25 Temmuz 2018

Alaaddin Başar (Prof.Dr.)

Alaaddin Başar (Prof.Dr.) 

1947 yılında Erzurum’da doğdu. İlk, orta ve yüksek tahsilini aynı ilde tamamladı. 1969 yılında İşletme Fakültesinden mezun oldu. 1970 yılında asistan, 1974’de doktor, 1978’de doçent, 1988’de profesör oldu. Aynı fakülteden 2011 yılında emekli oldu. Şuan tüm mesaisini iman ve Kur’an hizmeti ile geçirmekte, bu sahada eserler telif etmekte, ilmi çalışmalar yapmaktadır. 2008 yılından bu yana devam ettirdiği uzun soluklu bir çalışma olacak video ve kitap formatında hazırlanan “Sorularla Sözler” isimli programın çekimleri halen devam etmektedir. Aynı zamanda Mesnevi-i Nuriye üzerine de çalışmalar yapmakta, video ve yazılı olarak istifadeye sunmaktadır. Alaaddin Başar Bey’in çalışmaları internet üzerinde, Sorularla İslamiyet ve Sorularla Risale sitelerinde, kitap ve makale çalışmaları da Zafer Yayınları ve Zafer Dergisinde yayınlanmaktadır. 
http://www.alaaddinbasar.com

BİR KİTAP OLARAK LEVH-İ MAHFÛZ VE ÜMMÜ’L KİTÂB


LEVH-İ MAHFÛZ VE ÜMMÜ’L KİTÂB ile ilgili görsel sonucu

LEVH-İ MAHFÛZ VE ÜMMÜ’L KİTÂB
GİRİŞ
Kur'an konusunda doğru bilgiyi elde etmek, Kur'an kavramlarını yerinde ve doğru anlamakla mümkündür. Kur'an‟ın anlaşılması ve yorumlanması noktasında geleneksel anlayışlara baktığımızda ayetlerin anlaşılmasında bir çok unsurun etkili olduğu görülmektedir. 

Gerek kültürün gerekse ön kabullerin etkisi altında bir yorum anlayışı bir çok Kur'ani kavramın yanlış anlaşılmasına veya anlam kaymasına uğramasına neden olmuştur. Kur‟an, doğru ile yanlışı ayıran bir ölçüt olması açısından bir bilgi kaynağıdır. 

Ancak onun bilgi kaynağı olma özelliği kullandığımız dilin kavramsal yapısı ile Kitab‟ın kavramsal yapısı arasındaki uyumun anlaşılmasına bağlıdır. Bunun için de Kur‟an kelimelerinin nasıl bir kavramsal örgü meydana getirdiğine dikkat edilmelidir.

1 Zira Kur'an‟ın saf fikir yapısını anlayabilmek öncelikle herhangi bir önyargıdan uzak olarak nesnel bir okumaya bağlıdır. Bu yüzden Kur‟an kavramları, ekollerin düşünceleri doğrultusunda değil, bizzat Kur‟an odaklı düşünce sistemi içerisinde anlaşılmalıdır. Aksi halde kelimelere yüklenen anlamlar Kur'an‟la test edilmezse, Kur'an dışı bir zihniyete neden olması kaçınılmazdır.

2 Ancak bütünlük sağlanırsa Kur'an‟ı merkeze almış ve O‟nu doğru anlama imkanını elde etmiş oluruz. Zira Kur'an çelişkiden uzaktır.

3 Kur‟an kelimeleri, birbirine karıştırılmaması gereken farklı anlam alanlarına sahiptir.

4 Kur‟an‟ın odak terimlerinden olan kitap kelimesi de böyle bir özellik taşımaktadır. Konuşma dilinde kitap denilince her zaman belirli bir anlamı vardır. Kelimenin bu sürekli manasına esas mana denir. Yani esas mana kelimenin her zaman taşıdığı asıl manadır. Fakat kelimenin anlamı sadece bundan ibaret değildir. İzafi mana ise kelimenin içinde bulunduğu özel sistemden ve bu sistemdeki diğer kelimelerle olan ilişkisinden kazandığı özel anlamdır.

5 Bu nedenle kelimelerin dilsel anlamının tespiti ve Kur‟ani sistem içinde kazandıkları yeni manaların kavranması Kur'an‟ın bütünlüğü içinde mümkündür.

6 Bu açıdan Kur'an kavramları içerisinde önemli bir anlam zenginliğine sahip olan bir terim de kitap kavramıdır. Kuran‟ın kitap olarak ifade ettiği levhi mahfuz ve ümmü‟l kitab kavramlarının doğru anlaşılması da bu açıdan önemlidir. Ayetlere baktığımızda bu iki kavram farklı anlamlar içerisinde kullanılmaktadır. Konu bütünlüğü ve ayetlerin anlam alanları dikkate alındığında farklı anlamlara geldiği görülmektedir.

 1. KİTAB-I MEKNÛN: LEVH-İ MAHFÛZ 
Kur'an‟da vahyin indirilişi ile bağlantılı olarak en çok tartışma konusu olan kavramlardan birisi de levh-i mahfûz kavramıdır. Bu kavram tamlama şeklinde sadece bir ayette geçmektedir. “O, Levh-i mahfûzda olan yüce bir Kur'an‟dır.” Ayetteki levh kavramı, sözlükte geniş ve yassı tahta, düz satıh, kürek kemiği veüzerine yazı yazılan nesne anlamlarına gelmektedir. Çoğulu elvah olan bu kavram Hz. Musa‟ya verilen Tevrat levhaları için de elvah  ifadesiyle kullanılmıştır.

 Ayrıca Hz. Nuh‟un gemisine de tahtalardan yapılmış anlamına gelen “zât-ı elvâh” denilmiştir. Tamlamadaki mahfûz kelimesi ise korunmuş, muhafaza edilmiş anlamlarına gelmektedir. Buna göre levh-i mahfûz kavramı korunmuş, muhafaza edilmiş levha demektir. 

Ayrıca ayetteki mahfûz ifadesini “levh”in değil de Kur'an‟ın sıfatı olarak okuyarak anlam verenler de vardır. Bu durumda anlam “korunmuş olan Kur'an bir levhadadır” şeklinde olmaktadır. Ancak böyle bir anlam verilirse ayetin ifade etmiş olduğu bu özel kavramın anlam alanı bozulacağı için özel bir tanımlama olan levh -i mahfûz kavramı ortadan kalkacaktır. 

Ragıb İsfehani, levh-i mahfûzun Kur'an‟da “el-Kitab” kelimesi ile ifade edildiğini fakat içeriği hakkında bilgi verilmeyip insanın anlayışına kapalı bir alan olduğunu söylemektedir. Kitab kelimesiyle bağlantı kurduğu bu kavramı ayetlere dayanarak her şeyin sayılıp kendisinde kaydedildiği, yer ve gökteki bütün gizlilikleri kapsayan, olacak her şeyin bütün bilgilerini saklayan bir kavram olarak yorumlamaktadır. 

İbni Teymiye, levh-i mahfûzu Kur'an‟ın indirilmeden önceki yazılı olduğu levha olarak anlarken Zerkani, Kur'an‟ın asıl nüshasının levh-i mahfûzda olduğunu, elimizdeki mushafın da bu asıl nüshaya uygun olarak tertip edildiğini savunmaktadır.

 Bu bakış açısına göre Kur'an‟ın indirilmeden önce tamamen bu levhada yazılı olduğu iddia edilmektedir. Elmalılı ise levh-i mahfûzu yazıcı meleklerin ilahi ilmi kaydettikleri yer veya semavi kitapları oradan istinsah ederek Cebrail‟e sundukları bir makam olarak düşünmektedir.

Görüleceği gibi Kur'ani bir kavram olan levh-i mahfûz hakkında birbirinden çok farklı yorumlar dikkati çekmektedir. Tartışmalara baktığımızda levh-i mahfûzun, Kur'an‟daki kitâb, kitâb-ı mubîn, imâm-ı mubîn, kitâb-ı meknûn, kitâbu‟n hâfız ve ümmü„l-kitâb kavramlarıyla ilişkili olarak yorumlandığını görmekteyiz. Bu kavramın anlam çerçevesi oldukça genişletilerek Kitap kavramı ve türevleriyle eşitlenmiştir. 

Buna göre levh-i mahfûz, kader ve kaza levhası, ilahi ilim, ümmü‟l kitab21, mele-i a„lâ„da bulunan bir levha, ulvi ve sufli aleme dair bütün halleri içeren bir kitab23, külli nefs , gökyüzünde yedinci tabakada bulunan bir levha, varlığa ait genel yasalar, hakikatlerin tasvirini içine alan bir nesne, Kur'an‟ın bizzat kendisi, bütün ilahi kitapların çoğaltıldığı levha şeklinde yorumlanarak çok geniş bir anlam alanına sahip olmuştur. 

Yapılan bu yorumların yanı sıra daha farklı ve ilginç güncel yorumlar da yapılmaktadır. Bazı yazarlar, levh-i mahfûzla insan hafızası arasında ilişki kurarak bu kavramı insan hafızasının evrendeki karşılığı olan evrenin hafızası olarak farklı bir şekilde tanımlamaktadır.

 Başka bir bakış açısına göre de levh-i mahfûz, tüm kainatın kitabı, Kur'an ise bu kainat kitabının bir parçasıdır. Bir çeşit bilgi işlem merkezi olarak yorumlanan bu kavram ilahi kayıt merkezi olarak görülmektedir. Bu anlayışa göre bu kavram tüm kainatın idare kanunlarının yazılı olduğu ve bütün varlıkların geçmiş ve geleceklerinin kayıtlı olduğu bir merkezdir.

Tartışmalardan da anlaşılacağı gibi bu kavram hakkında yapılan yorumların birbiriyle çelişkili ve Kur'an açısından tutarsız olduğu görülmektedir. Soyut bir kavram olan levh-i mahfûz hakkındaki tanımlamalar herkesin kendi somut düşünce yapısını yansıtmaktadır. Sözkonusu kavramla ilgili tanımlamaların üzerinde en çok yoğunlaştığı alan ilahi ilimle ilgilidir. 

Genelde bu kavramla, kitap kavramı ve ilahi ilimle ilişkilendirilerek sonsuz ilmin sembolik anlamda somutlaştırılması sağlanmıştır. İlahi ilmin tümüyle yazılı olduğu levha olarak yorumlanan levh -i mahfûz kavramı, ümmü‟l kitab kavramıyla eş anlamlı görülerek ilahi ilmin anlam alanına sokulmuştur. 

Halbuki farklı bir anlama gelen ümmü‟l kitab kavramı ana kitap olarak ifade edilen kanunlar bütününü simgelemektedir. Genel anlayışa göre sonsuz ilahi ilmi sembolize ettiği düşünülen ve vahyedilen bütün ilahi kitapların ana kaynağı olan Ümmü‟l kitab/Ana kitap levh-i mahfûzla aynileştirilmektedir. 

Böyle bir anlamlandırmada etkili olan unsur kitap ve ilahi ilim kavramlarının ayetlerde birlikte kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki böyle bir tanımlamaya ayetler imkan tanımamaktadır. Hiçbir şeyin ilahi bilgi dışında gerçekleşmeyeceğini, her şeyin ilahi bilgi içerisinde olduğunu vurgulayan bu tür ayetlerin ilahi ilmin bir kitap içinde olduğu şeklinde lafzi olarak yorumlanması tutarsız düşünceleri beraberinde getirmiştir. 

Kur'an‟da varlıklara ait kader levhası, ilahi bilgi hazinesi, Kur'an‟ın tamamıyla kayıtlı olduğu makam ve insanların amellerinin kaydedildiği levha şeklinde anlaşılan levh-i mahfûz kavramıyla ilgili herhangi bir bilgi yoktur. Ancak ayetlerde yer alan Kitab, Kitab-ı Mübin , İmam-ı Mübin ve Ümmü‟l Kitab kavramları farklı anlamlara gelmesine rağmen genel anlayışa göre levh-i mahfûz olarak yorumlanmıştır. 

Bu anlayışa göre her şeyi bilen ve kuşatan ezeli ilahi ilim levh-i mahfûz olarak isimlendirilen bir kitapta kayıtlıdır ve her şey ilahi ilim
tarafından takdir edilip kader kitabı olan levh-i mahfûza yazılmıştır. İlahi bilgi hazinesi olarak kabul edilen bu kitap sonsuz ilahi ilmi sembolize etmektedir. 

 Erken dönem kader tartışmalarına baktığımızda levh-i mahfûz, kitap ve ümmü„l-kitâb kavramlarıyla bağlantı kurularak ilahi ezelî bilgi ve kader problemi etrafında ele alınmıştır. İnsan davranışları ezeli ilahi ilmin içerisine sokulmuş ve hafaza meleklerinin insan fiillerini asıl nüsha olan ümmü‟l kitabdan istinsah ettikleri ve insanların buradaki kayda göre amelde bulundukları iddia edilmiştir.

 Bu tartışmalardaki cebir anlayışını reddetmek amacıyla Ebu Hanife, levh-i mahfûzu farklı bir şekilde yorumlamaya çalışmıştır. Ona göre her şeyi kuşatan ezeli ilahi ilim varlıkları yaratmadan önce ezelde bilir. Varlığı takdir ve tayin edendir. 

Her şey ilahi irade, ilim, kaza ve kader iledir. Allah her şeyi levh-i mahfûza kader ve hüküm olarak değil vasıf olarak yazmıştır. Görüleceği gibi levh-i mahfûz insan davranışlarını da içine alan ilahi ilmin yazılı bir yansıması olarak kabul edilmektedir. İlk dönem hadis kaynaklarındaki rivayetler de levh-i mahfûz kavramına yüklenen anlamları yansıtması açısından oldukça dikkat çekicidir.

Buhari‟deki rivayetlerde levh-i mahfûz, ümmü‟l kitab, aslu‟l kitab ve cümletü‟l kitab kavramlarının birbirinin yerine kullanıldığı görülmektedir.

 Kimi rivayetlerde İlahi emirlerin tamamının bulunduğu bir levha olarak kabul edilen levh-i mahfûz kimi rivayetlerde ise ezeli ilmin bir yansıması olarak kader ve kaza levhası olarak tanımlanmaktadır. 

Görüleceği gibi rivayetler, insan açısından tecrübe dışı olan ve sadece Allah ile Hz. Muhammed arasında gerçekleşen konuşmanın mahiyetini açıklamaya yönelik olması gerekirken, içerik açısından Kur'an‟ın açık ve nesnel olan anlam delâletini, oldukça karmaşık gizemli bir hale getirmiştir. 

Aslında levh-i mahfûzun keyfiyetini izah eden bu rivayetler, farklı iki alandan bahsetmektedir. Bunlardan bir kısmı, Allah-insan ilişkisinde insanın kaderi, diğer bir kısmı ise Allah-elçi ilişkisinde şeriatların kaynağı ve aslı ile ilgilidir. Öyleyse insanların Kur'an kavramlarını ve delâletlerini, içinde yaşadıkları toplumun kültür ve tarih kodları içerisinde yorumlamaları, Kur'an‟ın kendine yeten dilsel delâletini ve anlam sınırlarını zayıflatmıştır.

levh-i mahfûz kavramının içeriğini felsefi düzlemde ele alarak farklı izah tarzı geliştirmişlerdir. Farâbî, Kur'an‟da geçen kalem, levh ve kitâb kavramlarını sembolik göstergeler olarak ele aldığı için Allah-varlık ilişkisini bilgivarlık ilişkisine çevirmektedir. Ona göre Kalem, yazma işlevi gören somut bir alet; levh, üzerine yazı yazılan basit bir nesne ve kitâb da belli işaretlerin kaleme alınması anlamına gelmemektedir. Kalem, emr alemindeki manaları alır ve ruhanî bir yazma ile bu manaları levhe iletir. Bu durumda kaza, kalemden; takdîr de levhten doğmaktadır. 

 İbni Rüşd ise levh-i mahfûzu, iç ve dış sebeplerden oluşan Allah‟ın insanlarla ilgili olarak yazdığı, değişmeyen kaza ve kaderi olarak anlamaktadır. Allah, sebeplerin var olma illeti olduğu için söz konusu sebepleri ve sebepleri gerekli kılan hususları bilir. Bu nedenle bu sebepleri Allah‟tan başkası kuşatamaz. Allah‟ın gerçek anlamda gaybı sadece kendisinin bilmesinin anlamı da budur. Dolayısıyla sebeplerin bilgisi gaybın bilgisidir. Buna göre gayb, varlığın var oluşunu veya var olmayışını bilmekten ibarettir.

Böylece İbn Rüşd, Allah ile diğer varlıklar arasındaki ilişkiyi, içsel ve dışsal illetlerin oluşturduğu bir yasa şeklinde yorumlayarak bu yasanın ezelî bilgi kapsamında insanları da içerdiğini kabul etmektedir. Cürcani, levh-i mahfûzu küllî nefis ve kitâb-ı mubîn olarak yorumlayarak kendi içerisinde dört levha ile tanımlamaktadır. Bu bağlamda Levh, kitâb-ı mubîn ve nefs-i küllî„dir. Dört çeşit levha vardır. Kazâ levhası, mahv ve isbâttan önce gelir. Bu, ilk akıl levhasıdır. 

Kader levhası ise küllî nefs-i natıka levhasıdır. Bunda ilk levhanın küllîleri ve ilişkili oldukları sebepler ayrıntılı olarak bulunur. Bu levha, levh-i mahfûz olarak isimlendirilmiştir. Nefs levhası ise alemdeki her şeyin şekil, görünüm ve miktarının resmedildiği dünya seması olarak isimlendirilen cüz-i semâvîyyedir. Bu levha, hayal-i âlem mesabesindedir. İlk levha, âlemin ruhu, ikincisi kalbi gibidir. Heyûlî levha ise, şehâdet alemindeki sûretleri içeren levhadır.

 Fahreddin Razî ise levh-i mahfûzu kitâb kavramı ile ilişkilendirerek iki farklı kitap anlayışı geliştirmiştir. Ona göre Allah‟ın katında iki kitâb vardır. Bunlardan ilki yaratmayla ilgili olup bunu melekler mahlukat için yazarlar. Bu kitâb, silme ve tesbit etme yeridir. İkinci kitâb ise levh-i mahfûzdur. Bu kitâb, ulvi ve sufli alemle ilgili bütün hallerin belirlendiği bir kitaptır. 

 Tanımlamalardan görüleceği gibi levh-i mahfûz, varlık ve kader tartışmaları bağlamında ilahi bilgiyi ve alemdeki düzenin sebep-sonuç yasalarını içeren bir kitap olarak yorumlanmıştır. Felsefî yorumlara bakıldığında bu kavram insan ve kaderini içeren kapsayıcı bir bilgi levhası olarak kabul edildiği gibi fizik yasalarını içeren bir levha olarak da görülmektedir. Buna göre levh-i mahfûz, ezeli ilahi ilmin kapsamı içerisinde bütün varlıkların kaderini içeren bir kitap olarak anlaşılmaktadır. 

Böyle bir anlamlandırma sürecinde bu kavram, Kur'ani kavramlardan olan Kitâb, Ümmü„lkitâb ve Kitab-ı mübin gibi farklı anlam alanlarına sahip kavramlarla aynileştirilerek anlam kaymasına uğramıştır. Kur'an‟ın nüzul süreciyle ilgili olan bu özel kavram hakkında yapılan tartışmalara bakıldığında bir kavram kargaşası yaşandığı ortadadır. 

Konuyla ilgili Ayetler bütünlük içerisinde ve Kur'an zemininde ele alınmış olsaydı bu anlam kaymasının önüne geçilebilirdi. Vahiy süreci içerisinde vahyin kaynağı olan Allah ile vahiy meleği Cebrail arasında ontolojik bir zorunluluğun sonucu olan bu özel alan tamamıyla vahiyle ilgili bir kavramdır. Bu anlamda levh-i mahfûz emir alma merkezi olup emirlerin verildiği yeri ifade eden mecazi bir kavramdır.

Yaratıcı bu kavramla vahye karşı şüphe ve şartlanmışlık içerisinde olan inkarcılara karşı elçisiyle arasındaki mesajın gerçekliğini ve korunmuşluğunu vurgulamaktadır51 Bu yüzden levh-i mahfûzu ilahi ilmin tümüyle yazıldığı bir kitap veya levha olarak kabul etmek ayetin anlam örgüsüyle uyuşmamaktadır.

 Önyargılı ve tahmine dayalı yapılan yorumlar farklı anlamlandırmalara neden olmuştur. Levh-i mahfûzu ilahi bilginin kayıtlı olduğu bir mekan veya kitap olarak algılamak, ilahi sıfatlara mekan izafe etmek anlamına gelecektir ki bunun Kur'an‟dan dayanağı yoktur. 

Böyle düşünüldüğü takdirde sonsuz olan ilahi ilmin yazıldığı sonsuz sayfalar gerekecek ve bu kitap da Allah‟ın yanında bulunacaktır. Varlık boyutu olarak aşkın bir varlık için bunu düşünmek muhaldir. Zira bu durumda Yaratıcı‟nın yanında ezeli olan başka nesnelerin varlığını kabul etmek gerekecektir ki varlıksal açıdan böyle bir şey imkansızdır. 

Bu yüzden levh-i mahfûzun yeriyle ilgili yedi kat semanın üstünde, doğu ve batı arası kadar bir yerde gibi rivayetler bu maddi kitap için yer arama sorununun bir yansımasıdır. Mekan problemini aşmak için levh-i mahfûzun ilahi bilgiyi sembolize eden soyut ve sembolik bir kitap olduğu iddia edilirse, Yüce Yaratıcı‟nın böyle bir şeye ihtiyacı yoktur ve ayetler böyle bir imada bulunmamaktadır. 

Zira ilahi bilgiyi somut veya soyut olarak bir kitapta toplamak, onu sınırlandırmak anlamına gelecektir. İlahi bilgiyi en güzel şekilde ifade eden ayet böyle bir anlayışı reddeder niteliktedir: “Yeryüzündeki ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, sonra yedi deniz daha eklense Allah‟ın sözleri yazmakla tükenmez. Çünkü Allah kudret ve hikmet sahibidir.” 

 Levh-i mahfûz konusunda yapılan yanlışlardan birisi de bu kavramın ilahi ilimle eşit görülmesidir. İlahi ilim, levh-i mahfûzda yazı ile yazılarak sağlamlaştırılmış olduğu kabul edildiği için değişmeyen bu kitap, cüzi ve külli her şeyi kapsamaktadır.

 Kitab-ı mübin olarak kabul edilen ilahi ilim bazı faydalardan dolayı bu kitaba yazılmıştır. Yaratıcı bu halleri levh-i mahfûza, meleklerin ilahi ilmin malumata nüfuz ettiğine, yerde ve gökte hiçbir şeyin ilahi bilgi dışında olmadığına vakıf olmaları için kaydetmiştir. Böylece levh-i mahfûz için görevlendirilmiş bulunan melekler bu alemin sayfalarında meydana gelecek şeyleri bu kitapla karşılaştırırlar. Böylece de bunların levh-i mahfûzdaki kayıtlara uygun olduğunu görürler.

Halbuki görevli meleklerin irade ve tercih yetileri olmadığı için böyle bir kıyasta bulunma yetkileri yoktur. Böyle bir karşılaştırma yapmak da onların görevleri açısından mantıksızdır. Zira bütün mevcudatın hallerinin detaylı bir biçimde böyle bir kitaba kaydedilmesi anlayışı, ilahi ilmin değişmez olduğunu ıspatlama çabalarına yönelik bir endişedir. 

Ancak ayetlere bakıldığı zaman böyle bir düşünceyi savunmak mümkün değildir. Olmuş ve olacak her şeyin yazılı bulunduğu kitap olarak kabul edilen levh-i mahfûzdaki bilginin ezelde kesinleşmiş bilgi mi, yoksa ezeli imkanlar arasından hür ilahi ve insani irade tarafından seçilerek fiili duruma geçen şeylerin bilgisi mi olduğu konusu da tartışmalıdır. 

Levh-i mahfûzda bizzat ezelde seçilmiş ve belirlenmiş şeylerin değil de sadece ezeli imkanlar arasından ilahi ve insani irade tarafından seçilmelerinden sonra fiili duruma geçen şeylerin bilgisinin kayıtlı olduğu düşünceside problemi çözmemektedir. 

Çünkü bu düşünce de levh-i mahfûzda insan davranışlarının bizzat reel varlıklarının yazıldığını onaylamaktadır. Kur'an‟da levh-i mahfûzla eş anlamlı olarak kullanılan bir diğer kavram Kitab-ı Meknun kavramıdır. Levh-i mahfûz kavramında olduğu gibi bu kavram
 ---------
Yüce Yaratıcı, ezeli ilmi ile insanların sevap günah rızık ecel gibi bütün hallerini bilir. Çünkü ilk yarattığı şey kalem olup onunla yaratıkların mukadderatını levh-i mahfûza yazmıştır. Levh-i mahfûz ilahi plandır ve kesin olarak hatasızdır. 

İlahi takdir ilme tabidir. Bir şeyi nasıl olacaksa öyle bilmiştir ve öyle hükmetmiştir. İlim müessir değildir. Takdir, her yaratılanı güzellik, çirkinlik, faydalı ve zararlı olma hallerinden hangisiyle ilgili olacaksa zaman ve mekan yönüyle tahdit ve tayin etmektir. 

Ancak insanların elinden irade alınmamıştır. Saadet ve şekavetin yolunu insan kendi iradesiyle tutar. Her şey Allah‟tandır demek yaratma ve takdir yönünden O‟na aittir demektir. Bizdendir demek ise kesb ve irade yönünden bize aittir, demektir.

hakkında da çok farklı yorum ve tartışmalar yapılmıştır. Yapılan bu tartışmalar daha çok ifadenin geçtiği ayetten sonraki ayetlerle bağlantılıdır. Kitab-ı meknûn kavramı ayette şu bağlam içerisinde geçmektedir: “Doğrusu O, Kur'an-ı Kerim‟dir. Saklı bir Kitaptadır. 

Ona arınmış olanlardan başkası dokunmaz. Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.‟‟58 Ayet, levh-i mahfûz kavramını, saklı ve korunmuş kitap anlamına gelen kitâb-ı meknûn tamlamasıyla farklı bir şekilde ifade etmektedir. Meknûn kelimesi bir şeyi korumak, saklamak ve örtmek anlamlarına gelen “kenene” fiilinden türemiş ismi meful olup korunmak için gizlenip saklanılmış şey demektir.

Maddi anlamda koruyucu özelliği olan şeyler için kullanıldığı gibi mecazi anlamda koruyucu özelliği olan şeyler için de bu fiilden türetilmiş kelimeler kullanılmaktadır. 

Bu iki anlam çeşidini de ayetlerde görmek mümkündür. Kur'an‟da insanın içinden geçirdiği niyet ve düşünceler kalplerdeki anlamaya engel olan örtü ve kapalılık, dağlardaki sığınak ve barınaklar, cennet kızları hurilerin el değmemişliği ve saflığı  ifade edilirken bu kökten türeyen kelimeler kullanılmıştır. 

Kitab-ı meknun kavramı mushafın kendisi, “mutahharun” ifadesi de maddi temizlik anlamında yorumlandığı için bu ayetlerden Kur'an‟a abdestsiz dokunulamayacağı hükmü çıkarılmıştır. Buna göre bir çok fıkıhçı ve tefsirci Kur'an‟ın abdestsiz tutulup okunamayacağı konusunda bu ayetleri delil olarak kullanmışlardır.

Bu görüşte olanlar “ona dokunamaz” anlamındaki haber kipini “ona dokunmasın” şeklinde olumsuz bir emir kipi olarak yorumlayarak ayetin talep anlamı taşıdığını söylemişlerdir. Ayet Elmalılı‟nın da ifadesiyle taharetsiz, kirli eller ona dokunmasın, ancak maddi ve manevi pislikten temizlenmiş abdestli kimseler dokunsun anlamındadır.

Bu yorumun sonucu olarak mushafın abdestsiz tutulmaması gerektiği hükmü çıkarılmıştır. Ayet bağlamından koparılarak anlaşıldığı için Kur'an‟a abdestsiz dokunmak, onun kudsiyeti ve büyüklüğüne saygısızlık olarak anlaşılmış ve buna dikkat etmenin bir zorunluluk olduğu söylenmiştir.

Böyle bir yoruma ulaşmada ayetlerde yer alan “mess” ve “tahâret” kavramlarının yorumlanmasının da payı vardır. Dokunmak suretiyle bir şeyi algılamak anlamına gelen “mess” kavramını ayetlerin anlam örgüsü içerisinde fiili bir temas olarak anlamak mümkün değildir. Çünkü bu kavram Kur'an‟da daha çok mecazi bir anlamda kullanılmaktadır. Daha çok duyu organlarıyla fiili bir temas ve dokunmayı değil, mecazi anlamda bir dokunma ve etkiyi ifade etmektedir.

Bedensel bir temastan ziyade mecazi bir ilişki söz konusudur. Diğer bir yanlış yorumlama da “mutahharun” kavramıyla ilgilidir. Genel olarak bu kavram, bedensel temizlik anlamında abdest olarak yorumlanmıştır. Ancak ayette bu şekliyle geçen kavramın fıkıh literatüründeki “tahâret”  kavramıyla bir ilgisi yoktur. Temizlik anlamına gelen “tahare” kökünden türemiş olan “mutahharun” kavramı daha çok şirk, günah ve manevi pisliklerden temizlenmiş, arınmış anlamına gelmektedir.

Manevi temizlik ve arınmayla ilgili bu kavram ayetlerde özellikle dikkati çekmektedir. Bu anlamda müşrikleri necis/pis olarak nitelendiren Kur'an en büyük temizliğin iman, en büyük kirliliğin ise şirk ve inkar olduğunu ifade etmektedir. Görüleceği gibi “tahâret” kavramının abdest olarak anlaşılması anlam kaymasına neden olmuştur. 

Böyle olunca da ayetteki mutahharun kavramından Kur'an‟a dokunmak için abdest almanın şart olduğu hükmü çıkarılmıştır. Ancak ayetler bağlam olarak böyle bir anlam çıkarmaya imkan vermemektedir. Kitab-ı Meknûn kavramını Mushaf olarak yorumlayıp böyle bir sonuca ulaşmak, Kur'an‟ın nüzul ortamıyla da çelişmektedir. Zira abdestli olarak Kur'an‟ı ele alıp okumayı istemek, ilk muhatap toplum açısından tamamen anlamsızdır. 
----
Alusi Kur'an‟a abdestsiz dokunulamayacağını kabul etmekle birlikte Kur'an‟a saygının sadece abdestle olmayacağını söyleyerek Kur'an okuma adabı ile ilgili diğer gereklilikleri saymaktadır. 
(Alusi, Ruhu’l Meânî, c.15, s.236-237)
---------------
dönemlerinde nazil olan bu ayetlerden, henüz Mushaf haline gelmemiş bir kitap için şirk ve inkar iddiasında bulunan bir topluma abdest hükmü çıkarmak anlamsız olsa gerektir. Müşrikler vahiy olgusunu reddediyor, hiçbir insanın vahiy alamayacağını iddia ediyorlardı. “Bu bir insan sözünden başka bir şey değildir.”  “Allah hiçbir beşere vahiy indirmemiştir.” “Rabbimiz eğer bu gerçekten senin indirdiğin bir vahiy ise gökten bize taş yağdır veya bir azap gönder de anlayalım.”  İşte müşrikler bu tür gerekçelerle daima vahyi yalanlamış ve ilahi kelamın Hz. Peygamberin kendi uydurması olduğunu iddia etmişlerdir. 

Kur'an, müşriklerin bu itirazlarına, Kitâb-ı Meknûn/Korunmuş kitap tanımlamasıyla cevap vermektedir. Kitab-ı Meknun kavramı vahiy meleğinin mesajı aldığı kaynak olan levh-i mahfûzun bir diğer ismidir.

Kur'an nüzul sürecinde mesajın alındığı yer olan levh-i mahfûz/kitab-ı meknun‟da kendisine zarar verebilecek her türlü müdahaleden korunmuştur. Bu da vahyin sağlamlığını ve güvenilirliğini göstermektedir. Vahyin niteliği ve geliş şekli özellikle vurgulanarak müşrik itirazlarının dayanaktan yoksun olduğu ifade edilmektedir. “Peygamberin size okuduğu Kur'an kendisine bildirilen vahiyden başka bir şey değildir.” , “Şüphesiz O, şerefli bir elçinin sözüdür. O, bir şairin ve kahinin sözü değildir.”  “Şüphesiz Kur'an şerefli, güçlü, arşın sahibi katında güvenilen bir elçinin getirdiği sözdür.” 

Müşriklere ve inkarcılara verilen diğer bir cevapta ise vahyin tamamen koruma altında olduğu vurgulanmaktadır. “Kur'an‟ı şeytanlar indirmedi. Bu onların işi değildir, zaten buna güçleri de yetmez. Şeytanlar vahyi işitmekten kesinlikle uzak tutulmuşlardır.” İnkarcılar, bu peygamberin kendi sözüdür, bunu kendisi uydurdu şeklinde iftirada bulununca Allah, Kur'an okunandır, peygamber onu okumuştur diye karşılık vermiştir. 

İnkarcılar ise Kur'an ona okunmuşsa, bu cinlerin sözüdür diyerek itirazda bulunmuşlardır. Bu sefer de Allah “O, korunmuş bir kitaptadır” ifadesiyle vahyin sağlam ve güvenilir bir kaynaktan alınarak peygambere getirildiğini vurgulamıştır. Bu da başka varlıkların vahye herhangi bir müdahalede bulunmalarının mümkün olmadığını göstermektedir.

Vahyin Kur'an, yani okuma olarak nitelendirilmesi, vahiy elçisi tarafından peygambere okunduğu için adeta, bunu kendisi uyduruyor, diyenlere karşı tutarlı bir reddiyedir. İbni Hazm da “Ona arınmışlardan başkası dokunamaz.” ayetinin emir değil, haber bildiren bir cümle olduğunu söylemektedir. 

Ona göre buradaki haber kipini emir kipine çevirerek anlam vermek için kesin bir delil yoktur. Mushafı herkesin eline alması mümkün olduğuna göre ayette Mushaf değil, başka bir kitap kastedilmiştir. Arınmışlar ifadesinden maksat ise bu vasıfta yaratılmış olan meleklerdir. 

Bu yüzden ayetteki “mutahharun” kavramı levh-i mahfûzla bağlantısı olan vahiy meleğini nitelemektedir. Bu kavram kötülük yapma ve günah kazanma karakterine sahip olmayan ve tertemiz olarak yaratılmış olan melekleri tanımlamaktadır. Mutahharun kavramı temiz kılınmış, arındırılmış anlamına gelmektedir. Bu ifade tarzı kendi kendini temizleyen değil de temiz olarak yaratılmış ve kötülük yapma özellikleri olmayan melekleri ifade etmektedir. Kelimenin özellikle bu kalıpla kullanılmış olması sadece bu nitelikte yaratılan melekleri işaret etmektedir. 

Meleklerin arınmışlığı ise, şehvet, günah ve pisliklere bulaşma gibi insani özelliklerden uzak olmalarıdır. Kitab‟a dokunmalarının anlamı ise vahyin kaynağına şahit olmaları ve onu bilmeleridir. İlahi söze muhatap olan ve peygamberlere vahyi iletme görevini yerine getiren melek ise sadece Cebrail‟dir. 

Burada arınmışlar şeklinde çoğul ifade kullanılması, bütün meleklerin vahye muhatap olduğunu değil, sadece bu meleklerden seçilmiş olan vahiy meleği Cibril‟i işaret etmektedir. Ayet, nüzul ortamı ve konuyla ilgili daha önce inen ayetler bağlamında düşünüldüğünde bu anlamı yansıtmaktadır.
Kur'an-ı Kerim‟in saklı bir kitapta olması demek, onun orada yazılı bir kitap olmasını gerektirmez. 

Korunmuş kitap kavramıyla vurgulanan bu ifade mecazi bir anlatımla vahyin alındığı yer olan levh-i mahfûzun korunmuşluğunu dolayısıyla vahyin sağlamlığını ve gerçekliğini onaylamaktadır. Kitab-ı Meknun ifadesi, Kur'an‟ın lafız ve mana olarak korunmuşluğunu ve güvenilirliğini ifade eden özel bir kavramdır.

Vahiyle ilgili bir çok ayette yazılı metin anlamında kitap kavramından bahsedilmesi aynı zamanda vahyin sağlamlığını, değişmezliğini ve korunmuşluğunu vurgulamaktadır. İnsan korumak istediği her türlü bilgiyi yazıyla kayıt altına alarak saklamak ister. 

Kitab-ı meknun kavramı da benzetme yoluyla bu gerçeğe işaret etmektedir. Kur'an‟ın tahrif ve değişimden korunmuşluğunu bildiren ayetlerde teşbih yoluyla konunun iyice anlaşılması için vahyin alındığı kaynağı vurgulamak amacıyla Kitab-ı Meknun veya Levh-i Mahfûz kavramları kullanılmıştır. 

Bu yüzden Kur'an‟ın tamamının nüzulünden önce somut olarak burada kağıt benzeri bir şey üzerine yazılı olduğunu söylemek Kur'an açısından mümkün değildir. Bu nedenle Kur'an, vahyin sonraki kuşaklara bozulmadan tamamen ulaşması için yazıya geçirilmesi gerektiğini vurgulamak amacıyla yazılı malzeme anlamındaki kitap kavramından sürekli bahsetmektedir. 

Ayrıca Kitab-ı Meknun kavramını tuhaf bir yaklaşımla Tevrat veya İncil olarak yorumlamak da mümkün değildir. İkrime‟ye dayandırılan görüşe göre Kitab-ı meknun ifadesiyle Tevrat ve İncil kastedilmekte ve Kur'an‟ın da Tevrat ve İncil‟de yer aldığı savunulmaktadır.

Bu anlayışın bir uzantısı olarak mutahharun kavramının da Tevrat ve İncil‟i koruyup saklayan Ehli Kitap olduğu iddia edilmektedir. Bu iddianın tutarsızlığı ve aşırı bir zorlamadan ibaret olduğu açıkça ortadadır. 

2. ÜMMÜ‟L-KİTÂB Klasik tartışmalara baktığımızda levh-i mahfuz ile aynı olduğu düşünülen ümmü‟l kitâb kavramının da farklı şekillerde yorumlandığını görmekteyiz. Kitapların kaynağı ve aslı olan ana kitap levh-i mahfûz veya ilahi ilim olarak anlaşılmaktadır. Değişecek ve değişmeyecek olan her şey burada yazılıdır. Her şey yazılmış bitmiş ve kalem kurumuştur. Kainatta yeniden yazılacak ve programlanacak hiçbir şey yoktur. 

Bu anlayışa göre ümmü‟l kitab, kendisinde değişme olmayan levh-i mahfûzdur. Ümmü‟l kitab tamlamasındaki “ümm” kelimesi ana, asıl, esas, kaynak gibi anlamlara gelmektedir. 

Ümmü‟l kitab ise kitabın aslı demektir. Araplar bir şeyin aslı yerine geçen her şeyi onun anası diye adlandırırlar.
Daha yaygın kullanımıyla Ümmü‟l- kitab kavramını Ana kitap olarak çevirmek mümkündür. 

Razi‟ye göre iki kitap bulunmaktadır. 
a) Meleklerin mahlukat için yazmış olduğu kitap. 
İşte bu kitap mahv ve isbatın mahallidir. 
b) İkinci kitap levh -i mahfûzdur. 
Bu kitap da ulvi ve süfli alemin bütün hallerini içeren kitaptır ki devamlı olandır. Bunda silip yazma bulunmaz. Zira Allah mevcut ve madum olarak bütün malumatı onların değişmelerine rağmen bilir. 
Bu bilme devamlı olup İlahi bilgi değişmez. 

Bu yüzden Ümmü‟l kitab aynı zamanda ilahi ilimdir. 
Filozoflara göre eşyayı topluca içermesi yönüyle akl-ı evvele ümmü‟l kitab, eşyayı ayrıntılı bir şekilde açıklaması dolayısıyla da nefs-i külliye, kitab-ı mübin adı verilir. 

Buna göre ümmü‟l kitab kendisinde yokluk bulunmayan ve hakikatlerin mahiyeti diye adlandırılan şeydir. Eflatun‟un ifadesiyle ideaların veya idealar ideasının mahiyetine ümmü‟l kitab denir. 
Bu mahiyet kitabın kendisinden doğduğu şeydir. Kitapta mahiyetin iki yönünden ancak bir yönü sadece varlık yönü vardır.

Kitap içerisinde yer alan varlıkların hallerinin değişip değişmeyeceği konusu ayete dayandırılmaktadır. “ Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Ana kitap O‟nun yanındadır.” Ayetteki silip bırakma kavramları çok geniş bir alanda tartışılarak sınırları oldukça geniş tutulmuştur. İlahi kazada değişme olup olmayacağı tartışmaların temel noktasını oluşturmaktadır. 

Buna göre ilahi irade, belli bir dönem bir hükmü meşru kılıp başka bir zaman o hükmü neshedebilir. Zira Yaratıcı bazen var eder, bir başka sefer yok eder. Bazen hayat verir, bazen öldürür, kimi zaman zengin eder, kimi zaman fakir eder. Bu değişim sürekli olarak devam etmektedir. 

Tekvin ve teşride mahiv ve isbat olduğu halde Ana kitaba göre her şey yazılmış bitmiş ve kalem kurumuştur. Kainatta yeniden yazılacak ve programlanacak hiçbir şey yoktur. İnsanın yaptığı davranışlar hesaba esas olmak üzere bir kere ve yapıldıktan sonra kayda geçirilmektedir. Bu nedenle meleklerin önce yazıp sonra yanlışlık veya fazlalıkların silinmesi anlayışı, bu varlık kategorisine de eksiklik getirecektir. 

Kemal Paşazade‟ye göre oluş aleminde var olan her şeyin zamana nispet edilmeyen, ezeli kazaya uygun olarak levh-i mahfûzda toplu ideaları vardır. İçinde ideaların icmali olarak bulunduğu levh-i mahfûza Kur'an, Ümmü‟l kitab adını verir. Ayette geçen “ındehû” ifadesi ise burada yer alan ideaların zamandışılığını vurgulamak içindir. 
Bu nedenle burada yazılanlar değişime uğramazlar. O bu levhaya Levh-i Manevi adını verir. Onun bu yorumu Ragıp tarafından da desteklenmektedir. Ragıb bu terimin, tüm bilgi kategorilerinin kendisine nisbet
--------------------------
"""""Razi, Tefsir-i Kebir, c.13, s.469 Ayetteki imha ve isbat kavramları çok geniş bir şekilde anlamlandırılmıştır. İmha ve isbattan maksat önceki hükmü neshedip onun yerine yeni bir hüküm getirmektir. 
Mahv, şeriatleri ve hükümleri neshetmek, isbat ise kalmasını ve devamını istemek demektir. Yine Yaratıcı, rızkı siler ve artırır. 
Ecel, kişinin said ve şaki olması, iman ve küfür de böyledir. """"
((((Ayrıca ayetteki mahv ile günah işleyen kimse günahı işleyince amel defterine kaydettirir. Ama o günahtan tevbe ettiği zaman o defterinden silinmiş olur. Mahv tabiriyle eceli gelenler, isbat eder, bırakır tabiriyle de eceli gelmeyenler kastedilmiştir. 
Yüce Allah yılın başında o senenin hükmünü kayıt ve ısbat eder. O yıl geçince yıl mahvoluş olur ve gelecek yıl için başka bir kader tesbit eder. 
O, rızık, bela ve sıkıntıları bir kitaba kaydeder. Sonra da onları kişinin dua ve sadakalarıyla siler. Ali İmran-185, Maide-105, Casiye-28, Yunus-23, Yasin-12 Yaratılıştaki halden hale geçiş yok etme olarak anlaşılmıştır. Meleklerin yazması konusunda ise ilginç bir yaklaşım görülmektedir. Hafaza melekleri amelleri yazarlar, fakat sonra bu yazıları levh-i mahfûzda olanla çelişir. Yazdıkları fazlalıklar silinir, diğerleri ise sabit kalır. Bunun nedeni ise insanların niyetlerinin bilinememesidir. (Maturidi, Ebu Mansur, Te’vilâtü’l Kur'an, Mizan Yayınları, İstanbul, 2005, c.6, s.352) Bu bakış açısı tamamen tutarsızdır. Zira yazılanların levh-i mahfûzla çelişmesi demek, insanın yapacağı davranışların iki farklı kitapta iki kere yazılması anlamına gelir ki bu yorum tamamıyla Kur'an mantığına terstir.)))))
-------------------------
edildiği levh-i mahfûz anlamına geldiğini ifade etmektedir.101 İbn-i Kemal‟in Kaza Levhası olarak da isimlendirdiği levh-i mahfûzdan başka bir yerde bulunan Levh-i mahv ve‟l isbat vardır. İkinci levha ise rıza levhası olarak adlandırılmaktadır. Levh-i mahfûzda zamana ya da kişiye özel hükümler, kişinin varlığına ve zamanın devamına bağlı olarak hükmi niteliklerini sürdürürler. 

Şahsa ya da zamana bağlı olmayan hükümler ise daimi olup geçerliliklerini sürdürürler. Levh-i mahv ve‟l isbat adı verilen rıza levhası, zorunluluk arz eden bir levha değildir. Buradaki hükümler kulun değişen durumuna paralel olarak değişebilir. Melekler burada yazılan şeyleri bilirler. Bu sebeple kişinin davranışına uygun olarak Levh-i mahv ve‟l isbatta yazılan şeyler değişebilir.

Kahinlerin, Firavun‟un saltanatının bir Yahudi erkek çocuk tarafından sona erdirileceğini haber vermesi, Onun bütün Yahudi erkek çocuklarını öldürmesine sebep olmuştur. Zemahşeri, Firavun‟un bu tutumunu yanlış bulmaktadır. 

Eğer Firavun gerçekten kahinin sözlerine inanıyor idiyse çocukları öldürmenin buna engel olamayacağını bilmesi gerekirdi. Şayet inanmıyor idiyse niye böyle bir tavır sergiledi. İbn-i Kemal, Zemahşeri‟nin bu yorumuna katılmaz ve Firavun‟un bu hareketinde bilinçli davrandığına inanır. İbn-i Kemal‟e göre kahinlerin haber verdiği şey, levh-i mahfûz‟da değil, mahv ve isbat levhasında yazılı olan bir hükümdür.

Görüldüğü gibi ilahi kazada değişme olup olmayacağı temel hareket noktasıdır. Kazada belirlenenler, yani olacak olanlar sabittir, sebebe bağlı olanlar ise değişkendir. Bu da yok etmektir. Görüleceği gibi sebebe bağlı olarak değişimin temellendirilmesi endişesiyle değişmeyen levh-i mahfûzun yanında ikinci bir levha daha üretilmiştir. Ayetten hareketle mahv ve isbat olarak isimlendirilen bu levha, değişen insan davranışlarını ve sorumluluğunu akli bir zemine oturtma çabasının bir ürünüdür. 

Kaderlerin daha önceden tayin edildiği, kalemin bunları yazıp bitirdiği ve olayların yeniden meydana gelmediği iddia edildiğine göre mahv ve isbat konusu nasıl doğru olabilir? şeklindeki soruya Razi‟nin vermiş olduğu cevap bu bakış açısını yansıtmaktadır: Ona göre mahv ve isbat kalemin bitirdiği, yazdığı şeylerdendir. 

Allah, ilim ve kaderinde silinmesi daha önce tespit edilmiş olan şeyleri siler. Buradan da anlaşılacağı gibi insan davranışlarına ait değişim olgusu, aslında insanın kendi iradesinden değil ezeli tayinden kaynaklanmaktadır. 

Bu anlam kayması da ümmü‟l kitab ve levh-i mahfûz kavramlarının birbiriyle karıştırılarak bağlamlarından uzak bir şekilde yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Zira birbirinden farklı bir anlam alanı olan bu iki kavram dikkatli bir şekilde incelenirse farklı iki anlam alanına işaret etmektedir. 

Bütün vahiylerin çıktığı ana kaynak olan levh-i mahfûz kavramı, ümmü‟l kitab olarak yorumlanmaktadır. Aslında ümmü‟l kitâb kavramıyla ilişkili olan ayetteki silme ve bırakma ifadeleri, levh-i mahfûzla ilişkilendirildiği için kutsal kitapların veya ayetlerin neshedilmesine delil gösterilmektedir.

 Halbuki ayet, bir önceki ayetle birlikte değerlendirildiğinde, böyle bir anlamaya izin vermediği görülmektedir. Zira bu iki ayette farklı bağlamlardan söz edilmektedir. 

Rad-38‟de “her sürenin bir kitabı vardır” ifadesindeki yazma el ile olan yazma değil, tespit etmek ve hüküm koymak anlamındadır.109 Buradaki süre ve kitap ifadeleri, herhangi bir konuda belirlenen bir zaman periyodunun belli kanun, kural ve prensiplere göre konulduğunu vurgulamaktadır.110 Her şeyin işleyişine uygun olarak bir süre konulmuştur.

İlahi iradenin insanlar ve toplumlarla olan ilişkisinde verilen süreler belli yasalar çerçevesinde sebep sonuç kanunlarına göre işletilmektedir. Sözkonusu ayeti kelimelerin yerini değiştirerek “her kitabın bir süresi vardır” şeklinde anlamak da mümkün değildir. 

Zira buradaki kitap ifadesi, kutsal kitap anlamında olmayıp belirli zaman dilimleri için konulmuş olan yasa ve kuralı ifade etmektedir. 
“Allah‟ın izni olmadan hiçbir peygamber mucize getiremez. Her sürenin bir kitabı vardır.” anlamındaki ayet, peygamberlere yapılacak yardım ve gerçekleşecek mucizelerin hangi şart ve sonuç kanunlarına göre ne zaman işletileceğini vurgulamaktadır. Bu açıdan ayetin kutsal kitapların uygulanma dönemleriyle hiçbir ilgisi yoktur.

İlahi irade, hüküm koyma ve yaratma konusunda tayin etmiş olduğu yasalarla davranışta bulunmaktadır. Bu iradenin sonucu olan kanunlar çerçevesinde alemde bir takım şeyleri yok edip kaldırırken bazılarını yeniden yaratır. Aynı şekilde insan bedeninde hücreler bir yandan ölürken bir yandan yenileniyor. 

Böylece bütün kainat, bir taraftan harfleri ve satırları silinip, diğer taraftan yazılan bir kitap gibidir. Böyle iken kainatın sayfa düzeninde, hikmetli akışında silinti ve kazıntıdan bir eser bulunmaz. İşte ilahi yaratılışta böyle olduğu gibi teşrii hususunda da böyledir. Allah yürürlükteki bir hükmü kaldırarak yerine yenisini getirir. Böylece her ecelin bir kitabı olmuş olur.

Görüleceği gibi tekvini ve teşrii alanda İlahi iradenin koymuş olduğu kurallar işlemektedir. Kur'an, İlahi iradeden kaynaklanan Tekvini ve Teşrii yasaları Ümmü‟l Kitab olarak isimlendirmektedir. “Apaçık Kitab'a andolsun ki biz, anlayıp düşünmeniz için onu Arapça bir Kur'an kıldık. 

O, katımızda bulunan Ana Kitap‟tadır. Yücedir, hikmetlidir.” Ayete göre Kur'an‟ın ilahi katta bulunan Ümmü‟l Kitab‟da bulunması demek, bütün kitapların esası ve kaynağı olan ilahi iradeden kaynaklanması demektir. Bu durumda Ümmü‟l Kitab, Kur'an‟ın kendisinden çıkmış olduğu levh-i mahfûzun da aslı olmaktadır.

Bu yüzden bütün ilahi bildiriler yani kutsal kitaplar tek bir kaynaktan çıkmıştır. Bu da bütün kitapların özü ve kaynağı olan ilahi iradeyi sembolize eden Ümmü‟l Kitab‟dır.118 İnsanlığa yapılan bütün ilahi bildiriler bu ana kaynaktan çıktığı için ortak bir terim olarak kitap adını almıştır. 

Vahiyle gelen bütün kitaplara inanmanın zorunlu olarak bir iman esası sayılması da bu gerçeği teyit etmektedir. Bu kavramın kitap ile ifade edilmesi kesinliğini ve güvenilirliğini vurgulamaktadır. Zira bu kavramdan kasıt, 
---------------------
 115 Elmalılı, Hak Dini, c.5, s.161 116 Zuhruf, 2-4; “Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.” 

(Al-i İmran-7) Bu ayetteki Ümmü‟l kitab kavramı, muhkem ve müteşabih terimleriyle birlikte farklı bir anlam kazanmıştır. Buna göre ayetler, açık anlamlı olan muhkem ayetler ve anlam kapalılığı bulunan müteşabih ayetler olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. 

Muhkem ayetler, Kur'an‟ın büyük bir kısmını meydana getirdiği ve dinin asıllarını ihtiva ettiği için kitabın esası ve temeli anlamında Ümmü‟l kitab diye isimlendirilmiştir. 
(Taberi, Câmiu’l Beyân, c.5, s.192) Müteşabihlik olgusu ise Kur'an‟ın aslından kaynaklanmayıp insanların bilgi ve algı kapasitesiyle yakından ilgili bir durumdur
--------------------
haberin kesinliğini ve haber verenin şerefini artırmaktır. Bu da İlahi iradenin otoritesini insani bir dille ifade etmektedir. 

SONUÇ 
Kur'an kavramlarının doğru anlaşılması, Kur'an‟ın doğru anlaşılması demektir. Kur'an‟ın sistematik anlam alanını oluşturan bu tür kavramlar Kur'an‟ın kendi zihniyetini ortaya koymaktadır. Bu nedenle bu temel kavramların kendi anlam bütünlüğü içerisinde anlaşılması gerekmektedir. 

Ancak bir çok ayette geçen ve farklı anlamlara gelen kitap kavramları, genel anlayışa göre çoğunlukla, özel bir kavram olan levh-i mahfûz ile ilişkilendirilmektedir. 

Konuyla ilgili Kur'an Ayetleri bütünlük içerisinde ele alınmış olsaydı bu anlam kaymasının önüne geçilebilirdi. Vahiy süreci içerisinde vahyin kaynağı olan Allah ile vahiy meleği Cebrail arasında ontolojik bir zorunluluğun sonucu olan bu özel alan, tamamıyla vahiyle ilgili bir kavramdır. 

Allah bu kavramla vahye karşı şüphe ve şartlanmışlık içerisinde olan inkarcılara karşı elçisiyle arasındaki mesajın gerçekliğini ve korunmuşluğunu vurgulamaktadır. 

Bu yüzden levh-i mahfûzu ilahi ilmin tümüyle yazıldığı bir kitap veya levha olarak kabul etmek ayetlerin anlam örgüsüyle uyuşmamaktadır. 

Levh-i mahfûzu ilahi bilginin kayıtlı olduğu bir mekan veya kitap olarak algılamak ilahi sıfatlara mekan izafe etmek anlamına gelecektir ki bunun Kur'an‟dan dayanağı yoktur. 

Böyle düşünüldüğü takdirde sonsuz olan ilahi ilmin yazıldığı sonsuz sayfalar gerekecek ve bu kitap da Allah‟ın yanında bulunacaktır. Varlık boyutu olarak aşkın bir varlık için bunu düşünmek muhaldir. Zira bu durumda Allah‟ın yanında ezeli olan başka nesnelerin varlığını kabul etmek gerekecektir ki varlıksal açıdan böyle bir şey imkansızdır. Bu yüzden Levh-i mahfûz konusunda yapılan yanlışlık, bu kavramın ilahi ilimle eşit görülmesidir. 

Zira tüm varlıkların durumlarının ayrıntılı bir biçimde böyle bir kitaba kaydedilmesi anlayışı ilahi ilmin değişmez olduğunu ıspatlama çabalarına yönelik bir endişedir. Ancak ayetlere bakıldığı zaman böyle bir düşünceyi savunmak mümkün değildir. İlahi ilim insani bilginin sahip olduğu unsurlardan tamamıyla farklıdır. Kur'an, Levh-i mahfûz‟un karşılığı olarak Ümmü‟l kitab‟ı değil isimlendirmeden de anlaşılacağı gibi Kitab-ı meknun kavramını kullanmaktadır. 

Her iki kavram da vahyin kaynağının gerçekliğini ve korunmuşluğunu vurgulamaktadır. Bu açıdan vahyin nüzul aşamasıyla bağlantılı olan bu kavramı kitap ismiyle ilgisinden dolayı farklı anlamları ifade eden kitap terimi ile karıştırmamak gerekir. 

Kitap, yani bir şeyin yazılıp kaydedilmesini, değişmezliğini ve kesinliğini ifade eden bir kinayedir. Çünkü insanlar uzun süre bir anlaşmayı devam ettirmek istediklerinde onu sayfalara yazarlar. 
(Ebu Hayyan, Bahru’l Muhit, c.5, s.397

Ümmül kitab, Kur'an‟ın ve diğer bütün vahiylerin kendisinden çıkmış olduğu levh-i mahfûzun da aslı olmaktadır. Bu yüzden bütün ilahi bildiriler, yani kutsal kitaplar tek bir kaynaktan çıkmıştır. Bu da bütün kitapların özü ve kaynağı olan ilahi iradeyi simgeleyen Ümmü‟l Kitab‟dır. 

Bu anlamda varlık bütününe yasalar koyan da insana teklifte bulunan da Yüce Allah‟tır. Ümmü‟l kitâb, hem bütün varlık kanunlarının kaynağı, hem de gönderilen bütün kutsal kitapların kaynağıdır. İnsanlığa yapılan bütün ilahi bildiriler bu ana kaynaktan çıktığı için ortak bir terim olarak kitap adını almıştır. 

Vahiyle gelen bütün kitaplara inanmanın zorunlu olarak bir iman esası sayılması da bu gerçeği onaylamaktadır. Bu kavramın kitap ile ifade edilmesi kesinliğini ve güvenilirliğini vurgulamaktadır.

KIYAMETİN KOPMASI



KIYAMETİN KOPMASI

Yeni yapılan bilimsel bir araştırmaya göre 3 ila 4 milyar yıl öncesine kadar Ay’ın atmosferi vardı. Fakat yoğun volkanik patlamalar gazların atmosferden kurtulmasına neden oldu. Araştırma Earth and Planetary Science Letters dergisinde yayınlandı. 

Ay’ın yüzeyine teleskopla bakarsanız, karanlık volkanik bazalt yüzeyleri ve dev çarpışma tabanlarını gözleyebilirsiniz. Bu bazalt denizlerine maria denir, Ay’ın iç kısımları patladığında halen sıcaktı ve magmatik buharlar çıkarıyor. Akan lavlar yüzlerce kilometreler uzunluğundaydı. 

Apollo uzay aracının ay yüzeyinden aldığı numuneler , magmanın karbon dioksit , su, kükürt ve diğer uçucu maddeleri taşıdığını gösteriyor. 

Yeni yapılan araştırmada NASA Marshal Uzay Uçuş Merkezi’nden baş bilim insanı Dr. Debra H. Needh am,lavlardan çıkan bu gazların Ay’da toplanarak geçici bir atmosfer oluşturduğunu ortaya koydu. 

Bu atmosfer 3.5 milyar yıl önce en büyük kalınlığa ulaşmış ve uzayda yok olup gitmeden önce 70 milyon yıl boyunca direnmişti. 
3,5 ila 3,8 milyar yıl önce Serenitatis ve Imbrium lav tabanları en fazla gazı üretiyordu. 

Apollo 15 ve 17 görevlerinde astronotlar bu lav denizlerini keşfederek, numune toplamışlardı. İşte bu numuneler gazlara ilişkin kanıt niteliğindeydi. Needham ve Kring’in bu analizlerinin gelecek keşi fleri için önemli etkileri olacağı belirtiliyor. Bu analizlerde uçucu kaynaklarının soğuk atmosferde hapsolarak, ayın kutuplarında kalıcı gölgeli bölümler bırakabileceği düşünülüyor. 

Uçucular buzlu yataklarda hapsolmuş ise, ay operasyonlarında astronotlara hava ve yakıt sağlayabilir. Bu proje Kring liderliğinde, LPI - Johnson Uzay Merkezi ve NASA’nın Güneş Sistemi Keşif Araştırması Sanal Enstitüsü (Solar System Exploration Research Virtual Institute) tarafından desteklenmektedir. 

Ayrıca Needham’da LPI’de eski bir doktora sonrası araştırmacıdır. Yeni yapılan bilimsel bir araştırmaya göre 3 ila 4 milyar yıl öncesine kadar Ay’ın atmosferi vardı. 

Fakat yoğun volkanik patlamalar gazların atmosferden kurtulmasına neden oldu. Araştırma Earth and Planetary Science Letters dergisinde yayınlandı. 

Ay’ın yüzeyine teleskopla bakarsanız, karanlık volkanik bazalt yüzeyleri ve dev çarpışma tabanlarını gözleyebilirsiniz. Bu bazalt denizlerine maria denir, 

Ay’ın iç kısımları patladığında halen sıcaktı ve magmatik buharlar çıkarıyor. Akan lavlar yüzlerce kilometreler uzunluğundaydı. Apollo uzay aracının ay yüzeyinden aldığı numuneler , magmanın karbon dioksit , su, kükürt ve diğer uçucu maddeleri taşıdığını gösteriyor. 

Yeni yapılan araştırmada NASA Marshal Uzay Uçuş Merkezi’nden baş bilim insanı Dr. Debra H. Needham,lavlardan çıkan bu gazların Ay’da toplanarak geçici bir atmosfer oluşturduğunu ortaya koydu. 

Bu atmosfer 3.5 milyar yıl önce en büyük kalınlığa ulaşmış ve uzayda yok olup gitmeden önce 70 milyon yıl boyunca direnmişti. 3,5 ila 3,8 milyar yıl önce Serenitatis ve Imbrium lav tabanları en fazla gazı üretiyordu. 

Apollo 15 ve 17 görevlerinde astronotlar bu lav denizlerini keşfederek, numune toplamışlardı. İşte bu numuneler gazlara ilişkin kanıt niteliğindeydi. Needham ve Kring’in bu analizlerinin gelecek keşifleri için önemli etkileri olacağı belirtiliyor. 

Bu analizlerde uçucu kaynaklarının soğuk atmosferde hapsolarak, ayın kutuplarında kalıcı gölgeli bölümler bırakabileceği düşünülüyor. Uçucular buzlu yataklarda hapsolmuş ise, ay operasyonlarında astronotlara hava ve yakıt sağlayabilir. 

Bu proje Kring liderliğinde, LPI - Johnson Uzay Merkezi ve NASA’nın Güneş Sistemi Keşif Araştırması Sanal Enstitüsü (Solar System Exploration Research Virtual Institute) tarafından desteklenmektedir. 

Ayrıca Needham’da LPI’de eski bir doktora sonrası araştırmacıdır. "Kıyametin ilk alametleri: Deccal, İsa (a.s.)’ın inmesi, Aden toprağından bir ateşin çıkıp halkı mahşere (Şam’a) sürmesi, öyle ki onlar kaylule (öğle uykusu) yaptığı zaman o ateş bekler. (Onlar yürüyünce o da yürür). Ve bir de Duhan, Dabbe ve Ye’cüc ve Me’cücün zuhurudur. 

Denildi ki : “Ya Resulallah, Ye’cüc ve Me’cuc nedir?” Buyurduki: Yec’cüc ve Me’cuc bir takım ümmetlerdik ki, her biri dörtyüz binliktir. Onlardan her bir kişi etraf ında, kendi sulbünden gelme bin tane göz görmedikçe ölmez. 

Bunlar Adem evladıdır. Ve dünyanın harab olmasına çalışırlar. 
 Geldiklerinde Fırat ve Dicle’den içerler. Taberiye gölünü kuruturlar. Beyt’i Makdise vardıklarında ise şöyle derler: “ Dünya halkını tamamen öldürdük. 

Şimdi de göktekilerini öldürelim. ” Ve oklarını göğe doğru atarlar da, o oklar kana bulaşmış alarak geri dönerler. Bunun üzerine: “Semadakileri de öldürdük” derler. O sırada İsa (a.s) ve müslümanlar Turi-Sina dağında bulunurlar. 

Allah, İsa (a .s)’a şöyle vahyeder: “Kullarımı Turdağı ve Eyle etrafında muhafaza et.” Sonra İsa (a.s) ellerini semaya kaldırıp dua eder. Müminler de “amin” derler. Bunun üzerine Allah Ye’cüc ve Me’cücün üzerlerine “hegaf” denen ve insanların burnundan giren kurtçukları gönderir. 

Bu kurtçuklar onları Şam’dan Şark’a kadar sarar ve böylece Ye’cüc ile Mec’ücün hepsi ölürler. Öyleki, onların cifelerinden arz kokar. O zaman Allah, göğe emreder. Ve gökten kırbadan boşanırcasına yağmur yağar, onların cife ve kokularından arzı yıkar. 

İşte ondan sonra güneşin garbten doğma vakti gelir." (Hadis-i Şerif, Ramuz el eHadis, Hz. İsa -15) Şimdi biraz daha açalım: "Kıyametin ilk alametleri: Deccal, İsa (a.s.)’ın (ruh ve beden olarak yükseltildiği sema katından tekrar dünyamıza) inmesi, Aden toprağından bir ateşin çıkıp halkı mahşere (Şam’a) sürmesi, öyle ki onlar kaylule (öğle uykusu) yaptığı zaman o ateş bekler. (Onlar yürüyünce o da yürür). 

Ve bir de Duhan, Dabbe ve Ye’cüc ve Me’cücün zuhurudur. 
Denildi ki : “Ya Resulallah, Ye’cüc ve Me’cuc nedir?” Buyurdu ki: Yec’cüc ve Me’cuc bir takım ümmetlerdik ki, her biri dörtyüz binliktir. Onlardan her bir kişi etrafında, kendi sulbünden/kendi evladından gelme bin tane göz görmedikçe ölmez.

(Onlardan biri kendi evladından dünyaya gelen binlerce torunlarını görecek kadar uzun yaşarlar ya da kısa sürede sık ve hızlı ürerler/çoğalırlar.) Bunlar Adem evladıdır(Semada dolaşabilen cinlerden ya da meleklerden değillerdir. 

 Onlar da bizler gibi insandır. Ama başka gezegenlerin başka Ademlerinin evlatlarıdır.). Ve dünyanın harab olmasına çalışırlar(Bizim dünyamıza ve dünya insanlarına düşmandırlar). 

 Geldiklerinde Fırat ve Dicle’den içerler. Taberiye gölünü kuruturlar (Ya kendileri ya geldikleri vasıtaları ya da hem kendileri hem de vasıtaları çok fazla suya muhtaçtırlar).  
Beyt’i Makdise(Mescid-i Aksa) vardıklarında ise şöyle derler: “ Dünya halkını tamamen öldürdük. Şimdi de göktekilerini öldürelim. ” 

 Ve oklarını göğe doğru atarlar da, o oklar kana bulaşmış olarak geri dönerler. Bunun üzerine: “ Semadakileri de öldürdük ” derler. 

O sırada İsa (a.s) ve müslümanlar Turi-Sina dağında bulunurlar (Hz. İsa, kendisinden önce çok büyük mücadeleler ile Müslümanları kuvvetlendiren ve teşkilatlandıran Hz. Mehdi'nin ve ordusunun başına geçecektir. 

Yeniden peygamberlik vazifesi ile gelmeyecek ve sadece müslümanlara komutanlık ve idarecilik yapacaktır). Allah, İsa (a.s)’a şöyle vahyeder: “Kullarımı Turdağı ve Eyle etrafında muhafaza et.” Sonra İsa (a.s) ellerini semaya kaldırıp dua eder. Müminler de “amin” derler. 

Bunun üzerine Allah Ye’cüc ve Me’cücün üzerlerine “hegaf” denen ve insanların burnundan giren kurtçukları gönderir(Allah her şeyi sebeplerle yaratmayı murat eder. 

Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Mehdi'nin ordusu Deccal küfrünü yıktıktan, dünyanın idaresini ellerine aldıktan ve dünyadaki biyolojik silahlar dahil yüksek teknolojiyi ellerine aldıktan sonra, Ye'cüc ve Me'cüc isimli dünya dışı ve gayr-i müslim iki insan ırkı dünyamıza saldıracaklar). 

 Bu kurtçuklar onları Şam’dan Şark’a kadar sarar ve böylece Ye’cü c ile Mec’ücün hepsi ölürler. Öyle ki, onların cifelerinden (leşlerinden) arz kokar. 

O zaman Allah, göğe emreder. Ve gökten kırbadan boşanırcasına yağmur yağar, onların cife ve kokularından arzı/yeryüzünü yıkar. 

 İşte ondan sonra güneşin garbten/batıdan doğma vakti gelir (Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin idare ettiği Müslümanlar dünyanın hemen her yerinde idare sahibi olurlar, fen ve teknoloji akılların almayacağı kadar çok gelişir, semada Kur'an ayetlerinin indirildiği yerler, Kur'an'da haber verilen başka mucizeler de keşfedilir ve o vakitten sonra iman edenlerin imanları kabul olmaz. 

Zira gaybe iman ortadan kalkar. Görmeden iman edilmesi gereken şeyler görülebilir olur Muhtemelen farklı ışık boyutlarında yaşayan cinler ve melekler bile bir takım teknik aletler ile görülebilir hale gelir. 

Kısa süreli ve cennet misali bir dünya hayatı yaşanır. 
 Başka gezegenlerdeki müslüman insanlarla da bir araya gelinir ki Kur'an ayetlerinde buna işaret var, sonra o başka müslüman insan ırkları ile başka gezegenler de feth edilir ve ardından da kıyamet kopar." (Hadis-i Şerif, Ramuz el eHadis, Hz. İsa -15)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...