LEVH-İ MAHFÛZ VE ÜMMÜ’L KİTÂB
GİRİŞ
Kur'an konusunda doğru bilgiyi elde etmek, Kur'an kavramlarını yerinde ve
doğru anlamakla mümkündür. Kur'an‟ın anlaşılması ve yorumlanması noktasında
geleneksel anlayışlara baktığımızda ayetlerin anlaşılmasında bir çok unsurun etkili
olduğu görülmektedir.
Gerek kültürün gerekse ön kabullerin etkisi altında bir yorum
anlayışı bir çok Kur'ani kavramın yanlış anlaşılmasına veya anlam kaymasına
uğramasına neden olmuştur.
Kur‟an, doğru ile yanlışı ayıran bir ölçüt olması açısından bir bilgi kaynağıdır.
Ancak onun bilgi kaynağı olma özelliği kullandığımız dilin kavramsal yapısı ile
Kitab‟ın kavramsal yapısı arasındaki uyumun anlaşılmasına bağlıdır. Bunun için de
Kur‟an kelimelerinin nasıl bir kavramsal örgü meydana getirdiğine dikkat
edilmelidir.
1
Zira Kur'an‟ın saf fikir yapısını anlayabilmek öncelikle herhangi bir
önyargıdan uzak olarak nesnel bir okumaya bağlıdır. Bu yüzden Kur‟an kavramları,
ekollerin düşünceleri doğrultusunda değil, bizzat Kur‟an odaklı düşünce sistemi
içerisinde anlaşılmalıdır. Aksi halde kelimelere yüklenen anlamlar Kur'an‟la test
edilmezse, Kur'an dışı bir zihniyete neden olması kaçınılmazdır.
2 Ancak bütünlük
sağlanırsa Kur'an‟ı merkeze almış ve O‟nu doğru anlama imkanını elde etmiş oluruz.
Zira Kur'an çelişkiden uzaktır.
3
Kur‟an kelimeleri, birbirine karıştırılmaması gereken farklı anlam alanlarına
sahiptir.
4 Kur‟an‟ın odak terimlerinden olan kitap kelimesi de böyle bir özellik
taşımaktadır. Konuşma dilinde kitap denilince her zaman belirli bir anlamı vardır.
Kelimenin bu sürekli manasına esas mana denir. Yani esas mana kelimenin her
zaman taşıdığı asıl manadır. Fakat kelimenin anlamı sadece bundan ibaret değildir.
İzafi mana ise kelimenin içinde bulunduğu özel sistemden ve bu sistemdeki diğer
kelimelerle olan ilişkisinden kazandığı özel anlamdır.
5 Bu nedenle kelimelerin dilsel
anlamının tespiti ve Kur‟ani sistem içinde kazandıkları yeni manaların kavranması
Kur'an‟ın bütünlüğü içinde mümkündür.
6
Bu açıdan Kur'an kavramları içerisinde önemli bir anlam zenginliğine sahip
olan bir terim de kitap kavramıdır. Kuran‟ın kitap olarak ifade ettiği levhi mahfuz ve
ümmü‟l kitab kavramlarının doğru anlaşılması da bu açıdan önemlidir. Ayetlere
baktığımızda bu iki kavram farklı anlamlar içerisinde kullanılmaktadır. Konu
bütünlüğü ve ayetlerin anlam alanları dikkate alındığında farklı anlamlara geldiği
görülmektedir.
1. KİTAB-I MEKNÛN: LEVH-İ MAHFÛZ
Kur'an‟da vahyin indirilişi ile bağlantılı olarak en çok tartışma konusu olan
kavramlardan birisi de levh-i mahfûz kavramıdır. Bu kavram tamlama şeklinde
sadece bir ayette geçmektedir. “O, Levh-i mahfûzda olan yüce bir Kur'an‟dır.” Ayetteki levh kavramı, sözlükte geniş ve yassı tahta, düz satıh, kürek kemiği veüzerine yazı yazılan nesne anlamlarına gelmektedir. Çoğulu elvah olan bu kavram
Hz. Musa‟ya verilen Tevrat levhaları için de elvah ifadesiyle kullanılmıştır.
Ayrıca
Hz. Nuh‟un gemisine de tahtalardan yapılmış anlamına gelen “zât-ı elvâh”
denilmiştir. Tamlamadaki mahfûz kelimesi ise korunmuş, muhafaza edilmiş anlamlarına
gelmektedir. Buna göre levh-i mahfûz kavramı korunmuş, muhafaza edilmiş levha
demektir.
Ayrıca ayetteki mahfûz ifadesini “levh”in değil de Kur'an‟ın sıfatı olarak
okuyarak anlam verenler de vardır. Bu durumda anlam “korunmuş olan Kur'an bir
levhadadır” şeklinde olmaktadır. Ancak böyle bir anlam verilirse ayetin ifade etmiş
olduğu bu özel kavramın anlam alanı bozulacağı için özel bir tanımlama olan levh -i
mahfûz kavramı ortadan kalkacaktır.
Ragıb İsfehani, levh-i mahfûzun Kur'an‟da “el-Kitab” kelimesi ile ifade
edildiğini fakat içeriği hakkında bilgi verilmeyip insanın anlayışına kapalı bir alan
olduğunu söylemektedir. Kitab kelimesiyle bağlantı kurduğu bu kavramı ayetlere
dayanarak her şeyin sayılıp kendisinde kaydedildiği, yer ve gökteki bütün
gizlilikleri kapsayan, olacak her şeyin bütün bilgilerini saklayan bir kavram
olarak yorumlamaktadır.
İbni Teymiye, levh-i mahfûzu Kur'an‟ın indirilmeden
önceki yazılı olduğu levha olarak anlarken Zerkani, Kur'an‟ın asıl nüshasının
levh-i mahfûzda olduğunu, elimizdeki mushafın da bu asıl nüshaya uygun olarak
tertip edildiğini savunmaktadır.
Bu bakış açısına göre Kur'an‟ın indirilmeden
önce tamamen bu levhada yazılı olduğu iddia edilmektedir. Elmalılı ise levh-i
mahfûzu yazıcı meleklerin ilahi ilmi kaydettikleri yer veya semavi kitapları oradan
istinsah ederek Cebrail‟e sundukları bir makam olarak düşünmektedir.
Görüleceği gibi Kur'ani bir kavram olan levh-i mahfûz hakkında birbirinden çok farklı yorumlar
dikkati çekmektedir.
Tartışmalara baktığımızda levh-i mahfûzun, Kur'an‟daki kitâb, kitâb-ı mubîn,
imâm-ı mubîn, kitâb-ı meknûn, kitâbu‟n hâfız ve ümmü„l-kitâb kavramlarıyla ilişkili
olarak yorumlandığını görmekteyiz. Bu kavramın anlam çerçevesi oldukça
genişletilerek Kitap kavramı ve türevleriyle eşitlenmiştir.
Buna göre levh-i mahfûz,
kader ve kaza levhası, ilahi ilim, ümmü‟l kitab21, mele-i a„lâ„da bulunan bir
levha, ulvi ve sufli aleme dair bütün halleri içeren bir kitab23, külli nefs ,
gökyüzünde yedinci tabakada bulunan bir levha, varlığa ait genel yasalar,
hakikatlerin tasvirini içine alan bir nesne, Kur'an‟ın bizzat kendisi, bütün ilahi
kitapların çoğaltıldığı levha şeklinde yorumlanarak çok geniş bir anlam alanına
sahip olmuştur.
Yapılan bu yorumların yanı sıra daha farklı ve ilginç güncel yorumlar da
yapılmaktadır. Bazı yazarlar, levh-i mahfûzla insan hafızası arasında ilişki kurarak
bu kavramı insan hafızasının evrendeki karşılığı olan evrenin hafızası olarak farklı
bir şekilde tanımlamaktadır.
Başka bir bakış açısına göre de levh-i mahfûz, tüm
kainatın kitabı, Kur'an ise bu kainat kitabının bir parçasıdır. Bir çeşit bilgi işlem
merkezi olarak yorumlanan bu kavram ilahi kayıt merkezi olarak görülmektedir. Bu anlayışa göre bu kavram tüm kainatın idare kanunlarının yazılı olduğu ve bütün
varlıkların geçmiş ve geleceklerinin kayıtlı olduğu bir merkezdir.
Tartışmalardan da anlaşılacağı gibi bu kavram hakkında yapılan yorumların
birbiriyle çelişkili ve Kur'an açısından tutarsız olduğu görülmektedir. Soyut bir
kavram olan levh-i mahfûz hakkındaki tanımlamalar herkesin kendi somut düşünce
yapısını yansıtmaktadır. Sözkonusu kavramla ilgili tanımlamaların üzerinde en çok
yoğunlaştığı alan ilahi ilimle ilgilidir.
Genelde bu kavramla, kitap kavramı ve ilahi
ilimle ilişkilendirilerek sonsuz ilmin sembolik anlamda somutlaştırılması
sağlanmıştır. İlahi ilmin tümüyle yazılı olduğu levha olarak yorumlanan levh -i
mahfûz kavramı, ümmü‟l kitab kavramıyla eş anlamlı görülerek ilahi ilmin anlam
alanına sokulmuştur.
Halbuki farklı bir anlama gelen ümmü‟l kitab kavramı ana
kitap olarak ifade edilen kanunlar bütününü simgelemektedir.
Genel anlayışa göre sonsuz ilahi ilmi sembolize ettiği düşünülen ve
vahyedilen bütün ilahi kitapların ana kaynağı olan Ümmü‟l kitab/Ana kitap levh-i
mahfûzla aynileştirilmektedir.
Böyle bir anlamlandırmada etkili olan unsur kitap
ve ilahi ilim kavramlarının ayetlerde birlikte kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki böyle bir tanımlamaya ayetler imkan tanımamaktadır. Hiçbir şeyin ilahi
bilgi dışında gerçekleşmeyeceğini, her şeyin ilahi bilgi içerisinde olduğunu
vurgulayan bu tür ayetlerin ilahi ilmin bir kitap içinde olduğu şeklinde lafzi olarak
yorumlanması tutarsız düşünceleri beraberinde getirmiştir.
Kur'an‟da varlıklara ait kader levhası, ilahi bilgi hazinesi, Kur'an‟ın
tamamıyla kayıtlı olduğu makam ve insanların amellerinin kaydedildiği levha
şeklinde anlaşılan levh-i mahfûz kavramıyla ilgili herhangi bir bilgi yoktur. Ancak
ayetlerde yer alan Kitab, Kitab-ı Mübin , İmam-ı Mübin ve Ümmü‟l Kitab kavramları farklı anlamlara gelmesine rağmen genel anlayışa göre levh-i mahfûz
olarak yorumlanmıştır.
Bu anlayışa göre her şeyi bilen ve kuşatan ezeli ilahi ilim
levh-i mahfûz olarak isimlendirilen bir kitapta kayıtlıdır ve her şey ilahi ilim
tarafından takdir edilip kader kitabı olan levh-i mahfûza yazılmıştır. İlahi bilgi
hazinesi olarak kabul edilen bu kitap sonsuz ilahi ilmi sembolize etmektedir.
Erken dönem kader tartışmalarına baktığımızda levh-i mahfûz, kitap ve
ümmü„l-kitâb kavramlarıyla bağlantı kurularak ilahi ezelî bilgi ve kader problemi
etrafında ele alınmıştır. İnsan davranışları ezeli ilahi ilmin içerisine sokulmuş ve
hafaza meleklerinin insan fiillerini asıl nüsha olan ümmü‟l kitabdan istinsah ettikleri
ve insanların buradaki kayda göre amelde bulundukları iddia edilmiştir.
Bu
tartışmalardaki cebir anlayışını reddetmek amacıyla Ebu Hanife, levh-i mahfûzu
farklı bir şekilde yorumlamaya çalışmıştır. Ona göre her şeyi kuşatan ezeli ilahi ilim
varlıkları yaratmadan önce ezelde bilir. Varlığı takdir ve tayin edendir.
Her şey ilahi
irade, ilim, kaza ve kader iledir. Allah her şeyi levh-i mahfûza kader ve hüküm
olarak değil vasıf olarak yazmıştır. Görüleceği gibi levh-i mahfûz insan
davranışlarını da içine alan ilahi ilmin yazılı bir yansıması olarak kabul
edilmektedir.
İlk dönem hadis kaynaklarındaki rivayetler de levh-i mahfûz kavramına
yüklenen anlamları yansıtması açısından oldukça dikkat çekicidir.
Buhari‟deki
rivayetlerde levh-i mahfûz, ümmü‟l kitab, aslu‟l kitab ve cümletü‟l kitab
kavramlarının birbirinin yerine kullanıldığı görülmektedir.
Kimi rivayetlerde İlahi emirlerin tamamının bulunduğu bir levha olarak kabul edilen levh-i mahfûz kimi
rivayetlerde ise ezeli ilmin bir yansıması olarak kader ve kaza levhası olarak
tanımlanmaktadır.
Görüleceği gibi rivayetler, insan açısından tecrübe dışı olan ve sadece Allah
ile Hz. Muhammed arasında gerçekleşen konuşmanın mahiyetini açıklamaya
yönelik olması gerekirken, içerik açısından Kur'an‟ın açık ve nesnel olan anlam
delâletini, oldukça karmaşık gizemli bir hale getirmiştir.
Aslında levh-i mahfûzun
keyfiyetini izah eden bu rivayetler, farklı iki alandan bahsetmektedir. Bunlardan bir
kısmı, Allah-insan ilişkisinde insanın kaderi, diğer bir kısmı ise Allah-elçi ilişkisinde
şeriatların kaynağı ve aslı ile ilgilidir. Öyleyse insanların Kur'an kavramlarını ve
delâletlerini, içinde yaşadıkları toplumun kültür ve tarih kodları içerisinde
yorumlamaları, Kur'an‟ın kendine yeten dilsel delâletini ve anlam sınırlarını
zayıflatmıştır.
levh-i mahfûz kavramının içeriğini felsefi düzlemde ele alarak
farklı izah tarzı geliştirmişlerdir. Farâbî, Kur'an‟da geçen kalem, levh ve kitâb
kavramlarını sembolik göstergeler olarak ele aldığı için Allah-varlık ilişkisini bilgivarlık
ilişkisine çevirmektedir. Ona göre Kalem, yazma işlevi gören somut bir alet;
levh, üzerine yazı yazılan basit bir nesne ve kitâb da belli işaretlerin kaleme
alınması anlamına gelmemektedir. Kalem, emr alemindeki manaları alır ve ruhanî
bir yazma ile bu manaları levhe iletir. Bu durumda kaza, kalemden; takdîr de levhten
doğmaktadır.
İbni Rüşd ise levh-i mahfûzu, iç ve dış sebeplerden oluşan Allah‟ın insanlarla
ilgili olarak yazdığı, değişmeyen kaza ve kaderi olarak anlamaktadır. Allah,
sebeplerin var olma illeti olduğu için söz konusu sebepleri ve sebepleri gerekli kılan
hususları bilir. Bu nedenle bu sebepleri Allah‟tan başkası kuşatamaz. Allah‟ın
gerçek anlamda gaybı sadece kendisinin bilmesinin anlamı da budur. Dolayısıyla
sebeplerin bilgisi gaybın bilgisidir. Buna göre gayb, varlığın var oluşunu veya var
olmayışını bilmekten ibarettir.
Böylece İbn Rüşd, Allah ile diğer varlıklar
arasındaki ilişkiyi, içsel ve dışsal illetlerin oluşturduğu bir yasa şeklinde
yorumlayarak bu yasanın ezelî bilgi kapsamında insanları da içerdiğini kabul
etmektedir.
Cürcani, levh-i mahfûzu küllî nefis ve kitâb-ı mubîn olarak yorumlayarak
kendi içerisinde dört levha ile tanımlamaktadır. Bu bağlamda Levh, kitâb-ı mubîn ve nefs-i küllî„dir. Dört çeşit levha vardır. Kazâ levhası, mahv ve isbâttan önce gelir.
Bu, ilk akıl levhasıdır.
Kader levhası ise küllî nefs-i natıka levhasıdır. Bunda ilk
levhanın küllîleri ve ilişkili oldukları sebepler ayrıntılı olarak bulunur. Bu levha,
levh-i mahfûz olarak isimlendirilmiştir. Nefs levhası ise alemdeki her şeyin şekil,
görünüm ve miktarının resmedildiği dünya seması olarak isimlendirilen cüz-i
semâvîyyedir. Bu levha, hayal-i âlem mesabesindedir. İlk levha, âlemin ruhu,
ikincisi kalbi gibidir. Heyûlî levha ise, şehâdet alemindeki sûretleri içeren levhadır.
Fahreddin Razî ise levh-i mahfûzu kitâb kavramı ile ilişkilendirerek iki farklı
kitap anlayışı geliştirmiştir. Ona göre Allah‟ın katında iki kitâb vardır. Bunlardan
ilki yaratmayla ilgili olup bunu melekler mahlukat için yazarlar. Bu kitâb, silme ve
tesbit etme yeridir. İkinci kitâb ise levh-i mahfûzdur. Bu kitâb, ulvi ve sufli alemle
ilgili bütün hallerin belirlendiği bir kitaptır.
Tanımlamalardan görüleceği gibi levh-i mahfûz, varlık ve kader tartışmaları
bağlamında ilahi bilgiyi ve alemdeki düzenin sebep-sonuç yasalarını içeren bir kitap
olarak yorumlanmıştır. Felsefî yorumlara bakıldığında bu kavram insan ve kaderini
içeren kapsayıcı bir bilgi levhası olarak kabul edildiği gibi fizik yasalarını içeren bir
levha olarak da görülmektedir. Buna göre levh-i mahfûz, ezeli ilahi ilmin kapsamı
içerisinde bütün varlıkların kaderini içeren bir kitap olarak anlaşılmaktadır.
Böyle
bir anlamlandırma sürecinde bu kavram, Kur'ani kavramlardan olan Kitâb, Ümmü„lkitâb
ve Kitab-ı mübin gibi farklı anlam alanlarına sahip kavramlarla
aynileştirilerek anlam kaymasına uğramıştır.
Kur'an‟ın nüzul süreciyle ilgili olan bu özel kavram hakkında yapılan
tartışmalara bakıldığında bir kavram kargaşası yaşandığı ortadadır.
Konuyla ilgili
Ayetler bütünlük içerisinde ve Kur'an zemininde ele alınmış olsaydı bu anlam
kaymasının önüne geçilebilirdi. Vahiy süreci içerisinde vahyin kaynağı olan Allah
ile vahiy meleği Cebrail arasında ontolojik bir zorunluluğun sonucu olan bu özel
alan tamamıyla vahiyle ilgili bir kavramdır. Bu anlamda levh-i mahfûz emir alma
merkezi olup emirlerin verildiği yeri ifade eden mecazi bir kavramdır.
Yaratıcı bu
kavramla vahye karşı şüphe ve şartlanmışlık içerisinde olan inkarcılara karşı
elçisiyle arasındaki mesajın gerçekliğini ve korunmuşluğunu vurgulamaktadır51 Bu
yüzden levh-i mahfûzu ilahi ilmin tümüyle yazıldığı bir kitap veya levha olarak kabul etmek ayetin anlam örgüsüyle uyuşmamaktadır.
Önyargılı ve tahmine dayalı
yapılan yorumlar farklı anlamlandırmalara neden olmuştur.
Levh-i mahfûzu ilahi bilginin kayıtlı olduğu bir mekan veya kitap olarak
algılamak, ilahi sıfatlara mekan izafe etmek anlamına gelecektir ki bunun
Kur'an‟dan dayanağı yoktur.
Böyle düşünüldüğü takdirde sonsuz olan ilahi ilmin
yazıldığı sonsuz sayfalar gerekecek ve bu kitap da Allah‟ın yanında bulunacaktır.
Varlık boyutu olarak aşkın bir varlık için bunu düşünmek muhaldir. Zira bu
durumda Yaratıcı‟nın yanında ezeli olan başka nesnelerin varlığını kabul etmek
gerekecektir ki varlıksal açıdan böyle bir şey imkansızdır.
Bu yüzden levh-i
mahfûzun yeriyle ilgili yedi kat semanın üstünde, doğu ve batı arası kadar bir
yerde gibi rivayetler bu maddi kitap için yer arama sorununun bir yansımasıdır.
Mekan problemini aşmak için levh-i mahfûzun ilahi bilgiyi sembolize eden
soyut ve sembolik bir kitap olduğu iddia edilirse, Yüce Yaratıcı‟nın böyle bir şeye
ihtiyacı yoktur ve ayetler böyle bir imada bulunmamaktadır.
Zira ilahi bilgiyi somut
veya soyut olarak bir kitapta toplamak, onu sınırlandırmak anlamına gelecektir. İlahi
bilgiyi en güzel şekilde ifade eden ayet böyle bir anlayışı reddeder niteliktedir:
“Yeryüzündeki ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, sonra yedi deniz daha
eklense Allah‟ın sözleri yazmakla tükenmez. Çünkü Allah kudret ve hikmet
sahibidir.”
Levh-i mahfûz konusunda yapılan yanlışlardan birisi de bu kavramın ilahi
ilimle eşit görülmesidir. İlahi ilim, levh-i mahfûzda yazı ile yazılarak
sağlamlaştırılmış olduğu kabul edildiği için değişmeyen bu kitap, cüzi ve külli her şeyi kapsamaktadır.
Kitab-ı mübin olarak kabul edilen ilahi ilim bazı faydalardan
dolayı bu kitaba yazılmıştır. Yaratıcı bu halleri levh-i mahfûza, meleklerin ilahi
ilmin malumata nüfuz ettiğine, yerde ve gökte hiçbir şeyin ilahi bilgi dışında
olmadığına vakıf olmaları için kaydetmiştir. Böylece levh-i mahfûz için
görevlendirilmiş bulunan melekler bu alemin sayfalarında meydana gelecek şeyleri
bu kitapla karşılaştırırlar. Böylece de bunların levh-i mahfûzdaki kayıtlara uygun
olduğunu görürler.
Halbuki görevli meleklerin irade ve tercih yetileri olmadığı
için böyle bir kıyasta bulunma yetkileri yoktur. Böyle bir karşılaştırma yapmak da
onların görevleri açısından mantıksızdır. Zira bütün mevcudatın hallerinin detaylı
bir biçimde böyle bir kitaba kaydedilmesi anlayışı, ilahi ilmin değişmez olduğunu
ıspatlama çabalarına yönelik bir endişedir.
Ancak ayetlere bakıldığı zaman böyle bir
düşünceyi savunmak mümkün değildir.
Olmuş ve olacak her şeyin yazılı bulunduğu kitap olarak kabul edilen levh-i
mahfûzdaki bilginin ezelde kesinleşmiş bilgi mi, yoksa ezeli imkanlar arasından hür
ilahi ve insani irade tarafından seçilerek fiili duruma geçen şeylerin bilgisi mi
olduğu konusu da tartışmalıdır.
Levh-i mahfûzda bizzat ezelde seçilmiş ve
belirlenmiş şeylerin değil de sadece ezeli imkanlar arasından ilahi ve insani irade
tarafından seçilmelerinden sonra fiili duruma geçen şeylerin bilgisinin kayıtlı olduğu
düşünceside problemi çözmemektedir.
Çünkü bu düşünce de levh-i mahfûzda
insan davranışlarının bizzat reel varlıklarının yazıldığını onaylamaktadır.
Kur'an‟da levh-i mahfûzla eş anlamlı olarak kullanılan bir diğer kavram
Kitab-ı Meknun kavramıdır. Levh-i mahfûz kavramında olduğu gibi bu kavram
---------
Yüce Yaratıcı, ezeli ilmi ile insanların sevap günah rızık ecel gibi bütün hallerini bilir.
Çünkü ilk yarattığı şey kalem olup onunla yaratıkların mukadderatını levh-i mahfûza
yazmıştır. Levh-i mahfûz ilahi plandır ve kesin olarak hatasızdır.
İlahi takdir ilme tabidir.
Bir şeyi nasıl olacaksa öyle bilmiştir ve öyle hükmetmiştir. İlim müessir değildir. Takdir,
her yaratılanı güzellik, çirkinlik, faydalı ve zararlı olma hallerinden hangisiyle ilgili
olacaksa zaman ve mekan yönüyle tahdit ve tayin etmektir.
Ancak insanların elinden irade
alınmamıştır. Saadet ve şekavetin yolunu insan kendi iradesiyle tutar. Her şey
Allah‟tandır demek yaratma ve takdir yönünden O‟na aittir demektir. Bizdendir demek ise
kesb ve irade yönünden bize aittir, demektir.
hakkında da çok farklı yorum ve tartışmalar yapılmıştır. Yapılan bu tartışmalar daha
çok ifadenin geçtiği ayetten sonraki ayetlerle bağlantılıdır.
Kitab-ı meknûn kavramı ayette şu bağlam içerisinde geçmektedir: “Doğrusu
O, Kur'an-ı Kerim‟dir. Saklı bir Kitaptadır.
Ona arınmış olanlardan başkası
dokunmaz. Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.‟‟58 Ayet, levh-i mahfûz
kavramını, saklı ve korunmuş kitap anlamına gelen kitâb-ı meknûn tamlamasıyla
farklı bir şekilde ifade etmektedir.
Meknûn kelimesi bir şeyi korumak, saklamak ve örtmek anlamlarına gelen
“kenene” fiilinden türemiş ismi meful olup korunmak için gizlenip saklanılmış şey
demektir.
Maddi anlamda koruyucu özelliği olan şeyler için kullanıldığı gibi
mecazi anlamda koruyucu özelliği olan şeyler için de bu fiilden türetilmiş kelimeler
kullanılmaktadır.
Bu iki anlam çeşidini de ayetlerde görmek mümkündür. Kur'an‟da
insanın içinden geçirdiği niyet ve düşünceler kalplerdeki anlamaya engel olan
örtü ve kapalılık, dağlardaki sığınak ve barınaklar, cennet kızları hurilerin el
değmemişliği ve saflığı ifade edilirken bu kökten türeyen kelimeler kullanılmıştır.
Kitab-ı meknun kavramı mushafın kendisi, “mutahharun” ifadesi de maddi
temizlik anlamında yorumlandığı için bu ayetlerden Kur'an‟a abdestsiz
dokunulamayacağı hükmü çıkarılmıştır. Buna göre bir çok fıkıhçı ve tefsirci
Kur'an‟ın abdestsiz tutulup okunamayacağı konusunda bu ayetleri delil olarak
kullanmışlardır.
Bu görüşte olanlar “ona dokunamaz” anlamındaki haber kipini
“ona dokunmasın” şeklinde olumsuz bir emir kipi olarak yorumlayarak ayetin talep
anlamı taşıdığını söylemişlerdir. Ayet Elmalılı‟nın da ifadesiyle taharetsiz, kirli eller
ona dokunmasın, ancak maddi ve manevi pislikten temizlenmiş abdestli kimseler
dokunsun anlamındadır.
Bu yorumun sonucu olarak mushafın abdestsiz
tutulmaması gerektiği hükmü çıkarılmıştır. Ayet bağlamından koparılarak anlaşıldığı için Kur'an‟a abdestsiz dokunmak, onun kudsiyeti ve büyüklüğüne saygısızlık
olarak anlaşılmış ve buna dikkat etmenin bir zorunluluk olduğu söylenmiştir.
Böyle bir yoruma ulaşmada ayetlerde yer alan “mess” ve “tahâret”
kavramlarının yorumlanmasının da payı vardır. Dokunmak suretiyle bir şeyi
algılamak anlamına gelen “mess” kavramını ayetlerin anlam örgüsü içerisinde fiili
bir temas olarak anlamak mümkün değildir. Çünkü bu kavram Kur'an‟da daha çok
mecazi bir anlamda kullanılmaktadır. Daha çok duyu organlarıyla fiili bir temas ve
dokunmayı değil, mecazi anlamda bir dokunma ve etkiyi ifade etmektedir.
Bedensel bir temastan ziyade mecazi bir ilişki söz konusudur.
Diğer bir yanlış yorumlama da “mutahharun” kavramıyla ilgilidir. Genel
olarak bu kavram, bedensel temizlik anlamında abdest olarak yorumlanmıştır.
Ancak ayette bu şekliyle geçen kavramın fıkıh literatüründeki “tahâret” kavramıyla
bir ilgisi yoktur. Temizlik anlamına gelen “tahare” kökünden türemiş olan
“mutahharun” kavramı daha çok şirk, günah ve manevi pisliklerden temizlenmiş,
arınmış anlamına gelmektedir.
Manevi temizlik ve arınmayla ilgili bu kavram
ayetlerde özellikle dikkati çekmektedir. Bu anlamda müşrikleri necis/pis olarak
nitelendiren Kur'an en büyük temizliğin iman, en büyük kirliliğin ise şirk ve inkar
olduğunu ifade etmektedir. Görüleceği gibi “tahâret” kavramının abdest olarak anlaşılması anlam
kaymasına neden olmuştur.
Böyle olunca da ayetteki mutahharun kavramından
Kur'an‟a dokunmak için abdest almanın şart olduğu hükmü çıkarılmıştır. Ancak
ayetler bağlam olarak böyle bir anlam çıkarmaya imkan vermemektedir. Kitab-ı
Meknûn kavramını Mushaf olarak yorumlayıp böyle bir sonuca ulaşmak, Kur'an‟ın
nüzul ortamıyla da çelişmektedir. Zira abdestli olarak Kur'an‟ı ele alıp okumayı
istemek, ilk muhatap toplum açısından tamamen anlamsızdır.
----
Alusi Kur'an‟a abdestsiz dokunulamayacağını kabul etmekle birlikte Kur'an‟a saygının
sadece abdestle olmayacağını söyleyerek Kur'an okuma adabı ile ilgili diğer gereklilikleri
saymaktadır.
(Alusi, Ruhu’l Meânî, c.15, s.236-237)
---------------
dönemlerinde nazil olan bu ayetlerden, henüz Mushaf haline gelmemiş bir kitap için
şirk ve inkar iddiasında bulunan bir topluma abdest hükmü çıkarmak anlamsız olsa
gerektir. Müşrikler vahiy olgusunu reddediyor, hiçbir insanın vahiy alamayacağını
iddia ediyorlardı. “Bu bir insan sözünden başka bir şey değildir.” “Allah hiçbir
beşere vahiy indirmemiştir.” “Rabbimiz eğer bu gerçekten senin indirdiğin bir
vahiy ise gökten bize taş yağdır veya bir azap gönder de anlayalım.” İşte müşrikler
bu tür gerekçelerle daima vahyi yalanlamış ve ilahi kelamın Hz. Peygamberin kendi
uydurması olduğunu iddia etmişlerdir.
Kur'an, müşriklerin bu itirazlarına, Kitâb-ı Meknûn/Korunmuş kitap
tanımlamasıyla cevap vermektedir. Kitab-ı Meknun kavramı vahiy meleğinin
mesajı aldığı kaynak olan levh-i mahfûzun bir diğer ismidir.
Kur'an nüzul
sürecinde mesajın alındığı yer olan levh-i mahfûz/kitab-ı meknun‟da kendisine zarar
verebilecek her türlü müdahaleden korunmuştur. Bu da vahyin sağlamlığını ve
güvenilirliğini göstermektedir. Vahyin niteliği ve geliş şekli özellikle vurgulanarak
müşrik itirazlarının dayanaktan yoksun olduğu ifade edilmektedir. “Peygamberin
size okuduğu Kur'an kendisine bildirilen vahiyden başka bir şey değildir.” ,
“Şüphesiz O, şerefli bir elçinin sözüdür. O, bir şairin ve kahinin sözü değildir.” “Şüphesiz Kur'an şerefli, güçlü, arşın sahibi katında güvenilen bir elçinin getirdiği
sözdür.”
Müşriklere ve inkarcılara verilen diğer bir cevapta ise vahyin tamamen
koruma altında olduğu vurgulanmaktadır. “Kur'an‟ı şeytanlar indirmedi. Bu onların
işi değildir, zaten buna güçleri de yetmez. Şeytanlar vahyi işitmekten kesinlikle uzak
tutulmuşlardır.” İnkarcılar, bu peygamberin kendi sözüdür, bunu kendisi uydurdu
şeklinde iftirada bulununca Allah, Kur'an okunandır, peygamber onu okumuştur
diye karşılık vermiştir.
İnkarcılar ise Kur'an ona okunmuşsa, bu cinlerin sözüdür diyerek itirazda bulunmuşlardır. Bu sefer de Allah “O, korunmuş bir kitaptadır”
ifadesiyle vahyin sağlam ve güvenilir bir kaynaktan alınarak peygambere
getirildiğini vurgulamıştır. Bu da başka varlıkların vahye herhangi bir müdahalede
bulunmalarının mümkün olmadığını göstermektedir.
Vahyin Kur'an, yani okuma
olarak nitelendirilmesi, vahiy elçisi tarafından peygambere okunduğu için adeta,
bunu kendisi uyduruyor, diyenlere karşı tutarlı bir reddiyedir. İbni Hazm da “Ona arınmışlardan başkası dokunamaz.” ayetinin emir değil,
haber bildiren bir cümle olduğunu söylemektedir.
Ona göre buradaki haber kipini
emir kipine çevirerek anlam vermek için kesin bir delil yoktur. Mushafı herkesin
eline alması mümkün olduğuna göre ayette Mushaf değil, başka bir kitap
kastedilmiştir. Arınmışlar ifadesinden maksat ise bu vasıfta yaratılmış olan
meleklerdir.
Bu yüzden ayetteki “mutahharun” kavramı levh-i mahfûzla bağlantısı olan
vahiy meleğini nitelemektedir. Bu kavram kötülük yapma ve günah kazanma
karakterine sahip olmayan ve tertemiz olarak yaratılmış olan melekleri
tanımlamaktadır. Mutahharun kavramı temiz kılınmış, arındırılmış anlamına
gelmektedir. Bu ifade tarzı kendi kendini temizleyen değil de temiz olarak yaratılmış
ve kötülük yapma özellikleri olmayan melekleri ifade etmektedir. Kelimenin
özellikle bu kalıpla kullanılmış olması sadece bu nitelikte yaratılan melekleri işaret
etmektedir.
Meleklerin arınmışlığı ise, şehvet, günah ve pisliklere bulaşma gibi
insani özelliklerden uzak olmalarıdır. Kitab‟a dokunmalarının anlamı ise vahyin
kaynağına şahit olmaları ve onu bilmeleridir. İlahi söze muhatap olan ve
peygamberlere vahyi iletme görevini yerine getiren melek ise sadece Cebrail‟dir.
Burada arınmışlar şeklinde çoğul ifade kullanılması, bütün meleklerin vahye
muhatap olduğunu değil, sadece bu meleklerden seçilmiş olan vahiy meleği Cibril‟i
işaret etmektedir. Ayet, nüzul ortamı ve konuyla ilgili daha önce inen ayetler
bağlamında düşünüldüğünde bu anlamı yansıtmaktadır.
Kur'an-ı Kerim‟in saklı bir kitapta olması demek, onun orada yazılı bir kitap
olmasını gerektirmez.
Korunmuş kitap kavramıyla vurgulanan bu ifade mecazi bir
anlatımla vahyin alındığı yer olan levh-i mahfûzun korunmuşluğunu dolayısıyla
vahyin sağlamlığını ve gerçekliğini onaylamaktadır. Kitab-ı Meknun ifadesi,
Kur'an‟ın lafız ve mana olarak korunmuşluğunu ve güvenilirliğini ifade eden özel
bir kavramdır.
Vahiyle ilgili bir çok ayette yazılı metin anlamında kitap kavramından
bahsedilmesi aynı zamanda vahyin sağlamlığını, değişmezliğini ve korunmuşluğunu
vurgulamaktadır. İnsan korumak istediği her türlü bilgiyi yazıyla kayıt altına alarak
saklamak ister.
Kitab-ı meknun kavramı da benzetme yoluyla bu gerçeğe işaret
etmektedir. Kur'an‟ın tahrif ve değişimden korunmuşluğunu bildiren ayetlerde
teşbih yoluyla konunun iyice anlaşılması için vahyin alındığı kaynağı vurgulamak
amacıyla Kitab-ı Meknun veya Levh-i Mahfûz kavramları kullanılmıştır.
Bu yüzden
Kur'an‟ın tamamının nüzulünden önce somut olarak burada kağıt benzeri bir şey
üzerine yazılı olduğunu söylemek Kur'an açısından mümkün değildir. Bu nedenle
Kur'an, vahyin sonraki kuşaklara bozulmadan tamamen ulaşması için yazıya
geçirilmesi gerektiğini vurgulamak amacıyla yazılı malzeme anlamındaki kitap
kavramından sürekli bahsetmektedir.
Ayrıca Kitab-ı Meknun kavramını tuhaf bir yaklaşımla Tevrat veya İncil
olarak yorumlamak da mümkün değildir. İkrime‟ye dayandırılan görüşe göre Kitab-ı
meknun ifadesiyle Tevrat ve İncil kastedilmekte ve Kur'an‟ın da Tevrat ve İncil‟de
yer aldığı savunulmaktadır.
Bu anlayışın bir uzantısı olarak mutahharun
kavramının da Tevrat ve İncil‟i koruyup saklayan Ehli Kitap olduğu iddia
edilmektedir. Bu iddianın tutarsızlığı ve aşırı bir zorlamadan ibaret olduğu açıkça
ortadadır.
2. ÜMMÜ‟L-KİTÂB
Klasik tartışmalara baktığımızda levh-i mahfuz ile aynı olduğu düşünülen
ümmü‟l kitâb kavramının da farklı şekillerde yorumlandığını görmekteyiz.
Kitapların kaynağı ve aslı olan ana kitap levh-i mahfûz veya ilahi ilim olarak
anlaşılmaktadır. Değişecek ve değişmeyecek olan her şey burada yazılıdır. Her şey
yazılmış bitmiş ve kalem kurumuştur. Kainatta yeniden yazılacak ve programlanacak hiçbir şey yoktur.
Bu anlayışa göre ümmü‟l kitab, kendisinde
değişme olmayan levh-i mahfûzdur. Ümmü‟l kitab tamlamasındaki “ümm” kelimesi ana, asıl, esas, kaynak gibi
anlamlara gelmektedir.
Ümmü‟l kitab ise kitabın aslı demektir. Araplar bir şeyin
aslı yerine geçen her şeyi onun anası diye adlandırırlar.
Daha yaygın kullanımıyla
Ümmü‟l- kitab kavramını Ana kitap olarak çevirmek mümkündür.
Razi‟ye göre iki kitap bulunmaktadır.
a) Meleklerin mahlukat için yazmış
olduğu kitap.
İşte bu kitap mahv ve isbatın mahallidir.
b) İkinci kitap levh -i
mahfûzdur.
Bu kitap da ulvi ve süfli alemin bütün hallerini içeren kitaptır ki devamlı
olandır. Bunda silip yazma bulunmaz. Zira Allah mevcut ve madum olarak bütün
malumatı onların değişmelerine rağmen bilir.
Bu bilme devamlı olup İlahi bilgi
değişmez.
Bu yüzden Ümmü‟l kitab aynı zamanda ilahi ilimdir.
Filozoflara göre eşyayı topluca içermesi yönüyle akl-ı evvele ümmü‟l kitab,
eşyayı ayrıntılı bir şekilde açıklaması dolayısıyla da nefs-i külliye, kitab-ı mübin adı
verilir.
Buna göre ümmü‟l kitab kendisinde yokluk bulunmayan ve hakikatlerin
mahiyeti diye adlandırılan şeydir. Eflatun‟un ifadesiyle ideaların veya idealar
ideasının mahiyetine ümmü‟l kitab denir.
Bu mahiyet kitabın kendisinden doğduğu
şeydir. Kitapta mahiyetin iki yönünden ancak bir yönü sadece varlık yönü vardır.
Kitap içerisinde yer alan varlıkların hallerinin değişip değişmeyeceği konusu
ayete dayandırılmaktadır. “ Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Ana kitap
O‟nun yanındadır.” Ayetteki silip bırakma kavramları çok geniş bir alanda
tartışılarak sınırları oldukça geniş tutulmuştur. İlahi kazada değişme olup
olmayacağı tartışmaların temel noktasını oluşturmaktadır.
Buna göre ilahi irade,
belli bir dönem bir hükmü meşru kılıp başka bir zaman o hükmü neshedebilir. Zira Yaratıcı bazen var eder, bir başka sefer yok eder. Bazen hayat verir, bazen öldürür,
kimi zaman zengin eder, kimi zaman fakir eder. Bu değişim sürekli olarak devam
etmektedir.
Tekvin ve teşride mahiv ve isbat olduğu halde Ana kitaba göre her şey
yazılmış bitmiş ve kalem kurumuştur. Kainatta yeniden yazılacak ve
programlanacak hiçbir şey yoktur. İnsanın yaptığı davranışlar hesaba esas olmak
üzere bir kere ve yapıldıktan sonra kayda geçirilmektedir. Bu nedenle meleklerin
önce yazıp sonra yanlışlık veya fazlalıkların silinmesi anlayışı, bu varlık
kategorisine de eksiklik getirecektir.
Kemal Paşazade‟ye göre oluş aleminde var olan her şeyin zamana nispet
edilmeyen, ezeli kazaya uygun olarak levh-i mahfûzda toplu ideaları vardır. İçinde
ideaların icmali olarak bulunduğu levh-i mahfûza Kur'an, Ümmü‟l kitab adını verir.
Ayette geçen “ındehû” ifadesi ise burada yer alan ideaların zamandışılığını
vurgulamak içindir.
Bu nedenle burada yazılanlar değişime uğramazlar. O bu
levhaya Levh-i Manevi adını verir. Onun bu yorumu Ragıp tarafından da
desteklenmektedir. Ragıb bu terimin, tüm bilgi kategorilerinin kendisine nisbet
--------------------------
"""""Razi, Tefsir-i Kebir, c.13, s.469 Ayetteki imha ve isbat kavramları çok geniş bir şekilde
anlamlandırılmıştır. İmha ve isbattan maksat önceki hükmü neshedip onun yerine yeni bir
hüküm getirmektir.
Mahv, şeriatleri ve hükümleri neshetmek, isbat ise kalmasını ve
devamını istemek demektir. Yine Yaratıcı, rızkı siler ve artırır.
Ecel, kişinin said ve şaki
olması, iman ve küfür de böyledir. """"
((((Ayrıca ayetteki mahv ile günah işleyen kimse günahı
işleyince amel defterine kaydettirir. Ama o günahtan tevbe ettiği zaman o defterinden
silinmiş olur. Mahv tabiriyle eceli gelenler, isbat eder, bırakır tabiriyle de eceli
gelmeyenler kastedilmiştir.
Yüce Allah yılın başında o senenin hükmünü kayıt ve ısbat
eder. O yıl geçince yıl mahvoluş olur ve gelecek yıl için başka bir kader tesbit eder.
O,
rızık, bela ve sıkıntıları bir kitaba kaydeder. Sonra da onları kişinin dua ve sadakalarıyla
siler. Ali İmran-185, Maide-105, Casiye-28, Yunus-23, Yasin-12 Yaratılıştaki halden hale
geçiş yok etme olarak anlaşılmıştır. Meleklerin yazması konusunda ise ilginç bir yaklaşım
görülmektedir. Hafaza melekleri amelleri yazarlar, fakat sonra bu yazıları levh-i mahfûzda
olanla çelişir. Yazdıkları fazlalıklar silinir, diğerleri ise sabit kalır. Bunun nedeni ise
insanların niyetlerinin bilinememesidir. (Maturidi, Ebu Mansur, Te’vilâtü’l Kur'an, Mizan
Yayınları, İstanbul, 2005, c.6, s.352) Bu bakış açısı tamamen tutarsızdır. Zira yazılanların
levh-i mahfûzla çelişmesi demek, insanın yapacağı davranışların iki farklı kitapta iki kere
yazılması anlamına gelir ki bu yorum tamamıyla Kur'an mantığına terstir.)))))
-------------------------
edildiği levh-i mahfûz anlamına geldiğini ifade etmektedir.101
İbn-i Kemal‟in Kaza
Levhası olarak da isimlendirdiği levh-i mahfûzdan başka bir yerde bulunan Levh-i
mahv ve‟l isbat vardır. İkinci levha ise rıza levhası olarak adlandırılmaktadır. Levh-i mahfûzda zamana ya da kişiye özel hükümler, kişinin varlığına ve
zamanın devamına bağlı olarak hükmi niteliklerini sürdürürler.
Şahsa ya da zamana
bağlı olmayan hükümler ise daimi olup geçerliliklerini sürdürürler. Levh-i mahv
ve‟l isbat adı verilen rıza levhası, zorunluluk arz eden bir levha değildir. Buradaki
hükümler kulun değişen durumuna paralel olarak değişebilir. Melekler burada
yazılan şeyleri bilirler. Bu sebeple kişinin davranışına uygun olarak Levh-i mahv
ve‟l isbatta yazılan şeyler değişebilir.
Kahinlerin, Firavun‟un saltanatının bir Yahudi erkek çocuk tarafından sona
erdirileceğini haber vermesi, Onun bütün Yahudi erkek çocuklarını öldürmesine
sebep olmuştur. Zemahşeri, Firavun‟un bu tutumunu yanlış bulmaktadır.
Eğer
Firavun gerçekten kahinin sözlerine inanıyor idiyse çocukları öldürmenin buna
engel olamayacağını bilmesi gerekirdi. Şayet inanmıyor idiyse niye böyle bir tavır
sergiledi. İbn-i Kemal, Zemahşeri‟nin bu yorumuna katılmaz ve Firavun‟un bu
hareketinde bilinçli davrandığına inanır. İbn-i Kemal‟e göre kahinlerin haber verdiği
şey, levh-i mahfûz‟da değil, mahv ve isbat levhasında yazılı olan bir hükümdür.
Görüldüğü gibi ilahi kazada değişme olup olmayacağı temel hareket
noktasıdır. Kazada belirlenenler, yani olacak olanlar sabittir, sebebe bağlı olanlar ise
değişkendir. Bu da yok etmektir. Görüleceği gibi sebebe bağlı olarak değişimin
temellendirilmesi endişesiyle değişmeyen levh-i mahfûzun yanında ikinci bir levha
daha üretilmiştir. Ayetten hareketle mahv ve isbat olarak isimlendirilen bu levha,
değişen insan davranışlarını ve sorumluluğunu akli bir zemine oturtma çabasının bir
ürünüdür.
Kaderlerin daha önceden tayin edildiği, kalemin bunları yazıp bitirdiği ve
olayların yeniden meydana gelmediği iddia edildiğine göre mahv ve isbat konusu
nasıl doğru olabilir? şeklindeki soruya Razi‟nin vermiş olduğu cevap bu bakış açısını yansıtmaktadır: Ona göre mahv ve isbat kalemin bitirdiği, yazdığı
şeylerdendir.
Allah, ilim ve kaderinde silinmesi daha önce tespit edilmiş olan şeyleri
siler. Buradan da anlaşılacağı gibi insan davranışlarına ait değişim olgusu, aslında
insanın kendi iradesinden değil ezeli tayinden kaynaklanmaktadır.
Bu anlam
kayması da ümmü‟l kitab ve levh-i mahfûz kavramlarının birbiriyle karıştırılarak
bağlamlarından uzak bir şekilde yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Zira
birbirinden farklı bir anlam alanı olan bu iki kavram dikkatli bir şekilde incelenirse
farklı iki anlam alanına işaret etmektedir.
Bütün vahiylerin çıktığı ana kaynak olan levh-i mahfûz kavramı, ümmü‟l
kitab olarak yorumlanmaktadır. Aslında ümmü‟l kitâb kavramıyla ilişkili olan
ayetteki silme ve bırakma ifadeleri, levh-i mahfûzla ilişkilendirildiği için kutsal
kitapların veya ayetlerin neshedilmesine delil gösterilmektedir.
Halbuki ayet, bir
önceki ayetle birlikte değerlendirildiğinde, böyle bir anlamaya izin vermediği
görülmektedir. Zira bu iki ayette farklı bağlamlardan söz edilmektedir.
Rad-38‟de “her sürenin bir kitabı vardır” ifadesindeki yazma el ile olan yazma
değil, tespit etmek ve hüküm koymak anlamındadır.109 Buradaki süre ve kitap
ifadeleri, herhangi bir konuda belirlenen bir zaman periyodunun belli kanun, kural
ve prensiplere göre konulduğunu vurgulamaktadır.110 Her şeyin işleyişine uygun
olarak bir süre konulmuştur.
İlahi iradenin insanlar ve toplumlarla olan ilişkisinde
verilen süreler belli yasalar çerçevesinde sebep sonuç kanunlarına göre
işletilmektedir. Sözkonusu ayeti kelimelerin yerini değiştirerek “her kitabın bir
süresi vardır” şeklinde anlamak da mümkün değildir.
Zira buradaki kitap ifadesi,
kutsal kitap anlamında olmayıp belirli zaman dilimleri için konulmuş olan yasa ve
kuralı ifade etmektedir.
“Allah‟ın izni olmadan hiçbir peygamber mucize getiremez.
Her sürenin bir kitabı vardır.” anlamındaki ayet, peygamberlere yapılacak
yardım ve gerçekleşecek mucizelerin hangi şart ve sonuç kanunlarına göre ne
zaman işletileceğini vurgulamaktadır. Bu açıdan ayetin kutsal kitapların uygulanma
dönemleriyle hiçbir ilgisi yoktur.
İlahi irade, hüküm koyma ve yaratma konusunda tayin etmiş olduğu yasalarla
davranışta bulunmaktadır. Bu iradenin sonucu olan kanunlar çerçevesinde alemde
bir takım şeyleri yok edip kaldırırken bazılarını yeniden yaratır. Aynı şekilde insan
bedeninde hücreler bir yandan ölürken bir yandan yenileniyor.
Böylece bütün kainat,
bir taraftan harfleri ve satırları silinip, diğer taraftan yazılan bir kitap gibidir. Böyle
iken kainatın sayfa düzeninde, hikmetli akışında silinti ve kazıntıdan bir eser
bulunmaz. İşte ilahi yaratılışta böyle olduğu gibi teşrii hususunda da böyledir. Allah
yürürlükteki bir hükmü kaldırarak yerine yenisini getirir. Böylece her ecelin bir
kitabı olmuş olur.
Görüleceği gibi tekvini ve teşrii alanda İlahi iradenin koymuş olduğu kurallar
işlemektedir. Kur'an, İlahi iradeden kaynaklanan Tekvini ve Teşrii yasaları Ümmü‟l
Kitab olarak isimlendirmektedir. “Apaçık Kitab'a andolsun ki biz, anlayıp
düşünmeniz için onu Arapça bir Kur'an kıldık.
O, katımızda bulunan Ana
Kitap‟tadır. Yücedir, hikmetlidir.” Ayete göre Kur'an‟ın ilahi katta bulunan
Ümmü‟l Kitab‟da bulunması demek, bütün kitapların esası ve kaynağı olan ilahi
iradeden kaynaklanması demektir. Bu durumda Ümmü‟l Kitab, Kur'an‟ın
kendisinden çıkmış olduğu levh-i mahfûzun da aslı olmaktadır.
Bu yüzden bütün
ilahi bildiriler yani kutsal kitaplar tek bir kaynaktan çıkmıştır. Bu da bütün kitapların
özü ve kaynağı olan ilahi iradeyi sembolize eden Ümmü‟l Kitab‟dır.118 İnsanlığa
yapılan bütün ilahi bildiriler bu ana kaynaktan çıktığı için ortak bir terim olarak
kitap adını almıştır.
Vahiyle gelen bütün kitaplara inanmanın zorunlu olarak bir
iman esası sayılması da bu gerçeği teyit etmektedir. Bu kavramın kitap ile ifade
edilmesi kesinliğini ve güvenilirliğini vurgulamaktadır. Zira bu kavramdan kasıt,
---------------------
115 Elmalılı, Hak Dini, c.5, s.161
116 Zuhruf, 2-4; “Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar
Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve
onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini
ancak Allah bilir. İlimde derinleşenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır,
derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.”
(Al-i İmran-7) Bu ayetteki Ümmü‟l
kitab kavramı, muhkem ve müteşabih terimleriyle birlikte farklı bir anlam kazanmıştır.
Buna göre ayetler, açık anlamlı olan muhkem ayetler ve anlam kapalılığı bulunan
müteşabih ayetler olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.
Muhkem ayetler, Kur'an‟ın büyük bir
kısmını meydana getirdiği ve dinin asıllarını ihtiva ettiği için kitabın esası ve temeli
anlamında Ümmü‟l kitab diye isimlendirilmiştir.
(Taberi, Câmiu’l Beyân, c.5, s.192)
Müteşabihlik olgusu ise Kur'an‟ın aslından kaynaklanmayıp insanların bilgi ve algı
kapasitesiyle yakından ilgili bir durumdur
--------------------
haberin kesinliğini ve haber verenin şerefini artırmaktır. Bu da İlahi iradenin
otoritesini insani bir dille ifade etmektedir.
SONUÇ
Kur'an kavramlarının doğru anlaşılması, Kur'an‟ın doğru anlaşılması
demektir. Kur'an‟ın sistematik anlam alanını oluşturan bu tür kavramlar Kur'an‟ın
kendi zihniyetini ortaya koymaktadır. Bu nedenle bu temel kavramların kendi anlam
bütünlüğü içerisinde anlaşılması gerekmektedir.
Ancak bir çok ayette geçen ve
farklı anlamlara gelen kitap kavramları, genel anlayışa göre çoğunlukla, özel bir
kavram olan levh-i mahfûz ile ilişkilendirilmektedir.
Konuyla ilgili Kur'an Ayetleri bütünlük içerisinde ele alınmış olsaydı bu
anlam kaymasının önüne geçilebilirdi. Vahiy süreci içerisinde vahyin kaynağı olan
Allah ile vahiy meleği Cebrail arasında ontolojik bir zorunluluğun sonucu olan bu
özel alan, tamamıyla vahiyle ilgili bir kavramdır.
Allah bu kavramla vahye karşı
şüphe ve şartlanmışlık içerisinde olan inkarcılara karşı elçisiyle arasındaki mesajın
gerçekliğini ve korunmuşluğunu vurgulamaktadır.
Bu yüzden levh-i mahfûzu ilahi
ilmin tümüyle yazıldığı bir kitap veya levha olarak kabul etmek ayetlerin anlam
örgüsüyle uyuşmamaktadır.
Levh-i mahfûzu ilahi bilginin kayıtlı olduğu bir mekan veya kitap olarak
algılamak ilahi sıfatlara mekan izafe etmek anlamına gelecektir ki bunun Kur'an‟dan
dayanağı yoktur.
Böyle düşünüldüğü takdirde sonsuz olan ilahi ilmin yazıldığı
sonsuz sayfalar gerekecek ve bu kitap da Allah‟ın yanında bulunacaktır. Varlık
boyutu olarak aşkın bir varlık için bunu düşünmek muhaldir. Zira bu durumda
Allah‟ın yanında ezeli olan başka nesnelerin varlığını kabul etmek gerekecektir ki
varlıksal açıdan böyle bir şey imkansızdır.
Bu yüzden Levh-i mahfûz konusunda yapılan yanlışlık, bu kavramın ilahi
ilimle eşit görülmesidir.
Zira tüm varlıkların durumlarının ayrıntılı bir biçimde
böyle bir kitaba kaydedilmesi anlayışı ilahi ilmin değişmez olduğunu ıspatlama
çabalarına yönelik bir endişedir. Ancak ayetlere bakıldığı zaman böyle bir düşünceyi
savunmak mümkün değildir. İlahi ilim insani bilginin sahip olduğu unsurlardan
tamamıyla farklıdır. Kur'an, Levh-i mahfûz‟un karşılığı olarak Ümmü‟l kitab‟ı değil
isimlendirmeden de anlaşılacağı gibi Kitab-ı meknun kavramını kullanmaktadır.
Her
iki kavram da vahyin kaynağının gerçekliğini ve korunmuşluğunu vurgulamaktadır.
Bu açıdan vahyin nüzul aşamasıyla bağlantılı olan bu kavramı kitap ismiyle
ilgisinden dolayı farklı anlamları ifade eden kitap terimi ile karıştırmamak gerekir.
Kitap, yani bir şeyin yazılıp kaydedilmesini, değişmezliğini ve kesinliğini ifade eden bir
kinayedir. Çünkü insanlar uzun süre bir anlaşmayı devam ettirmek istediklerinde onu
sayfalara yazarlar.
(Ebu Hayyan, Bahru’l Muhit, c.5, s.397
Ümmül kitab, Kur'an‟ın ve diğer bütün vahiylerin kendisinden çıkmış olduğu
levh-i mahfûzun da aslı olmaktadır. Bu yüzden bütün ilahi bildiriler, yani kutsal
kitaplar tek bir kaynaktan çıkmıştır. Bu da bütün kitapların özü ve kaynağı olan ilahi
iradeyi simgeleyen Ümmü‟l Kitab‟dır.
Bu anlamda varlık bütününe yasalar koyan da
insana teklifte bulunan da Yüce Allah‟tır. Ümmü‟l kitâb, hem bütün varlık
kanunlarının kaynağı, hem de gönderilen bütün kutsal kitapların kaynağıdır.
İnsanlığa yapılan bütün ilahi bildiriler bu ana kaynaktan çıktığı için ortak bir terim
olarak kitap adını almıştır.
Vahiyle gelen bütün kitaplara inanmanın zorunlu olarak
bir iman esası sayılması da bu gerçeği onaylamaktadır. Bu kavramın kitap ile ifade
edilmesi kesinliğini ve güvenilirliğini vurgulamaktadır.