15 Haziran 2018

En Kara Gün: Taif O sene tarihe “Hüzün Yılı” olarak geçer.

taif olayı tarihi ile ilgili görsel sonucu
O sene tarihe “Hüzün Yılı” olarak geçer.
Aynı sene içinde Hz. Hadice ve Ebu Talib vefat etmiş ve Taif yolculuğu gerçekleşmiştir. Üç büyük musibetin en ağırı olan Taif yolculuğu… Hz. Muhammed’in kendi diliyle yaşamının en kara, en acı günü…
Hz. Muhammed Mekke’de İslam için artık denizin bittiğini görür. Habeşistan’a sığınanlar ve kendini gizlemekte olanlarla birlikte 300-400 civarında insan iman etmiştir gerçi ama işte hepsi o kadar… Şehir nüfusunun en az onda dokuzu gene putperest olarak kalmıştır. Ve bu noktaya da on senede gelinmiştir. Fakat Rabbinin O’na verdiği “Kalk ve uyar!” emri geçerliliğini devam ettirmektedir. Öyleyse ne yapması lazımdır? İşte o günün şartları içerisinde Hz. Muhammed’e göre bu sorunun cevabı “Mekke’nin dışına çıkmak gerekir” şeklindedir. O da öyle yapar. Bu durumda akla gelecek ilk yer olan Taif’e gitmeye karar verir.
Mekke’ye iki günlük mesafede yer alan Taif, havası hoş bir sayfiye şehridir. 
Yayladadır. Zengindir. Mekke kadar olmasa da kalabalıktır. Mekke ve Kureyş’le iyi ilişkiler içindedir.
Yanına evlatlığı Zeyd’i de alır. Ve yayan olarak Taif yoluna düşer. Yayan olarak, çünkü üç senelik boykot, Hz. Muhammed’e bir binek bile bırakmamıştır. Taif’i elinde bulunduran Sakif kabilesinin üç önde geleniyle görüşür. Bunlar, Abdi Yalil, Mesud ve Habib isminde üç kardeştir. 

Kendisinin ALLAH tarafından peygamber olarak gönderildiğini, insanları ALLAH’ın dinine davetle gönderildiğini ve Kureyş’in kendisine iman etmek yerine var gücüyle engellediğini anlatır. Gerçi bunlar Taif’lilerin mutlaka çok iyi bildiği şeylerdir. Ve onlara, kendisine iman edip, dinini duyurma davasında destek olmalarını, sahip çıkmalarını ister. Aldığı cevap ise neredeyse Kureyş’i de aratacak türdendir. Üç reis kardeşten biri:
“Eğer ALLAH peygamber olarak Seni göndermiş ise ben de Kâbe’nin örtüsünü çalmış olayım” der. Bu, Araplar arasında bir şeyin olanaksızlığını ifade etmek üzere kullanılan bir deyimdir. Diğerinin cevabı:
“ALLAH peygamber olarak göndermek için bula bula Seni mi buldu!” olur. Üçüncüleri ise:
“Ben artık Seninle konuşamam Sen koskoca bir peygambersin! Ben ise kimim ki!” olur. Bu konuşma Kur’an kaydına da geçer:
“Ve dediler ki:’Bu Kur’an iki şehirden bir büyük adama indirilseydi olmaz mıydı?’Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık.” (Zuhruf, 43:31-32)
 Sonuç belli olmuştur. Sonra da belki yüzlerce Taif’li hep aynı şeyleri tekrar eder:
“Kendi kabilen Seni reddetmiş ve Sen de kalkıp bize gelmişsin. Biz buna razı değiliz. Bu gelişten ürktük ve Seni aramızda istemiyoruz. Bizim yurdumuzdan uzak dur da nereye gidersen git!” Bir konuk ya da sığınmacı herhalde bundan daha kötü bir karşılık göremez. Ama O, bundan kötüsünü de görür.
Taif’te toplam 10 gün kadar kalır. Ve ayrılacağına yakın reis kardeşlere bir rica da bulunur:
“Hiç olmazsa” der, “buraya gelişim ve konuştuklarımız aramızda kalsın. Kureyş duymasın!” olup biteni öğrendiği takdirde Kureyş’in şımarıp, Müslümanlara karşı daha da saldırganlaşacağından endişe eder. Fakat bu dileği bile kabul görmez. Ve en acısı kendisine çok özel bir “güle güle töreni” düzenlenir.
Taif’te ne kadar ipsiz, ayak takımı varsa hepsi Hz. Muhammed ile Zeyd’in şehri terk edeceği gün üç reis kardeş tarafından organize edilerek yolun iki yanına dizilir. Sonra da güle güle(!) anlamında bir taş ve tükürük yağmuru başlar. Bunda bile ince bir hesap güdülür. Tükrükler bol bol her ikisinin de yüzüne yollanırken, taşlar, ölümüne neden olup ta bir kan davası başlatmaması için Hz. Muhammed’in belden aşağısına, Zeyd’in ise bir önemi olmadığından(!) gövdesine savrulur. Zavallı Zeyd, bir yandan peygamberini ve babalığını korumak için:
“Ne olursunuz atmayın!” diye yalvarırken, diğer yandan da iki kolunu açıp siper olarak O’nu olabildiğince yağan taş ve tükürük yağmurundan korumaya çalışır. Ve günümüzden bir şairin belirttiği gibi Zeyd’in asıl canını yakan taşlar vücuduna isabet edenler değil etmeyenlerdir. Çünkü onlar Hz. Muhammed’e isabet etmektedir. Ama öyle bile olsa ne kadar koruyabilir ki?. Taş ve tükürük yağmuru 360 derece, dört bir yandan gelmektedir. Ayakları kan içinde kalır. Zaman zaman gücünün, soluğunun kesildiğini hisseder, olduğu yere çöker. O anlarda Taif serserileri atışlarına ara verir, gülüşüp, yılışıp, alay ederek kollarına girip ayağa kalkmasına yardımcı olurlar ve bombardıman tekrar başlar. Ünlü İslam tarihçisi İbn Kesir’e göre bu durum 2.5 km. boyunca devam etmiştir. Hz. Muhammed de, Zeyd de Taif’ten iyice uzaklaşıp atış menzilinden tamamen çıkana kadar. Kendilerini bir üzüm bağına atarlar. Kan kaybetmiş, yaralanmış, yorulmuş ve en acısı tepeden tırnağa serseri tükürüğüne bulanmış, incinmiş, kırılmıştır. Taif’in bu akıl almaz vahşeti sergilemesinin arkasında da aslında bir dünya hesabı vardır. Böylece Kureyş’in gözündeki değerlerini arttırıp, ranta dönüştürebilmek…
Sadece Zeyd’de yüze yakın taş yarası vardır. Ve sonraki çağların bazı Hak Dostları meczup/velilerin her yerde çocuklar tarafından taşa tutulmalarını ve onların da bu halden hiç kaçmayıp adeta isteyerek katlanmalarını o günün hatırasına bir saygı ve O’na ait çok özel bir hali kendi nefislerinde de yaşama arzusu olarak yorumlayacaktır.
 Bağ kenarında biraz soluklanıp, yaralarını ve akan kanları yıkarlar. Ve Hz. Muhammed, zaman geçirmeden namaza durur. İki rekât kılar. Bu haliyle de bir ders verir, Kur’an’dan aldığı bir dersi:
“Ey iman edenler’ Sabırla ve namazla yardım dileyin. Şüphesiz ki ALLAH sabredenlerle beraberdir!” (Bakara, 2:153)
Namazın ardından da duaya durur. Maddi ya da manevi her bunalımda bütün Müslümanlara örnek olacak çok özel, rehber bir dua olur bu:
“ALLAH’ım! Gücümün yetersizliğini, çare ve vasıtalarımın acizliğini, insanların gözünde hakir görülüşümü Sana arz ediyor! Sana şikâyet ediyorum! Ey Merhametlilerin En Merhametlisi! Sensin zayıfların Rabbi ve Sensin benim Rabbim! Sen beni kimlerin eline bırakıyorsun? Senden uzak olan ve beni gördükçe suratını asan haşin kimselere mi? Yoksa davam da bana üstün getireceğin bir düşmana mı? Benim üzerime çöken bu musibet ve bela gerçekte Senin bana karşı gadab ve öfkenden ileri gelmiyorsa hiç gam çekmem. Ben, Senin Vechi’nin Nur’una sığınırım! O Nur’a ki, karanlıklar O’nun sayesinde açılmış, dünya ve ahiret işleri O’nunla düzelmiştir. Benim için Senin bağışlaman, gazabından daha geniştir. Ve her şey Senin hoşnutluğun içindir. Bütün kuvvet ve kudret ancak Senin elindedir.” Bu duanın manevi derinliklerinden birini, Mustafa Sıbai şöyle değerlendirir:
“O, Rabbine şöyle dua etmekte idi: ‘Gazabına uğramayayım da çektiğim sıkıntılara, belalara aldırmam.’ O, ALLAH’a, davasının tebliğinde kendisine kuvvet vermesi için yalvarırken, bizlere de davetçi için en büyük korkunun insanların düşüncelerinden öte ALLAH’ın gazabı olduğunu öğretmiştir.”
Garip bir tevafuk olarak sığındıkları bağ Kureyş’ten iki kardeşe aittir. İki hızlı İslam düşmanına… Rebi’nın oğulları Utbe ve Şeybe’ye. Hz. Ebubekir’in burnunu kırıp, dümdüz eden Utbe’ye… Onlar da Hz. Muhammed’e ve Zeyd’e yapılanları bağlarında, uzaktan izlerler. Ne hissederler, tahmin etmek güçtür. Fakat kendi hemşerileri olan birilerinin yabancı bir diyarda gördükleri bu davranış ve sonrasında da bilmeden de olsa gelip kendi bağlarına sığınmış olmaları herhalde biraz insaf duygularını harekete geçirir. Bağda çalıştırdıkları köle Addas’ı bir tabak üzümle Hz. Muhammed’e ve Zeyd’e gönderirler. O, elini üzüme uzatırken:
“Bismillah” der. Addas, şaşırır:
“Ben bu sözü buralar da hiç duymadım” der. Hz. Muhammed, ona nereli olduğunu sorar. Addas:
“Ninova” deyince de O:
“Demek sen salih insan Meta oğlu Yunus’un halkındansın” diye cevap verir. Addas bunun üzerine heyecanlanır. O’na Metta oğlu Yunus’u nereden bildiğini sorar. Çünkü o bölgelerde Hz. Yunus’u bilen yoktur. Hz. Muhammed:
“Çünkü” der. “ben ALLAH’ın Elçisiyim ve o da ALLAH’ın Elçisiydi. Bunu bana ALLAH bildirdi.” Sonra da kendisine Hz. Yunus ile ilgili vahyedilen ayetleri okur. Dikkat ve saygı ile dinleyen Addas, okuma bitince ellerine kapanır. Hıristiyanlıktan İslam’a geçer. Ve böylece daha sonraları “hayatımın en kara günü” diyeceği Taif yolculuğunun hikmeti de kendini göstermiş olur. Cüneyt Suavi’nin anlatımıyla:
“İman hizmeti o kadar büyüktü ki, yüce ALLAH, bir kölenin imana gelmesi için, en kıymetli peygamberinin taşlanmasına izin vermişti.”
 Utbe ve Şeybe kardeşler uzaktan olup biteni izlemektedir. Addas’ın Hz. Muhammed’in ellerine kapandığını gördüklerinde birbirlerini kınarlar:
“Adam” derler, “köleyi de bozdu, yoldan çıkardı.”
Sonra dönüş yolculuğu başlar. Yarı yol olan “Karnüssealib”e geldiklerinde Cebrail, bir bulutun içinde görünür, yanında bulunan ikinci bir meleği işaret eder:
“ALLAH’ın Elçisi!” der, “ALLAH, o insanların size yaptıklarını gördü ve onlar için dilediğin emri veresin diye Sana dağlarla görevli meleği gönderdi.” Sonra dağlarla görevli melek konuşur:
“Eğer onların üzerine dağları kapatmamı emredersen, söyle, dilediğini yerine getireyim.” Ama O, her şeye rağmen kıyamaz Taif halkına:
“Hayır!” der, “ben sadece onların nesillerinden yalnız ALLAH’a ibadet edecek, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak insanlar gelmesini dilerim.”
O gece Nahle denilen yerde konaklarlar. Mekke’ye iyice yaklaşmışlardır. Hz. Muhammed, teheccüd namazı kılmakta iken bir grup cin oradadır. O’nun okuyuşunu dinlerler. Etkilenirler. Kendisine görünür ve iman ederler. Sonra da İslam’ın cinler arasındaki ilk duyurucuları olmak için yeryüzüne dağılırlar. Bu olay da Kur’an kaydına geçer:
“Hani Biz, cinlerden bir grubu Kur’an dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Onlar, O’nun huzuruna geldiklerinde birbirlerine: ‘Susun!’ dediler. Kur’an okunması bitince, uyarıcılar olarak toplumlarına döndüler. Şöyle dediler: ‘Ey kavmimiz! Kuşkusuz biz, Musa’dan sonra indirilen ve kendisinden öncekileri onaylayan, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! ALLAH’ın davetçisine uyun. O’na iman edin. Böylelikle ALLAH günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun.” (Ahkaf, 46:29-31)
Çileli Taif yolculuğunun ikinci meyvesi de Müslüman cinler olur.
Fakat kendisi Zeyd’le birlikte Nahle’de günlerce kalır. Mekke’ye girememektedir. Çölün kurallarına göre şimdi şehrini ve kabilesini terk etmiş sayılmakta, üzerindeki bütün korumalar, kendi boyununki de dâhil olmak üzere, kalkmış sayılmaktadır. Artık Kureyş içinde meşru bir statüye sahip değildir. Ve Taif’te yaşananlar da Mekke’de çoktan duyulmuştur. Şu an Mekke’de herhangi biri tarafından rahatlıkla öldürülebilir ve bu olay da hiçbir sonuç doğurmaz. Kan davası başlatmaz. Nahle’de bekler ve Kureyş’in etkin isimlerinden bazılarına haber göndererek korunma talep eder. Ama Rabbine hiçbir kırgınlığı yoktur. Bu şartlar altında bile tam bir tevekkül içindedir. Kendisine:
Şimdi Mekke’ye nasıl gireceksin?” diye soran Zeyd’e:
“Hiç şüphesiz ALLAH senin göremediğin yerden bir kapı, bir çıkış yolu açacaktır. Şüphe yok ki ALLAH dininin ve Elçisinin yardımcısıdır” der.
Hira dağı civarında rastladıkları Uraykıt isminde bir çobandan kendisine ulaklık yapmasını rica eder. Ricayı kabul eden Uraykıt, Şerik oğlu Ahnes’e gidip, Hz. Muhammed’in koruma talebini iletir. Ahnes, reddeder. Uraykıt red cevabını getirdikten sonra ikinci bir kez daha Mekke’ye döner. Bu defa korunma Amr oğlu Süheyl’den istenir. O da reddeder. Geri dönen Uraykıt’a:
“Üçüncü defa Mekke’ye gider misin” demek kendisine çok zor gelir, mahcup olur ama çaresizdir. Fakat Uraykıt, gidip gelmeleri sorun yapmaz. Bir daha gider. Bu kez de boykotun bitişinde etkin rol oynamış isimlerden biri olan Adiyy oğlu Mutim’e… nihayet o koruması altına almayı kabul eder ve Hz. Muhammed ile evlatlığı Zeyd, günlerce Mekke kapılarında korunma bekledikten sonra en sonunda şehre girebilirler. O gece Mutim’in evinde yatılır. Sabah olunca da Mut’im ve oğulları silahlanmış olarak ortalarına Hz. Muhammed’i alıp Kâbe’ye giderler ve korumalarını orada bütün Kureyş’e duyururlar. Ebu Cehil ilk önce şaşırır, korkar, telaşlanır. Mut’im’e:
“Muhammed’e iman mı ettin yoksa koruma mı verdin?” diye sorar. Koruma verdiğini öğrenince de derin bir nefes alır, sevinir:
“Senin korumana aldığını biz de korumamıza aldık” der. Ve Hz. Muhammed, yapılan bu iyiliği hiç unutmaz. Mut’im birkaç sene sonra ölür. Bu olaydan 5 sene sonra Bedir’de alınan esirleri Mut’im’in oğlu Cübeyr’e gösterecek ve:
“Eğer baban sağ olsaydı ve benden bu kokmuşları hiç karşılıksız serbest bırakmamı isteseydi, sözünü ikiletmez, hemen bırakırdım.” diyecektir.
Yazar: 

“Vurmayın, Resulullahtır O!”“Vurmayın, Resulullahtır O!
”Kendilerine, cenab-ı Hakkın son dinini tebliğ için gelen, onları sonsuz Cehennem ateşinden kurtarmaya çalışan Kainatın efendisini baş tacı edecekleri yerde, Taifliler taşa tuttular. Atılan taşlara, hazret-i Zeyd, vücudunu siper ederek Peygamberimize bir zarar gelmesini önlemeye çalışıyordu.Zeyd hazretleri, sevgili Peygamberimizin etrafında dört dönüyor, taşların O’na değmemesi için çırpınıyordu. O’nun mübarek vücuduna bir zarar gelmesin diye kendisine gelen taşlara aldırmıyordu. 
Canını böyle günlerde feda etmek için fırsat beklemiyor muydu? İşte, alemlerin efendisini taşlıyorlar, eziyet, işkence yaparak yurtlarından çıkarmaya çalışıyorlardı. Hazret-i Zeyd, Peygamber efendimizi korumak için sağa-sola koşturdukça, taşlar; başına, vücuduna, ayaklarına birbiri peşine değiyordu. Bu sebeple, hazret-i Zeyd’in her tarafı kanlar içinde kalmıştı… Sevgili Peygamberini korumak için varını yoğunu harcıyor, taş atan zalimlere karşı avazı çıktığı kadar; -Yapmayın!.. Vurmayın!.. O alemlerin efendisidir! Resulullah’tır O!.. 
Benim vücudumu parça parça yapın, fakat Peygamberime bir zarar gelmesin!.. diye bağırıyordu. Zeyd bin Harise’yi aşarak, Resulullah efendimize gelen taşlar, Efendimizin mübarek ayaklarını kanlar içinde bırakmıştı. Sevgili Peygamberimiz, üzüntülü, yorgun ve yaralı bir halde, Utbe ve Şeybe ismindeki iki kardeşin bağına yaklaştılar… 

Orada, bütün mü’minlerin canlarını feda etmek istediği Resulullah efendimiz, mübarek ayaklarından akan kanları sildiler. Abdest alıp, ağacın altında iki rek’at namaz kıldılar. Sonra mübarek ellerini kaldırıp münacatta bulundular. Bu hali, bağ sahipleri seyrediyordu… Resulullah efendimizin başına gelenleri görmüşler, garipliğine şahid olmuşlardı. Merhamet damarları harekete geldi. Addas ismindeki köleleri ile üzüm gönderdiler.   


Sevgili Peygamberimiz, üzümü yerken Besmele çekti. Üzümü getiren köle Hıristiyan idi. Besmeleyi işitince şaşırıp sordu:-Yıllardır buralardayım, kimseden böyle bir söz duymadım. Bu nasıl kelamdır?- Sen neredensin?”- Nineveliyim.- Yunus’un (aleyhisselam) memleketinden imişsin.- Sen Yunus’u nerden tanıyorsun? Onu, buralarda kimse bilmez.- O, benim kardeşimdir. O da, benim gibi peygamber idi.- Bu güzel yüzün, bu tatlı sözlerin sahibi yalancı olamaz. 


Ben inandım ki, sen ALLAH’ın Resulüsün, diyerek hemen Kelime-i şehadet getirip Müslüman oldu. Sonra da:- Ya ResulALLAH! Yıllardır bu zalimlere, bu yalancılara kölelik ettim. Herkesin hakkını yiyorlar. Herkesi aldatıyorlar. Hiç iyi tarafları yok. Dünyalık toplamak ve şehvetlerini tatmin için her alçaklığı göze alıyorlar. 


Onlardan nefret ediyorum. Sizinle birlikte gitmek, size hizmetle şereflenmek, cahillerin, ahmakların size yapacağı saygısızlıklara hedef olmak, mübarek vücudunuzu korumak için feda olmak istiyorum, dedi.Resulullah efendimiz, tebessüm ederek;- Şimdi efendilerinin yanında kal! Az zaman sonra, adımı her yerde işitirsin. O zaman bana gel! buyurdu.Selam ve Dua ile…

Alemlerin Rabbi olan Allah Teala'ya hamd, Peygamberlerin sonuncusu olan


Alemlerin Rabbi olan Allah Teala'ya hamd, Peygamberlerin sonuncusu olan ile ilgili görsel sonucu

Alemlerin Rabbi olan Allah Teala'ya hamd, Peygamberlerin sonuncusu olan 
Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa'ya salat ve se*lam olsun. Hz. Peygamber (sav)'in vefatından sonra otuz yılı geç*meyen kısa bir dönem vardır ki İslam Tarihi'nde bu döneme: Hu-lefa-i Raşidin (Dört Halife) Devri [1] denir. Bu dönemde yalnızca dört halife birbirlerini takib etmişlerdir. Allah Teala'nm, kulları için beğenip seçtiği, memnun ve razı olduğu en doğru idare şekli*ni tatbik ettikleri ve Hz. Peygamber (savj'in izinden yürüdükleri için bu süreye Hilafet-i Raşide (doğru ve isabetli halifelik) devri denilmiştir.

Bu dönem Hz. Peygamber (sav)'in, başlattığı idare şeklinin ve devrinin bir tamamlayıcısı olmuştur. Dolayısıyla bu devrin tama*mı, Hz. Peygamber (sav)'in Medine'ye hicret etmesiyle başlayan ve Hz. Ali'nin şehit edilmesiyle sona eren, dünya üzerindeki yega*ne İslam devletinin var olduğu süredir ki bu süre kırk yıldır. Bu müddet, süreklilik göstermiş en doğru İslamî yönetim şeklinin tek Örneğidir. Bütün özellik ve sonuçlarıyla böyle bir yönetim şekli yer yüzünde bir defa daha vücut bulmamıştır. Ancak Emevilerden Ömer Bin Abdülaziz'in kısa süren devrinde olduğu gibi zaman zaman bazı yönleriyle bu özelliği gösteren İslamî idare şekilleri ol*muştur. Bu idare şekli, kendisi ve milleti için dünya ve ahiret mut*luluğu isteyen her yönetici ve siyaset adamının seçebileceği ve müslümanların, her zaman, idarecilerinden tatbikini isteyip, elle*rine imkan geçtiği takdirde uygulamaya Allah tarafından davet edildikleri ilahi nizamdır.

Müslümanların, ilk İslam Devletini örnek alarak yönetilmek istemelerinin sebebi, bu devletin hakim olduğu süre içinde Mede*niyetin en uc noktasına ulaşmış olmasındandır. Tabi ki medeni*yetten maksadımız burada anlatmak istediğimiz medeniyettir; müslümanın imanından fışkıran ve onun üzerinde temellenen medeniyettir ki insan için mutluluğu temin eden medeniyet esa*sen budur.

Yoksa medeniyet, aksine insanı köleleştiren, onu zelil duruma düşüren, şehvet ve hayvani arzularının bütün iplerini onun eline teslim eden ve bitmez tükenmez menfaat kavgalarına yol açmak, fesad ve anarşiyi her yere yaymak suç ve cinayetlerin her yerde iş*lenmesine sebep oluşturmak üzere onu hayvani arzularına esir eden, kuvveti zulme, zenginlik ve imkanları şımarıklık ve yoldan sapmışlığa dönüştüren, hırsız çetelerinin insan topluluklarına musallat olup her türlü arzularını gerçekleştirmelerini kolaylaştı*ran medeniyet (!) değildir.

İşte bu anlamdaki medeniyetin egemen olması sebebiyledir ki geniş insan topluluklarını sömüren ve onların sırtından geçinen azınlıklar bir araya gelebilmekte, yardımlaşarak (vahşet suretinde*ki bu medeniyetlerini) devam ettirmeye çalışmaktadırlar. Bunla*rın nazarında medeniyet şahsi ve ferdi bir anlam taşımakta, aksi*ne, toplum fertlerinin her birini de aynı zamanda ilgilendiren bir mesele olarak düşünülmemektedir.

Gerçek şudur ki İslam, insana hayatı en doğru şekliyle tanım*lamış, Allah'ın kendisine bahşettiği çeşitli üstün meziyetlere rağ*men O'nun, başkalarını baskısı altına almak, beşer cinsinden di*ğer insan kardeşlerine zulmetmek için bu meziyetlerden dolayı kendini haklı görecek bir büyüklük ve ayrıcalığa sahip olmadığını ona bildirmiştir. Keza hiç bir milletin, başka bir milleti hakimiyeti altına alıp onu ezmek için sahip olabileceği bir hak ve yetki yoktur.

Bununla beraber insanoğlu diğer varlıkların yanında önemsiz ve değersiz bir yaratık da değildir. Dolayısıyla, diğer varlıkların önünde dize gelmek gerek eski çağlarda gerekse günümüzde gü*neşe, aya, yıldızlara ve ağaçlara ibadet eden putperestler gibi on*lara tapmak durumunda değildir. Bilakis insanoğlu değerli ve yer*yüzünü imar etmekle görevlendirilmiş bir yaratıktır. Ancak ona, bu veraset verilirken istediği her şeyi sonsuz bir hürriyetle yapma yetkisi verilmemiştir. Aksine o, kendisini yaratan, yer yüzüne varis kılan, hayatını düzene sokacak disiplin ve yolu ilham eden Allah Teala'ya karşı her halükârda sorumludur. Yaptığı her işten ve ey*lemlerinin her sonucundan sorumludur. İyi davranırsa elbette ki bunun mükafatını alacaktır, kötülük işlerse hiç şüphesiz ki layık olduğu cezayı görecektir.

Müslüman kişi, Rabbinin gerek kendisine, gerekse elinde bu*lunan her şeye sahip olduğunu ikrar eden ve O'na karşı her fiilin*de sorumlu bulunduğunun şuurunu taşıyan kimsedir. Aynı za*manda o bu statüsüyle ve yeryüzünün varisi olmak sıfatıyla diğer tüm varlıklardan daha üstündür.

Bu noktadan hareketledir ki o ilk örnek İslam toplumunda her ferd îslamı en doğru şekliyle algılamasının ve toplum içindeki ger*çek yerini bilmesinin bir sonucu olarak rolünü çok iyi yerine geti*riyordu. Dolayısıyla her ferd toplum içinde yararlı bir kişi olarak yerini alıyor, birbirini ayakta tutan toplum binasının bir temel ta*şını oluşturuyordu. Ve işte bu sebepledir ki o üstün ve örnek top*lum meydana gelmiş oldu. Yine bu sebeple ve kişinin sahip oldu*ğu üstün müslümanlık anlayışı sayesindedir ki cihada herkes ken*diliğinden katılıyor, şahadet mertebesine erişmeyi arzu ediyordu. Bunun tabii sonucu olarak da büyük zaferler elde edildi, geniş fe*tihler gerçekleştirildi. O devrin sorumluları (ki onlar da halifeler idi.) toplum içinde bu mühim noktaları en çok idrak eden ve veri*lerini en iyi anlayıp değerlendiren kimselerdi. Bunun bir sonucu olarak O devirde insancıl bir medeniyet dünyaya hakim oddu. Top*lumun fertleri mükemmel bir saadet elde ettiler, eşitlik, adalet, güven ve gönül rahatlığı içinde yaşadılar. Arzuları yerine geldi ve re*fah temin edildi.

Bu gerçeği daha iyi aydınlatabilmek için Halifelerle günümü*zün diktatörleri arasında karşılaştırma yaparak birkaç Örnek ver*mek mümkündür. Ta ki Islamm kendi orijinal boyasıyla özellik ka*zanan o seçkin insanlarla, maddenin ve dünyevi çıkarların şımart*mış bulunduğu, bu diktatörler arasındaki açık farkı görebilelim: Dört Halifenin de hayatları hemen hemen aynı özellikleri taşıdığı için, istediğimiz neticeyi elde etmek maksadıyla onların hayatın*dan, halk arasında da meşhur olan sadece birkaç kesiti almakla yetineceğiz.

Müslüman milletlerin bütün halk yığınları, kendileri için Ön*der olarak tanıdıkları dört halifenin hayatlarını çok iyi bilmekte*dirler. Fakat başlarındaki diktatörlerin onlar gibi yaşayıp davran*malarını istemekten çekinmektedirler. Çünkü baskı vardır ve şid*detli zulüm hüküm sürmektedir. Bu sebeple halk cesaret edip ses çıkaramamaktadır. Ayrıca müslüman milletler îslamın bir hayat nizamı olarak uygulanmasını şiddetle arzu etmektedirler. Bu hu*susta en ufak bir fırsat bulduklarında hemen harekete geçmekte bütün samimiyet ve fedakarlıklarıyla mücadele vermektedirler. Bunun en canlı örneğini İran'da görüyoruz. İran Şah döneminde fesadın zulüm ve baskının en uc kertesine ulaşmıştı. Hatta diyebi*liriz ki İran, kötü idare, zulüm ve diktatorya olarak diğer İslam ül*kelerinin tümünü geride bırakmıştı. Şahın kılıcı diğer diktatörlerin hepsinden daha çok millete musallat olmuştu. İran, gizli istihba*rat servisi dünyada mevcut istihbarat Örgütlerinin hemen hepsin*den daha üstündü. Buna ilave olarak, petrole yönelik çıkarları yü*zündün küfür ülkeleri şah diktatoryasmı korumak amacıyla bütün güçlerini en ufak bir İslami harekete karşı onun hizmetine amade kılmışlardı. Buna rağmen halk yığınları İslama dönük bir hareke*tin başladığını ne zamanki gördü, Şah diktasına karşı onu derhal destekledi ve yanında yer aldı. Küfür ülkeleri, İslama doğru hızla ilerlemeye başlayan bu hareketi bir sürpriz olarak karşılarında buldular. Çünkü hiç böyle bir şey beklemiyor ve tahmin edemiyor-lardı. Bu sebeple İslamî hareket onların üzerinde şok tesiri yaptı.

Çünkü çıkarları ziyana uğradı ve İslam Hakim oldu. Dolayısıyla bu hareket, İslam düşmanlarının (Batılıların, Amerika'nın ve dünya Siyonist -Haçlı İttifakçılarının) karşılaştığı en korkunç ve en acı bir hadise oldu.

Dört Halifenin hayatlarından vereceğimiz kesitler, genel top*lumsal hayatı ilgilendirmesi açısından önem taşıyan sosyal yaşan*tılarından örneklerdir.

Raşid Halifeler: (Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali) gönül alçaklığının ve sadeliğin en üstün örneklerini sergile*mişlerdir. Mesela Hz. Ebu Bekir, devlet başkanlığına seçilmeden önce oturduğu Sinh Mahallesi halkının koyunlarını sağar onlara yardım ederdi. Halife (Yani devlet başkanı) seçilince, civar aileler*den birinin cariyesi [2]"Ebu Bekir artık bundan sonra mahallemi*zin koyunlarını sağmaz" demiş. Hz. Ebu Bekir bunu duyunca:

"Bilakis, hayatım üzerine yemin ederim ki yine de sağaca*ğım. Umarım üstlendiğim görev, ahlak ve alışkanlığımı değiştire*cek bir gayret (ve büyüklenmeye) beni itmez" diye cevap vermiş*tir. Nitekim bu işi o mahalleden Medine'nin merkezine altı ay son*ra taşınıncaya kadar da devam ettirmiştir.

Yine Hz. Ebu Bekir, devesinin yuları elinden düştüğünde, iner ve kendisi alırdı. Yanındakiler O'na:

- Emretseydin biz alır, O'nu sana verirdik, deyince:

- Rasulullah (sav) bize: "İnsanlardan bir şey istemeyin!" bu*yurmuştur, cevabını verirdi.

İşte bir devlet başkanının göstermiş bulunduğu bu eşsiz ve çarpıcı tevazuu, -Allah'ın, merhametiyle muamele buyurduğu kimseden hariç- insanlar artık unutmuş, kaybetmiş bulunmakta*dır. Adama bakıyorsunuz bir mevki elde edince kendini bütün in*sanlardan daha üstün görmeye başlıyor, insanlarla artık duvarla*rın ardından konuşuyor ve burnu büyüyor... İnsanlar, bir takım engelleri atlayarak, nöbetçilerden, sivil ve gizli istihbarat ajanlarından oluşan surları aşabilirlerse ancak onunla görüşme imkanı*nı bulabiliyorlar.

Şimdi de toplumun dertleri, meseleleri ve menfaatleri bakı*mından konuya bakalım. Bu da bize devlet büyüğünün, birinci derecedeki sorumlu olarak vatandaşının hayatıyla ilgilenmesini hatırlatır.

Halifeler gündüzün halk arasına girer, piyasayı dolaşırlardı, halkın durumunu, hal ahvalini araştırır, sorarlardı. Keza gece de dolaşır, bu sefer ihtiyaç sahiplerini yoklar, şehrin civarında konak*lamış bulunan ticaret kervanlarındaki yabancıları, gurbetzedeleri ve bedevileri ziyaret eder, sorunlarını halletmeye çalışırlardı. Bir keresinde Hz. Ömer, gece Medine sokaklarında dolaşırken En-sar'dan bir hanımın tulumla su taşıdığını gördü. Durumunu so*runca bu hanım, kalabalık bir aile annesi olduğunu ve kendilerine su taşıyacak bir hizmetçileri bulunmadığı için işte böyle geceleri ancak çıkabildiğini, çünkü gündüzün dışarıya çıkmayı uygun gör*mediğini anlattı. Hz. Ömer, bunun üzerine, tulumunu alarak evi*ne kadar taşıdı. Sonra da O'na:

- Yarın Ömer'e uğra, sana bir hizmetçi tayin etsin, dedi. Ka*dın:

- Ben Ömer'in huzuruna çıkamam ki, deyince Hz. Ömer:

- Bilakis! O'nu Allah'ın izniyle görebilirsin, cevabını vererek ilgilendi. Kadın gerçekten de ertesi gün Hz. Ömer'e gidince, akşam O'na yardım edenin bizzat kendisi olduğunu görüp mahcup oldu ve hemen geri dönmek istedi. Ancak Hz. Ömer, peşine adam sala*rak O'nu geri getirtti ve kendisine hem bir hizmetçi tayin etti, hem de tahsisat ayırdı.

Hulefa-i Raşidin devrinden bu yana, devletin başındaki adam artık makamından ayrılıp kolay kolay halkın arasına girememekte, hatta akrabalarını ve yakınlarını bile ziyaret edememektedir. Dışa*rıya çıktığı zaman devletin güvenlik güçleri, istihbarat ajanları grup grup onu önden arkadan korumaya çalışmakta, polis kuvvet*leri saf saf geçeceği güzergahlar üzerinde uzun mesafelere kadar uzayıp durmakta, yolunun üzerinde sağlı sollu barikatlar meyda*na getirmektedirler. Devlet başkanının, hangisine bindiği belli ol*masın diye birbirlerine tıpatıp benzeyen bir sürü makam arabala*rı rüzgarla yarışırcasına birbirlerini izleyip gitmektedirler.

Şimdi de iyisiyle kötüsüyle hayatın bağlı olduğu ekonomik cepheden bu karşılaştırmayı yapmaya çalışalım:

Hz. Ebu Bekir ticaretle uğraşan bir kimseydi. Her gün piyasaya çıkar, alım satım yapardı. Halife seçildikten sonra yine bir gün, el*biselik cinsinden mallarını omuzlayıp çarşıya çıktı. Yolda O'na Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde rastladılar:

- Ey Rasulullah'm halifesi nereye böyle, diye sordular.

- Pazara çıkıyorum, diye cevap verdi.

- Ne yapacaksın pazarda? Sen artık müslümanlar tarafından, onları idare etmek üzere seçilmiş bulunuyorsun, diye kendisini uyardılar.

Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir:

- Peki çoluk çocuğumu kim geçindirecek, diye sorunca,

- Yürü bakalım bizimle, gidip sana bir maaş tayin edelim de*diler.

O da kendilerine refakat etti. Gidip konuştular ve kendisine her gün için bir koyunun yansı kadar bir maaş tayin ettiler.

- Er-Riyadun-Nadıra'da şöyle kaydedilmektedir:

Hz. Ebu Bekir'e yıllık maaş olarak ikiyüzelli dinar para ve (ba*şı, işkembe ve sakatatı alınmış) bir koyun tayin edildi. Ancak bu maaş kendisine yetmiyordu. Çünkü devlet başkam olarak seçilin*ce bütün varını yoğunu devlet hazinesine bırakmıştı. Bu sebeple Baki pazarına çıkıp alım satımla uğraşıyordu. Bir gün Hz. Ömer bir grup kadına rastlayıp:

- Ne bekliyorsunuz, şikayetiniz nedir, diye sordu. Onlar da:

- Rasulullah'm halifesiyle görüşmek istiyoruz, dediler. Bunun üzerine Hz.Ömer, Hz. Ebu Bekir'i aramaya çıktı. O'nu pazarda buldu. Elinden tutup:

- Gel bakalım! diye çekip götürmeye çalışırken Hz. Ebu Bekir kızarak:

- Size başkanlık etmeye ihtiyacım yok! Bana bir maaş bağla*dınız, ne bana ne de aileme yetmiyor, diye yakınıp serzenişte bu*lundu. Hz. Ömer:

- Arttırırız, cevabını verince Hz. Ebu Bekir:

- Üçyüz dinar para ve bir koyunun tamamını isterim, dedi. Hz. Ömer:

- işte bu olmaz! diye diretti. Onlar böyle pazarlık ederlerken Hz. Ali çıkageldi ve:

- Ömer! O'na tamamla, diye muvafakatta bulundu. Hz. Ömer:

- Demek öylesini daha mı uygun görüyorsun, diyerek teyidini almak istedi. Hz. Ali de:

- Evet, deyince Hz.Ömer:

- Peki, yaptık. Öyle olsun, deyip onayladı. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir:

- Siz, muhacirlerden sadece iki kişisiniz, bilmem ki Öbürleri de muvafakat ederler mi? diyerek tereddüdünü açıkladıktan son*ra gidip kürsüye çıkarak halka hitab etmek istedi. Etrafını saran halka:

- Ey Ahali! Bakın, benim yıllık maaşım: îkiyüzelli dinar para ve (sakatatı alınmış) bir koyun idi- Ömer ve Ali bunu üçyüz dinar para ve sağlam bir koyuna çıkardılar. Siz de buna rıza gösteriyor musunuz, diye sordu. Bütün muhacirler:

- Evet, diye cevap verirlerken kenarda bulunan bir bedevi:

- Hayır vallahi! Hiç de razı değiliz. Çöldeki halkın hakkı nere*de? diye itirazda bulundu. Ancak Hz. Ebu Bekir:

- Muhacirler razı olduktan sonra artık siz uymak zorundası*nız, cevabını verdi.

Her milletin bir tarihi vardır ki o milletin çocukları herhangi bir surette o tarihi yazarlar. Onu kaleme alırken şayet birtakım ha*talar yapacak olurlarsa, okuyucunun onları mazur görebilmesi için yazıldığı dönemin şartlarım yeniden açıklığa kavuşturur, izah ederler. Bu suretle de görevlerini dürüstçe yaptıkları kanaati hasıl olur ve halkın nazarında samimi tarihçiler olarak tanınmış olurlar.


Bu sayede nesiller üstün bir milletin soyundan geldikleri şu*uruna sahip olur, geçmişleriyle iftihar eder, onlarla övünür ve ha*talarından dersler, ibretler çıkarırlar. Bu yanlışlıkları yapmamaya özen gösterirler. Milletin sağlam bir bünye ile devam etmesi için çaba harcarlar. Aynı zamanda gelecek nesiller ve torunlar; ataları*nın tarihte yer alan üstünlüklerini çarpıcı bir şekilde ve berrak bir tablo görünümüyle o milletin büyüklüğünü yansıtmak için daima gösterir ve işlerler. Böylece tarih, nesillere, atalardan ve geçmişten devralman bir övünç kaynağı olarak devam eder.


İslam ümmetine gelince -ne yazık ki- bu ümmetin tarihi, mey*dana gelen çeşitli kamplardan, değişik görüşlü hiziplerden dolayı çok çarpıtılmıştır. Çünkü bu cemaatlerin her biri, diğerlerini da*ima aşağılama çabası içindedir. Onları mütecaviz göstermekte, bu suretle de kendi tutumunu meşrulaştırmakta, kendi üyelerinin üs*tünlüğünü kanıtlamaya çalışmakta, bunların doğru yolda diğerle*rinin ise yanlış yolda olduklarını İleri sürmektedir.

İşte bu sebepledir ki bu ümmet büyüklerinin tarihinde maale*sef rahneler açılmıştır. Sonra aralarında meydana gelen ayrılık se*bepleri deşilmiş, irdelenmiş bu dönemde taraflar arasında ortaya çıkan silahlı mücadeleler çok korkunç işlenmiştir. Öyle ki artık ta*rihimizin bütünü, iki taraf arasında sürekli olarak cereyan etmiş kanlı savaşlardan ibaret hale gelmiştir. Hem sonra bu kanlı müca*delelere tarihte en büyük yer verilmiş, gerçek şeklinden ve oldu*ğundan çok daha fazla abartılarak anlatılmıştır. O kadar ki bu mer*halenin parlak yönleri hemen hiç dile getirilmemiştir. Halbuki bu kanlı mücadelelerin, onların meydana gelmesinde rol oynamış şartlara ve faktörlere bağlanarak değerlendirilmesi gerekir.

Ne gariptir ki Hz. Ali'ye aşırı sevgi gösterenler O'nun durumu*nu kötü yansıtmışlardır. Kabul edilemeyecek olayları ve haberleri O'na maletmişlerdir. Bunlardan bazı kimseler böyle bir aşırı bağlı*lık nedeniyle sırf Hz. Ali'yi yüceltmek için başkalarını aşağılamaya çalışmış, onları zalim ve Hz. Ali ile diğerlerinin hakkına tecavüz eden zorbalar şeklinde tanıtma gayretini göstermiştir. Hatta bu*nunla da yetinmemiş, Hz. Ali'nin torunlarını, "Nas" ile, {îlahi ka*nunla) tayin edilen imamlar olarak ilan etmiştir.

Onları (Peygamberlerin sıfatı olan) masumiyetle nitelemiş peygamberlerle aynı hizaya getirmeye çalışmıştır. Bu gibi abart*malar, îslamın ilk devrinde yoktu. Hicretin üçüncü asrının son ya*rısında bu akımlar başladı. Mesela bu mübalağaları ilk fıkıh alim*lerinin (îmamı Azam, imam Malik, îmamı Şafii ve imamı Hambe-li) gibi müçtehitlerin kanaat ve eserlerinde ilk tarihçilerin kitapla*rında bulamıyoruz.

Keza "Ehl-i Beyt" büyükleri ile halifeler ve ilk müslüman idare*ciler arasında kin güdüldüğüne dair bir emareye rastlayamıyoruz: Daha ötesi var: "Şia" kelimesi o devirde sadece taraftar olmak, des*teklemek gibi manaların Ötesinde hiç de (siyasi ve ideolojik) bir anlam ifade etmiyordu. Fakat zamanla bu ıstılah kendine Özgü bir düşünce ve inanç tarzının adı oldu. Bu düşünceyi meşrulaştırmak ve yaymak amacıyla da geçmişlere, hiç söylemedikleri sözler ma-ledildi. Onlardan öyle haberler öyle fikirler nakledildi ki aslında hiç bir zaman ne böyle şeyleri bilmiş ne de hatırlarından akılların*dan geçirmişlerdi.

Zamanla Hz. Ali taraftarlarının önünde meydan öyle müsait hale geldi ki düşmanlarım, hasım olarak mimlediklerini kötüle*mek, ileri sürdükleri fikirlerin tutunmasını kolaylaştırmak için ne istediyseler yazıp durdular. Bu sebeple müslümanlar arasında kamplaşmalar çoğaldı ve aralarındaki uçurumlar büyüdü. Bu ge*lişmelerden çıkar sağlayan odaklar arttı. Böylece Batınîlik akımı ortaya çıktı. Aşırı düşünceler ve batıl inanışlar alabildiğine yayıldı.

Henüz tarih yazımı da başlamış değildi. Tarih ancak Abbasiler devrinde yazılmaya başladı ki bu devirde de Abbasilerin yegane amacı Emevileri yok etmek onları ortadan kaldırmaktı. Abbasi yö*netiminin meşruluk kazanabilmesi için Abbasilerin en önemli meselesi buydu. Bu da tüm Emeviler aleyhinde genelleme yapma*ya yol açtı ve iş öyle bir dereceye vardırıldı ki Emevilerin, esasen Hz. Osman'ın öcünü almak bahanesiyle yönetime geldikleri ve ik*tidarlarını kan davası üzerinde kurdukları ileri sürüldü.

Bu arada Hz. Ali ile hiç ilgisi bulunmayan şeyler O'na mal edil*meye çalışıldı. Hz. Peygamber (sav)'in dilinden hadisler uydurul*du. Sözde bu uydurma hadislerle halifeliğin Hz. Ali'ye mahsus ol*duğu ileri sürüldü. Dolayısıyla O'ndan önce seçilmiş bulunan Ha*lifelerin zorba oldukları O'nun hakkına zorla el koydukları iddia edildi. Bu halifelerin O'ndan daha üstün oldukları inkar edildi. Birtakım kitaplar yazılarak, Hz. Ali'ye ait olduğu ileri sürüldü. Hal*buki Hz. Ali'nin böyle şeylerle uzaktan yakından ilişkisi yoktu. Ve haşa! Ne Hz. Ali ne de O'nun seviyesinde bulunan sahabiler bu uy*durulmuş sözlerle başkaları aleyhinde konuşmuş nede onlara hü*cum etmişlerdir.

işte bu şekilde çeşitli dedikodular ve rivayetler halk arasında yayıldı. Sonra tarih yazılmaya başlandı. Tarihçiler ilim adamı so*rumluluğu ile halktan ne duyuyor idiyseler onu değiştirmeden yazıyorlardı. Atalarının tarihidir diye gelecek nesillere nakledilmek üzere elde ettikleri rivayetleri (Doğru veya yanlış olduğuna bak*madan) kaydediyorlardı. Bu sebepledir ki çeşitli rivayetler arasın*da çelişkiler görülmektedir. Müslümanlar arasında meydana gel*miş bulunan farklı kampların her biri kendilerine ait rivayetçilerin verdiği haberden başkasına itibar etmemekte aynı zamanda di*ğerlerini uydurmacılıkla suçlamaktadırlar

Objektif bir tesbit yapabilmemiz için bu konuyu bizim açımız*dan zorlaştıran bir husus da şudur: Biz günümüzün iletişim ala*nındaki hızı ve asrımız insanının iktidar hırsıyla birbirlerine karşı giriştikleri amansız mücadele ve hücumları ölçü alarak o günkü ihtilaflara bakıyor, zihnimizde yerleşen, tarihteki karşıt düşünceli kamplar arasında cereyan etmiş düşmanlıklardan hareket ederek, o günlerin şartlarını hesap etmeden, araştırıp incelemeden değer*lendirmeler yapıyoruz.

Şu gerçeği gözardı etmemek gerekir ki İslamın ilk döneminde Şam-Medine arasındaki mesafe, bir ay gidiş ve bir ay da dönüş ol*mak üzere ancak iki ayda katedebiliyorlardı. Bir elçi bu mesafeyi gidip dönünceye kadar yeni yeni olaylar meydana geliyor, yeni so*runlar doğuyordu ki bunlarla uğraşmak bu yeni sorunları çözüme kavuşturmak gerekiyor, eskileri artık bir kenara bırakmak, eski olaylar ve problemlerle cemiyeti yeniden huzursuz etmemek icab ediyordu. Konular, şahıstan şahısa, şundan buna intikal ederek ancak uzak yerlere ulaşabiliyordu ki olaylar gerçekten daha başka surette güvenilen habercinin anlattığından daha değişik mahiyet ve anlamda insanlara yansıyordu.

Bazan, bu sebeplerden dolayı anlatılanlara inanmak mümkün değildi. Zorluklar hasıl oluyor, insanlar şaşırıyor ve bocalıyorlardı. Biz bugün, o devirden bahsederken telefon, telsiz, radyo, uçak ve uydular gibi dakikasında hatta saniyesinde haberleri nakleden ile*tişim araçlarını kafamızda canlandırarak, o zamanın şartlarını hiç düşünmeden konuşuyoruz.

Hakikate bakılacak olursa Raşid Halifeler, insanlar arasında iktidar hırsından en uzak kimselerdi. Hatta, başkalarına olan saygılarından dolayı bir konuda görüşlerini beyan etmekten bile en çok kaçınanlardan idiler. Bazan sahabilerden birine bir soru yö*neltilirdi. O da meseleyi bir diğerine, o da bir başkasına havale ederdi. Bu durum öyle devam eder, öyle döner dolaşırdı ki mesele yine ilk kişiye intikal etmiş olurdu.

Kendilerine danışılan zevatın her biri (bencillikten kaçındığı, sırf kendi görüşünün hakim kılınmasından ve bu sebeple de ma*nevi bir sorumluluk altına girmekten kaçındığı için) fetva verme*meye, görüş beyan etmemeye çalışırdı.

Mesela Sakife gününe (Hz. Ebu Bekir'in devlet başkanı seçil*diği günkü kulise) bir göz atalım:

O gün Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde'den her biri di*ğerini aday göstermeye çalışıyor, dikkati kendi üzerinden uzaklaş*tırmaya, meseleyi üzerinden defetmeye uğraşıyordu. Şimdi de Hz. Ali'nin gayet edebi ve bu amaçla çok kere söylediği şu sözlerini ha*tırlamaya çalışalım:

"Daneyi yeşerten ve rüzgarı yaratan Allah'a yemin ederim ki, eğer bu olaya şahid olmasaydım ve hakkın yanında yer almak konusunda elimde delil bulunmasaydı, zalimin zulmetmesi ve mazlumun ezilmesi karşısında susmayacaklarına dair Allah Te-ala da bilgi sahiplerinden söz almış olmasaydı bu işin peşini bı*rakacak (dünyaya metelik vermeyecektim: En değerli şey olarak bildiğiniz devlet başkanlığı makamına gelmeyi, sıradan bir vatan*daş olmaya asla tercih etmeyecektim.) Hem şu dünyanızın, (tüm servet, saltanat ve debdebesiyle) nazarımda bir keçinin yellen*mesi kadar bile bir değer taşımadığını görecektiniz."

Biz bugünkü çağımızda mevki ve makam hırsı, baş olma sev*dası ve bu uğurda verilmekte olan kanlı mücadeleler, silah zoruy*la değişen iktidarlar, ihtilaller ve devrimlerin zihnimize yerleştirdi*ği imajla o devri düşünüyor ve değerlendirmeye çalışıyoruz. Hal*buki bu çok yanlıştır.

Gerçeğe bakılacak olursa genelde bütün sahabiler ve özellikle Halifeler birbirlerini çok sever, sayarlardı. Hiç bir kimse başka bir kimseyi, Hz. Peygamber (sav)'in arkadaşı olan Halife'yi sevdiği ka*dar sevmezdi.

Biz burada ne Hz. Ebu Bekir'in gerek Hz. Osman ve Hz.Ali'ye, gerekse diğer sahabilere danışmasından, ne Hz. Ömer'in, Hz. Os*man ve Hz. Ali ile istişare etmesinden, ne Hz.Ömer'in Medine'den ayrıldığı sıralarda Hz. Ali'yi yerine naib bırakmasından, ne de Hz. Osman'ın, birçok meselelerde Hz. Ali'nin görüşlerine başvurma*sından bahsedeceğiz.

Zira olabilir ki -Allah korusun- kimi cahil insanlar "Halifeler çıkarları uğruna sahabilerîe böylece geçinmeye çalışıyorlardı" di*ye, bunu kötü bir niyetle düşünübilirler. Fakat halifelerin sahabi çocuklarını özellikle Ehl-i Beyt çocuklarım ne kadar çok sevdikle*ri noktası üzerinde biraz duracağız. Sonra da bir halifenin kendi*sinden önceki halifeye nasıl baktığım inceliyeceğiz. Buna ek ola*rak da gerek Emevi ve gerekse Abbasi halifelerinin özellikle Ehl-i Beyt'in büyükleri ve genel olarak tüm Ehl-i Beyt efradı hakkında*ki tutumlarına şöyle bir bakacağız ki o devirde iki taraf1 [1] arasında meydana gelmiş olaylarla ilgili olarak kafamıza yerleşmiş bulunan kopyeci kindarlığın gerçek yüzünü anlamış olalım:

Hz. Ömer, bir keresinde Hz. Peygamber (sav)'in sahabilerini giydirdi. Ancak dağıtılan elbiseler arasında Hz. Ali'nin iki oğlu Ha*san ve Hüseyin'e uyacak elbise bulunmadı. Bu sebeple Yemen'e kadar adam gönderip onlara elbise ısmarladı. Getirtip ikisini giy*dirince: "Oh! İşte şimdi rahatladım" dedi.

Yine Hz. Ömer birgün Hz. Hüseyin'i bir iş için çağırmıştı. Hü*seyin diyor ki:

- Halife Hz. Ömer'in emri üzerine gittim. Yolda oğlu Abdul*lah'a rastladım. Ona:

- Nereden geliyorsun, diye sordum. Bana:

- Halife Ömer'in huzuruna çıkmak istedim. İzin verilmedi, diye söyleyince "Öyleyse beni de içeri almazlar diye düşünerek" ben de gerisin geri döndüm. Ancak bu sırada Hz. Ömer'in bizzat ken*disine rastladım. Bana:

- Ya Hüseyin! Seni istemiştim, neden gelmedin, diye sorunca O'na:

- Ya Emir'el-Müminin! Oğlunuz Abdullah'a rastladım. O'nu huzurunuza almamışsınız. Bu sebeple ben de çekindim döndüm, diye cevap verdim. Bunun üzerine Hz. Ömer bana:

"Peki sen benim gözümde Abdullah gibi misin, sen Abdullah t*ibi misin?" (diye serzenişte bulundu) yani sen gözümde O'ndan. daha da ilerisin, demek istedi.

Muhaddis Tirmizi, Hz. Ömer'in, Hz. Ebu Bekir için:

"O bizim efendimizdir, en hayırlımız ve Rasulullah'm en çok sevdiği bir zat-i muhteremdir"dediğini kaydetmektedir.

Gerek Buhari'nin, gerekse İmam Hambelî'nin naklettikleri bir rivayette de şöyle denilmektedir:

"Hz. Ali'nin oğlu Muhammed bin El-Hanefiyye diyor ki: Baba*ma: "Hz. Peygamber (sav)'den sonra, insanların en hayırlısı kim*dir" diye sordum. Bana:

- Ebu Bekir'dir, diye cevap verdi.

- O'ndan sonra kimdir, diye sordum.

- Ömer'dir, dedi. Ben O'nun, "Osman'dır" demesinden çekmi*yordum. Ardından babama:

- Ondan sonra da sensin, öyle değil mi babacığım, dedim. Ba*bam:

- Hayır! Ben sadece müslümanlar arasında sıradan biriyim, di*ye tatlı-sert bir karşılık verdi.

Yine bir gün Hz. Ali'den, O'nun Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki kanaati soruldu. Soran kişiye:

- Bu konuda derin bilgileri olan birine rastladın, dedikten sonra

- Allah'a yemin ederim ki ikisi de birer hidayet rehberiydi. Ken*dileri en doğru yolda oldukları gibi başkalarına da doğru yolda ışık tuttular, ermiş birer mürşid idiler, ıslah edici yapıcı ve kurtarıcı idi*ler. Dünya lezzetinin, haramın ve hiç bir kötülüğün içlerine girme*diği tertemiz bir mide ve gönülle bu dünyadan ayrıldılar, cevabını verdi. Sonra da şunları ekledi:

- Allah Ebu Bekir ve Ömer'i kıyamet kopuncaya kadar O'nlar-dan sonra gelenler için birer örnek ve kanıt haline getirdi. Allah'a yemin olsun ki ikisi de kendilerine fazilette ulaşılamayacak kadar yüceldiler ve kendilerinden sonra yaşayacak insan kitleleri için, ıs*rarla uyulacak ve izlenecek eşsiz birer önder oldular.

Hz. Ali Küfe şehrinde davalara yargı makamında baktığı bir sı*rada adamın biri O'na gelerek:

- Ey insanların en hayırlısı! Şu meseleme de bir bakar mısın? Allah'a and olsun ki senden daha hayırlısını görmedim, diye hi-tab etti. Hz. Ali:

- Şunu yaklaştırın, bakalım, diye talimat verdi. Adam yaklaşın*ca Hz. Ali O'na:

- Sen Hz. Peygamber (sav)'i hiç gördün mü, diye sordu.

- Hayır, cevabını alınca bu kez:

- Peki Hz. Ebu Bekir'i ve Hz. Ömer'i gördün mü, diye sordu. Adam yine:

- Hayır, deyince bu kez ona:

- Bak! Eğer "Hz. Peygamber (savj'i gördüm" deseydin, boynu*nu vururdum. Yok eğer "Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'i gördüm" de*seydin bu sefer de muhakkak incitecek derecede sana bir sopa atardım, dedi.

Hz. Ali'nin yanında Hz.Ebu Bekir'den söz açıldıkça şöyle der-

- O hepimizi geçti. Canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki hangi hayırlı bir işe teşebbüs ediyor idiysek muhakkak Hz. Ebu Bekir bizi o işte geçerdi.

Devamı Sonraki Mesajda...
Hz. Ömer de ticaretle uğraşırdı. Devlet başkanı seçilince O'nun da kazancı kendisini geçindirmiyordu. Çünkü halkın dert*leriyle uğraşıyor, kendi işlerini ihmal etmek zorunda kalıyordu. Bu sebeple Hz. Peygamber (sav)'in sahabiierini toplayarak onlarla is*tişarede bulundu. Şöyle konuştu:

- Ben tacir bir kimseydim. Şimdi beni idarenizle meşgul et*miş bulunuyorsunuz. Devlet hazinesinden beni geçindirecek ka*dar bir maaş için ne dersiniz? diye sordu. Hz. Osman:

- Hakkındır, al ve ailene yedir, şeklinde bir cevap verdi. Said Bin Zeyd de o mealde konuştu. Fakat Hz. Ali de dahil olmak üzere diğerleri ses çıkarmadılar. Bunun üzerine Hz. Ömer Hz. Ali'ye hi*taben:

- Sen bu konuda ne dersin, diye görüşünü almak isteyince Hz. Ali;
- Sana ve ailenin geçimine yetecek kadarım ancak alabilirsin. Bunun dışında başka bir şey almaya hakkın yoktur, cevabını ver*di. Hz. Ömer pek de yumuşak olmayan bu cevap karşısında bir mükafat almış gibi
- Gerçek söz Ali'nin söylediği gibidir" diyerek memnuniyetini ifade etti.
Hz. Osman görevlilere maaş dağıttığı zaman kendi öz malın*dan da durumu iyi olmayanlara birer miktar verirdi. Zaten Hz. Os*man cömertliğiyle, sadakalarıyla ve Allah yolunda cihad için mal bağişlarıyla tanınan bir kimseydi.

Hz. Ali'nin durumu da Hz. Ömer gibiydi. Şimdi ise biz nerede, o büyük sahabiler nerede... Bugün devlet hazinesi diktatörlerin ta*sarrufu altında bulunmaktadır. Nasıl istiyorlarsa öyle harcıyor, har vurup harman savuruyorlar. Aynı zamanda onlara ayrılan örtülü ödeneklerin haddi hesabı yoktur.

Bütün bunlardan başkaca, dış bankalarda yurt dışına kaçırdıklan yığın yığın servetleri vardır. Halkın malından çalınarak dışarı*ya kaçırılmış olan bu servetler o kadar korkunç büyüklüktedir ki yabancı devletler bu paralarla geçinmektedirler. Bugün bu servet*lerin çoğu müslümanlarm başında bulunan adamlara aittir. Gerçi bu mal, mülk ve paraların hacmi ne kadar büyük olursa olsun yi*ne de onlara yetmeyecek ve yine de onlara yaramayacaktır.

Mesela Şah, memleketinin dışına kaçırdığı o muazzam servet*lere rağmen, İran'dan kaçtığı zaman, yer yüzünde kendisini barın*dıracak bir yer bulamadı. Bu O'nun, sadece dünyada çektikleriydi, ahirette ise O'nun ağır bir cezası vardır ki zalimler, cezalarını işte böyle bulurlar.

Belki de servet hakkında söylenecek sözlerin en hikmetlisi, büyük sahabi Ubade Bin Samit'in, fetihten önce Mısır Diktatörü Mukavkis'a dediği şu kelimelerde ifadesini bulmuştur. O'na şöyle demişti:

"Bütün dünya bizim olsa, şu anda sahib olduğumuzdan faz*lasını kendimiz için istemeyiz."

Şimdi de dört halife devrine, eşitlik açısından bir göz atalım:

Bir gün Hz. Ali'ye, biri Arap, diğeri ise (arap olmayan) onun azadlı cariyesi iki adın baş vurup yiyecek konusunda yardım iste*diler. Hz.Ali de onların her birine birer Ölçek buğday ile kırkar dir*hem para verdi. Cariye payını alıp gittikten sonra diğeri Hz. Ali'ye şöyle dedi:

"Ya Emir'el-Müminin [3] Bana da bu kadına verdiğin kadar ih*sanda bulundun. Halbuki ben Arabım, o ise Arap olmayan bir kö*ledir. Bunun üzerine Hz. Ali şu cevabı verdi:

- Ben Allah'ın kitabına baktım. İçinde Hz. İsmail (as)'in so*yundan gelenlerin, Hz. İshak (as)'m soyundan gelenlere üstün ol*duklarına dair hiç bir şey görmedim.

Bir keresinde de O'na Cu'da Bin Hubayra gelerek:

"Ya Emir'el-Müminin! Bazan sana (davacı ve davalı sıfatıyla) iki kişi gelir ki bunlardan biri, seni canından daha çok sevmekte*dir, öbürü ise, eline düşsen seni boğazlamaktan çekinmez. Sen tutup buna hak veriyor, ötekisini haksız çıkarıyorsun. Bu nasıl olur?" diye sorunca Hz. Ali O'nun ensesini okşayarak şu cevabı verdi:

"Bu Öyle bir meseledir ki benimle ilgili olsa lehimde davranı*rım fakat bu Allah'ın koyduğu bir (adalet) düzenidir. Aynen uy*gulanacaktır."

Hiç şüphe yok ki böyle davranan bu şekilde muamele etmeyi kendilerine şiar edinen idarecilerin işleri güçleri rast gidecek va*tandaşları onlara bağlılık gösterecek, kendilerini takdir edecektir.

Onlar da bu yüzden daima gönül rahatlığı, emniyet ve barış içerisinde yaşayacaklardır. Aynı zamanda her vatandaş, gerek ken*disinin, gerek malının ve namusunun güven içinde olduğunu gö*recektir. Bu suretle de arzulanan mutluluk gerçekleşmiş olacaktır.

Keza şüphe yoktur ki her toplumda kötülük yapmak, anarşi çı*karmak, şahsi menfaatlerini başkalarmkinden önde tutmak iste*yen unsurlar daima vardır. Fakat o devirde bu gibi kimseleri de as*la göz ardı etmemiş, onlara meydanı boş bırakmamışlardır. Bilakis bu gibi kimseleri daima takip altında tutmuş, öğüt kâr etmediği zaman da zor kullanarak onları doğru davranmaya mecbur etmiş*lerdir. Çünkü halifelerin bizzat kendi gidişatlarında, hal ve davra*nışlarında istikamet üzere olmaları bir dış baskının değil, sadece İslâmî terbiyenin, Allah sevgisi ve Allah korkusunun bir neticesiy-di. Hiç şüphe yok ki halifeler, ahlak ve anlayışlarını îslamdan al*mışlardı. Bu sebepledir ki eşsiz birer önder oldular.

Keza başında bulundukları o seçkin toplum da yine ahlak ve terbiyelerini İslamdan aldılar. Dolayısıyla Allah'ın koyduğu sınırla*ra daima saygılı kaldılar. Bu ölçüler içerisinde idarecilerine bağ*landılar, birbirlerini sevip saydılar. Her fert toplumun bütün fert*lerini kendisi için kardeş kabul etti. Dolayısıyla faziletli ümmeti oluşturdular. Tüm insanlığa öncülük edecek yüce meziyetlere, er*demlere sahip hayırlı bir ümmet oldular.

Madem ki herkes, doğruyu, iyiyi, güzeli tavsiye ediyor, kötü*lükten sakındırıyor, uyarıyor ve engelliyordu. Elbette ki sonuç bu olacaktı.

Sıradan şahıslar çıkıp devlet başkanını uyarabiliyordu. Onları doğru davranmaya, hakkın ve haklının yanında yer almaya davet ediyorlardı. Halifeler de bu nasihatleri kabul ediyor, vatandaşının uyarıları üzerine kendilerine daha bir çekidüzen veriyorlardı.

Bir keresinde Hz. Ömer minber üzerinde halka hitab ederken şöyle dedi:
"Ey Müslümanlar! Ben eğer başımla dünyaya meyledecek olursam (Çıkarcılık yaparsam) ne dersiniz?" Dinleyenlerden biri ayağa kalkıp kılıcıyla boynunu işaret ederek:
"Seni o zaman işte böyle yaparız!" (Yani seni keseriz) diye ce*vap verince Hz. Ömer:
"Bunu bana mı söylüyorsun?!" diye bir ifade kullanarak onun nabzını yokladı. Fakat aynı şahıs hiç çekinmeden:

"Evet ta kendine söylüyorum!" deyince Hz. Ömer bu kez o şahsa:

"Allah sana rahmet buyursun, dedikten sonra bir yamukluk yaptığım zaman beni doğrultacak bu bilinçteki vatandaşların, toplumumda bulunmasını müyesser kılan Allah'a hamd olsun"

diyerek memnuniyetini dile getirdi.

Yine o devirde kadınlar, işe gitmek üzere bulunan kocalarına her sabah:

"Allah'dan kork! Bize haram lokma yedirme, biz açlığa daya*nırız ama haram lokma yemeyi göze alamayız" diye onları uyarır*lardı.[4]

Bir gün adamın biri Hz.Ali'ye:


"Ya Emir'el-Müminin! Muhacirler ve ensar, nasıl oldu da Hz. Ebu Bekir'i seçtiler de seni seçmediler?" diye sordu Hz. Ali O'na şu cevabı verdi: '


"Hz. Ebu Bekir dört üstünlükten dolayı benden önce seçildi ki bu dört şey bende yoktu:

O benden önce müslüman olduğunu baştan beri açıkça ilan etme cüretini gösterebildi. Benden önce hicret etti ve Hz. Peygam*ber (sav) ile birlikte mağarada bulundu. Allah'a yemin ederim ki eğer Ebu Bekir meziyetlerini kaybetmiş olsaydı İslam dini iki dam*la gözyaşından daha ileri gidemeyecekti. İnsanlar da Talut'un ayak takımı seviyesinde kalırlardı. Yahu bilmiyor musun! Allah Te-ala insanları Kur'an-ı Kerim'de kötülerken Ebu Bekir'i övmüş bu*lunmaktadır. Şöyle buyuruyor:

"Muhammed'e yardım etmezseniz, bilin ki, inkar edenler O'nu Mekke'den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah O'na yardım etmişti. Arkadaşı Ebu Bekir'e "Üzülme, Allah bizimledir" diyordu. Allah Ebu Bekir'e rahmet ey*lesin.

Emevi ve Abbasi devirlerinde de ister Hz. Abbas'ın, ister Hz. Ali'nin soyundan gelsin, genel olarak tüm Haşimoğullarına karşı saygı gösterilirdi. Bu saygıya hem halk hem de resmi çevrelerde toplumun her seviyesi katılırdı. Bu meyanda Halifenin huzuruna Haşimilerden biri girdiği zaman O'na ilgi gösterir, yakınında bir yere oturtarak O'nu ağırlamaya çalışırdı. Ayrıldığı zaman da O'nu değerli ihsanlarla uğurlardı.

Bu konuda Abbasi halifelerinden Me'mun diğerlerinden daha da ileri gitmişti. Çünkü Hz. Ali soyunun o günkü büyüğü Ali Rıza'yı kendine veliaht seçmişti. Bu tutum hiç şüphesiz O'nun Hz. Ali so*yundan gelenlere ne kadar saygı gösterildiğini kanıtlamaktadır.

Ancak bu sülaleden gelenler de gerçekten önder, birer hidayet rehberi, alicenap ve ehli takva idiler. Bu sebeple de onlara layık ol*dukları değer veriliyordu. Bu durum, Hicretin üçüncü asrının son yarısına kadar, yani birçok kimsenin bu soydan geldiğini ileri sür*düğü, Batınilik akımlarının başını alıp yürüdüğü, Karmatiler, Zen*ci Hareketi ve Ubeydiler gibi bir takım sapık hareketlerin karışık*lık çıkarmaya başladıkları döneme kadar sürdü. Bu siyasi cereyan*ları organize edenlerin hepsi de Hz. Ali'nin soyundan geldiklerini ileri sürüyorlardı.

Halbuki bu doğru değildi. Bunlar başta kurulu düzeni tehdit etmeye ve müslüman toplumu karıştırıp anarşi çıkarmaya başla*dılar. Aynı zamanda bu akımlara paralel olarak, müslümanlardaki cihad ve mücadele ruhunu söndüren, zühd ve tasavvuf kisvesine bürünmüş başka akımlar da ortaya çıktı. Bunların amacı tekke miskinliği ile müslümanları uyuşturmak, İslam toplumunun dina*mizmini öldürmek ve böylece yıkıcı faaliyetlere karşı onları tepki ve direnç göstermeyecek duruma getirmekti. Aslında köken olarak tüm bu akımlar arasında ortak bir bağ bulmak mümkündür. Çün*kü hepsi de temelde îran Mecusiliği'ne dayanıyordu.

Bunun yanında Tenasüh, (İnsanın öldükten sonra ruhunun başka bir bedenle yeniden dünyaya gelmesi) ve Hulul (Haşa Al*lah'ın insan ve eşya ile birleşmesi) gibi ortak felsefi karakterler gös*teriyorlardı. Keza heves ve şehevi arzulan doyuma ulaştırmak açı*sından da İbahiyeciliği (cinsellikte sınırsız özgürlüğü ve mülkiyet*te ortaklığı) benimsiyorlardı. Bunu fırsat elde ettikleri zaman açık*ça savunuyor, imkan bulamadıkları zaman da gizlice uyguluyor*lardı. İşte o devirlerden itibaren bu sapık akımlarla müslümanlar arasındaki açı gitgide büyümeğe başladı.

îlk ayrılıkçı gruplar, kendilerine Ehl-i Şiat (Şiiler, yani Hz. Ali taraftarları) sıfatını yakıştırdılar. Bunların karşısındaki kitle ise müslümanlardı ki Ehl-i Sünnet olarak tanındılar.

Sonra müslümanlarca bilinmeyen bir takım yabancı fikirler, çeşitli felsefeler ortaya çıkıp yayıldı.

Hz. Ali'yi destekleyen ancak inançlarına herhangi bir şaibegirmemiş olanlar değişik isimler altında birtakım kamplara men*sup olmalarına rağmen yine de müslüman sayılıyorlardı. Buna mukabil, inançlarına yabancı ve batıl fikirler karışmış fırkalar da vardı ki müslüman ya da şii olduklarını ileri sürmelerine rağmen müslüman değildiler.

Gerek Emeviler, gerekse Abbasiler döneminde Ehl-i Beyt'in [2] uğradıkları baskı, işkence ve katliamlara gelince, aslında bu fela*ketler onlarla sınırlı kalmadı.

Bilakis Ehl-i Beyt olsun veya olmasın iktidar sevdasında olan*ların ve ayaklanan halk kitlelerinin hepsini birden kapsadı. Mese*la bu olaylarda kurban giden Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin Ehl-i Beyt'ten idi, ama Zübeyir Bin Avam'ın oğlu Abdullah Ehl-i Beyt'ten değildi.

Keza Hz. Hüseyin'in torunu Zeyd Bin Ali Ehl-i Beyt'ten idiyse de Amr Bin Said Bin El-As Ehl-i Beyt'ten değildi. Ehl-i Beyt üzerin*deki bu korkunç baskılar Abbasiler devrinde de devam etti.

Mesela Halife Mansur, Hz. Hasan'ın torunları olan Muhammed ve kardeşi İbrahim'i öldürdüğü gibi kendi öz amcası Abdullah Bin Ali'yi de öldürdü. Keza Ebu Müslim'i Horasanî'yi de öldürdü. De*mek ki bu siyasi cinayetler sadece Ehl-i Beyt ile sınırlı değildi.

Bilakis hangi sülaleye mensub olursa olsun yönetime karşı olan herkesi tehdit ediyordu. Baş olma sevdası her şeyin üzerinde ve en büyük amaç haline gelmişti öyle ki bu uğurda boyuna kanlar akıtılıyordu. Kişi kendi aile efradına, kendi çocuklarına karşı bile kanlı mücadeleler veriyordu.

Bütün bu şartlara rağmen yönetime karşı ses çıkarmayan, si*yasi olayların içine girmeyen Ehl-i Beyt'den diğer zevat, sosyal mevkilerini ve saygınlıklarını koruyorlardı. Statüsü ne kadar yük*sek olursa olsun hiç bir kimse bu zevata dokunamaz, yıpratamaz, prestijlerini düşüremezdi.

Mesela bunlardan: Hz. Hüseyin'in oğlu Ali Zeynelabidin, Mu-hammed Bakır, Cafer-i Sadık, Ali Rıza, Muhammed El-Cevad, Aliyyül-Hâdî, Hasan El-Askeri ve bunlardan önce yaşamış olan Hz. Ali'nin oğulları Hz. Hasan ve Muhammed Bin El-Hanefiyye bu gibi durumlara maruz kalmamışlardır. Nadiren aleyhlerinde bir ihbar olmuşsa da Halife araştırmış nihayet gerçeği öğrenmiş ve gördükleri çirkin muameleden dolayı onlardan özür dilemiş, hat*ta kendilerini uygun ihsanlarla memnun etmiştir.

Sırf müslümanları bölmek, onları zıt kamplara ayırmak ama*cıyla abartılarak sansasyonel biçimde zaman zaman anlatılan bu zulümler aslında onların dışındakilere yapılanların aynısıydı.

Hakikatte aralarında bir inanç ve düşünce ihtilafı da yoktu. Di*ni inanç farkları daha sonraları garazkâr ve kötü niyetli odaklar ta*rafından îslama karıştırıldı.

Devirler sonra yaşayan nesiller bu meseleleri iyi araştırıp doğ*ru şeklini tesbit etmedikleri için onları oldukları gibi kabul etmek gafletinde bulundular.[3]

--------------------------------------------------------------------------------
[1] İki taraf dan maksat Hz. Ali İle Muaviye'dir. (Mütercim)

[2] Eh!-i Beyt: Hz. Peygamber'in torunları Hasan ve Hüseyn'in soyundan gelenlere denir. Ayrıca Hasan'ın soyundan gelenlere Şerif, Hüseyn'in soyundan gelenlere Seyyid denir. (Mütercim)

[3] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/297-308.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Hulefa-i Raşidin, Raşid, dürüst, doğru yolda olan, rüşdüne ermiş, hali*feler demektir ki bunlar: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'dir. (Mü*tercim)

[2] Cariye: kadın köle

[3] Ey Mü'minlerin Başkanı demektir. Dört Halife devrinde vatandaşlar dev*let başkanına böyle hitap ederlerdi. (Mütercim)

[4] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/283-294.
Hicretin 12. senesinde Hz. Ebu Bekir'in (ra) zamanında yalancı peygamber Müseyleme'ye karşı Yemame'de savaş açılmıştı. Bu savaşta sahte peygamberler ve destekçileri bertaraf edilmiş, ancak Hz. Ömer'in çok sevdiği fedakar kardeşi Zeyd de şehit olmuştu.
Baba bir ana ayrı olan Zeyd'in ölümüne çok üzülen Hz. Ömer (ra), bir gün Medine'de Mütemmim'le karşılaştı. Mütemmim de, aynı savaşta öldürülen kardeşi Malik için içli şiirler söyleyerek gözyaşı döküyordu. Hz. Ömer, eğer ben de senin gibi güzel şiir söyleyebilseydim kardeşim Zeyd için içli şiirler söyler kendimi birazcık olsun teselli ederdim, dedi. Mütemmim'in cevabı farklı oldu: 
-Ey Ömer dedi, şayet benim kardeşim de senin kardeşin Zeyd gibi Müslümanlar safında müşriklere karşı savaşırken ölseydi ben üzüntülü şiirler söylemez, aksine sevinçli mersiyeler dizerdim. Ne yazık ki benim kardeşim müşriklerin safında Müslümanlara karşı savaşırken öldürüldü. Üzüntümün şiddeti imandan mahrum olarak gitmesindendir.. 
Bu değerlendirmeyi dinleyen Hz. Ömer, Beni şimdiye kadar böylesine gerçekçi sözle kimse teselli etmedi, diyerek rahatladı.. 
Kısa bir müddet sonra Yemame'de savaşan taraflar barışı sağlayarak birçok kimse imanla şereflenmiş, hatta bazıları da Medine'ye gelerek çarşı pazar rahatça dolaşır hale bile gelmişlerdi. İşte bu sırada Hz. Ömer, kardeşi Zeyd'i şehit eden adamla Medine çarşısında karşı karşıya geldi. Acısını içine gömerek sorusunu şöyle sordu: 
-Kardeşim Zeyd'i şehit eden sen misin? Adam sakin bir sesle cevap verdi: 
-Ya Ömer, dedi. Üzüntünün derinliğini anlıyorum. Ancak beni önce bir dinle. Ben senin adaletine güveniyorum. Sonra ne istiyorsan onu yap, diyerek inancını şöyle anlattı: 
-Zeyd o savaşta beni küfür üzere iken öldürse de şu anda kavuştuğum iman nimetinden beni mahrum etseydi, Zeyd ne kazanırdı beni imansız olarak cehenneme göndermekle?.. Bununla da kalmadı devam etti: 
-Ama dedi, Rabb'imin rahmetine bak ki, Zeyd'in eliyle beni cehenneme göndermedi, beni koruyup iman nasip etti. Benim elimle de Zeyd'e şehitlik verip cennetin şehitlik makamına yüceltti. Konuyu şöyle bağladı: 
- Sen bu İlahi takdirin hangi yanından üzüntü duyuyorsun ya Ömer? Benim Zeyd'in eliyle küfür üzere ölmeyip bana iman nasip etmesinden mi, yoksa Zeyd'in savaş şartları içinde benim elimle şehit olup da cennetteki şehit makamına yükselmesinden mi? Kaldı ki işte ben artık inkardan vazgeçerek imana gelen mümin kardeşiniz olarak adaletinize teslim oluyorum. Artık takdir sizin yüce adaletinizdedir!.. Bu sözleri derin bir tefekkürle dinleyen Hz. Ömer'in bir vasfı da vakkaflıktı. Yani doğruyu bulunca anında fren yapıp durmak!. Yine öyle oldu. Aynı vasfını burada da göstererek dedi ki: 
-Şükrederim Rabb'ime ki, savaşta kardeşimin şehadetine sebep olan katiline, barışta iman nasip ederek bize din kardeşi eylemiş. Adaletimize güvenerek de gelip bize teslim olmakta mahzur görmemiş.. Sözlerini şöyle bağlar Hz. Ömer: -Tut elimden de birlikte dolaşalım seninle Medine çarşısında. Kimse seni düşmanlık duygusuyla karşılamasın bundan sonra. Biz seninle din kardeşiyiz artık. Savaş gitmiş barış gelmiştir!. Ve savaştaki kardeş katiliyle barışta kol kola yürürler Medine sokaklarında.. Anlaşılan odur ki, barışta bize güvenip iltica eden samimi insanlara karşı bizim tavrımız da, Hz. Ömer misali kardeşçe olacaktır. Yeter ki mültecilerimiz ilticalarında samimi olsunlar, birlik beraberliğimizin de samimi savunucusu durumuna gelmiş bulunsunlar, bir aykırı düşünceleri söz konusu olmasın

AHMET ŞAHİN

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...