına erketelerin konulduğu dönemin anılarını taşıyordu ve anî baskınlara maruz kalmamak için gizli kapaklı semah yapan Kızılbaş grupların bunu ancak mum ışığında yapabilmeleri ve yakalanacakları haberi gelir gelmez, yahut her dinî grup gibi kapıları dipçikle dövülmeye başladığında mumları söndürüp ortamı gizleme gayretlerine yakıştırılan suçlamanın adıydı. 
Tarihsel süreçte ise böyle bir suç bulunmamaktadır. 
Nitekim Osmanlı’nın hukuk sisteminde kriminal olayların kafa kâğıdı sayılan kadı sicillerinde buna örnek teşkil edecek dava ve hükümler yer almaz.

Kızılbaşlık geleneğinde mum ile semah ilk kez Şah İsmail ile Kalender Çelebi’nin mülakatlarında gündeme gelmiş, ikisi bir mum yakarak semaha kalkmışlar, mum sönesiye kadar
 (o zamanki mumların patates misali yamru yumru olduğu ve yaklaşık iki saat kadar yandığı bilinmektedir) 
vecd halinde dönmüşler ve sonra bitap düşmüşler. 
Bilahare bazı Kızılbaş gruplar arasında mumlu semah uygulaması kısa bir süre Şah İsmail sünneti olarak tatbik olunmuş, sonra terk edilmiş 
(Yeni çıkan Şah Sultan romanımda bu konunun teferruatı anlatılmıştır).

Bana göre Türkiye’mizde barış ve huzur içinde yaşamanın yolu dayatmaları ortadan kaldırmaktan geçiyor. Ermeni, Kürt veya Alevi, başörtülü veya ateist, herkes kendi kimliğine uygun hayatı yaşayasıya kadar karşılıklı anlayış, saygı ve özgürlük ortamını desteklemek zorundayız. Ta ki bir Alevi kendisini “Kızılbaş” olarak tanıtmaktan utanmasın, hatta gurur duyabilsin. 

Bir “Alevi Açılımı”ndan söz edilecekse bunu başarmak durumundayız.

Belki de en ahlaksızca atılmış bir iftira bu Alevilere... Gerçekleri bilince , böyle birşeyin olmadığını bilince ne kadar da zoruna gidiyor insanın.. Dedem 104 yaşında ve Sivas ın köylerinde birinde yaşıyor.. Her gittiğimde anlattığı hikayelerden biridir.. " Cem yaparken hep korkardık çünkü istenmezdik.. 
Karanlıkta yaptığımız yada ses duyar duymaz tüm ışıkları kapattığımız olurdu " derdi.  O yıllarda elektrik olmayacağına göre "ışık kapanma" eyleminden ne sonuç çıkartmamız gerektiğini anlarsınız.. Üniversite de tarih bölümü hocam ( kendisi kesinlikle Alevi değil ) koyu bir Milliyetçidir.  Buna rağmen 2-3 hafta tüm derslerinde Alevilik üzerinde durdu... "  Bu soruya birçok kişi Osmanlı Devleti döneminde Yeniçeri Ocaklarının Alevileri ... diye başlayan kısım gibi anlattı olayı.. Aleviliğin çok yanlış tanıtıldığından bahsetti...İnsanların doğruları kabullenmesi zor biraz mantıklık düşünün ve 
" o günün sartlarına göre " anlamaya çalışın bizleri...

Devriye İlmi Üzerine inancının yüzyıllar öncesinden günümüze taşınması,


Devriye İlmi Üzerine inancının yüzyıllar öncesinden günümüze taşınması, 
Ulu Ozanlarımızın dizeleri sayesinde olmuştur. Gelmiş geçmiş bilim-felsefe düşünürlerinin fikirlerinde de görülen birçok temayı yine ulu ozanlarımızın dizelerinde görüyoruz. Alevî-Bektaşî-Kızılbaş inancıyla yoğrulmuş, kemâle ermiş ozanlara ait olan dizelerden yola çıkarak birkaç örnek verelim Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişinlerinden Şir’i Bektaş Çelebi 

Devriye adlı şiirinde şöyle diyor 

Cihan var olmadan ketm-i âdemde 
Hakk ile birlikte yektaş idim ben 
 Yarattı bu mülkü çünkü ol demde 
 Yaptım tasvirini nakkaş idim ben 

 Henüz Âdem, kâinat-evren yok iken ben Hakk ile birlikte idim; Hakk’ın, evrene hayat veren varlığın özünde idim ve kâinat-evren varlığımızdan var oldu. 
Onu nakış gibi işleyen, biçimlendiren bendim. 

 Ana’sırdan bir libasa büründüm
 Nar-u, bad-ü, ab-ı Hâk’ten göründüm 
 Hayr’ül-beşer ile dünyaya geldim
 Âdem ile bile bir yaş idim ben 

“Devr-i daim ile ateş, hava, su, toprak” dört ana elamandan vücut buldum. 
Canlıların içerisinde aklı, fikri, yaratıcı özelliği olması itibarıyla en hayırlısı idim 
ve Âdem var iken ben de var idim” diyor. 

 Âdem’in sulbünden Şit oldum geldim 
 Nuh u Nebî olup Tufan’a daldım 
 Bir zaman bu mülke İbrahim oldum 
 Yaptım Beytullah’ı taş taşıdım ben 
 İsmail göründüm bir zaman ey can! 
 İshak, Yakup, Yusuf oldum bir zaman 
 Eyyüp geldim çok çağırdım El’aman 
 Kurt yedi vücudum kan-yaş idim ben 

 Âdem’den Şit olarak doğan ben idim, Nuh Nebi, Beytullah’ı yapan İbrahim ben idim. 
İsmail, İshak, Yakup, Yusuf ben idim. Vücuduna kurtlar düşen, Eyyüp Nebi ben idim diyor. 
 Felsefî açıdan yüzyıllar önce yaşayan peygamberleri özünde anlayıp, onların insanlığa verdiği hizmeti bugün de kendisinin vermeye çalıştığını ve mânâda onlarla bütünleştiğini söylüyor diyebiliriz.  İnançsal açıdan da Viranî Baba’nın bir beytinde şöyle derken, 

 Bin bir dondan baş gösterdi Mürteza 
 Biz bir bildik dedik Allah-Eyvallah 

 Şah-ı Merdan Ali’nin zahirde farklı zaman, mekân, don (beden) ve isimlerde gelen,
 ama gerçekte bir olan Hakk’ın varlığını temsil ettiğini anlatıyor. 

Şu fena mülküne çok gelip gittim 
 Yağmur olup yağdım ot olup bittim 
 Urum diyarını ben irşad ettim 
 Horasan’dan gelen Bektaş idim ben 

 Şir’î burada, fiziğin de konusu olan, “Evrende hiçbir madde yok olmaz, yoktan da var olmaz”ilkesine dayalı “Maddenin Korunumu Kanunu”nu öngörüyor. Bu dünyaya çok defa gelip gittim, bedenimin eridiği toprağa düşen yağmur ve o topraktan çıkan ot ben idim. Anadolu’yu irşat eden Horasan’dan gelen Hünkâr Hacı Bektaş Veli ben idim derken de mânâda aynı düşünceyi paylaşmasını, içselleştirmesini ifade ediyor. 

Şimdi hamdülillah Şir’î dediler 
 Geldim, gittim, zatım hiç bilmediler 
 Kimseler bu remzi fehm etmediler 
 Her gelen mahlûka kardaş idim ben 

 “Şimdi (dünyada bulunduğum anda) bana Şir’î dediler. Bu dünyaya çok geldim, gittim, ama sırrımı kimseler bilmedi. Her gelen varlığa kardeş idim.” 

 Bilim adamları, “Evren başlangıçta bir ışık ya da enerji kütlesiydi. Bazı koşullar sonrasında büyük bir patlama oldu ve o enerjinin çözülmesi sonucunda da bütün canlı ve cansız varlıklar evrimleşerek hayat buldu” derler. Şir’i Bektaş Çelebi, bu noktayı işaret ederken aynı zamanda bütün varlıkların Hakk’ın bir tezahürü (görünür hali) olduğunu, dolayısıyla O’ndan var olduğunu söylüyor. 

 Büryanî Baba bir deyişinde, 
 Canlı cansız cümlemiz bir nesneden 
 Var oluyor bu bir hikmet sultanım derken, 

Edip Harabî de şöyle diyor: 
 Daha Allah ile cihan yok iken 
 Biz anı var edip ilan eyledik 
 Hakk’a layık hiçbir mekân yok iken 
 Aldık hanemize mihman eyledik 

 “Hakk’ın varlığını, hikmetini hiç kimse bilmez iken, aklımız, 
bilincimiz ve inancımız sayesinde onu keşfettik ve varlığını ilan ederek felsefi anlamda biz yarattık. Hak bizimle var olup, gönlümüze mihman oldu.” diyor. 
 Âşık Veysel de zahirde sevgiliye yazıldığı düşünülen şu deyişinde, 

 Güzelliğin on para etmez 
 Bu bendeki aşk olmasa 
 Eğlenecek yer bulaman 
 Gönlümdeki köşk olmasa 

 mânâda aşkımız olmasaydı Tanrılığının değeri olamazdı; gönlümüz olmasaydı varlığını gösterecek başka yer/mekân bulamazdın derken, ne kadar güzel ifade ediyor? Aynı mânâyı dile getirmiş olan 

Edip Harabî, ünlü devriyesinin ikinci dörtlüğünde şöyle diyor: 

 Kendisinin henüz ismi yok idi 
 İsmi şöyle dursun cismi yok idi 
 Hiçbir kıyafeti resmi yok idi 
 Şekil verip tıpkı insan eyledik 

 Hakk’a, Elif, Allah, Cabbar, Settar, Gaffar, Hûda, Rab, Tanrı, vb., isimlerini biz verdik. 
Onu Sıfat-ı Âdem’de tecelli eden varlık olarak, biz beyan ettik. 

 Daimi Baba, 

 Kâinatın aynasıyım 
 Madem ki ben bir insanım 
 Hakk’ın varlık deryasıyım 
 Madem ki ben bir insanım 

 dizeleriyle, Hakk’ın Âdem’de tecelli ettiğini, yol süreğimizde ibadetin cemal cemale olduğunu, kıblegâhımız ve secdegâhımızın bu sebeple Âdem olduğunu ne kadar güzel ifade etmiştir. Hallac-ı Mansur da; “En-el Hak” diyerek söyleyecek bir söz bırakmıyor. Bu ölümsüz eserleri anlayıp, yaşamımıza aktarabildiğimiz ölçüde Alevî-Bektaşî Yolu’nun derinliğini ve özünü kavrayabiliriz. Kendi kabına bile sığmayan, dinler üstü diyebileceğimiz ve sevgi üzerine inşa edilen, insan merkezli Alevî-Bektaşî-Kızılbaş inancını, ancak bakmadan gören, demeden duyan İnsan-ı Kâmil‘lerin, Âşık-ı Sadıklar‘ın ve Ulu Ozanlar‘ın dizelerinden daha net anlayabiliriz. 
 “Âşıkın sözü, Kuran’ın özü” diye muhabbetlerde dile getirdiğimiz dizeleri yine 

Edip Harabî; 

 Ey vaiz-i riyakâr 
 Kur’an’ı bilmiyorsun 
 Gel bizden anla zira 
 Kur’an kelamımızdır 

 Cevrî Baba da; 

 Cevri bunda dilli Kur’an 
 Hem erkânlı yollu Kur’an 
 Elimiz de telli Kur’an 
 Gideriz Hakk’ın izinden 

 derken bağlamanın ve müziğin Alevî-Bektaşî inancı içerisindeki önemine dikkat çekmiştir. Yüzyıllar boyu duygularımızı, düşüncelerimizi, yaşam felsefemizi, inanç ve ibadet anlayışımızı bağlamanın tınısı eşliğinde ifade etmiş ve onu Telli Kur’an olarak kutsamışız. Bizim dilimizle söylediğimize o da teliyle eşlik ediyor. Bu saz-söz bütünlüğü sayesinde kültürümüzün ve inancımızın bu günlere geldiğini biliyoruz. Ozan damarından gelen ve bu geleneği karınca kararınca sürdüren bir ozan olarak, buna böyle inanıyorum. 
 Aşk ile…
Dertli Divani

(19) MERYEM SÛRESİ

45 İbrâhîm Sûresi (14)

AHMED AMÎŞ EFENDİ

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...