26 Nisan 2014

YUSUF'LA BAŞLAMALIYDI SÖZ







Yusuf'' la başlamalıydı söz...
Kelimeleri kifayetsiz bırakan binbir hece düşer dudaklara...
Kurulan cümlelerin manası yeter mi seni anlatmaya ?
Yüzünün güzelliğine anlam bulan söze erişşem,
Yüreğinin güzelliğine yetemiyor ki hiçbir mana.
Yusuf'' um!
Kaderi dipsiz kuyulara atılan masumum,
İhaneti kan bağından öğrenen,
Çilesi kuyularda derinleşen temiz ruhum,
Sen kuyulara düşerken, yükseliyordu aşk.
Avuçlarına sıkışan ihanetin kan izleriyle başladı yolun,
Sitemin, arkasını dönüp giden on kardeşin kulaklarında çınladı,
Kenan ilinin topraklarında kara bir isyan oldu ayak izlerin...
Yusuf'' un kanlı gömleği düştü işte o vakit ihanetin ellerine.
Kenan ilinin topraklarına yolu düşen bir kafile...Yusuf
Kuyuya salınan kaplara bir umut sızdı önce,
Yakub'' un en sevdiği evladı,
Atıldığı kuyudan köle olarak çıkıyordu.
Bakışlarında hayretler okunan kaç göz imrendi?

İlahi aşkın nurlar yansıttığı o yüzüne...
Mısır'' ın köle pazarlarında,
Satılığa çıkarılan bir köle.
Bilmezler ki köle diye bir aşkı satın aldıklarını.
Eşsiz güzelliğini, sarsılmaz hayasıyla tamamlayan,
Ve sinesine saklanmış nice imtihan...
Züleyha'' yı biçare bırakan,
Akla ziyan bu aşka tutsak eden,
Yusuf'' ta şiirleşen güzelliğe taparcasına aşık,
Kurallara başkaldıran, iffet perdelerini yırtan,
Kat kat artan bir muhabbetle çığa dönüşen yakıcı bir sevda.
Nefsin aklını çelen fısıltılarıyla,
Züleyha'' nın gözlerinde, vuslata davet her bakış...
Yusuf,Un Züleyha'' nın güzelliğin karşısında,
Her şeyin kalpte başlayıp, kalpte bittiği bir anda,
Aşkın, kalbin emrine göre isim aldığı yerde,
Şehveti reddeden üstün bir haya oldu Yusuf .
Züleyha'' nın iftiraları ile zindana düşen bir nur,
Adım adım yükseldi, sabırla,
Hem maşukuna, hem de makamına.
Ve Züleyha!
Nefsinin külleri arasından, haya kapılarına çıkan,
Güzelliğini, servetini Yusuf uğruna kaybeden,
Vicdan mahkemesinde, her davada müebbet bir hasrete mahkum,
Yusuf'' una hasret Züleyha...
Kırışan yüzüyle gittiği Yusuf'' un makamında,
Edep nuruyla güzelleşen,
Maşukunun gönlünde yer edinen kadın.

Aşk güneşinin aydınlığında,
Yusuf'' la vuslata erdi Züleyha.
Ayşe ÇETİNER. 
Çok Zordu, Yusuf’u Görmeyen Gözün Züleyha’yı Anlaması ..
Çok Kolaydı, Yusuf’u Görmeyen Gözün Züleyha’yı Kınaması ..
__________________
Güzelliğin bir zerresi olan Leyla için uykuları sürgün etmek çok değilse,
Güzelliğin kaynağı olan Mevla için bir ömrü feda etmek az bile..

“Rabbim, Fattah-ı Kerem olansın,







“Rabbim, Fattah-ı Kerem olansın, iyilik etmesini sevensin ve dahi kapalı olanı açansın ki kalbimin kapısını aç ki Zûleyha kuyusundan çıksın.” Ey Zûleyha … Sevdasını yüreğine katık eden sevgili… gözlerinden gelen yağmurla yüreğindeki ateşi söndürmeye çalışıpta her damlada bin yürek yakan… “Ben su serptikçe senin alevin artacak, sendeki ateş arttıkça ben daha çok yaş akıtacağım” Sen ki suretin güzeline bir sınav oldun… O ki sana cennet vesilesi…. Ömrün ki Yû’suf ila aslına bürünmüş, gerçeği bulmuştu ki gelmiş ve geçmiş en gerçek sevdayı yaşamıştı… “Zûleyha ki Leyla’dan, Aslı’dan, Şirin’den, Zühre’den ve hatta Zahide’den sahici…” Sabrın sevgiliyi getirdiğinin en açık kanıtı değil misin? Sevgiyi dilde yaşatmak kolay ve gerçekten uzaktı…. oysa sen sevgiyi önce yüreğinde yaşadın öylesine büyüttün ki kaldırmadı küçücük görünen ama kocaman olan o yüreğin sonra göklere saldın Rabbine ulaştın Ey Zûleyha … Gör Zûleyha … Bil Zûleyha … Senden yüzyıllar sonrasında yaşıyoruz. İnsanların küfrünün ve azgınlığının her geçen gün arttığı bir dönemdeyiz… Sokaklarımız ölü kaynıyor, insanlar kokuşmuş ruhlarıyla geziniyorlar… kim kimi sevdiğini bilmeden yürüyor sokaklarda… aşk sözleri her ağızda herkese söyleniyor… sevdayı sadece beşeri -bedeni- yaptılar… ki seni bilen şunu da biliyor ki bu insanların yaşadığı sevgi değil!! İnsanlığın olmadığı bir yerde Aşk nasıl yaşasın ki… kendini bilmez olan insanlar sevgiyi nasıl bilsinler ki… sevmek yok olmak değil aksine var olmaktı… varlığın olmadı yerde sevgi olur muydu ki? “Aşık olmayanlar Zûleyha ismine dokunmasınlar” Ey Zûleyha … Gör Zûleyha … Bil Zûleyha … yüreklerimiz bir kez daha aşkından değil… utanıcından eriyerek söylüyor… biz aşkı senle gömdük toprağa, ne sevecek ne de sevilecek bir yürek kaldı ortada…. bil Zûleyha … artık sevdalar göklere çıkmıyor… daha ilk engelde takılıp geri dönülüyor… hala Leyla faslındalar ki Mevla’ya nasıl ulaşsınlar… bir çocuk yürümeden koşamaz ki, İnsan sevginin ne olduğunu bilmeden Mevla aşkıyla nasıl yansın hiç yanmamış ki ne bilsin bir yürek nasıl erir sevgili uğruna nûr olur… o sevgi nasıl göklere ulaşsın ki Zûleyha … “Sevgili!... Kapına geldik; AŞK’ı öğret bize ve AŞK’ını ver yüreklerimize..” ama Zûleyha bil ki; adını yazdık yüreğimizin en kör noktasına Aşk deyince kulaklarımızda sen çınlıyorsun ilk önce Yûsuf diye eriyişin ki Rabbim sana lütfedince Yûsuf’u Yûsuf’tan ilahiye dönen aşkının büyüklüğünü anıyoruz bil Zûleyha senden yüzyıllar sonrada yaşıyoruz ne ömrünü Yûsuf uğruna adayacak Zûleyha var… ne de uğruna ömür adanacak bir Yûsuf… hal böyleyken nasıl göklere ulaşsın sevdalar …! “Aşk iğnesiyle dikilince bir dikiş, kıyamete kadar sökülmez imiş. Aşk ile insan elbet güneşe benzer ve aşksız gönül misali taşa benzer Hayatı aşka bölünce aşk çoğalır; bütün hayatları toplasan geriye Aşk kalır

Yusuf'u Öldürdük, Züleyhâ Ağlıyor...



Yusuf'u Öldürdük, Züleyhâ Ağlıyor... 

Her şey kuyuda başlamıştı. Yusuf kuyuya düşerken yükseliyordu manen. Avuçlarında sakladığı ihanetiyle bir yolculuğa başlamıştı. Kanlı gömleğinden sızan kokusu Yakup’un gözlerindeki feri silerken o, kuyuya yükseliyordu. Bir Nebi’nin en sevdiği evladı olarak girdiği kuyudan köle olarak çıkıyordu. İlahi aşkın verdiği nur yüzünde besteleniyordu. Köle pazarında sahibeler Yusuf’u değil aşkı satın alıyorlardı. Saraya köle, sahibesine karşılıksız muhabbet oldu. Yusuf’u güzel kılan haya perdeleri parmak kopartırken açılıyor ve imtihan başlıyordu. Züleyha’yı biçare kılan nur, Yusuf’u zindana düşüren hayanın aksetmesidir yüzüne. Züleyha nurun kaynağını bırakıp bedene talip oldu. Yusuf’ta şiirleşen güzellik muhabbet düşürdü bir faninin kalbine. Bu muhabbet gömleğini yırttırdı Yusuf’un. Bir Yakub’un muhabbeti parçalattı gömleğini bir Züleyha’nın. Gömlek yırtıldıkça Yusuf güzelleşti. 

Çünkü güzelliği hayasından kopan nurdu. Yusuf haya perdelerini örmek için girdi zindana. Zindan ona merdiven oldu ve yükseltti hem maşukuna hem makamına. Ve nefsinin külleri arasından Züleyha haya kapısını çaldı. Kırışık yüzüyle gittiği kapıdan hayanın nuruyla güzelleşmiş olarak çıkıverdi. Yırtılan gömlek Yusuf’tan Züleyha’ya geçti. Edep mertebelerini koşarak çıkanlar nasılda güzelleşiverdiler öyle. Ne oldu şimdi Yusuf’un emaneti, Züleyha’nın gençlik iksiri hayaya. Yırtılan gömlekler ne için yırtılıyor artık? Yoksa bizde Züleyha gibi kapattığında ilahının gözlerini kimseler görmez mi sanırız? Kaç Yusuf kaldı aramızda zindana talip hayası için. Kaç Züleyha kaldı aramızda tövbelerin en güzeli ile kırklanan. Ve Yusuf’a eş olmaya namzet. 

 Bu zamanlarda Yusuf kuyuya düştü artık. Bir kervan bekleniyor onu kuyudan çıkaracak. Yusuf kuyuya düşeli değişti haya kokumuz. Gömlekler bırak yırtılmayı üzerimizde eğreti durur oldu. Züleyha tekrar yaşlandı ve güzelliğini kaybetti artık. Bir Yusuf bekleniyor Züleyha’ya tövbe ettirecek. Yusuf kuyuya düşeli Züleyhalar unuttu haya dokularını. Anlamları değişti hayanın, tövbenin ve Yusuf’a olan muhabbetin. Her şey bir flört cenderesinde öğütülüp gitti. Aşk masalları fazla sulandırdı kafamızı. Yusuf ve Züleyha gerimizde kaldı, yönümüz ters istikamete uzandı. Her şey kuyudaki Yusuf’un tekrar çıkması ile başlayacak. Yusuf sultan olacak gönül sarayımızda. Züleyha aşık olacak ve tövbe kapılarını zorlayacak parçalarcasına. Haya güneşi aydınlattığında yüzleri; işte o zaman ayın on dördü gibi parlayacaklar. Muhammet Esiroğlu

Ateşe Düşen Gülün Çığlığı Gerçek Bir Yaşam Öyküsünden





Ateşe Düşen Gülün Çığlığı 

Kızını dünyaya getirdikten sonra çok sevmişti, hemde uğrunda ölecek kadar çok... Ama hep eziklikle, utançla, korkuyla, cinnetle sevmişti… Hep "Ya" diye kaygılar taşıyarak içinden ve o “Ya” ları düşündükçe kanı çekilirdi damarlarından Kezban’ın. 
Ölmeyi çokça geçirmişti içinden, oysa bir uçurum kenarından kendini boşluğa bırakacak kadar çok seviyordu hayatı, kocasını ve kızını. Ama kahrolası yerde üçüne de yaşam haram kılınmıştı. 
Kulaklarında bir ses “Ölmelisin, ölmelisin!” diyordu. . “Hadi be kızım sende,” “çocuğun, eşin dururken hayata küsmek, ölmek mi olur?” 

Nasıl ölsün? Yaşamak güzel, yaşamak kutsal. Kafasında sorular dolaşıyor: “Kadının yazgısı mı bu? Yoksa geri kalmış ülkelerin sorunu mu?” diye. 
İlk önce çözümlerin içinde olduğunu, hayatın iğrençliklerine dayanması, bütün gücüyle karşı koyması, bunu kabul etmesi, bu yola inanması, dayanması ve kendini geliştirmesi, aşması gerektiğine inanıyordu.
Sadece bunun için dua ediyordu. Ölümü son çare olarak görmek değil, bu gücü yaşamak istiyordu. Korkularının ördüğü setleri devirmek, yıkmak, bu köhne töreleri devirmek, belki de kendisi ve başkaları için bir devrim olacaktı. Yapayalnız olsa bile, bunun tek çıkış yolu , bunun tek umut ışığı yine içindeki kendinde olduğuna inandırıyordu kendini. Bu yüzdendir ki dayanılması güç bir hayata dayanıyordu Kezban.
Hayâller kuruyor Kezban. Bir küçük ev, sevdiği bir eş, etrafında dolaşan çocuklar, herkesin herkese insanca baktığı, kadınların aşağılanmadığı bir çevre’’... Uyuya kalıyor Kezban. Dudaklarında sayıklamalar... 
Kocasının o insan yüzüne bakarken her gün utançtan biraz daha kahroluyordu. Oysa kocası anlayışlı, insancıl bir adamdı, sokakta karşılaştığı herkes yüzünü çeviriyordu, yüzüne söylemeseler bile, arkasından ona pezevenk, piç babası demelerine bile aldırmıyordu. Namusunu temizlemesi için yapılan tüm baskılara karşı çıkıp direniyordu. “eşimin ve o günahsız yavrunun suçu nedirki öldüreyim, asıl suçluları neden görmüyor sunuz?” deyip tüm çevresini ret ediyordu. Hem bu gerici mantık inandığı değerlerle ve dünya görüşüyle de çatışıyordu... 
Bütün çevre “namusunu temizlemezsen senin buralarda yaşama şansın ve hakkın yok, kimsenin yüzüne bakamazsın “ diye açık açık tehtit ediyorlardı. Ama o köhnemiş törelere karşı çıkıyordu ve geri zihniyetli tehtitlere aldırmıyordu... 
Kocası çoğu zaman çektiği acıları bildiği için Kezban’a, “Hiç kimse seninde, kızının da kılına bile dokunamaz, dokunana dünyayı dar ederim’ biraz daha sabır’’ diyordu. ”Karkolda gözaltı sürem bitince, inşaatlarda çalışıp biraz para biriktirdikten sonra çekip gideceğiz İstanbul’a. Orada kimsenin bizi tanımadığı, rahatsız etmiyeceği bir yere yerleşiriz...” deyip teselli ediyordu Kezban’ı... 
Kocası öğretmendi 1980 li yıllarda katıldığı bir yürüyüşün tertipleyicisi olarak ihbar üzerine yakalanp içeri atılmıştı. Bunu fırsat bilen karşı görüşteki düşmanları gece evine girip Kezban’ın ırzına geçip kaçmışlardı. Kezban eşinin ve ailesinin onurunu ve namusunu düşünerek bu olayı sır gibi saklamıştı. Nihayet altı aylık hamile olduğu anlaşılınca saklaması olanaksızlaşmıştı. Sonunda çareyi ailesine açılmakta bulmuştu. 

Ailesi doğan çocuğunu boğması için yaptığı bütün baskıları canı pahasına ret etmiş, karşı koymuştu. 
Kocası hapisten çıktığında ise Kezban’ın ırzına geçenler köyü terkedip, izini kaybettirmişlerdi. Köhnemiş törelere göre sanki suçlu oymuş gibi bütün akrabaları, Kezbanı ve kızını öldürmesini istiyorlardı kocasından.. Zaten törelere göre doğal olanı da buydu. Yoksa kimsenin yüzüne bakamazlardı... 
Acılarla geçen her gün biraz daha acı veriyordu. Çöken karanlıklar umudunu, geçen her gün hayallerini, hayatını çekip götürüyordu Kezban’ın... Karanlıklardan hep korkardı Kezban, kocası ne kadar karşı çıkarsa çıksın, kızıyla birlikte öldüreceklerinin korkusunu hep yaşıyordu. En çok da kızının öldürüleceğine yanıyordu yüreği.... 
“Ah zavallı yavrum” diyordu. “Bilir mi sorsam, sormadığım soruların cevabını? Konuşsam anlar mı dilimden? Konuşmadan, yüzüme bakıp susar mı öylece. Bilir mi neden bu kadar korktuğumu?. İçimdeki korkunç acıyı, gözlerimdeki uçurumu, katran karası geceleri. Anlar mı gözlerimdeki hüznü, kendime bile kapattığım duygularımı…” 
Kezban için umut ve sevgi uzaklarda bir nokta bile değildi artık. Dünyalar değildi istediği, can bulacak kadar bir destekti.... Özlem, sevgi, şevkat, anlayış gösterecek ve içinde barınabileceği, herkesin yüzüne utançla bakmadığı bir yerdi... 
Durmadan bir nehir akıyordu düşlerinde Kezban’ın, düşlerinin içinde yüreğine akıyordu sanki acı olup. Alıp götürüyordu ömrünü seller gibi her defasında... 

Issızdı, şaşkındı, çaresizdi, yapayalnız ve tek başınaydı Kezban düşlerinde… Kim koymuştu bu töreleri, kadınların lanet yazgısı mıydı bütün bunlar?... Bütün bunlara bir cevap arıyordu ama bulamıyordu... 
Ne zaman dalıp gitse boğazı düğümlenir, tuzlanırdı kirpikleri. Bir yıldızın izdüşümü sarılırdı geceye, çağlayanların sesleri duyulurdu uzaktan ve bir çobanın kavalı vururdu kulaklarına. İçi acırdı her defasında ne zaman o kahrolası lanet geceyi anımsasa. Ne zaman anımsasa çaresizliğin nefesi üşütürdü içini, hüzne yazılmış bir şiirin dizeleri gibi acı solurdu hep. 
Yorgun düştüğü zamanlar olmuştu elbet, hep direnmişti ayakta kalması için ama şimdi öyle miydi? Bir yanda kızı, diğer yanda kocası. Bütün bu olanlara karşı gücü tükeniyordu artık. Kaybolan zamanlar yitik umutlar hiç gelir miydi geri? 

“İlk baharın kısa ömürlü çiçeği olsa, bir sonraki bahara yine gelirim der avuturdu yüreğini. İnsan gitti mi bir daha gelmez. “ diyordu kendi kendine... 
Güneşli bir bahar günüydü, onlarda başka aileler gibi kırlara, nehir kıyısına çıkmışlardı, kuzular meliyor, çocuklar ordan oraya koşup oyun oynuyordu. 

Her yere yağmurun ve toprağın taze kokusu sinmişti. Ne zamandı sıcaklığını, şefkatini özlemişti güneşin. Gökyüzü öylesine mavi, öylesine duru, öylesine sınırsızdıki, Yine de yüreğindeki acıyı haifletmiyordu bütün bu güzellikler.... 
Çevre hep rengarenk çiçeklerle, çimlerle, yabani bitkilerle süslüydü. Kuşlar cıvıl cıvıldı. Çiçekler açıyor, baharın serin ve temiz havası mis gibi kokuyordu… Rüzgarda tiril tirildi yaprakları güllerin, çiçek açtıkları küçük tepede el ediyorlardı sanki onlara … Kezban bir gül koparıp kızının saçlarına taktı. Bir kızına baktı, bir güle, bir de çağlayarak akıp giden suya…. 

Saçlarına taktığı beyaz gül o kadar yakışmıştı ki yüzünün masumluğuna kızının. 
Kızı, dünyanın bütün kötülüklerinden uzak, her şeyden habersiz saf saf gülümsüyordu. “Ah bir bilse, bir bilse hangi acıların annesinin bağrını deştiğini. Acılarla geçen her günün neler koparıp götürdüğünü ömründen...” diye söyleniyordu kendi kendine Kezban... 
Kızına, “ah gözleri harelim sen bu acıları bilmezsin, henüz çok küçüksün, diyordu. “Bilmezsin nasıl olur, bir davanın hem mağduru, hem suçlusu, hem sorumlusu olduğumuzu. Ah gözleri harelim bizim için yaşamak, bu kötülüklerle, yanlışlarla dolu dünyada zaten ölüm demektir, ölümse rüzgâr olmak demektir bizim için. Sen henüz bilmezsin ölümü, bilmezsin ölümü bir rüzgâr gibi işlemenin ne demek olduğunu….

Ah gözleri harelim, boynu büküğüm, onca ağır yük verilmiş ki sırtımıza. Sen taşıyamamışsın da, ben taşırım, sanmıştım.
Bu dünyada her şeyin ölümlü olduğunu biliyorum da ölümün ne olduğunu bilmiyorum.”
Tüm acıların ve üzüntülerin üstesinden gelebileceğini sanmıştı bir zamanlar fakat bu gücünü kaybettini anlıyordu yavaş yavaş.
Kezban hayatı boyunca haykırmak istediği fakat haykıramadığı herşeyi haykırmak, dışarı atmak istiyordu. Yıllarca içine atıp sakladıkları dayanılmaz korkunç bir yara oluşturmuştu onda. Yüksek bir yere çıkıp avazı çıktığı kadar haykırmak, içindeki yaraları deşip çıkarmak , boşaltmak istiyordu. Hayata, tanrıya, törelere, kötülüklere, suskulara her şeye isyan etmek istiyordu.
“Herkes bu kadın aklını yitirmiş desin, ardımdan küfür etsin” diyordu, kimin ne düşündüğü pek umurunda değildi artık.
Kızına baktı gözleri dolu dolu. “Bu kahrolası iğrenç zamanda, kimbilir başına neler neler gelecekti, ne acılar çekecekti bu saf haliyle...” 
Sonra güneş ışıklarını serpmeye başlarken yeryüzüne, uzaklara akıp giden nehire baktı... Orada canlılığı, başkaldırmışlığı, isyanı, hasreti gördü... Kavuşmak istedi bir an önce, sarılmak istedi nehire... Koynuna girmek istedi bir sevgili gibi... Sevişmek istedi nehirle... İnsanın ulaşamayacağı bir yer düşlüyordu, kavuşmak istiyordu bir an önce düşlediği o yere... 

Sonra, çocukluğunda dinlediği bir hikaye takılıp kaldı usuna. Kızına anlattı dudakları titreyerek... 
“Ateş bir gün suyu görmüş..yüce dağların ardında..sevdalanmış onun deli dalgalarına, hırçın,hırçın kayalara vuruşuna...Yüreğindeki duruluğu demiş ki suya; 

gel "Sevdalım ol" hayatıma anlam veren, mucizem ol... Su dayanamamış ateşin gözlerindeki sıcaklığa,"Al " demiş.."Yüreğim" sana armağan.. Sarılmışlar ateşle su birbirlerine sıkıca.. Kopmamacasına.. zamanla Su; buhar olmaya, ateş kül olmaya başlamış ... Ya kendisi yok olacakmış, ya Aşkı..! 
Baştan alınlarına yazılmış olan kaderide, yüreğindeki kederide alıp gitmiş, uzak diyarlara su... Ateş kızmış, yakmış ormanları.. Aramış suyu diyarlar boyu... Geceler boyu... 
Gün gelmiş suya varmış yolu... Bakmış, o duru gözlerine suyun... Biraz kırgın... biraz hırçın... Ve o an anlamış aşkın bazen gitmek olduğunu.. Ama gitmenin, yitirmek olmadığını.. Ateş durmuş, susmuş öylece.. Sönmüş aşkıyla.... 
İşte o zamandan beridirki; ateş sudan, su ateşden kaçar olmuş... Ateşin yüreğini sadece Su...Suyun yüreğini sadece ateş alır olmuş..” 
Hikaye bittiğinde kızını alıp yanına yavaşça yürüdü nehire doğru. 

Kocası kitap okumaya dalmıştı. Hiç kimse farketmedi, hiç kimse görmedi onları… Usul usul yürüyüp dağlardan süzülüp gelen o akıntının kıyısında durdular. İçini kemiren acıdan ve içine düştüğü bu boşluktan kurtulması için tek çıkar yol bu nehre atlamaktı belki de. Ama hangi cesaretle. Bir an için düşündü, yüzme bilmiyordu. Kaç genç kız, kaç yeni gelin atlayıp boğulmuştu bu nehirde yıllar yılı… Kaç gözyaşı efsanesi dinlemişti nehirde boğulanlarla ilgili… Buralarda, başlamadan biten bir masaldı sanki hayat... 
Yüzme bilmiyordu Kezban, kimse öğretmemişti, akarsulardan hep korkardı… Ne zaman nehrin kıyısına gelse hep boğulacağını sanır ürperir, geri çekilirdi..… 
Durup yüreğini dinledi Kezban. Sanki akan nehirdi yüreği. Bazen gürül gürül, bazen sessiz ve derinden aktığını hissetti yüreğinin. Akan nehiri yüreğinde, yüreğini o gümbür gümbür akan nehirde buldu.... 
Yüzüne baktı son kez kızının, öylesine saf, öylesine masumdu ki yüzü, dünyanın tüm kötülüklerinden habersizdi... Sicim gibi yaşlar süzüldü gözlerinden biribiri ardına. Ne çok acıyı, sevinci, hüznü, korkuyu biraraya biriktirmişti, birarada tutmuştu yıllar yılı. Ama artık hiç birini çekecek gücü bulamıyordu kendisinde... 
Sarıldı kızına sıkıca ve hoşçakalın dedi yıldızlara, aya, güneşe. Bütün düşleri sahipsizdi artık... Darmadağın yüreğini topladı... Arkasına bile bakmadan acılarını sırtlayıp kapadı gözlerini... Ve kızının da elini tutarak kendini bıraktı akıntıya… 
Gün gelir herkes ölür, hayat biter, yaşam sona erer. Yaşadıklarını da alır yanına kimi insan giderken. Elveda derken dünyaya.

Tüm çabalarına rağmen yenilmişti işte hayata ve insanlara. 
Nehrin azgın dalgaları biribirine sarılı ana kızı birlikte sürükleyerek alıp götürüyordu... Akıntı zorluydu. Sadece akıntıya kapılan beyaz gülün çığlığı duyuluyordu kıyıda. Kezban’ın, kızının saçlarına taktığı beyaz gül’ün çığlığı... Dalga dalga yayılıyordu gülün çığlığı, ateşle su arasında... “Susturun şu çığlığı” diye inliyordu bozkırda rüzgar... 
Belki de o güzelim anneyle can yoldaşı kızını, akıntının kıyılarına atması çok sürmeyecekti. O düşledikleri eşsiz adaya götürüp bırakacaktı onları... 
Kocası bir şey yapamamanın çaresizliğiyle kahroldu, kıyıda arkalarından sadece bakakalmıştı... Kezban kocasının umutsuz çağrılarını duymadı bile... 

” Kezban! Kezban! “ Ama iş işten geçmişti artık. 
Karısı ile kızının yardımına koşmayı istiyordu ama elleri, kolları bağlıydı kocasının. Nehire atlaması onunda ölümü, yok olması demekti. Hem atlasa bile onlara yetişebilmesi olanaksızdı, suyun kıyısına geldiğinde epey uzaklaşmışlardı onlar... 
Ana kız kıyıdaki umutsuz çağrıları duymadılar belki de. Dalgaların sallantısına kaptırmışlardı kendilerini. Kollarını kızının boynuna dolamış, saçları gözlerine yapışmıştı Kezban’ın... Akıntıya kapılmış gidiyorlardı... 
‘’Kezban! Kezban! Geri dön!’’ ‘’Geri dön Kezban n’olur !’’ 

Kulak verseydi, belki de kocasının ve kıyıdakilerin sesini son kez duyabilirdi. Ama uzaklardaydı artık. Dalgaların şırıltısı arasında suların boğuk ezgisini dinliyordu... 
Kırgın yüreklerin derinlerinden gelen türküler gibiydi bu ezgi... 
Bahardı çiçekler açıyordu kırlarda, topraktan otlar fışkırıyordu delicesine... Dalgalar azgınlaşıyordu git gide... Daha hızlı akmak, insanın olmadığı bir adaya ulaştırmak istiyordu onları... Aktı, ıssız ormanlar, boy boy ağaçlar arasından, yıllardır biriktirdiği acıları, hasreti peşinde sürükleyerek, aktı başkaldırırcasına... 
Kezban’nın gözyaşları ufacık damlalardı, aktıkça sel oldu, nehir oldu, deniz oldu, okyanus oldu. Kapladı yeryüzünü, yaşamı sorguladı dalgalarla oynarken... Yaşam gizlenmiş acılar mıdır diye sordu yüreğindeki çığlığa? Sordu kahrolası töre koyucularına? Cevap alamadı... 
Kıyıdakiler artık yalnızca bir leke seçebiliyorlardı... 

O da yanak yanağa vermiş suda sürüklenen anne ile kızının başıydı bu. Sonra dalgaların çalkantısı arasında bu leke de seçilmez oldu. Biribirine sarılı vaziyetde giden ana kız, tatlı bir uyuşukluk içerisindeydiler. Tıpkı uykulu gibi. Su, yanaklarında şırıldıyordu... 
Gözlerini yummuştu ana kız. Tüy gibi hafiftiler. Bir daha hiç ayrılmayacaklardı. Anne kız birlikte düşlerdeki gibi almış başlarını gidiyorlardı. 
El ele birbirine sarılarak atlamışlardı nehrin çılgın sularına, birbirini hiçbir zaman bırakmayacaklardı artık. Beraber gideceklerdi gidecekleri yere. Her şey, cennet ve cehennem arasında birbirine tutunmak gibiydi.. 
Birlikte yüzdüler, yüzdüler. Nehrin ezgili suları kulaklarına tatlı bir ninni fısıldıyordu. 

O güzel su, büyük nehrin akıntısı boyunca genç kızların, gelinlerin, annelerle çocukların hep iç içe, can cana olduğu büyülü bir adaya sürüklüyordu onları... 
Çiçeğe duran dallarında umut tazeliyordu yine elma ağaçları, her bahar olduğu gibi…

Nuri CAN 
Gerçek bir yaşam Öyküsünden..

BİR DOSTA MEKTUP





BİR DOSTA MEKTUP
Yağmur damlaları saçaklardan sarkarken gönüllere,puslu bir havanın kasvetinde yazıyorum bunları sana…

Uykusuzluğun verdiği delilik zamanlarında gözlerimin altında ki morluklar kadar yoksun düşlerimde.geçmişin şimdilere döndüğü zamanlardır bende ,zamanın durduğu an ve başlarım yazmaya ruhumdan esen rüzgarlarım gibi…

Düşünürüm de şimdi seni ;

Çelişki dolu bir ruhun en güzel yansımasıydın , şehvetin ile ter kokan yatağımda.gün olur eserdin ruhumda savurur dağıtırdın kimliğimi zamanın esiri ruhlara…an olurdu zamanı durdururdun gözlerinde , alırdın hiçliğin zamansızlığına beni de.erişemezdin çok zaman ruhuma, ruhumu ben sererdim ayakların altına ...ezer geçer miydin beni?hıh…
Düşünür müsün bazen beni,düşünürüm de bazen bunu.şaşırır gülerim kendime sonra.nasıl çıkmıştın karşıma ve nasıl …nasıldı ama ilk öpüşmemiz ya ilk sevişmemiz?ahhh o ilk ruhuna dokunuşum…kendine sakladığın o ilk gülüş…senin sesine aşık olmuştu ruhum ilk bana söylediğin şarkıyla.şimdiyse nefretine mi dersin aşık ruhum?bomboş bir aşkın gölgesiz izleriydi sanırım yaşadığımız.öyleyse neden hala düşümdesin ?
Zaman mumların ömrü kadardır odamda ve düşlerim sonsuzdur bıraktığın izlerde.ben yazarken hala sana ,unutulmuş bir tutkunun külüydüm aslında.aldanma düşlerimin gölgesi kelimelere,inanma yazdığımı düşündüğüm bu çelişkilere.ulaşır mı sana geçmişim bilmem ama var oldun yine bir kalbin zindanlarında.artık duvarlara yansıyan mumların can çekişi gibiydi düşlerin çok zaman ve aşkın gibiydi mumların alevi.hani derler di ya rüzgarın mumu söndürüp ateşi körüklemesi gibi.işte tam böyleydi yaydığımız ateş ve ışık.bir rüzgar olmasa da esen bir üfleyişti belki zaman…
Mumlarım yaşlanmaya başladı ruhum kağıtlarda erirken.düşlerinin zamanı tükenmeye başladı ,çelişkilerim gerçeklere sarılırken.sen rüyaların pembeliğinde sürdürürken aşkını bir ben miyim kağıtlarda tüketen düşlerini?sormak isterdim sana gerçeklerini.neyse artık ışığım tükeniyorken bana sana mı saçayım ışıklarımdan.sendin seçen karanlıkları ,bendim yalnız kalan ışıklarımdaki…hıh…bir yaprak daha harcamışken kendini bana ben harcamışım aşkımı sana,çok mu dersin…
Çok güzelim çok…anlamayana, hele sana …

BİR HASRET MEKTUBU





BİR HASRET MEKTUBU
Bilirim ki aşkın bahçesinden bir gül koklayan, şeyda bülbül olurmuş. Bilirim ki aşkın pınarından bir damla içen, ömrünce sarhoş gezermiş. Bilirim ki kavuşmak olmasa sevdalılar, ağlayı ağlayı kör olurmuş.

Biliyor musun, iki gözüm; bugün ayın kaçı? Hangi mevsimdeyiz? Bahar mı, kış mı, sonbahar mı, yaz mı; inan farkında değilim. Sıla ne yana düşer, gurbet ne yanda? Nerdeyim, nasılım? Bilmiyorum. 
Derdim, kederim ne ? Biliyor musun yanıtını?... Neşemi, sevimcimi, yaşama gücümü yitirdim. O coşkulu, mutlu, umutlu günlerimi ne de çok özlüyorum. Öylesine bir özlem ki bu; ne sen sor, ne ben söyleyeyim. Sevdiklerim, özlediklerim ve bana dost olanların her biri başka bir yerde; hiç birine kavuşamıyorum.
Dalları fırtınada kopmuş bir ağaç gibiyiz iki gözüm. Her dalımız bir sınır boyunda, her yaprağımız bir ülkeye savrulmuş. Bir yanımız vizeli, bir yanımız kaçak. Çocukluğumu, ilk gençliğimi, geçmişimi, memleketimi velhasıl eskiye ait herşeyimi nasıl özlüyorum biliyor musun? Özümü özlüyorum, özümü.....Kendim olabilmeyi, sözümde durmak için verdiğim çabayı, kendime dürüst olmak için kendimle olan mücadelemi, özümle barışık yaşamayı özlüyorum. En iyi sen bilirsin, bir huyumu terk etmek için sarf ettiğim gayreti. Doğaya, insanlara, hayvanlara, çocuklara olan sevgimi, tutkumu ve yüreğimdeki ateşi, dimağımdaki tadı da en iyi sen bilirsin.
Zaman geçiyor, hayat geçiyor, ömrümde akşam çanları çalmaya başladı bile. İnsanın mutlulukları, heyecanları, hayatı, yaşadıkları geride kalıyor iki gözüm. Bizim gibileri yıllar geçtikçe daha bir duygusallaşıyor. Toplumların gittikçe bencilleştiği, duyarsızlaştığı dünyamızda olup bitenler beni hüzünlendiriyor. Acaba bu durumun bilincinde ve farkında olan çevremizde kaç insan var ? Binbir düşünce üşüşüyor beynime. Anılarla, özlemlerle boğuşmak beni yıpratıyor. İç acısıyla dolu, yaralı, bin yerinden vurgun yemiş bir gönülle acılara karşı umarsız olmaya çalışıyorum ama olmuyor. Belki bir gün son bulacak ufuklarda solar hüznümüz. Hala bir şeyler bekleyerek bulutsu bir sise gömülüyor her şey.
Şimdi ise, gülmek-ağlamak arası monoton bir hayatın girdabında kaldım. Üzerime ölü toprağı serpilmiş gibi. Silkinip çıkamıyorum. Gün ışığına, suya hasret bitkiler gibi tatsız ve tuzsuzum. İşte şimdi böyle bir insan oldum iki gözüm. Gayesiz ve huysuz . Evden sokağa her çıkışımda, penceremden dışarı her bakışımda, karabasan gibi çöken sis ve karanlık dokunuyor bana. Oysa ışık umut, umutsa hayat demektir. Ben mi o ışığı yitirdim, yoksa o ışık mı beni; bilmiyorum.
Nedense hep geçmişe bir özlem duygusu büyüyor içimde... İşte böyle iki gözüm. Hangi gündeyiz? Bugün ayın kaçı? Hangi mevsimdeyiz ? Bilmiyorum. Bilsem de, benim için artık hiç bir önemi yok..........
Uzun yıllar önce sevdamı yüreğime yükleyip geldiğim bu yabancı ülkede, koynunda volkanları taşıyan bir dağ gibi sustum. Suskunluğumu delicesine haykırmak isterken, içime ağuları akıttım ve öylece sustum. Kara bir diken gibi yuttum ve içime yığılıp öğlece kalakaldım. İçimdeki yangını, yüreğimdeki yarayı, gözlerimdeki damlayı sorma. Hasretlere dayayıp başımı, hüzünle geçip giden günlere, gecelere döndüm sırtımı iki gözüm. Yorgun, yetim ve yaralı. Gönlümün duvarına kocaman bir sevda resmi çizdim, bir de ateş yaktım ocağıma dağ gibi.Ki, okyanuslar söndüremez.
İnsanlar, var olalı beri kabullenmiş sevdayı. Herkes kendi sevdasının Mecnunu; kendi hasretinin delisi olmuş. Kendi hikayesini, kendi sevdasını en büyük sanmış ve saymış; büyütmüş yüreğinde dağ dağ. Sabır sabır beyninin gergefine işlemiş. Benim sevdam da benim için dünyanın en büyük, en kutsal sevdası....
Ben ki, sevdanın çöllerinde ayrılıkların en büyük hasretini çektim Leyla ‘mın. Ferhat oldum dağları deldim. Kerem oldum yaktım kendimi. Pir Sultan oldum asıldım, Nesimi oldum yüzüldüm. Kavuşmak için gönlümü yollara düşürdüm. Horlandım, ezildim, hakaretlere, işkencelere maruz kaldım.
Yüreğimdeki yangını, gözlerimdeki hicranı sorma iki gözüm. Acılarımı kimsesizliğime yükleyip, uzayıp giden yollara düştüm. Yorgun, yetim ve yaralı. Aşık oldum, yaktım kendimi. İçimde bin yangınla çıktım yola. Sevgilime şiirler yazmak, şarkılar bestelemek, türküler yakmak en büyük ibadetimdi. Kavuşmak ise en inanılmaz hayalim.
Bilirim ki aşkın bahçesinden bir gül koklayan, şeyda bülbül olurmuş. Bilirim ki aşkın pınarından bir damla içen, ömrünce sarhoş gezermiş. Bilirim ki kavuşmak olmasa sevdalılar, ağlayı ağlayı kör olurmuş.

Aşk olmasa iki gözüm, içimde biriktirdiğim bu yangın olmasa, dolmasa iliklerime aşkın hasreti, bu yangın yüreğimi sarmasa, avuçlarımı yakmasa bu ateş, akar mı damarlarımdaki kan! Bir gün kavuşmak hayali olmasa, nasıl dayanılır bu yaşama, bu kimsesizliğe, bu gurbete, bu hasrete iki gözüm, nasıl?
sorma 
ben kimim, adım ne, nereden geldim 
kim açtı bu kahrolası çukuru yüreğimde 
kimi sevdim, kime özlemim 
kaç yıl sevda doldu iliklerime 
kaç yıl eksildim. 
tut ki, bir pınarım suyu kesik 
akamadım nazlı nehirlere tut ki 
susturulmuş binlerce türkü 
bastırılmış binlerce acıyım 
baştanbaşa aşk ve ateş 
tut ki, incinmiş bir gülüşüm 
gecikmiş bir düş bir ateşin çemberinde 

yarım kalmış sevinçler kanayan 
tut ki, kar altında sevincim 
bütün mevsimlere küsmüşüm 
kanadı kırık bir serçeyim tut ki 
dağlarda koparılmış kınalı bir çiçek 
ateşin zulmünü gördüm suyun ihanetini 
baştanbaşa aşk baştanbaşa hasret 
susturulmuş milyonlarca türküyüm 
bir sarı çiçek bir sarmaşık belki 
çözer dilini yüreğimin ihanetlerin kilitlediği
Nuri CAN

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...