17 Ağustos 2017

KÜRESEL SERMAYENİN TAPINAĞI VE BAYKUŞ İMPARATORLUĞU

KÜRESEL SERMAYENİN  TAPINAĞI   VE  BAYKUŞ İMPARATORLUĞU

KÜRESEL SERMAYENİN TAPINAĞI – BOHEMİAN CLUB 
CIA’in 1953’te başlattığı meşhur MK-ULTRA zihin kontrolü projesinin alt kolu olan Monarch (Hükümdar) programı çerçevesinde küçücük kızıyla beraber sayısız tecavüze, hem fiziki hem de psikolojik barbarlık, taciz ve işkenceye uğratılan Cathy O’Brien’ın (kurtarıcısı Mark Phillips’le birlikte) 1995’te yazdığı ve Türkçeye “Baykuş İmparatorluğu” şeklinde tercüme edilen “Trance-Formation of America” adlı eserden öğreniyoruz ki, Telegramcı “Yeni Dünya Düzeni”nin yolu fuhuş ve pornodan geçiyor.
Uzaktan elektromanyetik zihin-beden kontrolü ve yönlendirmesi olarak nitelendirebileceğimiz Telegram’ın ABD’deki bir önceki teknik, teknolojik ve metodolojik seviyesine tekabül eden MK-ULTRA-Monarch programı çerçevesinde zihnen kontrol edilip yönlendirilecek kurbanlar, çoğu daha bebekken seçiliyor, ilk çocukluklarından başlayarak ensest ve pedofili saldırılarına, akıl almaz bedenî ve psikolojik işkencelere, elektrik şoklarına, zorla ilaç ve uyuşturucu kullanımına maruz bırakılıyor.
Kendilerine her vesileyle “travma” yaşatılıp, daimi bir HİPNOZ ile de desteklenerek, bu kurbanlarda “çoklu şahsiyet bozukluğu” veya “bölünmüş kimlik bozukluğu” denilen bir rahatsızlık kökleştiriliyor. Travma doğurucu işkenceler belli bir dönemle de sınırlı kalmıyor, bu süreçte ölenlerin veya kasten öldürülenlerin arasından sıyrılıp da sağ kalmayı başaran kurbanlara hayatları boyunca tatbik ediliyor.
Sonuçta kendi iradelerini neredeyse tamamen yitirip bir “Mankurt”a dönüşen bu zavallılar, biri diğerinden habersiz sayısız “şahsiyet” halinde kendi içinde bölünüyor, aynı insanda toplu tüm bu farklı “şahsiyet”lere Batılı-Batıcı Yeni Dünya Düzeni’nin casusluğu, fahişeliği, tetikçiliği, kaçakçılığı, ayakçılığı, hizmetçiliği yaptırtılıyor. Hipnotik bir metodla programlandıkları için de kendi normal (!) zamanlarında tüm bu yaptıklarını hatırlamıyorlar. (özellikle bazı politikacıların, aydınların ,sanatçıların söylediklerini, yaptıklarını inkar etmesi !)
“Köle”lerinin hafızasızlığına, devlet ve dünya iktidarlarına sonsuzca güvenen “efendi”ler ise, bu zavallılar üzerinde tüm sapıkça, hayvanca ve sadistçe arzularını tatmin ediyorlar. Dilediklerine diledikleri gibi tecavüz ediyor, dilediklerini öldürüyor, yaralıyor veya sakat bırakıyorlar. Yine de işi şansa bırakmamak için, 30 yaşını geçen “zihin kontrolü köleleri”ni çoğu ortadan kaldırmayı tercih ediyorlar. (kazayla,intihar süsü…)
Ne var ki “program”da umulmadık aksamalar yaşandığı da oluyor ve Cathy O’Brien, Brice Taylor, Kathleen Sullivan gibi kurbanlar bu cendereden bir şekilde kurtulup, yıllar süren ve çok masraflı psikolojik tedavilerden sonra “hafıza”larını geri kazanıyor, “bölünmüş şahsiyet”lerinin derinliklerinde yatan sırları gün yüzüne çıkarabilecek imkanı buluyor. Bununla da kalmayıp, her biri bu yaşadıklarını kitaplaştırıyor.
“Yeni Dünya Düzeni”nin Amerikalı mimar, idareci ve icracılarının akla hayale gelmedik barbarlık, fuhuş ve sapkınlıkları yer yer delilli ispatlı şahitliklerle tek tek ifşa ediliyor. “Zihin kontrolü köleleri”nin zorla fahişelik yaptığı Gerald Ford’tan Ronald Reagan’a, George W. Bush’tan Bill Clinton’a, Dick Cheney’den Hillary Clinton’a, en üst seviyeden en alt memura kadar, kimi pedofil, kimi nekrofil, kimi homoseksüel, kimi lezbiyen, kimi sadist, artık “Lut kavmine parmak ısırtır” hatırınıza ne gelebiliyorsa hepsi olanca çirkefliğiyle ortalığa saçılıyor. Bir diğer ifadeyle, “tetikçi fahişe” olarak programlanan Kathleen Sullivan, şu sözleriyle kesinlikle abartmıyor:


– “Sullivan, Lücifercilerin [Satanist Elit’in], alt sınıfları hayvan olarak gördüğüne, aşağı ırktan olduklarını düşündüklerini safha safha yok etmeyi tasarladıklarına inanıyor. Onlar Lucifer’in [Şeytani arzuların] açıkça uygulanabileceği, pedofili ve hayvanlarla cinsi ilişki gibi bazı aktivitelerin kanunileştirileceği yeni bir dünya düzeni yaratmak istiyorlar.”
[Jim Keith, Amerikan Derin Devleti ve Beyin Yıkama Operasyonları,  Nokta Yayınları, İstanbul 2006]
Amerikan başkanlarının zorunlu fahişesi” Cathy O’Brien’ın söyledikleri “bile” bizce yeter: – “Zihin kontrolü gerçektir. MK-Ultra Hükümdar Projesi travmaya dayalı zihin kontrolü altında, kendi hür irademi, düşüncelerimi kontrol etme kabiliyetimi kaybettim. Ne soru sormayı, ne muhakeme yapmayı, ne de şuurlu olarak kavramayı becerebiliyordum ; sadece bana söylenilenleri yapıyordum. Zihnimi ve sonuç olarak tüm davranışlarımı kontrol edenler, kendilerinin “uzaylı”, “şeytan” ve “tanrı” olduklarını iddia ediyorlardı. Ama Yeni Dünya Düzeni peşinde koşan hainlerin terör amaçlı iddialarına ve hayâllerine rağmen, dünyaya ait insanlar olduklarını kendi tecrübelerimden biliyorum. Gerçekten de bizim için geçerli olan tabiat kanunları onlar için de geçerli. Beni dini, annelik içgüdülerimi ve insanlara art niyetsiz yaklaşımımı kullanarak manipüle ettiler ama iç varlığıma asla “sahip olamadılar”. Beni kendilerinden biri yapamadılar. İnsan ruhunun gücünün ne kadar büyük olacağını hesaplamamışlardı. Hatta bunun varlığından bile haberleri olmamıştı. İşte bu yüzden üzerimde başarılı olamadılar.”



BAYKUŞ İMPARATORLUĞU ve ANGELİNA JOLİE !
[Mark Philips – Cathy O’Brien, Baykuş İmparatorluğu -Bir CIA Zihin Kontrolü Kölesinin Gerçek Yaşam Öyküsü-, Trc: Uğur Alkapar, Aykırı Yayınları, İstanbul 2002]
– "Global Çete’nin gizli örgütleri içinde en esrarlısı olan ve bugüne kadar hakkında örgütün yapısı ve işleyişine dair ülkemizde hiçbir kitap yazılmayan, Bohemian Club’dır. Anılan örgütte genellikle Temmuz ayında iki Cumartesi-Pazar’ı da kapsayacak bir süre içinde ABD’nin global elitleri(!), global seçkinleri, yani tüm dünyaya büyük adam diye yutturulan ABD’li örgüt üyesi kodamanlar, bir yandan global dünyayı yönetmek için kararlar alırken, öte yandan da nekrofili (ölüye tecavüz) dahil her türlü cinsi sapıklık ve sapkınlıklarını tatmin ediyorlar. Bununla da kalmayıp, modern insanın çoktan terk ettiği, pagan dinlerinden kalma dev bir baykuş (Moloch) heykeli altında gam yakma töreni diye adlandırdıkları sözümona sembolik insan yakma törenine de katılıyorlar. Üstelik işledikleri bu alçakça suçları kendi çıkarttıkları kanun ile suç kapsamı dışına alarak Amerikan adaletinin içyüzünü sergilemiş oluyorlar. George W. Bush başta olmak üzere birçok ünlü Amerikan Başkanı ve devlet adamı bu gizli örgütün üyesidir.”


[Talat Turhan – Faik Kurtulan, Küresel Sermayenin Tapınağı Bohemian Club, İleri Yayınları, İstanbul 2006]

(Radikal dincilerin arzuları Arap Baharından sonra birbir ortaya çıktı, Mısır’da mesela, Nekrofillik için yasa talep ettiler….)


“Baykuş İmparatorluğu”

Cathy O’Brien’ın anıları olarak "Bir CIA Zihin Kontrolü Kölesinin Gerçek Yaşam Öyküsü" alt başlığı ile yayınlanan “Baykuş İmparatorluğu” kitabında Holywood yıldızları ile Amerikan yönetimin en üst düzeyden yetkilileri arasındaki ilişkiye dair pek çok ipucu yer almaktadır. Dünyanın egemen gücü olarak dünyanın her ülkesine müdahale etmeyi kendilerinin bir hakkı olarak gören ABD elitlerinin sapkın tercihlerini konu alan bu kitabı, dünyada olan biteni anlamak isteyen herkes okumalıdır. Kendisi de bir seks kölesi olarak programlanan yazarın, küçük kızının da daha çocuk yaşta seks kölesi haline getirilme sürecine sokulduğunu anlayan bir annenin, annelik fıtratının koruma içgüdüsü ile harekete geçerek ABD’yi yöneten elitin mahrem hayatının pisliklerini ortaya seren bu itirafları bir yönüyle tiksindirici unsurlar içerse de hayra hizmet açısından takdir edilmelidir.
Bu anıları psikanalitik bir okumaya tabi tutarsak ABD’nin dünyaya yön vermek iddiasındaki isimlerinin; George W. Bush’dan Dick Cheney’e, Madeleine Albright’tan Hillary Clinton’a rezilane tablolar sergiledikleri görülür.

İslam Ülkeleri Liderlerine Cinsel Tuzaklar
Kitabın bir bölümünde ,Suudi Arabistan’ın ABD büyükelçisi olan Suud Kraliyet Ailesi’nden bir prensin (Bender bin Sultan bin Abdulaziz) cinsel ihtiyaçlarının resmi yönetimin bilgisi altında, bazı görevliler tarafından karşılanması hakkındaki bilgiler ile İslam ülkeleri yöneticilerinin cinsel içerikli şantajlara muhatap kalmasında, haklarında oluşturulan bu cinsel eğilim dosyalarının -ve muhtemel ki görüntü arşivlerinin- bir yeri olduğu kesindir.


Ülkesinin Washington’daki elçilik görevini üslendiğinde orada tam 22 yıl kaldı, bu süre zarfında Amerika’daki diplomasi ağının generali, Cumhuriyetçi partinin siyasilerinin özellikle de Baba ve oğul Bush’un yakın dostu oldu. Yazar Bob Woodward kitabında, Irak savaşının ayrıntılarına dönemin Savunma Bakanı Powell ve diğer bakanlar sahip olmadan önce Bender bin Sultan’ın bunları bildiğini yazmıştır. Sırada Suudi Arabistan vardır. Birinci sınıf prenslerin hayata gözlerini yumması ve geride kalıp tahta aday olanların önemli bir bölümünün yaşlanmasıyla birlikte Suudi Arabistan’da yönetim meselesi son derece rahatsız edici bir konu haline gelmiş durumda. Özellikle de Abdülaziz’in torunlarının sayısının bu kadar çok olduğu göz önüne alındığında. Bu net tablo içerisinde Prens Bender’in yükselişinin, Suudi Arabistan’ın etrafında ciddi siyasi dalgalanmalar yaşarken işin sonuna gelindiğini ya da bu yolda önemli adımlar atıldığını mı gösteriyor? Ve son olarak Prens Bender’in yeni görevine atanması, yavaş yavaş davulları çalınmaya başlanan savaşın göstergesi sayılabilir mi? Her halükarda durum oldukça ciddi! (basından Temmuz 2012)
(Son seçim sürecinde MHP’nin maruz kaldığı şantaja, hattâ CHP Genel Başkanlığı görevini terk etmek zorunda bırakılan Deniz Baykal’ın başına gelenlere bu açıdan bakılırsa net anlaşılabilecektir.!)

Marilyn Monroe’dan Angelina Jolie’ye…


“Baykuş İmparatorluğu” kitabında O’Brien, Marilyn Monroe’yu Zihin Kontrolü operasyonuna tabi tutularak ABD başkanları için hizmete sunulmuş ‘seks kölelerinin ilk örneği’ olarak takdim etmektedir. Gerçekten de ölüm sebebi resmi evraklarda aşırı dozda yatıştırıcı ilaç alımı sonucu intihar olarak kayıtlara geçen Marilyn Monroe’nun ölümündeki sır hala gizemini korumaktadır. Zamanın ABD başkanı John F. Kennedy (ölümü ve sözde katili hala şüpheli !) ve başkanın erkek kardeşi Bobby Kennedy (ölümü şüpheli) ile sürdürdüğü eş zamanlı ilişkinin yol açtığı psikolojik ve siyasi sorunların CIA’yi harekete geçirerek Marilyn Monroe’nun 5 Ağustos 1962 tarihinde henüz 36 yaşında ölümü ile sonuçlanan sürecin düğmesine basıldığı yaygın bir kanaattir.
Kendisi de ABD elitlerinin ‘hayvani’ zevklerinin tatmini için kullanılan Cathy O’Brien’ın anıları; Marilyn Monroe’dan sonra da devam ettiği anlaşılan ‘seks kölesi üretimi’ yanı sıra pek çok Holywood ve müzik sektörü yıldızının CIA operasyonlarında kullanıldığını göstermektedir. Bazı müzik yıldızlarının ülke içi turnelerinin eroin ve kokain sevkiyatı için önemli bir kanal haline getirildiği anlaşılmaktadır.
Daha sonra ABD başkanı olacak Bill Clinton’un daha Arkansas eyaleti valiliği sırasında bir kokain bağımlısı olduğunu dile getiren satırların arka planında CIA’nin ABD içerisinde kokain trafiğinin tam ortasında olduğu da ima edilmektedir. Cathy O’Brien’ın Bill Clinton ile ilgili anılarını içeren bölümde halen ABD Dışişleri Bakanı olan Hillary Clinton’un özel cinsel tercihleri ile ilgili satırlar da okunabilir.
Angelina Jolie’nin bir süredir ABD’nin operasyon bölgelerinde aktif olarak “faaliyet” göstermesi konusuna bu itiraflar ışığında bakıldığında konunun ABD yönetimine uzanan ayaklarını görebiliriz. Afganistan’dan Etyopya’ya, Libya’dan Hatay’a her ‘üretilmiş kriz’ bölgesinde ‘bir halkla ilişkiler kahramanı’ olarak boy gösterip fotoğraf veren Angelina Jolie’nin bu çalışmalarını “bir iyi niyet meleği”nin naif çabaları olarak görmek için oldukça saf olmak gerek. Cinsel yöneliminin biseksüel olduğunu itiraf eden Jolie’nin aktif olarak sürdürdüğü bu faaliyetlerinden bir hayır ummak imkânsızdır.


VE İNANÇ YÖNÜ
Kendilerini ,hangi dine mensup olurlarsa olsunlar, "dini imanı bir" olarak tanıtarak ta tüm dünyayı kandırmaktadırlar. Ayrıca 3 semavi dinin tek bir ilah’a inanması , tek bir yerden çıkması onları hiç ama hiç ilgilendirmiyor, aksine ayrıştırmaya çalışıyorlar. Bağnaz, fanatik ve gönderilen öğretilerle hiç alakası olmayan bu dincilerin finansal olarak desteklenmesiyle de " MUSEVİLİK,HIRİSTİYANLIK VE MÜSLÜMANLIK" , yani KISACA 3 dinin bütünün olan İSLAM "BARIŞ" DİNİ çok farklı bir şekillerde anlatılıp, insanların üzerinde bir antipati yaratma gayreti içindedirler. Çünkü onların yegane hedefi GÜÇ’tür, nereden ve nasıl geldiği önemli değildir. Kendileri hiçbir şekilde bu üç büyük dinden hiçbirine mensup değildirler. Gerçek dindar insanların (hangi dine mensup olursa olsun) buna kanmadığını da belirtmek gerek.
Orta Doğu’da estirilen "Arap Baharları" nın birçok senaryoları mevcuttur. 
A planı tutmaz ise B planı, o da tutmaz ise C ve D planları ortaya sürülür.Bunlardan biri de Youtube ‘da yayınlanan ve müslümanları galyana getiren , islamı karalayıcı, propaganda filmin nelere kadir olduğu görülmüştür. Bunu gören diğer dinlere mensup dindar olanlar da "Müslüman" olan herkesi barbar ve vahşi olarak algılar. Yani bu bohemci, illuminatici, yeni dünya düzenciler ,hedeflerine bu şekilde ulaşmaktadır..!
Bu yüzden dikkatli olmalıyız. Tüm duyularımızı açık tutacak ve arkasında ne olduğunu düşünerek hareket edeceğiz.
Hatta gördüğümüz, duyduğumuz ve okuduğumuz herşeye sorgusuz sualsiz inanmayacağız.
Çünkü "yöneticiler", bildiğimiz "varlıklardan" değiller

Körfez Savaşı’nda esir düşen bir Amerikan askerinin beyni yıkanarak ülkesi aleyhine kışkırtılır. Artık Ben Marco, ülkesine karşı bir görev üstlenmiştir. Burada bilincini kaybeden Marco, başkan adayı olan Raymond Shaw’ın bir kahraman olup olmadığı konusundaki soruları zamanla çözmeye başlar.

Soğuk Savaş döneminde anti-komünizm filmleri bilimkurgu filmleri olarak tasarlanırdı. Genelde dünyayı ele geçiren uzaylılar metaforuyla ABD’yi ele geçirmesi muhtemel "yabancı"lar ve elbette ki Amerikan yaşam tarzını ve düşünce sistemini kökten değiştirecek Kominizm "bela"sı işlenirdi.
Tam anlamıyla bir anti-komünizm filmi değil, film boyunca özdeşleşme yaşadığımız kişilerin arasında kominüzme pek de soğuk bakmayan insanlar da var. Öte yandan senaryonun izleyicinin nefretini ele geçirmeyi planladığı en önemli karakterler de anti-komünistler. Ama filmin ana teması komünistlerin Kore’de Amerikan askerlerinin beyinlerini yıkamaları sonucu gelişen olası felaketler olunca filmin dengesi de sağa doğru kayıyor ister istemez.!
BİR DOLARIN ÜZERİNDEKİ BAYKUŞ !
Bu “sapkın dünya düzeni” heveslilerinin çirkin yüzlerini görelim.

DEMOKRASİ BİR YALANDIR… VE TÜRKİYE’DE UZANTILARI VARDIR..! GÖRENE ve ANLAYANA TABİİ…

"Amerikalılar dünyayı filmleri gibi sanıyorlar, kendi çektikleri filmlerde hep kendileri kazanıyorlar. Zannediyorlar ki her yerde öyle olacak."
Atilla Ilhan
Albert Einstein (1879-1955), yirminci yüzyılın en büyüklerindendi. O, sağduyuya dayanan köhne inançlarımıza, insan aklının en kapsamlı saldırısını yöneltti. Bize,uzaklığın ve zamanın göreli olduğunu gösterdi. Işığın, paket paket yayıldığını, yani kuantum denen enerji paketçiklerinin varlığını gösterdi. Bizi düşsel yerlere bilimsel gezilere çıkardı. Kimi zaman Güneş’ e götürdü bizi, kimi zaman asansörde tehlikeli deneylerin kobayı yaptı . Ama onun büyük öngörüleri doğrulandı. O, ‘önce deney ve gözlem, sonra kuram’ diyen eski bilimsel çalışma yöntemine’ son ve büyük darbeyi indirdi. Önce hesap yaptı, tahminde bulundu. Deney arkadan geldi. Ve deney, Einstein’i destekledi. Ne büyük bir onur: O, gerçek bir deha idi.
Özel görelilik, iki temel önermeye dayanır:
1. Hareket görelidir.
2. Evrendeki en yüksek ve mutlak hız, ışığın hızıdır.
Bizler,gündelik yaşamda, düşük hızlar dünyasında yaşarız. Einstein,bizi yüksek hızlar dünyasına götürür. Işık ışınına bindirir ve gezdirir. O zaman anlarız ki yüksek hızlarda zaman “yavaşlar” ve de uzunluklar “kısalır”. Böylece uzayın ve zamanın mutlak olmadığını öğreniriz. Işık,enerjinin bir biçimidir,hem en yüksek hızlı foton akımı olmanın yanı sıra elektromanyetik dalgadır da. Zaman konusunda ünlü ikizler paradoksunu göreceğiz. Özel göreliliğin doğa,uzay ve zaman kavramlarımızda yarattığı büyük dönüşümü öğreneceğiz.Genel görelilik, uzay-zamandan oluşan dört boyutlu bir evren modelini sunar.
Genel görelilik, her şeyden önce bir çekim kuramıdır;ama uzayın eğriliğinden ileri gelen bir çekim…Uzay,zamanı da içine alan bir dört boyutludur ve yoğun kütle tarafından bükülmüş,eğrilmiştir. Kuantum etkilerinin belirsizliği, çok küçük ölçeklerde anlamlıdır; genel görelilik ise çok büyük ölçeklerdeki uzay-zaman yapısıyla ilgilidir. Işığın doğrusal yolla yayılmadığını,Güneş gibi büyük kütleli yıldızların çevresinden geçerken büküldüğünü göreceğiz. Genel görelilik,1970lerden itibaren bilimin gündeminde ilk sıralara tırmandı. Evrenimiz genişliyor;bunu genel görelilik öngörebiliyor. Büyük Patlama ve karadelikler kuramları genel görelilik temelli kuramlardır. Hawking,genel görelilikle ilgili olarak şöyle der: “Einstein’ın çok sayıda deneyle uyum gösteren görelilik kuramı, zaman ve uzayın birbiriyle ayrılmaz biçimde bağlı olduğunu kanıtlar. Uzay, zaman olmaksızın bükülemez. Bu nedenle zamanın bir şekli vardır.”
(Ceviz Kabuğundaki Evren,s:33)
Genel göreliliğin 1970′lerde bilim dünyasında yeniden doğuşu ve Evrenin evrimi konusu,bazı insanların bu kurama yönelik felsefi eleştirilerini artırmasına da yol açtı.
Aklın İsyanı adlı kitabın yazarları aynen şöyle yazıyorlar: “Elde ettiği başarılara rağmen,genel görelilik teorisinin yanlış olma olasılığı halen vardır. Özel göreliliğin tersine,genel görelilik için gerçekleştirilen deneysel testlerin sayısı çok değildir. Bugüne dek,teori ile gözlenen olgular arasında herhangi bir ihtilaf bulunmamış olsa da,nihai bir kanıt henüz yoktur.”(Alan Woods-Ted Grant, Aklın İsyanı,Tarih Bilinci yay(Ocak 2001),Çev:Ömer Gemici-Ufuk Demirsoy, s: 172) Burada hem doğa yasalarıyla hem de Genel Görelilikle ilgili yanlışlar dile getiriliyor. Bilimde “nihai kanıt” diye bir şey yoktur. Bu konuyu Bilimin kesinsizliği dosyasında ayrıntısıyla tartışacağım. Genel görelilik,girdiği her testten başarıyla geçmiş bir kuramdır. O konuda kuşkusu olan bilim insanları değil, orada kendi “inançları”nı bulamayanlardır.
Einstein’in genel göreliliği, klasik teori olarak isimlendirilen bir şeydir; yani belirsizlik ilkesini kapsamaz. Bu nedenle genel göreliliği, belirsizlik ilkesiyle bileştiren yeni bir kuram bulunması gerekir. Çoğu durumda, bu yeni kuramla klasik genel görelilik arasındaki fark çok küçük olacaktır. Bunun nedeni, daha önce belirtildiği gibi, kuantum etkilerinin kestirimde bulunduğu belirsizliğin yalnızca çok küçük ölçeklerde olması, genel göreliliğin ise çok büyük ölçeklerde uzay-zaman yapısıyla ilgilenmesidir. Ancak Penrose ve benim kanıtladığımız tekillik teoremleri uzay zamanın çok küçük ölçeklerde son derece eğrilmiş olacağını gösteriyor. O zaman belirsizlik ilkesinin etkileri çok önemli olacaktır ve bazı dikkate değer sonuçlara işaret eder görünmektedir.
Einstein’in kuantum mekaniği ve belisizlik ilkesi ile problemlerinin bir kısmı, onun, bir sistemin belirli bir geçmişi olduğu şeklinde sağduyuya dayanan düşünceyi kullanmasından ileri gelmektedir. Bir parçacık ya bir yerdedir ya da başka bir yerde. Yarısı bir yerde, yarısı diğer yerde olamaz. Benzer şekilde astronotların Ay’a ayak basması gibi bir olay ya olmuştur ya olmamıştır. Yarı olmuş olamaz. Bu insanın biraz ölü veya biraz hamile olmaması gibidir. Ya öylesiniz ya da değilsiniz. Fakat eğer bir sistemin belirli t ek bir geçmişi varsa belirsizlik ilkesi parçacıkların bir defada iki yerde olması veya astronotların yalnızca yarı Ay’da olmaları gibi her türlü paradoksa yol açar.
(S. Hawking, Kara Delikler Ve Bebek Evrenler S: 81-82)
Uzay teleskopu Hubble, Dünya’ dan 593 kilometre ötelerde uzayı bizim için gözetliyor.
Kütle Çekimi Nedir?
Newton’ un dehası, kütle çekim yasalarını bulmaya yetti. İki madde, birbirlerini kütleleriyle doğru, aralarındaki uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak çeker. Einstein, bunlarda düzeltmeler yapılmasını sağladı. İlginçtir çok eski zamanlardan bu yana tanınan yer çekimi (daha genel olarak her kütlenin birbirini şu ya da bu kuvvetle çekmesi) insanoğlunun hâlâ açıklayamadığı bir olgu olarak duruyor. Cisimlerin yere doğru düşmesini nasıl açıklayabiliriz?
İki açık uçlu boruyu, aynı doğrultuda yan yana koyalım. Borular içinde aynı anda bir patlama tepkimesi gerçekleştirelim. Oluşan gazlar her borunun uçlarından dışarıya doğru püskürür. Bu durumda borular, nasıl hareket eder? Borular birbirini çeker. Bunu nasıl açıklayabiliriz? Patlamayla birlikte borular arasında bir yüksek basınç bölgesi oluşur, buna bağlı olarak bölgeye gaz akışı azalır. Boruların karşıt uçlarındaki püskürmelerin tepmeleri sonucu borular birbirine doğru itilir. Tıpkı bir silah namlusundan çıkan merminin yarattığı geri tepme gibi.
Şimdi bütün yönlerde graviton denen mermiler atan iki cisim düşünelim. “Bütün yönlerde” açıklamasına dikkat ediniz. Çünkü kütle çekim yasası, küre yüzeyinin her noktasından çıkan her doğrultuda etkilidir. Öte yandan kütlesel çekim, iki cismin merkezini birleştiren doğrultuda en yüksektir. Çünkü kütlesel çekim, uzaklığa bağlıdır. Ters yönlerde dışarı atılan gravitonların geri tepmesi iki cismi birbirine doğru yaklaştırır.
Eğer bu anlattığımız model doğruysa gravitonlar, yani kütle çekim alanının kuantumları bir kütleye ve enerjiye sahip olmalı; yani graviton salan her cisim, kütle ve enerji kaybetmelidir. Bu konuda ilk olarak Prof. D. İvanenko bir şeyler söyledi. Çarpışan iki graviton nasıl bir sonuç verir? Belki de elektron ve pozitron gibi bir parçacık ve anti-parçacık çifti oluşturabilir. Bu varsayıma göre bu parçacık çiftleri bir yerlerde buluşarak gravitonlara da dönüşebilir. Ama bu iki dönüşüm çok büyük enerjilerle olabilir. Bu nedenle bu dönüşüm olasılığı pek zayıftır. Peki bir cisim, kendiliğinden gravitonlar yayıyor olmasın? Evet bu daha olası. Her bir graviton, bulunduğu parçacık kütlesinden bir kısmını alıp götürür. Gravitonların enerjileri bilinirse, bir parçacığın yarıya kadar küçülmesi için geçecek zaman hesaplanabilir. Bir başka deyişle maddenin kütlesel çekim alanına bozunması sırasındaki yarı-ömrü hesaplanabilir. Böyle hesaplar yapılmış milyarlarca yıl değerleri elde edilmiştir.
Diğer hesaplar, gravitonun kütlesini 5x 10-66 gram ve enerejisini 5×10-45 erg değerinde vermektedir. Bir protonun kütlesel çekim alanına bozulması yarı-ömrü 10 milyar dolayındadır. Gravitonun yoğunluğu ile protonunki aynı sayılırsa gravitonun yarıçapı 2×10-27 santimetre kadardır. Protonun yarıçapı 1.5×10 -13 santimetre olduğundan proton yanında graviton, Dünya üzerindeki bir toz zerresi gibidir.
Özel görecelik kuramının sonuçları arasında hiç bir fiziksel etkinin ışıktan daha hızlı yayılamayacağı saptaması vardır. Işık, Dünya’ dan Ay’ a gitmek için bir saniye, Güneş’ e gitmek için sekiz dakika, bir galaksiden diğerine gitmek için milyonlarca yıl kastetmektedir. Böyle olunca kütle çekim kuvveti denen şey nedir? Dünya’ nın Ay üzerinde yaptığı etki, ışık hızıyla yayılıyorsa kuvveti belirleyen uzaklık, etkinin çıkış anında Dünya’ yı Ay’ dan ayıran uzaklık mıdır; yoksa etkinin Ay’ a varış anıdaki uzaklık mıdır?
Her şey bir yana bu etki nedir?
Özel görelilik kuramı, ışığın hızını, birbirine göre düzgün bir hareketle yer değiştiren bir gözlemciler takımı için aynı olduğunu kabul etmişti. Gözlemcinin hareketindeki herhangi bir ivme, önsel olarak gözlemcinin evreni tanıma biçimine etki yapabilir. Bu ivme acaba nasıl işe karışacaktır? Bu soruyu yanıtlamak için, yalnızca mantığa dayanmak gerekir. Çünkü bu türlü etkileri deneysel biçimde açığa çıkarmak çok güçtür. Einstein soruna en kestirme yönden yaklaştı. Sonsuz sayıda olanaklar içinde bir ivmenin etkisinin ne olabileceğini araştırmak yerine o asıl ivme yokluğunun nasıl belirtilebileceğini aramaya koyuldu. Ama olanaklı gözlemcilerden bir tanesinin hangisi olduğunu belirtecek güçte miyiz? Yeryüzünde bulunan bir gözlemci kuşkusuz işimize yaramaz, çünkü Dünya’ nın Güneş’ e göre hareketi ivmelidir. Güneş’ in de Samanyolu galaksisine, onun da öteki galaksilere göre ivmeli hareketi vardır.
Görelilik Doğarken Ölmek: Ne Yazık!
Einstein, Zürich Teknik Üniversitesine girdiğinde Hermann Minkowski gibi büyük bir matematikçi o üniversitede ders veriyordu. Einstein, onun derslerini sıkıcı buluyordu gerçi ; ama kendisi matematik özünü Minkowski’ den aldı.
Uzayın iki noktası arasındaki uzaklık dendiğinde zihnimizde canlanan ilk şey, Öklid uzayı için geçerli tanımdır. Öklid uzayı ve bu uzay için geçerli olan uzaklık tanımı, aynı zamanda günlük deneyimlerimizin ve sağ duyumuzun bizi tereddütsüz kabul etmeye zorladığı, bize son derece “doğal” gelen kavramlardır. Hatta bu kavramlar bizim için o kadar ” doğal” dır ki, fiziğin daha farklı özellikleri olan ve daha farklı bir uzaklık temelinde yeniden inşa edilmesi düşüncesini belirli bir direnç göstermeden kabul edemeyiz. Oysa özel görelilik kuramı tam da böyle bir gerçekliği bize sunmaktadır. Sağ duyunun yeterli olmadığını, en azından Güneş’ in Dünya etrafında değil, Dünya’nın Güneş etrafında döndüğünü biliyoruz. Öklid uzayı, homojen, izotrop ve düz bir uzaydır. Özel görelilik kuramının ortaya atılmasından üç yıl sonra, 1908′de, H. Minkowski, uzay ve zamanın yanyana konduğu değil, kaynaşıp bir bütün oluşturduğu bir yapı ortaya koydu. Ve o Minkowski ki, ölüm döşeğinde “Rölativite (görelilik) doğarken ölmek. Ne yazık ! ” diyecekti.
Zamanın bağımsız bir değişken olarak uzay eksenlerinin yanında ayrı bir eksenle gösterilmeye başlamasının tarihi, Galile’ ye kadar uzanır. Bilindiği gibi zamanın uzaydan farklı bir karakteri vardır. Uzayın noktaları aynı anda hep birlikte varolurken, zamanın noktaları birbirinin ardı sıra vardır. Yani uzayın noktaları arasında bir “eşanlı bitişiklik” ilişkisi, zamanın noktaları arasında ise bir “ardışıklık” ilişkisi vardır. Zamanın bu özelliği göz önünde bulundurulduğu sürece bir doğruyla gösterilmesinin sakıncası yoktur. Fakat zamanın bu özelliğinin unutulması ve zamana kendini temsil etmekte kullanılan bir uzay doğrunun özelliklerinin atfedilmesi tehlikesi her zaman vardır.( Bilim ve Mühendislik s: 127-128) Zamanın uzayla kaynaştırılması zamanın uzaysallaştırılması anlamına gelemez; zaman mutlaklığını kaybetse de, zamanın temelinde yer alan ardışıklık ilişkisinin kendisi mutlak karakterini korur.
Einstein’ den önce evren, genellikle, sonsuz bir uzay denizinde yüzen madde adası olarak düşünülürdü. Uzay, bitimsizdi. Oysa Newton yasası, maddenin düzenli olarak dağıldığı sınırsız bir evreni yasaklıyordu; çünkü evren sınırsız olursa, sonsuza dek uzanan madde kütlelerinin toplam çekim gücü de sonsuz olacaktı. Bundan başka, insanın güçsüz gözüne, Samanyolu’ nun ötesinde uzay ışıkları gittikçe seyrekleşiyor, dipsiz boşluğun uzak sınırlarında tek tük dağılmış deniz fenerleri gibi görünüyordu. Fakat evreni bir madde adası gibi düşünmek de zorluklar çıkarıyordu. Böyle bir evrenin içindeki madde miktarı uzayın sonsuzluğuna oranla o kadar küçük kalıyordu ki, galaksilerin hareketini yöneten dinamik yasaları bu maddeyi bulut damlacıkları gibi dağıtır, evren bomboş kalırdı.
Uzay
Uzay nedir? Uzay, boşluk mudur? Uzay nasıl eğrilebilir? Uzayın eğriliği ile kastedilen nedir?
Einstein, evrenin geometrisinde yanıldığımızı anladı. Örneğin iki paralel ışığın uzayda hiç kesişmeden gideceğini sanırız. Çünkü Öklid geometrisinin sonsuz düzleminde paralel çizgiler kesişmez. Doğrunun iki nokta arasındaki en küçük uzaklık olduğunu söyleriz.
Bir zamanlar insanoğlu, Dünya’ nın düz olduğunu düşünürdü. Bugün Dünya’ nın yuvarlak olduğunu biliyoruz. İzmir ile New York arasındaki uzaklık düz bir yol değil, bir çember yayıdır. Dünya söz konusu edildiğinde bile Öklid geometrisi geçerli değildir. Ekvator’ un iki noktasından Kuzey Kutbu’ na çizilen dev üçgenin iç açıları toplamı 180 derece değildir; daha büyük bir derecedir. Dünya üzerinde dev bir çember çizilse, çevresi ile yarıçapı arasındaki oran klasik değer “pi sayısı”ndan küçük çıkar. Çünkü bu dev çember bir düzlemde değildir. Dünya’ nın yuvarlaklığından kimse şüphe etmez. Fakat insanoğlu bu gerçeği, Dünya’ dan ayrılıp ona uzaktan bakarak bulmamıştır. Bu, Dünya’ da dururken de, kolayca gözlenen olayların uygun matematiksel açıklaması ile rahatça anlaşılabilir. Einstein de astronomik gerçekleri dikkate alarak yeni bir evren modeli ortaya attı.
Öklid geometrisi, bir çekim alanı içinde geçerli değildir. Çekim alanında doğruların, düzlemlerin anlamı olsa bile pek basittir. Işık bile çekim alanı içinden geçerken düz bir çizgi üzerinde gitmez. Çünkü çekim alanının geometrisi, içinde doğru bulunmayan bir geometridir. Işığın çizebileceği en kısa yol bir eğri, ya da alanın geotrik yapısının belirlediği büyük bir çemberdir. Bir çekim alanının yapısını düşen cismin kütlesi ve hızı belirler. Bir bütün olarak evrenin geometrik yapısına biçim veren de evrende bulunan maddelerin toplamı olmalıdır.Evrende her madde toplanmasına karşılık uzay-zaman sürekliliğinde bir biçim bozulması vardır. Her gök cismi, her galaksi uzay-zamanda, bölgesel bozukluklar meydana getirir; denizdeki adaların çevresinde görülen çalkantılar gibi. Madde toplanması ne kadar yoğun olursa, bunun sonucu olan uzay-zaman eğrilmesi o kadar büyük olur. Sonuç olarak tüm uzay-zaman süreklisi bir bütün eğridir. Evrendeki hesaplanamaz madde kütlelerinin oluşturduğu biçim bozukluklarının yerleşmesi, sürekliliğin büyük bir kozmik eğri halinde kendi üzerine kapanmasına yol açar. Bu nedenle Einstein evreni Öklid’ inkinden ayrıdır ve sonsuz değildir.Yerde sürünen bir solucan Dünya’ yı düz ve sonsuz görür. Bunun gibi yerdeki bir insana bir ışın düz çizgi üzerinde sonsuza gidiyormuş gibi görünebilir. Einstein evreninde doğrular yoktur; yalnız büyük çemberler vardır. Uzay sonsuz değildir, fakat sınırsızdır.
(Evren ve Einstein s: 110-115)
Einstein evreninde yüz milyonlarca ateş halinde yıldızı ve hesaplanamayacak ölçüde seyrek gaz, soğuk demir, taş ve kozmik toz sistemlerini tutan milyarlarca galaksiyi içine alacak büyüklüktedir. Bu evrende, saniyede 300 bin kilometre hızla uzayda yola çıkan bir Güneş ışını, büyük bir kozmik çember çizecek ve 200 milyar yıldan biraz sonra kaynağına dönecektir.
( Evren ve Einstein s:117)
Bununla birlikte Einstein, kendi evren bilimini geliştirirken, yıllarca sonra açıklanan astronomi olayını bilmiyordu. Yıldızların ve galaksilerin hareketlerini rasgele sayıyordu. Einstein, evreni durgun saydı. Oysa evren genişliyordu. Bütün galaksiler, sistemli olarak bizimkinden uzaklaşıyor. Bu sonuç o kadar önemlidir ki, bunun nasıl ortaya konulabildiğini göstermek yararlı olacaktır.
Oldukça yakın galaksilerin uzaklığının belirtilebilmesi onların içinde iyi bilinen çeşitli örnek yıldızların tanınması yolu ile olur. Bu yıldızlar için değişme devrelerinin, onların kendi öz aydınlatma miktarı ile belli olduğu bilinmektedir. Bu uzaklıkların, elverişli bir şekilde bulunabildiğini söylememize olanak sağlayan başka yöntemler de vardır ki, bunların sonuçları, oldukça iyi sayılabilecek derecede diğer yöntemlerin sonuçları ile çakışırlar.
Galaksilerin hızlarını, bunların görünür ışıktaki ışımalarını çözümleyerek de belirlemek olanaklıdır.
Şimdi herkes, evren ve zamanın kendisinin, büyük patlamada bir başlangıcı olduğunu düşünüyor. Ve Hawking, sitemini şöyle dile getiriyor: “Bu , birkaç değişik kararsız taneciğin keşfinden çok daha önemli olmakla birlikte, Nobel Ödülleri ile değerlendirilebilmiş bir buluş değildir” (s: 28)
İki karadelik çarpışır ve birleşirse, sonunda ortaya çıkan karadeliğin alanı, baştaki karadeliklerin alanlarının toplamından daha büyüktür. Bu durum, termodinamiğin ikinci yasasına göre, entropinin davranışına çok benzemektedir. Entropi, hiç azalmaz ve tüm sistemin entropisi, onu oluşturan parçaların entropileri toplamından büyüktür. Bir karadeliğin kütlesindeki değişme, onun olay ufkunun alanı da değişmeye, açısal momentumundaki değişmeye ve elektrik yükündeki değişmeye bağlıdır. Bir karadeliğin uzay ufkunun her yerinde yüzey gravitesi aynıdır. Bu benzerlikten cesaret alan Bekenstein 1972′ de olay ufku alanının belli bir katının karadeliğin entropisi olduğunu ileri sürdü. “Lakin bu teklif tutarlı değildi. Eğer karadelikler, olay ufkuyla orantılı bir entropiye sahip olsalardı, yüzey gravitesiyle de orantılı, sıfırdan farklı bir sıcaklıkları olurdu. Karadeliğin, kendi sıcaklığından daha düşük sıcaklıktaki bir termal ışınımla temasta olduğunu düşünelim. Karadelik, ışınımın bir kısmını yutarken dışarıya birşey gönderemeyecektir. Zira klasik kurama göre, karadelikten bir şey çıkamaz.Bu durumda, alçak sıcaklıktaki termal ışınımdan, yüksek sıcaklıktaki karadeliğe ısı iletilmiş olacaktır. Bu ise, genelleştirilmiş ikinci yasaya aykırıdır. Çünkü termal ışınımdan entropi kaybı, karadelik entropisindeki artmadan daha büyük olurdu. Lakin, bundan sonraki konuşmamda göreceğimiz gibi, karadeliklerin, tama da termal özellikte bir ışınım yaydıkları keşfedilince, tutarlılık yeniden sağlandı. Bu sırf bir tesadüf veya bir yaklaşım sonucu olamayacak kadar güzel bir sonuçtur. Böylece karadeliklerin gerçekten bir iç gravitasyonal entropisi olduğu anlaşılıyor. Göstereceğimiz gibi bu, bir karadeliğin basit olmayan topoljisi ile ilgildir. İç entropinin anlamı, graviteni çoğunlukla kuantum kuramıyla ilgili olanın dışında, ek bir belirsizlik düzeyi ortaya çıkarmasıdır. Bu nedenle, “Tanrı zar atmaz” dediğinde, Einstein yanılıyordu. karadelikler dikkate alındığında, Tanrının zar atmakla kalmayıp, bazan zarları görülemeyecek yerlere de atarak bizi şaşırttığı görülmektedir.” (Uzay ve Zamanın Doğası s: 34-35 )
Gravitenin hiç olmazsa normal durumlarda, daima çekici olduğunu gördük. Eğer gravite elektrodinamikteki gibi bazen çekici, bazen de itici olsaydı, on üzeri kırk kere(10 40) daha zayıf olduğu için onu hiç fark edemezdik. Ancak, gravitenin daima aynı işareti taşıması nedeniyle, bizimle Dünya gibi iki makroskobik cismin taneciklerinin arasındaki gravitasyonal kuvvetler, bizim hissedeceğimiz ölçüde bir kuvvet toplamına yol açar. Gravitenin çekici olması, onun evrendeki maddeyi yıldız ve galaksi gibi cisimler oluşturmak üzere bir araya getirecek şekilde davranacağı manasına gelir. Daha fazla sıkışmaya karşı madde, yıldızlarda termal basınç ile galaksilerde de iç hareketler ve dönmelerle bir süre direnir. Ama en sonunda ısı veya açısal momentum dışarı taşınacak ve cisim büzülmeye başlayacaktır. Eğer kütle, Güneş’ in kütlesinin bir buçuk katından küçükse, elektron veya nötronların dejenerasyon basıncı nedenle büzülme durabilir. Cisim de buna göre bir beyaz cüce veya bir nötron yıldızı haline yerleşir. Fakat, kütle bu limitten büyükse, büzülmeyi durdurabilecek bir şey yoktur. Belirli bir kritik büyüklüğe kadar küçülünce, onun yüzeyindeki gravitasyonal alan o kadar kuvvetli olacaktır ki, ışık konileri içeri doğru kıvrılacaktır. Bunun size dört boyutlu bir resmini çizmek isterdim. Fakat, hükümet tasarrufları. Cambridge Üniversitesini ancak iki boyutlu ekranlarla yetinmeye zorluyor. Bu nedenle zamanı düşey doğrultuda üç uzay doğrultusunun ikisini perspektif olarak gösterdim.
“Uzay-zamanın, içinden sonsuza kaçmanın mümkün olmadığı bölgesine karadelik denir. Bunun sınırı olay ufku adını alır. Olay ufku, sonsuza kaçamayan ışık ışınlarının oluşturduğu bir boş yüzeydir. Saçsızlık teoremleri, bir cisim karadelik oluşturacak şekilde çökerken büyük miktarda enformasyonun kaybolduğunu gösteriyor. Daha önceleri, bu enformasyon kaybı önem taşımıyordu. Çünkü Çökmekte olan bir cisimle ilgili bilgilerin karadelik içinde kaldığı düşünülüyordu. karadelik dışında bulunan bir gözlemci için çöken cismin nasıl bir şey olduğunu belirlemek çık zordur. Ama klasik kuramda bu ilke olarak olanaklı görülüyordu. Gözlemci, çökmekte olan cismi gerçekte hiç gözden kaybetmeyecektir. Buna rağmen o yavaşlayacak ve olay ufkuna yaklaştıkça daha da kararacaktır. Fakat gözlemci hala onun hangi maddeden yapıldığını ve kütlesinin nasıl dağıldığını görebilecektir. Kuantum kuramı bunun hepsini değiştirmiştir. Önce, çöken cisim olay ufkunu geçmeden önce sadece sınırlı bir miktarda foton gönderecektir. Bunlar, çöken cisim hakkında tüm bilgiyi taşımaya yetmeyecektir. Bunun anlamı, kuantum kuramına göre, dışarıdaki bir gözlemci için, çöken cismin durumunu ölçmenin mümkün olmadığıdır. Bunun çok önemli olmadığı, çünkü dışardaki bir kişi ölçemese de enformasyonun hala karadelik içinde olduğu düşünülebilir. Fakat işte burada, kuantum kuramının ikinci etkisi ortaya çıkıyor. Göstereceğim gibi, kuantum kuramı karadelikleri ışıtır ve kütle kaybettirir. En sonunda bunlar tamamen yok olurken, içlerindeki tüm enformasyonu da birlikte götürürler. Bu enformasyonun gerçekten de kaybolduğu ve başka bir şekilde geri gelemeyeceği lehinde argümanlar vereceğim. Göstereceğim gibi, bu enformasyon kaybı, fiziğe, kuantum mekaniği ile ilgili olanın dışında ve onun üzerinde, yeni belirsizlik düzeyi katmaktadır.”
1973 yılında bu olayı ilk defa incelediğim zaman, çökme sırasında bir emisyon patlaması olacağını, fakat ondan sonra tanecik yaratılmasının duracağını ve geride gerçekten siyah bir kara cisim kalacağını bulmayı umuyordum. Fakat büyü şaşkınlıkla, çökme sırasındaki bir patlamadan sonra geriye, sabit hızda bir tanecik yaratımı ve emisyon kaldığını buldum.(s:56) Bir süredir, kuvvetli bir elektrik alanında pozitif ve negatif elektrik yükü taşıyan tanecik çifti yaratıldığı bilinmektedir.(s:67) Karadelikler, elektrik yükü de taşıyabildiği için, bunların da çift yaratılabileceği düşünülebilir. Lakin bunun miktarı, elekton-pozitron çiftleri ile karşılaştırıldığında çok küçük bulunacaktır. Zira, kütle bölü yük oranı on üzeri yirmi defa daha büyüktür. Bu şu demekti: karadelik çiftleri oluşturmak üzere önemli bir ihtimal belirmesinden çok daha önce, herhangi bir elektrik alanı, elektron-pozitron çiftleri yaratımı ile nötralize olacaktır. Bunun yanında, magnetik yüklü karadelik çözümleri de vardır. Magnetik yüklü tanecik olmadığı için, böyle karadelikler, gravitasyonel çökme ile yaratılamazlar. Fakat bunların, kuvvetli bir magnetik alanda çiftler şeklinde yaratılabileceği düşünülebilir. Bu durumda adi tanecikler magnetik yük taşımadığı için, adi tanecik oluşması ile arada bir rekabet yoktur. “Bu nedenle, magnetik yüktlü bir karadelik çifti yaratabilecek kadar büyük bir ihtimal olabilmesi için, magnetik alan yeter derecede kuvvetli olabilir.”
 BABİL KARDEŞLİĞİ

BABİL KARDEŞLİĞİ
İngiliz araştırmacı yazar David Icke’ye göre Sümer toplumunun gelişmesi ve en üst seviyeye çıkması, Mars’tan geldiği iddia edilen Aryan ırkın, Kafkas dağlarından Orta­doğu bölgesine doğru ilerlemesi ile mümkün olmuştu. Ger­çekten de Sümer, Mısır ve Indus Vadisinde aniden çok ile­ri uygarlık seviyesinde toplumlar ortaya çıkmıştı.
Bugün dünyayı kontrol eden kardeşlik örgütlerinin köke­ni Babil’in Aryan rahiplerine kadar uzanmaktadır.
Eski yazılara ve efsanelere göre, Babil’in kurucusu Nemrud’du. Güçlü Tiran Nemrud, bir dev olarak tasvir edilir. Arap inançlarına göre, Baalbek (Lübnan) deki herbiri 800 tonluk üç taşı ve ilginç yapıları inşa eden veya ettiren Nemrud’du. Nemrud ve karısı Kraliçe Semiramis “Titan­lar” diye bilinen bir kan bağından geliyorlardı. Bu devler veya Titanlar ırkı, Nuh’un soyundan geliyordu. Enoş kitabında tasvir edilen bebek, aşırı beyaz teni ile “Gözetleyici insan melezi” bir yaratıktı.
Bu ‘Gözleyenler’, Enoş kitabı ve Jubilee’ler kitabı gibi doğruluğu tartış­malı Yahudi kökenli kitaplarda yer alırlar. İbrani rivayetlerine göre, on­ların torunları İbranice bir sözcük olan ve ‘düşmüş olanlar’ veya ‘düşen­ler’ anlamına gelen “Nefilim”dir. Aynı kelime Yunancaya ‘Gigantes’ veya ‘Devler’ olarak çevrilmiştir.
Nemrud ve Semiramis, biraderlik örgütü için -günümüze kadar- muhtelif isimler ve sembollerle anılan anahtar tanrılar olarak kaldılar. Nemrud bir balıkla, Semiramis ise bir balık ve güver­cinle sembolize ediliyordu. Semiramis aynı zamanda Sümer Tanrıçası Ninkurşag’ı temsil ediyordu. Nemrud Afrika’daki Dogon kabilesi’nin yarı-insan yarı-balık tanrısıydı.
Kraliçe Semiramis bir balıkla sembolize ediliyordu, çün­kü Babilliler balığın bir afrodizyak olduğuna inanıyorlardı. Bu sebepten Semiramis Babil’de “Aşk Tanrıçası” oldu. İlginçtir ki, Hıristiyan dini sembolizmi ve mimarisinde “ba­lık” önemli bir yer tutmaktadır. “Kutsal Ruh” olarak Semiramis’in zeytin dalı tutan bir güvercin olarak resmedildiğini görüyoruz.
Semiramis adı, Hint tanrısı Sami-Rama-is veya Semi- ramis’den türemişti. “Balık ve güvercin” birçok insanın ger­çek anlamını bilmediği semboller arasındadır.
Örneğin; Kuzey İrlandalı terörist gurup IRA’nın (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) sembolü güvercin’dir. (ABD, 2002 yılında bu örgütü terör örgütleri listesinden çıkarmıştır. Fakat hâlâ Birleşik Krallık’ta ve İrlanda’da yasadışı terörist organizasyon olarak kabul edilmektedir. Ayrıca İngiliz kraliyet sembolleri arasında da güvercin bulunmaktadır. IRA ve İngiliz Monarşisi, Babil Kardeşliği’nin cephe örgütlerin­dendir. Bilinenin tersine güvercin barış değil, ölüm ve yok olmanın sembolüdür”: Çünkü biraderler her zaman o sembo­lü ters anlamıyla değerlendirirler. Kitleler için pozitif olan, “Biraderlik” için negatiftir.
Semiramis’e Göklerin Kraliçesi” (Rhea), “Tanrıların Bakire Anası ve bazen de “Büyük Dünya Ana”(Ningurşag) de­nirdi. Ona “Astarte” (Kuleleri inşa eden kadın) diye tapılırdı. Bunun Nemrud’un yaptırdığı söylenen Babil Kulesi ile de ilişkisi olabilir.
Avrupa kraliyet aileleri doğrudan Babil’in kan bağından gelmektedirler. Giydikleri taçlar, Nemrud tarafından giyilen boynuzlu başlıktan esinlenerek geliştirilmiştir.
Roma Kilisesi de “Babil Kardeşliğinin bir yaratığıdır. Papalar halen Nemrud’u sembolize eden balık şeklinde piskoposluk tacını giymekteler!..
Roma Kilisesi ve “Babil Kardeşliği” tek ve aynı şeydir.
New York’taki “Özgürlük Heykeli” Semiramis’i semboli­ze etmektedir ve Fransız Masonları tarafından yapılmıştır.
Babil rahiplerinin yönetici sınıfına “Papalar Büyük Konseyi” denirdi. Bu isim daha sonra Roma Kilisesine trans­fer olmuştur.
Kitleler batıl inançlara doğru yönlendirilip, sembolik hikâyelerin gerçek olduğuna inandırılırken, seçilmiş inisiyelere gerçek bilgiler -eğer açıklarlarsa ölecekleri tehdidi ile- verilirdi.
İnsan kurbanı, Babil Dini ve Babil Kardeşliği’nin teme­lini oluşturmuştu ve bunlar nereye giderlerse gitsinler, in­san kurbanı töresini de beraberlerinde götürüyorlardı.
Babil rahipleri kutsal sunaklardan bazılarını da yiyorlar­dı ki, bu rahipler için kullanılan “Cahna-Bal” deyiminden “insan eti yiyen” anlamında “Kanibal” kelimesi türemiştir.
Moloch (Uçan Kertenkele) Nemrud-Tammuz (Temmuz)un başka bir adıydı. “Tammuz-Moloch çocukları diri diri yak­ma ritüeline verilen bir isimdi ki, bu ritüel halen günümüz­de de devam etmektedir.
Daha sonra Druid’ler tarafından İngiltere’de 1 Mayıs’ta gerçekleştirilen “Beltane” ritüelinde de çocuklar kurban edilmekteydi. Bu ritüel, biraderlik Avrupa’da yayılmaya başladığı zaman, Babillilerden miras kalmıştı.
İlginçtir ki, 23 Haziran-Temmuz Bayramı bugün Hıristiyanların St. John Günü olarak kutlanmaktadır.
Satanistlerin sık olarak başvurduktan ve uğruna çocuk kurban ettikleri tanrılardan biri de Yunan efsanelerinde adı geçen Siklopslar Kralı Kronos’tur.
Kronos kule inşa ettirici olarak bilinir ki, bu da bize Babil Kulesini inşa ettiren Nemrud’un başka bir versiyonu­nu düşündürmektedir.
Babil’de olduğu gibi, bugün de biraderlik hiyerarşisinde şeytani ritüeller, çocuk kurbanı ve kan içme ritüelleri de­vam etmektedir.
Babil dininin üç temel unsuru Ateş, Yılan ve Güneş’ti. Burada biraz Güneş üzerinde durmak istiyorum; çünkü Güneş, Babil Kardeşliği ve diğer elit guruplar için hayati bir önem taşıyordu, Onlara göre, Güneş çok boyutlu bilincin (ki bu bilinç, görünmeyen frekans seviyesinde Güneş siste­mimizin ötesine geçebiliyordu,) sembolü idi.
Yazar Maurice Cotterell “The Mayan Prophecicsadlı ki­tabında Mayaların insanın evrimsel devirlerini Güneşteki le­kelerin artışına göre hesapladıklarını açıklamıştır.
Meksika Başkanı Miguel de La Madrid bir konuşmasın­da Mayaların “sürüngenimsi ırk” la (İguana ırkı) karıştığını iddia etmişti.
Cathy O’Brlen, CIA Zihin Kontrolü Kölesi, “Trance-Formation of America” adlı kitabında (Bu kitap Türkçeye “Baykuş İmparatorluğu” adıyla çevrilmiştir.)
Meksika Başkanı Miguel de la Madrid hakkında bilgi verirken şunları söylüyor:
…De la Madrid “İguana efsanesini” bana aktarmıştı. Buna göre kertenkele benzeri uzaylı yaratıklar Maya uygarlığına saldırmıştı. Maya piramitleri, ileri astronomik teknolojileri, hatta bakirelerin kurban edilmesinin bile kertenkele yaratıklardan kaynaklandığını söylüyordu, Bana söylendiğine göre yaratıklar, Mayalar ile çiftleşerek yaşayabilecekleri bir hayat formu bulmaya çalışırken, bukalemun gibi, İnsan İle İguana arası bir görüntü arasında gidip gelmişlerdi, “Dünya liderlerine dönüşmek için mükemmel bir araç.” De la Madrid Maya/Yaratık soyundan geldiğini söylüyor ve “İstediği zaman bir iguana’ya” dönüşebildiğini iddia ediyordu.
Miguel de la Madrid
Güneşin manyetik emisyonlarının etkisinin ne olduğunu anlamak için enerjinin anlamım genişletmek gerekir. Bilinmelidir ki  her şey enerjidir!.. Hayat manyetik vibrasyonel (titreşimsel) alanların birbiriyle girişimidir. Manyetizmi değiştirirseniz enerji alanının da doğasını değiştirmiş olursunuz. Enerji alanını değiştirirseniz, her biri değişik enerji formları olan, zihinsel, duygusal, ruhsal ve fiziksel hayatı değiştirmiş olursunuz.
Diğer gezegenler bunu Güneşin etrafında dönerek yapar­lar ve Dünyanın manyetik alanını etkilerler. İşte buna “Ast­roloji” deniyor.
Yukarıda adı geçen yazar Cotterell, doğum anımızda bu alanlardan çok etkilendiğimizi belirtmektedir. Bilim adamla­rı da insanların Güneşle senkronize olan bir “iç saati” ol­duğunu keşfetmişlerdir.
Özetle Güneş’in insan hayatı üzerindeki etkisi çok güç­lüdür ve ısı ve ışık etkisinden çok farklıdır.
Babil Kardeşliği ve ona dayanan kan bağları Ortadoğu ve Yakındoğu’ya doğru, özellikle Mısır’a, daha sonra da Av­rupa ve Amerika’ya doğru yayılmıştı. Yazar David Icke’e göre ilk Mısır Medeniyeti, Venüs gezegeninde meydana ge­len büyük değişikliklerden sonra, Mars’tan gelen Aryan’lar (Fenikeliler) ve sürüngenimsi Anunnaki’ler (veya onlar ol­madan) tarafından kurulmuştu.
1976 yılında Mars’a gönderilen Viking1’in çektiği 70A13 numaralı fo­toğraf karesinde görülen “Yüz”, fotoğrafı analiz eden Dr. Marc J.Carlotto tarafından Mısırdaki Sfenks’in yüzüne benzetilmiştir. Daha da ilginci DiPietro ve Molenaar’ın “Unusual Martian Surface Features” kitabında verdikleri fotoğraflar arasında devasa boyutta iki pentagonal piramit gö­rülmekledir. Bu piramitler “Yüz”e yakın bir yerde bulunmaktadır.
Ian Ridpath’ın “Journal of the British lnterplanetary Society”de yazdığı­na göre, Kahire (Yani El-Kahire) Arapça “Mars” anlamına geliyordu. Es­ki Mısırlılar Mars’a Hor Dshr = Kırmızı Horus derlerdi. Yukarı Mısırda bulunan bazı mezar yazılarında Sfenks’e Horakti yani, Mars denildiğini öğreniyoruz. İlginçtir ki çok uzun zaman önce Sfenks -Mars’ı sembolize etmek için- kırmızıya boyanmıştı. Dikkat edilirse, Sfenks’in İnsan başlı vc aslan gövdeli olduğu görülecektir. Eski Hindu mitolojisinde Mars ge­zegeni ‘Nr-Simha’ yani ‘insan-aslan’ olarak tasvir edilirdi. Bütün bu bil­giler etkilerin, kızıl gezegen Mars ile Mısırdaki Sfenks anısında doğrudan bir bağlantı olduğunu bildiklerini göstermektedir.
Orta Avrupa’da bulunan ve bilinmeyen bir uygarlığa ait olduğu sanılan üçgen şeklindeki bir taşın (üzerinde kozmik su motifleri ve altında Mars’daki “Yüz”e benzer bir şekil görülmektedir. Bu taş Mısır’ın kutsal Benben taşına da benzemektedir.
Fakat M.Ö. 2000’li yıllarda sürüngenimsi Anunnakiler’in  Mısır’ın yönetimini tamamen ellerine geçirdikleri sanılıyor.  Muhtemelen Anunnakiler’in etkisiyle, Mısırlı Mendes rahipleri tarafından M.Ö. 2200 yılında “Ejderha Krallığı” örgü­tü kuruldu. Bu örgüt, bugün de varlığını sürdürmektedir. (“Imperial and Royal Court of the Dragon Sovereignty” adı altında)
Kendisi de bir Tapınakçı-mason olan (Knight Templar of St. Anthony) İngiliz yazar Laurence Gardner, “Imperial Court of Dragon” örgütünün başkanıdır. (Şansölyesi)
Gardner’a göre “Dracula”, Dracul’un oğlu anlamına ge­liyordu. Dracul=Draco (Ejder)
Nereye giderlerse gitsinler, Babil Kardeşliği mensupları kendi gizem okullarını kurarak halkı saçma inançlara yön­lendirdiler ve onların korku ve batıl inançları üzerine ken­di egemenliklerini kurdular.
J.G. Bennet, “The Masters Of Wisdom” (Hikmet Üstadları) adlı kitabında belirttiğine göre, ünlü mistik G.Gurdjieff ona “Gizem Okullarının” kuruluş tarihinin 30.000-40.000 yıl öncesine kadar geri gittiğini söylemişti. Gurdjieff bunu, Kafkas dağlarındaki mağaralarda bulunan resimlerden ve Türkistan’daki araştırmalarından sonra ortaya çıkarmıştı.
Ünlü Mason Üstadı (otuzüç dereceli) tarihçi Manly P. Hall, “The Secret Teachings Of All Ages” (Bütün Çağların Gizli Öğretileri) adlı kitabında şunları yazmaktadır:
…”Mısırda Atlantisli kara büyücüler, kullandıkları insa­nüstü güçleri nedeniyle ilkel gizemlerin ahlâki çöküntüye uğramasına sebep oldular. Kara büyü devlet dini haline gel­di ve bireylerin entellektüel ve ruhsal faaliyetlerini felce uğ­rattılar”
Hall’ın söz konusu ettiği Atlantisli kara büyücüler “Babil Kardeşliği”ni oluşturan sürüngenimsi-insan melezleri miydi?
Hintli Aryanlar Güneşe Baba-Tanrı “İndra” diye taparlardı. Hititliler ve Fenikeliler ise ona “Bel” derlerdi. Birçok isim altında anılan Aryanlar, Sümer, Babil, Mısır. Önasya ve diğer Ortadoğu ülkelerine yerleştiler. Buralarda hep aynı mit ve dinlere rastlandı. Bu sebepten bütün dinler bize aynı hikayeleri değişik isimler altında sunmaktalar. Çünkü hepsi aynı kaynaktan geliyor!.. Bu Aryan ırkın kö­kenleri Mars gezegenine dayanıyordu.
İngiliz yazar L.A. Waddell, “The Phoenician Origin Of Britons, Scots And Anglo-Saxons” (Britonlar’ın, İskoçların Anglo-Saksonlar’ın Fenikeli Kökenleri) adlı kitabında, Fenikelilerin Sami bir ırktan olmayıp, beyaz Aryan ırktan geldiğini iddia eder. Gerçekten de “Royal Antropogical Instıtute” (Kraliyet Antropoloji Enstitüsü) nün Fenike mezarla­rında yaptığı araştırmalarda Fenikelilerin Sami’lerden tama­men farklı, dolikosefal (Uzun kafataslı) Aryan ırktan gel­dikleri anlaşılmıştır.
Mısırlılar Fenikelileri Panag, Panasa ve Fenikha diye biliyorlardı. Mısırlıların birçok tanrılarını beyaz tenli ve ma­vi gözlü olarak tanımlamaları, onların Aryan-Fenike köke­ninden dolayı idi.
İşte Aryan ırkının bu dünya-dışı kökeni (Yani Mars) Na­zilerin ve onları ortaya çıkaran gizli örgütlerin (Tapınakçılar, Vril, Thule v.b gibi) tutku ve saplantısı haline gelmiş­ti. Naziler, Arilerin dünya-dışı kökeni dolayısıyla “Üstün tanrısal bir ırk”tan geldiklerine inanıyorlardı”
Masonların mitolojik kahramanı Hiram Abif’in (Süleyman Tapınağı’nın mimarı olduğuna inanılır.) Fenikeli olduğu ka­bul edilmektedir. Ünlü Firavun Ahenaton’un büyükbabası (Firavun Tutankamon’un babası) Fenikeli bir baş rahipti.
Mısır’ın mitolojik kuşu Föniks, gerçekte Fenikelilerin “Güneş Kuşu” idi. Bu kuş, Güneş Tanrısı “Bill” veya “Bel” i sembolize ediyordu.
Hz. İbrahim Firavun Ahenaton’muydu?
İki Fransız araştırmacı sadece bilim dünyasını değil, tarihi değiştirecek, Ortadoğuda dengeleri altüst edecek bir iddia ortaya attı:  İbrahim Peygamber aslında Mısır’ın tek Tanrılı ilk Firavunu Ahenaton’dan başkası değildi!.. Mısır’dan kovulan ve İsrail’e dönen Yahudi kavmi de, Ahenaton’un tek tanrılı dinini benimsemiş Mısırlılardı.
Ahenaton, Nefertiti ve çocukları
Yahudi kökenli iki Fransız bilim adamı, Roger ve Messod Sabbah yirmi yıl süren çalışmalarını bir kitapta topladılar.
Bugün Hz. Musa’nın bir Mısırlı olduğuna kesin gözüy­le bakılıyor. Yahudi tek tanrıcılığının Aton dininin devamı olduğu da yeni bir iddia değil.
Ancak, Mısır tarihini ve kayıtlarını inceleyen uzmanlar, şimdiye kadar Hz. İbrahim’in Hz. Yusuf’un veya Hz. Mu­sa’nın izine rastlamadılar. Daha da anlaşılmaz olanı, Eski Ahit’e göre 430 yıl boyunca Mısırda yaşayan, 210 yıl kö­le olarak tutulan on binlerce Yahudi’den Mısır tarihi nasıl olur da hiç bahsetmez? Firavundan kaçan binlerce Yahudi köle Kenan bölgesine, yani Firavun’un topraklarına nasıl korkusuzca yerleşebilmiştir? Niçin Mısırda tek bir Yahudi mezarı, bir mezar taşı, bir duvar yazısı veya bir mektup bulunamamıştır?
Akhenaton devrinde Aten Tapınağı. Akhenaton, Nefertiti ve kızları. Akhetaton Aten tapınağının en yüksek rütbeli dinî rahibi olan Meryre’nin mezarının üzerinde yapılan kabartmadan alınan çizim (Amarna)
Messod ve Roger Sabbah bu “muammaları” çözmeyi ba­şardılar.
Tevratta anlatıldığı şekliyle, Yahudilerin Mısır’dan Hz. Musa’nın önderliğinde kaçışının hiçbir kaydı yoktur; çünkü Yahudi tarihinin “Yahudilerin Göçü” diye verdiği olay, Ahen-Aton kentinde yaşayan tek Tanrılı Mısırlılar’ın Fira­vun Ai tarafından sürülüşünden başka bir şey değildir.
Mısır’ın ilk tek Tanrıya inanan Firavunu Ahenaton’un ölümünden sonra, Firavun Ai, Ahenaton’un başkenti Ahen-Aton (Şimdiki Tel el-Amarna) halkını sınırdışı etti. Böyle­ce tek tanrıcılığı Mısır’dan atmış oldu.
Ancak tek tanrıcılık yok olmadı. Ahen-Aton halkı “Sazlıklar Denizini”  aşarak Sina Çölüne geçti. “Denizin yarılması” efsanesi de Mısır mitolojisinde yer alan “Anadeniz’in Firavun tarafından ikiye açılması” efsanesinden farklı bir şey değildir. Filistin’in Kenan bölgesine yerleşen Mısırlı ra­hipler ve asillere “Firavun’a (Yani Ahenaton’a) tapan” anlamında “Yahud” adı verildi. Yahud’lar burada Yahuda Kral­lığını (Yuda) kurdular.
Yani Tevratta adı geçen Hz. İbrahim, Sara, İshak, Rebeka, Yakup, İsrail vb… Hepsi aslında Mısırlı asillerdi.
Hz. Musa, ilerde Firavun I. Ramses adıyla tahta geçe­cek olan Mısırlı General Mose (Ra-Messu) idi. Yuşa (Mu­sa’nın halefi) ise Musa’nın büyük oğluydu.
Ve en önemli bulgu, bugüne kadar çözülememiş sır da ortaya çıktı;
Hz. İbrahim, Firavun Ahenaton’dan başkası değildi! Müslüman Mısırlılar bugün bile bu Firavundan “Ahenaton Aleyhisselam” diye söz ederler.
Bu belgeler doğruysa, sadece 3500 yıl öncesine ait ta­rih yeniden yazılmayacak, Yahudilerin anavatanının Filistin değil, Mısır’ın Yukarı Nil kıyıları olduğunun ortaya çıkma­sıyla, yakın tarihe bakış da gözden geçirilecek.
Vincent DiPietro ve Gregory Molenaar adlı NASA bilim adamlarının, Mars’ın “Cydonia” bölgesinde altı adet dev piramit keşfetmesi ile, Mars’ta çok eski bir medeniyetin var­lığı ortaya çıktı. Dünyaya geldikleri zaman Mars’taki piramitlerin benzerlerini dünyada da inşa edenler Z. Sitchin’in “12. Gezegen” adlı kitabında bahsettiği (Mars’ta üs kurmuş olan) “Anunnakiler” miydi?
İngiltere’deki Avebury ve Stonehenge’deki megalit (Megalit, Grekçe’de ‘büyük taş’ anlamına gelmektedir.) yapıları inşa edenlerin de Mars’tan gelen ırk olduğu iddia edilmek­tedir.  Avebury’deki yapıların (Avebury 60 tona ulaşan taş­ların kullanıldığı dünyanın en geniş taş dairesidir. Stonehenge gibi Avebury de bir takvim elde etmek için kullanılmış olabilir) Mars’taki “Cydonia” kompleksinin dünyadaki yansıması olarak yapıldığına dair deliller vardır.
Eski bir NASA görevlisi olan Richard C. Hoagland “Monuments On Mars” adlı kitabında “Mars Şehri”nin dünyadaki benzer yapılarda kullanılan teknikler kullanılarak yapıldığını iddia etmekteydi. Mars’taki Cydonia bölgesinde uygulanan kutsal geometri ve matematiksel hesapların aynısını Mısırdaki Gize Piramidinde, Mexico’daki Teotihuacan’da ve Zimbabve’de de görmekteyiz!..
İlginçtir ki, Fenikeli-Aryan elit dünyadaki enerji şebeke­si ve bunun insan bilinci üzerindeki etkileri konusunda derin bilgilere sahipti.
Bugünün insanlarının çok azı gezegenimizin manyetik alanının farkındadır. Alan değiştiği zaman biz de değişiriz. Kısaca şöyle diyebiliriz, gezegenlerin hareketi dünyanın manyetik alanını, o da bizi etkilemektedir. Biraderlik örgü­tü bu konuda insanların ciddi bilgilere sahip olmasını engellemektedir. Büyük dinlerin, Hıristiyanlıkta olduğu gibi, astrolojiyi “şeytan işi” olarak nitelendirmesi onların çok işine gelmektedir.
İngiltere’de görülen taş daireler ve yapılar, Stonehenge ve Avebury’de olduğu gibi, Fenike-Aryan liderliğini kontrol eden “Babil Kardeşliği” örgütü tarafından yaptırılmıştı.
Bu yapılara ait gizli bilgilerin yanında, bir taş etrafında­ki manyetik alanın, ses dalgaları tekniği kullanılarak değiştirilmesi ve taş kütlesinin yerçekiminden kurtularak yüksel­mesi gibi teknikler de vardı.
Avebury Halkası
Avebury’den bir görünüm
Stonehenge
Aryan kelimesi de Fenike kökenlidir. Arri=Şerefli Kişi anlamındadır. Buradan “Sum-Arian” (Sümerliler) kelimesi türemiştir.
İngiliz kültürünün temeli ve efsaneleri Fenikelilere dayanmaktadır. “St. George ve Ejderha” efsanesi Fenikelilerin merkezi olan Kapadokya’dan (Bugünkü Ürgüp, Göreme ve çevresi) gelmiştir Kızılhaç, ki alev-haçı da deniyor, Fenike-Aryanları’nın (Daha sonra Naziler tarafından kullanılan “svastika” gibi) Güneş sembolü idi.
Fenike Güneş sembolü olan “svastika” (Gamalı Haç) ya İskoçya’da Craig-Narget bölgesinde rastlanmıştır. Fenikeli-Hititler Güneş tanrısına “Bel” veya “Bil” diyorlardı.
Klasik İngiliz sembolü olan “Britannia”da Fenikeli tanrıça “Bareti”den türemiştir. Bu tanrıçaya Küçük Asya’daki Kilikya’da “Barati,” “Parathea” ve daha sonra “Diana” adıyla tapıldı. Yani “Diana” ve “Britannia” aynı kaynak­tan gelmektedir.
Fenikeli-Aryanlar yılana da tapıyorlardı ve şekil değiştiren sürüngenler olan “Naga”lar Hindular’ın yılan tanrıları idi.
“Cours de Literatüre Celtique” adlı kitabın yazarı Arbois de Juvainville’ye göre Ortaçağlarda İrlandalılara “Mısır­lılar” deniyordu. Mısırla, İrlandalılar arasında ilginç bağlan­tılar vardır. İrlanda’nın sembolü olan “harp” Kuzey Afrika’dan gelmedir. Çapraz duran kollarıyla Mısır Tanrısı Osiris’i sembolize eden portreler, ilginç bir şekilde İrlanda el yazmalarında da görülmektedir.
İrlandalılar’ın kullandıkları “pucan” denilen deniz aracı, Kuzey Afrikalılar tarafından keşfedilmiş ve Nil Nehri’nde kullanılmıştır.
İrlanda’da görülen “Yuvarlak Kuleler” bazı oryentalistlere göre Fenike kökenliydi. Profesör Philip Calahan’ın araştırmalarına göre, “Yuvarlak Kuleler” kuzey göklerinde gö­rülen bir yıldız sistemi ile yani Draco (Ejder) ile ilgiliydi.
İrlandalı’lar ve Fas Berberiler’i arasındaki benzerlikler de hayli ilgi çekicidir. Fas Berberiler’i açık tenli, bazıları ma­vi gözlü ve sarışın dağlılardır. Atlas dağlarının eteklerinde yaşamaktadırlar. Bu dağların adı da Atlantis’in efsanevi yöneticisi Poseidon’un oğlu Atlas’dan gelmektedir. Berberi lisanı ile Galce arasında da benzerlikler bulunmaktadır.
Fransa sahilindeki (Brötonya bölgesinde) “Carnac”da ilginç dikili taşlar bulunmuştur. Bu isim de Mısırdaki “Karnak’dan gelmektedir.

Joachim de Villeneuve 1833’de yazdığı “Phoenican Ireland” (Fenikeli İrlanda) adlı kitabında, İrlandalı Druidlerin aslında Fenikeli denizcilerin “Yılan Rahipleri” nden geldiğini iddia etmektedir. Bu da bize “Şeytan Gözü Balor”un Kuzey Afrikalı tanrı “Baal’den geldiğini göstermektedir. Aynı şekilde “Baal” ritüeli, “Beltane” adını almıştır.
“Şeytan gözü” sürüngenlerin hipnotize edici bakışı ile ilgilidir. Fenikelilerin Güneş tanrısı “Bel” veya “Bil,” Kenan’lılar  ve Babil’liler  tarafından “Baal-Nemrud” olarak bi­liniyordu.
Babil’in “Baal” geleneğinin temsilcileri olan Druidler, İngiltere, İrlanda ve Fransa gizem okullarının taşıyıcıları oldular. Druid kelimesinin kökeni tam olarak belli değildir. Druidh Galce bir kelimedir ve “bilge adam” veya “büyü­cü” anlamına gelmektedir. Aslında İrlandaca bir kelime olan “Drui”den gelmiş olabilir, “meşe ağacı adamı anlamına gel­mektedir. “Kutsal Çalı”, Druidler’in  diğer bir kutsal sembollerinden biriydi.
A.B.D’nin Los Angeles kentindeki bir “Babil Kardeşli­ği” kuruluşu olan “Hollywood”, “Holy-Bush=Kutsal Ça­lı’dan türemiştir ve global (Yahudi) film endüstrisinin merkezidir. Hollywood, “Babil Kardeşliği”nin elinde çok önem­li bir “Kitle Zihin Şartlama ve Kontrol” vasıtası olarak kul­lanılmaktadır.
Modern Masonluğun mavi dereceleri gibi (Çırak-Kalfa- Usta) Druid inisiyeleri de üç guruba ayrılmıştır. Druid gizem okulunun ilk derecesi “Ovat” (Yumurtamsı) da yeşil cüppe giyilmektedir ki, bu Druidik öğrenme rengiydi. İkin­cisi, “Ozan”dı. Hakikati ve armoniyi temsilen mavi bir cüp­pe giyiliyordu. Üçüncü derece yani Druid, güneşi ve saflı­ğı temsilen beyaz bir cüppe giyiyordu. Baş-Druid (Yani ma­nevi önder) olmak için ise, geçilmesi gereken altı derece daha vardı.
Druidler uzun bir zaman halkın üzerinde çok etkili oldular. Ritüelleri arasında Babil Kardeşliğinden alınma de­rin ve kötü etkili birçok unsur vardır.

Bir 19. yy gravüründe iki druid tasvir edilmiş
Druid gizemleri arasında insan kurbanı da vardı!.. Biraderlik örgütünün “Kara Büyü” seremonilerinde halen Dru­id ritüelleri kullanılır.
Babil Kardeşliği’nin ileri bilgileri ile İngiltere’yi mesken tutmasının sebebi neydi? Bu doğrudan ülkedeki yoğun ener­ji alanları ile ilgiliydi. İngiliz adaları “Biraderlik” için kut­sal bir yerdi, çünkü dünya enerji şebekesinin merkeziydi.
İngiltere’deki dev taşlar, taştan daireler, höyükler dünya­nın her yerinden fazla burada yoğunlaşmış durumdadır. Ener­jiyi ve bilinci yönlendirmeyi amaçlayan faaliyetlerin merke­zi de doğal olarak İngiltere’dir.
Londra, dünya manyetik enerji şebekesi üzerinde büyük öneme sahip bir şehirdir. Bu sebepten hem Britanya’nın, ya­ni Barat-land”ın, hem de “Babil Kardeşliği”nin başkenti olmuştur. Kardeşlik örgütü için Londra, “Yeni Truva” veya “Yeni Babil” anlamına gelmektedir. Birçok sürüngenimsi-Aryan kanbağı Truva (Troy) kenti tarihi ile bağlantılıdır.
Keltler yer akımlarını biliyorlardı; bunu Atlantislilerden öğrenmişlerdi. On­lar yer akımlarının yerküredeki konumlarını ortaya çıkarmanın yeterli ol­duğuna inanıyorlardı. İşte bu nedenlerle taş-anıtlar dikmişlerdi; Menhirler uzaktan duyarlı aygıtlardı, tıpkı biyel kolları, akımların kollara ayrılıp, yön değiştirdikleri noktalara yerleştirilen elektrik prizleri gibi. Leyler be­lirlenmiş akımların yollarını gösteriyordu. Dolmenler, Druidlerin toprak falı aracılığı ile yeryuvarlağının tasarımını çıkarmaya çalıştıkları, enerji yoğunlaştırma odalarıydı. Kromlek’ler ve Stonehenge, akımların düzenini keşfetmek için takımyıldızların düzeninin incelendiği makro-mikro kozmik gözlem evleriydi.
Mısırlıların bu gizli bilgileri, Hermes Trismegites aracılığı ile Musa’ya geçmişti.
Gizli örgütlerin üst seviyelerine ulaşabilen insanlar için Truva kutsal bir şehirdir. Troy (Truva) veya Troia Yunanca ve İbranice “Üç Yer” anlamına gelmektedir ki, bu kavram Trinite” (Teslis-Üçleme) ile bağlantılıdır. Homer’in yazdığı İlyada efsanesinde Troy’un ‘Dardanus’ (Yunan tanrısı Titan-Zeus) tarafından kurulduğu belirtilir. Zeus sürüngenimsi kan bağının bir sembolüdür ve bir kartal veya bir yılanla sembolize edilmektedir.
Birçok kişi Londra’nın, Truva’nın M.Ö.1200 yılında yıkılmasından sonra, “Yeni Troy” (Yeni Truva) olarak kurulduğu­nu bilmemektedir. Efsaneye göre kraliyet kanbağından olan Aeneas, halkından geri kalanlarla beraber İtalya’ya sığınmış­tı. Orada Latin kralı Latinus’un kızıyla evlendi. Birçok ge­leneğe göre, Aeneas’ın torunu Brutus M.Ö.1103 yılında bir gurup Truva’lı ile birlikte Britanya’ya gitmişti. Welsh kayıt­ları Brutus’un orada birçok Briton kabilesiyle karşılaştığından ve Britonlar’ın onu kral ilan ettiğinden bahseder.
Aeneas ve ailesinin Truva’yı terkedişi
Brutus, “Caer Troia” (Yeni Truva) adlı bir şehir kurmuş­tu. Romalılar daha sonra bu şehre “Londonium” adını ver­diler. Böylece Londra, “Babil Kardeşliğinin operasyonel merkezi oldu. Bugün Londra, Paris ve Vatikan’la birlikte biraderlik örgütünün merkezlerinden biridir.
Kolaylıkla anlaşılacağı gibi sürüngenimsi kanbağına da­yanan ailelerin merkezi de Londra’dır.
https://insanveevren.files.wordpress.com/2013/09/1234797_390936877696482_512838424_n.jpg
Dördüncü boyuttaki sürüngenimsi ırkın negatif beyin yıkayıcılarının etkisi ve kontrolü altında, tüm insan ırkı piramidal bir yapı içerisinde hap­sedilmiştir. Sürüngenimsi ırk piramidin en tepesindeki “Seçkin Sınıf” in­san komitesini kontrol etmektedir. Sürüngenimsi ırk Seçkin Sınıfı, Seç­kin Sınıf Illuminati şebekesini, Illuminati şebekesi de dünyayı kontrol eder. Her alt seviye, üst seviyenin bildiğini bilmez ve hiçbir seviye de sürüngenimsi ırkın bildiğini bilmez.

Din ve Kapitalizm, Kapitalizm ve İslam

  
Egemen sınıfların dini kullanmaları ya da din üzerinden yürüttükleri politika, feodal gericilik ve köleci toplum dönemlerinin tüm ilişkilerine nüfuz eden bir rol oynayarak tüm sınıflı toplumlar tarihi boyunca süregeldi.
Feodalizmin çözülmesi, ticaretin ve kapitalist üretimin boy vermesi ve kapitalist üretim ilişkilerinin hakim hale gelmesi; burjuvazinin feodal gericiliğe ve onun üst yapı kurumlarına karşı mücadelesi, burjuva aydınlanması ve bilim, sanat ve edebiyat alanındaki ilerleme, feodal değer yargılarıyla dini dogma ve hurafelere karşı da bir gelişmeydi. Doğa bilimleri alanındaki gelişmeleri dayanak alan bilimsel-akılcı ve materyalist görüşlerin güç kazanması, idealist felsefeye, dinsel dogmalara ve onlara dayanan düşünce sistemine darbe vuruyordu.
Kapitalizm, insanın varlığını ve yaşamını sürdürme mücadelesinde doğa güçleriyle ilişkisinin ve toplumsal koşullarının ürünü olarak ortaya çıkan ve koşulların değişmesiyle birlikte çeşitli biçim ve düzeylerde değişime uğrayan ilkel-putperest ve tek tanrılı dinlerin gelişme ve değişme “süreci”nde, bir “yol ayrımı”nı gündeme getirdi. Küçük üretimin, ticaretin ve sanayinin gelişmesi, feodal kapalı sistemin parçalanması, kır ilişkilerinin çözülüp kentlere nüfus akışının gerçekleşmesi toplumsal yaşam ve ilişkileri değişime sürüklerken, inanç ve düşüncelerin, eski değer yargılarıyla anlayışların yeniden yorumlanmasını veya büsbütün reddedilmesini de bir sonuç olarak ortaya çıkardı. Burjuva aydınlanması ve Rönesans kapsamında bilim ve aklın yol göstericiliğine verilen öncelik, feodal kurumlara ve feodal değer yargılarına dinin kurumsal etkisine karşı mücadele olarak şekillendi. Kral, hükümdar ve sultanların iktidarlarını dini temsil makamı olarak göstermeleri, dini kurumların devlet düzeyinde etkili olmasını sağlarken, “devrimci çağı”ndaki burjuvazi, “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” düşüncesiyle feodal despotik baskının yanı sıra toplum ve doğa olaylarının dini yorumlarına karşıtlık ve saldırıyı da gündeme getirdi. Burjuva aydınlanması ve burjuva devrimi, başka şeylerin yanı sıra, Sokrates’in Bruno’nun ve Galileo’nun “melun ve kafir”ler olarak cezalandırılmalarına “cevaz veren” dini kurallar ve yargılara darbe vuruyor, bilimsel düşüncenin gelişmesi ve toplumsal yaşam ve doğa olaylarının aklın yol göstericiliğiyle irdelenmesi çabalarına engel ve yaptırım getiren; her şeyin ve tüm yaşamın “önceden kurgulanıp kurulduğu ve değişmeden kalacağı”nı vaz eden “yaratılış”çı teoriye karşı çıkıyordu. Kapitalizm emek gücünden başka satacak bir şeyi olmayan yoksulları kentlere çeker ve atölye ve fabrikalarda biraraya getirirken ve artı değer sömürüsünü gerçekleştirmek için makinelerin geliştirilmesini, yeni atılımları ve bilimsel-teknik icatları zorunlu kılarken, “değişmezlik” vaaz eden düşüncelere darbe vurarak varsayımsal dogmalar bütününü değişmeye zorluyordu.
Ancak burjuvazi, işçilerle sınıf kavgasına girdiğinde, dinin kurumsal güçlenmesine karşı tutumunu değiştirdi ve dinin ve idealist felsefenin kitleler üzerindeki etkisini sınıf egemenliği ve sömürü sistemi yararına kullanmaya yöneldi. Yönetimi altındaki “topluluğun” itaatini sağlamak için baskının yanı sıra, tüm toplumun ve haklarının savunucusu olma iddiasıyla bir “kader ortaklığı” fikri etrafında birleşmeyi dayatıyordu. Geliştirmek istediği sisteminin serpilip yayılması, tüm tutucu kurum ve anlayışların aşılmasını gerektirmesine karşın, otoritesini topluma kabullendirmesi için kaderci, “kutsi” anlayışlarla uzlaşmaya ihtiyaç duyuyordu. Burjuvazi de, bir “bilinç biçimi” olarak din de, “toplumun karşılıklı güveni ve dayanışması”nı istiyordu.
Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden tekelci evresine geçiş, “siyasal demokrasi”den siyasal gericiliğe geçiş de demekti. Tekelci burjuvazi, feodal gericiliğin tüm ilkel ve Ortaçağcı güçlerini yedeğe alarak işçi sınıfı ve ezilen halklara karşı mevzilerini güçlendirmeye yöneldi. Artık din ve dini örgütlenme, tekelci burjuva egemenliği ve burjuva-emperyalist ideolojinin bir bileşeniydi. Tekelci burjuvazi her tür gericiliğe kucak açtı; dinsel gericiliği yedekledi ve onu hegemonya mücadelesi ve sömürgeci politikalarının aracı olarak kullandı. Tarihsel gelişmeye karşıt olarak Ortaçağın dini ve idealist felsefi yargılarını ideolojik cephaneliğine aldı. Bilim ve aklın yol göstericiliğine dayanan ileri atılımlara karşı dinin ve metafiziğin zincirlerine sarılan gericilik, proletarya ve ezilenlerin metafizik düşünce ve inançların etkisinden kurtulmasını önlemek istiyor, materyalizme ve sosyalizme karşı mücadelesinde, modern ya da Ortaçağcı bütün gerici akımları yedeğine almaya ihtiyaç duyuyordu.
Bu, çürüyen ve tarihsel açıdan da “can çekişen” sistemin “doğası”na uygundu. Burjuvazinin politik-askeri temsilcileriyle iddialı ideologları, tekelci sermaye ve kapitalizmin yol açtığı umutsuzluk ve güvensizliklere karşı bir önlem olmak üzere ezilenleri sisteme yedeklemenin araç ve yöntemlerinden birini, teskin edici “ruhçuluk”ta bulmaktaydılar.
Herhangi bir üretim sisteminin siyasal üst yapıdaki temsilcilerinin yenilgiye uğratılmış olmaları ve üst yapı kurumlarının dağıtılması veya tasfiye edilmesinin, o sisteme ait düşünce, ideoloji ve kültürün kısa sürede ve tamamen etkisiz kalmasını sağlayamayacağı gerçeği bir yana, tekelci burjuvazinin feodal değer yargıları ve feodalizmin üst yapıda ve bilinç biçimlerinde bıraktığı etkiyi ortadan kaldırma hedefi de yoktu. Toplumsal ilerlemeye ayakbağı oluşturan bu değerlerle ilişkiler yedeğe alınarak sömürgeciliğin silahları haline getirildi. Sadece işçi sınıfı ve halk devrimlerinin kazanımlarını değil, sınıf mücadelesinin ürünü ve aralarında burjuvazinin ‘devrimci dönemi’nden kalma olanlarının da bulunduğu ve bugün ancak proletarya ve emekçiler tarafından insanlığı ileriye götürme mücadelesinde kullanılabilecek tüm kazanımlar hedefe kondu.
DİNİ SÖYLEMİN YENİDEN AĞIRLIK KAZANDIĞI BİR DÖNEM
“İslam”ın kapitalizm ve ABD başta olmak üzere ‘Batı emperyalizmi’ ile ilişkileri üzerine tartışmalar günceldir ve emekçi kitleler bakımından da ilgi çekici ve etkileyicidir. Amerikan askeri-politik şefleri ve onlarla işbirliği içindeki yazar ve kimi tarihçiler “medeniyetler savaşı”, “dinler savaşı”, “İslam ile Hıristiyanlığın uzlaşmazlığı”; Hıristiyanlığın “reforma açık ve ilerici” ve fakat Müslümanlığın “her tür reformcu girişime kapalı ve gerici olduğu” üzerine propagandayı sürdürüyorlar. Uluslararası özelliği bulunan terör “İslam” ile birlikte anılıyor. Feodal Ortaçağın kurum ve düşünceleri tarihsel olarak geride kalmış ve emperyalist burjuvazi onları yedeklemiş olmasına karşın, bugünün toplumsal olayları “feodalizm ile kapitalizm”; tekelci burjuvaziyle feodal aristokrasi; “ilerici Hıristiyan Batı” ile “dogmatik-tutucu Doğu” arasındaki çelişkilerle ve bunlar tarafından şekillenen “medeniyetler çatışması”yla izaha çalışılıyor. Emperyalist kapitalizmin temel çelişki ve açmazlarıyla sömürgeci politika ve saldırılar bu tezler üzerinden gizleniyor; saldırı ve işgaller “modern ve özgürleştirici” girişimler olarak gösteriliyor.
“İslam” ve “İslami terörizm” sözcükleri uluslararası alanda bu anlayışla yaygın ve çok sık kullanılıyor. Filistin direnişi içindeki gruplardan bazıları, özellikle de son seçimleri kazanarak hükümet kuran fakat İsrail’in saldırı ve gözaltılarıyla karşılaşan Hamas’ın ve yine Lübnan’da kitle desteğine sahip, hükümetin ortağı olan ve İsrail saldırı ve işgaline karşı gösterdiği direnişle dikkat çeken Hizbullah gibi örgütlerin İslami kesimlerle ve İran-Suriye ve Türkiye ile ilişkileri örnek gösterilerek ABD ve İngiliz emperyalistleriyle İsrail’in saldırı ve işgallerine direnen ülkelerin halkları -ve hatta bu ülkelerin yönetimleri- “terör destekçisi” ve Batı uygarlığının “düşmanları” ilan edildiler.
Batı kaynaklı burjuva propagandası, Irak ve Afganistan’daki gelişmeleri ve bu ülkelerin ABD-İngiliz emperyalistleri tarafından işgal edilmelerini bir biçimde İslam dini ve “İslami terörizm” ile ilişkilendiriyor; Doğu-Batı ilişkilerini uygarlığın ve kapitalizmin gelişme farklılığıyla bağlantılandırarak Batı uygarlığının ve kapitalizmin Batıdaki gelişmesini “Hıristiyanlığın gelişmeye ve reformlara açık olması”yla, Doğu halklarının geri kalışı ya da kapitalizmin Doğudaki gelişme düzeyinin geriliğini ise “İslam’ın reformlar ve kapitalizme kapalılığı”yla izaha çalışıyor. Böylece bu tartışma, bazı Batılı ideologların öteden beri sürdürdükleri “uygar Batı”, “barbar Doğu” propagandasının sınırlarını da aşarak “uygar ve reformist Hıristiyanlık” ile “barbar ve dogmatik İslam” tartışmasına vardırılıyor.
Tekelci gericilik ve özellikle Amerikan yöneticilerinin dinin toplumsal etkisini güçlendiren faaliyetlere yeniden ağırlık verdikleri, dini önyargı ve söylencelerin etkisini güçlendiren açıklamalar yaptıkları, dini etkinlik ve kurumlara ilgiyi artırdıkları; Batı Avrupa ülkelerindeki en gerici sermaye partileri ve temsilcilerinin ‘Hıristiyan değerleri’ne atıfta bulundukları, İslam’ı ise “suç doğurucu bir inanç sistemi” olarak gösterdikleri ve bu tutumlarına da bir tepkiyi ifade eden “politik İslam”ın güç kazandığı bir dönemden geçiliyor. Burjuvazi ve temsilcileri , kapitalizm öncesi çağların metafizik dogmalarıyla dini önyargılarını yeniden güncel politikanın aracı haline getirdiler. Doğa ve toplum olaylarına bilimsel aklın yol göstericiliğinde yaklaşma düşüncesine karşı burjuva-emperyalist ideolojik bombardımanın en önemli ögelerinden birini dinsel olanı oluşturuyor.
“Yaratılışçılık” yeniden piyasa malı haline getirilip uluslararası sürüme kondu. Evrim kuramına karşı uluslararası kampanya yeniden yoğunlaştırıldı. Bush gibi bir emperyalist şarlatan kendini “Tanrı’nın iradesi”yle ilişkili “seçilmiş görevli” ilan etti.
Tekelci gericilik ve uluslararası sermaye, işçi hareketi ve sosyalizmin geçici de olsa geriye atılmış olmasının kitleler içinde yarattığı umutsuzluk ve çözümsüzlüğü ve onun yol açtığı “yeni arayışlar”ı, dini istismar ve kullanma olanağı olarak değerlendiriyor.
Amerikan ve Batılı emperyalist yönetimlerin dine ve dinin politik amaçlı kullanımına verdikleri ağırlık ve gösterdikleri aşırı ilgi ile “İslami terörizm tehdidi”ne yaptıkları vurgu bağımlı-geri ülkelerde misyoner faaliyetlerinin hızlanmasına, dine yöneliş eğiliminin güçlenmesine, farklı dini inançlara sahip kitleler arasındaki ilişkilerin sabote edilmesine yol açmakla kalmadı; ‘barış’, demokrasi ve uygarlık düşmanı faaliyetlerle işgal ve yayılma politikalarının sözde gerici bir dini anlayışa karşı ve sözde daha uygar ve ilerlemeye açık bir dini anlayışa güç vermek adına uygulaması olanaklarını da genişletti.
Burjuvazinin ve özellikle de ABD başta olmak üzere emperyalist büyük güçlerin politik-askeri sözcüleriyle önde gelen yazar, sanatçı ve ideologlarının dine ve dini hurafe ve dogmalara bu aşırı yeniden sarılmaları, bilim ve akla aykırı idealist-metafizik görüş ve inançların yüz milyonlarca insan üzerindeki etkisinin hala sürüyor olmasını bilmeleriyle kuşkusuz ilişkilidir ve dünya gericiliğinin emrindeki politikacı, yazar, din görevlisi ve bunların hemen hepsine yol gösterici fikirler üretmekle pirim yapan burjuva ideologları kuşkusuz bunun farkında olarak hareket ediyorlar. Ama pazar ve etki alanı mücadelesinin yedeklediği dine bu yeniden ve devletler düzeyinde sarılışın, dini dogmalara dayanarak ezilenleri burjuva-emperyalist egemenliğe itaat etmeye çağırmaya duyulan bu yoğunlaşmış ihtiyacın, işçi sınıfı ve emekçi hareketiyle sosyalizmin aldığı yenilginin yol açtığı umutsuzluktan yararlanma; kitlelerin umutsuzluk kaynaklı arayışına sözüm ona cevap verme gibi önemli bir özelliği daha vardı. İşçi sınıfı ve emekçi hareketinin uluslararası düzeyde geriye düşüşü, onun özellikle yirminci yüzyılın 70’li yıllarına kadar süren inişli-çıkışlı ama ağırlıklı olarak ilerleyen durumuna dayanan iktisadi-politik, kültürel-sosyal vs kazanımlarının sermayenin uluslararası saldırılarıyla geriye atılması, dinsel ideolojinin etki alanını genişletmişti ve burjuva emperyalist politikacılarla ideologlar bunu ekonomik-sosyal, kültürel ve askeri amaçlarla kullanmak istiyorlardı. Burjuvazi ve emperyalist gericiliğin ideologlarıyla politik-askeri temsilcileri, ulaşım ve iletişim araçlarının katettiği muazzam gelişmeden yararlanarak dinin halk kitleleri üzerindeki etkisini sömürmekle kalmıyor, onu, farklı inançlardan emekçileri birbirlerine karşı kışkırtıp bölmek; Irak’ta ya da daha önce Ruanda’da görüldüğü üzere farklı mezheplerden insanların kitlesel kırımına göz yumarak ve teşvik ederek, bu ülkelerin yıkıntıları üzerinden hakimiyetlerini sürdürmenin olanağı olarak da değerlendiriyorlar.
Burjuvazi, yaşamın ve toplumsal ilişkilerin “tanrısal irade ile belirlendiği” ve “bunun değiştirilemez kader olduğu” yönündeki dinsel önyargı ve dogmaları kullanmakta; özellikle Doğu insanının, “yaşamının dinin emirleriyle belirlendiği” yönündeki ve “ahretçi” (öte dünya için çalışmaya verilen önem) anlayışları sömürmekte; işsizlik, açlık, yoksulluk ve savaşların bugünkü sistem ve onun egemen sınıflarıyla ilişkilerini dini önyargı ve dogmatik anlayışlarla örtmeye çalışmaktadır. Nitekim İslam’a ilişkin tartışmaların İslam ile “uygarlık” arasında olumsuz bağlantılar kurularak yürütülmesi ve ‘uluslararası terör’ ile İslam’ın bağlantılandırlması, dinsel öfke patlamalarına da yol açacak tarzda, din üzerine tartışmaları halkların gündemine daha yoğun olarak getirdi. “Din Savaşları”nın yeniden gündeme geldiğini ileri süren ve “medeniyetler çatışması” gerici tezinden destek alan burjuva propagandası, Amerikan yöneticilerinin Siyonistlerle birlikte sürdürdükleri “İslami terör” söylemiyle daha da ilgi çekici hale geldi. Bu açıklama ve tartışmalar, “İslam Dünyası”ndaki ve Batı’daki dini radikal akımlarla ırkçı ve şovenist çevrelerin güçlenmesine de hizmet etti.
“DOĞU-BATI” ÜZERINE İRRASYONALİST TEZLER VE DİNİN “BİLİMSEL” İSTİSMARI
1990’da “Müslüman Öfkesinin Kökleri” başlıklı makalesinde “medeniyetler çatışması”ndan söz eden Princeton Üniversitesi profesörü Bernard Lewis, “Müslüman Toplumlar”ın modernizme ve laikliğe kapalı ve hazırlıksız olmalarından söz ederek, “Batının gücü” karşısında ve “Allah’ın yolunda” şiddeti kaçınılmaz gören “azınlık zihniyeti” üzerinde duruyor; “Müslüman dünyası”nda Batılı “değer” olarak “yalnızca diktatörlüklerin tutunabildiği”ni ileri sürerek İslam’ın ve Arapların “zamana karşı sabitlenmişlik”leri iddiasında bulunuyordu. Lewis, Ortadoğu ve Asya’da Batı emperyalizminin saldırgan politikalarına karşı gelişen tepkileri bu çerçevede değerlendirmeye çalışıyor, “Doğu’nun Batı’yı taklit etmekteki başarısızlığı” ve “haseti”nin, “Batı düşmanlığını körüklediğini” ileri sürüyordu. O, modern ve ‘laik’ gelişme ve “değerler”i, “bizim ve sadece bizim” diyerek “Batı”ya mal ediyor, “İslam fanatizmi”nin bu değerlere karşı “kin ve nefretle savaştığı”nı ileri sürüyor; “Ortadoğu ve İslam tarihi araştırmacısı” etiketiyle ve Batı hayranı sosyologların “büyük tarihçi” övgülerine mahzar olarak dini inanç farklılıklarını “uygarlık ve kültür farkı”na genişletiyor, İslam’ı Batı ve modernizm düşmanı “karanlık çağ ideolojisi” olarak gösteriyordu.
“Batı-Doğu” ilişkilerini farklı uygarlıklar ve onların dini inanç farklılıklarıyla bağı üzerinden izaha çalışan bir diğer “ünlü” teorisyen, yine “Batı orijinli” profesör S. Huntington’du. Lewis’in izinde yürüyerek Huntington da, “medeniyetler çatışması” tezinde, “Soğuk Savaş Dönemi”nde siyasi ve ideolojik çatışmaların “iki sistem arasındaki mücadele”ye bağlı olarak gerçekleştiğini, ancak Sovyetler Birliği ve “Doğu Bloku’nun çökmesi”yle doğan yeni çatışma alanlarının farklı kültürel değerler ve medeniyetler arasındaki çatışmayı gündeme getirdiğini ileri sürerek dini farklılıkları çatışmanın en önemli dayanağı olarak ele alıyordu. Huntington, dayanaklarını ise, “Medeniyet farklılıklarının siyasi ideolojik ve rejim farklılıklarından daha köklü olması”; “küreselleşme süreci ile birlikte aynı medeniyet aidiyetine sahip topluluklar arasında etkileşimin artmasıyla ‘ortak medeniyet bilinci’nin gelişmesi ve ‘medeniyetler arasındaki farklılıkların bilincine’ daha fazla varılması; iktisadi modernleşme ve sosyal değişmeye göre ‘kültürel özelliklerin daha yavaş değişmesi ve uzlaşmaya daha az açık olması...” vb şeklinde sıralıyordu.
Sorunu bu tarzda ortaya koyan Lewis ve Huntington -ve onların vargılarını benimseyenler- iktisadi-sosyal ve siyasal sistemleri çelişkileri ve olgularıyla değil, din ve farklı dini inanç sistemleriyle ilişkileri üzerinden değerlendirerek irrasyonalist yöntemleri bilimsel analizlerin yerine geçiriyorlardı.
Huntington “ İslam dünyasında demokrasinin gelişmemesinin ana nedeni” olarak İslam kültürünü gösteriyor, iktisadi-sosyal olgu ve gelişmelerle burjuva demokrasisi arasındaki ilişkileri ve demokratik hakların sınıf mücadelesinin ürünü olmaları gerçeğini göz ardı ediyor; Hıristiyanlık ile demokrasi arasında doğrusal olumlayıcı ilişkiler kurarak bazı diğer ‘Batı’lı ya da ‘Doğu’lu yazar ve ideologlarla birlikte burjuva demokrasisinin Batı’da Hıristiyan Ortaçağına ve onun karanlık görüşlerine karşı uzun ve can bedelli mücadeleyle kazanıldığı ve ancak işçi ve emekçilerin desteğindeki mücadele ile ilerleyebildiği gerçeğini örtbas ediyordu.
Huntingtoncu “medeniyetler çatışması” tezi, sınıf mücadelesinin değil, emperyalizm ile bağımlı halklar çelişkisinin de değil, “ileri Hıristiyan-Yahudi uygarlığı” ile “geri medeniyetler” (örneğin İslam) arasındaki çatışmanın “geleceği belirleyeceği” iddiasındaydı. Samuel Huntington, 2004 Yılında yayımlanan “Biz Kimiz?- Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı” adlı eserinde şöyle diyordu: “21. yüzyıl bir din çağı olarak yükseliyor. Kuzey Avrupa dışında her yerde halk rahatlık, teselli ve kimlik için yüzünü dine dönüyor. Gilles Keppel’in deyimiyle, Tanrının intikamı en hareketli zamanını yaşıyor. Din grupları arasındaki şiddet tüm dünyada artıyor. İnsanlar coğrafi olarak uzağında bulundukları dindaşlarının yazgısıyla giderek daha fazla ilgileniyor. Bir çok ülkede ulusal kimliğin dinsel çerçevede yeniden tanımlanmasını hedefleyen güçlü hareketler ortaya çıktı. Çok farklı biçimde ABD’deki hareketler, Amerikan dinsel köklerini, Amerikan halkının dine olan sıra dışı bağlılığını anımsatıyor. İncil öğretisine dayalı Hıristiyanlık, önemli bir güç haline geldi ve Amerikalılar kendi imajları konusunda, büyük oranda, Hıristiyan bir halk oldukları gerçeğine geri dönüyor.” (aktaran Bilim ve Düşünce, s.2)
Huntington’cu tez, tüm Hıristiyanlar ve Hıristiyan kültürüyle yetişmiş olanların, dindar-laik-dinsiz vs, Hıristiyanlık tarafından da “içerilen” Batı uygarlığını korumak için birleşmelerine ‘cevaz veriyor’du.
Ülkeler, devletler ve sınıflar arası ilişkileri “medeniyetler çatışması” ve “dinler savaşı” gibi “olgular”la izaha çalışan burjuva teorisyen ve politikacılar, bu tezi kanıtlamak üzere değişik ulus ve halkların iktisadi-sosyal, politik, dini, kültürel farklı “biçimlenmeleri”ni ve kültürel alandaki değişimin nispeten yavaş oluşunu hareket noktası olarak alıyor; emperyalistler arası rekabeti pazarların ve kaynakların yeniden paylaşımı mücadelesini ve bu mücadele kapsamında ABD başta olmak üzere emperyalist büyük güçlerin bağımlı-sömürge ve ezilen halklara dayattıkları politikaları gizliyorlardı. Emperyalist saldırganlığa karşı tepki ve öfkenin dini görüntüler altında da ortaya çıkabileceğini görmezden geliyor ve El Kaide-Taliban gibi örgütlerin terörist eylemlerini iddialarının belirleyici kanıtları olarak öne çıkarıyorlardı. Toplumsal gelişme ve değişim ile “Doğulu” (Ortadoğu-Asya) toplumlar arasındaki ilişki “sabitlenmiş” statik haliyle ele alınıyor; “İslam Ülkeleri” halkları sadece aşağılanmıyor, “Araplar”ın şahsında “zamandışı” da sayılıyorlardı. Lewis bu sabit mantığını “bilimsel analiz” olarak pazarlayabilmişti.
“Medeniyetler çatışması” tezi ise, sermaye hareketinin ‘ulusal sınırlar’ı “ilga” etmesi ve kapitalist uluslararasılaşmanın ‘farklı medeniyetlerden insanları’ı bu hareket içinde birbirlerine yakınlaştırmasını görmezden geliyor ya da reddediyordu. Bu tez, kapitalist-tekelci rekabet ve emperyalistler arası paylaşım mücadelesiyle bağımlı ülkelerin halklarına yönelik emperyalist baskı ve talan politikasını aklıyor ve atlıyor; ‘ulusal’ eğilim ve mücadelenin bu politikaya duyulan öfkenin ifadesi olduğu gerçeğini görmezden geliyordu. Sorunu “Batı ve Batılı olmayan toplumlar arasındaki mücadele” şeklinde ortaya koymakla; toplumları “Batılı” ya da “Batılı olmayan”lar olarak sınıflardan ve sınıf çıkarlarının yol açtığı bölünme ve çatışmalardan bağımsız gösteriyor; “ Batılı olmayan toplumlar”ın, esas olarak da onların ezilen kesimlerinin modern-aydınlanmacı ve ilerici demokratik değerler için gösterdikleri çaba ve yürüttükleri mücadeleyle bu yöndeki ilerlemelerini görmezden geliyordu. “Medeniyetler ilişkisi”nden “medeniyetler çatışması”nı çıkaran Huntington ve izleyenleri, farklı kültürler arası ilişkileri tek yanlı ele alarak bu ilişkinin ilerici unsur ve yanlarının üzerini örtüyorlardı. Lewis, “Batılı değer” olarak sadece ‘Batı’ işbirlikçisi diktatörlükleri alıyor; Huntington ise, burjuva demokrasisinin, Hindistan dışta tutulmak üzere “Müslüman toplumlar”da ya hiç yerleşmemiş ya da zayıf olmasını veri alarak tüm “Müslüman ülkeler”i, özgün durumlarını göz ardı ederek bir kalıba sokuyor ve burjuva aydınlanması ve modernleşmesinin burjuva sınıf temsilcilerinin yukarıdan dayatmalarıyla gerçekleştirilmeye çalışılması ve halka ve mücadelesine dayanmayan bu “gerçekleştirme”nin ikiyüzlülük sınırlarını aşamadığı gerçeğinden hareketle, “Doğu”nun geriliğini; geri kalışı ya da bıraktırılmışlığını salt İslami bir özellik olarak sunuyordu.
Lewis ve Huntington etiketli bu tezler, iktisadi-sosyal sistemlerle dinsel, siyasal-hukuksal ve ahlaki düşünceler arasındaki ilişkileri alt-üst ediyor; sorunu “kompleksler”le ve “ilerici” ve “gerici” dinler ayrımı gibi spekülatif biçimlerle izaha çalışıyordu. “İslami terörizm”i, İslam’ın “etik” ya da “yapısal” özelliklerinden biri olarak gösteren bu tezler, teröristliği sonradan keşfedilen El Kaide ve Taliban’ın Batı emperyalizmi, özellikle de ABD’li gericiler tarafından S. Rusya’ya karşı örgütlendirilmiş olduğunu da örtbas ediyorlardı.
Burjuva emperyalist ideologlarla gerici politikacıların “medeniyetler çatışması”, “dinler savaşı” ya da başka bazılarının birleştiricilik adına “dinler arası diyalog”dan söz etmeleri, özellikle de Bush gibi ‘yeni faşist’ politikacıların İran’daki ‘mollalar rejimi’yle Hamas ve Hizbullah gibi “İslami Örgütler”i örnek göstererek, İslam’ı “Batı uygarlığı”na karşı “terörle sonuç almaya çalışan din” olarak göstermeleri; bununla da kalmayarak, Hıristiyanlığı kapitalizm ve burjuva uygarlığıyla bağdaşır ve fakat İslam’ı karşıtlık içinde göstermeleri, genel olarak dinlerin, özel olarak İslam dininin kapitalizm ve kapitalist emperyalizm ile ilişkisini ters yüz eden bir yaklaşımın açığa vurulmasıydı.
Bu yaklaşım, din ile sömürüye dayalı iktisadi-toplumsal sistemlerin birbirini dışlamadığı gerçeğini Hıristiyanlık lehine yorumlarken çarpıtıyor, dinin genel olarak bilimsel gelişme ve toplumbilim önünde engel oluşturan dogmalarıyla genel olarak toplumsal gelişme ve özel olarak kapitalist gelişmenin ihtiyaçları arasındaki çatışmayı İslam’a ilişkin bir özellik olarak gösteriyor ve daraltıyor; toplumsal değişimin ihtiyaçlarının dinsel yargı ve yorumları kendine uydurmayı başarmasını İslam için geçersiz sayıyordu. Oysa Hıristiyanlık, Musevilik, İslam ya da Budizm, gördükleri işlev açısından uygarlıkla, demokrasi ve özgürlükler düşüncesiyle ilişkilerinde özsel bir farklılık göstermemekteydiler. Bu ortak içerik herşeyden önce dinlerin doğuş koşulları ve onları “ihtiyaç” haline getiren nedenlerle ilişkilidir. Ekonomik toplumsal sistemlerin sürdürülmesi için dinin egemen sınıflar tarafından kullanılması bakımından da farklı dinler esasa ilişkin bir ayrıcalık oluşturmaz ve içermezler. Ezilen sınıfların baskıcı yönetimlerle ilişkilerde içinde bulundukları ya da zorla tutuldukları durumdan çıkış için ve onların temsilciliğini yapan bazı düşünürler ve din adamlarının öncülüğünde, dini ideolojiyi baskı ve zulme karşı mücadele yönünde yorumlamaları veya onun içinden yararlanılabilir öğeler bulmaları da, dinin toplumsal işlevini değiştirmemiştir.
Hıristiyanlığı kapitalizme, gelişmeye ve modernleşmeye açık gösteren bu tez, dini geleneklerin modernleşmeye oluşturduğu engelin tarih boyu süren mücadeleyi getirdiğini; Batı Aydınlanmasının hurafe ve dogmalara karşı mücadelenin ürünü olarak gerçekleştiğini; feodalizme karşı mücadelesinde burjuvazinin bu mücadelenin ürünlerinden yararlandığını ve hakimiyet için kullandığını gözardı etmektedir. Irkçılık kokan bu “oryantalist” tez, “Doğu-İslam” toplumlarındaki gelişmeleri görmezden gelmekte; feodal gericiliğe ve değer yargılarına karşı mücadelenin “Doğu toplumları”nda ve Türkiye gibi bir “İslam ülkesi”nde de sürdüğü ve ‘modernleşme’ kapsamındaki gelişme ve ilerlemelerin bu mücadelenin ürünü ve sonucu olarak ortaya çıktığını bir yana itmektedir.
Lewis ve Huntington’un tez(ler)ini destekleyen açıklamalar, Avrupa’nın başlıca ülkeleriyle ABD’de birbirini güçlendirecek tarzda sürdürüldü. Gazete ve televizyon mensuplarının karşısına çıkan bu ülkelerin kimi yöneticileriyle yazar ve teorisyenleri “İslam”ı doğrudan hedef gösteren açıklamalar yaptılar. 11 Eylül 2001’deki terör eylemleri sonrasında Bush, “ABD, İslamcı faşistlerle savaş halinde” açıklamasını yaptı. Bush, bir diger konuşmasında da terörle mücadeleyi “Haçlı Seferleri”ne benzetmişti.
AB’ye Türkiye’nin “alınıp alınmaması” tartışmalarında, Avrupalı “Hıristiyan-demokrat partiler”, Türkiye’nin “topluluğa alınmaması” yönündeki düşüncelerini, “Batı medeniyeti ve değerlerinin Türkiyeliler tarafından özümsenememesi”yle gerekçelendirirlerken, bu özümseyememeyi İslam kültürüyle ilişkilendiriyorlardı.
Bush, “Hıristiyan yeni uyanışı”ndan söz ederken, yeni Papa Ratzinger (16. Benedicticus), Ortaçağın tartışmalarına atıfta bulunarak, “İslam dininin şiddete dayalı olduğu” yönündeki görüşleri yeniden gündeme getirdi.Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Fransa’nın 200 büyükelçisi önünde yaptığı konuşmada, “Ufukta çok büyük bir tehlike belirmeye başladı. Doğu-Batı, İslam-Hiristiyan dünyaları çatışması tehlikesi bu” diyordu. Alman Hıristiyan Demokrat Partisi’nin (CDU) Genel Sekreteri Ronald Pofalla ise, siyasi nitelikli şiddeti, “günümüzde tamamen İslamın sorunu” olarak gördüklerini açıkladı. İslam’ın modernizme uyum sağlamaktan “aciz olduğu”nu söyleyenlerden biri de İtalya’nın eski Başbakanı Silvio Berlusconi idi.
Bu sav ve açıklamalar, Samuel Huntington ile Bernard Lewis’in ellerini ovuşturacakları türdendi ve bu yöndeki politikanın sonucu da dini gericiliğin etki sahasının daha da genişlemesiydi.
“KURTARICILIK” KÜLTÜ VE SÖMÜRGECİLİĞE DİNİ ÖRTÜ
İngiliz-Amerikan işgalcileri, Kuzey Amerika yerlilerini toplu katliama tabi tuttukları yıllardan başlayarak eylemlerini “Tanrının isteği”yle ilişkilendiler ve “kutsal kitap”ın “kadın ve çocukların ebeveynleriyle birlikte öldürülmesi”ne ‘cevaz verdiği’ni propaganda ettiler.[1] Kızılderilileri “vahşi ve cezalandırılması gereken yaratıklar” şeklinde tanımlayarak onları ateş ve barutla, kurşun ve zehirli maddelerle yok edip arazilerine ve madenlerine el koymayı haklı göstermeye çalıştılar. Sonraki dönemlerde izledikleri yayılma stratejileriyle sömürgeci politikaları da benzer biçimde gerekçelendirdiler. Topraklarına ve zenginlik kaynaklarına göz diktikleri halkları ilkel, “uygarlık düşmanı ve fanatik gerici”; işbirliğinde problem yaşadıkları ülkelerin yöneticilerini “diktatör ve özgürlük düşmanı” göstererek, bu ülkelere “uygarlık, özgürlük ve refah götüreceklerini” ilan ederek vahşi ve yıkıcı saldırı ve işgallere giriştiler. Amerikan uygarlığının ve “yaşam tarzı”nın götürülmesi adı altında ülkelerin ve ulusların kaynakları yağmalandı ve halklar sistemli olarak yoksulluk ve yoksunluğa itildiler. Amerikan çıkarı için her yol ve her aracı mübah gösteren Amerikan propagandası, Amerikan ulusunu, dünya üzerindeki “nizamı” sürdürme ve “insanlığı kurtarma”yla görevli, “seçilmiş” bir ulus olarak gösteriyor ve Amerikan yöneticilerini, eylemlerine “Tanrının yön verdiği” seçilmiş görevliler olarak ilan ediyordu.
Daha Ocak 1900’de Senatör Albert Beverindge, Amerikan Senatosu’nda yaptığı konuşmada, “Tanrı bin yıldır, İngilizce konuşan ve Germen ırkları, önemsiz ve sıkıcı uğraşlar peşinde koşmaları ve kendilerine hayran olmaları için hazırlamadı. O, Amerikan halkını dünyanın manevi yenilenme ve yönlendirmesini gerçekleştirmek üzere, seçilmiş ulus olarak belirledi. İşte Amerika’nın ilahi misyonu budur” diyordu. (Bilim ve Düşünce,s.2, birinci makale)
Bu propaganda, değişik figürlerle zenginleştirilerek yirminci yüzyıl boyunca sürdürüldü. ABD’nin “en açık sözlü” temsilcileri “Barış’ ve ‘uluslararası hukuk’ konusundaki, ‘dostluk’ ve ‘işbirliği’ konusundaki saçma hayallerin belirsizliklerine sığınmak hiçbir şeye hizmet etmez” diyerek bunların ezilip geçilmesini istiyorlardı. Amerikan kapitalizminin çıkarları, “komployla, bozgunculuk yoluyla, rüşvetle, bölgesel savaşlarla ve sonunda; bu gerekli olursa genelleşmiş savaş yoluyla” dünya hakimiyeti için onu saldırıya yöneltmekteydi. Ancak Amerikan propagandası, bu politikayı belirleyenin Amerikan çıkarları değil “Tanrı iradesi olduğu”nu vaaz ediyordu.
G. Walter Bush, 2004 Kasım’ında yeniden başkan seçildikten sonra, Amerikalıların kendilerine atfettikleri “kurtarıcı seçilmişlik misyonu”nu dünyaya “yeni bir düzen vermek” ya da “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika”ya özgürlük, demokrasi ve refah “götürmek” için kullanmanın “artık çok daha farz olduğu” vaazı daha fazla yoğunluk kazandı. Ortadoğu, Balkanlar, Orta Asya, Kafkasya; Afganistan’dan Hindistan ve Çine uzanan bütün Güneydoğu ve Ön Asya’nın “kurtarılması” şimdi daha çok aciliyet kazanmıştı! Saldırı, işgal ve katliamlar eski ve yeni “Ahit”teki vaazlarla; “önceki” ve “kötü” şeylerin “anılmayacak biçimde” ortadan kaldırılması ve “yeni gökler ve yeni”ler “yaratılması” bildirimleriyle ilişkilendiriliyor ve Ortaçağ gericiliğinin etkileri yedeğe alınıyordu. Amerikan “ulusu”nun, dünyanın “kurtarılmaya muhtaç” ülkeleri ve insanlarını “kurtarması”, ABD yönetimlerinin “önceden belirlenmiş kaderi”ydi ve Bush yönetiminin yürüttüğü savaş, bu “önceden belirlenmiş ve değişmez kader”e uygun düşüyordu. “Seçilmiş başkan” bu görevi, -onun, “Tanrı El Kaideyi vurmamı istedi ben de vurdum. Sonra Saddam’ı vurmamı istedi onu da vurdum” sözlerinde içerildiği üzere- “Tanrının isteği”ne uygun olarak yerine getirmekteydi!
Bush, 1697’de Cotton Mather’in “Tanrı’nın ruhu’nun kendisine dokunduğu” ve “böylece O’nun yaklaşımlarına daha açık hale geldiği”ni belirttiği gibi kendisini “Tanrı’yla ilişkili” göstererek; Abraham Lincoln’un 4 Mart 1865’teki konuşmasında Amerikan köleciliğini ve Kuzey’de ve Güney’de yaşanan “korkunç savaşı” Tanrı’nın “hem doğru hem de adil hükümleri”nin göstergesi ve onun “verdiği bir dert” olarak göstermesi gibi gerekçeler uydurarak, Franklin D. Roosevelt’in 6 Ocak 1941’de yaptığı “Özgürlük” konuşmasında “Amerikan milletinin inancının Tanrı’nın rehberliğinde özgürlüğe bağlandığını” vazettiği gibi; Amerikalıların “seçilmiş millet” oldukları ve “insanlığın kurtuluşunu gerçekleştirme sorumluluklarının bulunduğu” inaçlarına sesleniyordu. Bush, ilk başkanlık konuşmasında da insanlık tarihinin “Tanrı tarafından yazıldığı”nı ve “O’nun amacı”nın kendi eylemleriyle “gerçekleşiyor” olduğunu ileri sürmüştü.( bakınız ‘Amerikan Apokaliptik’inin Dünü Bugünü- C.Akça-Bahar Gürsel, D.Batı.32)
Amerikan şefleri, sömürgeci politikalarını, ABD’nin “Tanrı tarafından da istenen” sorumlulukları ve “dünyayı kötülüklerden kurtarma” gibi “önceden belirlenmiş kader” çerçevesinde gösterirlerken, tümüyle maddi, mali, ekonomik, politik ve askeri amaçlı eylemlerini; bu elle tutulur-gözle görülür amaç ve hedefleri dinsel-metafizik zorunluluklar örtüsüne büründürerek bilim ve aklın kazanımlarına karşı savaş açıyorlardı. ABD “imparatorluğunun ebedi olduğuna” dair Amerikan propagandası ekonomik-askeri ve mali dayanakların yanı sıra ve dinsel ön yargıları da kullanarak yalnızca aldatılmış ‘sıradan’ Amerikalıyı değil, saldırı ve işgallerin hedefindeki ülkelerin halklarını da “Tanrı adına” boyun eğmeye çağırmayı içeriyordu. Hurafelere dayalı, bilim düşmanı ve ırkçı olan bu propagandaya göre, “Amerika, diğer uluslardan farklı olarak, kendi karakterinin beşeri ve geçici değil, ilahi ve sonsuz olduğunu kavramıştır.” Eski Adalet Bakanı John Ashcroft, 8 Mayıs 1999’da, “Kaynağımızın sonsuz olduğunu anladığımız için biz farklıyız. Bizim kralımız İsa’dır” diyerek bu saçma anlayışı bir kez daha ilan ediyordu.
Irkçı ve bilim karşıtı bu propaganda ve politika Amerikan kültürünü tüm kültürlerden “üstün” gösteriyorbunu da Amerikalıların dininin “Hıristiyanlık” olmasına bağlıyordu. Buna göre, ABD ve Bush yönetiminin, buyruğu yerine getirmekten başka seçeneği yoktur. “Bunun sebebi tarihin kaçınılmazlıkların çemberinde ilerlemesi değil, olayları harekete geçirenin insanın tercihleri olmamasıdır. Tanrı, kendi istediği gibi hareket eder ve tercih eder.” Bunun içindir ki, modern çağların engizisyon çağırıcısı “Tanrı ile bir ilişkiye sahip olmadan nasıl başkan olunabileceğini aklım almıyor” demekte,”Tanrı’nın, benim başkan adayı olmamı istediğini hissediyorum. Bunu açıklayamam, ama ülkemin bana ihtiyacı olacağını hissediyorum. Bir şeyler olacak. Kolay olmayacak, ama Tanrı bunu yapmamı istiyor” diye, Gayya kuyusundan seslenmekte; rahiplerin “Kilise ve devletin ayrılığı bir masaldır. Ülke, Tanrı’nın krallığıdır” söylemiyle birleşebilmektedir.
Bugün de, insan aklı ve bilincine karşı Ortaçağ gericiliğine ve Hıristiyanlık “değerleri”ne sarılarak, “Geniş” Ortadoğu ve Asya’da yürüttükleri sömürgeci stratejiye “kutsal dayanaklar” oluşturmaya çalışıyorlar. ABD ve bugünkü yöneticileri, bir yandan dünya hakimiyeti için yürüttükleri mücadelede, “ileri Batı uygarlığıyla geri Doğu arasındaki savaş” fikrini işler ve buna hizmet eden politik-askeri saflaşmalar dayatırlarken öte yandan “İslamcı akımlar arasında”, “radikal ve ılımlı oluşlarına göre ayrım yapma” taktiğiyle Ortadoğu’nun işbirlikçi yönetimleriyle şeriatçı-ılımlı parti-grup ve çevrelerini yedeklemeye çalışıyorlar. ABD planlarına şu ya da bu biçimde direnç gösterenlerin “şer güçler” ilan edilerek saldırı hedefine konmaları ise şeriatçılığın ve “İslam”ın hedef alınmadığını; bu tutumun onun/onların mevcut koşullarda emperyalizm yararına kullanılabilir olmasıyla ilişkili bir tutum olduğunu gösteriyor. “Ilımlı İslam”- “Radikal İslam” ayrımıyla Taliban, Usame Bin Ladin, Saddam Hüseyin yönetiminin düşman; Mısır’daki sözde “demokrasi”, Suudi petrol kralları ve güya “uygar Ürdün” krallığının ‘dost’ sayılmalarının belirleyici kıstasını, Amerikan çıkarları açısından taşıdıkları önem ve gördükleri işlev oluşturuyor.
ABD’nin ve Amerikan başkanlarının; son olarak da Bush’un “dünyaya yeni bir düzen verilmesi” için “seçilmiş” oldukları vaazı, en kıyıcı ve vahşi etkisini dünya emekçilerinin emperyalist yıkıcılığı hem “kader” hem de “zorunluluk” olarak algılamaları ve toplumsal sistemin sömürüden arındırılmış insani bir yeniden kuruluşu için mücadeleyi “Tanrı’nın iradesine karşı gelme” şeklinde değerlendirerek bundan geri durmalarında oynadığı rol ile yerine getiriyordu.[2]
Amerikan yönetiminin ortaya attığı “Büyük Ortadoğu Projesi”nin temel ‘sav’larından biri de İslam ve demokrasinin uyuşmaması nedeniyle Ortadoğu ülkelerinde “teokratik-fundamentalist” rejimlerin ayakta durduğu ve bunların uygarlığa zarar veren düşmanca bir ideolojiyle “terörist örgütlenmeyi beslediği” biçimindedir. Ortadoğu-Kuzey Afrika ülkelerine müdahalenin “kaçınılmaz ve gerekli” olduğu iddiası böylece inandırıcı kılınmak istenmektedir. ABD’nin İran’a boyun eğdirme ve Kafkasya’da hakimiyet alanları oluşturma olanağına kavuşma stratejisi, “ilerici Batı uygarlığı”nın “gerici-fundamentalist İran”a karşı haklı savaşı; Afganistan’daki işgal, “şeriatçı Taliban barbarlığına karşı uygar dünyanın savaşı” olarak gösteriliyor. Irak işgali, “despotik-antidemokratik diktatörlüğe karşı özgürlük ve demokrasinin zafer kazanma savaşı” ve Suriye’ye karşı aynı iddialı komplo ve kuşatmalarla Siyonist İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki vahşetleri “şeriatçı Hamas ve Hizbullah terör örgütleri”nin varlığı ve faaliyetleriyle gerekçelendirip haklı gösterilmek isteniyor. Sömürgeciliğe hizmet eden ve gerçeği çarpıtan bu tezler tamamıyla gerici karakterdedir. Buna rağmen, “Müslüman toplumlar”da gelişmiş bir burjuva demokrasisinin olmadığı; aralarındaki “ortak payda”ya rağmen bu ülkelerin herbirinde durumun farklı olduğu; Türkiye’de ve nüfusunun belli bir kesimi (%14 civarında) Müslüman olan Hindistan’da kapitalizmin daha ileri düzeyde geliştiği ve burjuva demokratik haklar mücadelesinin daha ileri olduğu; Azarbeycan gibi bir dönemler sosyalizmin inşası alanında yer almış ülekelerde siyasal rejimin karakterinin Ortadoğu ülkeleriyle Pakistan, Bangladeş, Malezya, Mali gibi ülkelerdekinden farklı olduğu; tüm bu ülkelerdeki siyasal sistemin karakterinin emperyalist hegemonya altında olmalarıyla dolaysız ilişkili olduğu; siyasal gericiliğin ve anti demokratizmin dinsel gericiliğe “cevaz verdiği” yine de söylenebilir.
Ancak İslam-demokrasi ilişkisi ne herhangi diğer dinlerle burjuva demokrasisi ve kapitalizm ilişkisinden özü itibariyle farklıdır ne de bir farklılık olsa dahi, bu emperyalist saldırı ve müdahalelerin gerekçesi yapılabilir. “Demokrasiye açık” ya da demokrasiyle “bağdaşır” olmamak salt İslam’a ilişkin olmayıp tüm dinlere ait bir özelliktir ve dinler genel olarak tutuculuğu ve itaatı telkin etmelerine karşın, herbir dini inanca dair “demokratik argümanlar”dan da söz edilebilir. Siyasal üst yapının karakterini belirleyenin son tahlilde iktisadi-sosyal sistem olduğu gerçeği gözardı edilmediği sürece, İslam dininin ya da başka bir dinin “halkın yönetime katılımı” ve hakları bakımından ötekine göre daha müsamahakar olduğu ileri sürülemez. Siyasal rejimin karakteri ve demokrasinin gelişme düzeyi bakımından başlıca etken kapitalist gelişmenin ve demokratik haklar için mücadelenin düzeyi ve gücüdür. İslam dininin otoriteye itaat vazeden hükümlerinden söz edilse bile, monarşist-despotik yönetimlerden sözde demokratik cumhuriyetlere kadar bir dizi ülkedeki antidemokratik siyasal yapılar, bu ülkelerde halkın da katılımı ya da doğrudan emekçilerin mücadelesiyle demokratik politik sistemin inşa edilememiş olması; işbirlikçilerle emperyalistlerin dayattıkları siyasal gericiliğin dağıtılamamasıyla ilişkilidir. Bu toplumlarda dinin işlevinin güçlü ya da zayıf olmasında da bu temel unsur ve etken doğrudan rol oynamaktadır.
Müslüman dünyada demokrasinin yerleşmemesi”nin nedenleri içinde İslam dinini başa alan Batılı teorisyenler ise, emperyalist sömürge politikalarının bu ülkelerin gelişme süreci üzerindeki etkisini ya göz ardı etmekte ya da Ortadoğu’da girişilen işgale atfettikleri türden “özgürleştirici” bir rol olarak aklamaktadır. Bu demagojik ve ilizyonist tezlerin sahipleri, Amerikan emperyalizminin İran’a saldırılarının sözde dinsel gerekçelerini onaylamak ve bu saldırganlığın ortağı durumuna düşmekten de kurtulamamışlardır.[3]
ABD yönetimi başta olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin dini inanç ve önyargıları politikalarının yedeğine almak üzere yönlendirici bir propaganda ve pratik tutum geliştirmeleri, dine bu yeniden ve ikiyüzlü sarılışları, yoksulluk, açlık ve işsizliğin artmasının yol açtığı bunalım ve umutsuzluk koşullarında dinin geniş emekçi kitleleri üzerindeki etkisini güçlendirici bir işlev gördü. Terörist hareket ve eylemlerin İslam diniyle, “onun doğal sonucu”ymuş gibi ‘türevsel’ ilişkilendirilmesi de farklı dini inançlardan halklar arasındaki güven ilişkilerini olumsuz etkiledi.

hristiyan seriatci örgütleri ile ilgili görsel sonucu
EMPERYALİST POLİTİKA, SB’NİN DAĞILMASI VE YÜKSELEN İSLAM
İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin Osmanlı İmparatorluğu, Türk ve Arap devletleriyle ilişkileri feodal ve kapitalist sömürgeci (emperyalist) politikalar üzerine oturmasına rağmen, dini inançların ve İslam’ın istismarı bu politikalarda özel bir yer tutuyordu. İngiliz ve Alman devletleri Çarlık Rusyas’na ve S. Birliği’ne karşı politikalarında Kafkas halklarının dini inançlarını istismar etmekten geri durmadılar. Amerikan emperyalist şeflerinin İngiliz sömürgeci politikasının “tarihsel deneyimi”ni de sahiplenerek sosyalist Sovyetler Birliği’ni yıkmak için uygulamaya geçirdikleri “yeşil kuşak” politikası, ‘Doğu-İslam ülkeleri’nin en gerici çevreleriyle din üzerinden kurulan ittifakı esas alıyordu. ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistler İran şahlığı, Pakistan gericiliği ve ‘Türk-İslamcı’ çevrelerini kullandılar. Müslüman Kardeşler gibi dini-”mücahit” güçleri örgütleyip finanse ettiler ve bunları Asya ve Afrika’nın bağımlı-sömürge ve ezilen halklarını sömürmek üzere harekete geçirdiler. ABD’nin başını çektiği “anti-komünizm” kampanyası çerçevesinde emperyalistlerce desteklenen İslamcı hareketler, “Yeşil Kuşak” projesiyle güç kazandıkça, egemen sınıfların iktidar çekişmelerinde de yer aldılar ve bazı ülkelerde hükümet kurar hale geldiler.
ABD, CIA ve Pentagon, İngiliz istihbaratı ve Alman tekelleri, sosyalist S. Birliği’ni yıkmak için yüz milyarlarca dolar harcamışlardı. SB’de sosyalizmin 50’li yılların ikinci yarısından itibaren tasfiye sürecine girdiği ve bu ülkeler topluluğunun yeni burjuvazi eliyle hegemonya mücadelesine çekildiği, dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin henüz çok küçük bir kesimi için açıklık kazanmıştı. SB, dünya halklarının büyük çoğunluğu tarafından “sosyalist” olarak görülmeye devam ediyordu. Sovyet revizyonist burjuvazisinin tüm suçlarını sosyalizme fatura eden burjuva propagandası da bu yöndeydi.
Böylesi bir dönemde Rus burjuvazisinin Afganistan işgali gerçekleşti. Bu, dünya işçi ve emekçileriyle ezilen halklar için büyük bir yıkım demekti. İran Devrimi’nin Ortadoğu’da yarattığı sarsıntı ve ortaya çıkardığı anti-Amerikan dalga, Avrupa ülkeleri ve Japonya’nın kapitalist pazarda giderek artan mevziler edinmeleri; ABD ve İngiliz ittifakını, SSCB’yi bir an önce çöküşe zorlayarak, diğer emperyalist ülkelerin kendisine “kafa tutar” hale gelmesini önleyecek yeni saldırı politikalarını gündeme getirmesine yolaçtı. Gorbaçov ve Yeltsin yönetiminde SSCB’nin kapitalist entegrasyonunun tamamlanması, ABD ve İngiltere’nin ekonomik, siyasi ve askeri stratejilerini açık saldırganlık çizgisinde yenilemelerini getirirken, dünyanın yeni gerginlik, çatışma ve savaşlara sürüklenmesi süreci hızlandı. Buna, uluslararası alanda ve her ülkede işçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleyle kazandıkları ne varsa hepsinin saldırı hedefine konması ve emekçilerin kaderci boyun eğişlerini sağlamak amaçlı burjuva-emperyalist ideolojik bombardıman eşlik etti. Ekim Devrimi ve ikinci dünya savaşı sonrasında bağımsızlığını kazanan, kimisi halen “stratejik” hammadde kaynaklarını elde tutan ve genellikle nüfusun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu geri ülkelerin emperyalist egemenliğe şu ya da bu biçimde engel çıkarmaya kalkışmalarını önlemek amacıyla politik-mali-ekonomik ve askeri yöntemlerin yanı sıra, “kafirlerle müminler arasındaki savaş”ın gereği denilerek dini çağrılara yeniden ağırlık verildi. ABD, ezilen halkların emperyalizmden kurtuluş mücadelesinde ve sosyalizme karşı savaşında yeni bir olanak yakalamıştı. Hemen harekete geçti. Daha doğrusu yürütmekte olduğu kuşatma ve etkisizleştirme harekatını daha da ileriye götürmek üzere ve yanına Batılı diğer emperyalist güçleri de alarak Afgan “mücahitleri”nin savaşına silah ve para akıttı. Taliban ve El Kaide örgütlenmeleri bu koşullarda ortaya çıkıp büyüdüler.
Gorbaçovculuğun zaferi ABD başta olmak üzere Batı emperyalizminin zaferi demekti. Ortadoğu ve Ön Asya’nın ‘Müslüman Halkları’ içinde sosyalizme duyulan güven ve umut büyük darbe alırken, Amerikan emperyalizminin jandarmalığını altmış yıldır sürdürdüğü kapitalist emperyalizme yeni pazarların kapısı açıldı. ABD ve Batılı emperyalistlerle emirlerindeki ideologlar, yeni bir dünya düzeninin kurulduğunu ve bunun tüm halklara ve herkese mutluluk ve refah getireceğini ilan ettiler. Ama henüz bu propaganda tüm hızıyla sürerken, kapitalist “yeni dünya düzeni” illüzyonu gizlerini önemli oranda yitirdi. Sosyalizm yenilmiş, işçi hareketi geriye atılmış ancak ne savaşlar, ne mücadele, ne işgaller ne de devasa işsizlik, artan yoksulluk ve açlık ortadan kalkmıştı. Burjuvazinin vaat ettiği “refah ve mutluluk”tan eser olmadığı gibi, “ufukta bir ışık” da görünmüyordu. Tam aksine, dünya semalarını da karartan mikrop salgını etrafa daha fazla yayılmaya başlamıştı.
ABD, S. Rusya’nın Afganistan’dan çekilmesiyle, onu kuşatma ve etki alanını sınırlama çabalarında bir hamle üstünlüğü sağladı. Ortadoğu’dan G. Doğu Asya’ya geniş bir bölgede, pazarlar ve hammadde kaynakları üzerinde daha kesin bir denetim kurmak için bu ‘yeni durum’dan yararlanmak istiyordu.
Ancak yeni bir sorunla da karşı karşıyaydı: Afganistan’da koordine ettiği “cihad” içinde örgütlenen “İslam şeriatçılığı”yla kanlı-bıçaklı hale gelmişti. Şeriatçıların en azından bir bölümünün ABD ile çelişkileri keskinleşmişti. Arap-İslam halkları içinde İslam şeriatçılığı ve tarikatçı örgütlenmelere destek giderek artıyordu. Suudi-Arap ve Afgan şeriatçı güçleri, “İslam için cihad”ın saldırı oklarını, daha önce kendilerine yılda 600 milyon dolar akıtanlara çevirdiler.
Amerikancı Şah diktatörlüğünün 1979’da yıkılması, İran devrimi içinde Şiilerin oynadığı rol ve ardından mollaların iktidarı ele geçirmeleriyle hız kazanan İslami tırmanışın bölgede yarattığı etkiyle birlikte, ABD’nin İngiliz emperyalistleri ve İsrail’le birlikte yürüttüğü ve “Yahudi-İslam” çelişkisini de körükleyen sömürgeci-ırkçı politika, “İslami tepki”nin kitlesel tabanını genişletti. İran Devriminin etkileri, ABD’nin İran-Irak savaşındaki kışkırtıcı ve çatıştırıcı rolünün açıklık kazanması, Irak’a emperyalist saldırı, ABD’nin desteği ve korumasını görerek İsrail’in Filistin işgalini sürdürmesi ve 11 Eylül olayları sonrasında, bu olaylar gerekçe gösterilerek sürdürülen “İslam karşıtı” Batı propagandası, Türkiye ve Ortadoğu ülkeleri halkları içinde İslamcı hareketin güç bulmasının ve Amerikan karşıtlığının yükselmesinin başlıca etkenleri oldular. “İslami Hareket” ya da onun şeriatçı versiyonları anti-emperyalist gözükerek ya da bir kısmı emperyalist işgal ve dayatmalara karşı çıkarak yoksul ve ezilen kitlelerin desteğini aldılar. Önemli oranda Amerikan karşıtlığıyla sınırlı bu ‘anti-emperyalizm’, emekçi kitlelerin desteğini kaybetmemeyi ve işçi ve emekçilerin işgal, çatışma ve savaşlara olan öfkesinden yararlanmayı esas aldı.
New York ve Washington’a yapılan saldırılar ABD’nin hakim çakallar sürüsüne, hazırlanmakta oldukları yeni saldırılar için “kalk borusu”nu çalma fırsatı yarattı. Sosyalizme ve işçi-emekçi hareketine karşı kullandıkları şeriatçı güçleri, kendilerine sorun çıkardıkları oranda karşıya almaktan ve saldırı hedefleri arasına yerleştirmekten kaçınmadılar. ABD ve Batılı emperyalistler için esas olan, çıkarlarına bağlılık gösterecek ve pazar ve etki alanı mücadelesinde kendilerine sadakatle hizmet edecek olanların varlığıydı. Bunların şeriatçı mı, ‘laik’ burjuva mı oldukları ikincil bir sorundu. Amerikan Doğu politikası ve stratejisi, Bush tarafından ifade edildiği üzere, yeni “Haçlı seferleri” çağrışımıyla hızla uygulamaya geçirildi. ABD, Suudi gericiliğiyle, Ürdün Krallığı’yla, Afgan Karzai ile ve Irak’taki Şii ve Kürt yöneticileriyle işbirliğine giderek hegemonya alanını genişletmeye yöneldi.
ABD yöneticileriyle Amerikan tarihi ve felsefesinin gerici yazarları “Amerika’nın Hıristiyan ulus kimliği”ne işaret ederek, topraklar ve hammadde kaynaklarıyla dünya pazarlarına ulaşım yollarının tam denetimi için sürdürülen Amerikan savaşına dinsel bir kutsama sağlamaya çalıştılar.
EMPERYALİST SALDIRGANLIK VE İSLAM’IN GÜÇ KAZANMASI
ABD emperyalizmi ve Batı Avrupalı burjuva yöneticilerin işçi sınıfı ve sosyalizm düşmanı işbirlikçi muhafazakar sağ İslam’a itirazları yoktu. Aksine ona ihtiyaçları büyüktü. Suudi Arabistan gibi “İslamcı kamp”ın “en köktenci” kesimleri Batılı emperyalistlerin en sadık bendeleriydi.
1979’da gerçekleşen ve Amerikan işbirlikçisi faşist İran Şahlığı’nın yıkılmasıyla sonuçlanan İran “İslam Devrimi”, bölge düzeyinde etkide bulunan ve uluslararası ilişkiler yönünden de dikkate alınması gereken yeni bir durum yarattı. Petrol işçileri başta olmak üzere baskı altındaki İran emekçilerinin ayaklanmasıyla gerçekleşen devrim Mollaların iktidarı ele geçirmeyleriyle sonuçlandı. Emekçi kitlelerin yaşamlarında dikkate alınır iyileşme bir yana, işçi sınıfına, gençliğin ileri kitlesine, “komünistlere” ve devrimcilere karşı saldırılar yeni bir evreye girdi. Buna karşın, Şah rejiminin yıkılması ve ABD’nin aldığı darbe “İslam Dünyası”nda İran devrimine büyük bir sempati doğurdu. İslamcı hareket, kapitalizmin yükselişiyle gelişen işçi sınıfı hareketine ve “sol”a karşı mücadele etmek amacıyla burjuva iktidarın yeniden örgütlenmesinde sağ alternatiflerden biri olarak öne çıktı. İran’daki gelişmeler, “politik İslam”ın güç kazanmasının ve Ortadoğu ülkeleriyle Türkiye’de, egemen sınıfın “yeniden yapılanma” politikasında rol üstlenerek uluslararası sermaye ile ilişkilerini “yenilemesi”nin önemli etkeni oldular. “Politik İslam”ı karakterize eden en temel özellik, “zorunlu” herhangi “verili veya tanımlanmış” içeriğe bağlı kalmak zorunda olmadan her renge bürünme yeteneği göstermesiydi; işbirlikçi de olabilirdi muhafazakar retçi de!
“İran İslam Devrimi”nin sonuçlarından biri de şeriatçı-dinci akım ve güçlerin halk içindeki desteklerini artırmasıydı. ABD emperyalizminin dayatmacı-yayılmacı politikaları bu eğilime güç verdi. Irak’a karşı girişilen ve “Birinci Körfez Savaşı” olarak bilinen 1991 saldırısı, Türkiye ve Ortadoğu halklarının özel olarak Amerikan emperyalizmine ve genel olarak Batılı büyük güçlerin politikalarına karşı öfkesinin büyümesine neden oldu. Bu duygu ve tutumun gelişmesinin son altmış yıllık en önemli diğer etkeni ise, Batı emperyalizmi ve ABD desteğindeki İsrail Siyonizmi’nin Filistin halkına karşı sürdürdüğü ve genel olarak da Arap karşıtı olan düşmanca politika ve işgaldi.
Amerikancı “cephe” Arap ülkelerinde Baascılık olarak şekillenen ve Batı emperyalizmiyle araya mesafe koyan, bazı temel sektörlerde millileştirme politikaları uygulayan, ekonomide kimi “halkçı” reformlar gerçekleştirerek köylülerin ve işçiler başta olmak üzere kent emekçilerinin desteğini alan İslamcı “sol”, “sol milliyetçi” parti akım ve güçleri etkisizleştirmek istiyordu.
1942 yılında milliyetçi kalkınmacı subaylardan oluşan “Hür Subaylar” adında dar bir örgüt kuran Cemal Abdülnâsır, “ Müslüman Kardeşler”le ve Komünist Parti’yle de ilişki halindeydi. “Hür Subaylar Birliği”, 1948-49 Arap-İsrail Savaşı döneminde güç ve itibarını artırdı. İngiliz emperyalizminin baskısına karşı yükselen dalganın üzerine oturan “Hür Subaylar”, 1952 Temmuzunda bir darbe gerçekleştirerek, başbakanlığa general Necip’i getirdiler. Başlatılan ‘reform kampanyası’yla ekilebilir toprakların yüzde onu topraksız köylülere dağıtıldı. Asıl gücü elinde tutan ve 1954-56 yılları arasında başbakan olan Nâsır yönetiminde Mısır, “Bağlantısızlar Grubu”na dahil oldu.
1956’da, Nasır, Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğini açıkladı. Fransa, İngiltere ve İsrail hemen karşı harekete geçtiler. Ancak o günün uluslararası güç ilişkileri önemli bir etkendi ve Kanal Mısır’ın egemenliğine girdi. Nâsır “Arap âlemi”nde bir kahraman olarak görülüyordu. 1956’da cumhurbaşkanı seçilince, “tüm Arapların tek bir devlet altında birleşmesi”ni gündeme getirdi. 1958 yılında Suriye ile Mısır’ın “Birleşik Arap Cumhuriyeti” adı altında birleşmesine öncülük etti. Ancak “birlik” 1961’de sona erdi. 1961’de toprak mülkiyetine yönelik sınırlama getirilerek toprakların önemli bir bölümü tarım kooperatiflerine dönüştürüldü ve bir bölümü de az topraklı köylülere dağıtıldı. Sosyalizm söylemi ağırlık kazandı. SSCB’nin desteğinde bir kalkınma hamlesi başlatıldı. Banka ve sigorta şirketleriyle bazı sanayi dallarında millileştirme ve devletleştirme gündeme getirildi. “Milli Birlik Partisi”, “Arap Sosyalist Birliği” adını aldı. Nâsır, Arap mücadelesinin amacını “Sosyalizm, Birlik ve Özgürlük” olarak ortaya koyuyor, bu anlayış Baas partileri tarafından da sahipleniliyordu. Nasırcılığın temel şiarı “birleşik, bağımsız, sosyalist tek bir Arap devleti” idi. “Arap sosyalizmi”nin “kurucu”sunun özel mülkiyete ve burjuvaziye karşı olmayan ve işçi sınıfının önderliğine dayanmayan dini ve milliyetçi “sosyalizm”i, Arap halkları içinde büyük bir sempatiyle karışlık buldu ve ABD emperyalizminin saldırı oklarını üzerine çekti.
Ancak Nasır’ın “Arapların birliği” ‘özlemi’, emperyalist baskıya tepkinin ve Arap milliyetçiliğinin ifadesi olmakla kaldı.[4] Irak-Suriye ve Mısır yöneticilerinin girişimlerine rağmen, Araplar bir türlü “birlik” sağlayamadılar. “Birlik”, Arap devletleri tarafından sahiplenilen ortak bir söylem olmasına ve birkaç girişimde bulunulmasına rağmen, bu girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. Ancak Arap milliyetçi “sol”unun gelişmesi öteki Arap ülkelerinde de destek buldu.
Suriye’nin bağımsızlığına kavuştuğu 1945 yılında Şam’da kurulan Arap Sosyalist Baas (“Yeniden Doğuş” ya da “Diriliş”) Partisi’nin temel amacı, tüm Arapların tek devlet altında birliğinin sağlanmasıydı. Nâsır’ın Arap sosyalizminde olduğu gibi Baas sosyalizminin de temel sloganı “sosyalizm, birlik ve özgürlük”tü.
1958 yılında Mısır’la birlikte kurulan “Birleşik Arap Cumhuriyeti” (BAC) döneminde toprakların %60’ı devletleştirilip kooperatifler haline getirildi. Suriye ve Mısır’da banka ve sigorta şirketlerinin yanı sıra bazı sanayi işletmeleri devletleştirildi. Savunma eski Bakanı Hafız Esad 1971’de cumhurbaşkanı oldu ve 2000 yılında ölümüne dek iktidarda kaldı. Hafız Esat döneminde Suriye Sovyetler Birliği’yle yakın ilişki içindeydi ve askeri ve ekonomik alanda ciddi yardımlar alıyordu. Dış ticaret üzerinde devlet tekeli kurulmuştu; devlet işletmeleri ağırlıkta idi ve yönetim halkla ilişkilerinde özellikle tarım, sağlık ve eğitim alanlarında bu tekeli “sosyal hizmet dayanağı” olarak kullanıyordu.
Irak’ta da, Abdülkerim Kasım öncülüğünde kurulan Hür Subaylar hareketi 1958 yılında monarşiyi devirerek cumhuriyet ilan etmişti. 1963’te, Irak Baas Partisiyle işbirliği yapan ordu içindeki bir grup, Kasım iktidarını devirdi ve devlet başkanlığına general Abdüsselam Arif getirildi. 1968 yılında yeni bir askeri darbeyle Baas Partisi, iktidarı yeniden ele geçirdi. Devletleştirme politikasına hız vererek 3 milyon hektarlık toprak dağıtımı gerçekleştirdi ve tarımda kooperatifleşmeyi geliştirdi. 1972’de Irak Petrol Şirketi devletleştirildi. Petrol geliri devlet yatırımları ve özel sektör için önemli bir kaynak oluşturuyordu. Eğitim ve sağlık ücretsiz devlet hizmetleri içine alındı.
1979’da Saddam Hüseyin iktidardaki liderliğini resmileştirdi.[5]
Nâsır’ın, yükselmesinde rol oynadığı Arap milliyetçiliği ve “Arap sosyalizmi”, Libya’da da “Hür Subaylar” adı altında bir genç subaylar örgütünün kurulmasını gündeme getirmişti. Libyalı “Hür Subaylar”, 1967’deki Arap-İsrail savaşının ardından, 1969 Eylülünde bir darbeyle iktidarı ele geçirdiler ve “Devrim Komuta Konseyi” başkanı sıfatıyla Albay Muammer Kaddafi’yi başa geçirdiler.
Kaddafi, ülkedeki İngiliz ve Amerikan üslerini kapattı ve petrol sanayini millileştirerek devletin sektördeki payını %60’lara çıkardı. 1971’den itibaren, Kaddafi’nin “Arap Sosyalist Birliği” partisi iktidardaydı ve Kaddafi bir de “Yeşil Kitap” yazdı. Libya’nın ve Kaddafi’nin “sosyalizm”i de kapitalizmle komünizm “arasında”, başka bir ‘şey’di, ama İslam’ı esas alıyordu. 1973’te ilan edilen Libya “Kültür Devrimi”nin hedeflerinden biri de “şeriatın tam olarak uygulanması”ydı.
Libya, ABD emperyalizminin önemli bir hedefi haline gelmişti ve Kaddafi de “Çölün kartalı” olarak anti Amerikan, “anti-emperyalist” söylemiyle dikkat çekiyordu. Kendisini “sosyalist” ve yazdığı “yeşil Kitap” ı yeni bir “manifesto” ilan eden Kaddafi’nin “eksantrik çıkışları”nı Amerikan emperyalizmi Libya’yı bombalayarak karşıladı. Kaddafi, ABD’nin tehditleri karşısında hizaya girmesini bildi ve sesini kesti.
1967 Arap-İsrail Savaşı, Nasır’ın başını çektiği Arap “cephesi”nin yenilgisiyle sonuçlandı. Ardından Arap milliyetçiliğinin önderi Nasır öldü. Mısır devlet başkanlığına getirilen Enver Sedat, ABD ve Batılı emperyalistlerle işbirliği politikası izledi. Bu yenilgi Sovyetler’e duyulan güveni sarstı. Savaş , bu yönüyle Sovyet yanlılarına ve Arap milliyetçiliğine önemli bir darbe vurulmasıyla sonuçlandı. ABD ve Batılı Emperyalistler Ortadoğu’ya yönelik yayılmacı stratejilerinde yeni olanaklar buldular. Mısır, ABD emperyalizmiyle “İsrail’in tanınması” için anlaştı. Ancak, buna karşı Arap tepkisi arttı ve Irak, Suriye ve Libya başta olmak üzere Güney Yemen ve Sudan’ın da aralarında bulunduğu “Arap-İslam ülkeleri” bir “red cephesi” oluşturdular. Suudi Arabistan ve Ürdün Krallığı ise, Mısırla birlikte ABD-İsrail ve Batılı öteki emperyalistlerin oluşturdukları “cephe”de yer alıyorlardı. İzledikleri politika Filistin davasına karşı bir kılıç kuşanmayı da ifade ediyordu.
Bütün bu gelişmelerin en önemli “aktörleri”nden biri de İsrail Siyonizmi idi. İsrail, Lübnan’daki Filistinli göçmenlere saldırı olanağı bulmuştu. Arafat başkanlığındaki Filistinliler, başta FKÖ birlikleri olmak üzere Tunus’a sürgün edildiler.
ABD emperyalizmi, Sovyet yönetiminin Afganistan işgalini bölge stratejisinin dayanaklarından biri haline getirmek için özel bir politika izledi. Suudi gericiliğiyle birlikte ve Rus yönetimine karşı savaşmak üzere, aralarında Bin Ladin’in de bulunduğu “İslam mücahitleri”yle Afganlıları örgütledi. Sovyetlerin Afganistan’daki yenilgisi ABD’nin yeni ve önemli bir hamle üstünlüğü anlamına da geliyordu. Ancak çok geçmedi Taliban yönetimi ABD’yi “büyük şeytan” ilan ederek bu kez ona karşı “cihad” ilan etti. Amerikan emperyalistlerinin 11 Eylül saldırıları bahanesiyle Afganistan’ı işgale girişmeleri ise hemen tüm “İslam Ülkeleri”nde, bu ülkelerin halkları arasında anti Amerikan duygu ve düşüncelerin yükselmesi ve tepkilerin artmasına yol açtı. Hamas ve Hizbullah örgütleri bu ortamda ve bu tepkileri kullanarak güçlü kitle desteğine sahip hale geldiler.
ABD ve Batılı emperyalistler revizyonist SB’ni iyice köşeye sıkıştırmak, bölüp zayıflatmak ve bölgedeki etkisini sınırlayıp sonra tamamen yok etmek için onun etkilediği Arap milliyetçi “sosyalizmi”ni tasfiye politikası izlediler. Bölge ülkeleri arasındaki çelişkilerden ve Filistin ve Kürt sorununun çözümsüz bırakılmış olmasından yararlanma çabalarını artırdılar.
80’li yılların başından itibaren İslamcı hareketler, Cezayir’den Filipinlere kadar oldukça geniş bir bölgede güç kazanarak yoksul işçi-emekçi kitlelerin de dahil olduğu milyonlarca insanı peşinden sürükleyebilen partiler olarak şekillendiler. Bu hareketler uzak geçmişteki “dinsel kökler” den güç almalarına rağmen, kitlesel güç kazanmaları ve birçok ülkede iktidar mücadelesine yeniden girişmeleri son 25 yıllık dönemin yeni bir olgusuydu.
İSLAM VE ANTİ EMPERYALİZM
ABD-İngiliz emperyalistlerinin başını çektiği ‘koalisyon güçleri’nin Irak’a ilk saldırılarıyla Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesine karşı Ortadoğu’nun bazı Arap-İslam ülkeleriyle Türkiye, İran, Endonezya, Nijerya gibi ülkelerde ortaya çıkan protestocu hareketler, Irak’taki direniş ve Lübnan’a İsrail saldırısına karşı Hizbullah’ın yürüttüğü savaş, emperyalist işgal politikalarına direnenlerin bir bölümünün ‘İslami kimlik’lerini öne çıkarmaları, İran devrimi sonrasındaki gelişmeler ve 60’lı-70’li yıllarda başlıca Arap ülkelerinde ortaya çıkarak, hükümetler düzeyinde temsil olan ve sosyal-iktisadi kimi reformlarla anti Amerikan uygulamaları “sosyalizm” olarak nitelemekten kaçınmayan Arap milliyetçiliği akımı, bazı sol-liberal parti ve gruplarla “İslamcı” yazar ve çevreler tarafından İslam dininin “anti emperyalist karakteri”ne kanıt olarak sunuldu. “Uzak” örnekler olarak 1979 İran Devrimi ve 1960’larda başını Cemal Abdül Nasır’ın çektiği “Arap sosyalizmi” akımıyla Baasçılık olarak Irak ve Suriye’de şekillenen partilerin iktidardaki uygulamalarını alan ve güncel örneklerin en belirgin olanlarını da Hizbullah direnişiyle Hamas’ın Filistin’deki seçim başarısında gösteren ve işgale karşı devam eden Irak direnişiyle Afganistan’daki çatışmaları bu görüşü desteklemek üzere öne çıkaran İslamcı yazarlarla sol, sol-liberal parti ve grupların sözcülerine göre, bu gelişmeler, emperyalizme karşı mücadelede “sol’un alternatif olmaktan çıktığı”nı ve ancak İslam’ı esas alan bir mücadelenin başarıya ulaşabileceğini “kanıtlamış”tı!
İslam dini ve anti emperyalist mücadele arasında böylesine bir ‘doğrusal karşıtlık’ kurulabilir mi?
Burada andığımız örnekler bu iddianın ileri sürülmesi için bazı veriler sunsa da, herhangi dini inanç veya bağlı akımların kapitalizm ve kapitalist emperyalizm ile ‘doğal bir karşıtlık içinde olduğu’nu gösterir zorunlu-ilkesel veriler göstermek mümkün değildir. Gelişmelere bağlı, koşullu-geçici veya dönemsel gelişmelerin zorlamasıyla dini inanç grupları mensuplarının bir kısmının emperyalizm ya da emperyalist bir ülkeyle karşıtlık içinde politikalar izlemesi olanaklı olmasına rağmen, onların eylemi, ‘mensubu oldukları’ dini inancın genel karakterini belirlemiyor ve bu dinin özelliğinden kaynaklanmıyor. İslam dini çeşitli dönemlerde, gelişmelere ve bölgesel ve uluslararası ‘konjönktür’e göre, Batı emperyalizminin saldırı ve istilasına karşı “yerel kültürel değerleri koruma” ve sömürgeciliğe karşı mücadelede “birleştirici ortak değer” olarak kullanılmak istenmiştir. Bugün de, El Kaide gibi terörist İslami grupların halk kitlelerinin duygu, inanç ve değerlerini istismara dayanan ve emperyalizme karşı mücadeleye zarar veren eylemleri bir yana bırakılırsa, milyonlarca emekçinin desteğine sahip Hizbullah gibi örgütlerin, İslami söylemi öne çıkararak yürüttükleri işgal karşıtı mücadele, Ortadoğu halklarının sempatisini kazanabilmiş; bu halkların saflarında ABD haydutluğuna karşı mücadele eğilimine güç vermiştir. Bu örgütler, ya da “İslam”ı sözüm ona “ortak kültür ve değerler”in merkezine koyan muhafazakar parti ve gruplar, onu “aşağı sınıflar”ı politik-sosyal ve ekonomik yaşamın ve mücadelenin içine çekmenin araçlarından biri olarak ele almakta; böylece aynı zamanda toplumsal değişim sürecine yeniden adapte ederek dini-geleneksel yapıların etkisini canlı tutmayı başarmaktadırlar.
Ancak buradan hareketle İslam’ın emperyalist kapitalizm ile uzlaşmaz karşıtlığı ileri sürülemez. Kralların, hükümdarların, sultan, şah ve emirlerin de aralarında bulundukları egemen sınıflarla temsilcileri, çıkarlarını her şeyin -kuşkusuz dinin de- üstünde tutarak ilişkilerini ve önceliklerini buna göre belirliyorlardı. Çıkarları gerektirdiğinde “Müslüman halk”a “cihat” çağrıları çıkarıyor fakat dindar görünmelerine karşın, emperyalistlere yedeklenmekten ve bölge halklarının emperyalistler tarafından kırılmalarına hizmet eden politikalar izlemekten de kaçınmıyorlardı.[6]
Osmanlı-Türk yöneticileri, Fransız ve İngiliz hakim sınıflarının çıkarları gereği ve toprak ve etki için Rusya’ya karşı izledikleri taktiğe yedeklemelerini, onları “İslam’ın kurtarıcıları” göstererek haklı çıkarmaya çalıştılar. 1856 “Islahat Fermanı, Fransız ve İngilizlerin “Hıristiyan tebaa” için imtiyaz isteklerinin “bir reform” halinde gerçekleştirilmesiydi. “Duyun-u Umumiye” olarak adlandırılan mali-ekonomik bağımlılık ve vesayetin ‘taşları’ böyle döşendi. İngiltere ve Fransa, Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya ile mücadelelerinin bir gücü olarak kullanma çabalarında “hilafet”i bir silah olarak değerlendirirlerken, dini Batı sömürgeciliğine karşı, mücadelenin dayanağı olarak kullanan “milliyetçi” burjuvazinin politikasını “İslam gericiliği” olarak suçlamaktan kaçınmadılar.
Suudi gericiliğinin Amerikan emperyalizminin hizmetinde Ortadoğu’da üstlendiği uşakça rol ve petro-dolarları Amerikan çıkarlarının hizmetine sunması, Şiiliğin “büyük Ayetullah’ı” ilan edilen Ali Sistani’nin işgal ordularına karşı direnişin yükselmemesi için ABD’ne hizmeti, “muhafazakar Müslüman” olarak tanımlanan Amerikancı parti ve hükümetlerin İncirlik üssü başta olmak üzere Türkiye topraklarını Amerikan ve ‘Batı emperyalizmi’nin hizmetine sunmakta birbirleriyle yarışmaları, Ürdün Krallığı’yla Mısır’daki gerici Arap yönetiminin Filistin, Irak ve Lübnan’daki emperyalist-Siyonist saldırganlık ve işgalleri desteklemeleri ve bu ülkelerin “din uleması”nın devlet ve hükümetlerinin politikasını onaylamaları, İslam dini ile emperyalist çıkarlar arasında “doğal, kaçınılamaz” veya “zorunlu” karşıtlık olmadığını gösteren pratik-güncel örneklerdir. “İslam birliği”, “İslam din kardeşliği” üzerine sürdürülen hakim propagandaya rağmen, Haçlı Ordularının Ortaçağ’da Doğu İslam ülkelerini işgal yılları da dahil, böyle bir birliğin hemen hiçbir zaman oluşturulamamasının başlıca nedeni de iktisadi-sosyal ve politik koşullarla onların belirlediği çıkar farklılıklarıdır.
Bugün de İsrail’in Filistin işgalini sürdürmesi ve Lübnan’ı işgale girişmesi, “Müslüman İran ve Suriye”nin ABD-İngiliz işgal tehdidi altında tutulması vb karşısında, “İslam’ın birliği” üzerine propaganda sürmekte, ancak Arap-Türk vs “İslam ülkeleri” yönetici sınıfları birbirlerine karşı entrikaları ve emperyalistlerle işbirliğini devam ettirmektedirler. Dikkat çekici ve çarpıcı örneklerden biri Irak-İran savaşıdır. ABD, İran devrimini boğmak için her yolu denedi. Irak yönetimini İran’a saldırı için kışkırttı. İki ülke yöneticilerini silahlandırıp birbirlerine karşı savaşa sürdü; iki tarafa da silah satarak büyük karlar elde etti; bu ülkelerin tahribini ve güç kaybına uğramasını Ortadoğu’daki varlığını güçlendirme olanağı olarak değerlendirdi ve Irak’ı işgal eder ve hala sürdürürken bazı sözde itirazlardan öte, “İslam ülkeleri” yönetimlerinden tepki görmedi. ABD emperyalizmine bağlı ve Batı emperyalizmiyle işbirliği içindeki “Arap devletleri!”, Filistin ve Lübnan’daki Siyonist saldırı ve işgali sessizlikle karşıladılar. İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarına ve Gazze ve Batı Şaria’nın sürekli bombalanmasına; Türkiye’deki İslamcı parti ve gruplarla Nakşi-Nurcu tarikatların ciddi bir tepkisinin olmamasında Türk devlet politikası önemli rol oynamakla birlikte, bu tutum, esas olarak bu grup, parti ve güçlerin emperyalizm ve Siyonizm ile kesin bir uzlaşmazlık içinde olmamalarından kaynaklanmıştır. Şu ya da bu bölge ülkesinde faaliyet yürüten İslam “şeriatçıları”yla onların çeşitli grupları “İslam’ın hakimiyeti” gibi genel bir amaçtan söz etmelerine karşın, aralarındaki yorum farkları onları birbirleriyle de sorunlu kılmakta, Hizbullah ya da Hamas gibi örgütlere yaklaşımlarında da bu farklılık rol oynamaktadır. “300 milyon Müslüman”ın 5 milyonluk İsrail karşısındaki yenilmişliği, burjuva egemen sınıflar için esas olan ve esas alınanın din değil, ekonomik, sosyal ve politik çıkarlar olduğunu gösterdi. “Halkının %99’u Müslüman olan ülke, Türkiye” propagandası yürüten Türk devlet yöneticileri ve hükümetleri Amerikan uydusu olmayı sürdürme kararlılıkları nedeniyle “Hıristiyan Batı”nın Asya’daki taşeronluğunu, kendi deyişleriyle “İslam din kardeşliği”ne tercih ettiler.
ABD ya da başka bir emperyalist güç, herhangi bağımlı-geri bir ülke ile ilişkilerinde, bu ülkenin halkının ya da yöneticilerinin “dini inancı”na ve “şeriatçı mı laik mi” olduğuna değil, kendisinin ekonomik-mali ve politik çıkarlarına öncelik vermektedir. İran’ı kuşatma ve çeşitli biçim ve araçlarla cezalandırma politikası izleyen ABD, Suudi Krallığı’nı bölgedeki dayanaklarından biri olarak kullanmaktadır.
Bugün “İslami terörist” olarak adlandırılan ya da “radikal İslam” görülenler, dün emperyalistlerle işbirliği içinde işçi sınıfı hareketine, devrimci uyanışa ve sosyalizme karşı savaşın güçleri arasında yer alıyorlar; “özgürlük için savaşan mücahitler” olarak tekelci gericilik ve Batılı büyük güçlerin askeri politik şefleri tarafından kucaklanıyorlardı. Ancak sosyalizmin ve işçi sınıfı hareketinin yenilgiye uğratılıp geriye atılmasıyla kullanılmalarının koşulları farklılaşınca, ABD gibi işgalci emperyalistlerin tam teslimiyeti dayatmaları üzerine, Afganistan’da ya da başka ülkelerde ABD-İngiliz emperyalistleriyle çatışmaları gündeme geldi. “İslam”ın ya da “İslami mücahitler”in “terörist” ve “faşist” olarak ilan edilmelerinin nedeni, Batılı emperyalistlerin ilişki biçimi ve koşullarını tümüyle kendilerine göre yeniden düzenlemelerine gösterdikleri direnmeydi. Bu direniş, ulusal, kültürel öteki unsurlarla birleşerek anti emperyalizme evrilebileceği gibi, tekelci gericiliğe ve emperyalist sömürgeciliğe yedeklenme potansiyeline de sahiptir. İslam dininin iktisadi-toplumsal gelişmelere bağlı değişiminin kaçınılamazlığına karşın, “ılımlı İslam” ve “radikal İslam” ayrımınının gündeme getirilişi, ABD’nin başını çektiği emperyalist burjuvazinin ihtiyaçlarına bağlıdır. Sömürgeci politikalara bağlanan dinsel “ılımlılık”, dinde reformu değil tekelci gericiliğe payanda olmayı ifade etmekte, Arap, Türk, Kürt, Pers halkları başta olmak üzere bölgenin “İslam inançlı” emekçilerinin burjuvazi ve emperyalizm ile ilişkilerini mezhep ve din ayrımları ve dinin ılımlı ya da radikal savunusu üzerinden oluşturulmasına hizmet etmekte; kapitalizme ve onun ekonomik-sosyal-politik ve ideolojik olgu ve yansımalarına karşı mücadelede; sömürülenler ve ezilenler olarak birleşmelerine set oluşturmaktadır. Yöneticilerinin “İslam şeriatçılığı”nı da politik bir unsur olarak kullandıkları İran gibi Ortadoğu ülkelerine yönelik emperyalist politika, emperyalist burjuvazinin “dini ideolojiye savaş açması”nı değil, saldırı ve işgal için dini araç olarak kullandıklarını göstermektedir. Amerikan emperyalistlerinin revizyonist SB ile rekabette ve onun etki alanlarına sızmak üzere finanse edip örgütlediği El Kaide ve Taliban gibi “şeriatçı” örgütlerin durumu bir yana, Suudi Arabistan, Emirlikler gibi gerici rejimlerle işbirliği, karşıtlığın, gösterilmek istendiği gibi dinsel kaynaklı ya da “medeniyetler farkı”na dayalı olmadığını kanıtlar.
Anti emperyalizm, İslam şeriatının emperyalizm ve Batılı emperyalistlerle ya da onun en saldırgan gücü olan ABD ile ilişkilerinde belirleyici özellik değildir. Emperyalistlerin dayattıkları işgal ve saldırı politikaları anti emperyalizm ve ABD karşıtlığını doğurmakta; işgal ve saldırı hedefinde olanların aynı zamanda “İslam ülkeleri olmaları”, işgal karşıtı mücadelenin yükselmesinde İslam dininin kavgaya çağırıcı bir ileti olarak rol oynamasını olanaklı kılmaktadır.[7] ABD’nin bugün Ortadoğu’da sürdürdüğü savaş ve bu savaşı “radikal ya da terörist İslam’ı etkisizleştirme” gerekçesine bağlaması kitlesel etki alanı genişleyen İslam dininin, saldırı hedefindeki halkların direnişinde “birleştirici bir öge” olarak kullanılmak istenmesindendir. İslami ideoloji ya da onun herhangi versiyonu, kapitalizm ile uyumlu olmasına ve iktidara gelen muhafazakar ya da daha radikal “İslami partiler” halk kitlelerine uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda politikalar dayatmalarına karşın, İslam’ın kapitalizm ve kapitalist emperyalizm ile “karşıtlık” içinde olduğu propagandası emekçiler üzerinde etkili olabilmektedir.
‘Politik İslam’ın anti-emperyalist gösterilmesinin nedeni, emperyalist saldırı ve tehdit altında olan Ortadoğu-Kuzey Afrika halklarının İslami inanca sahip olmaları ve emperyalizme karşı bu ülkelerde ortaya çıkan protesto ve direnişlerin dini sembol ve sloganlarla hareket etmeleridir. Gerçekte yaşanan ve dinin de kullanılmasını sağlayan ise ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerle saldırı ve işgal tehdidi altındaki ülkeler (Irak, Afganistan, Filistin, Lübnan, Suriye, İran vs) arasındaki mücadeledir. Bu mücadelede bugün çoğu işbirlikçi olan yerli egemen sınıfların tuttuğu yer, çelişkinin asıl karakterini de gizleyici bir işlev görmektedir. Ancak ezen ve ezilen uluslar, sömürgeci ve sömürge ülkeler ilişkisi dünya kapitalist sisteminin temel olgularından biri olmaya devam ediyor. Ezilen ulusların bağımsızlık mücadelesinin ve emperyalizmden kurtuluşun temelleri buradadır. Bu nesnel durum, ezilen ulusların kurtuluş mücadelesinin proletarya ve ezilen sınıfların mücadelesine bağlanmasının da başlıca etkenidir.
Bu gelişme, başka sonuçlarının yanı sıra, proletarya ve kent-kır emekçilerinin ittifak yapacakları güçlerin daralması veya “genişlemesi”nin koşullarını da oluşturur. Tekelci baskı ve emperyalist hegemonya küçük ve orta burjuva kesimlerin iflasa sürüklenmelerinin koşullarını oluşturmakla onları bu baskıya karşı mücadelenin tutarsız güçleri arasına sokar. Bu ise emperyalist saldırganlık ve baskıya karşı mücadelede bu kesimlerin -koşullu ve sınırlı olabileceği unutulmadan- mücadeleye çekilmeleri için çabayı gerekli kılar. Bu kesimler ya da onların daha azınlık bölümü, “ulusal kapitalizm”lerini savunmak ve özel mülkiyetlerini korumak için emperyalist işgal, baskı ve dayatmalara karşı ikircikli-sallantılı ve tutarsız da olsa tutum alabildikleri görmezden gelinemez.
İşçi sınıfının anti emperyalist mücadelenin başına henüz geçemediği ya da mücadele içinde yer almakla birlikte, sermayenin çıkarlarını ifade eden bilinç biçimlerinin etkisinde hareket etmekten esas olarak henüz kurtulamadığı koşullarda anti emperyalist mücadele küçük ya da orta burjuva kesimler tarafından kontrol edilebilir. Bu durumda da işçi sınıfına düşen, mücadelenin dışında kalmak, anti kapitalist muhtevaya sahip değil ya da bu muhteva zayıf diye onu küçümseyip önemsememek değil, ülke ve halk çıkarını öne alarak mücadelenin ilerlemesi için çaba göstermek ve bağımsız tutumuyla mücadelenin başına geçmeye çalışmak olmak zorundadır.
Emperyalizm, tekelci kapitalizm olmasıyla anti emperyalizmin bu “sınırlar içinde” anti kapitalizm olmasını da koşullar. Anti emperyalizmin anti kapitalizm olarak da alınabilmesi ancak en genel anlamında ve üretim ilişkilerinin kapitalist ‘ortak’ karakteri nedeniyle söz edilebilir. Anti emperyalizmi anti kapitalizm koşuluna bağlamak veya bu sınırlara çekmek, nesnel çelişkilerin belirlediği sınıf saflaşmalarını iradi zorlamalarla daraltmak, mücadele güçlerinin bir bölümünü dışarıda bırakan taktiklerle işçi sınıfını yalnızlaştırmak, ezilen ulusların bağımsızlık sorununu yok saymak, emperyalizm ile ezilen-bağımlı halklar çelişkisini görmezden gelmek olacaktır.


[1] Doğu-Batı dergisi 32. sayısının girişinde, ünlü sinema oyuncusu Marlon Brando’nun şu sözlerini aktarıyordu: “Hükümetimiz, Kızılderililerle neredeyse dört yüz anlaşma yapmıştı ve her birini teker teker çiğnemişti. Yapılan bu anlaşmaların hemen her metninde şu ifadeler yer alıyordu: ‘Irmaklar aktıkça, güneş tepede parladıkça ve çimenler yeşerdikçe bu topraklar sizindir ve sizin izniniz olmadıkça da ne elinizden alınabilir ne de satılabilir.’ Evet, bütün bu anlaşmalar, yüce mahkemelerimizin takdis ve takdiriyle birer birer çiğnenmişti.”
Kızılderililerin ‘bilge’ sözcülerinden biri olarak “Kırmızı Bulut”, Amerikan burjuvazisinin sömürgeci zorbalığını ve Kızılderililerin yaşadıkları dramı, şu sözlerle özetliyordu: “Bize birçok söz verdiler/hatırlayamadığım kadar çok/bir teki dışında/ hiçbirini tutmadılar/ topraklarımızı alacaklarını söylediler/ ve aldılar.”
[2]ABD tarihi, sadece Amerikan yerlilerinin topraklarını kaybedişlerinin tarihi olmamıştır. Bu tarih, kıyıcılığın, katliamların, sömürgeci talanın ve insanın gerçekten insanca yaşayabileceği bir dünyayı kurma umudu ve çabasına karşı “kıyamcı” politikaların tüm yeryüzüne yaygınlaştırılması için kıyasıya ve çok yönlü saldırganlığın da tarihi olmuş; sömürgeciler, kendi ülkelerinde, halkları sömürüp elde ettikleri zenginlikle birlikte ve denebilir ki ondan fazlasını kolonilerden sağlayarak, ihtiyaç duydukları kaynak ve dayanaklara sahip olabilmişlerdir.
[3] Bu tezlerin sahipleri, “dini ideoolji”ye değil, onun “İslami” biçimine karşı bir tutum içindedirler ve bu nedenle de tutarlı değildirler. Bunlar, Hıristiyanlığın da “evrensel hakikati bildiren” bir din olarak ortaya çıktığını; İsa’nın ‘Eski Ahit’i tamamlayan peygamber olduğu” ve “insanlığı kurtuluşa götüreceği”ni vaaz ettiğini; böylece sonraki din ya da dinlerin gereksizliğinin de, “Tanrının oğlu İsa Mesih”in “kutsal mesajı ile” ilan edildiğini bildirdiğini görmezden geliyorlar.
[4] Nasır’ın “sömürüye yönelmeyen”, özel mülkiyeti kutsayan “dini sosyalizm” anlayışıyla bugünün “modern muhafazakar” kapitalistlerinin emek gücü sömürüsünü hak bilip, faiz ile “kâr payı” arasında sözcük oyununa baş vurarak rant getirilerini “İslam’a uydurma”ları arasındaki fark, ikincilerin kapitalizm savunucusu ve sosyalizmin açık karşıtları olmaları, Nasırcı “sosyalistler”in ise, özel mülkiyeti dinin yanı sıra sosyalizm ile de bağdaşır görmeleridir.

[5] 1980’lerin ikinci yarısından itibaren, uluslararası alanda başlatılan ve öncülüğünü Margret Thatcher ile Ronald Reagan’ın yaptıkları özelleştirme saldırısı Irak’ta da gündeme getirildi. Sözde sosyalist Baas rejimi, komünistlere ve Kürtlere karşı baskı ve katliam politikası izlemekteydi.

[6] Dinin merkezi yönetimlerde temsilinin en güçlü olduğu dönemlerde yaşanan bir örnek oldukça çarpıcıdır: Rusya’ya karşı İngilizlerin desteğiyle Kırım’da savaşan Osmanlı yönetimi, Hindistan’da Müslüman nüfusun İngiliz sömürgeciliğine karşı yürüttüğü bağımsızlık mücadelesinin durdurulması için bir “hilafet bildirisi” yayınlayabilmiştir. Bunu, Halife Sultan’ın İngiliz sömürgecilerinin müttefiki olmasından hareketle “Hint Müslümanları” arasında yürütülen “gayri Müslim bir yönetim altında yaşanıp yaşanamayacağı” tartışmalarında, “Hint uleması”nın ülkelerini “dar ül İslam” ilan ederek “cihad”ı gereksiz sayması izlemiştir. (K. Karpat, İslam’ın Siyasallaşması)

[7] İşgal altındaki ya da işgalle karşı karşıya bulunan bir ülkede, egemenlerle ezilenlerin; burjuvazi ve işçi sınıfının tutumları ve izleyecekleri politikalar temel önemde farklılıklar gösterir. Egemen sınıflar ve temsilcileri için sorun ekonomik siyasal konumlarını korumaktır. Bunun için teslimiyet ve işbirliğine yönelme başlıca ve belirgin tutumlarıdır. Ara kesimler ikircikli ve tutarsızdır. İşçi sınıfı ve emekçiler ise ülkenin tam bağımsızlığı için mücadele ederler ve bu mücadelenin –elbette olanaklar ölçüsünde ve güç ilişkileri dikkate alınarak- anti emperyalizm sınırlarını aşması için çaba gösterirler. Bu durum mücadeleye katılabilecek ve fakat çeşitli dini-politik vs bakımlardan sistem karşıtı olmayan güçlerin dışlanmasına neden olacak politikalardan kaçınmayı ve küçük burjuvaziyle çıkarlarını “ulusal olanın savunusunda gören” ara güçlerin tutarsız ve sallantılı da olsa bu mücadelede yer alması için çaba göstermeyi gerekli kılar. İşçi sınıfı, bağımsız tutumu ve örgütlenmesini gözeterek emperyalizme karşı mücadele çizgisinde birleşebilecek tüm güçlerin birliği için çabayı öne çıkarır.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...